Tumgik
#temsiliyetizm
serhatnigiz · 5 months
Text
Devletin Teminatının Olmadığı yerde Milletin Teminatı Olur mu?
Tumblr media
Yürütmenin yargıya tepeden atamış olduğu memurlar (kendi adamları) ile yürütmedeki ve yasamadaki memurlar karşı karşıya gelmiş durumda. Ne de olsa bugüne kadar tüm kirli işlerini bu yargıya yaptırdılar.
Bahçeli sistem krizi yok dese de, sadece sistem krizi de yok! Sistem krizi ile iç içe girmiş yapısal bir kriz var. Yasama, yargı ve yürütme klikleri arasındaki gerilimin asıl nedeni de bu.
Düne kadar emir ve talimat ile AYM'ye karar aldıran Bahçeli (Jülistokratik MHP çetesi) ne oldu da şimdi AYM'yi "kapatmakla" tehdit eder hale geldi.
Bahçeli ve adamlarında AYM'yi kapatabilecek cesaretin zerresi yok!
İyisi mi yürütmenin (kendisini milletten üstün gören yetki diktatörlüğünün) son kalesi olan yürütme-yargısı AYM'yi ve diğer sözde yargı kurumlarını Bahçeli'yi beklemeden millet topyekün kapatsın!
Bu kurumların bugüne kadar millete bir faydası da görülmedi. Bu kurumlar ülke tarihi boyunca kendisini milletin üstünde gören bir avuç memur kastına çalıştı. Bu memur kastları da milletin devlete sunduğu olanakları kullanarak kendi kafalarına göre bir "kapitalist düzen" yarattı. Ama bu nasıl bir kapitalizm ise ortaya çıka çıka kapitalizmin ne evrensel ne de yerel normlarına dahi oturmayan feoktokratik ve müphem bir çete-kapitalizmi ortaya çıktı.
Bu çeteleri AYM gibi yürütme-yargısı değil, yargılasa yargılasa denetim usul/muhakeme kanunları ve denetim mahkemeleri yargılar!
Öyle yalandan tehditleri geçeceksin önce icraat görelim. Hadi paçan yiyorsa Bahçeli AYM'yi kapatta görelim! Sende o yürek var mı Bahçeli?
Yıllarca "devletin bekası" söyleminin arkasına saklanıp milletin temel haklarına çökme döneminiz artık bitti. Yaptığınız onca katliamlar, işkenceler, zulümler yanınıza kar mı kalacak sandınız!
"Devlet" diye isim mi olur? Gerçek ismini kullanmayan adamdan milliyetçi mi olur?
Milliyet-çiliği bile ayaklar altına alıp milleti tanımayanlar tabii ki anayasada tanımaz, kanunda tanımaz, her haltı yer. Bu nasıl bir milliyet-çilik ise Türklüğü/üniter kimliği mahkemeleştirmek için 15 Temmuz senaryosunu çevirir!
Millet niye bu temsiliyetist-memuriyetist zorbalığı tanımaya devam etsin ki? Teminatı olmayan devlet çete devletinden başka da bir şey değildir.
Çeteyseniz açıkça çıkıp "biz çeteyiz" diyin olsun bitsin. Öyle yalandan cumhuriyet gibi demokrasi gibi kavramların arkasına saklanmaya devam etmeyin.
O da olmuyorsa çıkın açıklayın "biz devlet değiliz" diyin, biz anayasa ile kanun ile kural ile yönetilmiyoruz, bu devleti bir avuç memur kastı idare ediyor diye millete beyan edin!
Ne de olsa devlet bile beyan esasına göre kurulur.
Bu ülkede devletin teminatı yok! Bir ülkede devletin teminatı yoksa o ülkede milletinde teminatı yok demektir.
Milletin teminatının olmadığı bir ülkede kurtuluşun tek yolu vardır; o da yasamada, yargıda ve yürütmede gerçekleşecek olan kurumsal denetimist devrimlerdir.
Ancak millet bu şekilde kendi temel hakları için ister seçilmiş olsun ister atanmış olsun temsiliyetizmden ve memuriyetizmden hesap sorabilir.
Temsiliyetizm ve memuriyetizm var oldu olalı devlet her zaman var olmuştur. Devletin-kitleselleşebilmesinin ve kitlelerin-devletleşebilmesinin yolu denetimle mümkündür. Aksi takdirde; ister cumhuriyet denilsin ister demokrasi denilsin tüm rejimler son çözümlemede bir memur kastları diktatörlüğünden başka da bir şey değildir.
Bir avuç bürokrasi mi hayatınızı nasıl yaşacağınıza karar verecek yoksa siz kendi hayatınızın yönetiminde söz ve hak sahibi mi olacaksınız?
Denetim mücadelesi ne sağ ne de sol meselesidir. Denetim meselesi siyaset üstü politik bir toplumsal proje meselesidir. Bir kişiye hak olan şey herkese de hak olmalıdır ki, toplum kendi deneylerinden dersler çıkararak denetimi tabandan tavana kadar yaşamın her alanına yayabilsin. Bu sayede de insan kurtarıcı aramayı bırakıp, kendi hayatının öznesi haline dönüşebilsin.
Kendi temel hakları için mücadele etmesini bilmeyen bir insan, ne işçiler adına, ne emekçiler adına, ne ezilenler adına, ne kadınlar adına, ne de gençler adına mücadele falan yürütemez. Yürütüyormuş gibi yapar ama farkında olsun ya da olmasın aslında temsiliyetizme ve memuriyetizme hizmet etmekten öteye de geçemez. Bu yüzden de kafasında ya kişileri kutsallaştırır ya partileri kutsallaştırır ya da devletleri kutsallaştırır. Bu da kendi özgür iradesinin ortadan kalkıp yerine kendisinden daha üstün olduğunu düşündüğü bir iradenin boyunduruğu altına girmesi sonucunu doğurur.
Halbuki her insan önce "ben" olduğu müddetçe "biz" olabilir ve kendi temel haklarına paralel olarak toplumsal haklar içinde mücadele edebilir. Ancak hayatın her alanında denetimist olmayı başarabilen bir insan tüm insanlığın global hak ve özgürlük mücadelesine yol gösterebilir. Emeğin emek, insanın insan üzerindeki tahakkümüne ve baskısına ancak denetimist yoldan son verilebilir! [1]
Dipnot
[1] AYM'nin Avrupa Konseyi ve AİHM-AİHS ile sözleşmesi/protokolü yok. Bu durumda AYM "seçilmenin seçimlerde teminatı yok" diyip seçilmeni (uluslararası hukuk açısından) AİHM'ne de gönderemiyor. AYM yürütmenin emrini yerine getirmek adına (yerel hukuktan) Can Atalay parodisi üzerinden sözüm ona sorunu çözmeye kalktı. Ama bu durumda da AYM hükümetin istediği kararı alamıyor. Yargı aslında hep yürütmenin-yasamanın yargısı/personeli idi. AYM'de ki memurlara onca kararı aldırıp sonrada aldırdıkları kararları, kanunları ve anayasayı tanımayanlarda yürütmedeki ve yasamadaki memur kastları. AYM'ye karar aldır sonrada AYM'yi terör yuvası olmakla suçla ne güzel di mi? AYM de adam olsun "seçilmenin seçimlerde teminatı yoktur" kararı ile birlikte Cumhurbaşkanının kanun olmayan 14 Mayıs CK'sını iptal ederek hükümeti düşürsün! Ne yani bu memur ilahları Allah'tan büyük mü? Devletten ve milletten daha mı büyükler? Bahçeli kim oluyor? Gerçek ismini kullanmayan adamdan ülkücü mü olur!
24.11.2023
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
serhatnigiz · 8 months
Text
Özel Mülkiyetin Gölgesinde Tarihsel Temsiliyetist Devlete Dair Ütopik Proletaryalist Yanılsamalar Üzerine
Tumblr media
“Komünistlerin kuramı bir tek cümlede şöyle özetlenebilir: özel mülkiyetin kaldırılması. Devlet özel mülkiyetin ilk ve en güçlü koruyucusu olduğuna göre, bu amaç sosyalist güçlerin devlet gücüyle kafa kafaya çatışması olmadan gerçekleşemez.” (K. Marx - F. Engels, Komünist Manifesto)
Marx, Engels ve Lenin gibi düşünen pek çok komünist devlet aygıtının tarihsel olarak değişik ve farklı biçimlerini soyutlayarak ve yorumlayarak devletin özel mülkiyetle özdeş kılındığı bir Marksist tarih algısının zamanla oluşmasına neden olmuştur. Şöyle ki, bu eğilim gerçekte 16. ve 17. yüzyıl burjuva devrimcilerine ait yanılsamalı bir tanımın devamı ola gelmiştir. İşte bu tanım üzerinden burjuva devrimcileri galebe çaldıkları feodalizme (krala ve kralda cisimleşen feodal mülkiyete) karşı savaş açmışlardı. Bu savaşıma da burjuva devrimcileri “özgürlük” mücadelesi adını veriyorlardı. Başka bir deyişle, buradaki özgürlük burjuvazinin feodalizmden ve feodal özel mülkiyetten özgürlüğünü elde etmesinden ibaret idi. Bu sayede burjuvazi ile birlikte kurulan parlamento, genel oy ve seçim hakları, modern (burjuva) insan hakları hareketinin gelişmesine de olanak sağladı.
Dolayısıyla, özel mülkiyetçi devlet algısı, burjuva devrimcileri arasında feodal devlete karşı savaş verme ve onun yerine burjuva özel mülkiyetçi, “hür teşebbüse ve girişime” dayalı bir devlet algısının gelişmesine de zemin hazırlamıştı. Proletaryan özel mülkiyetçi devlet algısı da tıpkı burjuva devrimci algı gibi sorunun temelini özel mülkiyette gördüğü içindir ki, bu durum özel değil, kamusal mülkiyet ilişkileri üzerinden sosyalizme ya da komünizme ulaşılabileceği algısının oluşmasına sebebiyet vermişti. Bu nedenledir ki, sosyalizm ya da komünizm eşittir “kamu mülkiyeti” ya da “devlet mülkiyeti” biçiminde bir algı oluştu. Hatta sosyalist ya da komünist olmak “kamucu” olmakla ya da “devletçi” olmakla özdeş şekilde algılandı. Bugün bile bu algı büyük oranda devamlılığını korumaktadır.
Halbuki proletaryalist algıların aksine özel mülkiyet devleti belirlemiyor, tersine devlet özel mülkiyeti belirliyor. Başka bir deyişle, özel mülkiyetin biçimi sınıf eliyle devleti belirlemiyor, aksine devlet yarattığı memur tabakası (ki bu toplumsal tabakanın bir “sınıf” olduğu da söylenebilir) eliyle sınıfları ve özel mülkiyeti belirliyor. Dahası, ilkel sermayenin oluşabilmesi açısından gerekli olan para-sermayenin tarih sahnesine çıkışı bile devlet ve devleti oluşturan memur tabakası (sınıfı) eliyle gerçekleşmişti. Bunun en bilinen örneği Köleci dönemin ortalarında var olmuş olan Lidya devletinin parayı (sikkeleri) bulan tarihteki ilk devlet olmasıdır. Keza para demek para-sermaye, para-sermaye demek ilkel-sermaye demektir. Burada parayı ve sermayeyi yaratan özel mülkiyet değil, devlettir. Devlet ve devletlü-memur tabakası (sınıfı) olmasaydı bunların hiçbiri gerçekleşemezdi.
Diğer bir deyişle, ister köleci, ister feodal, ister kapitalist sistemlerin tümünde devlet bir memur tabakası (sınıfı) eliyle özel mülkiyetin o toplumsal formasyona uygun biçimini ortaya çıkartmaktadır. Bu ister köleci mülkiyet biçiminde olsun, ister feodal mülkiyet biçiminde olsun, ister kapitalist mülkiyet biçiminde olsun, özel mülkiyetin biçimini belirleyen ana faktör her koşul altında devletin memur tabakası (sınıfı) olmuştur. Bu durumun anlaşılamamış olması proletaryanizm ve genel manada Marksist tarih teorisi açısından devlet ve özel mülkiyet konularındaki temsiliyetizm ve memuriyetizm olgularının da görülememesine neden olmuştur. Ne yazık ki bugün dahi ister teocu/ortodoks Marksizm olsun ister neocu/postçu Marksizm olsun bu konuya dair genel bakış açısı “sınıfların devleti yarattığı ve devletin ise sınıfsal sömürüyü devam ettiren bir aygıttan ibaret olduğu” tezine dayanmaktadır. Halbuki bu tespit ve tanımlama şekli kısmen doğru olmakla birlikte, gerçeğin ancak çok küçük bir bölümünü açıklamaya yetmektedir.
Haliyle, 16. ve 17. yüzyıla damgasını vuran anti-feodal burjuva devrimciliğinin “özel mülkiyet eşittir devlet algısı”, biçimsel olarak kabuk değiştirmiş olsa da, nihayetinde bu algı kamusal mülkiyet biçimindeki proletaryanist temsiliyetist algı içinde de yaşamaya devam etmiştir. Burjuva devrimciliğinin feodalizme karşı geliştirdiği bu tepkisel teorik refleks Marx ve Engels tarafında da yeterince fark edilememiş olsa ki, Marx ve Engels’in yolundan giden Lenin ve Bolşevizm’de bu burjuva tarih algılarından kesin bir teorik kopuşu gerçekleştirememiştir.
Kaldı ki, her toplumsal devlet formu kendisine ait kurumlar ve devletlü bir memur tabakası (sınıfı) yaratarak özel mülkiyete ve sınıflara yukardan aşağıya doğru şekil vermektedir. Aynı durum “reel sosyalizm” olarak anılan Sovyet deneyiminde de kendisini göstermiştir. Keza Sovyetlerde mülkiyet ilişkileri sosyalist ve komünist ütopyaya uygun bir biçimde kamusal hale getirildiği halde, Sovyet devleti içinde de devletli bir memur tabakası (sınıfı) oluşmuş ve çeşitli ayrıcalıklara sahip olan bu tabaka (sınıf) proletarya adına ve proletaryaya rağmen “proletaryan-efendicilik” yapan bir devletlü-memur tabakasına (sınıfına) dönüşmekten de kurtulamamıştır. Başka bir deyişle, kamusal mülkiyetin varlığı Sovyet sistemi içerisinde sovyetik bir memur tabakasının (sınıfının) ortaya çıkmasını engelleyememiştir. Bu da yine tek tek şahıslara (Lenin’e, Stalin’e vs.) bağlanarak açıklanabilecek bir durum olmayıp, tamamen sistemin yapısal karakterinden kaynaklanan bir durumdur. Aynı memur tabakası (sınıfı) Sovyetlerin dağılması sürecinde halkın büyük çoğunluğunun karşı çıkmasına karşın (91’deki referandum sonuçlarına rağmen) sistemin fişini çekmekten de geri durmamıştır.
Bütün bu nedenlerden dolayı, devleti eşittir özel mülkiyet olarak gören proletaryalist teori ve algı, devletin kendisinin devletlü bir memur tabakası (sınıf) yaratmakta oluşunu da ne yazık ki göz ardı etmiştir. Başka bir açıdan, proletaryalist-Marksizm devleti oluşturan memurun (sınıfın) devletlü bir tabaka (sınıf) olduğunu göremediği için, bürokrasi sorununda çuvallamış ve bu konuya dair akılcı çözümler ve esnek stratejiler/taktikler geliştirmekte de başarısız olmuştur. Başka bir deyişle, proletaryanizm temsiliyetizme ve memuriyetizme karşı mücadelede “iki kere ikinin her zaman dört etmeyeceğini” bir türlü anlamak istememiştir! [1]
Hangi devlet biçimi olursa olsun, insanlık tarihinde bugüne kadar görülmüş olan tüm devlet türleri devletin kendisinin özel mülkiyetçi bir sınıf yaratmasına dayanmaktadır. Bu yüzden kamusal mülkiyete dayalı bir temsiliyetist ve memuriyetist sistem kendisine “sosyalist” ya da “komünist” de dese, bu sistemin kamusal bir memur tabakası (sınıfı) yaratması da kaçınılmazdır. Keza her türden özel mülkiyetçi sistemin çatısında/toplumsal üst yapısında devlet ve devletlü-memur tabakaları (sınıfları) vardır. Fakat her özel mülkiyet durumundan da eşittir kapitalizm çıkmaz. Kapitalizmin ortaya çıkabilmesi kapitalist devlet ve devletlü-memur tabakası (sınıfı) tarafından yaratılmış olan özel mülkiyet biçimlerini (ve bu biçimlere bağlı burjuva/feoburg/sanayiburg/teknoburg vs. türlerini) zorunlu kılar. [2]
Dolayısıyla, kendisine “sosyalist” ya da “komünist” adını veren bir sistemde de devleti ve devletlü-memur tabakalarını (sınıflarını) aşağıdan yukarıya doğru denetleyebilecek, geri çağırabilecek, hesap sorabilecek ve yargılayabilecek toplumsal kurumlar yoksa ortada bir “işçi iktidarı” ya da “emekçi iktidarı” pratiğide yok demektir. Bu durumda aynı devletin ve devletlü-memur tabakasının (sınıfının) yukardan aşağıya doğru kapitalist özel mülkiyeti ve burjuvaziyi (sınıfı) yeniden örgütlemesi sadece bir süreç meselesinden ibarettir. SSCB’de, Doğu Avrupa ülkelerinde ve Çin’de yaşayan acı deneyimler bu gerçeğin en açık kanıtıdır. [3]
Salt Lenin açısından değil, Marx ve Engels açısından da “özel mülkiyet eşittir devlettir” algısı burjuva devrimci bir algı olup, proletaryanizmin bu sorunu kamusal mülkiyet yoluyla aşma gayretleri de başarısız olup yenilgiye uğrayınca, Sovyetlerde ve diğer ülkelerde proletaryanizmin zamanla kamusal bir bürokrasiye ve hatta kamusal bir aristokrasiye dönüşmesi de yine bu devletlü-memur tabakası (sınıfı) gerçeğinin yeterince kavranamamış olmasından kaynaklanmıştır. İşte toplumsal denetimizm düşüncesi bütün bu deneyimlerin deney öncesi ve deney sonrası derslerinin bugün ki pratik deneyler ve mücadeleler içinde aldığı teorik ve felsefi bir miras-biçimi olma özelliğine de sahiptir. Nasıl mı?
Tarihte devlet var oldu var olalı, devletlü-memur kastları da, sınıfları da, zümreleri de temsiliyetizm ile birlikte var ola gelmiştir. Yürütme, yargı ve yasama kurumları şeklinde gelişen üç bacaklı devlet modelleri, kapitalist toplum modellerini yaratırken ve bu modeller bir avuç kasta/sınıfa/zümreye dayanırken, sınıflı toplumların aksine sınıfsız bir topluma gidişte, yeni sosyalist devlet ve iktidar modeli olan toplumsal denetim kurumlarının temelleri başlangıçta bir avuç insan tarafından atılacak olsa da, süreçle birlikte bu kurumlar toplumsallaşa toplumsallaşa her geçen gün daha da toplumsallaşarak bir avuç insan olmaktan çıkarak, çoğunluğu kucaklayıp içine alan devasa topluluklara dönüşe dönüşe, tüm emekçileri ve ara sınıfları tek bir çatı altında birleştire birleştire, ezici çoğunlukların toplumsallaşmış devlet aygıtına dönüşecektir. Başka bir deyişle, devlet temsiliyetizm ile değil, denetimist bürokratizm ve denetimist devlet ile kitleselleşerek temsiliyetist devletinde adım adım sönümleneceği bir sürece doğru evrilecektir.
Tarihte yürütme, yargı ve yasama temsiliyetizmleri var oldu olalı, bunlara bağlı temsiliyetist devlet aygıtları yetkiyi kurumlardan kurullara, kurullardan üst kurullara, üst kurulları da kişilere bağlayan bir yapıya sahip ola gelmiştir. Bu yüzden sosyalizmin alt evresindeki çoğulculuktan sosyalizmin üst evresindeki çoğunlukçuluğa geçiş sürecinde yetki toplumsal iradeye/emekçi sınıflara doğru yayılmak ve genişlemek zorundadır. Ancak bu şekilde yetki bir avuç kastın/sınıfın/zümrenin elinden zor yoluyla alınarak emekçi kitlelere üleştirilebilir. Ve ancak bu yolla emekçi sınıfların gerçek tarihsel iktidarı tesis edilebilir.
Sosyalizm her şeyden önce politik bir kültür meselesidir. Kuşkusuz bu kültürün merkezinde de toplumsal denetim düşüncesi olmak zorundadır. Toplumsal denetimist politik kültür ve bilinç oluşturmak komünistlerin görevidir. Sosyalizm artık bu şekilde tarif edilmelidir. Başka türlü bir sosyalizm kesinlikle mümkün değildir. Tarihsel pratikte yenilgiye uğramış ve bir daha gerçekleşmesi mümkün olmayan proletaryalist “sosyalizm” modelleri dün olduğu gibi bugünde bir yanılsamadan ibarettir!
O vakit Marx ve Engels’in kaleme almış olduğu Komünist Manifesto’yu yeniden yorumlandığımızda şunları söylememiz gerekir:
“Komünist kuramı “bir tek cümlede” özetlemek gerekir ise, özel mülkiyetin kaldırılması, özel mülkiyetin en güçlü koruyucusu olan devletlü-kastlara/sınıflara/zümrelere karşı toplumsal denetimist politik kültür ve bilinç geliştiği ölçüde gerçekleşebilir. Dolayısıyla, sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçişte, toplumsal denetim mücadelesi yürütülmeksizin emeğin çoğulculuğundan emeğin çoğunlukçuluğuna da sosyalizm yoluyla geçiş mümkün değildir. Bu geçişin sağlanabilmesi tüm sınıflı toplumlarda özel mülkiyetin karakterini belirleyen temsiliyetizm ve memuriyetizm biçimlerine karşı denetimist bürokratik savaşımı da zorunlu kılar. Aksi takdirde, tarihsel-temsiliyetist burjuvazinin politik ve kültürel hegemonyasına da asla son verilemez.”
Sonuç olarak bir topluma karakterini veren şey, her ne kadar alt yapıda “üretim ilişkileri” gibi gözükse de, aslında alt yapıda emek türlerinin birleşik diyalektiği o toplumun alt yapısında her ne kadar gözükmese de ve bu durumda alt yapı üst yapıya oranla daha çekinik ve ikincil planda var oluyorken, o toplumun son çözümlemede karakterinin üst yapı ile belirlenmesi nedeniyle, o toplumun üst yapısını da belirleyen temsiliyetizm ve temsiliyetizmin türevleri olmaktadır. Bu tespit emekoloji’nin “alt yapı ile üst yapı arasındaki diyalektik birliğinin” temelini oluşturmaktadır.
Kısacası, temsiliyetizm ve temsiliyetizm türevlerine göre o toplumun ana egemen biçimi belirlenirken, bu biçime uygun düşen alt yapıda ise emek türlerinin birleşik diyalektiği o toplumun (ekonomik, kültürel, sanatsal vs.) dokusunu ve karakterini oluşturmaktadır. Emekoloji, alt yapı ile üst yapı arasındaki bu diyalektik ilişkinin emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiği temelinde yeniden yorumlanması ihtiyacından da ortaya çıkan yeni bir bilimsel disiplindir.
Temsiliyetizm bürokratizmden çok farklı bir şeydir. Memuriyetizm ile bürokratizmin doğrudan birbirine bağı olsa da, temsiliyetizmin hem memuriyetizmden hem de bürokratizmden apayrı bir yapı oluşturduğunu anlayabilmek için ilkel komünal topluma bakmak yeterli gelecektir. İlkel komünal toplumda ne memuriyetizm ne de bürokratizm vardı. Lakin memuriyetizmin ve bürokratizmin ilkel komünal dönemde var olmamış olması durumu ilkel komünal dönemde temsiliyetizmin var olmadığını kanıtlamaya yetmez. Keza temsiliyetizm oluşmadan, din ve devlet oluşmadan, devlet bürokrasisi oluşmayacağı için, temsiliyetizmden sonra devletin bürokratizmi oluşur, en sonda ise bu bürokratizmi yöneten de bir memur tabakası (sınıfı) oluşur. Bu memur tabakası (sınıfı) oluşur oluşmaz da özel mülkiyetçi sınıflı toplum formasyonu ortaya çıkar. Köleci özel mülkiyet, feodal özel mülkiyet, kapitalist özel mülkiyet biçimleri bu sınıflı toplum formasyonlarının aldığı tarihsel-temsiliyetist biçimlerdir.
Dolayısıyla, sınıf toplumlar tarihi temsiliyetizm ve temsiliyetizm türlerinin biri biri üzerine geçen biçimlerinin ve bu biçimler arasında süre giden savaşımların tarihidir. Halde böyle olunca, sosyalizm ve komünizme giden yol temsiliyetizmin ve temsiliyetizm türlerinin panzehiri olan toplumsal denetimizm mücadelesinden geçmek zorundadır. Bu sebepledir ki, özel mülkiyetin gölgesindeki tarihsel temsiliyetist devlet biçimlerine dair ütopik proletaryalist algı ve teorilerin kapsanarak aşılması bilimsel komünist düşüncenin gelişimi içinde bir elzemdir.
Dipnot
[1] Her özel mülkiyet eşittir kapitalizm anlamına gelmemektedir. Keza her özel mülkiyetten kapitalizm çıkmaz. Kapitalizmin ortaya çıkabilmesi için özel mülkiyetin kapitalist biçiminin (sanayi emek türünün) ortaya çıkması gerekir. Şayet devlet ve devletlü-kastlar/sınıflar/zümreler olmasaydı özel mülkiyeti temel alan bir devlet modelide, üç bacaklı kapitalist bir devlet modelide ortaya çıkamazdı. Kapitalizmin dolayısıyla kapitalist özel mülkiyet biçiminin ortaya çıkışında devletin ve devletlü-kastların/sınıfların/zümrelerin oynadığı rol gerçekte hiç kimse tarafından görülmek istenmemiştir. Emekolojistler bu yüzden temsiliyetizm kavramını durduk yere kullanmamışlardır. Köleci sistemde bile bir kölenin teminatı köle sahibinin ukdesindeydi. Modern kapitalizmde de işler seçme, seçilme, parlamento vs. üzerinden yürüdüğü için "seçmenin teminatı da seçilmedir" diye kabul edilmekteydi. Bu da asli unsur olan seçmenden/emekçi sınıflardan kopuk bir seçilmenler (atanmanlar) kastının/sınıfının/zümresinin oluşmasına ve halkın çoğunluğunun yararına değil, bir avuç seçilmen azınlığının çıkarı için var olmaya devam eden bir devlet ve iktidar aygıtının ortaya çıkması sonucunu doğurmaktaydı. Kapitalizm gücünü devletlü-kastlardan/sınıflardan/zümrelerden almakta ve özel mülkiyetin/sermaye birikiminin biçimide bu şekilde belirlenmektedir. Talan ve yağma düzeni temsiliyetizm eliyle sürdürülmektedir. Kapitalist devlet ve devletlü-sınıflar olmasa burjuvazi bir ay bile ayakta kalamaz! Devlet aradan çıkarsa dünyanın açları, baldırı çıplakları, garibanları, dışlanmışları, ötekileri vs. bunları çiğ çiğ yer bitirir! Kapitalizm denilen illetin tarihi şunun şurasında oturmuş ve yerleşik bir sanayi kapitalizmi olarak ortaya çıkması en fazla 200 yıl bile değildir. Üstüne üstük kabaca 1950-60 sonrası glokal-kapitalizmin gelişimiyle sahneye teknik-elektronik emeğin çıkması ve protekyanın kendiliğinden bir biçimde de olsa üretimde fiili önderlik konumuna geçmesiyle birlikte, sanayiburglar ve teknoburglar ne yapsak da sistem üzerindeki kontrolümüzü sürdürsek diye kara kara düşünmeye başladılar. Zira hem temsiliyetizm hem burjuva devlet modelleri hem de devletlü-kastlar/sınıflar/zümreler tarihsel sınırlarının sınırına yaklaşmış durumdalar. Kuşkusuz bu durum, biri biri üzerine geçerek ilerleyen emek türlerinin doğa karşısındaki mukavemet oran ve orantılarıyla meydana gelen tarihsel sistemlerin devir ve momentlerinin hesaplanmasıyla da, nominal değerler açısından yeni bir tarihsel sistem olan sosyalizmin de hangi şartlar ve hız mekaniği ile ortaya çıkacağına dair somut ve soyut ön görüngülerin oluşabilmesini de olanaklı hale getirmektedir.
[2] Her temsiliyetizm kesinkes memuriyetizm yaratır. Lakin her memuriyetizm kesinkes temsiliyetizm yaratır diyemeyiz. Keza her memuriyetizm kısmen temsiliyetizm yaratabilir. Köleci, feodal ve kapitalist temsiliyetizm sırasıyla köleci, feodal ve kapitalist memuriyetizm yaratmıştır. Toplumsal denetimist memuriyetizm ise sosyalist memuriyetizm yaratır. Bu sosyalist memuriyetizmde temsiliyetizm değildir. Bu toplumsal denetimist memuriyetizm yaratılamadığı için Sovyetik proletaryan temsiliyetizm modeli çökmekten kurtulamamıştır. Bu şartlar altında da sosyalizme geçiş yapmak mümkün olmamıştır. Sosyalizmin tarihsel olgu ve ilkesi olan toplumsal denetimist fikirler hayata geçirilemediği için proletaryan kapitalizm ne üst yapıda ne de alt yapıda sosyalizme dönüşememiştir.
[3] Örneğin, Bolşevikler iktidarı aldıklarında da aldıktan sonrada gerçekte iktidar değillerdi. Çünkü eski sistemin iktidar ilişkileri hala canlılığını koruyordu. Öyle bir noktaya geldiler ki, yönetemeyeceklerini anlayınca mecburen eski sistemin memurlarını yeniden göreve çağırmak zorunda kaldılar. Troçki bile Lenin'in talimatıyla ilk başlarda Kızıl Ordu’yu (asker Sovyetlerini) eski Çarlık subaylarından ve askerlerinden devşirmek zorunda kalarak kurmuştu. Bu da tarihsel zorunluluktan idi. Çünkü askerlik bilim ve eğitimine vakıf olan bilinçli komünist sayısı pratikte bir avucu geçmiyordu. Yeni Sovyet devletinin başındakilerde bir avuç komünistti ve tüm çevreleri eski sistemden gelen memur kastları tarafından zorunlu olarak kuşatılmıştı. İster “işçi devleti” densin, ister “proletarya devleti” densin, devlet varsa kurum ve memur var demektir. Sovyetler Birliği’nde de tıpkı kapitalist ülkelerde olduğu gibi yasama, yargı ve yürütme biçimindeki devlet erkleri vardı. Buna verilebilecek en basit örneklerden biri Sovyet yargısının içinde bulunduğu durumdu. 1920'lerden itibaren Sovyet yargı sistemi içinde çalışan hakim, savcı ve avukat gibi yargı personelinin çoğunluğu feodal Çarlık döneminde yetişmiş olan kişilerden (feodal-memurlardan) oluşuyordu. Dolayısıyla, bu feodal-memurların hak, hukuk, adalet vs. gibi temel yargı normlarına dair bakış açıları tarihsel ve toplumsal temsiliyetist kültürden kopmuş değildi. Gerçekte iktidar olmak sadece siyasi iktidara bir partinin geçmesinden ibaret değildir. İktidar sorununun çözümü yeni tarihsel ve toplumsal bir sistemin inşası için gerekli olan kurumların eski toplumun bağrından çıkabilmesi kabiliyetine ve iradesine bağlıydı. Keza eski toplumun olumlu ve olumsuz mirasını devralan yeni kurumlar olmaksızın eski toplumdan gelen canlı ve somut iktidar ilişkilerinin denetim mücadelesi içinde zayıflatılabilmesi ve temsiliyetist kültürden gelen burjuva alışkanlıkların ve algıların ortadan kaldırılabilmesi mümkün değildir.
31.08.2023
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
serhatnigiz · 1 year
Text
Muhtemel Seçimler Üzerine Bazı Sesli Düşünceler
Tumblr media
Türkiye'de gerçekleşmiş olan genel ve yerel seçimlerin iç dinamiklerine bakıldığında hepsinin devletin ve yönetim şeklinin karşı karşı karşıya kaldığı (hakim sınıflar arası çatışmalar, iç huzursuzluklar, sosyal isyanlar vs. gibi) krizler ile bağlantılı olduğu görülebilir. Elbette ki bu krizler Türkiye kapitalizminin ve sermaye sınıflarının karşı karşıya kaldığı yapısal krizlerden, mevcut emek ve birikim rejiminin sürdürülebilirliğine dair yaşanan yönetsel ve idari sorunlardan da (egemenler cephesinden de) bağımsız değildir. Başka bir deyişle, seçimler her seferinde sistemin politikalarını kitlelere onaylatmak ve rıza üretmek için yapılmaktadır. Yoksa iddia edildiği gibi "milletin demokratik iradesinin tecelli edilmesini sağlamak" için değil!
Bu işin sistem için olan güzel tarafı ise, sistem/suyun başını tutanlar ne zaman isterlerse halk ancak o zaman sandık başına gidebilmektedir! Başka bir deyişle, bu sistem gereğince seçimi düzenleyenlerde seçimde seçilenlerde istisnalar dışında organik olarak aynıdır. İşte bu temsiliyetizm oyununa "demokrasi" adı verilmektedir. Yani siz oylarınız ile bir kişiyi seçiyorsunuz; o kişinin sizi temsil ettiğine inanıyorsunuz ama o kişi sizi değil, öncelikli olarak kendisini temsil ediyor. Açıkçası sınıflar adına yapılan temsiliyetizm biçimlerinde de durum pek farkı bir sonuç doğurmuyor. Zira sınıf adına yapılan temsiliyetizmde de kişi sınıftan çok kendi kendisini temsil eder hale geliyor. Çoktan aza doğru yetki bürokrasiye devredilerek bürokrasi eliyle de yetki tek bir kişide cisimleşiyor. Günümüz modern temsiliyetist devlet yapılanmaları ve siyasi partilerin tümü de bu şekilde örgütlenmektedir.
Gerçekte meselenin kökü salt temsil edip etmemek değil, asıl önemli olan temsil edenle/temsil eden arasındaki ilişkide denetimin nasıl sağlanacağıdır. Aşağıdan yukarıya ve yukarından aşağıya doğru bağımsız kurumlar aracılığıyla çift kanatlı toplumsal bir denetim olmadığı sürece kim olursa olsun temsiliyetizmin tüm biçimleri şahsi temsile dönüşmekten kurtulamaz. Bu açıdan hem dünyada hem de Türkiye'de seçimler bu haliyle memurun, devletin ve kapitalistin çıkarlarına uygun bir sistem kurmaktan ve piyasa mekanizmalarını güvence altına almaktan başka da bir işe yaramamaktadır. Dolayısıyla; ortaya çıkan tablo, yani oyların toplamı bize asla halkın, emekçi sınıfların genel iradesini vermez! Genel irade biçimindeki burjuva yanılsama gerçekte temsiliyetist bir aldatmacadır.
Şimdi gelelim maydanozun faydalarına! Bunca acı deneyimden sonra bile hala Türkiye'deki solların, muhalif kesimlerin kendilerini 6'lı masanın "güçlendirilmiş parlamenter sistem" demagojisine eklemlemesine, dahası ekseriyetle de seçim ve sandık temeli bir hat izlemelerine ne demeli? Neymiş efendim AKP giderse "nefes alabilecekleri koşullar ortaya çıkarmış". Elbette ki Erdoğan'ın tekrar aday olamaması ve AKP'nin seçimleri kaybederek hükümetten, iktidardan uzaklaşması kayda değer bir gelişme olacaktır ve bu durum emekçi toplum kesimlerinin de nesnel olarak yararınadır fakat bunun yolu seçime ve sandığa, daha doğrusu burjuva muhalefete endeksli bir politikadan geçmemektedir.
Kuşkusuz sistem karşısında kendisini çaresiz hisseden kitlelerin "denize düşen yılana sarılır" misali bir burjuva odaktan/ittifaktan diğer bir burjuva odağa/ittifaka yönelmeleri emekçi kitlelerin örgütsüzlüğünün tavan yaptığı bugün ki koşullarda anlaşılabilir bir durumdur. Fakat topluma ve emekçi sınıflara öncülük etme ve yol gösterme iddiasında olan sosyalistlerin kendi politik perspektiflerini burjuva muhalefetin belirlediği temsiliyetist oyunlara endekslemeleri ve hiçbir zaman oyun kurucu bir güç olamayacakları bir zeminde siyaset üretmeye çalışmaları ise anlaşılır bile değildir.
Dahası Türkiye'de devletin resmi yargı kurumlarının dahi kendi ağzıyla "seçimlerde seçmen ve seçilmen güvenliğinin olmadığını" itiraf ettiği bir ortamda (AYM kararları) ve 7 Haziran 2015 tarihinde gerçekleşmiş olan seçimin bile yasadışı yollardan iptal edilebilmiş olduğu gerçeğinden de hareketle, önümüzdeki süreçte gerçekleşecek olan muhtemel bir seçiminde meşruiyeti tartışma konusudur, olmaya da devam edecektir. Bürokrasi içinde önemli miktarda güç biriktirmiş olan mevcut hükümet ve iktidar bloğunun daha önceki seçimlerde olduğu gibi, önümüzde ki seçimlere de gölge düşürmeyeceğinin hiç bir garantisi yoktur.
Kuşkusuz bu olgular seçim sürecini önemsizleştirmemektedir. Aksine seçim süreci toplumun ve emekçi sınıfların ülke yönetimine ve politikalarına dair talep ve istemlerinin doruk noktasına çıkacağı bir dönem olması nedeniyle de sosyalist güçler açısından da önemlidir. Bu yüzden şimdiden tutum belirlemek ve somut bir perspektif temelinde, seçime ve sandığa öncelik veren değil, önceliği denetimist bürokratik devrimci faaliyete veren bir çizgiyi hakim kılmak gerekmektedir.
Dolayısıyla; bir yandan temsiliyetist seçim ve sandık yalanlarını deşifre ederken, diğer yandan ise denetimist bürokratik devrimci mücadelenin gereklerini yerine getirmek gerekir. Bu noktada denetimistlerin öncelikli meselelerinden biri de; 2 dönem maddesini/kuralını ihlal ederek hukuksuz ve kanunsuz bir biçimde seçimlere girme hazırlığı yapan Recep Tayyip Erdoğan'ın bu girişimine karşı gerekli adımları atmaktır. Kaldı ki bu adımlar denetimistler tarafından gerçekleştirilmiş olup, bu konuyla ilgili hukuki başvuru AYM tarafından da görüşülmektedir. Yine benzer şekilde YSK'nın bu süreçte alacağı tutuma ilişkin gerekli müracaatların yapılması ki, yapılmış olan müracaatların takipçisi olunması ve bu noktada YSK'nın seçim kanunları ve mevzuatı ile çelişen durumunu ve Recep Tayyip Erdoğan'ın adaylığı konusunda alacağı usulsüz ve gayrimeşru kararlara karşı çıkılması ve bunların toplum nezlinde teşhir edilmesi de diğer önemli hususlardır.
Hukuk tekniği ve bürokratik denetimist faaliyet açısından böylesine bir çalışma yürütülmeksizin, temsiliyetist seçim oyunlarının teşhir edilmesinin de tek başına bir anlamı olmayacaktır. Bu noktada sandığa gitmeyen sandıksızların "temsili" noktasında da daha önceden yapılmış hukuki müracaatların hala geçerliliğini koruduğu bir ortamda, "ben küstüm, oynamıyorum!" tarzında kendisini gösteren müzmin ve küskün boykotçu tavrın demokrasi mücadelesini kazanma noktasında bir ayağı topal, bir gözü ise kör kalacaktır. Başka bir deyişle, küskün boykotçu tavır ile denetimist sandıksızlık arasında seçimlere ve sandığa gitmeme noktasında da ciddi ve temel farklılıklar bulunmaktadır.
Bu farkları kısaca özetlemek gerekir ise;
Temsiliyetist seçim ve sandık yalanlarının denetimist temelde sistematik olarak teşhir edilmesi.
Kitlelere temsiliyetizm karşısında denetimist bürokratik faaliyetin öneminin sürekli olarak anlatılması.
Denetimist bürokratik faaliyet yoluyla AYM ve YSK gibi resmi kurumların 2 dönem maddesi/şartı hususunda açık ve net bir tavır almasının sağlanması.
6'lı masa olarak bilinen burjuva muhalefetin temsiliyetist yalanları ortaya konulurken, şayet böyle bir imkan varsa 6'lı masanın "Anayasa Taslağı"nda toplumsal denetime göreceli de olsa kapı aralayan kimi maddelerin desteklenmesi, örneğin iç ve kısmen dış kurullar aracılığı ile vatandaşın yasama organında gensoru verebilme hakkının tanınması. 6’lı masanın sözünün arkasında durup durmayacağının takip edilmesi.
Sandıksızların "temsil hakkı" noktasında uygulanmaya konması gereken yasal ve kanunu düzenlemeler için yapılmış olan hukuki itiraz ve başvuruların takipçisi olunması ve bunların Anayasal güvence altına alınması için mücadele edilmesi.
Denetimist sandıksızlık/boykotçuluk ile klasik/geleneksel/boykotçuluk arasında ki farkların açıkça ortaya konulması. Temsiliyetist faşizanlığa karşı Denetimist bürokratik devrimci faaliyet yapılmaksızın tek başına sandığa gitmeme şeklinde kendini ortaya koyan boykotçu eğilimin umulduğunun aksine liberalizmi ve tasfiyeciliği (hatta bu eğilimin gizli gizli sandığa koşma biçimindeki başka yanlış eğilimleri de) güçlendirdiğinin altının kalın çizgiler ile çizilmesi.
Muhtemel seçim süreci yaklaştıkça yeni olgu ve dinamiklere de bağlı olarak bu 6 madde elbette ki genişletilebilir. Bu da ancak seçimlere dair açık ve net bir denetimist perspektifinin kararlı bir şekilde sürdürülebilmesi ile sağlanabilir.
7.12.2022
Serhat Nigiz
3 notes · View notes
serhatnigiz · 5 months
Text
Devlet mi Millet için? Millet mi Tayyibistan Krallığı için? Egemen olan kim?
Tumblr media
Cumhurbaşkanının parti başkanı olduğu...
Parti başkanı sıfatı ve seçim yasalarınca meclis çoğunluğuna sahip olduğu...
Parti başkanı olarak milletvekillerini seçtiği ve işine gelmediğinde milletvekilliklerine yol verdiği..
Parti başkanı olarak yürütmeye ve bakanlara hakim olduğu..
Parti başkanı olarak HSYK'nın 13 üyesinin 6'sını doğrudan 7'sini partisi aracılığıyla atadığı..
O HSYK'nın Yargıtay'ı, o HSYK'nın Danıştay'ı seçtiği..
Bu kurumlara atanmışların 4/1'ni Cumhurbaşkanının doğrudan seçtiği..
AYM'nin 12 üyesini Cumhurbaşkanının seçtiği..
Valileri, Kaymakamları vs. Cumhurbaşkanının seçtiği..
Hepsinin süreli olarak Cumhurbaşkanı tarafından seçildiği..
KHK, CBK, CK vs. "geniş yetkilere" hiç girmiyorum..
Düzen mi demek istersiniz, rejim mi demek istersiniz, yönetim şekli mi demek istersiniz, artık ne ad vermek isterseniz..
Dolayısıyla böylesi bir sistemin hala demokrasiyle, cumhuriyetle, Anayasa'da yazdığı şekliyle "laik, sosyal, hukuk devleti" ile bir alakasının kaldığını düşünmek abesle iştigaldir.
Tez vakit Türkiye Cumhuriyeti devleti adını değiştirmeli yerine de TAYYİBİSTAN KRALLIĞI ismini koymalıdır. Kendisine yakışan da bu olacaktır!
Bu ülke 100 yılın sonunda Erdoğan-Bahçeli ikilisinin etrafında kümelenmiş olan bir avuç memur kastının ve para babasının şahsi çifliğine (devlet-şirketine!) dönüşmüş durumdadır.
Peki "muhalefet" olduğu varsayılan temsiliyetist partiler ne durumda?
Bu fuhler partilerine verilmiş olan tek bir görev var: O da mevcut iktidar bloğuna ve sisteme karşı gerçek bir muhalefetin ve toplumsal mücadelenin oluşmasını engellemek!
14 Mayıs seçimlerinde iktidarla anlaşmalı bir şekilde sandık kurup milleti kandıranlar/milletin gazını alanlar önümüzde ki yerel seçimlerde de kendilerine verilen rolü oynamaya devam edeceklerdir.
14 Mayıs sonrası durduk yere "kaç paraya seçimleri sattınız?" diye hesap sormadık! Hani bunlar yalandı, neden dava açmadınız? Cebe attığınız milyon dolarların hesabını elbette birgün vereceksiniz. Siyaseti ticaret olarak yapanlar tabii ki bu sorulardan korkarlar ve cevap vermezler.
Ülkede yasama teminatı yok, yargı teminatı yok, yürütme teminatı yok, bir ülkede devlet kurumlarının ve memurun teminatı kalmamış ise, o ülkede de facto Anayasa ve kanunlar geçerliğini kaybetmiş (yargı dahi hukuka adil ulaşımın önünde bir engel haline gelmiş) ise, hepsinin dışında yetkinin tek elde toplandığı bir YÜRÜTME FAŞİZMİ VE DİKTATÖRLÜĞÜ uygulanıyorsa; bu durumda millet üzerine çöken bu karabasandan nasıl kurtulabilir?
Tek bir çıkış yolu var: O da usul, koruma ve dokunulmazlık yasalarını kendisine zırh yapmış bu memur kastlarının TOPLUMSAL DENETİM KURUMLARI aracılığıyla kontrol altına alınmasıdır. Devlet kurumları ve memur denetlenmediği sürece baskı, sömürü ve adaletsizlik kaçınılmazdır. Kim ki devlet kurumları ve memurlar denetlenemez diyorsa yalan söylemektedir. Zira devlet denilen kurum ve bu kurumun bürokratik işleyişinin parçası olan memur kastları bir avuç iken, millet ve milleti oluşturan emekçi sınıf ve katmanlar toplumun büyük ve ezici çoğunluğunu meydana getirmektedir.
Hangi etnik köken, hangi din ve inanıştan (hatta ideolojiden) gelirse gelsin toplumun en geniş denetimist birliğini kurmak gerekir. Bu da dünün ayrıştırıcı ve bölücü temsiliyetist politikaları ile değil, tüm kesimlerin temel hak ve özgürlüklerini esas alan yeni bir toplumcu söylemle mümkündür. Başörtülü Başörtüsüz, Alevi Sünni, Kürt Türk demeden her kimlikten emekçiyi denetimist fikirlere ikna etmek gerekir. İkna olmuyorlarsa da sabırla ve pes etmeden anlatmak şarttır. Ancak bu şekilde insanlar temsiliyetizm ve memuriyetizm karşısında kendi öz deneyimlerinden pratik dersler çıkararak denetimist fikirleri daha iyi kavrayabilirler. Kavradıkça da temel hak ve özgürlüklerin önemini anlayabilirler. Bu hem "öğreten" hem de "öğrenen" için en değerli okuldur.
Hak verilmez, hak alınır! Gerekirse zorla alınır. Tarihte hiçbir dönem yoktur ki armut piş ağzıma düş şeklinde bir kazanım elde edilmiş olsun. İnsanlığın ve emekçilerin tüm kazanımları mücadeleler sonucunda elde edilmiştir. Denetimist mücadele olmadan denetimist kazanımda olmaz. İşte bu yüzden denetimist bürokratik hukuki faaliyetler temsiliyetistlerin tüm engellemelerine ve üç maymun politikalarına karşın geniş toplumsal kesimlere ulaşmayı başarabilmiştir. Denetimist mücadele bunu siyaset yoluyla da değil, tüm toplumu ilgilendiren bireysel ve kümülatif hak-hukuk mücadelesinin yöntemlerinin yenilenmesi yoluyla gerçekleştirmiştir. Zira toplumsal denetim mücadelesi en geniş toplum kesimleri arasında mümkün olan en geniş alternatifin oluşturulmasını da kendisine görev ve hedef olarak belirlemiştir.
YASAMA, YARGI VE YÜRÜTME DOKUNULMAZLIKLARI KALDIRILMALIDIR! DEVLET KURUMLARINI VE MEMURU KORUYAN KORUMA YASALARI KALDIRILMALI YERİNE VATANDAŞ USUL VE MUHAKEME DENETİM KANUNLARI GETİRİLMELİDİR.
VATANDAŞ DEVLETE VE MEMURA DOKUNABİLMELİDİR! DEVLETİN VE MEMURUN DOKULMAZ BİR TANRIYA DÖNÜŞTÜĞÜ HER TEMSİLİYETİST SİSTEMDE DEVLET DİNE MEMUR İSE TANRIYA DÖNÜŞMEKTEN KURTULAMAZ.
DENETLENMEYEN BİR CUMHURİYET CUMHURİYET DEĞİLDİR. BU DEVLET OLSA OLSA BİR AVUÇ MEMUR KASTININ VE PARA BABASININ KAPİTALİST SÖMÜRÜ DÜZENİNDEN BAŞKA DA BİR ŞEY DEĞİLDİR!
EĞEMENLİK HAKKI MİLLETTEN VE MİLLETİ MEYDANA GETİREN EMEKÇİ SINIFLARDAN AYRI DÜŞÜNÜLEMEZ. DENETLENMEYEN BİR DEVLET GAYRİ MEŞRU BİR DEVLETTİR. ANCAK KİTLELER TARAFINDAN KURUMLAR ARACILIĞIYLA DENETLEN BİR DEVLET HALKIN DEVLETİNE VE CUMHURİYETİNE DÖNÜŞEBİLİR!
12.12.2023
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 5 months
Text
AYM-Yetki Kavgası Bahanesiyle Temsiliyetist-Memuriyetist Zorbalık Halktan Neyi Gizliyor?
Tumblr media
2017-2019 arasındaki dönemde “seçmen açısından yasama dokunulmazlığına” Enis Berberoğlu (ve diğerleri) ile birlikte dokunulmuş, bunun sonucunda da 2019/20445 nolu “seçmenin seçimlerde teminatı yoktur” AYM kararıyla seçimler ve sandığın seçmen tarafı mahkemeleşmiştir.
Denetimist davacı aday Solmaz Kulak bağımsız cumhurbaşkanı adayı olunca, bu seferde memur kastları 14 Mayıs seçimini hem 298’e hem de anayasaya aykırı bir şekilde tezgahlayarak, akabinde Can Atalay üzerinden “seçilmen dokunulmazlığını” da masaya yatırmışlardır.
Temsiliyetist-memuriyetist zorbalığın değişmez aparatı olan iktidar ve muhalefet, Can Atalay üzerinden havanda su döverek kayıkçı kavgasını hukuk senaryosuna çevirmeyi başarmıştır.
Bu başkanlık denen ne idüğü belirsiz sistemle seçmen hakları kısıtlandığı gibi, bu seferde seçilmenin haklarını kısıtlayan yasal bir düzenleme yoluna gitmeye çalışmaktadırlar.
Can Atalay üzerinden kurulan politik tuzağın amacı ise; Davacı aday Solmaz Kulak’ın seçim dosyasına hükümetin AYM’ye “seçilmenin seçimlerde teminatı yoktur” diyerek ret kararı aldırmak istemesidir.
AYM’nin alması istenen red kararının ise ne AİHS-AİHM’e ne de yerel hukuka uygun olmamasından dolayı bu durum bir sistem krizinin patlak vermesine neden olmuştur.
Avrupa Konseyi’nin ve AİHM’in Türkiye ile yapmış olduğu böyle bir sözleşme/protokolde olmadığı içindir ki, bu durum sistem krizinin yapısal bir krize dönüştüğünü göstermektedir.
Hükümet yürütme CBK (Danıştay 10 Daire 2021/1884 esas sayı) ile ve 14 Mayıs seçiminden dolayı da yürütme gücünü kaybetmiş idi. Yasamanın seçimlerle birlikte idari mahkemede mahkeme edilmesiyle de yasama kısımdan gücünü kaybetmiş idi. Yasamanın kalan kısmı da Can Atalay politikası ve tezgahıyla davacı adayın kanun iptali davası ile çıkabilecek olan muhtemel yasaya ya da anayasaya müracaat etmesi ile kaybedecektir.
AYM ile Yargıtay’ın usulen anlaşamamasının nedeni ise; AYM’nin uluslararası hukuk karşısında, Avrupa Konseyi karşısında, seçimler ile ilgili protokol metninin olmamasıdır. Bu durum Solmaz Kulak müracaatına ilişkin olarak hükümetin “seçilmenin güvencesi yok, AİHM’e gönder” talimatını AYM’nin yerine getiremiyor olmasında yatmaktadır.
Başta AYM olmak üzere yürütmenin yargısı olan ve yargı diye bilinen kurumlar gerçekte yürütme personelinden oluşmaktadır.
Hal böyle olunca; AYM’nin hükümetin emrini yerine getirebilmesi için bireysel başvuruyu uluslararası hukukta olmasa da yerel hukukta Can Atalay parodisi üzerinden çözmeye kalkması gerekmektedir. Bu durumda bile AYM hükümetin istediği kararı alamamaktadır.
AYM’nin, AİHM VE AİHS nezlinde, hükümetin talimatını değil “seçilmenin seçimlerde teminatı yoktur” kararı ile Cumhurbaşkanı’nın kanun olmayan CK’sını iptal ederek hükümeti düşürmesi gerekmektedir. Aksi takdirde; AYM temsiliyetist-memuriyetist zorbalığın ve terörün merkezi damgasını yiyecektir.
Sistemsel ve yapısal kriz derinleşmektedir. Birde buna “denetimist kimliğin mahkeme edilmiş olması da eklenince” çakma milliyetçilerin, çakma cumhuriyetçilerin, çakma demokratların, masalperest din devletinin ideolojik etiketi parçalanmayla sonuçlanacaktır.
Devlet Bahçeli sistemsel kriz yok diye diye yalana sarıla dursun, memur kastları talanları ve yetki zorbalıkları ile birlikte zorla iktidardan indirileceklerdir. Hem de bunu kendi atadıkları AYM yapacak! Çünkü AYM’nin başka şansı kalmadı! Ya da AYM, AİHM ve Avrupa Konseyi işbirliği iktidarı gasp etmiş memur kastlarını zorla iktidardan indirecektir. Çünkü başka bir şansları kalmadı!
Toplumsal Denetimist Fikir Hareketi (TDFH)
16.11.2023
(Not: Alıntıdır.)
0 notes
serhatnigiz · 6 months
Text
Kıvılcımlı Üzerine Kısa Bir Not
Tumblr media
Bu sözler Doktor Hikmet Kıvılcımlı'dan:
"Onun için Türkiye’de 1923 Cumhuriyet’i ister istemez Fransa’da Restorasyon (Krallığın yeniden kurulması) denilen şey olmuştur. Padişah’ın yerine Paşa geçmiştir. O kadar. Saltanat’ın adına Cumhuriyet denmiştir: Toplumun egemen yapısı ve politikası; elifi elifine 1815-1851 Fransa’sında (36 yıl) ne idiyse, 1917-1970 Türkiye'sinde (53 yıl) tıpkı odur."
Kıvılcımlı burada karşılaştırmalı bir betimleme yapıyor. Bir nevi kıyas yapıyor. Görece doğru bir betimleme. Her ne kadar temsiliyetist ve memuriyetist bir yapının biçimsel değişimini görmüş olsa da, cumhuriyet ile feodalizm arasında oluşan yapının öz de çokta farklı bir şey olmadığının vurgusunu yapsa da, gerçekte feoktokratik bir burjuva devriminin de, padişah ile paşa arasındaki farkında özde çokta farklı olmadığına vurgu yapıyor. Bunu da Fransız devrim tarihi üzerinden karşılaştırmalı bir betimleme ile yapıyor. Yalnız Kıvılcımlı feoktokratik yapıyı gereğinden fazla uzun tutuyor. Halbuki 50'lerden sonra adım adım minoktokratik yapı oluşmaya başlıyor. 80'lere kadar feoktokratik yapı ile minoktokratik yapı arasında sancılı bir geçiş süreç yaşanıyor. İdamlar, infazlar, katliamlar, darbeler vs. tam da 80'de minoktokratik yapıyı inşa ediyorlar, bu severde dünyada gloktokratik yapı gündeme geliyor, her defasında geriden takip ediyorlar. Fransız devriminde de temsiliyetist ve memuriyetist kastlar geriden gelen dönüşüm çabalarıyla sistemi sürekli restore etmeye çalışılıyorlar. Şimdide erdoğanizm rejimi ile aynı şeyler yapılmaya çalışılıyor. Biçim değişiyor ama mantık aynı kalıyor. Padişah gidiyor paşa geliyor, paşa gidiyor kral Erdoğan geliyor! Temsiliyetizm ve memuriyetizm açısından her ne kadar biçim değişse de, özsel anlamda yapısal bir değişiklik oluşmuyor. Tarihteki ilk devlette de temsiliyetizm vardı. O zamanda baskı, şiddet, terör memurdan geliyordu. Şimdide modern anlamda memurdan geliyor. Kıvılcımlı'nın altını dolduramadığı şey devletin temsiliyetizm ve memuriyetizm ile olan ilişkisi idi. Sonuçta, padişah da, paşa da, Erdoğan'da modern anlamda memurdur. Temsiliyetizm ile memuriyetizm arasındaki tarihsel bağlar anlaşılmadığı sürece sistemler arası bağlarda anlaşılamaz.
29.10.2023
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 6 months
Text
Glokal Emperyalist Güçlerin Rekabetinin Gölgesinde Filistin-İsrail Krizine Genel Bir Bakış 
Tumblr media
Orta Doğu'da geçmişte İngiliz ve Fransız işgal ve ilhakları ile kurulmuş olan "ulus-devletler" ve "cumhuriyetler" feodal şapkadan kapitalist tavşan çıkarma oyununun bir parçasıydı. Emperyalizm eliyle yaratılmış sınırlar değişen emperyalist çıkarlara ve hedeflere göre her dönem değişim göstermiştir. Tıpkı 1. ve 2. Emperyalist dünya savaşlarının öncesinde ve sonrasında olduğu gibi. Hal böyleyken; ABD, onun “minik” ortağı İsrail ve diğer Batılı devletler Orta Doğu’ya dair 100 yıllık emperyalist ve sömürgeci planların mirasçısı konumunda olan ülkelerdir. Dolayısıyla, onların adımları kısa vadeli değil, uzun vadeli kapitalist planların ve stratejilerin parçası olarak ele alınmak zorundadır.
Minoktokratik ulusçu-sanayi kapitalizminin çöküşe geçtiği koşullarda, ulus-üstü glokal teknik kapitalizmin gereksinim duyduğu yeni tip glokal "devletlerin" ve "cumhuriyetlerin" kurulabilmesi, glokal kapitalizmin kendiliğinden iç dinamiklerinin yetersiz geldiği noktalarda bölgesel savaş ve çatışma dinamiklerinin de devreye sokulmasını zorunlu bir hale getirmektedir. Bu durum glokal kapitalist "üst akla" dayalı "akılcı politikalardan" çok, başını ABD'nin çektiği kolektif Batı kapitalizmin Çin gibi yeni glokal kapitalist oyuncular karşısında duyduğu endişende de kaynaklanmaktadır.
Dahası; ABD’nin Hamas’ın 7 Ekim saldırısını bahane ederek İsrail’in Gazze’yi yerle bir etmesine resmen göz yumması, bölgesel bir çatışmanın da ötesinde, Çin’in Orta Doğu’yu da kapsayan “Yol ve Kuşak” projesinin önüne geçmeyi amaçlayan bir “kargaşa planı” olarak da görülebilir. Zira Çin’in Filistin’den yana tavrı bu tezi güçlendiren başlıca etkenlerden biridir. Ayrıca, Çin’le ortak hareket eden Rusya’nın da Filistin konusunda benzer bir tavır takınması bütün bu kanıları güçlendirmektedir.
Çin glokalizminin ulaştığı ulus-üstü siyasi ve ekonomik güç ve SSCB'den çıkma Rusya Federasyonu gibi devletlerin de oluşturduğu "Doğu glokalizmin" yarattığı "tehdit" ve “toparlanma”, tam da ABD'nin "Uzakdoğu'ya geri dönüş" planları yaptığı bir ortamda Filistin-İsrail krizinin patlaması ile yeni bir boyut kazandı. Zira ABD'nin Çin'e karşı ekonomik ve mali açıdan, Rusya'ya karşı ise Ukrayna'da askeri açıdan yıpratıcı bir savaş yürüttüğü bugün ki koşullarda, ABD'nin tekrardan Orta Doğu'ya dönüş yapması, donanmasının ve askeri kaynaklarının önemli bir ölümünü Doğu Akdeniz'de konuşlandırmaya başlaması, salt İsrail'in “güvenliği” ile açıklanamaz.
ABD'nin Asya Pasifik'te Çin'le bir savaşı göze alamaması. Diğer yandan ABD'nin Batılı müttefiklerinin Rusya ile bir savaşa pekte sıcak bakmaması. ABD'yi ve NATO’yu baskı altına alan diğer etkenler arasında. ABD'nin hegemonik üstünlüğünü koruyabilmesinin yegane yolu dünyayı "Batı ve Doğu" olarak kutuplaştırmaktan geçiyor. Keza ABD'nin Çin karşısında dolar ve dünyanın en büyük askeri gücü olması dışında kayda değer bir üstünlüğü de bulunmuyor. ABD’nin ikisini de kaybetmesi halinde bundan sonraki “hegemonik gücün” Çin olmaması önünde her hangi bir ekonomik engel yok. Dahası, Çin sahip olduğu iktisadi avantajı şayet kültürel ve siyasi alanda genişletebilirse, ABD'yi 1945 sonrası yerleştiği tahtan indirme fırsatını da yakalayabilir. Çin’in bunu gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği ise hala belirsizliğini koruyan uzun vadeli bir tartışma konusu olmaya da devam etmektedir.
ABD; Çin'in yükselişini durduramadığı ve Asya Pasifik'te de bir savaşı göze alamadığı için, özellikle de enerji ve ticaret rotalarının önemli kavşaklarını oluşturan Orta Doğu, Doğu Avrupa ve Kafkaslar’da Çin'in ekonomik ilerleyişini durdurabilmek için, "Orta Doğu'ya dönüş" stratejisini yeniden devreye sokmuş gözüküyor. Halihazırda Doğu Avrupa'da ve Kafkaslar’da Rusya'nın Batı kapitalizmi ile enerji alışverişini ve askeri işbirliğini şimdilik baltalamayı başarmış olan ABD'nin Orta Doğu'da yapmış olduğu son hamleler ile birlikte dünyayı siyasi ve ekonomik açıdan "iki kutup bir sistem içinde" tutma gayretinde olduğu görülüyor. Bu sayede ABD en azından dolar hakimiyetine ve askeri gücüne de yaslanarak Batı kapitalizmi üzerindeki hegemonyasını uzun bir süre daha sürdürebilir. Aksi takdirde, ABD'nin Çin'i artan ekonomik ve jeopolitik etkisini salt parasal üstünlüğüne ve askeri gücüne yaslanarak durdurabilmesi pekte mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla, yeniden gündeme gelen İsrail-Filistin meselesini birde bu açıdan, glokal kapitalizmin "Batı ve Doğu kutuplaşması" açısından da ele almak gerekmektedir.
Hal böyle olunca, ABD'nin Orta Doğu'da, Doğu Avrupa'da, Kafkaslar’da devreye soktuğu planların ulus-üstü bölgesel tüketim pazarlarının hakimiyeti için sürdürülen glokal bir savaşın siyasi, askeri ve ekonomik sonuçları olduğunu da aşikardır. Başka bir deyişle, ABD'nin "Orta Doğu'ya dönüşü" uzun süredir gerçekleştirmek istediği "Asya Pasifiğe geri dönüş" planındaki başarısızlığının da bir sonucu olarak not edilmelidir. Diğer bir deyişle, ABD kurmayı planladığı daha uzun bir “cephe hattını” içine düştüğü bunalım ve açmazlardan da dolayı daha “geri bir pozisyonda” kurmak, bu noktada Orta Doğu'da, Doğu Avrupa'da, Kafkaslar’da yaşanacak krizlerden en iyi şekilde yararlanarak Batı ve Doğu kutuplaşmasını derinleştirmek istemektedir.
Daha da kötüsü; bu kutuplaştırmanın "medeniyetler savaşı" biçiminde formüle edilmesi, özellikle de "İslam coğrafyasının" bu proje için pilot bölge olarak seçilmesi, Müslüman toplumların tepkisini çekeceğini bile bile İsrail'e verilen koşulsuz destek, ABD meclisi tarafından açıklanan ve Ukrayna'yı da kapsayan yeni ekonomik ve askeri yardım paketi, bunların hepsi bir araya getirildiğinde, ABD'nin glokal hegemonyasını sürdürebilmesinin yegane yolunun, bol din soslu, medeniyet ve kültür kutuplaşmasına dayalı yeni bir "haçlı" anlayışının “Batı ve Doğu kutuplaşması” şeklinde dünya halklarına pazarlanması olduğu da anlaşılabilmektedir. Ki bu “Biz ve onlar” algısının oluşturulmasında yıllardır etnik, dini ve mezhepsel temelde lime lime parçalanarak yönetilmiş olan Orta Doğu'nun seçilmiş olması, Filistin-İsrail çatışmasının bu iş için basamak olarak kullanılması, oluşturulmak istenen atmosferin glokal emperyalist egemenlik için sürdürülen kıyasıya mücadeleden kaynaklı bir kutuplaştırma politikası ve stratejisi olduğunu da ortaya çıkmaktadır.
Meselenin özü ABD'nin hegemonyasını sürdürebilmek için başka hangi riskleri alıp alamayacağı ile ilgilidir. Bu noktada hızla yükselen Çin gibi aktörlerin, Rusya, Hindistan, İran, Suudi Arabistan gibi önemli askeri ve ekonomik güçlerinde alacağı pozisyonlar da elbette ki önemini korumaktadır. Dahası, ABD'nin kolektif güvenlik şemsiyesi altında olan Avrupa devletlerinin Çin ve Rusya gibi aktörler karşısında takınacağı tutum, başta Avrupa halklarının ve Avrupalı emekçi sınıflarının da, dünya emekçi sınıfları ile birlikte tüm bu gelişmelere ne türden tepkiler vereceği de, kuşkusuz birbiriyle bağlantılı konulardır.
Ancak mevcut temsiliyetist-kapitalist devlet yapılanmaları artık sorun çözemez bir hale gelmiş durumda. Dünya genelinde zenginliğin sürekli küçük bir mali aristokrasinin elinde toplanması, artan işsizlik ve enflasyon, emek tarzındaki robotikleşme ve yapay zekanın devreye girmiş olması, temsiliyetizm ile demokrasi arasındaki çelişkiler, demokrasilerin (seçim, sandık, parlamento vs. işlerinin) kitleler açısından inandırıcı olma özelliğini kaybetmiş olması ve en önemlisi de kendiliğinde de olsa kitleler arasında denetimist talep ve ön-programların şekillenmeye başlaması, dünya üzerindeki diğer gelişmelerde hesaba katıldığında, bütün bu tablo temsiliyetist-kapitalist kurumlar ile toplumsal denetimizm arasındaki savaşımın ilerleyen süreçte daha da keskinleşeceği yeni bir döneme de ışık tutmaktadır. Bu aynı zamanda denetlenebilir bir toplumsal sisteme karşı çıkan temsiliyetist-emperyalist güçler ile denetlenebilir bir sistem isteyen emekçi toplum kesimleri arasındaki sınıf çatışmalarının da keskinleşmesi anlamına gelmektedir.
Üç bacaklı yasamacı, yargıcı ve yürütmeci temsiliyetist-kapitalist devlet yapılarının çözülme ve dağılma sürecine girdiği bir evrede, kitlelerin kapitalist sınıfları mülksüzleştirmeye ve mülk ilişkilerini de toplumsal faydaya dayalı bir şekilde yeniden düzenlendiği yeni tip denetimist devlet ve toplum yapılarının kurulabilmesi de hiçte imkansız gözükmemektedir. Zira minimal kapitalist yapıdan glokal kapitalist yapıya geçişte glokalizmin neden olduğu krizler temsiliyetist memur kastlarının çelişkilerini derinleştirdikçe bu durum burjuvazi açısında da kendi keline sürecek ilaç bulamama sıkıntısını yaratmaktadır. Bu kelin, kapitalizm hastalığının tek bir ilacı vardır; o da denetim ilacıdır!
Yeni kurumlar ve yeni zihniyet oluşmadan, daha doğrusu bu dönüşümün kültürel ve politik öncüleri oluşmadan kapitalizmin aşılarak yerine sosyal ve ekonomik açıdan toplumsal eşitliğin ve adaletin egemen kılınacağı bir düzende ortaya çıkamaz. Bunun mümkün olabilmesinin yolu; temsiliyetizmin yaratmış olduğu bürokratik kurumların yetkilerini gasp eden devletlü memur kastlarının kontrol altına alınmasından geçmektedir. Bu kontrol mekanizmaları olmadığı müddetçe kapitalizmin yaratmış olduğu sosyal ve ekonomik problemlerin aşılabilmesi de, denetlenebilir bir "sosyalist memuriyetizmin" oluşturulabilmesi de, “denetlenebilir bir sosyalist ekonomik modelin” oluşturulabilmesi de mümkün değildir.
Hem yukardan aşağıya doğru hem de aşağıdan yukarıya doğru dört bacaklı denetimist devlet yapılanmalarının oluşması aynı zamanda denetim devrimine de bağlı olarak yasama, yargı ve yürütme kurumlarında da yapısal devrimlerin olmasını zorunlu kılmaktadır. Aksi takdirde, temsiliyetist üç bacaklı devlet yapılarında da görüldüğü gibi, her devrimin sorunu salt "iktidar sorunu" olmayıp, mesele bu şekilde ortaya konulduğu zaman, kapitalizmin ve burjuvazinin temsiliyetizm içinde nasıl yaşamaya devam ettiği de (bu temsiliyetizm sınıf-proletarya adına yapılan “tek parti diktatörlüğü” biçiminde bile olsa) ne yazık ki anlaşılamamaktadır.
Bütün bu olgular proletaryan-temsiliyetizm deneyimlerde de görüldüğü gibi, her türden "sosyal-kapitalizmin" sosyalizm olarak algılanması sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla, proletaryan-devlet-kapitalizmi tarihsel olarak kapitalizmin en ileri sosyal biçimi olmayı başarmış olsa da (hatta bu biçim geçmişte emekçi sınıflara pek çok ekonomik avantaj sağlamış olsa da), bu pratik deneyimler sosyalizme dönüşmeyi de başaramamıştır. Sosyalizme giden yol temsiliyetizmden değil, denetimizmden geçmektedir. Temsiliyetizmin yolu kapitalizmin ve burjuvazinin kirli bürokratik ve memuriyetist yoludur. Bu yol her defasında bu sistemi yeniden üreten bürokrasinin ve bu bürokrasiyi yöneten memur kastlarının yoludur. Bu yol emeğin aydınlık yolu değil, bariz bir biçimde kapitalizmin, burjuvazinin ve emperyalist savaş ve katliam politikalarının kirli ve karanlık yoludur!
Orta Doğu’da ve bölgemizde barbarca-emperyalist savaşlara ve halkları baskı altına almaya çalışan ırkçı ve şoven politikalara karşı barış mücadelesi ancak toplumsal denetim mücadelesi ile birlikte yürütüldüğü zaman bir anlam kazanabilir. Zira halkları birbirine kırdırmaya dönük her türden dini, etnik, mezhepsel vs. ayrıştırıcı emperyalist girişimlere karşı emeğin çok sesli ve çoğulcu birliğinin yaratılabilmesi ancak toplumsal denetimist bir programın hayata geçirilmesi ile gerçekleştirilebilir.
29.10.2023
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 7 months
Text
Tarihsel Yanılsamaların Emekolojik Eleştirisine Dair Röportaj
Tumblr media
Serhat Nigiz: Değer yasası hiçbir sistemde ortadan kaldırılamaz mı? Değer yasası tüm tarihsel sistemlerde hep mi var olmuştur?
Yılmaz Kulak: Değer, değere verilen anlama ve değerlere göre değişkenlikler gösterir. Değer yasası diye bir yasa var mı aslında? Yoksa biz mi böyle bir yasanın olduğunu iddia ediyoruz. Gerçekten değer var mı? Yoksa değer değersizlikle birlikte, kendi zıttı ile birlikte mi var oluyor? Karşıtlığı ile birlikte var olduğuna göre, değerde değersizlik ile birlikte var oluyor. Tırnak içinde herkesin anladığı anlamda olmasa da değer vardır.
Serhat: “Değer farklı kavramlar, kategoriler ve ayraçlar içinde yaşamaya devam etse de değer varlığını sürdürecektir” diyebilir miyiz?
Yılmaz: Evet, çünkü biz değer dediğimiz zaman değere de bir anlam veriyoruz. Dahası değere biçim veriyoruz, değeri şekillendiriyoruz. Soyut düzlemde bu böyle. Lakin iktisadi düzlemde değer farklı bir şey. Tarihsel ve toplumsal (sosyolojik) düzlemde değer farklı bir şey. Bunlar ayrı ayrı cevap verilmesi gereken hususlardır. Bütün bunlar değerin başkaca görüngüleri.
Serhat: Marx komünist toplumda değer yasasının ortadan kalkacağını iddia etmiş midir? Etmişse neden etmiştir?
Yılmaz: Marx sınıflı toplumların değer algısına göre değer yasasının ortadan kalkacağını söylemek istemişti. Çünkü tüm sınıflı toplumlarda değer yasası belirli bir kalıp çerçevesinde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, Marx’ın kastettiği şey iktisadi değer yasası idi. Başka bir deyişle, Marx değer yasasının tarihsel ve toplumsal (sosyolojik) boyutlarından, sınıflı toplumlara göre şekil alan biçimlerinden bahsetmiştir. Bu bağlamda değer yasasının kalkacağından bahsetmiştir ama değerin kendisinin ya da değerin farklı formlara dönüşerek ve dağılarak devam etmeyeceğini de iddia etmemiştir.
Serhat: Engels bu konuda Marx’ı yanlış mı yorumlamıştır? Yanlış yorumlamış ise Engels hangi noktada hata yapmıştır? Ve bunun Marksizm açısından sonuçları neler olmuştur?
Yılmaz: Ne açıdan?
Serhat: Keza Engels’te komünizmde değer yasasının ortadan kalkacağına dair kimi keskin yorumlar var.
Yılmaz: Aslında bu Marx’ta da var ama Engels bunu biraz daha keskin bir şekilde söylemiştir desek daha yerinde olacaktır. Aralarında anlam olarak çok bir fark yok.
Serhat: Aralarında nüans farklılığı var diyebilir miyiz?
Yılmaz: Ha kelle ha baş. Ha kelle demişsin ha baş demişsin fark etmiyor aynı anlama geliyor. Marx ve Engels arasında bu meseleye dair bir fark yok. Çünkü her ikiside sınıfsal formasyon değişince değerin kendisi de değişecek, devletin kendisi de değişecek yaklaşımına haiz oldukları için devlet konusunda da sınıf konusunda da aynı şekilde düşünmüşlerdir. Sınıflı toplumlara göre sınıfların ortadan kalacağından bahsetmişlerdir. Yani sınıflı toplumlardaki devlet algısı ile birlikte sınıflı toplumlardaki sınıf algısının ortadan kalkacağından söz etmişlerdir. Öngördükleri şey buydu aslında. Ama insanlar bunu “devlet yok olacak, sınıflar yok olacak” tarzında bir tür mitleştirme yoluyla kutsamışlardır.
Serhat: Bu durum hemen hemen tüm inanç ve dinlerde görülen kutsal cennet tasvirlerine benzetilebilir mi? Aradaki fark, bu cennetin soyut ve nerede olduğu bilinmeyen bir yerde değil de, bunun dünyada kurulacak olan bir “komünist cennet” olduğunu söylersek hiçte abartmış olmayız herhalde. Yani Marx ve Engels’in çarpık yorumlanışı komünizm ütopyasına dair çarpık mitleri de beraberinde getirmiştir diyebilir miyiz?
Yılmaz: Aslında onlar öyle bir kutsallıktan bahsetmediler ama sonuçları itibariyle Marx ve Engels’in 1. Enternasyonal’den ayrılmaları, kendilerini dernek çalışmalarına vermeleri, daha sonraki süreçte hiçbir siyasi oluşuma onay vermemeleri ve Marksizm’le ilgili söyledikleri şeyler, karşı çıktıkları şeyler, o kutsamaya karşı çıkışlarının bir neticesi idi. Onların böyle bir kutsama düşüncesi yoktu. Zaten böyle bir kutsama düşünceleri olsaydı dinden farkı kalmazdı. Marksizm’i bir “din” olarak algılayanlar komünizmi de bir “cennet” olarak tasfir ettiler. Marx ve Engels’in böyle bir amacı olmadı.
Serhat: Sosyalist üretim biçimi diye bir üretim biçimi var mı?
Yılmaz: Üretim biçimi kavramının kendisi zaten iktisadi bir kavram. Dolayısıyla, üretim biçimi kavramı; toplumsal formasyona göre, belirli kavramsal düşünce sistematiğine göre, üretilmiş olan bir kavramdır. Haliyle üretim biçimi kavramının ortaya çıkışı rönasans, modernleşme, sanayileşme, pozitivizm vs. gibi kavramların ortaya çıkışından bağımsız ve ayrık değildir. Dolayısıyla, Marx üretim biçimi kavramı ile bu döneme atıfta bulunmuştur. Başka bir deyişle, üretim biçimi kavramı sanayi emek türüyle birlikte ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak üretim biçimi kavramını belirleyen de sanayi emeğinin devrimi olmuştur.
Serhat: O vakit sosyalist üretim biçimini kapitalist üretim biçiminden farklılaştıran şey nedir?
Yılmaz: Marx bu sorunu yalnızca üretim ilişkileri açısından ele almayı daha uygun bulmuştur. Marx’ın yaşadığı dönemde burjuvazinin iktisadi-tarihsel şekillenişi mayalanma süreci içerisindeydi. Dünya bu dönemde hala büyük oranda feodal bir dünya idi. Halde böyle olunca, Marx feodal dünyanın içinden gelişen kapitalist üretim ilişkilerinin kapitalist üretim tarzına yapmış olduğu etkiyi temel alarak sosyalist-proletaryalist üretim tarzını da kapitalist üretim ilişkileri içinden çıkarmayı hedeflemişti. Dünyada baskın olan üretim tarzı feodal üretim tarzı olduğu için kapitalist üretim tarzı nicel ve çekinik bir konumlanış içindeyken, kapitalist üretim ilişkilerinin kapitalist üretim tarzını daha da güçlendireceği kanaatine dayalı olarak, sosyalist üretim ilişkilerinin sosyalist üretim tarzını da ortaya çıkaracağı varsayıldı. Başka bir deyişle, nasıl ki kapitalist üretim ilişkileri kapitalist üretim tarzını belirliyor ise, Marx’ın kurduğu mantık gereğince sosyalist üretim ilişkileri de sosyalist üretim tarzını ortaya çıkaracaktı. Bunlardan ilki “kapitalist bir biçim” oluştururken, ikincisi ise “proletaryan bir biçim” oluşturmaktaydı.
Serhat: Üretim dışında, paylaşım ve bölüşüm noktasında mı sosyalist üretim biçimini kapitalist üretim biçiminden farklılaşmaktadır?
Yılmaz: Şöyle diyebiliriz. Üretim biçimlerini daha emeğin biçimlerine oturtmadıkları için, böyle bir çalışmayı tamamlayamadıkları için, Marksizm tamamlanmamış bir çalışma olduğu için, dolayısıyla kapitalist üretim ilişkileri ya da sosyalist üretim ilişkileri (üleşim ilişkileri) adını verdikleri süreçlerinde tarihsel olarak tanımlamasını yapamamışlardır. Yalnızca feodalizmden kapitalizme geçişin nicel gelişim süreçlerinin tanımlamasını yapabilmişlerdir. Yani tanımlamasını yaptıkları şey, feodal tarım emeğinin içindeki nicel sanayi emeğinin D-1, D-2, D-3 emek formları ile sınırlı kalmıştır. Ki Marksizm bu dönemin analizi noktasında da başarılı olmuştur. Burjuvazi bile Marksizm’in bu başarısını kabul eder.
Serhat: Sömürü ve eşitsizliğin nedeni değer yasası değildir. Dolayısıyla, sömürüyü ve eşitsizliği ortadan kaldırmak için değer yasasını ortadan kaldırmaya çalışmak imkansız olanın peşinden koşmaktır dersem ne dersin?
Yılmaz: Nafile bir çabadır. Keza değere sen biçim veriyorsun. Değere toplum biçim veriyor. Toplum bu biçimi verirken emek aracını, üretim tarzını, üretim ilişkilerini, bölüşüm ilişkilerini, bütün hepsini belirleyen bir emek kalitesi söz konusu. Yani doğaya kendi emeğinin niteliği ile baktığı için, hangi emek niteliği ile bakıyorsa, ona göre de soruları yanıtlıyor. Kendince o çerçevede yanıtladığı için, değere dair sorulara da o çerçevede bakıyor.
Serhat: Yani Marksistler yanlış yere mi bakıyorlar değer yasasına bakarak?
Yılmaz: Tabii ki. Burjuva iktisattan bakıyorlar. Burjuvaziye bakıyorlar. Başka bir yere bakmıyorlar aslında. Burjuvazinin ters yüz edilmiş bir biçimine bakıyorlar.
Serhat: Yani emekolojik yöntem açısından ele almak gerekirse “icatçı emek payından” bakıyorlar diye bilir miyiz?
Yılmaz: Kullanıcı emek payının icatçı emek payı olabileceğini iddia ediyorlar. Ama sanayi emeği açısından bunu iddia ediyorlar. Gerçekte Marx ve Engels bunu söylemedi.
Serhat: Hatta kullanıcıların icatçılara kıyasla o emek biçiminin emek araçlarını daha da iyi kullanabileceğini de iddia etmiş oluyorlar. Proletaryanizmin bir dönem için yönetsel bir “işçi devleti modeli” olmaya çalışması da yine bu iddiayla bağlantılıydı.
Yılmaz: İşte orada ki mesele sübjektif idealizm. Sübjektif idealizme düşüyorlar. Çünkü gelecekle ilgili konuşurken biraz ihtiyatlı konuşmak gerekiyor. Veriler ile konuşmak gerekiyor. Mesela en güzel verimiz bizim; ana emek türlerine ve bu türlere bağlı olarak ortaya çıkan toplum türleridir. Ancak emeği ana türlerine ayırarak, o türlere bağlı olarak toplum biçimlerini ve sınıfları belirleyebiliriz. Devlet biçimleri de yine ayrıştırılmış emeğin ana türlerine göre tanımlamak gerekmektedir. Emek biçimi görülmediği zaman geçmişe ve geleceğe ilişkin yorumlarda eksik kalacaktır. Marx ve Engels bunun bilincindeydi zaten. Kendi aralarındaki yazışmalarda (mektuplaşmalarda) bu durumu defalarca beyanda ettiler. Yani yöntem sorununu çözemediklerini beyan ettiler. Asıl amaçları da buydu.
Serhat: Şimdiye kadar ortaya çıkan sosyalizm deneyimleri kapitalizmden farklı bir üretim biçimi bulmuş mudur?
Yılmaz: Böyle bir üretim biçimi yaratmamıştır. Örneğin, Sovyetler Birliği’nde olan şey kapitalizm miydi yoksa sosyalizm miydi derseniz, bence olan şey sosyalizm değildi, sosyal-kapitalizm idi. Sosyal-kapitalizm kapitalizmin proletaryalist bir varyantı (cinsi) idi. Buna proletaryanist sosyal-devlet modeli de denebilir.
Serhat: Bir sistemin kapitalist mi sosyalist mi olduğunu belirleyen asıl şey bölüşümde, daha doğrusu dağılımda eşitlik midir?
Yılmaz: Her dağılımda eşitlik sosyalizm midir dersen değildir derim. Mesela sanayi emeğinin dağılımını proletaryanizm üzerinden dağıtabilirsin, buna sosyalizm diyebilirsin ama bu sosyalizm anlamına gelmez.
Serhat: Her sistemde üretim var. Sosyalizmde de üretim var ama sosyalizmin sorunu üretim sorunu mu yoksa bölüşümde eşitlik sorunu mu? Meselenin bu şekilde formüle edilmesi sence de hatalı değil mi?
Yılmaz: Ütopik sosyalizmin temel bakış açısı var olanın üleşilmesinde gizlidir. Her üleşim eşittir sosyalizm değildir. Sovyetler Birliği proletaryanizmin üleşiminde nispi oranda eşitlik sağlamıştır. Fakat bu sosyalizm anlamına gelmemektedir.
Serhat: Batı kapitalizmi bu duruma yani “komünizm tehlikesine” tepki olarak uzunca bir süre işçi sınıfını gözeten sosyal devlet uygulamalarını öne plana çıkardıysa da, bu da bir sosyalizm değildi.
Yılmaz: Tabii ki. Aynı şey ilkel komünal sosyalizmde de, köleci sosyalizmde de, feodal sosyalizmde de görüldü. Hepsinde sosyalizm üleşimde eşitlik olarak görülüyordu. Burada ana kriter üretim değil, üleşimde eşitlikti. Komünizmin tarihten gelen en temel yorumlanışı üleşimde eşitlik olarak algılana gelmiştir. Yani üleşimin adaletinde eşitlik. Kuşkusuz adalet anlayışı da toplum biçimlerine göre değişim gösteriyordu. Toplayıcı emeğin üleşimsel adaleti, av emeğinin üleşimsel adaleti, tarım emeğinin üleşimsel adaleti, sanayi emeğinin üleşimsel adaleti, her bir üleşimsel adalet diğer üleşimsel adaletlerden farklı idi. Topladığın iki elmayı bölüşmek, avladığın iki hayvanı bölüşmek, ektiğin buğdayı bölüşmek, ürettiğin sanayi ürününü-metasını bölüşmek, aynı adaletli üleşimsel bölüşüm tarzı değildir.
Serhat: Spartaküs’ün köle isyanından, Ortaçağ’daki köylü isyanlarına, proleter makine kırıcılarına kadar hepsinin mücadeleleri daima üleşim üzerine, eşitlik ve adalet üzerine kurulmuş hareketler. Modern proletaryalist sosyalizm düşüncesi de yine modern üleşim ideolojisi ve modern sosyalizm ütopyası üzerine kuruluydu.
Yılmaz: Üleşim üzerine kurulan sosyalizm ve komünizm algısı zaten ütopik sosyalizm ve komünizm algısı idi. Dolayısıyla, Marx bunu iktisadi yapıya oturtmaya çalıştı. Marx bir nevi o algıyı kırmak için çaba sarf etti ve bütün hayatı boyunca da bunu yaptı. Marx sonrasında gelenler (ardılları) ise maalesef yine götürdüler sosyalizmi ve komünizmi üleşime dayadılar. Bu şekilde işin içinden çıkmaya çalıştılar ama işin içinden çıkamadıklarını da hepimiz gördük. Başka bir deyişle, üretim ilişkilerinin öne alınması, üretim ilişkileri toplumsal formasyonu belirler denmesi, dahası üretim ilişkileri üretim tarzını belirler denmesi, tam manasıyla burjuva iktisattı. Buna karşı çıkmak lazım. Başka bir deyişle, üretim ilişkilerine içkin olan “ilişki”, yani üretim ilişkileri üretim tarzını belirler demek düpedüz bir idealizmdir. Çünkü ilişki belirlemez, nesne belirler. Nesne nedir? Nesne emeğin türüdür. Emeğin türü makinadaki bilgiye, makinanın türüne, emek aletine, emek aletinin icatçı biçimine, emek aletinin kullanıcı biçimine, bütün bir kültürel dokuya dayanır. Şayet ilişkiden başlatırsın ve üleşimi çıkarırsan, yani kapitalizmden üretim ilişkisini çıkarıp, yerine bölüşüm ilişkisini koyduğun zaman sosyalizm ya da komünizm oluyor dersen, feodalizmden üretim ilişkisini kaldırıp, yerine bölüşüp ilişkisini koyduğun zaman bu sosyalizm ve komünizm oluyor dersen, aynı şekilde kapitalizmin kendi sistematiğinden ürettiği sanayi emeğinin sosyalizasyonundan da sosyalizm ve komünizm olur dersen, sonuç olarak her sistemin kendine özgü bir sosyalizmi ve komünizmi olduğunu kabul etmiş olursun. O zamanda sosyalizmin ya da komünizmin kendisi olmaz. Sosyalizmin ve komünizmin iki farklı sistem olarak kendine özgü bir sisteminin olması gerekir. Dolayısıyla, üretim ilişkisinden ve üleşim ilişkisinden yola çıkarak üretim tarzının ve toplumsal formasyonun oluşumunu ortaya koymaya kalkarsan yanlışa düşersin. Çünkü orada bir emek tarzı vardı. Bu emeğin türü ve tarzı bütün ilişkileri, üretim tarzını, üretim ilişkilerini, üleşim ilişkilerini belirliyorsa, dolayısıyla emeğin türünün ve tarzının tespit edilmesi de toplumsal formasyonu ortaya çıkarır. Bu yüzden sosyalizmi ve komünizmi, köleci sistemden, feodal sistemden, kapitalist sistemden, diğerlerinden ayıran özellik emek türü üzerine oturmak zorunda olmasıdır. Bilimsel sosyalizmi/komünizmi ütopik sosyalizmden/komünizmden ayıran asıl bilimsel yöntemde budur.
Serhat: Elbette Marx ve Engels’te bir yöntem olarak böyle bir yaklaşım söz konusu değildi.
Yılmaz: Yoktu tabii ki. Bulmaya çalışıyorlardı. Marksizm denilen şey bu yöntemi bulma çalışmasıydı. Onca eserlerine bakıyorsun hepsinde bu çabayı görüyorsun.
Serhat: Emekoloji yöntemi de bu çabanın bir devamı olarak mı gelişti?
Yılmaz: Aynen öyle oldu.
Serhat: Üretim araçlarının kamulaştırılması (devletleştirilmesi) sonrasında sosyalist toplumdaki devlet işletmelerinin “kar odaklı” çalışması kapitalizme geri dönüşe neden olur mu?
Yılmaz: Bu tuzak bir soru. Birincisi, her kamulaştırma (devletleştirme) sosyalizm olur mu? Olmaz. Bunu bir kenara koyarak meseleyi ele almak gerekiyor. Zira bununda bir artısı ve eksisi var. Her işletmenin (kamu iktisadi teşekküllerinin) karlı çalışması tırnak içinde “kar mıdır yoksa toplumsal fayda mıdır?” bu da ayrı bir tartışma konusudur. Yani bu soru iki iki dört parçaya bölünerek de sorulabilir. Bu şekilde sorunun mantıksal çerçevesi soruyu daha da anlamlı kılar kanaatimce. Bir açıdan her devletleştirme sosyalizm değildir, diğer açıdan ise her devlet işletmesi kar odaklı çalışmayabilir. Yani sosyalizmde devletleştirme önemli bir konudur, fakat her devletleştirilmiş işletmenin toplumsal fayda ile çalıştığı iddia edilemez. Dolayısıyla, devletleştirilmiş denetimist tekno-bürokrasi ve bu bürokrasiye bağlı denetimist tekno toplumsal fayda olmaksızın kurulan sosyalizm her daim kapitalizme geri dönmeye gebedir.
Serhat: Toplumsal fayda için kar odaklı olmayan bir sosyalist üretim yapılabilir mi?
Yılmaz: Her kar toplumsal faydaya oturur ama her toplumsal fayda kar gütmez, karı kapsamaz. Zira kar para-meta ile belirlenen bir iktisadi kategoridir. Fakat toplumsal fayda ya da kültürel fayda para-meta ile belirlenmez.
Serhat: Bu noktada sübjektif ve öznel faktörlere vurgu yapıyorsun.
Yılmaz: Toplumsal fayda ve kültürel fayda açısından para-metaya dönüşmeyen ve dolaşım-değerine oturmayan bir fayda söz konusu burada.
Serhat: Örneğin, kültürel ve sanatsal eserlerin gerçekte bir değeri yoktur. Bu yüzden gerçek değerleri de belirlenemez.
Yılmaz: Tabii ki, misal sosyalist ya da komünist düşüncelerin karı var mıdır? Bu düşüncelerin toplumsal karı yoktur, toplumsal faydası vardır. Kar artı-değerden üretilen bir şey olduğu için artı-değer üzerinden şekillenmektedir. Fakat toplumsal fayda artı-değer üzerinden değil, artı-değer üretmeden de icatçı değer üreterek de üretilebileceğinden kaynaklı olarak, bu icatçı değer kara yani artı-değere oturmaz. Başka bir deyişle, bu icatçı değer iktisadi olarak para-metaya ve kara oturmaz ama toplumsal faydaya oturur. İkisinin ayrıştırılmasını yapmak gerekir. Biz burjuva iktisada göre konuşuyoruz. Marksist iktisat tırnak içinde burjuva iktisattır.
Serhat: Marksist iktisadın burjuva iktisattan kopmamış bir iktisat olduğunu da söylüyorsun.
Yılmaz: Kopmamıştır. Kopuş için D. Ricardo’nun emek-değer teorisini parçalayarak üretim ilişkileri ve üleşim ilişkileri üzerinden yeniden yorumlayarak artı-değer teorisini ortaya atmış olmaları da bu kopuş çabasının ürünleriydi. Ama bu kopuşu o süreçte tamamlayamadılar.
Serhat: Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması sömürü ve eşitsizliği ortadan kaldırmak için yeterli midir? Burada ki “ortadan kaldırma” kuşkusuz üretim araçlarının kamulaştırılmasını da/devletleştirilmesini de içermektedir.
Yılmaz: Yeterli değil tabii ki. Çünkü feodal devlette de kapitalist devlette de üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması, üretim araçlarının kamulaştırılmış/devletleştirilmiş olması, devletin kar ve zarar hesabına çalışmayacağı anlamına gelmez. Ama her kar ve zarar demin belirttiğim gibi toplumsal fayda değildir. Çünkü artı-değer üretmez. Toplumsal fayda artı-değer üretmez, değer üretir. İcatçı değer üretir. İcatçı değer ürettikçe toplumsal fayda kullanıcı değeri de üretir. Ama bu parametre üzerinden dolaşmaz. Bunun kültürel bir yapısı ve dokusu vardır.
Serhat: O zaman bu kültürel yapı ve doku değişmediği sürece toplumsal faydayı esas alan ilişkiler bütünü de, değer sistemi de ortaya çıkamaz.
Yılmaz: İşte toplumsal faydaya göre nasıl bir toplum modeli sorunu bu.
Serhat: Bugün sosyalizm ve komünizm gibi kavramların içeriğinin doldurulmamasında yaşanan zorlukların bir nedeni de bu değil mi? Sovyet modelinin 91’deki çöküşünü takip eden ideolojik bunalım bu krizi daha da derinleştirmedi mi?
Yılmaz: Maalesef Marx ve Engels’te bu boşluğu dolduramadı ki, çok soyut kavramlar kullandılar, çok soyut tanımlamalar yaptılar. Dolayısıyla, onlardan önceki ütopik sosyalistlerde, anarşistlerde, benzer kavramları ve tanımlamaları kullanmaya devam ettiler. Üç aşağıya beş yukarıya bunlar birbirine yakın kavramlar ve tanımlamalar idi. Ancak tarihi sınıflar mücadelesine indirgediğin zaman, sınıfları da, yani devleti de, dini de, diğer kültür ve ahlak olgularını da sınıflar/alt yapı belirliyor dediğin zaman bu katıksız bir determinist bakış açısının doğmasına neden oldu. Daha da kötüsü bu determinal bakış açısı sübjektif bir determinal bakış açısına yöneldi. Devleti belirleyen şey neydi? Sınıfları belirleyen şey neydi? Toplumsal faydayı belirleyen şey neydi? Bu noktada yeni kavramların ve yeni tanımların devreye girmesi gerekiyordu. Tarihsel kurum ve yapıları anlama noktasında “anahtar” bir kavram ve tanımlama olarak “temsiliyetizm” kavramının ve tanımının devreye girmesi de işte bu sebepten dolayı oldu. Keza belirttiğim sübjektif determinizmin iddia ettiğinin aksine temsiliyetizm olmaksızın ne dinden ne devletten ne de sınıflardan söz edilebilir. Keza devleti yaratan sınıflar değil, asıl sınıfları yaratanda temsiliyetizm türleri üzerine oturan devlet tipleridir. Şayet Sovyet modeli, yani proletaryan temsiliyetizm bu gerçeği anlamış olsaydı devrimle almış olduğu iktidarı tekrardan bürokratik temsiliyetizme devretmek zorunda kalmazdı!
Serhat: Bununla ne demek istiyorsun biraz açar mısın?
Yılmaz: Proletaryan kapitalizmi sosyalizm olarak gördükleri için, temsiliyetizme karşı temsiliyetizmin araçları ile savaşmakta ısrar ettikleri için, devrimle aldıkları iktidarları tüm dünyada bürokratik temsiliyetizme kaptırdıkları için, proleter devrimler çağı da proletaryan temsiliyetizm ile birlikte son bulmaktan kurtulamadı.
Serhat: Temsiliyetizmin tarihini hangi noktadan başlatmak gerekir?
Yılmaz: Temsiliyetizm “kurbanla” başlayan bir süreçtir. İnsanın ilkel döneminden, primatlar ve hominidler döneminden bu yana temsiliyetizm kurbanla başlayıp liderlik kültü ile devam etmiş, ilkel komünal dönemde temsil biçimlerine bürünmüş ve köleci dönemde de av temsiliyetizmi ile önce din temsiliyetizmini sonra devlet ritüelini ve sınıf ritüelini belirlemiştir. Bu adım adım geçen bir süreçler dizilimidir. Cinsel temsilden tutunda, iktisadi, sosyal, siyasal, tarihsel vs. biçimleriyle temsiliyetizmler birbirinden farklı pek çok kalıba bölünebilir. İcatçı emek araçlarındaki temsiliyetizm, kullanıcı emek araçlarındaki temsiliyetizm vs. gibi çok sayıda alt kalıba da bölünebilir. Böylece devasa bir kavram tasarımı oluşmaktadır. İlk bakışta yalnızca bir ütopya gibi duran sınıfsız ve sömürüsüz toplum idealinin de toplumsal fayda temelinde nasıl hesaplanabileceği de yine bu süreçle doğrudan doğruya bağlantılıdır. Zira geçmişe giden yol nasıl ki gelecekten geçmekte ise, geleceğe giden yolda geçmişten geçmektedir. Dolayısıyla, geçmişin ilkel komünizmine giden yol nasıl ki geleceğin gelişmiş komünizmine giden yolu göstermekte ise, geleceğin gelişmiş komünizmine giden yolda geçmişin ilkel komünizmine giden yola işaret etmektedir. Bu da emeğin ve emek türlerinin biri biri üzerine geçerek oluşturduğu birleşik iş bölümü/geçmiş ve gelecek diyalektiğinin bir sonucudur.
Serhat: Sosyalizm ve komünizm gibi kavramlar yerine yeni kavramlar üretmek gerekmez mi? Kuşkusuz bu da mevcut zihinsel alışkanlıklar ve ezberler düşünüldüğünde hiçte kolay olmasa gerek.
Yılmaz: Üretmek gerekir tabii ki. İnsanların algıları bir anda değişmeyeceği için, zamanla kavramlar ve dil değiştikçe adım adım bütün bu düşüncel yapıda değişime uğrayacaktır. Sosyalizm ve komünizm gibi kavramlarda gerçekte soyut kavramlardır. Kapitalizm kavramı bile soyut bir kavramdır. Neye kapital deniyor? Kimisi ana malcı diyor, kimisi meta toplumu diyor ama kapitalizm en genel anlamıyla artı-değer üreten, sanayi emeğine göre şekil alan, icatçı sanayi emek güçleri ile kullanıcı sanayi emek güçleri arasındaki ilişkiler ve burjuvazi-proletarya arasındaki mücadeleler tarafından biçimlendirilen sanayi toplumuna verilen genel bir isimdir.
Serhat: Aslında bu yaptığın kapitalizmin en klasik tanımlarından biri. Hatta şunu da belirtmek isterim: Bugünün kapitalizmi dünün kapitalizmine kıyasla “sermayesiz de bir kapitalizm”. Bu kapitalizm borç verme, kredi verme üzerine kurulu (değer kavramının daha da soyutlaştığı) bir “post-kapitalizm”. Dahası, teknik-sermayenin ve teknoburgların belirleyici olduğu kapitalist bir yapıya doğru gidişat var.
Yılmaz: Çünkü çağımız minoktokratik sanayi tekellerinin değil, teknoburgların kontrol ettiği gloktokratik tekno tekellerin çağıdır. Dünün emperyalizmi tek tek ulusal sanayi tekellerinin ulusal ve uluslararası hareketine dayanırken, bugünün glokal emperyalizmi ulus-üstü tekno-tekellerin bölgesel ve uluslararası hareketine dayanmaktadır. Günümüz dünyasında belirleyici olan değer yasası üretim-değeri yasası değil, tüketim-değeri yasasıdır. Üretim-değeri tüketimi değil, tüketim-değeri üretimi ve süreçlerini belirlemektedir.
Serhat: Değer yasası eşittir mübadele değeri midir? Bu da sıkça tartışılan konulardan biri.
Yılmaz: Değildir. Kısmen kapsar ama her mübadele değeri de değer yasasını kapsamaz. Her mübadele değeri değer yaratmaz. Bu durum burjuva iktisadından (daha doğrusu İngiliz ekonomi politiğinden) miras alınmış olan tarihsel bir yanılgıdır. Örneğin, ilkel komünal dönemde bir elmayla bir armutun bir neandertal ile bir sapiens arasındaki mübadelesi iddia edilen iktisadi anlamda bir değer yasası yaratmaz. Aslında modern çağda kullandığımız burjuva iktisadın değer yasası dediği şey tırnak içinde artı-değer yasasıdır. Bu da her çağa oturmamaktadır. Zira sapiens ile neandertal arasındaki mübadele artı-değer yaratmaz. Dolayısıyla, buradaki değer kişiseldir ve toplumsal faydaya dayanmaktadır.
Serhat: Pazarı ortadan kaldırmaya kalksak değer yasası ortadan kalkar mı?
Yılmaz: İşte bu da ütopik sosyalistlerden beri devam eden bir yanılgıdır. İlkel komünal dönemde de takas üzerine gelişen bir pazar vardı. Orada para yoktu. Elma toplayan ile balık avlayan arasında belirli emek-zaman miktarları ölçü alınarak takas yapılıyordu. Balık avlayan ile elma toplayan üç aşağı beş yukarı eşit emek zaman miktarlarında elde edilmiş ürünleri birbiriyle değiştiriyordu. Orada toplamada avlanmada emek zaman üzerinden ölçülüyordu. Bazen 2 balığa karşı 3 elma verilirken, bazen de 3 elmaya karşı 2 balık verilebiliyordu. Takas açısından bakıldığı zaman bir insanın o elmayı toplayabileceği ya da o balığı avlayabileceği nominal (genel) zaman birimi üzerinden takas gerçekleşiyordu. Zaten paranın, devletin, sınıfların ortaya çıkışı da bunun üzerinden, yani emek zaman üzerinden şekillendi. Tabii ki her takas ekonomisi ya da emek-zaman ekonomisi artı-değer üretmez. Tıpkı ilkel komünal takas sisteminde olduğu gibi. Bu söylediğim ilkel komünal dönemin üst evresine kadar devam etti. Takas ekonomisi ve emek-zaman ekonomisi bu dönemde (ilkel komünal dönemin alt evresinde) toplumsal fayda üzerinden çalışıyordu. Pazardan baktığın zaman komünizmde pazar olacak mı? Olacak tabii ki. Komünizmde bilim pazarı olacak. Sosyalizmde ise teknik pazar olacak. Lakin komünizmde ki pazar artı-değer üzerinden arz ve talep oluşturan bir pazar olmayacak. Aynı ilkel komünal sistemdeki elma ve armut mübadelesi gibi komünizmde de bir bilim ürünü ile bir başka bilim ürününün mübadelesi olacaktır. Çünkü toplumsal fayda üzerinden bilim ürünü ortaya çıkacağı için, arz, talep ve artı-değer üzerinden, para-meta üzerinden, değer üretilemeyeceği için, bilim ürünlerinin her biri değerli olduğu için, bunların mübadelesi de zorunlu ve kaçınılmaz bir hale gelecektir.
Serhat: Sosyalistlerin/komünistlerin pazar kavramı ile bir hayaletle savaşırmış gibi savaşmaları ironik bir durum aslında.
Yılmaz: Cervantes’in Don Kişot’unda olduğu gibi Yeldeğirmenleri ile savaşıyorlar. Pazarın biçimi değişiyor. Pazarın biçimi değişince dinin biçimi, devletin biçimi, sınıfın biçimi, temsiliyetizmin biçimi değişiyor. Dolayısıyla pazarın biçimi değişince de sistemin biçimi değişiyor. Tırnak içerisinde temsiliyetizmin bittiği yerde komünizm başlıyor. Temsiliyetizm sınıfları yaratıyor. Dini, devleti ve sınıfları yaratan temsiliyetizm zorunlu olarak bu yapıyı yaratıyor.
Serhat: Değer yasasını ortadan kaldırma motivasyonu esnek ve sürdürülebilir bir sosyalist ekonomi modeli kurmaya engel midir?
Yılmaz: Yapının değişmesi ve temsil süreçlerinin bitimlenmesi gerekiyor. Temsiliyetizm türlerinin kültürel dokuda, alt yapıda, emek biçiminin dönüşüm sürecinde, teknik emeğe geçişle birlikte sanayi emeğinin de ortadan kalkması gerekiyor. Dolayısıyla, değer yasasının biçimsel olarak ortadan kaldırılmaya çalışılması esnek ve sürdürülebilir bir sosyalist ekonomik modelin inşası ile uyumsuzluk ortaya çıkarır. Tam tersine, değerin biçimi değiştiğine göre, yapı değiştiğine göre, toplumsal faydaya yürüyen bir değer, ya da her geçen gün daha da çok kırılan değer, artı-değerinde her geçen gün daha da azaldığı bir değer, sosyalist bir ekonomi açısından da zenginliği arttıran toplumsal bir fayda-değer-yasasına dönüşür. Sosyalizmle birlikte kamusal artı-değer her geçen gün azaldıkça, toplumsal-fayda-değer her geçen gün büyüyecektir. Sosyalist devlet iktisadı bu şekilde oluşur. Haliyle, teknik emek dönemindeki değer yasasının ortan kaldırılması, ha denildiğinde yapılamayacağına göre, ancak toplumsal fayda ile kristalize olan bir değer yasasına doğru bir dönüşüm ve kırılma sağlandığı oranda bu hedefe ulaşılabilir. Kaldıralım demekle kaldırılamıyor zaten.
Serhat: Tam tersine o seni ortadan kaldırıyor.
Yılmaz: Sovyetlerde olduğu gibi. Bende yok dedin ama vardı.
Serhat: Bütün bu Sovyet deneyimi, Doğu Avrupa deneyimi ve lokal olarak Küba deneyimi dışında sadece Çin deneyimi piyasa konusunda daha esnek bir strateji benimseme yoluna gitti. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Yılmaz: Çin meseleye başından beri daha pragmatist bakıyordu.
Serhat: Çin sosyalist mi değil mi tartışması ayrı bir başlık altında ele alınması gereken bir konu olsa da, bugün ekonomik verimlilik açısından Çin’in ulaştığı teknolojik seviye dikkate alınması gereken bir mesele. Keza bu ülke neredeyse 20-30 yıl öncesine kadar büyük oranda feodal yapının hakim olduğu bir toplumdu. Bu ilerleme şaşırtıcı ve aynı zamanda ilgi çekici değil mi?
Yılmaz: Çin, Rusya’daki Sovyet deneyiminden farklıydı. Zira Rus deneyimi Batı ile Doğu arasındaki bir deneyim iken, Çin ise bir Doğu deneyimiydi. Batı ile doğu arasındaki deneyimden kastım şu: sanayi emeğinin merkezi Batı idi, tarım emeğinin merkezi ise Doğu idi. Doğu’da hala hantal yapılar vardı ve bu yüzden Sovyet deneyimi Batı ile Doğu arasında kısmen “arada derede kalan müphem bir deneyim” olarak gelişti. Lakin Çin öyle değildi. Çin daha makyavelist davranmak zorundaydı. Çin, Mao, Sovyetler, Lenin, Stalin tartışmaları sosyalist politikalar açısından her zaman yapıla geldi. Bu tartışma sürekli devam etti. Ama bu konunun “Doğu ve Batı mekaniği açısından incelenmesi” yapılmadı. Daha doğrusu, biri biri üzerine geçerek ilerleyen emek türlerinin Batı ve Doğu mekanizmaları ile bağlantılı incelemeleri üzerinden Çin ve Sovyet analizi Emekoloji ortaya çıkana kadar yapılamadı. Mao, Lenin ve Stalin’e kıyasla çok daha makyevelist bir çizgiyi temsil etmekteydi. Bu yüzden de Sovyet sosyalizmine kıyasla Çin sosyalizmi daha makyevelist bir sosyalizm olarak gelişti. Daha despotikmiş gibi gözüken Çin sosyalizmi kendi içerisinde daha esnek bir sosyalizm idi. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm ise yukarda daha katı bir sosyalist politika izlemişti. Başka bir deyişle, Sovyet sosyalizmi yukarda katı ve despot, aşağıda ise görece esnek idi. Çin’in tam tersiydi. Bu yüzden Çin’deki devlet yapısı ile Rusya’daki Sovyet devlet yapısı aynı olmadı. Aynı olamazdı da. Keza tarihsel koşullar, yaşanan coğrafya ve emeğin salınımı burada belirleyici olgular oldu. Örneğin, Sovyetlerde toplum üzerinde katı ve despot bir yapı varken, üst yapıda ise nispeten federatif bir esneklik vardı. Çin’de ise toplum üzerinde nispeten federatif bir esneklik var iken, üst yapıda ise daha katı bir yapı modeli hakim olmak zorundaydı. Bu yüzden Çin alt yapıda daha esnek bir programla piyasa ilişkilerini geliştirmekte çokta zorlanmadı. Lakin Sovyet Rusya’nın durumu farklıydı. Sovyetler iktidarı sağlamlaştırmak için kolhozlar ve solhozlar aracılığıyla feodalizmi “silindir gibi ezmeye” mecburdu. Başka türlü ayakta kalamazlardı. Mesele ne Lenin ne de Stalin meselesiydi. Mesela alt yapı, piyasa, üretim ilişkileri meselesi idi. Subjektif idealizme dayalı siyasi okuma biçimi ne yazık ki bu gerçeği görmek istemedi. Bu yüzden Sovyetlerde esneklik yoktu. Çin ise Sovyetler gibi yapmış olsaydı tam tersine bu esneklik ortaya çıkmazdı ve sosyalizm baştan yenilgiye uğrardı. Her iki ülkede de belirleyici olan tarihsel emeğin koşullarının ve derekelerinin birleşik diyalektik hareketiydi. Bu açıdan bakıldığı zaman Çin daha makyavelist görünürken dolayısıyla katı Doğu feodal despotizminden kapitalizme geçiş daha makyavelist bir esneklik tarzıyla gerçekleşiyordu. Kısacası, Sovyet sosyalizmi ilk proletaryanist deneyim olarak ve etnik kozmopolitik coğrafyası açısından feodal emekten sanayi emeğine geçişi daha sert ve yıkıcı bir sosyalist politika ile gerçekleştirirken, Çin sosyalizmi ise daha esnek ve geçişken bir sosyalist politika oluşturmuş idi. Keza Çin feodalizmi daha tarihsel ve katı bir feodalizm iken, Çarlık feodalizmi nispeten daha yumuşak bir feodalizm olma özelliğine sahipti. Bu özellikler Çin ve Rusya’da farklı sosyalist politikaları da beraberinde doğurdu. 20-30 yıl içinde Çin’de gelişen teknolojik seviyenin kaynağı bir yanıyla katı merkezi feodalizmden ve Batı’dan gelen sanayi emeğinin daha katı olmaktan çıkıp, daha da esnemesine bağlı olarak gelişen bir sürecin sonucu idi.
Serhat: Bu makyavelizmin öne çıkmasında ideolojik açıdan Maoizm’den daha çok Çin tarihinin ve kültürünün belirleyici olduğunu söylersek herhalde abartmış olmayız. Dolayısıyla, bu argümanı Konfüçyüs felsefesine ya da Zen Budizm’ine kadar götürebiliriz. Ki Mao’nun kimi yazılarında belirli bir oranda bu kültürel ve felsefi etkileri de dokuları da görebiliyoruz. Sınırlı sayıda da olsa bu konuları tartışan Marksistlerde olmadı değil.
Yılmaz: Doğu despotizminden ve Doğu feodalizmden kaynaklı kültürel ve felsefi doku zaten canlılığını koruyordu.
Serhat: Örneğin, Doğu ve Batı arasındaki dengeler açısından, Rusların Batı ile kurdukları ilişki kısmen daha sert bir ilişki iken, Çinlilerin Batı ile kurduğu ilişki ise kısmen daha esnek bir ilişki biçimi oldu. Hatta Çinliler bugün bile Ruslar gibi bir Asya toplumu olmalarına rağmen Batı’ya daha açıklar. Bu makyavelizm Çinlilere kendi tarihlerini ve kültürlerini reddetmeden Batı’yı taklit etme, Batı’yı belirli konularda kopyalama imkanı da sunuyordu. Kuşkusuz Çin artık “kopyalamanın” da ötesine geçti.
Yılmaz: Çin’de de yanlışlar olmadı değil. Başka bir söyleşide bunları alt başlıklar halinde konuşabiliriz. Sonuç olarak, Çin’deki yapı makyavelist ve pragmatist bir şekilde gelişti ve bugün ki biçimini aldı. Şayet Çin’in kendine has esnekliği olmasaydı, glokal kapitalist dönüşümlerde hızlıca gerçekleşemezdi.
Serhat: Önümüzdeki 20-30 yıl içinde Çin ekonomisi ABD ekonomisini geride bırakabilir mi?
Yılmaz: İktisadi varoluşu siyasi varoluş ile bütünleştirmediğin sürece iktisadi varoluş kalıcı olmaz. Dolayısıyla, küresel anlamda baktığın zaman Çin’de, Doğu’da bir iktidar değişimi olmadığı sürece, teknik emekle bağlantılı olarak protekya iktidara gelmediği sürece, salt iktisadi varoluş Batı’nın kapitalist hegemonyası karşısında bir alternatif ortaya çıkaramaz. Çin’de, Doğu’da bir iktidar değişimi olmadan yalnızca iktisadi varoluş ile kalıcı bir zafer elde edilemez. Dolayısıyla, dünyada yapının değişmesi için Uzakdoğu’da iktidarın değişmesi lazım. İktidar değişikliği de ancak ön-protek devrimlerin gerçekleşmesi ile mümkün olabilir. Bununda denetimle olması lazım. Çünkü denetim temsiliyetizm ile vücut bulan kapitalizmin asıl panzehiridir. Bu başta Çin olmak üzere Rusya’nın da işine geliyor. İki ülkede de protekya iyi derecede organize olursa hem iktisadi açıdan hem siyasi açıdan Batı kapitalizminin önüne geçerler. Protekya toplumsal faydaya göre örgütleneceği için kapitalizmin enkazını bile devralsa sahip olduğu potansiyel açısından denetimist bir sistemi kurmaya en yakın sınıf olma özelliğini de hala korumaya devam etmektedir.
Serhat: teknik emeğin ve bölgesel tüketim pazarlarının hızla Uzakdoğu’da yoğunlaştığı düşünülürse, “düşük yapma” ihtimali yüksek olsa da bu coğrafyalarda öncü protek devrimler bekliyor musun?
Yılmaz: Tabii ki. Yıllarca darbeciliği burjuva devrimciliği olarak yutturdular. Proletaryalistler de yıllarca darbeciliği devrimcilik olarak sundular. Alt yapıyı değiştirmeyen, kültürel dokuyu değiştirmeyen bu girişimler kapitalizm karşısında başarılı olamadı. Fakat teknik emeğin ve protekyanın yükselişe geçmesi ile birlikte alt yapıya, kültürel dokuya dokunan yeni bir anlayışta ha kendi için olsun ha kendinde olsun gelişmeye devam ediyor. İktisadi açıdan baktığımız zaman devrimin somut şartları var. Ama devrimin kültürel öncüsü yok.
Serhat: Bu noktada Gramsci’nin “kültürel hegemonya” tespitine gönderme mi yapıyorsun?
Yılmaz: Kültürel öncüler olmadığı zaman yapı değişmiyor. Marx ve Engels bu çalışmaları yaptılar. Sadece Gramsci değil, Althusser olsun, Poulantzas olsun, saolsunlar hepsi meselenin bir yerinden tutmaya çalıştılar. En azından geliştirmeye ve katkı sunmaya çalıştılar. Hepsi de yöntemi oluşturmak için çaba sarf ettiler. “Kültürel kertenin göreli özerkliği” meselesi de 1940’lı yıllarda tam da E-1 ile (nicel sanayi emeğinin değişim biçimi ile) birlikte ortaya çıktı. Hiçbir şey boşuna ortaya çıkmadı. D-5’in (nitel sanayi emeğinin gelişim biçiminin) ortaya çıktığı dönemde minimal-kapitalizm fordist bant sistemine geçiyordu. 1950’lerde bu sistem tüm dünyaya hızlı bir şekilde yayıldı. Türkiye’ye ise bu değişim 1960’larda darbe yoluyla geldi. Hem dünyada hem Türkiye’de bütün yapıları değiştirdiler. 1960’larda Türkiye’de darbe yapılmasının bile temel nedeni buydu. Döneme damgasını vuran gerilimin asıl kaynağı da buydu. Yaşananlar alt yapıdaki ve kültürel dokudaki değişimin sonuçlarıydı. Varsayalım ki, bir ülkede protekya devrimi düşük yapsa bile sonuç itibariyle bu devrim alt yapıda ve kültürel dokuda kendisini mutlaka tamamlayacaktır.
Serhat: O vakit sadece 1960 darbesi değil, 12 Eylül’de dahil olmak üzere Türkiye’de yaşanan tüm darbelerin emek yapısındaki dönemsel değişimler ile bağlantılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yılmaz: Hiç kuşkusuz. Keza parlamenter bir devlet aygıtının ortaya çıkması için gereken burjuva devrimciliği de, burjuva örgütlenme biçimi de, esasında minoktokratik-parlamentarist bir biçim idi. Feodal devlette bir radyoyu bastığın zaman, bir sarayı ele geçirdiğin zaman, “devrim” yapmış oluyordun. Birde buna “televizyon çağını” eklersek kapitalist temsiliyetizmin bu biçimi beraberinde “mikrofon faşizmini” de doğurdu. Mikrofon faşizminden kasıt, yalana, deformasyona, dezenformasyona ve algı yönetimine dayalı yönetim tarzı. Tüm dünya bu şekilde yönetiliyor. Memur kastları ve onların himayesindeki sermaye klikleri bu şekilde ayakta kalabiliyor. Dolayısıyla, memur varsa burjuvazi var, kapitalizm var. Yoksa kapitalizm iktisadi alt yapı ve kültürel doku açısından bakıldığında krizden krize sürüklenen bir toplumsal formasyondan başka da bir şey değil. Hatta bu kriz yapısal ve geri döndürülmesi mümkün olmayan bir kriz. Teknoburglar bile bu sistemle ilerleyemeyeceklerinin farkındalar. Teknoburglar ve sanayiburglar aralarındaki çatışmada bu yüzden. Teknoburglar öyle bir noktaya geldiler ki, neredeyse dünyaya karşılıksız sermaye (kredibite) dağıtacaklar. Bu yüzden de ulus-devletleri, ulusal sanayi tekellerini, eski alt yapıyı ve kültürel dokuyu kendilerine bir engel olarak görüyorlar. İngiltere’si, Almanya’sı, Amerika’sı tüm dünya böyle. Tüm dünya yalanın üzerine şekil alıyor. Ama internetin ortaya çıkışıyla, teknik emeğin gelişmesi ile birlikte, mikrofon faşizmine dayalı bu egemenlik ilişkileri daha da fazla sorgulanmaya başlandı. Ve bu egemenlik ilişkileri karşısında yeni alt yapı ve yeni bir kültürel dokuda yeşermeye başladı. “Kültürel kertenin göreliği özerkliği” de zaten böyle gelişiyor. Bu da muhalif güçlere yeni imkanlar sağlıyor. Artık her şeyi temsiliyetist devlet ilişkileri belirlemiyor. Denetimist ilişkilerde artık “mikrofonu eline alıp” kitlelere ulaşabiliyor. Örneğin, bir Youtube kanalı kurup insanlarla fikirlerini paylaşabiliyorsun. Ne kadar sınırlandırılma ve baskı olursa olsun, teknik emek kendi içerisinde kısmen de olsa göreli bir özerkliğe sahip.
Serhat: Teknik emeğin sanayi emeği ve kapitalizm karşısındaki kısmi göreli özerkliğinden ve ayrışık yapısından bahsediyorsun. Bu durum sanayi emeğinin ve sınıflarının tarım emeği ve sınıfları karşısındaki eski pozisyonuna da benzetilebilir.
Yılmaz: Aynen öyle. Dolayısıyla, temsiliyetizme karşı denetimist bir kültür oluşturmadan devrim mutlaka düşük yapar. Kültürel dokusu sağlam olan devrimin ise düşük yapması mümkün değildir. Meseleye esas olarak bu çerçeveden toplumsal denetim ve protekya devrimi açısından bakmak elzem bir husustur.
30.09.2023
1 note · View note
serhatnigiz · 10 months
Text
14/28 Mayıs Plebisiter Seçim Tiyatrosuna Dair Değinmeler
Tumblr media
14/28 Mayıs plebisiter seçimleri sonrasında sosyal medya üzerinden bir dizi paylaşım yapmıştım. Lakin bu paylaşımları bütünlüklü bir yazıya dönüştürme fırsatım olmadığı için, “ara bir formül” olarak sosyal medya paylaşımları mı kronolojik bir sırayla yayınlamayı daha uygun buldum. Kuşkusuz metinde yer alan her bir notun içeriğini, detaylarını, uzamlarını vs. tek tek açmaya kalkarsak ciltlerce yazmakta mümkündür. Dolayısıyla; bu kısa derleme temel olarak tarihe "not düşme" amacı taşımaktadır.
4-5 yılda bir memur kastları tarafından zorla önüne koyulan sandıktan yine bu memur kastlarını seçmekle yükümlü olan millete "Türk milleti" adı verilir. Dolayısıyla; Türk milleti memur kastlarını sandık yoluyla seçmekle yükümlü bir köle olmanın da ötesinde gerçek manada hiçbir hukuki hak ve özgürlüğe dahi haiz olamayan bir köledir! Kısacası; Türk milleti köledir; köle bir millettir! Haliyle; bu sistemde YSK'nın rolü de, bu memur kastlarının tekrar seçilmesini sağlamakla sınırlı bir roldür. Diğer bir deyişle, YSK plebisiter seçimlerin düzenleyicisi olan görevli bir kurumdur. 3 bacaklı memur kastlarından oluşan bu devlet yapısı asla "Türk milletinin" devleti değildir. Aksine bu devlet Türk milletinin haklarına ve özgürlüklerine düşman olan memur kastlarının temsiliyetist diktatörlüğüdür. Millet bürokratik denetimist faaliyet ile devletten, kurumlardan ve memur kastlarından haklarını ve özgürlüklerini söke söke almadığı sürece, bu diktatörlükten ne demokrasi ne cumhuriyet ne de hukuk çıkmayacağı gün gibi aşikardır!
8.06.2023
Sandığa ve sandık hukukuna iktidar emir ve talimatlarla (İç işleri Bakanlığı, İl-ilçe seçim müdürlükleri vs.) YSK'yı kullanarak el atmıştır. YSK, denetimistlere bununda cevabını verememiştir. YSK'ya çöreklenmiş memur kastları üç maymunu oynamaktadır. YSK iktidarın bugüne kadar yapmış olduğu tüm plebisiter seçimlerin suç ortağıdır. 14 Mayıs ve 28 Mayıs parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde milletin iradesi iktidar ve onun emir uşağı olan YSK eliyle gasp edilmiştir!
8.06.2023
Seçimlerde seçmene karşı görevi ve yetkisi bulunmayan YSK'nın, evrensel seçim hukukunda seçilmenlere karşıda seçimlerde görevi ve yetkisi bulunmamaktadır. İktidarın emir uşağı haline gelmiş olan YSK'nın böyle bir problemi de yoktur. Seçilmen sandığına seçilmen olarak el koyup, seçmenin seçimlerde güvencesi olarak milletin denetim haklarını millete verebilmek adına cumhurbaşkanı adayı olan "denetimist-davacı-cumhurbaşkanı-adayının" seçilmen olarak memur kastları rejiminden davacı olması da bu sebeptendir. Çünkü YSK'yı anayasanın kendisi ilgilendirmediği gibi, evrensel seçim hukuku ve AİHS seçme ve seçilme hukukunun maddesi de ilgilendirmemektedir. Evrensel temel seçim ilkesi gereği seçmenin teminatı seçilmen, seçilmenin teminatı ise seçmen iken, bu evrensel temel seçim ilkesini bile uygulamaktan aciz bir YSK, milletin seçme ve seçilme haklarının uygulayıcısı bir kurum olamamıştır; olmasına da geçit verilmemiştir. YSK aldığı kararlarla, seçilmen terörizminin koltuk değneği olduğunu, bağımlı ve taraflı bir kurum olduğunu resmen ilan etmiştir. Dolayısıyla; seçimlerin iktidardan emir ve talimat alan YSK eliyle yapılıyor olması, 14 Mayıs seçimini daha başlamadan şaibeli (plebisiter) bir seçim haline getirmiştir!
8.06.2023
Yürütmeye bağlı Adalet Bakanlığı'nın bir kurumu olan YSK'nın seçim hukukuna bakmadığını ve buna yönelik her hangi bir görevinin olmadığını hepimiz biliyor olsak bile, seçim hukukunun da ötesinde YSK'nın seçim kanunlarına da bakmadan uygulama yapması ve kararlar alması dünyanın hangi ülkesinde görülmüştür? ABD, Almanya, Fransa, Rusya, Çin vs. hangisinde seçim kanunları hiçe sayılarak o ülkenin Yüksek Seçim Kurumu kendi kurullarının güvenilirliğini ayaklar altına almaktadır. Aklı başında hiçbir ülkede seçim hukukunun ötesinde, o ülkenin Yüksek Seçim Kurulu mevcut yazılı kanunlara bakmadan karar almaz. Hitler Almanya’sı bile en basitinden kanun devleti idi. Yazılı kanun ne ise faşist hakimler, savcılar, yargıçlar onu uyguluyordu. Türkiye'de bu da yok! Zamanında birileri T.C. için "faşist diktatörlük" derdi. İnanın faşist bir rejimde bile bu kadar saçmalık görülmemiştir. Bazı arkadaşlar "bu da söylenmez yahu!" diyor ya, eğer yalansa sabahı çıkarmayım, inanın bu memur kastları Hitler'e bile rahmet okuturlar! Bunların, iktidarın, YSK'nın, MHP-AKP çetesinin üzerinden bir an gözünüzü ayırın adamlar kaş göz arasında bir ton filim fırıldak çevirir ruhunuz bile duymaz. Böyle sahtekar, böyle ahlaksız bir ülke işte!
8.06.2023
Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz diye diye bu hale geldi devlet. Meclis başkanı istedi diye "12.inci cumhurbaşkanı" ibaresinde "12.inci" rakamı çıkarılıp, rakamlar sıfırlandı. Yeni devlet mi kuruldu? Türkiye Cumhuriyeti devleti yıkılıp Tayyip Erdoğan devleti mi kuruldu? Rakamları neye göre sıfırladınız? Bugüne kadar gelen her Cumhurbaşkanına atfen bir rakam koyarak ilerletişmiş bir tarih mevzu bahis iken, Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere tüm cumhurbaşkanları yok sayıldı. Meclis 3/5 yani 360+1 ile seçim kararı veremediği için (Anayasa/116), iş nasıl bir formül bulsak da Erdoğan'ı üçüncü defa tekrar seçtirsek (Anayasa/101) meselesine düğümlendi. Rakam oyunu da bu yüzden çevrildi. Anayasal düzenleme gereken bir konu iktidarın emir ve talimatlarıyla YSK ve meclis başkanının keyfine göre düzenlendi. Yargının ve YSK'nın bir emir uşağı olduğu böylece bir kez daha kanıtlanmış oldu. Resmi iktidar AKP ve derin iktidar (rahmetli Uğur Mumcu buna "derin devlet" derdi) MHP istedikten sonra YSK dahil hiçbir kurumun kendi yasasına dahi bakmadığı, hatta AYM'nin bile anayasaya ve kanunlara bakmadığı, kararların emirle ve talimatlarla alındığı denetimistlerin bürokratik mücadelesi sonucunda daha da net bir şekilde ortaya çıktı. Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti devleti kendi kanunlarına bile bakmayan, iktidarın emir uşağı olmuş kurumların devleti vaziyetindedir. Bırakın hukuk devleti olmayı, Türkiye Cumhuriyeti devleti kanun devleti bile olamamış bir görüntü vermektedir. Anayasa da hukuk devleti yazıyor ama sadece yazıyor. AYM dahil olmak üzere hiçbir kurum ne anayasaya ne kanunlara bakıyor. Hukuk salt yazılı kanunlara ve ölü metinlere indirgendiğinde o hukuk olmuyor; tam tersine guguk oluyor! Yani anlayacağınız o ki; seçilmen terörizmi ile seçilmiş iktidar şayet isterse milletin malına, canına ve haklarına devlet şiddeti ile sözüm ona kanun ve anayasa şiddeti ile çökebiliyor. Keza milletin temel haklarına çökmek sömürgeci siyasi temsiliyetist memuriyetizmin varlık nedenidir! Peki asıl sorulması gereken soru şu: bunca şey olurken muhalefet ne yapmaktadır? Neden bu konuları gündeme getirmemektedir? Toplum içerisinde bu konuların tartışılmasının neden önünü açmamaktadır? Bu muhalefet kime çalışmaktadır? Nasıl ki bu ülkede yalandan darbe, yalandan fetö, yalandan ohal var ise, yalandan bir muhalefetin olması da bir tesadüf müdür?
9.06.2023
Millet yasamaya müracaat etse önerge veremiyor, kanun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gitse müracaat edemiyor, yürütme ve yürütmenin bir kolu olan hakimi, savcıyı, avukatı şikayet edip yargıya müracaat etse, o’nu da memurun koruma kanunlarından dolayı yapamıyor. Yani seçim geçtikten sonra millet, seçilmen ve atanman terörizminin ele geçirdiği yasama, yargı ve yürütme kastları tarafından eli kolu bağlı kurbanlık koyun haline getiriliyor!
Seçimler lafa gelince millet adına millet için yapılıyor. Kanunlar ve anayasa lafa gelince millet için yapılıyor. Lakin kanun ve anayasa devlet ve iktidar tarafından uygulanmak istenmediği zaman, devlet ve devlet memuru milletin malına, canına ve haklarına çökmek için kanunsuz uygulamalar yaptığında, lafta millet adına milletin malına, canına ve haklarına çöken devlet ve devlet memuru arka kapıdan devlet şiddetini kullanarak şahsi menfaat elde ediyor. Millet adına devlet ve kurumlarını kullanarak şahsi menfaat elde etme işine temsiliyetizm ve memuriyetizm denir. Ne güzel tezgah ama! Devlet dediğiniz mekanizma, milleti dolandırma mekanizması haline gelmiş. Bu dolandırıcılık işi de sandıkta başlıyor. Yürütme her türlü milletin, malına, canına ve haklarına çöküp iktidarın memurlarının şahsi menfaatlerine haksız kazancı yürütüyor. Yürütme işlemi, milletin temel haklarına çökerek, aşırı çalıp çırparak milleti soyma işlemini icra ediyor.
Millet değil, her seferinde temsiliyetist ve memuriyetist siyasal kast diktatörlüğü kazanıyor, milletin malına, canına ve haklarına çökülüyor, millet ise her seferinde kaybediyor zulme ve devlet şiddetine uğruyor. Tam bir soyguncu, sömürgeci rejim! Yani emperyalizm, emperyalist kapitalist olalı böyle bir sömürgeci zulüm düzeni de görmemiştir!
Memur kastlarına yetki vermemiş bu milletin denetimist fertleri olarak, sizin kendi şahsi amaçlarınız ve menfaatleriniz için çıkarttığınız kanunları ve anayasayı tanımıyoruz!
AİHM ve Avrupa Konseyi gibi “emperyalist kurumlarda” az biraz akıl kaldı ise, onlarda sizin kanunlarınızı ve anayasanızı tanımayacaktır!
Bu milletin denetimist bireyleri olarak yaptığınız şaibeli (plebisiter) seçimi de, kendi menfi amaçlarınız için kullandığınız lafta Anayasanızı da, kanunlarınızı da, TANIMIYORUZ!
9.06.2023
Önceden ülkemizde ve tüm dünyada kabul edilen seçim hukuk sistemlerine göre, milletin iradesinin “yasamaya yansıyan oy oranında yürütmenin belirlenmesi usulü” temel bir seçim hukuku iken, milletin iradesinin yasamaya daha az, yürütmeye daha fazla yansımasını referans alan yeni seçim sisteminin dünyada hiçbir emsali dahi yokken, bu ne idüğü belirsiz uygulamanın hangi temelde alındığını dahi açıklamaktan acizler.
Yıllardır başkanlık sistemi uygulanan ABD de bile yasamaya yansıyan oy oranına göre yürütme belirlenirken ve dünyada başkanlık sistemlerinin gerekçesi “istikrar” iken, bizim ülkede istikrar adına, koalisyonlardan kurtulmak adına, koalisyonlardan daha kötü bir dönemin kapıları aralanmıştır. Yürütmenin ittifak gücünün yasamada daha zayıf, yasamanın ise daha parçalı ve daha da kaos içerisinde bulunduğu bir hükümet sistemi geliştirilmiştir. Yürütmede güçlü bir şekilde çalışan bu sistem yasamada ise sürekli felç durumu yaratmaktan öteye geçememektedir. Yürütme böylelikle yasamayı şimdiden daha da çok tahakküm altına almıştır.
Türkiye, “davacı denetimist cumhurbaşkanı adayının” dosyasına AİHM mahkemesinde cevap verebilmek için, yalandan yere aldırdığı AYM seçim kararını da Avrupa’ya yedirip dünyayı kandırabilmek için, yasama ve yürütme arasındaki teraziyi bilinçli bir şekilde bozmuş, kanunlarını ve anayasasını memurun bekası pahasına vatandaşın zararına uyguladığı ve bozduğu gerçeğini saklamak için, bu seçim sistemini çıkartmış, böylelikle de seçmenlerin seçim teminatını yasama üzerinden yürütmenin lehine yasamanın aleyhine eşitsiz bir şekilde, kendisini sözde güvence vermiş gibi göstermeye çalışmıştır.
Yani böylelikle bir yandan Avrupa’yı kandırmaya çalışırlarken, diğer taraftan da muhalif partilerin üzerinde baskı ve tahakküm gücü kurarak fırsattan istifade etmeye çalışmışlardır. Daha denetimistleri kandıramamışken, kaldı ki Avrupa’yı kandırabilsinler! Bizim şark kurnazı malum iktidarın bu kurnazlıklarını Avrupalı bilmiyor mu? Avrupa tarihi böyle kurnazlıklarla dolu. Daha biz seçim sepet demokrasi işleri yapmadan 2 asır öncesinden bu kurnazlık yollarından geçmişler. AKP ve MHP’nin yaptığı cinlikleri şark şeytanlığının dik alasını Avrupalı emperyalistler çoktan görmüş geçirmiş bile! Yani sizin sözde hukuk devleti süsü verilmiş devletinizin, hatta kanun devleti bile olamamış devletinizin ne mal olduğunu Avrupalı emperyalistler bilmiyor mu sanıyorsunuz?
Yani bir tek adam için yapmadığınız şey kalmadı! Anayasa ve kanunları çiğnediniz, yalandan yere darbe varmış gibi darbe yaptınız, seçimi falan kaldırın iktidar babadan oğula geçer deyin, öyle anayasa da süs biblosu gibi duran üniter/hukuk/demokrasi/cumhuriyet gibi uygulanmayan maddeleri de bir zahmet kaldırın!
Kurup da gizlediğiniz Tayyipistan diktatörlüğünüzü, hem bu millete hem de tüm dünyaya açıklayın!
9.06.2023
Bilindiği gibi Almanya'da Hitler iktidara parti ile seçim ile gelip adım adım tüm kurumları eline geçirip diktatörlüğünü kurduğu gibi, MHP'nin emir ve komutasındaki RTE ve AKP ekibi de aynı Adolf Hitler'in yolunu izlemiştir. Bu kadar mı benzer bir şekilde Alman faşizminden kopya çekilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonunda yenik düşen Almanya açlıkla, sefaletle, işsizlikle, hastalıkla ve savaşın vermiş olduğu ağır bedeller ve savaş borçlarıyla cebelleşiyorken, Almanya'da siyasal olarak çok güçlü olan Alman sosyal demokrat partisi, aynı bizim ülkemizdeki CHP gibi "liberal çekingen ve ürkek bir program izlerken", sosyal demokratların yapamadığı rol ve görevlerini (yıllardır CHP'nin edilgen ve elitist tavırları gibi) nasyonal sosyalizm programı ve adıyla, sosyal demokratların görevlerini de üstlenmiş bir faşist parti doğup, burada Erdoğan'ın yaptığı gibi aynı karizmatik tavırlarla, ilk etapta her kesime gülücük dağıtıp herkesi mavi boncuk politikası güderek büyülemiş ve büyümüş ve sonuçta radikal söylem ve militan tavırlarıyla da (aynı AKP gibi) iktidar olmuştur. Almanya'da Nazilerin iktidara gelişi ile AKP'nin iktidara gelişi arasında yöntemsel anlamda hiçbir fark yoktur. Orada da faşist parti iktidara seçimle yürümüş, iktidara yürüyüşü sırasında "ulusal-sol söylemleri" tercih etmiş, AKP'nin yükselişinde de aynı söylemler hakimdi. Daha sonra daha sekter ve seküler bir ırkçılığa yönelmiştir. AKP'nin son 8-10 yıllık süreci de buna işaret etmektedir. Propaganda yöntemleri açısından da Hitler'de Erdoğan'da tek adam rejimi kurmuştur. Tüm devlet erki, bir kişi de toplanmıştır. Almanya'da Türkiye'de anayasalarını ve kanunlarını kuvvetler birliğine göre inşa etmişlerdir. İç düşman dış düşman tanımlamaları, her zaman toplumu kamplaştırıp, milleti bölücü ve ayrıştırıcı söylem ve politikalarla iktidarlarını pekiştirmişlerdir. Bu örneğe her ne kadar gelişim süreçleri tam olarak örtüşmese de Franko İspanyasını ve Mussolini İtalyasını da verebiliriz. Hitler, Mussolini ve Franko faşist politikalarının ana eksenini, başlangıçta "demagojik bir mağduriyet algısı yaratmakla" başlamışlar, daha sonraları ise yalan, demagoji, iftira, hakaret ve devlet şiddeti ile paramiliter şiddeti birleştirmişlerdir. Ülkemizde AKP ve MHP de aynı politik hattan beslenip, toplumsal hiç bir sorunu çözmediği gibi, tüm toplumsal sorunları işin içerisinden çıkılamaz bir hale getirmiştir. Maalesef Hitler, Mussolini ve Franko faşizminin bile gıpta edebileceği bir "devlet ve memur yalan söyler" yasası da 7418 ile çıkarılmıştır. Dünyada gelmiş geçmiş hiçbir faşist liderin göze alamadığı "devlet ve iktidar deformasyon/dezenformasyon ve yalan yapar" yasasını çıkartmak, R. T. Erdoğan'a ve AKP hükümetine/Cumhur ittifakına "nasip" olmuştur. İşte görüldüğü üzere ortada demokrasi yoktur. Seçimle gelen temsiliyetist güçler isterlerse demokrasiden krallığa ve diktatörlüğe gidebilirlermiş! Maalesef örnekleri de var; R. T. Erdoğan, AKP ve Bahçelinin MHP'si bunu icat etmişlerdir. Bizimkiler tüm faşist parti ve liderlerin deneyimlerini özümseyerek günümüz ölçeğinde "faşizmi de modernleştirmek ve geliştirmek suretiyle" yeniden tesis etmişlerdir. Başka bir deyişle, R. T. Erdoğan, AKP, D. Bahçeli MHP faşizmi dünün minimal-faşizmine kıyasla günümüz ölçeğinde "modernleştirilmiş ve geliştirilmiş" olan glokal-faşizmin bugün ki suretidir.
11.06.2023
Ne zaman ki derin/PDY devlet MHP AKP'ye R. T. Erdoğan'a "yürü ya kulum!" dedi. O günden beri kimi zaman kavgalı gözükseler de, kimi zaman barışık gözükseler de; sonrasında "YAŞ mühpem kararıydı", yok "e-muhtura idi", yok "367 idi", yok "referandum idi", yok "Ergenekon idi", yok şuydu, yok buydu, bir sürü senaryo ve algı operasyonlarıyla, önce askeriyedeki muhalif subay ve astsubaylar temizlendi, mit-jitem kapışması ile emniyetteki muhalif üst düzey kadrolar temizlendi. Yok ıslak imza, yok kozmik oda, yok 17 Aralık, yok hendekler, yok darbe, yok fetö metö diyerek, AKP ve MHP tüm devlet kurumlarını bir bir eline geçirerek devlet içerisindeki tüm diğer siyasi muhalifleri eze eze bir diktatörlük rejimini inşa etti. Fetö damgasıyla işten atılan öğretmenler mi dersiniz, doktor ve mühendisler mi dersiniz, her yere kendi kadrolarını yerleştirdiler. Yargı'da da aynı şeyler/süreçler yaşandı. Tüm yürütme kurumları ve bakanlıklar alt düzey olmasa da tüm yönetici amir kadrolar, YSK'sı, HSK'sı, AYM'si her yerde istedikleri gibi müdahale edebilmektedirler. Her devlet kurumunu kendi yandaşları ile doldurmaktadırlar. Yasama ve yürütmenin yargının üst kurumlarına atama yapması, bağımsız ve tarafsız yargı gerçeğine aykırıdır. Adalet Bakanlığı'nın teşkilat olarak yargının başı olması, HSK ve diğer yargının üst kurumlarının da başı olması, siyasal otoritenin yargı üzerindeki tahakkümünün en açık kanıtıdır. Haliyle; yargı kararları ne ulusal hukuka ne de uluslararası hukuka uymadığı gibi, seçilmenlerin ve atanmanların kendi yapmış olduğu kanunlara dahi uymamaktadır. Dolayısıyla; devletin ve kurumların başındakilerin tanımadığı bir anayasayı ve kanunları vatandaşın tanımasını beklemek hangi akla ve mantığa uygundur?
11.06.2023
Osmanlı İmparatorluğu'nun 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın galipleri tarafından işgal edilmesi ile gelen bir "Cumhuriyet" yapısı, kendi iç dinamikleri ile gelişen bir modernizmden/kapitalizmden ziyade, emperyalist işgal kuvvetlerinin dışsal zorlamasıyla oluşan bir modernizm/kapitalizm olarak kalmıştır. Başka bir deyişle, emperyalist işgalle gelen modernizm/kapitalizm daha baştan sakat ve kusurlu doğmuştur. Dolayısıyla; yerel dinamikleri oluşmamış bir "cumhuriyetçi" devlet algısı, modernizmi/kapitalizmi bu coğrafya da yukardan aşağıya doğru gelişen otokratik bir dikta rejimine dönüştürmüştür. Kaldı ki; emperyalizmin gölgesinde kurulan bu devlet; en başında itibaren Alman ittihatçılığından ve İngiliz ittihatçılığından devşirilmiş memur kastlarından oluşturulmuştur. Sonuç olarak; içselleştirilmiş bir laizm/cumhuriyetçilik/demokratizm bu coğrafya da hiç bir zaman var olmamıştır ki; içselleştirilmiş bir hukuk algısı var olabilsin! Öte yandan, yargı ve hukukun birbirinden ayrılması meselesinde de, "iç yargı" diye bilinen ve yanlış adlandırılan kurumların (buna AYM de dahil), siyasi yargı süreçlerine dahil olduğu ve başka bir yanılsamayla da hukukun ise "dış-hukukta" olduğu şöylense de, bunların her ikisi de gerçeği yansıtmamaktadır. Her iki açıdan da yanlış olan bu yaklaşımlar; hukukun dışardan (Avrupa'dan vs.) geleceğine olan bir boş inançtan kaynaklanmaktadır. Haliyle hukuk, yani hak! Ne "iç yargıdan", ne "dış hukuktan" (Avrupa vs.) değil, ancak milletin bürokratik denetimist savaşımı ile gelebilir! Yani hak verilmez, hak alınır. Hak var olandan değil, yok olandan çıkar. Hak yoktan var olur. Ancak bu şekilde hak hak'ın asıl sahibi olan millete eşit şekilde üleştirilebilir. Toplumun, işçilerin, emekçilerin, kadınların, çocukların vs. hakları ancak bu şekilde teminat altına alınabilir. Hak ancak kendi hakları için mücadele eden bireyler var olduğu müddetçe var olabilir. Yoksa haklar ölü metinler, anayasalar, kanunlar, yasalar vs. ile doğuştan kazandığımız şeyler değildir. Hak verilemez, ancak savaşarak, mücadele edilerek elde edilebilir! Ülkemizde ve tüm dünyada insanlığın ilerlemesinin önünde bir engel olarak duran çürümüş temsiliyetist ve memuriyetist yapılar tarihsel olarak kendi sınırlarına dayanmış durumdadır. Dolayısıyla; 4 bacaklı denetimist devlet aygıtlarının tarihsel dayanaklarının bir bir ortaya çıkması da, elbette ki bürokratik denetimist savaşım biçimlerindeki artışla doğru orantılıdır. Haliyle; kitlelerin öz denetimsel bürokratik savaşımı karşısında temsiliyetizmden ve memuriyetizmden beslenen kapitalist emperyalist sistem ne yaparsa yapsın er ya da geç yerini yeni tarihsel ve toplumsal kurumlara bırakmaya mecbur kalacaktır. Eski toplumun bağrından çıkan yeni ilkeler ve kurallar eski toplumu da kapsayarak aşacak şekilde yeni bir devlet ve toplum yapılanmasının da temellerini atacaktır. Başka bir deyişle, er ya da geç bu statüsüzlük hali tüm statüleri eski ilkeleri ve kuralları yıkarak, yeni bir statünün yeni ilkelere ve kurallara dayalı yeni bir sisteminde öncüsü olacaktır!
12.06.2023
Tıpkı emperyalist işgal ve ilhakla, İngiliz çizmeleriyle zorla kabul ettirdikleri temsiliyetist-memuriyetist cumhuriyetçilik gibi, denetimist hukukta zorla Avrupa'nın baskısı ile Türk devlet yapısına entegre olsun da "bize kimse dokunmasın" diyen anlayış, bugün Türk yargısına hakim olan anlayıştır.
Yargının denetimistlere karşı takındığı tutum, yasamadaki, yargıdaki, yürütmedeki kastların korkusundan beslenen bu tutum, ne bu millet tarafından ne de denetimistler tarafından kabul edilebilir bir durum değildir. Bu tutum hukuksuz bir duruma da işaret etmektedir.
Denetimist hukuk mücadelesine karşı bu tutumu reva gören memur kastlarına ilişkin olarak, AİHM'ye yapılan müracaat gereği; ister görevde olsun ister emekli olsun tüm savcıların, hakimlerin ve yargı personelinin uluslararası hakim, savcı, avukat vs. teşkilatlarından emeklilik haklarının cezai müeyyidelerini ödemeleri talep edilmiştir. Keza Türk milleti adına yanlış kararlar alan yargının kendi sorumluluğunun bilincine varması adına yapılan müracaatlar esas olarak denetimist vatandaşlık bilincinin bir gereğidir. Aksi takdirde; Türk milleti adına millete yaşatılan mağduriyetlerin giderilmesi de mümkün değildir.
Memur kastları bilmelidir ki; seçmenle seçilmeni yalandan yere ayırmakla (AYM kararı) bu işten sıyrılamazsınız! Madem bir yanlış yaptınız ve seçmenle seçilmeni birbirinden ayırdınız; 20 yıldır kararlarınız ile gerçek suçlulara ceza kesemediniz ya; ne de olsa memuriyetist çıkarları korumaya yemin etmişsiniz ya; o vakit sizin millet adına konuşmaya dahi yetkiniz kalmamış demektir! Nasıl siz milletin temel haklarını, anayasayı, kanunları vs. tanımıyorsanız, denetimistler de sizin yalan politikalarınızı tanımayacak ve Türk milleti (toplumun-kümülatif-hakları) adına Türkiye'nin AİHM'de ve Avrupa Konseyi'ndeki savunma haklarını da burada iç hukukta yok edeceklerdir!
Ey Türk yargısı memur kastlarına boğun eğip memur mafyasını/GLADİO'sunu koruyacağına, İtalya'daki savcı gibi Cumhurbaşkanına dava açabilseydiniz, eğer hukuka zerre kadar saygı duyup bu savcı gibi yapsaydınız, hukuka ulaşmak için Türk yargısı da çabalıyor derdik!
İtalya'daki o cesur savcı tutuklanmış, devlet içerisindeki memur mafyasının/GLADİO'sunun kapışması çözümlenmeyince de AİHM ve Avrupa Konseyi sürece müdahale etmiştir. Yani İtalya'da sadece bir devlet kurumu yakalanmıştır. Yani siz ne yapmaya çalışıyorsunuz, denetimistler olarak anlamadık. Yasama, yargı ve yürütme üçü birden suçüstü yakalanıyor, dünya rekoru kırıyor, Türk milletine ve Türk devletine bu kadar zarar veriyor, ama siz görmedim, duymadım, bilmiyorum diyerek üç maymunu oynuyorsunuz. Siz hangi milletin hangi devletin mensuplarısınız, açıkçası biz anlayamadık!
Türkiye'yi tüm dünyaya rezil edip, rezillikte de sınır tanımıyorsunuz. Bir de utanmadan sıkılmadan almış olduğunuz kararlar ile bu rezilliğinizi dünyaya deklere ediyorsunuz. Tüm dünya hukuk camiası ve önde gelenleri size bir tarafıyla gülüyor. En basitinden; peki kooperatif üyesine "trans"/statüsüzlük kararı vererek üniter yapıyı/Türklüğü/milletin temel kümülatif haklarını yok sayarak Avrupa'da AİHM ve AİHS'de attığınız kimliksel şerhe ne demeli? Peki İstanbul Sözleşmesi’nde “Cinsel kimlik talep ediyorlar” yalanına sarılarak Avrupa Konseyi’ni ve AİHM’sini kandırmaya çalışmanıza ne demeli? Siz Türk yargısı mısınız yoksa başka bir milletin yargısı mısınız önce ona bir karar verin.
Sanmayın ki Türk milleti sizden bir gün hesap soramaz. Millet hukuk tanımaz bu kast uygulamalarınızdan ve diktanızdan milletin temel hakları için er ya da geç hesap sormasını bilecektir!
12.06.2023
Tüm millet üstü toplumsal yapılar ve bu yapıların iç seçimleri hangi kıstaslara göre yapılmaktadır?
Kendisine "demokrat", "cumhuriyetçi", "aydınlanmacı" diyenlerin çoğunluğu neden bir kez dahi olsun bu soruyu kendilerine sormamışlardır?
İster özerk, ister tüzerk içinde özerk, ister özerk içinde tüzerk olsun, ister kurum, ister kurul, ister dernek, ister sendika vs. biçiminde olsun tüm dünyada ve ülkemizde millet üstü toplumsal yapıların iç seçimleri de dahil olmak üzere tüm seçimler plebisiterist'tir. Başka bir deyişle, tüm bu millet üstü yapılar tarihsel olarak yasamadaki, yargıdaki, yürütmedeki plebisiterizmden ve plebisiterizm türlerinden beslenmektedir.
İşte bu nedenledir ki; temsiliyetizmin bir kolu plebisiterizme çıkarken bir kolu da memuriyetizmde vücut bulmaktadır. Dolayısıyla; tüm dünyada ve ülkemizde seçilmen terörizminin otokratik despotizmi ile hareket eden memur kastları ellerinde tuttukları partilerde, sendikalarda, meslek odalarında, derneklerde vs. tüm seçim sepet işlerini bu plebisiter despotizm aracılığıyla yapmaktadırlar.
Örneğin, Türkiye'de YSK'nın atanması ve YSK iç seçimleri ya da HSK'nın atanması ve HSK iç seçimleri ya da AYM'nin atanması ve AYM iç seçimleri (bu liste Yargıtay, Sayıştay, Danıştay vs. biçiminde uzatılabilir), yasamadaki komisyon atamaları, yürütme bakanlıklarının atamaları ve bakanlıkların iç seçimleri, tüm bu süreçler milletin hiçbir şekilde söz ve karar hakkına sahip olmadığı plebisiter tarzda örgütlenen ve uygulanan despotik süreçlerdir.
Başka bir deyişle; bütün bu süreçler seçilmişlerin (ki atanmışlarda aynı kişilerden meydana gelmektedir) kendi kendilerini seçtikleri ve kendi kendilerini atayarak kurumları ve kurulları (dolayısıyla devleti) oluşturdukları bir plebisiter despotizm eliyle yapılmaktadır.
Doğal olarak; memuriyetist ve temsiliyetist plebisiter sistemin bu yapısal sistemin üzerine bina edildiğini söylemek hiçte abartılı olmayacaktır!
Sorunun kaynağı salt adil bir seçim sisteminin olmaması değildir. Sorunun asıl kaynağı adil bir seçim sistemine, eşit ve ulaşılabilir bir hukuk sistemine, bir cumhuriyet sistemine, milletin temel haklarını kıstas alan sosyal eşitlikçi bir devlet yapılanmasına mevcut plebisiter despotizm modeli ile ulaşılabilmesinin mümkün olmamasıdır.
İşte bu nedenledir ki; memuru da vatandaş karşısında eşitleme terazisi olarak bağımsız bir toplumsal denetim kurumu ile dengelemeye ve böylelikle denetlenebilir ve geri çağrılabilir bir bürokrasi eliyle millet ve devlet arasında bozulmuş olan dengenin millet lehine yeniden tesis edilebilmesinin tek yolu denetlenebilir bir devlet ve toplum modelinin hayata geçirilebilmesidir.
Aksi takdirde; devlet ve kurumlarını ele geçirip menfi ve siyasi çıkarlarının peşinde koşan, milletin temel haklarına çöken, cebini doldurma kavgasında her türden siyasal madrabazlığı ve hokkabazlığı yapan temsiliyetist ve memuriyetist kastların tüm dünyaya ve ülkemize getirebileceği tek şey daha fazla yozlaşma ve yoksulluk olacaktır.
Çözüm çok basit.
Çözüm milletin kendisini ve temel haklarını denetim yoluyla memur despotizminden korumasıdır.
Kimsenin kimse adına sözcülük ve savunma yapması bir çözüm değildir. Kimsenin Don Kişot vari bir role soyunmasına da gerek yoktur!
Herkes kendi temel haklarını devlet sistemi içerisinde kurumsal bir statü altında, tüm iç denge ve denetim kurumlarının da bağımsız bir toplumsal denetim kurumu altına alınmasıyla, millet bu sayede tepeden tırnağa tüm devleti ve memurlarını denetleyebilecektir.
Denetlenebilir ve geri çağrılabilir bir bürokrasi ancak temel haklarının farkında olan ve devlet sistemi içerisinde kurumsal teminatlara ve statülere sahip olan bir vatandaş denetim ağı ile sağlanabilir.
Sonuç olarak; denetlenmeyen bir devlet, denetlenmeyen bir cumhuriyet, denetlenmeyen bir demokrasi, ne bir devlet ne bir cumhuriyet ne de bir demokrasi olamayacağı gibi; çürümenin ve yozlaşmanın büyük bir hızla tepeden topluma aşağıya doğru yayıldığı bir sistemin gelecekte ki akıbetinin ne olabileceğini görmek içinde zaman yolculuğu yapmakta gerekmemektedir!
13.06.2023
Faşist propaganda yöntemleri doğru olsaydı; tüm dünya bu propaganda yöntemlerini açıkça savunurdu. Dünyanın uygar ve gelişmiş toplumlarında faşist propaganda yöntemleri lanetlenirken, bizim gibi ülkelerde ise temsiliyetist siyasal kastlar rahat rahat faşist propaganda yapabilsin diye yasa bile çıkarılabilmektedir.
Sözde 298 deki propaganda da eşitlik ilkesi yasa maddesi olarak varken kanun kaotizmine geçit verilerek faşist propaganda yöntemlerine serbestlik getirilmiştir. Elbette ki bu serbestlik memur kastları için getirilmiş olan bir serbestlik olup, memur despotizmi millete daha iyi yanıltıcı bilgi verebilsin ve yalanı daha iyi yayabilsin diye bu serbestliğin önü bilinçli ve kasıtlı olarak açılmıştır.
Seçimin tarafı olan Cumhurbaşkanına seçim kanunlarının gereği olarak seçim yasakları bile uygulanmamıştır. Eğer uygulanmayacaksa; YSK kendi seçim kanunlarına dahi bakmayacaksa, o maddeleri oraya koymanın ne anlamı vardır? Dünya nereye gitmektedir; Türkiye nereye gitmektedir? Türk devleti tersine tersine giderek adım adım kendi çöküşünü de hazırlamaktadır.
Memur despotizminin çaldığı yetmiyormuş gibi, bir de milletin bu temsiliyetist teröristler tarafından her gün aşalanması, hakarete ve iftiraya uğraması yok mu! İşte milletin bu memuriyetist kastlara diş bilemesinin bir nedeni de budur. Anayasa tanımaz, kanun tanımaz, yasa tanımaz, hukuk tanımaz, hak tanımaz bu mantık; milletin temel haklarına çökmeye devam ederek milleti millete rağmen sonsuza kadar köleleştirebileceğini sanma hastalığına ve akıl tutulmasına düşmüş durumdadır.
MHP/AKP/ cumhur ittifakı kastları deprem yasalarını ve afet yasalarını çıkartmadığı ve çıkarttığı yasaları uygulamadığı için yargılanmalıdır. Suçlular derhal mahkeme önüne çıkarılmalıdır!
CHP ve HDP belediyeleri de olsa; o imar müdürleri, yapı denetim müdürlükleri, ilgili bakanlıklar derhal yargılanmalıdır!
“Doğu Anadolu fay hattında katliam olacak, acil önlemler alınmalıdır” dediği için Mimarlar Odası’nı (TMMOB) hain ilan eden, terörist ilan eden de bu hükümettir.
Bilimsel gerçekleri söyleyen jeofizikçilerin raporlarını kabul etmeyip, hain ve terörist diye üniversitelerden kovanda bu iktidardır.
Devletin başına musallat olmuş her şeyi bildiğini varsayan örgütlü cehalet milletin başını da yemeye devam etmektedir. Memuriyetist kast grupları ve derin MHP seçim sepet işleriyle deformasyonla/dezenformasyonla bu sistemi zorla despotizmle millete rağmen ayakta tutmaya çalışmaktadır.
Aynı darbe raporlarını kaybedip darbe araştırmasına ret verdikleri gibi, aynı sözde fetöcü terör örgütünün siyasi ayağının araştırılmasına ret verdikleri gibi, memur kastları kendi suçlarını gizlemek için kılıktan kılığa girseler de, 14/28 Mayıs plebisiter seçimleri memur kastlarının son temsiliyetist seçimi olmuştur.
Keza millete bu zulümü reva gören zalimlerin yargılanması için sonuna kadar denetimistler mücadele edecektir. Temsiliyetist siyasal kastlar hem iç hukukta hem de evrensel hukukta kaybetmeye ve yenilmeye mahkumdur!
14.06.2023
Gerçek seçim tarihi 14 Mayıs değildi.
R. T. Erdoğan’ın üçüncü defa aday olma halkı anayasaya uygun değildi.
Neden millet ittifakı/CHP ve onun açık/gizli ortakları yasal denetim yapıp bu seçimi mahkemeleştirmediler?
Neden muhalefet yasama başkanının yazdığı bir makalenin bir hukuk kararı olamayacağını beyan etmedi?
Bütün bunları milletten neden sakladınız?
Yasa koyuculukta bu ülkede bütün kanunları MHP ekibi yapmıyor mu?
İktidar ve muhalefet baştan beri anlaşmalıydı.
Amaç memur despotizmine dokundurmamaktı.
Yeter ki millet temel haklarının bilincine varmasın.
“Aman millet bize dokunmasın!” bizi denetlemesin diyen siyasal temsiliyetist kastlar anlaşmalı bir şekilde sandıktan Erdoğan’ı çıkardılar.
Ortada YSK’nın açıklayamadığı 12 milyona yakın oy var. Bir ülkede seçmen sayısından fazla oy olabilir mi? Misal; 50 milyon kişilik bir ülkede 60 milyonun oy vermiş olması sizce normal mi?
Ne dedik oyu kimin verdiğine, oyu kimin saydığına değil, asıl yetkiyi (mazbatayı) kim veriyor, oyu kim kabul ediyor ona bakın.
Gerçeklerle yüzleşmek bu kadar mı zor?
İşte kazananda kaybeden de buna göre belirleniyor.
Yıllarca sosyalist yapılar seçim ve parlamento için aldatmacadır dediler. Ama yalnız dediler. Dediler de ne yaptılar?
Sosyalist yapılar bu plebisiter seçimleri, plebisiter şekilde oluşmuş olan yasama, yargı ve yürütme kurumlarını denetlemek için ne yaptılar?
Müzmin küstüm oynamıyorum sandık boykotizmi edilgen bir protesto biçimi olarak kaldı.
Bunun yerine denetim yoluyla millete (hadi işçi sınıfına diyelim) sandığa gidip sandığı (temsiliyetizmi ve memuriyetizmi) sandıkta protesto edin neden denilmedi?
Denilmez; çünkü kendisine sosyalist adını veren yapılarda aynı yasamadaki, yargıdaki ve yürütmedeki plebisiter atama ve seçimlere benzer bir şekilde oluşuyor.
Burjuva partilerini geçin, hangi sosyalist yapıda iç denetim var? Tıpkı temsiliyetist ve memuriyetist kurumlar gibi bu yapılarda parti oligarşisine ve lider kültüne dayanıyor.
Daha kendi kendisinin iç denetimini yapmayı başaramayan bu yapılar, es kaza iktidara gelse sistemi toplumla birlikte nasıl denetleyecek/nasıl yönetecek?
Sonra al sana otokratik parti ya da lider diktatörlüğü, al sana ceberut devlet anlayışı!
Tarihi kişiler üzerinden açıklamaya çalışanlar büyük resmi oluşturan yapıları da asla göremezler.
Türkiye’de genel manada muhalifler temsiliyetist ve memuriyetist yapıyı tanımadıkları için sürekli oldukları yerde sayıyorlar.
Ülkenin aydın kesimleri bile aydın olma vasıflarına sahip değil. Halbuki bir toplumda ileri ve devrimci fikirlerin katalizörü genellikle aydın tabakalardır.
Ama bizim aydınlarımız sağcı ya da solcu olsun gerici bir konumda. Bunu denetimist mücadelenin karşısında yıllardır üç maymunu oynamalarından iyi biliyoruz.
Hala yok Kılıçdaroğlu iyi adamdı, dürüst adamdı, hakkı yenildi, şöyle olsaydı, böyle olsaydı kazanırdı diye züğürt tesellisi ile kendisini avutanlar da yok değil!
Seçim baştan AN-LAŞ-MA-LIY-DI!
Bir devlette (o devlet Afrika’daki bir kabile devleti bile olsa) yetki tek bir adamın eline geçmişse (o devletin derin iktidarı da şimdilik bunu destekliyorsa) tüm yetkiye sahip olanın ağzından çıkan her şey tanrı kelamıdır.
Bu durumda o ülkede YSK da dahil tüm kurumların patronu da aynı kişidir.
Bu adama karşı sandıkta seçim falan KA-ZA-NA-MAZ-SI-NIZ!
Bu yüzden sözüm ona kendisine muhalefet diyenlerin yaptığı tartışmalar özü itibariyle boş tartışmalardır. Milleti kandırmaya ve avutmaya dönük tartışmalardır.
Hodri meydan!
Karşısında korkudan altınıza pislediğiniz R. T. Erdoğan’ı denetimist hukuk savaşçıları hem ulusal hukukta hem de evrensel hukukta mahkemeleştirmiş durumda.
Ülkede mikrofon faşizmi olsa da, bu gerçek milletten ısrarla saklanmaya çalışılsa da, kral çıplak!
Kralın 14/28 plebisiter seçimlerinde atı alıp Üsküdar’ı geçememesi de, atın denizi geçeyim derken boğulması da bundan işte.
Ey muhalifler mücadele diyorsunuz; peki neredesiniz?
Hak verilmez, hak alınır. Hak zorla, mücadeleyle alınır.
Hak denetim yoluyla, milletin kendi temel haklarını memur despotizmine karşı koruması ile alınır!
15.06.2023
Bilindiği üzere R. T. Erdoğan Beyoğlu Belediye seçimlerine ve 1994 İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerine katıldığında hala bir İmam Hatip mezunuydu. O dönemin çeşitli basın yayın organlarında R. T. Erdoğan için “Değil belediye başkanı olmayı, muhtar bile olamaz” deniyordu. Erbakan ekibine karşı Erdoğan’ın imam hatipli kimliği üzerinden pek çok karşı propaganda yapılıyordu.
2014 yılına gelindiğinde ise davacı Ahmet Davran Erdoğan’ın notere verdiği diplomanın aslını görmeden imzalanmasına ve onaylanmasına yönelik müracaatıyla ilgili noter disiplin cezası yemiş, sonradan bu konuda açılan mahkemelere verdiği talimatla birlikte emir eri mahkemeler ceza hukukundan bu davaların önünü hep kapatmıştır.
Ceza hukukunda Erdoğan’ın diplomasına karşı Ahmet Davran dışında hiç kimse bir girişimde bulunmamış, kimi partiler “hukuk mahkemeleri” yoluyla Erdoğan’ı dava etmeye çalışsalar da başarılı olamamışlardır.
KVKK kanunuyla da diploma gerçeğinin üstü örtüldüğü gibi, fetö ve darbe politikaları için kanunsal düzenlemeler de bu kanunla yapılmıştır.
Diplomayı ve bu konudaki usulsüz işlemleri yapan memurlar hakkında yapılan suç duyuruları da “memura hakaret davaları kapsamında” değerlendirilip, ne fetönün ne darbenin ne de diplomanın hesabı sorulamamıştır. Hesap sormaya kalkan her kim olursa olsun bu muhalif memurlar bile olursa olsun hakaret cezalarına çarptırılmıştır.
Muhalif memurlar hakkındaki veriler bu kurul tarafından rahatlıkla değiştiriliyor, iktidarın istediği gibi muhalif memurlara işlem yapabilecek yasal dayanak sağlanıp, devlet bürokrasisinde yukardan aşağıya doğru baskı politikaları geliştirilebiliyordu. Bu verilerin değiştirilmesi sayesinde hatta emekli memurların emekli subayların bile emekli maaşlarına el konulup yıllarca ödenmemişti. İktidar tüm gücüyle yalan üzerinden bir terör politikası oluşturmuştu.
Bu KVVK’dan önce Erdoğan kendi sahte diplomasını, önce YSK aracılığıyla kabul ettirmişti. YSK, Erdoğan ile ilgili geçmiş belge ve verileri ile (89-94-2002) Cumhurbaşkanlığına adaylık sırasındaki verileri inceleme yapmadan, kendi eski veri sistemiyle karşılaştırmadan yalanla kabul etmiştir.
KVVK ile kanun ve kurum/kurul ile artık YSK sorumluluktan kurtulduğunu zannetmiştir. Yani en azından sorumluluktan kurtulmasalar da bu konuda kanun çıkmasıyla daha da rahatlamışlardır.
İşte gördüğünüz gibi kurulun ve kurumun başkanı istediği veriyi, istediği özerk-kişi ya da tüzerk-kişi olan herhangi bir memurun hakkında veri girebiliyor, istediği veriyi istediği gibi değiştirip, istediği veriyi de istediği gibi silebiliyor.
İşte bu yolla 4-5 bin savcı ve hakimi de sözde fetöcü ilan edip, bu savcı ve hakimlerin verilerini, rütbelerini ve derecelerini istediğiniz gibi değiştirip, istediğiniz gibi meslekten fetö diye de atabilirsiniz.
Ya da iktidarın İrfan Fidan’ı (soyada dikkat!) Yargıtay tecrübesi ve derecesi bile olmadan canının istediği gibi AYM’ye atamasına, ya da iktidarın canının istediği hakim ve savcıyı HSK’ya atamasına ne demeli!
Bu kanunla memurlar iktidarın insafına kalmış, iki dudaklarının arasındaki talimata bağlı hale gelmişlerdir.
İstanbul Adalet sarayında görevli iken, birden bireye Yargıtay’a, orada bir ay bile kalmadan AYM’ye ataması yapılan İrfan Fidan’ın atamasının nasıl yapıldığını anlamak bu sistemin nasıl çalıştığını anlamayı da olanaklı kılar.
Fetö karalaması ve suçlamasıyla içeri giren, mesleklerinden edilen ve zorla emekli edilen hakim ve savcıların onca çabalarına rağmen, nasıl ve neyle suçlandıklarını anlayamamalarının sebebi de bu kanun ve kuruldur.
Kurul, istediği kişiye istediği veriyi gösteriyor, istemediği kişiye istemediği veriyi göstermeye biliyordu.
Muhalif birey ve memurlar ya da şahıslar hakkında gerçek veriler ile gerçek olmayan veriler istenildiği gibi 2 ayrı kayıt sistemiyle birlikte tutulabiliyordu.
İktidar kendi çıkarları doğrultusunda gerçek olmayan verilerden yanıltıcı bilgi ve verilerden “özel kayıt sistemi” yaratmış, diğer yandan kişilerle ilgili gerçek bilgilerden oluşan bir kayıt sistemi yaratmıştır. İstediği zaman istediği kayıt sistemini kullanmaktadır. UYAP dahil TC numaraları da bu şekilde ikili bir kayıt sistemiyle birlikte iktidarın yararına koşullandırılmıştı. Fetö soruşturması için 2015 de hazır liste olarak HSYK’ya verilen o hazır liste de bu sistemle oluşturulmuş bir listeydi. KVKK çıkmadan ki, KVVK uygulamaları da böyle oluşmuştu.
Denetimistler YSK’ya ve AYM’ye yaptıkları “Vatandaş denetim raporları” müracaatlarıyla bu ikili sistemi birçok delille birlikte ilgili kurumlara bildirmişlerdir.
Denetimistler; doğal gaz su elektrik vs. içişleri bakanlığı hizmet birimlerinden, kapı numaralarıyla tesisat numaraları arasındaki farklılıklardan, dubleksler üzerinden dönen seçim hilelerinden tutunda, çevre şehircilik üzerinden arsalara çıkarılan sözde bina ve sözde sahte seçmenlerden tutunda, bir ton konuyu örnekleri ve delilleri ile birlikte ortaya koymuşlardır.
R. T. Erdoğan’ın sahte diplomasına ilişkin her ne kadar davalar açılmış olsa da, KVKK’nın kişisel verilerin yurt dışına aktarılmasını engelleyen 9. maddesi “Kişisel veriler, ilgili kişinin açık rızası olmaksızın yurt dışına aktarılamaz” gereğince de bu veriler yurt dışına aktarılmamış, AİHM’e gönderilmiş davalarda böylelikle engellenmiştir.
KVKK maddeleri kamu gücünün merkezileşip tek merkeze ve tek kişiye bağlanmasıyla da tam bir korku terörü ve devlet şiddeti politikasının gayri meşru yasal-kanunsal dayanağı haline gelmiştir.
Denetimist davacı Cumhurbaşkanı adayı; yıllardır sahte diplomasıyla Cumhurbaşkanlığı yapan R. T. Erdoğan’ın diploması olmadığına şahit olarak hem ulusal hem de uluslararası hukuk kapsamında uluslararası tanık programına kendisini kayıt ve talep etmiştir. (19.12.2022 tarihinde AİHM’in aldığı karar gereği denetimist davacı cumhurbaşkanı adayı diploma davasına tanıktır.)
Türk milleti, bu temsiliyetist memur mafyalarından oluşmuş bu iktidarın, devlet-şiddetinin ve gayri meşru çıkarttıkları yasaların üstesinden ancak denetimist bürokratik savaşım yoluyla gelebilir.
Bu sebeptendir ki; denetimist davacı cumhurbaşkanı adayı Türk milleti adına milletin kümülatif haklarının temliğini gerçekleştirebilmek için aday olmuştur. Dolayısıyla; Türk milleti de davacı adayın kümülatif haklarına dayanarak temsiliyetist memur mafyalarının çıkarttığı gayri meşru yasalara da kanunlara da itiraz edebilir. Haliyle; denetimist hak arama yolu sonuna kadar açıktır!
Dahası; davacı aday Avrupa Konseyi’ne sonra AİHM’e seçme seçilme hakkının iktidar ve devlet eliyle engellendiği, plebisiter bir seçimlere gidildiği, YSK’nın aldığı kararların hukuksal denetiminin yapılmaması nedeniyle de ihbar hakkını da kullanmıştır.
YSK, kararlarına karşı başka bir merciye başvurulamayacağını, dolayısıyla plebisiter seçimlerde yapılsa, hile ve hurda ile iktidarın emir ve talimatlarıyla YSK’ya kararlarda aldırsan, sahte diploma ile adaylıkta yapılsa ve diğer seçim hileleri de yapılsa, YSK kararlarına karşı başka bir merciye şikayet edilememektedir. Yanlış duymadınız YSK’nın almış olduğu kararların hukuksal denetimi sadece YSK tarafından yapılabilir; tabii ki buna hukuksal denetim denilebilirse!
Avrupa Konseyi başta olmak üzere AİHS sözleşmesi kapsamında seçme seçilme özgürlüğüne her ne kadar Türkiye yalandan yere imza atsa bile, ülkemizdeki memur mafyalarının devletinin uygulaması bu’dur!
Bu memur mafyaları yıllardır nasıl Türk milletini kandırıyorsa AİHM ve Avrupa Konseyi’ni de aynı şekilde kandırmaya devam etmektedirler.
Dolayısıyla; AİHM ve Avrupa Konseyi Türkiye’yi AİHS ve diğer maddelere göre daha fazla gözlem altına alsın ya da almasın bu da talidir. Zira Türkiye’de memur mafyaları tarafından düzenlenen seçimler ve bu seçimleri yürütebilmek adına yapılan gayri meşru kanunlar plebisiter (şaibeli) hale geldikçe AİHM ve Avrupa Konseyi gibi kurul ve kurumlarda bir o kadar plebisiter hale gelmekten de kurtulamamaktadır.
Başka bir deyişle, bu memur mafyalarına, devlet-şiddetine, temsiliyetistler terörizmine göz yumduğu sürece AİHM ve Avrupa Konseyi gibi teori de “demokratlığı” ile övünen kurul ve kurumlarda kendi varlık zeminlerini ortadan kaldırmaktan kurtulamamaktadır.
Uzun lafın kısası; bu memur despotizmine ve milletin canına, hayatına, geleceğine çöken sistemin önüne geçebilmenin tek bir yolu vardır; o da dünyada ve Türkiye’de emekçi sınıfların kendi temel (kümülatif) hakları için temsiliyetist kastlara karşı bürokratik denetimist savaşım yürütmesidir.
Aksi takdirde toplumsal bir kurtuluş mümkün olmadığı gibi, hakka, adalete ve özgürlüğe dayalı yeni bir toplumsal sistemin yaratılabilmesi de asla mümkün olmayacaktır.
20.06.2023
21.06.2023
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 11 months
Text
14-28 Mayıs Plebisiter Seçim Komedisi Üzerine Bazı Sesli Düşünceler
Tumblr media
Türkiye’deki siyasi parti yasaları az buçuk demokratik olsaydı; Kemal Kılıçdaroğlu CHP’de başkan olarak kalabilir miydi? Türkiye az buçuk bir anayasal hukuk devleti olsaydı; o oy pusulasında Recep Tayyip Erdoğan aday olabilir miydi? Anayasa’ya göre 2 defa mazbata almış bir aday 3'üncü defa aday olabilir miydi? Kuşkusuz hayır. Türkiye tarihinin en büyük ekonomik bunalım sürecinden geçiyor. Halk sürekli fakirleşiyor. Suç oranları katlanarak artıyor. Ve daha pek çok başka sorun. Devlet otokratik bir yapıya dönüştükçe bütün bu sorunları daha da fazla toplumu bastırma yoluyla çözmeye yöneliyor. Türkiye’nin bugün ki hali Hüsnü Mübarek’in Mısır’ına benzetilebilir. Mısır’da da Türkiye’dekine benzer bir süreç yaşanmıştı. Mübarek bir halk hareketiyle yıkılana kadar 30 yıla yakın iktidarda kaldı. Bu ülkede de cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri yapılıyordu. Orada da “muhalefet” partileri vardı. Başka bir deyişle, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Mısır’da da demokrasicilik oynanıyordu.
Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Mısır’da da seçimler hileli ve plebisiter seçimlerdi. Mısır’daki onca yoksulluğa, yolsuzluğa ve kötü yönetime rağmen nasıl oluyorsa sandıktan hep Mübarek çıkıyordu. Erdoğan’ın durumu da aynıdır. Erdoğan’da benzerlik açısında Türkiye’nin Mübarek’idir.
Türkiye dünya enflasyon sıralamasında 6'ıncı sırada, ne hikmetse Erdoğan’a göre enflasyon Allah’tandır. Deprem oluyor, kitlesel bir soykırım yaşanıyor, Erdoğan’a göre yaşananlar takdir-i ilahidir. Dini söylem Erdoğan eliyle hakikati örtmenin ideolojik ve çarpıtıcı bir aracına dönüşmüş durumda. Dedik ya ülke tarihinin en kötü ekonomik krizinden geçiyor. Ülkenin sorunları dağ gibi yığılmış, peki muhalefet ne yapıyor? Şayet bir ülkede muhalefet bu şartlar altında seçim kazanamayacaksa ne zaman kazanacak? Bu şartlara rağmen muhalefet yani Kılıçdaroğlu yine de kazanamazdı. Çünkü başından beri iktidar ve muhalefet anlaşmalı bir şekilde bu seçime girdiler. [1] Bir seçim düşünün ki; daha seçim olmadan “muhalefet” seçim sonucunu (Erdoğan’ın iktidarını) kabul etmeye dünden razı bir görüntü veriyor. Peki, tek suçlu muhalefet mi? Elbette değil. Onca şeye rağmen Erdoğan’a hala % 25-30’luk bir destekte söz konusu. Başka bir deyişle, Erdoğan’ın devlet imkanlarını kullanarak kendisine bağımlı hale getirdiği ekonomik ve sosyal bir tabanda yok değil. AKP’nin devlet olanaklarını kullanarak halk içinde ulaşabildiği maksimum tabanda yine bu taban. Kaygan ve kendi çıkarları için her an iktidarı satabilecek olan bir taban. Bu kitle için asıl belirleyici olan sanılanın aksine ideoloji de (din, vatan, millet vs. de) değil, “Erdoğan devletinin” kendilerine sunduğu sosyo-ekonomik ayrıcalıklar. Bu yüzden bu kesimler arasında da “Erdoğan çalsın çırpsın ama yine başkan olsun!” düşüncesi hakimdir. Başka bir deyişle, kuralsızlık ve ahlak dışı tutumlar Erdoğan’a gelene kadar bu kesimler tarafından da maalesef hoş görülmektedir.
Bir zamanların Demirellerini, Ecevitlerini, Özallarını düşünün; hepsi devletin adamıydı ancak hiçbiri burjuva siyasetinde Erdoğan kadar toplumu “biz” ve “onlar” şeklinde kamplaştırmakta bu kadar ileri gidemedi. Erdoğan siyasal arenayı öyle bir hale getirdi ki; ülkenin bir bölümü diğer bölümü ile yan yana bile gelmek istemiyor. Bu da Erdoğan’ın kutuplaştırma işinde ne derece başarılı olduğunun da bir kanıtı. Öyle ki; bu bölünme en temel ahlaki, insani ve vicdani değerlere dair de bir bölünme. Bir taraf din adına her şeyi mübah gören bir anlayışa sahip iken, diğer taraf ise yaşam tarzının tehdit altında olduğunu düşünen bir anlayışa sahip. Kuşkusuz bu kaygılarda haklılık payı olmakla birlikte (gündelik hayat içerisindeki muhafazakar uygulamalardaki artış vs.), bu durum din ve kimlik siyaseti üzerinden emekçi halk kesimlerinin daha kolay bölünebilmesine ve kamplaştırılabilmesine de olanak sağlıyor. Bu da emekçi sınıfların birliği açısından da olumsuz bir durum yaratıyor. Bu durum iktidarın kazanç hanesine yazılıyor. Çünkü bölünmüş toplum demek örgütsüz ve karşı koyamayan toplum demektir.
Bir ülkede iktidar medya kurumlarına bu derece hakim olmuşsa; yetki tek bir kişinin elinde toplanmış ise, bu kişi seçimle gider mi? Otokratik rejimlerde, kendisini diktatörlük yetkileri ile donatmış rejimlerde hiçbir yönetici seçimle gitmemiştir. Örneğin, Rusya’da Putin seçimle gider mi? Ya da Azerbaycan’da Aliyev seçimle gider mi? Mübarek seçimle mi gitti? Ya da bugün Sisi seçimle gider mi? Türkiye’de her girdiği seçimi kazanan Erdoğan’da doğal olarak “onca seçim kazanıyorum bana hala diktatör diyorsunuz” diye hayıflanıyor. Bu söylem size tanıdık geldi mi? Diktatör zaten diktatör olduğu için seçimi kaybetmez. Diktatörsen elinde yetki varsa sana muhalif olanları içeri atarsın. RTÜK gibi bir kurum kurup medyayı baskı, tehdit ve şantaj ile rehin alırsın. Diktatörsen kendine ait bir medya havuzu kurarsın. Sabah akşam yalanda olsa halka yanlış bilgi verirsin. Yalan bile olsa bir yalan bin kez tekrarlanırsa halk bir noktadan sonra bu yalana inanmaya başlar. Yoksa nasıl oldu da seçmenin bir bölümü Kılıçdaroğlu’nun PKK ile gizli bir anlaşma yaptığına inanabildi? Buna popüler ifadeyle “algı yönetimi” adı veriliyor. Bu yalan dolan işlerinde AKP kurmayları o kadar ustalaşmış ki; bu tip algı operasyonlarında kimse ellerine su dökemez.
Devletin resmi TV kanalı TRT’nin seçim döneminde Erdoğan’a ayırdığı vakte bakın, birde diğer partilere ayrılan sürelere bakın. Demokrasi şayet ifade özgürlüğü ise, temsiliyetist sistem partilerinin kendi arasındaki ifade özgürlüğü açısından bile ortada eşit bir seçim yoktu. Yani büyük temsiliyetist balık küçük temsiliyetist balıkları kolayca yuttu. Şayet bir ülkede devlet içindeki kastlar o ülkenin yargı sistemini ele geçirmiş ise o ülke hapı yutmuş demektir. Yani o ülkenin yürütme erki o ülkenin yargı kurumlarına emirle ve talimatla iş yaptırıyorsa, o ülkede bırakın Yüksek Seçim Kurulu’nu, o ülkedeki tüm kurumlar bağımlı ve taraflı demektir. [2] Dolayısıyla; 14/28 Mayıs seçim komedisi bu gerçeklerin iyiden iyiye ayyuka çıktığı ve görünür hale geldiği bir vaziyete de vesile olmuştur. Kuşkusuz bu yaşananlar temsiliyetizmin iflasının da bir göstergesidir. Başka bir deyişle, her ne kadar Erdoğan 14/28 Mayıs sürecinden zaferle çıkmış gibi gözükse de, gerçekte temsiliyetizm hem demokrasi, hem seçim hukuku hem de sandık hukuku açısından sınıfta kalmış ve meşruiyetini tümden yitirmiştir. Kısacası, kısa vadede kazanan Erdoğan olsa da, uzun vadede kaybeden devletin kurumsal güvenilirliği olmuştur.
Türkiye kapitalist bir ülke mi? Aklı başında her insan bu soruya “evet” cevabını verecektir. Lakin Türkiye kapitalizmi temel olarak emekçi halkın varlıklarının devlet ve özel sektör işbirliğiyle yağmalanması üzerine kuruludur. Bu “Prusyatik devlet kapitalizmi” modeli bir tür şerif kapitalizmidir. Başka bir deyişle, bu sistemde şerifin yıldızını göğsüne takan/yetkiyi ve devleti elinde tutan sermayeyi de, parayı da, sınıfları da biçimlendirmektedir. Bu da emekçi halkın sürekli olarak memur kastları eliyle fakirleştirildiği ve yoksulluğa mahkum edildiği bir düzeni de beraberinde getirmektedir. Küçük bir azınlığın sürekli zenginleştiği bu sistemin merkezinde ise usul, koruma ve dokunulmazlık yasalarını kendisine kalkan haline getirmiş olan temsiliyetist memur kastları var. Bu kastlar aynı zamanda ülke burjuvazisinin asli çıkarlarının da temsilcisi konumundadır. Nasıl ki Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde Sabancılar, Eczacıbaşılar, Koçlar devlet eliyle, temsiliyetist memur klikleri eliyle yaratılmış bir burjuvazi ise, bugünde Erdoğan ve AKP eliyle yaratılan “yeşil burjuvazi” de yine devlet aklının bir imalatıdır. Dün gayri Müslümlerin mallarını gasp ederek yaratılan TÜSİAD ne ise bugün kamu varlıklarının yağmalanması ve emekçi kitlelerin sömürülmesi ile yaratılmak istenen MÜSİAD burjuvazisi de aynı zihniyetin bir tezahürüdür.
Bir ülkede yargı kurumları bağımlı ve taraflı ise, o ülkede adaletten söz etmekte mümkün değildir. Dolayısıyla; adaletin ve hukukun olmadığı yerde kapitalizm şartları altında asgari düzeyde gelir ve tüketim adaletinin olmasını beklemekte gerçekçi değildir. Böylesi bir kapitalizm “kontrolsüz bir kapitalizm” olduğu gibi, kısa vadede bu sistem patronların yüksek karlar elde etmesini sağlasa da, uzun vadede bu sistem toplumsal ilişkileri düzenleyici bir “sosyal-kapitalizm” olarak da gelişemeyecektir ve gelişemez de. Örneğin, bir ülkenin 20 yıllık tarihinde o ülkenin kamu ihale yasası iktidarın keyfine göre sürekli değiştiriliyorsa; o ülkede bırakın hukuk devletini, burjuva-demokratik güçlerin sağlıklı gelişimi için bile gerekli olan yasal zeminlerde, bürokratik zeminlerde yok demektir. Bu zemin olmadığı zaman; o ülkede zincirlerinden boşalırmışçasına her yöne saldıran kapitalist çarkın altında ezilen emekçi halkında bir geleceği de yok demektir. Cumhuriyet tarihinde geniş kitleler arasında “gelecek kaygısının” psikolojik açıdan bu derece tavan yaptığı bir başka dönemde de görülmemiştir. Bu da geleceğin radikal toplumsal mücadelelerini tetikleyecek olan en önemli etkenlerden biridir. Özetle; insanlar er ya da geç kendi gelecekleri için daha da çetin mücadelelere dahil olmak zorunda kalacaktır.
Hiçbir ülkede emekçi halka hakları kendiliğinden verilmemiştir. Bugüne kadar kazanılmış bütün haklar mücadele ile elde edilmiştir. Hak verilmez, hak alınır! Önce insanların kendi haklarına sahip çıkması gerekiyor ki; işte o zaman sınıf mücadelesi ve sosyalizm için toplumsal bir alan açılabilsin. Ezbere sloganlarla, günün kurtarmaya dönük girişimlerle, sürekli burjuvazinin bir kanadına yapışarak, kuyrukçulukla hak mücadelesi verilmez, verildiği de görülmemiştir. Hak (emek) mücadelesinin yolu; denetimizm (hak’ın (emeğin) eşit ve adil bir şekilde üleştirilmesi) mücadelesinden geçmektedir. Kendisini yönetenleri denetlemesini bilmeyen emekçi toplum kesimleri; işçiler, köylüler, gençler, kadınlar vs. tüm ezilenler, sömürülenler, baskı altında olanlar, toplumsal denetim mücadelesini yükseltmedikleri sürece kendi kendilerini de yönetmesini öğrenemezler.
Geleceğin mücadeleleri temsiliyetist düşüncelerden beslenen yönetsel fetişizm temelinde değil, emekçi sınıfların etkin katılımı ve bürokratik-denetimist savaşım ile şekillenen bir hatta; çizgi de şekillenecektir. Bu çizgi denetimist-devrimci çizgiden başkası da değildir!
Dipnotlar
[1] İktidar ve muhalefet arasındaki seçim anlaşması konusuna 14 Mayıs öncesinde yayınladığımız yazıda açıklık getirmiştik.
Ucube Seçimin Gölgesinde Temsiliyetizmin İflası ve Denetimistlerin Tutumu
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/716010014155948032/ucube-se%C3%A7imin-g%C3%B6lgesinde-temsiliyetizmin-i-flas%C4%B1-ve
[2] Türkiye’deki temsiliyetist yargı ve hukuk sistemini anlayabilmek için hakim ve savcıların durumuna bakmak yeterli olacaktır. Örneğin, Türkiye’de Adalet Bakanı bir partinin üyesidir. Dolayısıyla; aynı Adalet Bakanı Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun da başında bulunan kişidir. Başka bir deyişle, ülkedeki tüm hakimlerin ve savcıların özlük hakları bir siyasetçinin (seçilmen terörizminin) iki dudağının arasındadır. Adalet Bakanı’nı belirleyen de AKP’nin genel başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’dır. Anlayacağınız seçimlere girip aday olan kişi aynı zamanda seçimi yapmakla görevlendirilmiş olan kurumlarında başıdır. Pek çok kurumda olduğu gibi Cumhurbaşkanı YSK’da doğrudan müsteşarları aracılığıyla temsil edilmektedir. Başka örneklerde verilebilir. Misal adaletin terazisinin bir yanında savcılık/iddia makamı, diğer yanında ise hakim/karar makamı ve son olarak da avukat/savunma makamı yer almaktadır. Lakin Türkiye’de en basitinden savcılar ve hakimler aynı adliyede görev yapmakta, aynı kurum aracına binmekte, aynı lojmanda yaşamakta; en basit tabirle terazinin ayaklarını eşit bir şekilde oluşturması gereken bu unsurlar/kuvvetler ayrı olması gerekirken, tek ve birleşik bir görüntü sergilemektedir. Bu da kuşkusuz hem savcının hem de hakimin yargılama süreçlerinde yürütmeden gelen emir ve talimatlara açık bir hale gelmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu da bırakın hukuk devletini, kendi yazdığı kanunları dahi tanımayan usulsüz yargılama şekillerini ve doğrudan yürütmeden talimat alarak hareket eden savcılar ve hakimler olgusunu ortaya çıkartmaktadır. Haliyle; bu temsiliyetist yargı ve hukuk sistemi içinde adalet kim olduğunuza ve adamınıza göre belirlenirken; adalete ulaşma olanaklarınızda temsiliyetist kurumlardaki yetki gücünüze bağlı olarak gerçekleşmektedir. Bu açıdan Türk yargı ve hukuk sistemi işleyişi açısından kendi Anayasasını ve kanunlarını dahi tanımayan bağımlı ve taraflı bir jüristokratik kast yapılanması olarak örgütlenmekte ve yürütme aygıtının ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Kuşkusuz bu model kapitalizme aykırı bir model de değildir. Zira kapitalizmin tarihsel gelişimi içinde devlet yapılanmasının genel kalıbı başından beri bu şekilde gelişmiş olup, bu durum bizim gibi ülkelerde yeni yeni yaygın bir şekilde tartışılıyor olsa da, bu olgu özellikle Amerika ve Avrupa’da çok daha eski dönemlerde egemen sınıflar arasında çatlakların oluşmasına ve yönetici klikler arası kanlı çatışmalara kadar uzanan süreçlerin ortaya çıkmasına da sebebiyet vermiştir. Amerikan yargı ve hukuk tarihi bu açıdan incelenmeye değer bir konudur. Örneğin, Amerikan İç Savaşı’nın da böyle bir boyutu vardır ama bu kısa yazının kapsamı bu konuyu enine boyuna ele almak içinde yeterli değildir.
4.06.2023
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 1 year
Text
Ucube Seçimin Gölgesinde Temsiliyetizmin İflası ve Denetimistlerin Tutumu
Tumblr media
14 Mayıs tarihi Anayasa’da yazan yazılı normlara göre usulüne uygun olarak alınmış bir karar mıdır?
Recep Tayyip Erdoğan’ın “üçüncü dönem yolsuzluğu” Anayasa normlarına uygun mudur?
Seçmenin teminatı seçilmen de midir?
Denetimist davacının seçilmen aday statüsü olur mu? Uygulanabilir mi?
Sandıksızların teminatı denetimistler de olabilir mi?
Tarihsel olarak seçimler karşısında denetimist devrimci tutum nasıl olmalıdır?
A). Anayasa’da cumhurbaşkanlığı ile meclis seçimlerinin birlikte düzenleneceği kuralı kayıt altına alınmıştı. Zira meclis seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimleri dönemi aynı gün yapılmak koşuluyla 5 yıl ile sınırlandırılmıştı. Dolayısıyla; mevcut seçimde 5 yıl önceki seçim tarihinden bir önceki pazara gelmek üzere yazılı bir kural olarak benimsenmişti. Bilindiği üzere 24 Haziran 2018 tarihinde hem meclis seçimleri hem de cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmış idi. Buna göre 24 Haziran 2018’den 5 yıl sonraki 2023 yılına denk gelmek üzere 18 Haziran pazara denk geliyordu. Haliyle; 18 Haziran 2023 tarihinde cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimleri yapılması gerekiyordu.
Anayasa’daki yazılı kurala göre her ne kadar 18 Haziran 2023 tarihinde hem meclis hem cumhurbaşkanlığı seçimleri bir kural olarak kayıt altında olsa da, 14 Mayıs 2023 tarihine seçimlerin çekilmesi kararı hukuk tekniği açısından “ERKEN SEÇİMDİR”. Her ne kadar 14 Mayıs seçiminin bir erken seçim olduğunu iktidar, muhalefet ve tüm ittifaklar, dahası “temsiliyetist siyasi terörist partiler” bilse de, erken seçim olduğunu tüm milletten saklamışlardır. Keza erken seçim için Anayasa’nın ilgili maddesi; “Anayasal olarak belirlenmiş seçim takvimin 6 ay öncesinden başlamak üzere geriye doğru erken seçim karar alınabilir.” der. Anayasa’nın en az 6 maddesini bozmak suretiyle seçime gidiliyor. Dolayısıyla; bu seçim anayasa hukuk tekniğine göre erken seçim bile sayılmaz. Tam tersine normal bir seçimde olmadığına göre, bu seçim “UCUBE SEÇİMDİR”.
B). Anayasa’nın 101’inci Maddesi’ne göre; “Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa cumhurbaşkanı seçilebilir.” Ve Anayasa’nın 116’ıncı Maddesi’ne göre; “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.” kuralları benimsendiği için, Recep Tayyip Erdoğan’ın seçime girebilmesinin tek koşulu 3/5 meclis salt çoğunluğu olan 360 oy ile (meclisin seçimleri yenileme kararı almasıyla) mümkündür.
Yazılı hukuk olarak kabul edilen hukuk sistemi her ne kadar böyle olsa da, ne 101 ne de 116 maddelerine göre Recep Tayyip Erdoğan’ın 3’üncü dönem seçimlere katılması mümkün olmasa da, kendi anayasasını dahi tanımayan bir yasama, yürütme ve temsiliyetist seçilmen terörist partilerin yapmaya hazırlandığı UCUBE BİR SEÇİMLE karşı karşıyayız. İç işleri Bakanı Süleyman Soylu gibi “DARBE SEÇİMİ” mi dersiniz, yoksa “GARİP BİR PLEBİSİTER SEÇİM” mi dersiniz; ne derseniz diyin yapılacak olan seçim hiçbir yazılı norma oturmamaktadır.
Yüksek Seçim Kurulu ne oldu da bu ucube seçimi kabul etti? Özellikle de YSK ne oldu da Recep Tayyip Erdoğan’ın üçüncü dönem ucube adaylığını kabul etti?
2023/316 YSK kararında bahsi geçen “Bu bilinçli tercih sonrasında, 6771 sayılı Kanun kapsamında değişiklik yapılmış Anayasa’nın 101’inci maddesinin yürürlükte olan son haliyle birlikte yapılan ilk TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin takvimin başladığı tarih olan 30 Nisan 2018 tarihinde yürürlüğe girmiştir.” denmekle; sistem değişikliği yapıldığı ön kabulüyle, eski cumhurbaşkanlığı statüsü ile yeni cumhurbaşkanlığı statüsü değiştiği için, 101’de yazılan bu iki dönem kuralının 2018’de yeni cumhurbaşkanlığı sistemi ile başlayacağı yasama başkanı Mustafa Şentop tarafından ilgili Divan ve komisyon raporları tarafından ileri sürülmüştür. Böylelikle 2014-2018 arası Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı hükümet dönemi, dönem olarak sayılmamış, yeni hükümet sistemine göre geçerli olmadığı şeklinde yorumlanmış ve bu yorumları YSK’ya talimat vererek karar altına almak koşuluyla Recep Tayyip Erdoğan için ucube bir üçüncü dönem yaratmışlardır.
Her ne kadar Mustafa Şentop’un bahsettiği gibi cumhurbaşkanlığının eski ve yeni anlamları değişmiş olsa da, aynı kişinin değişmemesi nedeniyle, Recep Tayyip Erdoğan için (şayet eski dönemde cumhurbaşkanlığı yapmış olan bir kişiden bahsediyorsak) 3’üncü bir dönem yasamanın 360 oyu ile Anayasa’nın 116’ıncı maddesi kapsamında ancak mümkün olabilir.
Anayasa'nın 101'inci maddesi “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” der. Hadi Mustafa Şentop’un dediği gibi, 2 referandumda da aynı kural (gerçi ikinci referandumda bu kural açıkça bir referandum maddesi değildi ama hadi böyle varsayalım) oylandı diyelim. Ve bu kural her iki referandum içinde kabul gördü, diyelim. Hadi eski ve yeni cumhurbaşkanı olmak üzere iki ayrı cumhurbaşkanı modeli (bu durumun anayasa ve hukuk tekniği açısından usulsüz bir teknik olduğunu da ayrıca belirtelim) olduğunu da var sayalım.
“BİR KİMSE en fazla iki defa CUMHURBAŞAKANI seçilebilir” ibaresindeki cumhurbaşkanı kavramının, her iki farklı türünü var saysak bile, BİR KİMSE KAVRAMI DEĞİŞMEMEKTEDİR. Recep Tayyip Erdoğan bir kişidir. Recep Tayyip Erdoğan kendisine has bir varlık, bir kişi iken, bildiğimiz Recep Tayyip Erdoğan, Erdoğan olmaktan çıkıp Mustafa Şentop olmadığına göre, ister yeni ister eski, yani her iki referandum da aynı kural kabul edilmiş olsa da, cumhurbaşkanlığı kavramının yetki, görev ve kapsamı açısından aralarında türdeşlik açısından türdeşlik olsa bile, özdeşlik açısından asla özdeşlik bulunmamaktadır. Fakat bu durum da bile kişi kavramı hala değişmemiştir. Makamın yapısı değişse de, kişinin kendisi değişmemiştir. Yani Erdoğan Erdoğan değil, Ayşe mi olmuştur? Mesele bu açıdan incelendiğinde Şentop da Şentop olmaktan çıkıp Osman olmadığına göre, Şentop Osman olduğunu iddia ediyorsa, bu da saçma bir iddiadır.
Mustafa Şentop “2 farklı cumhurbaşkanlığı statüsü” kapsamında anayasa hukuk tekniğini kafasına göre değiştiriyor. Hadi “2 farklı cumhurbaşkanlığı statüsü konusunda kısmen haklılık payı olduğunu varsaysak” bile, Şentop Erdoğan’ın 2014-2018 dönemindeki, cumhurbaşkanı kavramının lafzı olarak, eski statülü cumhurbaşkanlığı her ne kadar yeni dönem cumhurbaşkanlığında değiştirilmiş olsa da, kişi olarak var olan Erdoğan 2014 de Erdoğan idi, 2018’de de Erdoğan idi. 2023 döneminde de Erdoğan’dır. Sonuçta; Erdoğan kişi olarak değişmiş olmuyor.
Mustafa Şentop ve YSK; eski hükümet ve eski cumhurbaşkanı sistemini yeni sisteme dahil etmediğine göre, 2012’de eski cumhurbaşkanlığı statüsü ile imzalanmış olan İstanbul Sözleşmesi’nden 2021 yılında kabul edilen yeni sisteme göre de çıkılması (bu mantığa göre) mümkün değildir. 2021’de İstanbul Sözleşmesi’nden çıkan cumhurbaşkanı hangi yetkiye göre çıkmıştır? Recep Tayyip Erdoğan’ın eski cumhurbaşkanlığı sistemine göre imzalanmış uluslararası bir sözleşmeden yeni cumhurbaşkanlığı sistemine göre çıkma hakkı varsa; Recep Tayyip Erdoğan’ın 2014 ve 2018 cumhurbaşkanlığı dönemini yeni Cumhurbaşkanlığı yetkilerine göre yok etme yetkisi de yoktur!
SONUÇ İTİBARIYLA; “BİR KİMSE en fazla ‘iki defa’ CUMHURBAŞAKANI seçilebilir”
*Cumhurbaşkanı statüsünün görev ve yetkilerinin kapsamı değişmiştir.
**İki defa kuralı değişmemiştir.
***Kimse, kavramı değişmemiştir.
Dolayısıyla; Mustafa Şentop’un ‘’2017 referandumunda bu maddeyi tekrar oyladık, o yüzden yeni dönem için iki defa kuralı geçerlidir.” şeklindeki yorumu da gerçeği yansıtmamakta/dezenformasyondan başka da bir şey ifade etmemektedir. Tekrar vurgulamak gerekiyorsa “kimse” kavramı değişmemiştir. Recep Tayyip Erdoğan aynı Recep Tayyip Erdoğan’dır! Dolayısıyla; seçime girmesi Anayasa’ya ve seçim kanunlarına tümüyle aykırıdır.
C). Burjuva hukuku tarih sahnesinde ortaya çıktığından bu yana, yani kapitalizm kapitalizm olduğundan bu yana, parlamenter sistem seçme, seçilme, sandıkta oy verip vermeme üzerine kurulmuş bir sistemdir. İki saç ayaklı feodal yargı devletlerinin üzerine seçimlere dayanan üç saç ayaklı parlamenter sistem gelmiştir. Devlet yapısı da bu ölçekte üç saç ayaklı modern bir devlet modeline dönüşmüştür. Feodal sistemde selfin temsili teminatı aristokratlar iken ya da antik sistemde kölelerin temsili teminatı köle sahipleri iken, parlamenter sistemde ise seçmenin temsili teminatı seçilmen olarak ön görülmüştür.
Kısacası; tarihsel olarak parlamenter sistem ve cumhuriyet devleti modelleri seçmenin temsili teminatını seçilmende görmektedir. Her ne kadar böyle ön görülmüş olsa da, tüm bu toplumsal sistemler ve devlet modelleri temsiliyetizme dayanan biçimlerdir. Bilindiği gibi “halkın kendi kendini yönetmesi” diye tabir edilen yönetim modelleri “asli unsurun yönetime katılımı” değil, asli unsur adına temsili modellerin yönetimini temel alan sistemsel modellerdir. Başka bir deyişle, halkı halk adına yönettiği iddia edenler, devlet aygıtını halk yararına değil, kendi şahsi menfaatlerinin ve zümrelerinin yararına kullana gelmiştir.
Dolayısıyla; tarihsel olarak seçmenin teminatı seçilmende değildir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve evrensel seçim hukukuna göre her ne kadar seçmenin teminatı seçilen gibi gözükse de, T.C. Anayasa Mahkemesi 2019/20445 No’lu Anayasa Mahkemesi kararı ile AYM ulusal ve uluslararası hukukta seçmenin teminatının olmadığını karar altına alarak ortaya çıkartmıştır. Tarihte ilk defa seçmenle seçilmen AYM kararı ile ayrışmıştır. Seçmen ve seçilmen, seçenle seçilen ayrışmıştır. Asli unsur ile temsili unsur ayrışmıştır.
Her seçmen seçilmen olamayacağı gibi, aksine her seçilmen aynı zamanda yüzde yüz seçmendir. Bu kural asli unsur ile temsili unsur arasındaki seçim terazisinde seçilmenden yana taraflı ve seçilmene bağımlı bir seçim hukukunun da ön kabulüdür. Dolayısıyla; bu durum seçmen ile seçilmen arasında eşit bir seçim hukukunun olmadığının da kanıtıdır. Asli unsur ile temsiliyetist unsur tarihte ilk defa ayrışmıştır. Bununda gerçek nedeni ise; halkın yönetime katılımının kurumsal olmamasından kaynaklanmaktadır.
Özetle; yasama halk adına yasa çıkardığını iddia ederken, yargı bu yasaların denetimini halk adına yaptığını iddia ederken, yürütme de bu yasaları yürüttüğünü iddia etmektedir. Her ne kadar bu üç saç ayağı faaliyet ve görev alanlarına bağlı olarak çeşitli iddialarda bulunmuş olsalar da, halkın yasama, yargı ve yürütme de kendisini çıplak olarak bir kurum aracılığıyla var edemediğine tanık olmaktayız.
Örneğin, modern mahkeme kavramı savcı, hakim ve avukat üçlü saç ayağından oluşmaktadır. Savcı yasaları iddianameye ge��irdiğinden dolayı “yargı içerisindeki yürütmenin kolunu” temsil etmektedir. Hakim yasaları muhakeme ettiğinden dolayı “yargının içerisinde yasamanın kolunu” temsil etmektedir. Avukat ise savcı ve hakime karşı halkı koruma/savunma görevinden kaynaklı olarak “yargı içerisinde yargı kolunu” temsil etmektedir.
Dolayısıyla; modern mahkeme kavramı bile savcı, hakim ve avukat üzerinden ve bunların faaliyetleri/görevleri üzerinden ayrıştırılmaya kalkışılmış olsa bile, yargının içindeki yasama, yargı ve yürütme kol ve türevlerini ifşa ettiğinden dolayı, modern mahkemelerin tümü üç saç ayaklı temsiliyetist devlet modelinin mini bir maketidir. Modern devlet mahkeme kavramı ve olgusu içerisinde temsiliyetist bir işleyiş sistemine sahiptir. Halde böyle olunca; temsiliyetist yasama, yargı ve yürütme klikleri kendi şahsi menfaatlerine göre yasalar çıkardıkça diğer temsiliyetist kliklere de bunları uygulattıkça, halk adına yürütülen bir devlet modelinin aksine toplum aleyhine yönetilen bir devlet modeli ortaya çıkmaktadır.
Bütün bu nedenlerden dolay seçimlerde seçmenin teminatı sanıldığının aksine seçilmen değildir!
D). Seçmenin seçimlerde teminatının seçilmende olmadığı sonucu yaklaşık 20 yıla kadar uzanan bir mücadele pratiği ile kanıtlanmıştır. Her ne kadar bu pratik bireyselmiş gibi algılansa da, bilindiği gibi her buluş, her yeni icat, şahsi pratikler içerisinde var olup zaman içinde tüm topluma yayılıyor ise, bu kanıtlanmış tarihsel olgu da tüm topluma er ya da geç yayılacaktır.
2019/20445 No’lu AYM dosyasının davasının devamında yukarda saydığımız temsiliyetist sistem nedeniyle toplumsal denetimist taleplerin karşılanmaması üzerine seçmen olarak seçimlere müdahale etmiş bir pratiğin doğal uzantısının seçilmen statüsü ile de seçilmen sandığına el koyması meşru bir haktır!
Halde böyle olunca; seçimlerde seçmenin teminatının olmadığı kararını alan denetimist devrimci pratisyenler davalarının devamında toplumsal denetim kurumunun ve haklarının meşrulaşması için, temsiliyetist siyasal baskı rejimini hukuksal olarak alaşağı etmek için, seçilmen sandığına adaylıkta koyabilirler.
Keza denetimist toplumsal taleplerin temsiliyetist siyasal aktörler tarafından karşılanamayacağı da bir başka gerçekliktir.
Nitekim de denetimist devrimci aday seçilmen sandığına bağımsız davacı cumhurbaşkanı adayı olarak adaylığını da koymuştur!
Her ne kadar denetimist devrimci aday seçilmen sandığına adaylığını koymuş olsa da, Yüksel Seçim Kurulu şu ana kadar adaylıkla ilgili hiçbir karar almadığı gibi, aksi yönde de tutum belirleyememiştir.
Referandumdan beri sistem değişikliğine ve yapılan tüm seçimlere itiraz eden denetimist devrimci aday var olan cumhurbaşkanı şahsında yürütmeyi, milletvekilleri şahsında yasama ve seçilmen adaylarını, başta AYM olmak üzere atanman olan yargı personellerini tanımadığı gibi, hiçbir kuruma da yetki vermemiştir.
Tam da bu nedenle; denetimist devrimci aday yasamanın çıkardığı kanunların iptaline müracaat etmiştir. Tam da bu nedenle; İstanbul Sözleşmesi’nde çıkma kararına karşı Danıştay’da davalar açmıştır. Tam da bu nedenle; cumhurbaşkanının aldığı seçim kararının CK’sının kanun iptaline müracaat etmiştir. Tam da bu nedenle; Yüksek Seçim Kurulu’nun “YÜKSEK SANDIK KURULU” olarak ilan etmiştir!
Tam da bu nedenle; denetimistler gayri meşru olan bu seçime ve ona iştirak eden tüm temsiliyetist partileri karşısına almaktan da çekinmemişlerdir.
Davacı denetimist aday başvurusunun uygulanabilirliğinin olup olmadığı hususunda, YSK’nın ve AYM’nin sessiz kalmasından dolayıdır ki, bugüne kadar denetimistler seçim tutumlarını kapsamlı bir şekilde açıklayamaya zaman bulamamışlardır. Her ne kadar hala da AYM ve YSK sessiz kalmaya devam etse de, seçime çok az süre kalması nedeniyle böyle bir ön tutum yazısı yazmak dosta düşmana karşı mecburi olmuştur.
E). 2018’de yapılan cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerine denetimist devrimciler itiraz ederken, itirazlarını yasama ve YSK üzerinden AYM’ye taşırken, sandıksız seçmenin (sandığa gitmeyenlerin) milli iradesinin meclise yansımamasının ve verilmemiş oyların geçersiz sayılması uygulaması nedeniyle “genel oy eşitliğinin kurumlara tecellisi” adına, oy alıp seçilen milletvekillerinin yüzdelik puantajından düşürülmesi uygulamasının getirilmesi müracaatı ve itirazları yapılmıştır.
Örneğin, bir seçim bölgesinde seçmen sayısına göre üç vekil çıktığını varsayarsak, o seçim bölgesinde sandığa gitmemiş oy oranının yüzde 20 olduğunu düşünelim, geçersiz oyların dışında sandığa bilinçli olarak gitmeyen, yani seçmemeyi seçen seçmenlerin seçmediği oyların seçilen vekillerin aldığı oy oranında taksimi yapılarak, her milletvekilinin ayrı ayrı hesaplanarak yasama ya da yürütme faaliyetinde bulunurken yetkiyi de o oranda kullanması gerektiği ön görülmüştür.
Misal; birinci adayın yüzde 92’i, ikinci adayın yüzde 88’le, üçüncü adayın yüzde 84’le “oy-puan” puantajı ile vekil olması/seçilmen olması gerekiyor ki; genel ve eşit oy dağılımı, ister seçmenin seçtiği oyların kurumlara tecellisi olursa olsun, ister seçmenin seçmediği oyların kurumlara tecellisi olursa olsun, genel ve eşit oy dağılımı bu sayede meclise ve kurumlara yansıyabilsin!
Şeçmemekte bir seçimdir. Seçim hukuku seçmemeyi de seçim hukuku olarak görür. Oy verende vermeyen de asli unsur sayıldığına göre; salt oy verenin oylarının kurumlara tecellisinin kabul edilmesi eşit ve doğru bir tutum değildir. Bu tam tersine oy vermeyen seçmenin iradesini tanımamak milletin bir kesimini yok saymaktır.
İster ulusal seçim sisteminde, isterse uluslararası seçim sisteminde, sandıksızlık tercihi yapan seçmenin, seçim yapmadığından bahseden bir kural/kaide/yasa yoktur. Tam da bu nedenle; denetimist devrimciler sandıksızların da haklarını korumakla mükelleftir.
Hukuk tekniği açısından her ne kadar karmaşık gibi gözükse de, sandıksızlık oy oranlarının milli irade açısından kurumlara tecellisinin eşit oy hakkının yansıması olarak kabulü edilmesi denetimist devrimci faaliyetin temel bir talebidir.
F).
Bu seçim seçim tarihi olarak gayri meşru ve ucube bir seçimdir.
Recep Tayyip Erdoğan’ın üçüncü dönem adaylığı hususu bu seçimi şaibeli bir seçim haline getirmektedir.
Dolayısıyla; bu seçim plebisiter bir seçimdir.
Her ne kadar YSK ve AYM şu ana kadar denetimistlere karşı tutum ve tavır belirlememiş olsa da, 14 Mayıs seçim gününde olası oy verme tutumu denetimistler açısından şöyle olabilir:
SANDIĞA GİTMEMEZLİK YAPMA!
SANDIĞA GİT!
SANDIĞINA SAHİP ÇIK!
İSTER CUMHURBAŞKANI PUSULASI, İSTER MECLİS PUSULASI OLURSA OLSUN, HER İKİ PUSULAYA DA “TEMSİLİYETİZME GEÇİT YOK!”, “OYLAR DENETİMİST ADAYA!”, “DENETLENMEYEN DEVLET MEŞRU DEĞİLDİR!” YAZILAMALARINI PUSULALARA YAZARAK, TOPLUMSAL DENETİMİST HAKLARINA SAHİP ÇIK!
SANDIĞA GİT Kİ, DENETİMİN GÜCÜNÜ GÖRELİM!
SANDIKSIZLIK TERCİHİNİ SANDIKTA YAP!
ÖNEMLİ OLAN SALT SANDIĞI BOYKOT ETMEK DEĞİL, ÖNEMLİ OLAN SANDIKTA DENETİMİST BÜROKRATİK EYLEM YAPMAK!
KEZA BU EYLEMLERİ FOTOGRAFLAYIN VE DENETİMİSTLERE ULAŞTIRIN Kİ, DENETİMİST HAKLAR İÇİN ULUSAL VE ULUSLARARASI MAHKEMELER İÇİN DELİL OLUŞTURULABİLSİN!
30.04.2023
TOPLUMSAL DENETİMİST DÜŞÜNCE HAREKETİ (TDDH)
0 notes
serhatnigiz · 1 year
Text
Toplumsal Denetimizmin Tarihsel Temsiliyetizm ile Dansı Üzerine Notlar
Tumblr media
Yazıya Lenin’in 1906 yılında kaleme aldığı bir makaleden alıntı yaparak başlayalım. Lenin şöyle diyor:
"Bizim için önemli olan, tavizler yoluyla Duma'da koltuk kapmak değildir; tersine, bu koltuklar ancak ve ancak kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye, onları örgütlemeye hizmet ettiği ölçüde değerlidir, 'sükunet', 'düzen' ve 'barışçıl [burjuva] saadet' uğruna değil, emeğin her türlü zulümden ve sömürüden kurtuluşu için mücadele uğruna." (Lenin, Duma Seçimlerine Burjuva Partilerinin ve İşçi Partisinin Yaklaşımı)
Kapitalizmin feodalizme galebe çaldığı bir çağda parlamentarizm (yasamacı temsiliyetist faaliyet) feodalizme karşı "…kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye, onları örgütlemeye hizmet ettiği ölçüde değerli…" ve devrimci idi. Lenin'in "sol komünizmin çocukluk hastalığı" olarak eleştirdiği de haklı olarak buydu. Zira Lenin bu sebepten dolayı parlamentarizmin tüm biçimlerini reddeden sol komünistleri ağır bir dille eleştirmekten geri durmuyordu. Lakin Lenin’in bu tespitleri; dünyanın ve Rusya'nın hala büyük oranda feodal olduğu, Rus kapitalizminin bile "bu büyük feodal okyanus içinde küçücük bir adacık" olarak var olduğu koşullarda, yani minoktokratik sanayi emeğinin değişim döneminde yapılmış olan özgün tespitlerdi. Dolayısıyla; bu tespitlerin özgün içeriğinin anlaşılabilmesi öncelikli olarak çağ-evre, dönem-geçiş ve ülke-yerel analizlerinin yapılabilmesi ile mümkündür. Dahası; bütün bu konumlanışların merkez, merkez-çevre ve merkez-karşıtı koordinatlarının da ortaya konulması bilakis gereklidir. Kimin neyi neden savunduğunun ya da karşı çıktığının anlaşılabilmesi bu dinamiklerin çözümlenmesinden geçmektedir.
Bu dönemde ve özellikle de Duma özelinde parlamentarizmin Bolşevikler için "dönemsel ve konjektürel bir ilke" haline gelmesine şaşırmamak gerekir. O günün koşullarında elbette ki bu doğru bir yönelim idi. Lakin günümüzde bırakın parlamentarizmi, en ileri emperyalist kapitalist ülkelerde bile/en ileri burjuva devletlerinde bile/en ileri burjuva demokrasilerinde bile/en ileri temsiliyetist bürokratik memur diktatörlüklerinde bile burjuva demokrasisi yoktur; çünkü artık burjuvazinin demokrasiyle işi kalmamıştır. Burjuva demokrasileri bile artık burjuva devletlerini terk etmiş durumdadır. Burjuvazinin demokratlığı gerçekte feodalizme kadardır. Daha doğrusu; minoktokratik sanayi emeğinin üretim-değeri ile tüketim sürecine girdiği, gloktokratik teknik emeğin tüketim-değeri ile üretim sürecine girdiği yeni glokalist-emperyalist evrede burjuvazinin demokratik söylemleri (ki bu ister yasamacı, yargıcı ve yürütmeci biçimde olsun hiç fark etmez), gerçekte temsiliyetizme ve kurumlarına dayanan bürokratik memur diktatörlüklerini emekçilerden gizleme işlevini görmektedir. Bu aynı zamanda tarihsel olarak sermaye diktatörlüklerine de tekabül etmektedir.
Gerçekte ise Batı kapitalizmlerine özgü bir özellik gibi algılana gelen “demokrasiler” bile aslında tüketim toplumu demokrasileridir. Dolayısıyla; tüketim değerinin belirleyici olduğu bu demokrasiler kapitalist ekonomilerle uyumlu tüketici bireyler yaratmaya dönük temsiliyetist rejimlerdir. Kaldı ki; sosyal ve ekonomik refahta ki nispi yüksekliğe rağmen bütün bu temsiliyetist rejimler bölgesel tüketim pazarlarından kaynaklı yoğun eşitsizlik ve sömürü problemlerini de üretmeye devam etmektedirler. Bu da glokal kapitalizmin yapısal krizi ile bütünleşerek sorunu temsiliyetist sistemlere içkin bir sorun haline getirmeye devam etmektedir. Kapitalizme bağlı olarak gelişen krizler daha da daralan aralıklarla sancılı ve toplumsal çöküşlere neden olan krizlere dönüşmektedir ve arkasında çok büyük yıkıntılar bırakmaktadır. Krizler artık dönemsel olmaktan çıkmış, süreklilik kazanarak yapısal bir biçim kazanmıştır. Kapitalizmde kriz süreçlerinin (kısalan dalgalar biçiminde) 3-5-8 yıl aralıklarına kadar inmiş olması bunun en açık göstergelerinden biridir.
Glokalizm evresinde; kapitalizmin üzerinde yükseldiği temsiliyetist kurumlardan özellikle de içi burjuvazi tarafından büyük oranda boşaltılmış olan, göstermelik bir kurum olan parlamentodan (yasama organından) emekçi sınıflar lehine büyük kazanımlar elde etmeyi beklemek beyhude bir çabadır. Dahası; burjuvaziyi ayakta tutan kurumlardan biri olarak parlamentoların dünya genelindeki mevcut seçim ve sandık katılım oranları incelendiğinde parlamentoların en az güvenilen kurumlar arasında olduğu rahatlıkla görülebilir. Tüm dünyada seçimlere ve sandığa katılım oranları hızla düşmektedir. Türkiye gibi ülkelerde ise katılımın nispeten yoğun olması ise baskı ve sömürüden dolayı çıkış yolu bulamayan kitlelerin yaşadığı çaresizlikten kaynaklanmaktadır. Yoksa Türkiye’de dahil olmak üzere hiçbir ülkede parlamentolar farklı bir işlev görmemektedir.
Parlamentarizmdeki bu daralma yürütmedeki gloktokratik otoriterleşme eğilimlerini de güçlendirmektedir. Tüm dünyada yürütmenin ön plana çıktığı ve yargının yürütmenin emir eri haline geldiği bir yapıya doğru gidiliyor. Başka bir deyişle, yasamacı parlamentarizm değil, modern tarzda yürütme otokratizmi ön plana çıkıyor. Emekolojistler bu duruma “gloktokratizm” adını vermektedir. Kaldı ki; bütün dünyada de facto parlamentoların fonksiyonu her geçen gün azalmakta, daha çok yarı-otoriter ya da tam otoriter yarı-başkanlık sistemleri ön plana çıkmaktadır.
Dünyanın hangi ülkesinde “hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyorum ama yine de oy vermeliyim” yaklaşımı bu derece yaygındır? Bu durum kapitalist tümel toplumsal varlık ile burjuva toplumunun basıncı altında ezilen tikel bireysel varlığın arasındaki çelişkilerin bir dışavurumudur. Kuşkusuz bu ülke Türkiye’dir. “Umut fakirin ekmeği” misali, yoğun propaganda ve beyin yıkıma altındaki “sıradan” vatandaşın, “hadi bu defa olacak” dürtüsüyle sandığa gidip oy vermek istemesi elbette ki anlaşılabilir. Hele ki Türkiye’deki temsiliyetist sahtekarlığın, seçim ve sandık sattında dönen üst seviye oyunlarında geldiği nokta düşünüldüğünde, kafası yeterince karışık olan bir emekçiye “oy verme” baskısı yapmak ne derece yanlış ve hatalı bir eğilim ise, aynı oradan yanlış ve hatalı olan ise sistemin teşhirini hiçbir şekilde yapmadan, temsiliyetizmin ipliğini pazara sermeden, çözüm adresi olarak parlamentoyu göstermektir. Dolayısıyla; bugüne kadar birikmiş olan sistem kaynaklı temsiliyetist sorunların sadece parlamento temelli mücadeleler eliyle çözülebileceğini iddia etmek, emekçileri aldatmayı geçelim, emekçilerle dalga geçmek, emekçilere ihanet etmekten başka da bir şey değildir.
Günümüzde burjuvazi şeklen olmasa bile kökeni Aydınlanma düşüncesine kadar uzanan “demokratik değerlere” dahi sırt dönmüş durumdadır. Gerçekte ise “gelişmiş olsun” ya da “az gelişmiş olsun” tüm ülkelerdeki otoriterleşme, totaliterleşme eğilimleri hızla artmaktadır. Bu durum kapitalizmin gloktokratizm süreci ile birlikte içine girdiği yeni dinamiklerin bir sonucudur. Dünya emekçilerine boş hayaller pompalanmalıdır. Dünya genelinde otoriterleşme ve totaliterleşme eğilimlerinde artış olacağı anlaşılmaktadır. Suriye’den Ukrayna’ya, Asya Pasifik’ten Atlantiğe kadar temposu hiç düşmeyen mevcut gerilimlerin, çatışmaların ve hesaplaşmaların kökü de yine bu gloktokratik dinamiklere dayanmaktadır.
Türkiye’de bu gerilimin tam da merkezinde yer alan ülkelerden birisidir. Dahası; devlet demek kurumlar demektir. Devlet demek bürokrasi demektir. Devlet demek memur demektir. Türkiye’de bunların hiçbiri düzgün çalışmamaktadır. Devleti ve kurumlarını oluşturan bürokratik memur kastları arasındaki sınıfsal sürtüşmeler ve birbirlerini tasfiyeye dönük kirli operasyonlar ayyuka çıkmış durumdadır. Düne kadar “devlet sırrı” olarak görülen şeyler artık alenen sokak ortasında rahatlıkla konuşulabilmektedir. Kısa süre önce yaşanan deprem olayı da bu listeye eklenirse; Türkiye’de halk devletin nasıl bir çürüme ve yozlaşma içinde olduğunun farkındadır. Kimileri bu yozlaşmadan ve çürümeden kendine pay çıkarıp kendisini kurtarmaya çalışırken, büyük bir çoğunluk ise bu gelişmeleri derin bir sessizlik ve öfke içinde seyretmeye devam etmektedir. Lakin bu durum; yani büyük çoğunluğun sesini yeterince çıkarmıyor olması bu düzeni kabul ettikleri manasına da gelmez. Kitleler kitaplardan değil, kendi deneyimlerinden öğrenirler. Kitleler sistemi düzeltmek için denedikleri yöntemlerin (örneğin, seçim ve sandık) kafi gelmediğini elbette ki deneme yanılma yoluyla, gerekirse yüzlerce defa deneyerek, yanılarak acı verici şekillerde öğrenmek zorundadırlar. İnsanlık tarihi de hep bu şekilde, zor yollan öğrenmeyle gelişmiş ve kalıcı kazanımlar bile bu sayede ete kemiğe bürünüp kurumsal bir alt yapıya dönüşebilmiştir. Tarihsel hak, hukuk ve adalet mücadeleleri bunun çarpıcı örnekleriyle doludur.
Bugün devrimciler için asıl görev; kitlelere “şu ya bu partiye oy atın ya da atmayın!” demek değildir. Bu ilkel olduğu kadar, saçma da bir yaklaşımdır. Kitlelerin düşünme biçimi öncelikli olarak kendi günlük kaygılarıdır. Dolayısıyla; kitleler bu manada belirsiz bir geleceğe ertelenmiş ülküsel sloganlardan ve beylik laflardan uzak durmakta; bugünle, şu anla, şimdiyle ilgilenmektedir. Dahası; emekçi kitleler kendi güncel sorunlarına çözüm getirebilecek her türden akılcı ve mantıklı öneri ile birlikte yapıldığı zaman genel bir sistem eleştirisine açıktan da destek vermektedir. Türkiye’de sokaktaki çocuk bile artık sistemin bozuk olduğunu bilmektedir. Hatta ülkede kapitalizm eleştirisi için devrimcilere bile gereksinim kalmamıştır; zira “vahşi kapitalizm” her gün burjuva TV’lerinde biçimselde olsa yerden yere vurulmakta, “ne yapılması?” gerektiği ise sosyal-liberal tonlarda da olsa düzen sınırları içinde konuşulabilmektedir. Kısacası, sorun kitlelerin oy verip vermemesi değil, oy vermesi halinde verdiği oyun denetimini yapabilmesidir!
O vakit emekçi kitlelerin bugününe nasıl müdahale edilebilir? Bunu yapabilmek için öncelikli olarak devrimci hareket içindeki düşünsel yapının değişmesi gerekir. Çünkü her sistem belirli mantıksal kalıplar ve anlayışlar üzerine yükseldiği için bir sistemin aşılabilmesi de ancak o sistemi aşabilecek daha üstün bir mantığın geliştirilebilmesi ile mümkün olabilir. Dolayısıyla; hiçbir sorun o soruna neden olan araçlar vasıtasıyla aşılamaz. Bunun en bariz kanıtları temsiliyetizmin tarih boyunca oynadığı rolde saklıdır. Şayet tarihsel temsiliyetizm olmasaydı; ne dinler, ne devletler ne de sınıflar ortaya çıkabilirdi. Şayet temsiliyetizm olmasaydı; ne “köleci yürütme devleti”, ne “feodal yargı devleti”, ne de “kapitalist yasama devleti” var olabilirdi. Nasıl ki insanlık tarihi sınıflar arası mücadeleler tarihi ise, aynı insanlık tarihi gerçekte biri biri üzerine geçen emek biçimleri ile birlikte ortaya çıkan kurum biçimlerinin ve bu kurumlar arasındaki mücadelelerin de tarihidir.
Kaldı ki; kapitalizm ile birlikte mevcut kurumsal alt yapısına ve işleyiş tarzına kavuşmuş olan “yasama kurumunun” bugün ki sorunların kaynaklarından biri olduğu düşünülürse, “tümel bir sistem” olarak kapitalizm sorununun, soruna neden olan araçlardan ve aparatlardan biri olan parlamentarizm ile aşılabileceğini sanmak en hafif tabirle saf aptallık olacaktır. Dolayısıyla; belirli durum ve olanaklar dahilinde parlamentolardan yararlanabilme imkanları bile, bu çalışmalar ancak “bürokratik devrimci denetimist faaliyetler” biçiminde yapıldığında anlam kazanabilir. Bu da “Leninist-denetimizm” anlamında yasama, yargı ve yürütme kurumlarından “kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye” dönük yararlanmanın bugün ki güncel biçimidir.
Dolayısıyla; ister yeni bir sistem denilsin, ister sosyalizm denilsin, emekçi sınıflara nasıl bir sistem ve toplum düzeni önerisi getirildiği açık ve net bir şekilde ortaya konulmalıdır. Bunun yapılabilmesi içinde toplumu oluşturan bireylerin, emekçi sınıfların kendi temel hak ve özgürlükleri için nasıl mücadele etmeleri gerektiğine dair sıra dışı ve yenilikçi yöntemlerin geliştirmesi gerekir. Zira bugüne kadar sınıflı toplumların üzerinde yükseldiği temsiliyetist devlet ve toplum modellerinden farklı ve ayrı olarak yeni ilkeler üzerinden tarif edilmesi gereken bir sosyalizm tahayyülü olmadığı müddetçe, yeni bir sistem ve yeni bir toplum düzeni söyleminin de içi doldurulamaz. Bu da yeni bir “anlatının” ve “hikayenin” inşası demektir.
Mesele sadece toplumun belirli bir kısımına ya da belirli bir sınıfa dayanarak temsiliyetizm ilişkileri üzerinden iktidarın alınması ve yine bu iktidar aygıtı üzerinden toplumun yukardan aşağıya doğru (sosyal mühendislik eliyle) biçimlendirilmesi meselesi değildir. Aksine meselenin bu şekilde ortaya konulması, temsiliyetist düşünce yapısının aşılamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Ast olan emekçi kitlelerin hiçbir baskı ve zorlama olmadan kendi hak ve özgürlükleri için mücadele ederek kendi kendilerini kurtarabilmeleri ve bu yolda kendi hak ve özgürlüklerini savunabilmeleri için gerekli olan toplumsal denetim kurumlarını inşa edebilecekleri bir praksisi sergileyebilmeleridir. Yoksa sosyalizm işi; ne bir parti işidir, ne devlet işidir, ne de bir lider işidir. Kuşkusuz temsiliyetist ilişkilerin devamlılığı açısından bu faktörlerde bir anda yok olup gitmeyecek olsa da, hatta uzunca bir süre önemini koruyacak olsa da; bu iş asıl olarak emekçi kitlelerin toplumsal denetim kurumları aracılığıyla ne derece kendi yaşamlarının öznesi olmak istedikleriyle de bağlantılıdır. Başka bir deyişle, bu mesele kitlelerin toplumsal denetimizmin öznesi olması meselesidir. Yoksa öznesi olamıyorsa kitleler temsiliyetizmin kullanıcı nesnesi olmaktan da kurtulamaz.
Her hangi bir parti emekçi kitlelerin haklarını, emekçi kitlelerden daha iyi bir şekilde temsil edebilir mi? Ya da sınıf adına parti ya da devlet biçimindeki temsiliyetizm eşittir sosyalizm mi demektir? Böylesi bir temsiliyetizm ancak nispi bir temsiliyetizm olabilir. Daha da önemlisi; böylesi bir temsiliyetizm biçimini sürdürmek isteyenler açısından bile bu model pek çok “karşı devrimci” riski de içermektedir. Başka bir deyişle, bu risk kendi içinde kendine karşı gelişecek toplumsal iç dinamikleri de üretme potansiyeline sahiptir. Bu bir paradokstur. Temsiliyetizmin neden olduğu bir paradoks. Dolayısıyla; proletaryanizm adına yapıldığında da bu sorun ortadan kalkmamıştır. Aksine bu sorun bumerang etkisi ile geri dönmüştür. Halbuki gerçek olan işçi, köylü, emekçi vs. herkesin kendi hak ve özgürlüklerini önce kendisinin savunmayı öğrenmesidir. Bu da toplumun çok küçük bir azınlığını oluşturan bir parti ya da devlet gücüyle yapılamaz. Bunun gerçekleşebilmesi için öncelikli olarak yeni kurumlara ihtiyaç vardır. Bu kurumlarında kuşkusuz “toplumsal denetim kurumları” olması gerekir. Dahası; parti de bir kurumdur, devlette bir kurumdur, liderler bile bu kurumların eseridir. O zaman tümünün emekçi kitleler tarafından denetlenmeye açık ve şeffaf olması gerekir. Temsiliyetist yol kirli yoldur; o yoldan gitmeye ısrar etmek demek kapitalizmin yolundan gitmek demektir!
Kimileri “zaten devletlerin kendi denetim kurumları var” diyebilir. Ama bunlar adı üzerinde devletin (yasamacı, yargıcı, yürütmeci temsiliyetizmin) kendi iç denge ve denetim kurumlarıdır. Başka bir deyişle, bunlar devletin, yani devleti oluşturan bürokratik zümrenin ve memur tabakasının kendisini denetlemek için geliştirmiş olduğu biçimsel kurumlardır ki, bu noktada kapitalist dünyada bu kurumların güvenilirliği ve şeffaflığı ise başlı başına bir tartışma konusu olmaya her zaman devam etmiştir. Dolayısıyla; kapitalist devlet yapılanmasının üçlü bacaklarını oluşturan yasamanın, yargının ve yürütmenin kendi iç denge ve denetimi ile toplumun bütün bu kurumlardan bağımsız ve ayrı olarak devleti ve memurlarını aşağıdan yukarıya doğru denetleyebileceği kurumların kurulması fikrini birbirinden kesinlikle ayırmak gerekir. Birincisi; hali hazırda zaten yönetsel temsiliyetist modeller eliyle zar zor sürdürülmekte olup, ikincisi ise kapitalist toplumun içinde burjuva devlet yapılanmasına karşı “bürokratik devrimci denetimist faaliyet” olarak yürütülmesi ve “mevzi kazarak ilerlenilmesi” gereken bir mücadele tarzıdır. Ne yazık ki proletaryanizmin onca imkana sahip olmasına karşın temsiliyetizm karşısındaki, daha doğrusu “bir avuç parti ve devlet bürokratı” karşısındaki yenilgisinin nedenlerini de bu noktada ki stratejik tercihlerinde aramak gerekir. Halbuki her taktik strateji ile her strateji de taktikle uyumlu olmak zorunda değildir. Çünkü denetimist mücadele de 2 kere 2’i her zaman 4 değildir. Denetimist mücadele mücadelenin şartlarının sürekli değiştiği, dinamik, hareketli ve “kafa yakıcı” bir mücadele tarzını da zorunlu kılmaktadır.
Bürokratik devrimci denetimist faaliyet yürütmeksizin seçim ve sandığın tek başına bir aldatmaca ve sistemin bir oyunu olduğunu söylemekte kendi başına bir anlam taşımamaktadır. Dolayısıyla; seçmen açısından asıl mesele seçtiklerini denetleyebilme hakkına sahip olup olmamasıdır. Temsiliyetist sistemlerde böyle bir hak söz konusu değildir. Devletin (yasamacı, yargıcı, yürütmeci temsiliyetizmin) kendi iç denge ve denetimi bir toplumsal denetim modeli değildir. Bu durumda halk, seçme hakkı da dahil olmak üzere kendi haklarının denetimini hiçbir şekilde yapamamaktadır. Şayet seçmen kendi haklarının denetimini yapabilecek kurumlara ve aygıtlara sahip olsa seçim, sandık ve parlamento vatandaş için “bu kadar önemli” olmaktan da çıkar. Seçim ve sandık vatandaş için değil, kendisini usul, koruma ve dokunulmazlık zırhlarının arkasına gizlemiş olan memur kastları için önemlidir. Çünkü dünyanın neresine giderseniz gidin: devlet varsa kapitalizm vardır; memur varsa kapitalizm vardır; kapitalizm varsa da seçim, sandık ve parlamento oyunları, alavereleri, dalavereleri vs. vardır.
Yönetsel temsiliyetizmin “denge ve denetim” adını verdiği model, devleti ve sermaye egemenliğini meydana getiren memur kastları arasındaki denge ve denetim ilişkilerinden ibarettir. Bu asla aşağıdan yukarıya doğru bir denge ve denetim modeli değildir. Dolayısıyla; temsiliyetist-denetimizm ile toplumsal-denetimizm birbirinden ayrılmak zorundadır!
Günümüz dünyasında tarihsel temsiliyetizmin krizi gloktokratik kapitalizmin de yönetsel krizi haline dönüşmüş durumdadır. Bugünün proterleri bile yarı protekleşmiştir. Protekya iktisadi ve üretim tekniği açısından emek araçlarında denetime yatkın bir sınıf biçimidir. Her şey zorunluluktan çıktığı için toplumsal denetim fikriyatı da protekya sınıfının yapısal düşünce tarzından çıkmış olan yeni bir modeldir. Gelecek kuşaklar bu modelle daha fazla haşır neşir olacaktır. Keza düşünsel yapıda değişiklik olmazsa, toplumsal ilerleme de mümkün değildir. Dolayısıyla; toplumsal-denetimizmin temsiliyetist-denetimizm ile dansı hem düşünsel yapının değişmesi hem de toplumsal ilerleme için zaruridir.
9.03.2023
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 1 year
Text
Bir “Sapma” Olarak Lenin Üzerine 12. Tez
Tumblr media
Tarihsel sürellilik içinde bir kopuş felsesi olarak Marksist teori 3 temel sapmanın bir araya gelmesi neticesinde oluşmuştur. Bu ölçekte Marksizm; iktisadi açıdan İngiliz Ekonomi Politiği’nden ve dolayısıyla Rikardoculuktan (İngiliz yürütme iktidarından) sapma, diğer yanıyla Klasik Alman Felsefesi ve dolayısıyla Hegelcilikten (ve onun temsil ettiği “Tarihsel Hukuk/yargı Okulu”ndan) sapma, bir diğer yanıyla da ütopik sosyalizmden ve Saint Simon’dan, Fourier’den, Owen’dan vs. (Fransız yasama iktidarından) sapma, şeklinde ki 3 radikal sapmadan meydana gelmektedir. Bu üç sapma anlaşılmaksızın Marksizm’in tarihsel dokusu da anlaşılamaz. Bu üç sapmanın kapsamlı bir analizi ise başka bir yazının konusudur.
Marksizm’den beslenen Lenin’de; Blankizm’in Jakobenizm’den saparak ortaya çıkardığı ön-proleter örgüt teorisinden sapması gibi, örgüt ve parti teorisinde Marx’dan ve Engels’den saparak, Marksizm’e katkı olan Leninizm sapmasını ve pratiği yaratmıştır. Başka bir deyişle, Lenin Blankizm ve Jakobenizm gibi eski deneylerin deney sonrası sonuçlarını masaya yatırarak eleştirmiş, bunlara şüphe ile yaklaşmış ve bunların karşılaştırmalı çözümlemelerini yapmıştır. Diğer bir deyişle, Lenin yeni deneyini pratikte yeni bir parti modeliyle inşa etmiştir. Lakin Lenin’in ömrü yarattığı temsiliyetist parti modelinin deney sonrası eleştirisini yapmaya yetmemiştir. Keza devrim öncesi parti modeli ile devrim sonrası parti modelinin farklı olması gerektiği Ekim Devrimi deneyi ile kanıtlanmıştır. Fakat Lenin’in de altını çizdiği şekliyle “doğruların değişkenliği yasası” gereğince bu hesaplamayı yapmaya sağlığı yetmemiştir. Dolayısıyla Lenin; kendisinden önceki deneylerin eleştirisini yaparken, kendi deneyinin eleştirisini yapamamıştır. Bu durumu Felsefi açıdan yorumlamak gerekir ise; Lenin kendi deneyini “Kantçı anlamda” aşkın deney sonrasına taşırken, “Hegelci anlamda” mutlak deney sonrasına götürememiştir. Lenin’in ömrü bunu yapmaya yetmemiştir.
Tarihteki her sapma yanlıştır demek, hatalıdır. Asıl sorun; hangi tarihsel koşullar altında hangi sınıfların çıkarlarını hangi sınıflara karşı savunularak sapılabildiği ya da sapılamadığı sorunsalıdır. Dahası; bu sorunsal herşeyden önce insanların belirlediği şartlar altında değil, var olan şartlar altında belirlenmektedir. Dolayısıyla; Lenin’in kendi deneyini belirleyen de yine bu şartlar ve şartların dayattığı zorunluluklar olmuştur. Haliyle; geçmişe dönük bir yargılama Lenin’den çok Lenin’i Lenin yapan bu şartların ve bu şartların dayattığı zorunlulukların eleştirisine odaklanmalıdır. Örneğin, Lenin’in eleştirisi salt Lenin’den ibaret olamaz. Lenin’in teorisinin ve pratiğin eleştirisi Lenin’in Leninizm’ini şekillendiren tarihsel temsiliyetizmin ve kurumlarının eleştirisi olarak gelişmelidir. Keza temsiliyetist devlet modelinde yetki çoktan aza doğru bir avuç bürokratik zümrenin elinde toparlanırken, bu da o kişiden de bağımsız olarak yetkinin tek bir kişinin elinde kristalize olması doğal sonucunu doğurmaktadır. Kaldı ki temsiliyetizm üzerinden devleti de hükümeti de kuran tek kişinin şahsında ortaya bürokratik bir memur (parti) kastının çıkması da kişilerden bağımsız tarihsel ve nesnel bir gerçekliktir. Bu güç ancak yasama, yargı ve yürütme erklerine dayanan temsiliyetist devlet modelinden ayrı ve bağımsız olarak kurulanacak olan yeni bir denetim kurumu aracılığıyla sınırlandırılabilir. Lenin siyasi yaşamının son dönemlerinde bürokratik kastlaşma ve katılaşma sorununa değinmiş olsa da, hatta bu sorunu dair mekanik ele alış biçimlerini eleştirmiş olsa da, kendi deneyinin bütünsel bir eleştirisini yapma fırsatı olmadığı için (kısmi “işçi denetimi” önerisinden başka) meseleye ilişkin somut bir çözüm önerisi de ortaya koyamamıştır. Kaldı ki; bu sorun salt teorik düzlemde çözülebilecek bir problem olmayıp, yine aynı şekilde salt Lenin’in Leninizm’inin eleştirisi ile de geçiştirilebilecek bir sorun değildir. Bu sorun pratik alanda denetimist bürokratik devrimci faaliyet temelinde çözülebilecek bir meseledir ve bu noktada asıl belirleyici olan denetimist faaliyetin kendi praksisine dönük deney ve tecrübe birikimidir. Bu birikim olmadan sosyalizmin inşasından da söz edilemez.
Burada önemli olan nokta tarihsel emeğin ve emek türlerinin geldiği sınırlar ile birlikte tarihsel kesitlere ve bu kesitlere karşı (doğaya ve topluma karşı) nasıl bir varoluş sergilenip sergilenemeyeceğidir. Dolayısıyla; Marx’ın içinde yaşadığı çağda global feodalizme karşı sergilediği tutumla, Lenin’in içinde yaşadığı global-feodalizme ve minoktokratik sanayi kapitalizmine karşı sergiledi tutumda bir ve aynı şey değildir. Farklı dönemler emeğin doğa ve toplum karşısında farklı duruşlarını da yansıtmaktadır. Kaldı ki; devrimcilik ve devrimci eylem şekilleri de bu duruşlar yoluyla insanın doğa ve toplum karşısındaki pratik duruşuyla belirlenmektedir. Lenin’in kendi dönemi için sergilediği duruş bugün için kısmen geçerli ve öğretici olsa da, çağımıza damgasını vuran glokal kapitalizm gerçeği karşısında bu duruş tek başına yeterli bir duruş olma özelliğine sahip değildir. Dolayısıyla; Lenin’in şahsında Leninizm’in emekolojik açından restorasyonu ve çağın ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırılması da emekolojist komünistlerin öncelikli teorik ve pratik görevlerinden biridir.
Karşılaşılan bütün sorunları nasıl koşulları ile birlikte değerlendiriyorsak, Marksizm ve Leninizm konusunda da sapmaları koşullarıyla birlikte değerlendirmek zorunlu bir durumdur. Kaldı ki sapmaların doğasını belirleyen de koşulların nasıl oluştuğu ile ilgilidir. Dahası; her sapma koşulların öznel olarak zorlamasının da bir ürünüdür. Şayet bu sapmalar olmasaydı Marksizm ve Leninizm biçimindeki sapmalar ortaya çıkamaz; emek/sınıf mücadelesinin bilimsel bir rotaya girmesi için yürütülen eski ve yeni deneylerde var olamazdı. Sonuç olarak; toplumsal denetim fikri temelinde gelişen yeni fikirlerde yeni şartların ve zorunlulukların ortaya çıkardığı bir sapma olarak gelişemez ve ete kemiğe bürünemezdi.
Marksizm hem doğuşu hem de gelişimi açısından bir sapma hareketidir. Dolayısıyla; var olandan sapılamadığı sürece başka bir dünyanın yol ve yöntemini gösteren emekolojik bir Marksizm de mümkün değildir. Eski sapmanın içinden çıkan yeni sapma olmaksızın yeni bir dünya tahayyülü de mümkün değildir. Marx’ta bilinçli olarak kendi dünya tahayyülünü eski dünyanın eşitsizliğe, sömürüye ve baskıya dayalı ilişkilerinin eleştirisi üzerine kurmuştu. Hatta Marx eleştirisini daha da ileri götürerek ve kendi düşüncelerinin eleştirisi yaparak “ben Marksist” değilim demiştir. Marx’ın bu sözünün ne anlama geldiği üzerine derinlemesine düşünmek ve çalışmak gerekir. Tıpkı Marx gibi Lenin’in üzerine de derinlemesine düşünmek ve çalışmak gerekir. Özellikle de Lenin’in kendi pratiğini ve deneyini kurarken kullandığı diyalektik yöntem üzerinde derinlemesine düşünmek ve çalışmak gerekir. Keza gerçekte Lenin’de aslında bir “Leninist” değildir. O da tıpkı Marx gibi kendisini ve kendi pratik edimlerini teorik bir tutarlılık ve bütünlük için sürekli geliştirmeye çalışan bir öğrencidir. Bu “öğrenci” bilgiye ve yeniye her koşulda aç olan ve devamlı olarak kendisini ilerletmeye çalışan bir devrimci prototipidir.
Sapma olmayan bir Marksizm ancak teomarksizmdir ki, bu teomarksizme “Bunlar Marksist ise, ben Marksist değilim” diyerek Marx’ın kendisi bizatihi karşı çıkmıştır. Marx’ın tarihe düştüğü bu not en çokta sözde Marksistler tarafından göz ardı edilmiştir. Başka bir deyişle, her türden sapmayı doğmatik bir biçimde reddeden teomarksizm özü itibariyle Marksizm’in sadece belirli bir tarihsel kesitteki dönemsel, konjektürel ve geçici ilkeleri ile kendisini sınırlandıran doğmatik bir Marksizmdir. Bugün için bunun en tipik örneklerinden biri proletaryanizmin proletaryadan da bağımsız olarak oluşturmuş olduğu “proletaryaya rağmen proletarya için Marksizm” dir. Dolayısıyla; proletaryadan bile kopuk bu proletaryan Marksizm proletarya içinde bile artık eskisi kadar inandırıcı bulunmamaktadır. Kaldı ki sanayi emeğinin tüketim sürecine, teknik emeğin ise üretim sürecine girdiği yeni glokal kapitalist evrede eski tip proletaryanizmin zayıflaması da tek tek proletaryalistlerin hatalarından daha çok nesnel iktisadi ilişkilerin kaçınılmaz bir sonucudur. Zira değişen sınıf ve toplum ilişkileri karşısında proletaryanizm hızla kan ve taraftar kaybetmeye devam etmektedir. Kaldı ki; teknik emeğin yayılım hızına bağlı olarak protekya geliştikçe proletaryanın protekyaya eklemlenme süreci tamamlanmakta bu da proletaryanizmin proletarya üzerindeki ideolojik etkisini daha da kırılgan bir hale getirmektedir. Nesnel gerçeklik ve somut olgular bu yönde iken proletaryanizmin eski günlerine döneceğini sanmak saf bir ütopizmden başka da bir şey değildir. Dahası; bu geri bakış açısının emekçi sınıflara kazandırabileceği hiçbir şey yoktur.
Marx gibi Lenin’de bir sapmadır. Dolayısıyla; Marx’tan bir sapma olarak Lenin bir “post-marksist”tir. Bu açıdan Merkez konumlanış içinde olan Marx’tan ve hatta merke-çevre konumlanış içinde olan Lenin’den bir sapma olarak Mao ve Maoculuk bile merkez karşıtı konumlanış içinde olan Marksizm içi bir sapmadır. Ve bu sapma herşeyden önce Çin’in kendi özgün tarihinin ve gelişim dinamiklerin koşulları tarafından belirlenmiş olan bir sapmadır. Şayet Mao tıpkı Lenin gibi bir sapma olmasaydı; milyonlarca köylünün ve hatta Çin burjuvazisinin önüne geçerek Çin Devrimi’ni de gerçekleştiremezdi. Dahası; tıpkı Mao gibi Çin Devrimi’de bir sapmadır. Zira devrimin Batı’da gerçekleşmesinin beklendiği bir dönemde Feodal ilişkilerin ve köylülüğün yaygın olduğu bir toplumda hem zayıf Çin burjuvazisinin hem de saldırgan Çin milliyetçiliğinin önüne geçerek Japon işgaline karşı gelişen ulusal direnişe liderlik etmeyi başaran Mao’nun ÇKP’si merkez ve merkez çevresi Marksizm’den de bir sapmadır. Dolayısıyla Mao’nun “Çin tipi Marksizmi” tüm eksiklerine ve yanlışlarına rağmen Çin’in kendi özgün koşulları ve şartları içinde ortaya çıkmış olan bir sapma hareketidir. Bu sapma hareketinin emekolojik açıdan kapsamlı bir eleştirisi ise bu yazının konusu değildir.
Şayet Lenin Marx’tan bir sapma olmasaydı; Ekim Devrimi özelinde devrimci sınıf mücadelesine politik ve örgütsel bir katkı da yapamazdı. Bu durumda Lenin ile Kautsky, Phelanov, Martov vs. arasında da her hangi bir fark kalmazdı. Bu fark olmasaydı Ekim Devrimi öncesindeki ve sonrasındaki süreçte Bolşeviklerle diğer sol akımlar (Menşevikler, sağ ve sol sosyalist devrimciler, anarşistler vs.) arasındaki farklarda olmazdı. Başka bir deyişle, Bolşevizm diğer sollardan da bir sapma ve onların nezlinde oportünizmden, sınıf işbirlikçiliğinden ve tasfiyecilikten kopma hareketiydi. Keza bütün bu hareketler devrim yoluyla iktidarın ele geçirilmesine karşı çıkmanın ötesinde, Çarlık rejiminden dahi tam manasıyla sapamamış olan hareketler idi. Keza başta Menşevikler olmak üzere sosyalist devrimcilerin geçici hükümetten bir türlü kopamayarak Çarlığın yıkılışı sonrasında güçlenmeye çalışan Rus burjuvazisine dolaylı yoldan iktidarı teslim etmek istemesi ve bu noktada Bolşevizm ile yaşadıkları çatışma onların sapma karşıtı tutumunun da en açık kanıtıydı.
Lenin’in bir sapma olarak; “Materyalizm ve Ampirokritisizm” de nihilizme karşı verdiği savaşım ve “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm” de minoktokratik sanayi emperyalizmi ile ilgili mevcut teorileri (Hilferding’in, Luxemburg’un Buharin’in vs. teorilerini) siyasi olarak formüle edebilmesi gibi katkıları dışında, onun asıl katkısı daha çok örgütsel-politik taktikler, stratejiler ve özellikle de idareci ve yönetici olarak sahip olduğu üstün yeteneklerinden, yani “örgütçülüğünden” ve “her zaman hazır olan pratik bir eylemci” olmasından kaynaklanıyordu. Dahası; Marx’tan da bir sapma olarak Lenin örgüt ve parti sorununa yaklaşım konusunda Blankistlerden, Jakobenlerden, Komünist Birlik’ten ve I. ve II. Enternasyonal deneyimlerinden de bir sapma ve süreklilik içinde kopuş olma özelliğine de sahipti.
Eğer Lenin bir sapma olmasaydı; yaptıklarının hiçbirini yapamazdı. Yalnızca proletaryayı ve köylülüğü değil, burjuva liberal muhalefeti de peşine takarak ve (nicel sanayi emeğinin dönüşüm biçimini yansıtan) D-3 burjuvazisindeki zayıflığı da doğru analiz ederek, iktidar sorununun çözümü noktasında araya girmeyi/burjuvazinin önüne geçmeyi başarabilmesi ve büyük oranda feodal olan bir ülkede devrimci bir iktidar seçeneğinin yaratılabilmesi için gerekli olan şartların olgunlaştırılmasını sağlayabilmesi, Lenin’in sapma olarak görülmesi gereken asıl başarısıdır. Bu açıdan Bolşevik Partisi içinde “tek ve gerçek bolşeviğin” Lenin olduğunu söylersek pekte abartmış olmayız. Kuşkusuz Lenin olmasaydı; Ekim Devrimi diye bir şeyin olamayacağını söylemek hiçte yanlış olmayacaktır.
Lenin bütün bunları geçmişin deneylerini inkar etmeden ama o deneylerle de sınırlı kalmadan, yaşama ve sınıf mücadelesine an ve an, gün ve gün müdahale ederek, bugüne ve şimdiye dönük, canlı ve işlevsel bir politik duruşla, praksisle gerçekleştirmiştir. Başka bir deyişle, Lenin “Şu Marx’ta varmış, şu Marx’ta yokmuş” şeklindeki teomarksist yanılsamaların aksine, hem kendisini hem de parçası olduğu Bolşevik hareketi praksis içinde örgütlemekle kalmadı, onun teorik, politik, taktik, stratejik çerçevesini de tarihin kendisine sunduğu koşullar ve olanaklar dahilinde yenilemekten de, yeni bir deneyin temellerini atmaktan da geri durmadı. Bugün için ise önemli olan asıl şey bu deneyin üzerine yeni deneyler koyabilme başarısı ve cesareti gösterebilmektir. Bu da ancak bugün “gerçek bir sapma” olmakla mümkündür.
3.01.2023
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 1 year
Text
Tarihin Akışında Temsiliyetizme Karşı Öz-Denetimsel ve Öz-Yönetimsel Mücadele Biçimlerinin Belirleyiciliğine Dair Tespitler
Tumblr media
Glokal-kapitalizmden global-kapitalizme geçiş (sanayi ve teknik iş bölümü ilişkileri) sürecinde dünya tarihinin akışını iki önemli faktör belirleyecek: Birincisi, kapitalizmin yönetsel bürokratizmi ile kitlelerin denetimsel bürokratizmi (öz-denetimsellik) arasındaki savaşım. İkincisi ise, sanayi emeğinin yönetsel despotizmi ile teknik emeğin denetimsel bağımsızlığı (öz-yönetimsellik) arasındaki savaşım. Bu iki faktör haliyle sınıf savaşımlarının gelecekte ki yönünü de tayin edecektir.
Dünya üzerindeki bütün devletlerin ortak özelliği istisnasız olarak hepsinin temel bir aldatmaca ve yalan üzerine kurulmuş olmasıdır. Keza bütün bu sistemler yönetsel açıdan kitlelere "denetlenebilir" oldukları (“halkı temsil ettikleri”) imajını vermeye çalışan yapılar olsalar da, gerçekte iktidarı elinde tutanlar ise; yasama, yargı ve yürütme (polis, ordu vs.) biçimindeki temsiliyetist-bürokratik kurumlardır. Kaldı ki; “sermaye düzeni” de yine bu kurumlar (memuriyetizm!) vasıtasıyla ayakta kalabilmektedir. Üç bacaklı bu yapı ve işleyiş tüm devletlerin ana iskeletini oluşturmaktadır.
Dolayısıyla; bu kurumların sözde kendilerine ait iç denge ve denetim aygıtları olması, yani yukardan aşağıya doğru çalışan temsiliyetist bir bürokrasinin varlığı (ister atanmış ister seçilmiş memurlar biçiminde olsun hiç fark etmez), bu devletlerin vatandaş tarafından "denetlenebilir" olduğunun göstergesi, kanıtı olarak da sunulamaz. Başka bir deyişle, devletlerin kendi iç denge ve denetim aygıtları ile vatandaşların iç ve dış kurulları temel alan toplumsal denetim kurumları aracılığı ile devleti ve iktidarı denetlemesi farklı ve ayrı şeylerdir.
Bu nedenle "devletin ve iktidarın sınırlandırılarak sönümlenebileceği bir toplumsal yapının" var olabilmesi için öncelikli olarak emekçi kitlelerin aşağıdan yukarıya doğru denetimsel bürokratizminin hayata geçirilmesi gerekir. Bunun gerçekleşebilmesinin ikinci şartı ise, sanayi emeğinin yönetsel despotizmi karşısında emeğin en ileri kesimini temsil eden protekyanın teknik emeğe ve araçlarına dayalı denetimsel bağımsızlığının gerçekleştirilmesidir. Bu iki ana faktör ancak birlikte ele alındığı zaman bir bütünsellik teşkil eder.
Bu sayede toplumsal denetim kurumları aracılığıyla hem aşağıdan yukarıya doğru hem de yukarıdan aşağıya doğru çift yönlü olarak denetlenebilir bir bürokrasi ortaya çıktıkça, kapitalizmin yönetsel bürokratizmine ve despotizmine dayalı temsiliyetist kurumlar da adım adım zayıflama ve sönümlenme sürecine girmek mecburiyetinde kalacaktır. Bu süreç tek tek insanların iradesinden ya da “iyi” ve “kötü” niyetlerinden bağımsız tarihsel ve toplumsal şartlar altında gerçekleşeceğinden dolayı da, bu süreç zorunlu olarak kapitalizmin bağımlı olduğu her türden yönetsel bürokratizmin ve despotizmin de miladını doldurmasını sağlayacaktır. Keza bu durum aynı zamanda bu mücadeleyi yürüten toplumsal kesimlerin de pratik faaliyetler içerisinde devrimcileşmesi manasına gelmektedir.
Tarihsel deneyimlerinde göstermiş olduğu gibi; yukardan aşağıya doğru örgütlenen her türden yönetsel bürokratizm ve despotizm özü itibariyle (kişilerin iradesinden de bağımsız olarak) temsiliyetizme dayanan iktidar ve yönetim biçimleri üretmektedir. Bu iktidar ve yönetim biçimleri bugünden yarına bir anda ortadan kaldırılamayacağına göre (ki her hangi bir devrimle bu süreç başlasa bile iktidarın alınması tek başına bu sorunu çözmemektedir), emekçi kitlelerin aşağıdan yukarıya doğru yürüteceği denetimsel bürokratik faaliyetler ve teknik emeğin denetimsel bağımsızlığı gerçekleştirilmeksizin, kapitalizmin ve sermayeye hükmeden sınıfların sırtını yasladığı devletin bürokratik kurum ve aygıtlarının hakimiyetine de asla son verilemeyecektir.
Acı bir deneyim olsa da; proletaryan sosyalizm deneyimlerinin başarısızlığı da yine tek tek devrimci liderlerin yanlış kararlarından çok, temsiliyetizm karşısındaki alternatifsizlikte ve bu nedenle kapitalizme benzer, “denetimsiz” devlet, iktidar ve bürokrasi merkezli toplum yapılarının kurulmak zorunda kalınmasında aranmalıdır. Rus, Çin vs. gibi deneyimler bu açıdan öğretici olmaya da devam etmektedir. Bu nedenledir ki proletaryanizmin temsiliyetizm karşısındaki, daha doğrusu onun yönetsel bürokratizmi ve despotizmi karşısındaki çaresizliği, ona karşı mücadele ederken, hem örgütlenme açısından hem de mücadele araçları açısından fark etmeksizin ona “benzemek” zorunda kalmış olmasında da yatmaktadır. Kuşkusuz bu olgu sosyalizm mücadeleleri tarihi açısından ironik ve derinlemesine incelenmesi gereken bir durum olma özelliğine de sahiptir.
Devleti, iktidarı, bürokrasiyi; dolayısıyla kapitalizmin ontolojik ve epistemolojik temellerini var eden temsiliyetist yapıların tek bir panzehiri vardır; o da emekçi kitlelerin toplumsal denetim kurumları için yürüteceği siyasal, ekonomik, hukuki vs. denetimsel bürokratik mücadelelerdir. Bu gerçekleştirilmediği sürece “kapitalizme karşı mücadele” sadece bir laftan ve söylemden ibarettir. Aynı şekilde; kapitalizm karşısında sosyalizmin bir alternatif olabilmesi de, teknik emeğin ve protekyanın denetimsel bağımsızlığı ile birlikte başta proletarya olmak üzere tüm emekçi sınıf ve katmanların toplumsal denetim programı etrafından birleştirilmesi ile mümkün olabilir.
Geleceğe damgasını vuracak olan sınıf mücadelelerinin karakterini belirleyecek olan kapitalist temsiliyetist kurumlar ile denetimist sosyalist kurumlar arasındaki nihai savaşımın nasıl sonuçlanacağıdır.
Zira her yeni emek biçimi eski emek biçimini/toplumu yeni kurumlar aracılığıyla devralmıştır. Dolayısıyla; insanlık/emek tarihi biri biri üzerine geçen emek biçimlerinin tarihi olmakla birlikte, bu emek biçimlerine bağlı olarak ortaya çıkan kurumların ve kurumlara damgasını vuran sınıfların ve sınıflar arası mücadelelerin de tarihidir. Bu gerçek anlaşılamadığı sürece sınıf mücadelesinin rotası da, devrimci ve karşı-devrimci güçler arasındaki kuvvet dengeleri de, asla sağlam bir temelde çözümlenemez. Böylesi bir analiz yapılmadığı müddetçe de sağlıklı bir perspektifte inşa edilemez.
Temsiliyetist bürokratizmin yönetsel despotizmini ve faşizmini yenmenin yolu; emekçi kitlelerin aşağıdan yukarıya yükselen denetimsel bürokratizmi için savaşmaktan ve kapitalizme karşı emeğin en ileri kesimini oluşturan protekyanın bayrağı altında proletarya da dahil olmak üzere tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin ortak mücadelesini yaratmaktan geçmektedir.
Dolayısıyla; daha önce denenmiş ve yenilgiyle sonuçlanmış her türden temsiliyetist program ve stratejinin (parti ve devlet modelinin) gelecekte de başarılı olma olasılığı bulunmamaktadır. Temsiliyetizm üzerinden sosyalizme gitmekte ısrar eden her yaklaşım er ya da geç kapitalizm tarafından teslim alınmaktan da kurtulmayacaktır; kurtulamadığı da geçmiş deneyler ışığında pek çok defa kanıtlanmıştır. Bu rağmen geçmiş temsiliyetist yöntemlerde ısrar edenlerin geleceği ve geleceğin sınıf mücadelelerini sırtlayabilmesi de mümkün gözükmemektedir.
Kaldı ki; ister program sorunu olsun, ister strateji sorunu olsun, parti ve devlet modelleri de dahi olmak üzere, bütün bu meselelerin toplumsal denetimist perspektif ışığında yeni baştan değerlendirilmesi bir elzemdir. Yeni bir bütünleşme ve toparlanış ancak bu temeller ve ilkeler üzerinden inşa edilebilir.
10.12.2022
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 2 years
Text
Bolşevizmin Tarihsel Temsiliyetizm Karşısındaki Açmazları Üzerine
Tumblr media
“Eski Devlet Aygıtını devr aldık ve bu bizim için talihsizlikti. Bu aygıt sık sık bize karşı çalışıyor. 1917 de iktidarı ele geçirdikten sonra, hükümet memurları işlerimizi sabote ettiler. Bu bizleri çok ürküttü ve onlara "Lütfen geri gelin" diye yakardık. Hepsi geri geldiler ve bu da bizim talihsizliğimiz oldu.” (Lenin-Toplu Eserler-cilt 33, s 482)
Marx ve Engels’in eserleri dikkatli bir şekilde incelendiğinde onların “zor ve şiddet” kavramlarını belirli bağlamlarda kullandıkları görülebilir. Her ne kadar zor ve şiddet kavramları aynı anlama gelmese de, Marx ve Engels’in bu iki kavramı da “sınıfsal zor ve sınıfsal şiddet” kavramları ile bağlantılı olarak kullandığı da bir gerçektir. Başka bir deyişle, Marx ve Engels çalışmalarında ağırlıklı olarak tarihte zorun ve şiddetin oynadığı toplumsal ve sınıfsal rol ve modelleri, dahası şiddetin ve zorun sınıfsal ve toplumsal kökenlerini inceleyerek, bu olguları analiz etmeye çalışmıştır. Öte yandan, Marx ve Engels "tarihsel anlamda zor ve şiddetin" toplumsal ve sınıfsal görüngülerini inceliyor ve bunlara dikkat çekiyordu. Lakin salt şiddet veya salt zor Marx ve Engels için temel bir kriter ve ölçüt değildi.
Lakin Marksizm sonrası Leninizm’e kadar uzanan bir kulvarda örgüt ve parti sorununun da Marksizm’e eklemlenmesi ile birlikte, Leninist teorinin “kendinde kullanıcı-sınıfa kendi için icatçı-sınıf bilinci taşınması” stratejisi noktasında, parti zoru ve şiddeti ile sınıf zoru ve şiddetinin birbirine karıştırılması hatasına düşülmüştür. Her ne kadar Lenin'in özellikle bu konudaki uyarılarına rağmen benzer hatalar yapılmıştır. Kaldı ki; Lenin’in sınıfın en ileri bilinç düzeyine sahip unsurlarından oluşan sınıf bilinçli proleter parti modeli, yani kendinde sınıf bilincine “dışardan” kendi için sınıf bilinci taşımayı hedefleyen parti modeli, başlarda (iktidarda değil iken) parti zoru ve şiddeti ile sınıf zoru ve şiddeti arasına ilkesel ayrımlar koymaya çalışmış olsa da, 1917 Ekim’inden itibaren (iktidara geldikten sonra) başlayan Bolşevizm’in kendi özgün pratiği ve deneyimleri bu ayrımın ilkesel ve politik açılardan zamanla sulandırılması ve silikleşmesi neticesini de doğurmuştur. Dahası bu durumda komünist parti iktidardayken kitlelerin karşı hamleleri mevcut devrimci iktidara karşı yapılmış eylemler olarak algılanmış, devrime karşı yapılmış bir karşı-devrim olarak değerlendirilmiş, lakin pratikte devrim adına karşı-devrim pratiği uygulanmıştır.
Kuşkusuz 1917 Ekim’inde ayaklanma ve iktidarın alınması sürecinde partinin rolü sınıf zorunun ve şiddetinin önünün kontrollü bir şekilde açılması ve yönetilmesi noktasında Leninist teorinin kendini ve rüştünü ispatlamış olmasını sağlamış olsa da, bu geçici zafer sonrasında Sovyetlerin ve sınıfın yerine partinin ikame edilmesi, temsiliyetizmin de partiye ikametini beraberinde getirmiştir. Keza ve zaten temsiliyetist devlet aygıtı devr alınmış; temsiliyetist devlet aygıtı dışında yeni bir toplum projesinin kurumu olmaması nedeniyle temsiliyetizm proletaryan-temsiliyetizm üzerinden devam etmiştir. Bu aşamadan sonra güçlenen ne sınıf ne de parti olmuştur; asıl güçlenen temsiliyetizm kanalıyla devlete ve kurumlarına egemen olan Sovyet proletaryan memuriyetizmi olmuştur. Sadece Sovyetler Birliği değil, kendisine “sosyalist”, “komünist”, “halk demokrasisi” vs. gibi isimler veren farklı rejimlerde yine aynı memur temsiliyetizmden beslenen üst düzey devlet elitleri ve bürokratik zümreler [1] tarafından yönetilmiştir.
1917’de sınıf örgütlenmeleri olan Sovyetler ile birlikte alınan iktidar, Sovyetlerin ve sınıfın gerçek manada iktidara taşınamamasından dolayı (ki taşınması da mümkün değildi), partinin proletaryan temsiliyetizm kanalıyla iktidara geçmesi sonucunu doğurmuştur. Sovyetlerin ve sınıfın yerine partinin iktidarı, sovyetlerin ve sınıfın iktidarının da kaçınılmaz olarak tasfiyesi anlamına geliyordu. Nitekim öyle de oldu! Başka bir açıdan ise, Sovyetlerin örgütsel yapılanması da yine sınıf içindeki temsiliyetizm ilişkilerine dayanmaktaydı. Zira Sovyetler seçilen delegelerden/temsilcilerden oluşuyor, delegeler/temsilciler aşağıdan yukarıya doğru kendi aralarında yapılan seçimler ile üst komiteler ve birimler oluşturuyor, sınıf Sovyet’le temsiliyetizme, temsiliyetizm de kendi içerisinde daha da dar ve merkezi temsiliyetizme yetkiyi devrediyordu. Gerçekte yetki aşağıdan yukarı çoğuldan aza devredile devredile bir avuç proletaryan bürokratik zümreye devrediliyordu. Bu bir avuç bürokratik zümre ise "proleter sosyalizm" olarak sunuluyordu. Bu durum proleter parlamentarist bir faaliyetin Sovyetler şahsında bir tezahürü idi. Özetle; proletaryanizmin yıllarca övüne övüne bitiremediği “öz örgütlenme” modelinin gerçek özü de yine temsiliyetizmin yasamacı ayağına dayanıyordu. Lakin proletaryanizmin “proletarya diktatörlüğü” iddiasının aksine, elde kayda değer bir devlet teorisinin olmaması da bu gerçeğin anlaşılabilmesini daha da güçleştiriyordu.
Kuşkusuz bu faaliyet biçimi burjuvazi adına değil, tek farkla proletarya/sınıf adına yapılan bir temsiliyetist faaliyet biçiminin de bir tezahürü idi. Sovyetler içerisinde parti birimlerinin etkisi arttıkça Sovyet-temsiliyetizmin yetkileri parti-temsiliyetizminin yetkilerine dönüşüyordu. Dolayısıyla; Sovyetler pratikte işlevsizleştikçe, partinin/memurların işlevleri de/görevleri de gereğinden fazla artıyordu. Sonuç olarak bu süreçle birlikte sınıf adına Sovyet, Sovyet adına devlet, devlet adına parti daha da çok güçlenip merkezi bir aygıta dönüşmüştür. Dolayısıyla; Önce sovyetten, sonra sınıftan kopan bu merkezi aygıtın memur temsiliyetizmine dayanan bürokratik bir kasta dönüşmesi de tek tek kişilerin/parti üyelerinin öznel iradesinden bağımsız olarak gerçekleşmiş olan nesnel bir süreç olarak ele alınmak zorundadır. Aksi takdirde; tarihi salt kişilerin hususi kararları ve eylemleri ile açıklamaya çalışan yanılsamalı bir bakış açısı ortaya çıkacaktır. Keza temsiliyetizm iktidarı bir avuç bürokratik zümreye devrederken, bu zümreninde biçimsel olarak iktidarı tek bir temsiliyetist kişi ile kristalize etmesi de ne tek başına Lenin'in Leninizm'i ile ne Troçki'nin Troçkizm'i ile ne de Stalin'in Stalinizm'i ile açıklanabilir.
Leninist teori de sınıfın aşağıdan yukarıya doğru Sovyet üzerinden denetim hakkı olması gerektiği ilkesi var idi. Buna da Lenin Sovyet yapılanması içindeki "işçi denetimi" diyordu. Lenin'in işçi denetimi olarak adlandırdığı şey Sovyet temsiliyetizmi içindeki bir nevi iç denetim aygıtıydı ve sınıfın Sovyeti Sovyetin partiyi ve devleti denetlemesi amacını güdüyordu. Hatta Bolşevik Partisi’nde tam manasıyla işlemese de, parti tabanının denetimi ise parti tabanından gelen raporlama sistemiyle kısmen gerçekleştiriliyordu ve bu da parti içi iç denetimi amaçlıyordu. Başlangıçta hem Sovyet hem de parti içerisinde taban ve sınıf denetimi kısmen Lenin'in zoruyla uygulanmış olsa da, iktidarın alınması ve iç savaş sonrasında bu sınıf ve taban denetimleri askıya alınmış, pratikte uygulanamaz hale gelmiş, bunun yerine parti sözde sınıf adına örgütleniyormuş gibi, devletin imkanlarıyla yukardan aşağıya doğru örgütlenen bir parti-devletine dönüşmüştür. [2] Bu durum tek tek Bolşevik liderlerin kişisel politik hataları ile açıklanamaz. Asıl gerçek ise; Bolşeviklerin gerçek manada toplumsal denetimist kurumları kitlelerle birlikte aşağıdan yukarıya doğru nasıl inşa edeceklerini bilmiyor olmaları ve bu noktada (proletaryan sosyalizmi sosyalizm olarak tanımladıkları için) “ilk temsiliyetist sosyalist iktidarı” koruma içgüdüsünün de etkisi ve tarihsel-kapitalizmin basıncı ile, kitlelere güvensizliğin de bir neticesi olarak, tarihsel temsiliyetizmin bürokratik kurumlarına kendiliğindenci bir biçimde de olsa teslim olmaktan kurtulamamış olmalarında yatmaktadır.
Bu açıdan Emekoloji’nin yöntemsel olarak proletaryan hareketi en başından beri “kendiliğindenci sınıf üstü temsiliyetist bir hareket” olarak değerlendirmiş olması hiçte rastlantı değildir. Aksine Emekoloji proletaryanizmi somut tarihsel olguların ve deneyimlerin ortaya koymuş olduğu yalın bir gerçeklik olarak tarihsel temsiliyetizmin gölgesinde değerlendirmekten de geri durmamıştır. Keza proletaryanizm sanıldığının aksine sınıf üstü değildir. Proletarya bir sınıftır. Proletaryanizm biçiminindeki komünizm o vakit nasıl sınıf üstü olabilir ki? Bu çelişki ve bu handikap temsiliyetizmin handikapı ve çelişkisidir. Öyle ise komünizm temsiliyetizme karşıdır.
Yazının hemen başındaki konuya; yani zor ve şiddet konusuna dönmek gerekir ise; ne yazık ki tarihsel derslerinde acı bir şekilde göstermiş olduğu gibi, sınıf adına Sovyetlerin oluşması, Sovyetlerin adına partinin oluşması temsiliyetizmi beslemiş, sınıfsal zor ve şiddet Sovyetik zor ve şiddete dönüşmüş, oradan da partisel zor ve şiddete dönüşerek, devletin zor ve şiddeti görünümü almıştır ve hatta Bolşevik Parti’sinin kendi içine dönük mücadelelerde de gözlemlendiği gibi (parti içi iktidar mücadelelerinde de) devrimcilerin birbirlerini tasfiye etmesi noktasına kadar varan yıkıcı sonuçlarda da zor ve şiddetin rolü büyük olmuştur.
Dahası; proletaryan temsiliyetizmin kitlelere dönük güvensizliği ve iktidarını koruma noktasındaki çelişkileri nereye bakılsa “ajan ya da provokatör” görme noktasına kadar varan bir “paranoyaklık” halini de beraberinde getirmiştir. Bu hatalı eğilim doğal olarak da Sovyet Rusya’da pek çok Bolşevik devrimcinin ve hatta sol sosyalist devrimcinin ve anarşistin dahi haksız ve hukuksuz yere tasfiye edilmesine de yol açmıştır. Başka bir deyişle, temsiliyetizmin özünü meydana getiren kitlelere güvensizlik sorunu tıpkı kitlelere yaklaşım konusunda olduğu gibi devrimciler arasındaki sorunların ideolojik ve politik temelli mücadeleler temelinde değil, zor ve şiddete dayalı “çözümlerin” devreye sokulduğu hatalı eğilimlerin gelişmesine de sebebiyet vermiştir.
Aslında Sovyetik zor ve şiddetin partiye, parti zor ve şiddetinin devletin zor ve şiddetine dönüşmesinin kökeninde temsiliyetist zor ve şiddet yatmaktadır. Temsiliyetist zor ve şiddet hem parti içinde hem Sovyet içinde hem de devlet içinde farklı görüş ve eğilimlere karşı zor ve şiddet kullanma ve onları tasfiye ederek var olabilme koşuluna sahiptir. Keza tek partili temsiliyetizm içinde farklı görüş ve eğilime yer vermeyen bir bakış açısı hakim olmuştur. Zira temsiliyetizm iktidarda da ortak istemez; düşüncede de çok seslilik istemez. Bilindiği üzere tüm temsiliyetist devlet aygıtlarının tek bir kişiye yetki vermesi de işte bu yüzdendir. Başka bir deyişle, ister çok partili temsiliyetizm olsun, ister tek partili temsiliyetizm olsun, tüm kurumların başında her zaman tek bir kişiye (bireye/başkana!) en üst temsil hakkı verilmesi temsiliyetizmin kaçınılmaz doğasıdır. Temsiliyetizmin gerçek doğası kurumları kişilere bağlamaktır. Sovyetler Birliği'nde olan buydu. Sovyetleri partiye, partiyi devlete, devleti tek bir kişiye bağlamaları da bundandı. O vakit sormak gerekir: Toplumsal denetimin olmadığı yerde sosyalizm olur mu?
Sonuç olarak; “sınıf adına” hareket ettiğini iddia eden bir şiddet ve zor hareketine dönüşen Sovyet temsiliyetizmi kendisi iktidar da iken yozlaşarak adım adım bir proletaryan efendiler kastına (zaten temsiliyetizm halkın yetkisini bir avuç zümreye devretmektir) dönüşmekten de kurtulamamıştır. Kuşkusuz ne Lenin’in ne de onunla birlikte 1917 Ekim Devrimi’ne önderlik eden Bolşevik kadroların nihai hedefi bu olmasa da, sosyalizmin nasıl inşa edileceği noktasındaki deneyimsizliğin ve kendiliğindenciliğin ortaya çıkarmış olduğu bu sonuç; yetkileri elinde tutan bürokratik zümrenin zayıf proletaryan-temsiliyetizminin kendisinden daha güçlü ve köklü bir yapı olarak tarihsel-temsiliyetizm karşısında yenilmesini kaçınılmaz bir sonuç haline getirmiştir.
Dahası; günümüzden bakıldığında proletaryan solun Sovyetler Birliği’nde “kapitalizme geri dönüş” üzerine yapmış olduğu sayısız iç tartışma da meseleye salt “üretim ve mülkiyet ilişkileri” (yani alt yapı) temelinde bakma yanılsamasına düşüldüğü içindir ki, sorunun asıl kaynağı da, yani temsiliyetist üst yapı aşılmaksızın gerçek manada sosyalist üretim ve mülkiyet ilişkilerine geçişinde mümkün olmadığı da görülememiştir. Keza temsiliyetizm sınıflar ve devlet var olduğu için değil, sınıflar ve devlet temsiliyetizm var olduğu için varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Dolayısıyla; toplumsal denetim fikriyatı da dahil olmak üzere pek çok emekolojik tez ve argümana bütün bu tarihsel deneyimin titiz bir şekilde incelenmesi sonucunda ulaşıldığını söylemek hiçte abartılı bir yaklaşım olmayacaktır. [3]
Proletaryan efendiler kastı proletarya adına konuştuğunu ve yönettiğini iddia etse de, imtiyazlı bir "devlet kapitalizmine" yelken açmaktan da kurtulamamıştır. Dolayısıyla; Sovyet Rusya’da yaşanan süreci “kapitalizme geri dönüş” olarak tanımlamak yanlış olacağı gibi, gerçekte hiçbir zaman gerçekleşmemiş olan bir sosyalizmin geriye dönüş yapmış olması da mümkün ve olası değildir.
Kaldı ki; Leninizm tarihsel-temsiliyetizm sorununa karşı toplumsal ve sınıfsal bir denetimist program ve örgütlenme modeli geliştiremediği için, uzun vadede daha iktidardayken ideolojik olarak zayıflamış, daha sonrasındaysa karşı devrimci bir pozisyona düşen Sovyet bürokrasisi sınıfın ve toplumun çıkarlarına ters düşen bir yapıya dönüşmüştür. Dahası; Marx ve Engels’in “devlet olmayan devlet”, “adım adım sönümlenen devlet” gibi benzetmeler üzerinden tarif ettiği ve açıkçası çokta net bir şekilde tanımlamaktan kaçındığı bir kavramsallaştırma olarak “proletarya diktatörlüğü”, Marx ve Engels’in hayal ettiğinden de farklı olarak, pratikte proletaryan temsiliyetist bir diktatörlüğe ve hatta yeri geldiğinde proletaryaya karşı bile şiddet ve zor uygulayan bürokratik bir diktatörlüğe dönüşmekten de kurtulamamıştır.
Tüm bunların nedeni proletaryanın ve halkın yetkilerini bir avuç zümreye terk etmesinden kaynaklanmaktadır. Halbuki yetki denetim şartı ile verilse, denetleme hakkı, yargılama hakkı, sorgulama hakkı toplumda olsa yetkileri gasp etmiş olan o bir avuç zümre zümre olmaktan da/devlet olmaktan da sönümlenerek çıkar. Başka bir deyişle, devlet olmayan devlet kitlelerden yetkiyi sınırlı bir şekilde almış, denetim hakkı yine kitlelerde olan devlettir. Ancak böylesi bir "sosyalist devlet modeli" zamanla tüm yetkilerini topluma devrederek ve kendi kendisini sönümlendirerek devlet olmaktan çıkabilir.
Kaldı ki; proletaryaya karşı uygulanan şiddet ve zor Sovyet bürokratizminin kapitalizmin kucağına daha da çok oturmasını hızlandırmış ve proleter kitlelerin sosyalizm idealine olan güvenini daha da sarsmıştır. Her ne kadar Sovyet Rusya’da gördüğü eksikleri ve yanlışları görüp kimi dersler çıkarmış olsa da, Çin’de “proleter kültür devrimi” programını bir çözüm olması için devreye sokan Mao’da tarihsel-temsiliyetizm karşısında benzer bir sonu yaşamıştır. Öyle ki emeğin öznel yapısına yaslanarak başlattığı kültür devrimini sonlandırma çağrısı yapmak zorunda kalanda yine Mao'nun kendisi olmuştur. İki durumda da; yani hem Rusya’da hem de Çin’de imtiyazlı bir devlet kapitalizminin ortaya çıkması bu ülkelerin zaman içinde ulus-ötesi bölgesel ve uluslararası tekellerin hareketine dayalı glokal-emperyalist devletlere dönüşmesinin de önünü açmıştır. Zira kendisine proletaryan-temsiliyetizm sayesinde “komünist yöneticiler” süsü vermiş pek çok eski Rus ve Çin bürokratının sistemlerin çözülüşü sonrasında gloktokratik düzenin taşıyıcı kolonlarına dönüşmesi de hiçte şaşırtıcı değildir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri de Sovyet sonrası Rusya'sında Putin'in oynadığı roldür. Sovyetik gelenekten gelen Putin KGB bürokrasinin içinden çıkmış olan bir siyasi figürdür ve onun Rus temsiliyetizminin vitrinine yerleştirilmiş olması da elbette ki bir tesadüf değildir.
Şayet kimi proletaryan sol kesimlerin iddia ettiği gibi Rusya ve Çin gibi ülkelerde “üretim araçları tümüyle devletleştirilmiş” ve “sömürücü sınıflar ortadan kaldırılmış” ise, bu ülkelerde sistemlerin çöküşü sonrasında ortaya çıkan yeni burjuvalar hangi temel üzerinden yükselmiştir? Şayet bu burjuvalar “gökten zembille inmediklerine” göre; kendilerini temsiliyetizm sayesinde var etmiş olmaları neden akla getirilmemektedir? Keza temsiliyetist memur/bürokrat varsa kapitalizm vardır; burjuvazi ve burjuva düzeni vardır! Başka bir deyişle, temsil yetkisini alan zümre (onun inancı ya da ideolojisi ne olursa olsun) temsil yetkisini aldığı için temsil yetkisini merkezleştirip daraltarak tekleştirir. Dolayısıyla kamusal yetkinin bir avuç zümreye devredilmiş temsil yetkisi üzerinden oluşturulduğu temsiliyetist sistem zaten zümrenin zümreleşerek kastlaşmasına yol açar. Başka türlüsü de düşünülemez. Sonuçta sosyalizm bir avuç iyimser insanın fedakarlığının sonucu değildir. Bu yüzden de proletaryalist zümreler kitleleri sosyalizme taşıyamamıştır. Taşıyamadığı içinde proletaryan-temsiliyetizm kapitalizmden ayrışamamıştır.
Kısaca söylemek gerekir ise; emekçiler tarafından aşağıdan yukarıya doğru denetlenmeyen her toplumsal sistem/temsiliyetizm ve onun zor ve şiddete dayalı pratikleri uzun vadede kitlelerin aleyhine yıkıcı ve geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurmaktadır. Bu açıdan ister sınıf, ister parti, ister devlet adına yapılıyor olsun her türden temsiliyetist şiddetin ve zorun asıl kaynağı kitlelerin sosyalizmi kendi özgür iradelerine dayalı olarak aşağıdan yukarıya doğru denetim kurumları vasıtasıyla inşa edebileceğine olan güvensizliktir! Bu güvensizlik hali, salt kitlelere güvensizlik olarak kalmamakta, dahası devrimci örgütler, partiler, akımlar vs. içinde de birbirine güvensiz monolitik/tek sesli ve kendi içinde en küçük fikir ayrılıklarını bile bastırmaya eğilimli sekter yapıların oluşması sonucunu doğurmaktadır.
Dolayısıyla; Marksizm ve Leninizm içinden çıkan lakin onun eksiklerini ve yanlışlarını bilimsel açıdan değerlendirerek yeni sonuçlara ulaşan Emekoloji, Ekim Devrimi’nin ve Bolşevizm’in mirasının olumlu ve olumsuz yönlerini de ortaya koyarak, toplumsal denetim fikri temelinde Leninizm’in günümüz koşullarına uyarlanmış bir biçimi olarak denetimist-leninizm’in teorik ve pratik hattını döşemeye devam etmektedir.
Dahası; Lenin ölümünden kısa bir önce dile getirdiği talihsiz “işçi denetimi” önerisini temsiliyetizme karşı tam manası ile denetimist bir program ve örgütlenme modeline dönüştürememiş olsa da, o’nun denetimist-leninizm’in çıkış noktasını oluşturan “ilk kıvılcımı” da çakmış olması sebebiyle önemli bir tarihsel öncül-itkiye imza atmış olduğunu da ayrıca belirtmek yararlı olacaktır. Kuşkusuz Lenin’in proletaryan-temsiliyetizmden tam manasıyla kopamamış olan “işçi denetimi” ile sınırlı kalmayan emekoloji tarihsel-temsiliyetizme karşı tarihsel-denetimizmin ve onun sınıf biçimi olarak da protekya (yeni sınıf) tespitini ve siyasetini de geliştirerek bir anlamda Lenin’in başlayıp ta bitirememiş olduğu program ve örgütlenme sorunu alanında da ufuk açıcı bir ilerleme elde etmeyi başarmış bulunmaktadır.
Bu başarı denetim fikriyatının temsiliyetizmin bir iç aygıtı olma ön kabulünden kopuşu ile mümkün olmuştur. Keza yasama, yargı ve yürütme şeklinde örgütlenmiş olan kapitalist devlet aygıtları kendi içinde temsiliyetist iç denge ve denetim aygıtlarına sahip iken, denge ve denetim aygıtlarını yasama, yargı ve yürütme aygıtlarından bağımsız ve ayrı bir dış denetim aygıtı şeklinde tasarlama fikriyatı ilk defa emekoloji tarafından ortaya konulmuştur. O vakit sormak gerekir: temsil yetkisini alan kişi ya da kurumun kendisini denetlediği dünyanın neresinde görülmüştür? Elbette ki denetim topluma ait olmak zorundadır. Başka türlüsü de mümkün değildir. Sosyalizme giden yol da temsiliyetizmden değil, toplumsal denetimizm mücadelesinden geçmektedir. Aksi takdirde kim olursa olsun, hangi düşünce olursa olsun, temsil yetkisi verilen kişi ve kurumlar (partiler vs.) diktatör [4] olup çıkarlar!
Dipnotlar
[1] Neden "bürokratik zümreler" tanımı? Keza her bürokrasi zümre yaratmayabilir. Mesela denetimist bürokrasi istese de zümre yaratamaz. Çünkü her insan ya da vatandaş kendi haklarını kendi savunur ve kendi haklarının denetimini kendi yaparsa; o vakit devlet memuru bürokratik bir zümreye dönüşemez. Ancak devlet memuru o denetim hizmetine tabi olabilir. Dolayısıyla; temsiliyetist sistemde halk devlete hizmetkar olurken, denetimist sistemde devlet halkın hizmetkarı durumuna gelir. Emekolojik devlet kuramının eski terminoloji ile konuşacak olursak "üst yapısını" anlamayanlar temsiliyetizm, din, devlet ve sınıflar arasındaki dolayımlı ve birbiri ile iç içe geçmiş bağları da görememektedir. Temsiliyetizm dinin/gizemin içinden devleti ve memuru yaratırken, memur ve devlette beraberinde sınıfları (burjuva sivil toplumu) yaratarak tarihsel-temsiliyetizmin de toplumsal dokusunu yaratmaktadır. Demek ki devleti koşullayan ön yüzey dindir. Sınıfı koşullayan ön yüzey ise devlettir. Sonrasında ise sürekli dönüşüm içerisinde birbirlerini koşullayarak yaratmaya devam ederler. Dahası; nasıl sınıf sıkışsa devlete yaslanmışsa, devlet sıkışsa dine yaslanmıştır ki, bu üçünden biri ayakta kalmayı başarırsa diğerlerini de tekrardan organize etmeyi başarmıştır. Lenin'in bürokratizm ile eleştirdiği, sezdiği ama berrak bir şekilde ortaya koyamadığı sorunun kaynağı da tam da bu temsiliyetizm idi. Keza din, devlet ve sınıf temsiliyetizmden besleniyordu. Temsiliyetizm olmasaydı ne din, ne devlet ne de sınıf olurdu.
[2] O dönemin merkez emperyalist ülkelerinde çok partili temsiliyetist rejimlerin olması karşısında proletaryan tek parti-devletinin proletaryanist yolu devleti sönümlendiriyormuş gibi algılanıyordu. Hatta 1950'lilere gelindiğinde Kruşçev önderliğindeki SBKP'nin parti-devletinden "halkın devletine" (komünizme) geçildiğini ilan edecek kadar yanılsamalı bir boyuta gelmesi tarihsel temsiliyetist algıdan kaynaklanıyordu. Zira çok partili temsiliyetizmin tek partili temsiliyetizme, tek partili temsiliyetizmin ise toplumsal temsiliyetizme giden yolu açacağına inanılıyordu. Dahası; bu inancın kökeni Engels'in "devletin sönümlenmesi" ilişkin tezlerine kadar dayandırılabiliyordu. Lakin Engels devletin sönümlenmesini temsiliyetizm üzerinden inşa eden bir teorik bakış açısına sahip idi. Dolayısıyla; Leninist çerçevede bu şekilde mayalanmıştı. Kaldı ki; temsiliyetizm üzerinden komünizme varılacağına dair olan inanç, devletin sönümlenmesine dair olan görüş, pratik bir çerçevede komünist harekete ve yola kurumsal bir seçenek sunmuyordu. Yine komünizme temsiliyetizm üzerinden gidileceğine inanılıyordu. Bu yüzden çok partili temsiliyetist anlayış tek partili temsiliyetist anlayışa dönüşürken, tek partili temsiliyetist anlayışın ise sönümlenen toplumsallaşmaya ("halkın devletine" ve "komünizme") dönüştüğü sanılırken, partinin sönümlenmesi gerçekleştikçe de devletinde sönümleneceği sanılıyordu. Asıl çelişki ve handikap da buydu. Bu durum aynı zamanda çok partili temsiliyetist devlet sistemleri karşısında tek partili temsiliyetist devlet sistemlerinin demokratik olmadığı (totaliter olduğu) algısını yaratırken, bu liberal algının çokta doğru olmadığını peşinen kabul etmek gerekir. Gerçekte ister çok partili olsun ister tek partili olsun demokratizmin temsiliyetizm ile bağının olmadığını, tam tersine toplumsal denetimizm olmaksızın demokratizmin hiçbir işe yaramadığını bunca proletaryalist pratik dersten çıkarmak elzem bir durumdur.
[3] Marksizm çalışması bir nevi kısır alt yapı çalışması olarak kaldı. Sonuçta; kısır olarak kalan alt yapının üzerine kayda değer bir üst yapı çalışması da yapılamadı. Geçici ve dönemsel tercih olan proletaryanizm; Lenin ve Leninizm'in etkisi ile birlikte proletaryanist üst yapı olarak algılandı ve buna göre şekillendi. Halbuki proletaryanizm bir üst yapı teorisi değildi. Sovyet deneyimi bu açıdan kapitalizme karşı üst yapı teorisi olmayan bir "kör döğüşüne" benziyordu. Onu kör eden şeyde temsiliyetizm idi. Başka türlü bir komünizm yolu düşünülemediği için var olan temsiliyetist komünalist yol çözüm olarak gözüktü. Halbuki bu çözüm çözümsüzlüktü. Yani gerçek bir çözüm değildi. Başka bir deyişle, proletaryanizm bunu gerçekleştirebilecek bir üst yapıya, kuruma, fikriyata ve hatta sınıfa bile sahip değildi. Her şeyden öte proletarya bile sosyalizmin değil, kapitalizmin, daha doğrusu sanayi emeğinin toplumsal kullanıcı emek güçlerini meydana getiren sınıf idi. Dolayısıyla proletaryanın asıl varlık zemini kapitalizmden bağımsız değildi.
[4] Tüm kurumların başı yürütme yasa çıkartma talimatı verir, çıkarılan yasayı da yargı uygular. Aynı gün bir yandan "yoğurt beyaz diyenleri içeri atın yasası" çıkarılırken, diğer bir yandan "yoğurt beyaz demeyenleri içeri atın yasası" çıkarılırsa, bu toplum hangi diktatörden hesap sorabilir? Böyle bir diktatör istediği herkesi istediği zaman içeri atabilir. Yetkiyi tümden elinde toplamış bir diktatörden kim hesap sorabilir? Hiç kimse!
12.07.2022
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 1 year
Text
“Sönen Devlet Mekanizmaları” Teorisine Dair Proletaryalistlere Okkalı Bir Cevap
Tumblr media
Marx, Engels, Lenin gibi önde gelen proletaryalist komünist teorisyenlerin ve politik-pratikçilerin (bu listeye Stalin, Mao ve Troçki vs. gibi liderlerde eklenebilir) devlet üzerine yaptıkları tespitlerde hepsinin “burjuva devlete” karşı “proleter devleti” savundukları bilinmeyen bir sır değildir. Dahası; Marx’ın “Fransa’da İç Savaş”tan Lenin’in “Devlet ve Devrim”ine kadar bütün bu eserlerde proleter devlet biçimi “adım adım sönümlenmesi gereken bir makina” olarak tarif edilir. Bu durum Marksist-Leninist literatürde burjuva demokrasisine (temsili demokrasiye) karşı proletarya demokrasisi (doğrudan demokrasi) olarak ortaya konur. Dolayısıyla; ML teoriye göre temsili demokrasiye (burjuva demokrasisine) karşı proletarya demokrasisi (proletarya diktatörlüğü) sönen devlet makinasının aldığı siyasi ve toplumsal biçimdir. Bu sebepden dolayı; ML teoriyi sulandıran “oportünistleri”, “revizyonistleri”, “reformistleri” bir kenara koyarsak, tamı tamına bu düşünceleri benimsemiş olan bir ML’nin yapması gereken şey burjuva demokrasisini (temsili demokrasiyi) meşru gören her türden siyasi ve toplumsal hareketin karşısında yer almaktır.
Başka bir deyişle, bir ML’nin (proletaryalist devrimcinin) görevi; tüm burjuva devletlerini, burjuva parlamentolarını, bunların “en demokratik ve en devrimci” görünümlü olanlarını bile (tüm temsili demokrasileri!) sınıf mücadelesi ve devrimle parçalayıp yerle bir etmektir. ML teoriye göre proletaryanın adım adım sönümlenen devlet makinası ve dolayısıyla sınıfsız komünist toplumun yaratılması hikayesi de kısacası bundan ibarettir. Geri kalan ayrıntılar “Marksist-Leninist profesörlerin” yazdığı kitaplarda bol miktarda bulunmaktadır. İncelemek isteyenler elbette ki daha da detaylı okumalar yapabilirler. Hali hazırda emekolojistler ise bütün bu literatürü yıllarca inceleyerek ve onun karşılaştırmalı bir analizini ve eleştirisini yaparak bugün ki görüşlerine ulaşmışlardır. Tabii ki emekoloji’nin ML teori ile sınırlı olmayan çok sayıda kaynağı da olup, bu da başka bir yazının konusudur.
Şimdi asıl konumuza dönersek; öncelikli olarak proletaryalistler temsili demokrasiyi (burjuva demokrasisini) meşru kılan her türden siyasal ve toplumsal talebin karşısında durmak gerektiğini söylerler. Ama yalnızca söylerler! Fakat bunun nasıl yapılacağına dair hiçbir somut çözüm önerisi getirmezler. Proletaryalistler temsili demokrasiye karşı hiçbir somut öneri getirmedikleri gibi, temsiliyetizmin bir kolu olan proletaryan temsili demokrasiden de vazgeçemezler. Dolayısıyla; bu sosyalizm ya da komünizm adına yapılıyor olsa da, seçilmen despotizminden medet ummaya devam ederler. Bu da kaçınılmaz bir biçimde; tek tek proletaryalistlerin ya da proletarya adına mücadele ettiğini söyleyen örgütler ve partilerden de bağımsız olarak, onların, seçim, sandık, şura, sovyet, parlamento vs. gibi yapılardan da medet umması sonucunu doğurur. Halbuki adına işçi sovyeti de dense, işçi konseyi de dense, parlamenter bürokratik işlere doğrudan demokrasi de dense, temsili demokrasi de dense, gerçekte hepsi aynı şeydir. Ha kel hasan! Ha hasan kel!
Biz emekolojistler olarak demokrasiyi falan tanımayız! Emekolojistler için gerçekte demokrasi kavramı bağnaz ve gerici bir kavramdır. Eski Yunan’dan bu yana pek çok farklı anlam yüklenmiş olsa da, özü itibariyle demokrasi kavramı çokta değişikliğe uğramamış olan türdeş bir kavramdır. Gerçekte demokrasinin doğrudanı, temsilisi vs. yoktur. Bunların hepsi, şeçme ve seçilme işleridir. Doğrudan ve temsili seçilme işleri de, seçim ve sandık işlerine, kurullara ve kurumlara dayanan işlerdir. Başka bir deyişle; kendine ne ad verirse versin, kurul ve kurum oluşturmayan bir demokrasi yoktur. Dolayısıyla; proletaryan temsiliyetizm de ister doğrudan olsun ister temsilen olsun, kurul ve kurum yaratan, seçim ve sandık bürokrasisi yaratan işlerdir. Bunun aksi düşünülemez. Bu yüzden proletaryalist temsiliyetizm; sandık ve seçim bürokratizmi ile toplumsal denetimist bürokratizmi daima birbirine karıştırır. İşte bu sebepledir ki; proletaryalistler “sönen devlet mekanizmaları” sorununu hiç anlamadıkları gibi, devletin nasıl sönümleneceği noktasında da Marx, Engels, Lenin’den yapılan kuru alıntıların ve söylevlerin de ötesine geçemezler.
“Sönen devlet olgusu” neye göre sönecektir? Asıl can alıcı soru budur. ML teoriye göre; devlet proletaryan temsiliyetizm ile sönecektir. Kısacası, proletarya devrimle ilktidara gelip kendisini egemen sınıf biçiminde örgütleyecek ve “sınıf intiharı” (harakiri!) yaparak kendisi ile birlikte tüm sınıfları ortadan kaldırarak devletin sönümlenmesini sağlayacaktır. Devletin sönümlenmesi dair en temel ML kurgu budur. ML teoriyi savunanlar böyle diyor da; seçilmen memuriyetizmine dayalı bir avuç parlamenter bürokratizmin memur kastlarının sönümlendirebileceği bir devlet (sönen devlet!) olgusu tarihin hiçbir döneminde görülmemiştir. Sovyetler Birliği’de dahil olmak üzere onca sovyetik, yarı-sovyetik, ucundan-kıyısından sovyetik deneyimlere rağmen böyle bir örnek hiç görülmedi maalesef!
Proletaryan temsiliyetizmin içine düşmüş olduğu paradoks Nasrettin Hoca’nın “bindiği dalı kesme” hikayesine benzetilebilir. Memuriyetizm memuriyetizm olalı, temsilyetizm temsiliyetizm olalı, hiçbir memurun bindiği dalı kestiğine tarih tanık olmamıştır. Bu yüzden temsiliyetizm ve memuriyetizm üzerinden “sönen devlet mekanizması” inşa etmekte mümkün değildir. Bu nedenledir ki; proletarya adına yapılıyor olsa da, proleteryan temsilmenlerin ve proletaryan atanmanların proletaryan efendiler kliğine dönüşmesi de kaçınılmazdır. Nitekim tüm Sovyet deneyimleri de aynı şekilde sonuçlanmış olup, devrimin kurumları karşı-devrimin kurumlarına dönüşmekten de kurtulamamıştır. Yok Lenin şöyle yaptı, yok Stalin böyle yaptı, yok Troçki söyle değil de böyle yapsaydı diye suçlu aramak beyhude bir çabadır. Zira “suçun kendisi” temsiliyetizm ve memuriyetizm örtüsünün altında gizlidir. Asıl suçlu temsiliyetizmin ve memuriyetizmin neden olduğu yapısal bozukluktur. Bu yüzden de sorunun kaynağı kişisel değil, yapısaldır. Dolayısıyla, temsiliyetizmin ve memuriyetizmin eleştirisi onu var eden yapıların, kurulların, kurumların vs. bütünsel bir eleştirisi olarak ortaya konulmak zorundadır. Emekoloji’nin asıl yapmaya çalıştığı şeyde budur!
Peki ne oldu da pratikte sönümlenmesi gereken devlet mekanizmaları sönümlenmeyi bırak devletin daha da güçlenmesi ve hatta proletarya üzerinde bile baskı kuran bir güce dönüştü? ML teoriye inanmış ve bu uğurda ağır bedeller ödemiş kuşakların evlatları ortaya çıkan bu sonucu bilerek istemiş olamayacaklarına göre, zaten temsiliyetizm mantığıyla da sönen bir devlet mekanizması ne teoride ne de pratikte gerçekleştirilemezdi.
Şayet proletaryalistler sönen bir devlet mekanizması mücadelesi görmek istiyorlarsa zahmet edip denetimistlerin ufak tefek kazanımlarına bakabilirler! Zira yıllarca seçimler/burjuva demokrasisi/temsili demokrasi için “bu bir oyundur!” diyen proletaryalistler buyursunlar “faşist bir kurum” dedikleri Anayasa Mahkemesi’nin 2019/20445 sayılı kararına baksınlar. Bu kararla “seçimlerde seçmenin teminatı yok” diyen AYM’nin ta kendisi. Seçimlerin bir oyun olduğunu bir avuç insanın bilmesi kitlelere hiçbir şey kazandırmaz. Bir avuç insan seçimler bir oyundur diye kendisini parçalasa da, proletarya da dahil olmak üzere tüm emekçi sınıflar tarihsel olarak seçim-sandık/aldatma işlerine/bile istiye aldanma/oy verme işlerine dahil olmaya eğilimlidirler. Dolayısıyla; denetimistlerin AYM’den almış olduğu bu karar, seçimlerin bir oyun olduğunu bir avuç insanın bilmesinin dışında, yargı kurumundan alınmış bir karar olması nedeniyle, bu oyunun kitlelere anlatılabilmesini de olanaklı kılmaktadır. Kaldı ki; denetimistlerin yürütmüş olduğu bu bürokratik mücadele var olmasaydı, AYM kararıyla seçimlerin bir oyun olduğunu kitlelere anlatabilmekte mümkün olmazdı.
Proletaryalist çok bilmişler emekolojistleri Marksizm’i ve Leninizm’i bilmeyen dün ki çocuk sanmaya devam edebilirler. Varsayalım ki biz dün ki çoçuğuz! Lakin denetimistler proletaryalistlerin bugüne kadar cüret dahi edemediği bir mücadele hattını inşa etmektedir. Denetimistler; temsiliyetist-bürokratizmin başına denetimist-bürokratizm ile kabus gibi çöreklenmektedirler. Dün ki çocuk olan denetimistler bunu yaparken, “büyük abi” pozlarında gezinen proletaryalistler ise kuru kuru ajitasyon ve propaganda yapmayı maharet sanmaya devam edebilirler.
Denetimistler, hem proletarya için, hem de tüm emekçi sınıflar için yasamaya, yargıya, yürütmeye karşı bürokratik denetimist mücadele verirken ve bir bir bu kurumları mahkemelere çekip tarih karşısında yargılarken ve bunu da ulu orta meşru zeminlerde yaparken, proletaryalist dostlarımız neredeydi?
Proletaryalistler bugüne kadar kuru kuruya “sönen devlet mekanizmalarının” teorik propagandasını ve ajitasyonunu Marx, Engels ve Lenin’den devşirdikleri üç beş alıntı ile gucuk kuşu gibi tekrarlamaktan başka ne yapmışlardır? Yarın ya da devrimden sonra kurulacağı söylenen “sönen devlet mekanizmaları” söylemi bugün ezilenlerin karnını doyurmamakta, güne çare olmamaktadır. Proletaryalistler öncelikli olarak bugün devleti sönümlendirmek için hangi çalışmaları yürüttüklerini açıklasınlar. Dahası; proletaryalistler bugünden yarına “sönen devlet mekanizmalarını” inşa etmek için yaptıkları pratik-bürokratik çalışmaları da ortaya koysunlar. Proletaryan temsiliyetistler hayatlarında bir kez olsun proletaryaya toplumsal denetimizmi; devleti, kurumları, memurları denetlemesini öğretsinler de görelim! Ezilen ve sömürülen kitlelere temel haklarını denetimizm ile nasıl savunacaklarını öğretsinler de görelim! Yoksa kuru ajitasyon ve propaganda ile peynir ekmek gemisi yürümüyor.
Zamlara karşı, düşük ücretlere karşı, açlığa, sefalete karşı emekçi kitleler nasıl bir toplumsal denetim ağı kurmalı ve bugünden bu temel sorunların denetimini yaparak çözüm yollarını nasıl üretmeli, asıl üzerinde odaklanılması gereken konu budur. Zira herşeyi devrime (belirsiz bir geleceğe) havale ederek, bugünden yarına vaad ve umut ederek kitlelerin bürokratik denetimist mücadelesinden kaçamazsınız! Kitleler gelecekte yaşamıyor; bugünde yaşıyor ve onların temel sorunlarının çözümü ancak toplumsal denetimizm mücadelesinin büyütülmesi ile mümkün olabilir. Bu gerçekleştirilmediği sürece devrimin güncelliği sorunu da ayakları üzerine oturtulamaz. Lenin bu duruma “Sol Komünizmin Çocukluk Hastalığı” adını veriyordu. Bugünde sol sekter proletaryanizmin durumu harfi harfine buna benzemektedir.
Bugün devleti, kurumları, memurları denetlemeyi göze alamayanların yarın kurabileceği “sönen bir devlette” olmayacaktır. Bu yüzden; “proletarya demokrasisi”, “doğrudan demokrasi” vs. gibi kavramlar yerine denetimist mücadelenin pratik deneyimlerinden çıkan kavramlara alışsanız iyi edersiniz! Bunun dışında hala denetimistleri dün ki çocuklar olarak görmeye devam edip “ben bilirim”cilikte ısrar ediyorsanız; o da zaten denetimistlerin sorunu değildir. Bu durumda sadece temsiliyetist ve memuriyetist yolunuz açık olsun diyebiliriz. Ancak o yoldan da bir hayır çıkmadığı sayısız defa kanıtlanmış olup, bu yoldan gidenlerin emekçi sınıflara ve ezilenlere zerre kadar faydası olmadığı da tecrübe ile sabittir. Keza geçmişte denenmiş ve her defasında yenilgiyle sonuçlanmış olan temsiliyetist ve memuriyetist yol “sönen devletin” denetimist yoluda olamaz!
20.12.2022
Serhat Nigiz
1 note · View note