Tumgik
#denetimist
serhatnigiz · 1 year
Text
Muhtemel Seçimler Üzerine Bazı Sesli Düşünceler
Tumblr media
Türkiye'de gerçekleşmiş olan genel ve yerel seçimlerin iç dinamiklerine bakıldığında hepsinin devletin ve yönetim şeklinin karşı karşı karşıya kaldığı (hakim sınıflar arası çatışmalar, iç huzursuzluklar, sosyal isyanlar vs. gibi) krizler ile bağlantılı olduğu görülebilir. Elbette ki bu krizler Türkiye kapitalizminin ve sermaye sınıflarının karşı karşıya kaldığı yapısal krizlerden, mevcut emek ve birikim rejiminin sürdürülebilirliğine dair yaşanan yönetsel ve idari sorunlardan da (egemenler cephesinden de) bağımsız değildir. Başka bir deyişle, seçimler her seferinde sistemin politikalarını kitlelere onaylatmak ve rıza üretmek için yapılmaktadır. Yoksa iddia edildiği gibi "milletin demokratik iradesinin tecelli edilmesini sağlamak" için değil!
Bu işin sistem için olan güzel tarafı ise, sistem/suyun başını tutanlar ne zaman isterlerse halk ancak o zaman sandık başına gidebilmektedir! Başka bir deyişle, bu sistem gereğince seçimi düzenleyenlerde seçimde seçilenlerde istisnalar dışında organik olarak aynıdır. İşte bu temsiliyetizm oyununa "demokrasi" adı verilmektedir. Yani siz oylarınız ile bir kişiyi seçiyorsunuz; o kişinin sizi temsil ettiğine inanıyorsunuz ama o kişi sizi değil, öncelikli olarak kendisini temsil ediyor. Açıkçası sınıflar adına yapılan temsiliyetizm biçimlerinde de durum pek farkı bir sonuç doğurmuyor. Zira sınıf adına yapılan temsiliyetizmde de kişi sınıftan çok kendi kendisini temsil eder hale geliyor. Çoktan aza doğru yetki bürokrasiye devredilerek bürokrasi eliyle de yetki tek bir kişide cisimleşiyor. Günümüz modern temsiliyetist devlet yapılanmaları ve siyasi partilerin tümü de bu şekilde örgütlenmektedir.
Gerçekte meselenin kökü salt temsil edip etmemek değil, asıl önemli olan temsil edenle/temsil eden arasındaki ilişkide denetimin nasıl sağlanacağıdır. Aşağıdan yukarıya ve yukarından aşağıya doğru bağımsız kurumlar aracılığıyla çift kanatlı toplumsal bir denetim olmadığı sürece kim olursa olsun temsiliyetizmin tüm biçimleri şahsi temsile dönüşmekten kurtulamaz. Bu açıdan hem dünyada hem de Türkiye'de seçimler bu haliyle memurun, devletin ve kapitalistin çıkarlarına uygun bir sistem kurmaktan ve piyasa mekanizmalarını güvence altına almaktan başka da bir işe yaramamaktadır. Dolayısıyla; ortaya çıkan tablo, yani oyların toplamı bize asla halkın, emekçi sınıfların genel iradesini vermez! Genel irade biçimindeki burjuva yanılsama gerçekte temsiliyetist bir aldatmacadır.
Şimdi gelelim maydanozun faydalarına! Bunca acı deneyimden sonra bile hala Türkiye'deki solların, muhalif kesimlerin kendilerini 6'lı masanın "güçlendirilmiş parlamenter sistem" demagojisine eklemlemesine, dahası ekseriyetle de seçim ve sandık temeli bir hat izlemelerine ne demeli? Neymiş efendim AKP giderse "nefes alabilecekleri koşullar ortaya çıkarmış". Elbette ki Erdoğan'ın tekrar aday olamaması ve AKP'nin seçimleri kaybederek hükümetten, iktidardan uzaklaşması kayda değer bir gelişme olacaktır ve bu durum emekçi toplum kesimlerinin de nesnel olarak yararınadır fakat bunun yolu seçime ve sandığa, daha doğrusu burjuva muhalefete endeksli bir politikadan geçmemektedir.
Kuşkusuz sistem karşısında kendisini çaresiz hisseden kitlelerin "denize düşen yılana sarılır" misali bir burjuva odaktan/ittifaktan diğer bir burjuva odağa/ittifaka yönelmeleri emekçi kitlelerin örgütsüzlüğünün tavan yaptığı bugün ki koşullarda anlaşılabilir bir durumdur. Fakat topluma ve emekçi sınıflara öncülük etme ve yol gösterme iddiasında olan sosyalistlerin kendi politik perspektiflerini burjuva muhalefetin belirlediği temsiliyetist oyunlara endekslemeleri ve hiçbir zaman oyun kurucu bir güç olamayacakları bir zeminde siyaset üretmeye çalışmaları ise anlaşılır bile değildir.
Dahası Türkiye'de devletin resmi yargı kurumlarının dahi kendi ağzıyla "seçimlerde seçmen ve seçilmen güvenliğinin olmadığını" itiraf ettiği bir ortamda (AYM kararları) ve 7 Haziran 2015 tarihinde gerçekleşmiş olan seçimin bile yasadışı yollardan iptal edilebilmiş olduğu gerçeğinden de hareketle, önümüzdeki süreçte gerçekleşecek olan muhtemel bir seçiminde meşruiyeti tartışma konusudur, olmaya da devam edecektir. Bürokrasi içinde önemli miktarda güç biriktirmiş olan mevcut hükümet ve iktidar bloğunun daha önceki seçimlerde olduğu gibi, önümüzde ki seçimlere de gölge düşürmeyeceğinin hiç bir garantisi yoktur.
Kuşkusuz bu olgular seçim sürecini önemsizleştirmemektedir. Aksine seçim süreci toplumun ve emekçi sınıfların ülke yönetimine ve politikalarına dair talep ve istemlerinin doruk noktasına çıkacağı bir dönem olması nedeniyle de sosyalist güçler açısından da önemlidir. Bu yüzden şimdiden tutum belirlemek ve somut bir perspektif temelinde, seçime ve sandığa öncelik veren değil, önceliği denetimist bürokratik devrimci faaliyete veren bir çizgiyi hakim kılmak gerekmektedir.
Dolayısıyla; bir yandan temsiliyetist seçim ve sandık yalanlarını deşifre ederken, diğer yandan ise denetimist bürokratik devrimci mücadelenin gereklerini yerine getirmek gerekir. Bu noktada denetimistlerin öncelikli meselelerinden biri de; 2 dönem maddesini/kuralını ihlal ederek hukuksuz ve kanunsuz bir biçimde seçimlere girme hazırlığı yapan Recep Tayyip Erdoğan'ın bu girişimine karşı gerekli adımları atmaktır. Kaldı ki bu adımlar denetimistler tarafından gerçekleştirilmiş olup, bu konuyla ilgili hukuki başvuru AYM tarafından da görüşülmektedir. Yine benzer şekilde YSK'nın bu süreçte alacağı tutuma ilişkin gerekli müracaatların yapılması ki, yapılmış olan müracaatların takipçisi olunması ve bu noktada YSK'nın seçim kanunları ve mevzuatı ile çelişen durumunu ve Recep Tayyip Erdoğan'ın adaylığı konusunda alacağı usulsüz ve gayrimeşru kararlara karşı çıkılması ve bunların toplum nezlinde teşhir edilmesi de diğer önemli hususlardır.
Hukuk tekniği ve bürokratik denetimist faaliyet açısından böylesine bir çalışma yürütülmeksizin, temsiliyetist seçim oyunlarının teşhir edilmesinin de tek başına bir anlamı olmayacaktır. Bu noktada sandığa gitmeyen sandıksızların "temsili" noktasında da daha önceden yapılmış hukuki müracaatların hala geçerliliğini koruduğu bir ortamda, "ben küstüm, oynamıyorum!" tarzında kendisini gösteren müzmin ve küskün boykotçu tavrın demokrasi mücadelesini kazanma noktasında bir ayağı topal, bir gözü ise kör kalacaktır. Başka bir deyişle, küskün boykotçu tavır ile denetimist sandıksızlık arasında seçimlere ve sandığa gitmeme noktasında da ciddi ve temel farklılıklar bulunmaktadır.
Bu farkları kısaca özetlemek gerekir ise;
Temsiliyetist seçim ve sandık yalanlarının denetimist temelde sistematik olarak teşhir edilmesi.
Kitlelere temsiliyetizm karşısında denetimist bürokratik faaliyetin öneminin sürekli olarak anlatılması.
Denetimist bürokratik faaliyet yoluyla AYM ve YSK gibi resmi kurumların 2 dönem maddesi/şartı hususunda açık ve net bir tavır almasının sağlanması.
6'lı masa olarak bilinen burjuva muhalefetin temsiliyetist yalanları ortaya konulurken, şayet böyle bir imkan varsa 6'lı masanın "Anayasa Taslağı"nda toplumsal denetime göreceli de olsa kapı aralayan kimi maddelerin desteklenmesi, örneğin iç ve kısmen dış kurullar aracılığı ile vatandaşın yasama organında gensoru verebilme hakkının tanınması. 6’lı masanın sözünün arkasında durup durmayacağının takip edilmesi.
Sandıksızların "temsil hakkı" noktasında uygulanmaya konması gereken yasal ve kanunu düzenlemeler için yapılmış olan hukuki itiraz ve başvuruların takipçisi olunması ve bunların Anayasal güvence altına alınması için mücadele edilmesi.
Denetimist sandıksızlık/boykotçuluk ile klasik/geleneksel/boykotçuluk arasında ki farkların açıkça ortaya konulması. Temsiliyetist faşizanlığa karşı Denetimist bürokratik devrimci faaliyet yapılmaksızın tek başına sandığa gitmeme şeklinde kendini ortaya koyan boykotçu eğilimin umulduğunun aksine liberalizmi ve tasfiyeciliği (hatta bu eğilimin gizli gizli sandığa koşma biçimindeki başka yanlış eğilimleri de) güçlendirdiğinin altının kalın çizgiler ile çizilmesi.
Muhtemel seçim süreci yaklaştıkça yeni olgu ve dinamiklere de bağlı olarak bu 6 madde elbette ki genişletilebilir. Bu da ancak seçimlere dair açık ve net bir denetimist perspektifinin kararlı bir şekilde sürdürülebilmesi ile sağlanabilir.
7.12.2022
Serhat Nigiz
3 notes · View notes
serhatnigiz · 5 months
Text
Devlet mi Millet için? Millet mi Tayyibistan Krallığı için? Egemen olan kim?
Tumblr media
Cumhurbaşkanının parti başkanı olduğu...
Parti başkanı sıfatı ve seçim yasalarınca meclis çoğunluğuna sahip olduğu...
Parti başkanı olarak milletvekillerini seçtiği ve işine gelmediğinde milletvekilliklerine yol verdiği..
Parti başkanı olarak yürütmeye ve bakanlara hakim olduğu..
Parti başkanı olarak HSYK'nın 13 üyesinin 6'sını doğrudan 7'sini partisi aracılığıyla atadığı..
O HSYK'nın Yargıtay'ı, o HSYK'nın Danıştay'ı seçtiği..
Bu kurumlara atanmışların 4/1'ni Cumhurbaşkanının doğrudan seçtiği..
AYM'nin 12 üyesini Cumhurbaşkanının seçtiği..
Valileri, Kaymakamları vs. Cumhurbaşkanının seçtiği..
Hepsinin süreli olarak Cumhurbaşkanı tarafından seçildiği..
KHK, CBK, CK vs. "geniş yetkilere" hiç girmiyorum..
Düzen mi demek istersiniz, rejim mi demek istersiniz, yönetim şekli mi demek istersiniz, artık ne ad vermek isterseniz..
Dolayısıyla böylesi bir sistemin hala demokrasiyle, cumhuriyetle, Anayasa'da yazdığı şekliyle "laik, sosyal, hukuk devleti" ile bir alakasının kaldığını düşünmek abesle iştigaldir.
Tez vakit Türkiye Cumhuriyeti devleti adını değiştirmeli yerine de TAYYİBİSTAN KRALLIĞI ismini koymalıdır. Kendisine yakışan da bu olacaktır!
Bu ülke 100 yılın sonunda Erdoğan-Bahçeli ikilisinin etrafında kümelenmiş olan bir avuç memur kastının ve para babasının şahsi çifliğine (devlet-şirketine!) dönüşmüş durumdadır.
Peki "muhalefet" olduğu varsayılan temsiliyetist partiler ne durumda?
Bu fuhler partilerine verilmiş olan tek bir görev var: O da mevcut iktidar bloğuna ve sisteme karşı gerçek bir muhalefetin ve toplumsal mücadelenin oluşmasını engellemek!
14 Mayıs seçimlerinde iktidarla anlaşmalı bir şekilde sandık kurup milleti kandıranlar/milletin gazını alanlar önümüzde ki yerel seçimlerde de kendilerine verilen rolü oynamaya devam edeceklerdir.
14 Mayıs sonrası durduk yere "kaç paraya seçimleri sattınız?" diye hesap sormadık! Hani bunlar yalandı, neden dava açmadınız? Cebe attığınız milyon dolarların hesabını elbette birgün vereceksiniz. Siyaseti ticaret olarak yapanlar tabii ki bu sorulardan korkarlar ve cevap vermezler.
Ülkede yasama teminatı yok, yargı teminatı yok, yürütme teminatı yok, bir ülkede devlet kurumlarının ve memurun teminatı kalmamış ise, o ülkede de facto Anayasa ve kanunlar geçerliğini kaybetmiş (yargı dahi hukuka adil ulaşımın önünde bir engel haline gelmiş) ise, hepsinin dışında yetkinin tek elde toplandığı bir YÜRÜTME FAŞİZMİ VE DİKTATÖRLÜĞÜ uygulanıyorsa; bu durumda millet üzerine çöken bu karabasandan nasıl kurtulabilir?
Tek bir çıkış yolu var: O da usul, koruma ve dokunulmazlık yasalarını kendisine zırh yapmış bu memur kastlarının TOPLUMSAL DENETİM KURUMLARI aracılığıyla kontrol altına alınmasıdır. Devlet kurumları ve memur denetlenmediği sürece baskı, sömürü ve adaletsizlik kaçınılmazdır. Kim ki devlet kurumları ve memurlar denetlenemez diyorsa yalan söylemektedir. Zira devlet denilen kurum ve bu kurumun bürokratik işleyişinin parçası olan memur kastları bir avuç iken, millet ve milleti oluşturan emekçi sınıf ve katmanlar toplumun büyük ve ezici çoğunluğunu meydana getirmektedir.
Hangi etnik köken, hangi din ve inanıştan (hatta ideolojiden) gelirse gelsin toplumun en geniş denetimist birliğini kurmak gerekir. Bu da dünün ayrıştırıcı ve bölücü temsiliyetist politikaları ile değil, tüm kesimlerin temel hak ve özgürlüklerini esas alan yeni bir toplumcu söylemle mümkündür. Başörtülü Başörtüsüz, Alevi Sünni, Kürt Türk demeden her kimlikten emekçiyi denetimist fikirlere ikna etmek gerekir. İkna olmuyorlarsa da sabırla ve pes etmeden anlatmak şarttır. Ancak bu şekilde insanlar temsiliyetizm ve memuriyetizm karşısında kendi öz deneyimlerinden pratik dersler çıkararak denetimist fikirleri daha iyi kavrayabilirler. Kavradıkça da temel hak ve özgürlüklerin önemini anlayabilirler. Bu hem "öğreten" hem de "öğrenen" için en değerli okuldur.
Hak verilmez, hak alınır! Gerekirse zorla alınır. Tarihte hiçbir dönem yoktur ki armut piş ağzıma düş şeklinde bir kazanım elde edilmiş olsun. İnsanlığın ve emekçilerin tüm kazanımları mücadeleler sonucunda elde edilmiştir. Denetimist mücadele olmadan denetimist kazanımda olmaz. İşte bu yüzden denetimist bürokratik hukuki faaliyetler temsiliyetistlerin tüm engellemelerine ve üç maymun politikalarına karşın geniş toplumsal kesimlere ulaşmayı başarabilmiştir. Denetimist mücadele bunu siyaset yoluyla da değil, tüm toplumu ilgilendiren bireysel ve kümülatif hak-hukuk mücadelesinin yöntemlerinin yenilenmesi yoluyla gerçekleştirmiştir. Zira toplumsal denetim mücadelesi en geniş toplum kesimleri arasında mümkün olan en geniş alternatifin oluşturulmasını da kendisine görev ve hedef olarak belirlemiştir.
YASAMA, YARGI VE YÜRÜTME DOKUNULMAZLIKLARI KALDIRILMALIDIR! DEVLET KURUMLARINI VE MEMURU KORUYAN KORUMA YASALARI KALDIRILMALI YERİNE VATANDAŞ USUL VE MUHAKEME DENETİM KANUNLARI GETİRİLMELİDİR.
VATANDAŞ DEVLETE VE MEMURA DOKUNABİLMELİDİR! DEVLETİN VE MEMURUN DOKULMAZ BİR TANRIYA DÖNÜŞTÜĞÜ HER TEMSİLİYETİST SİSTEMDE DEVLET DİNE MEMUR İSE TANRIYA DÖNÜŞMEKTEN KURTULAMAZ.
DENETLENMEYEN BİR CUMHURİYET CUMHURİYET DEĞİLDİR. BU DEVLET OLSA OLSA BİR AVUÇ MEMUR KASTININ VE PARA BABASININ KAPİTALİST SÖMÜRÜ DÜZENİNDEN BAŞKA DA BİR ŞEY DEĞİLDİR!
EĞEMENLİK HAKKI MİLLETTEN VE MİLLETİ MEYDANA GETİREN EMEKÇİ SINIFLARDAN AYRI DÜŞÜNÜLEMEZ. DENETLENMEYEN BİR DEVLET GAYRİ MEŞRU BİR DEVLETTİR. ANCAK KİTLELER TARAFINDAN KURUMLAR ARACILIĞIYLA DENETLEN BİR DEVLET HALKIN DEVLETİNE VE CUMHURİYETİNE DÖNÜŞEBİLİR!
12.12.2023
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 5 months
Text
AYM-Yetki Kavgası Bahanesiyle Temsiliyetist-Memuriyetist Zorbalık Halktan Neyi Gizliyor?
Tumblr media
2017-2019 arasındaki dönemde “seçmen açısından yasama dokunulmazlığına” Enis Berberoğlu (ve diğerleri) ile birlikte dokunulmuş, bunun sonucunda da 2019/20445 nolu “seçmenin seçimlerde teminatı yoktur” AYM kararıyla seçimler ve sandığın seçmen tarafı mahkemeleşmiştir.
Denetimist davacı aday Solmaz Kulak bağımsız cumhurbaşkanı adayı olunca, bu seferde memur kastları 14 Mayıs seçimini hem 298’e hem de anayasaya aykırı bir şekilde tezgahlayarak, akabinde Can Atalay üzerinden “seçilmen dokunulmazlığını” da masaya yatırmışlardır.
Temsiliyetist-memuriyetist zorbalığın değişmez aparatı olan iktidar ve muhalefet, Can Atalay üzerinden havanda su döverek kayıkçı kavgasını hukuk senaryosuna çevirmeyi başarmıştır.
Bu başkanlık denen ne idüğü belirsiz sistemle seçmen hakları kısıtlandığı gibi, bu seferde seçilmenin haklarını kısıtlayan yasal bir düzenleme yoluna gitmeye çalışmaktadırlar.
Can Atalay üzerinden kurulan politik tuzağın amacı ise; Davacı aday Solmaz Kulak’ın seçim dosyasına hükümetin AYM’ye “seçilmenin seçimlerde teminatı yoktur” diyerek ret kararı aldırmak istemesidir.
AYM’nin alması istenen red kararının ise ne AİHS-AİHM’e ne de yerel hukuka uygun olmamasından dolayı bu durum bir sistem krizinin patlak vermesine neden olmuştur.
Avrupa Konseyi’nin ve AİHM’in Türkiye ile yapmış olduğu böyle bir sözleşme/protokolde olmadığı içindir ki, bu durum sistem krizinin yapısal bir krize dönüştüğünü göstermektedir.
Hükümet yürütme CBK (Danıştay 10 Daire 2021/1884 esas sayı) ile ve 14 Mayıs seçiminden dolayı da yürütme gücünü kaybetmiş idi. Yasamanın seçimlerle birlikte idari mahkemede mahkeme edilmesiyle de yasama kısımdan gücünü kaybetmiş idi. Yasamanın kalan kısmı da Can Atalay politikası ve tezgahıyla davacı adayın kanun iptali davası ile çıkabilecek olan muhtemel yasaya ya da anayasaya müracaat etmesi ile kaybedecektir.
AYM ile Yargıtay’ın usulen anlaşamamasının nedeni ise; AYM’nin uluslararası hukuk karşısında, Avrupa Konseyi karşısında, seçimler ile ilgili protokol metninin olmamasıdır. Bu durum Solmaz Kulak müracaatına ilişkin olarak hükümetin “seçilmenin güvencesi yok, AİHM’e gönder” talimatını AYM’nin yerine getiremiyor olmasında yatmaktadır.
Başta AYM olmak üzere yürütmenin yargısı olan ve yargı diye bilinen kurumlar gerçekte yürütme personelinden oluşmaktadır.
Hal böyle olunca; AYM’nin hükümetin emrini yerine getirebilmesi için bireysel başvuruyu uluslararası hukukta olmasa da yerel hukukta Can Atalay parodisi üzerinden çözmeye kalkması gerekmektedir. Bu durumda bile AYM hükümetin istediği kararı alamamaktadır.
AYM’nin, AİHM VE AİHS nezlinde, hükümetin talimatını değil “seçilmenin seçimlerde teminatı yoktur” kararı ile Cumhurbaşkanı’nın kanun olmayan CK’sını iptal ederek hükümeti düşürmesi gerekmektedir. Aksi takdirde; AYM temsiliyetist-memuriyetist zorbalığın ve terörün merkezi damgasını yiyecektir.
Sistemsel ve yapısal kriz derinleşmektedir. Birde buna “denetimist kimliğin mahkeme edilmiş olması da eklenince” çakma milliyetçilerin, çakma cumhuriyetçilerin, çakma demokratların, masalperest din devletinin ideolojik etiketi parçalanmayla sonuçlanacaktır.
Devlet Bahçeli sistemsel kriz yok diye diye yalana sarıla dursun, memur kastları talanları ve yetki zorbalıkları ile birlikte zorla iktidardan indirileceklerdir. Hem de bunu kendi atadıkları AYM yapacak! Çünkü AYM’nin başka şansı kalmadı! Ya da AYM, AİHM ve Avrupa Konseyi işbirliği iktidarı gasp etmiş memur kastlarını zorla iktidardan indirecektir. Çünkü başka bir şansları kalmadı!
Toplumsal Denetimist Fikir Hareketi (TDFH)
16.11.2023
(Not: Alıntıdır.)
0 notes
serhatnigiz · 6 months
Text
Glokal Emperyalist Güçlerin Rekabetinin Gölgesinde Filistin-İsrail Krizine Genel Bir Bakış 
Tumblr media
Orta Doğu'da geçmişte İngiliz ve Fransız işgal ve ilhakları ile kurulmuş olan "ulus-devletler" ve "cumhuriyetler" feodal şapkadan kapitalist tavşan çıkarma oyununun bir parçasıydı. Emperyalizm eliyle yaratılmış sınırlar değişen emperyalist çıkarlara ve hedeflere göre her dönem değişim göstermiştir. Tıpkı 1. ve 2. Emperyalist dünya savaşlarının öncesinde ve sonrasında olduğu gibi. Hal böyleyken; ABD, onun “minik” ortağı İsrail ve diğer Batılı devletler Orta Doğu’ya dair 100 yıllık emperyalist ve sömürgeci planların mirasçısı konumunda olan ülkelerdir. Dolayısıyla, onların adımları kısa vadeli değil, uzun vadeli kapitalist planların ve stratejilerin parçası olarak ele alınmak zorundadır.
Minoktokratik ulusçu-sanayi kapitalizminin çöküşe geçtiği koşullarda, ulus-üstü glokal teknik kapitalizmin gereksinim duyduğu yeni tip glokal "devletlerin" ve "cumhuriyetlerin" kurulabilmesi, glokal kapitalizmin kendiliğinden iç dinamiklerinin yetersiz geldiği noktalarda bölgesel savaş ve çatışma dinamiklerinin de devreye sokulmasını zorunlu bir hale getirmektedir. Bu durum glokal kapitalist "üst akla" dayalı "akılcı politikalardan" çok, başını ABD'nin çektiği kolektif Batı kapitalizmin Çin gibi yeni glokal kapitalist oyuncular karşısında duyduğu endişende de kaynaklanmaktadır.
Dahası; ABD’nin Hamas’ın 7 Ekim saldırısını bahane ederek İsrail’in Gazze’yi yerle bir etmesine resmen göz yumması, bölgesel bir çatışmanın da ötesinde, Çin’in Orta Doğu’yu da kapsayan “Yol ve Kuşak” projesinin önüne geçmeyi amaçlayan bir “kargaşa planı” olarak da görülebilir. Zira Çin’in Filistin’den yana tavrı bu tezi güçlendiren başlıca etkenlerden biridir. Ayrıca, Çin’le ortak hareket eden Rusya’nın da Filistin konusunda benzer bir tavır takınması bütün bu kanıları güçlendirmektedir.
Çin glokalizminin ulaştığı ulus-üstü siyasi ve ekonomik güç ve SSCB'den çıkma Rusya Federasyonu gibi devletlerin de oluşturduğu "Doğu glokalizmin" yarattığı "tehdit" ve “toparlanma”, tam da ABD'nin "Uzakdoğu'ya geri dönüş" planları yaptığı bir ortamda Filistin-İsrail krizinin patlaması ile yeni bir boyut kazandı. Zira ABD'nin Çin'e karşı ekonomik ve mali açıdan, Rusya'ya karşı ise Ukrayna'da askeri açıdan yıpratıcı bir savaş yürüttüğü bugün ki koşullarda, ABD'nin tekrardan Orta Doğu'ya dönüş yapması, donanmasının ve askeri kaynaklarının önemli bir ölümünü Doğu Akdeniz'de konuşlandırmaya başlaması, salt İsrail'in “güvenliği” ile açıklanamaz.
ABD'nin Asya Pasifik'te Çin'le bir savaşı göze alamaması. Diğer yandan ABD'nin Batılı müttefiklerinin Rusya ile bir savaşa pekte sıcak bakmaması. ABD'yi ve NATO’yu baskı altına alan diğer etkenler arasında. ABD'nin hegemonik üstünlüğünü koruyabilmesinin yegane yolu dünyayı "Batı ve Doğu" olarak kutuplaştırmaktan geçiyor. Keza ABD'nin Çin karşısında dolar ve dünyanın en büyük askeri gücü olması dışında kayda değer bir üstünlüğü de bulunmuyor. ABD’nin ikisini de kaybetmesi halinde bundan sonraki “hegemonik gücün” Çin olmaması önünde her hangi bir ekonomik engel yok. Dahası, Çin sahip olduğu iktisadi avantajı şayet kültürel ve siyasi alanda genişletebilirse, ABD'yi 1945 sonrası yerleştiği tahtan indirme fırsatını da yakalayabilir. Çin’in bunu gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği ise hala belirsizliğini koruyan uzun vadeli bir tartışma konusu olmaya da devam etmektedir.
ABD; Çin'in yükselişini durduramadığı ve Asya Pasifik'te de bir savaşı göze alamadığı için, özellikle de enerji ve ticaret rotalarının önemli kavşaklarını oluşturan Orta Doğu, Doğu Avrupa ve Kafkaslar’da Çin'in ekonomik ilerleyişini durdurabilmek için, "Orta Doğu'ya dönüş" stratejisini yeniden devreye sokmuş gözüküyor. Halihazırda Doğu Avrupa'da ve Kafkaslar’da Rusya'nın Batı kapitalizmi ile enerji alışverişini ve askeri işbirliğini şimdilik baltalamayı başarmış olan ABD'nin Orta Doğu'da yapmış olduğu son hamleler ile birlikte dünyayı siyasi ve ekonomik açıdan "iki kutup bir sistem içinde" tutma gayretinde olduğu görülüyor. Bu sayede ABD en azından dolar hakimiyetine ve askeri gücüne de yaslanarak Batı kapitalizmi üzerindeki hegemonyasını uzun bir süre daha sürdürebilir. Aksi takdirde, ABD'nin Çin'i artan ekonomik ve jeopolitik etkisini salt parasal üstünlüğüne ve askeri gücüne yaslanarak durdurabilmesi pekte mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla, yeniden gündeme gelen İsrail-Filistin meselesini birde bu açıdan, glokal kapitalizmin "Batı ve Doğu kutuplaşması" açısından da ele almak gerekmektedir.
Hal böyle olunca, ABD'nin Orta Doğu'da, Doğu Avrupa'da, Kafkaslar’da devreye soktuğu planların ulus-üstü bölgesel tüketim pazarlarının hakimiyeti için sürdürülen glokal bir savaşın siyasi, askeri ve ekonomik sonuçları olduğunu da aşikardır. Başka bir deyişle, ABD'nin "Orta Doğu'ya dönüşü" uzun süredir gerçekleştirmek istediği "Asya Pasifiğe geri dönüş" planındaki başarısızlığının da bir sonucu olarak not edilmelidir. Diğer bir deyişle, ABD kurmayı planladığı daha uzun bir “cephe hattını” içine düştüğü bunalım ve açmazlardan da dolayı daha “geri bir pozisyonda” kurmak, bu noktada Orta Doğu'da, Doğu Avrupa'da, Kafkaslar’da yaşanacak krizlerden en iyi şekilde yararlanarak Batı ve Doğu kutuplaşmasını derinleştirmek istemektedir.
Daha da kötüsü; bu kutuplaştırmanın "medeniyetler savaşı" biçiminde formüle edilmesi, özellikle de "İslam coğrafyasının" bu proje için pilot bölge olarak seçilmesi, Müslüman toplumların tepkisini çekeceğini bile bile İsrail'e verilen koşulsuz destek, ABD meclisi tarafından açıklanan ve Ukrayna'yı da kapsayan yeni ekonomik ve askeri yardım paketi, bunların hepsi bir araya getirildiğinde, ABD'nin glokal hegemonyasını sürdürebilmesinin yegane yolunun, bol din soslu, medeniyet ve kültür kutuplaşmasına dayalı yeni bir "haçlı" anlayışının “Batı ve Doğu kutuplaşması” şeklinde dünya halklarına pazarlanması olduğu da anlaşılabilmektedir. Ki bu “Biz ve onlar” algısının oluşturulmasında yıllardır etnik, dini ve mezhepsel temelde lime lime parçalanarak yönetilmiş olan Orta Doğu'nun seçilmiş olması, Filistin-İsrail çatışmasının bu iş için basamak olarak kullanılması, oluşturulmak istenen atmosferin glokal emperyalist egemenlik için sürdürülen kıyasıya mücadeleden kaynaklı bir kutuplaştırma politikası ve stratejisi olduğunu da ortaya çıkmaktadır.
Meselenin özü ABD'nin hegemonyasını sürdürebilmek için başka hangi riskleri alıp alamayacağı ile ilgilidir. Bu noktada hızla yükselen Çin gibi aktörlerin, Rusya, Hindistan, İran, Suudi Arabistan gibi önemli askeri ve ekonomik güçlerinde alacağı pozisyonlar da elbette ki önemini korumaktadır. Dahası, ABD'nin kolektif güvenlik şemsiyesi altında olan Avrupa devletlerinin Çin ve Rusya gibi aktörler karşısında takınacağı tutum, başta Avrupa halklarının ve Avrupalı emekçi sınıflarının da, dünya emekçi sınıfları ile birlikte tüm bu gelişmelere ne türden tepkiler vereceği de, kuşkusuz birbiriyle bağlantılı konulardır.
Ancak mevcut temsiliyetist-kapitalist devlet yapılanmaları artık sorun çözemez bir hale gelmiş durumda. Dünya genelinde zenginliğin sürekli küçük bir mali aristokrasinin elinde toplanması, artan işsizlik ve enflasyon, emek tarzındaki robotikleşme ve yapay zekanın devreye girmiş olması, temsiliyetizm ile demokrasi arasındaki çelişkiler, demokrasilerin (seçim, sandık, parlamento vs. işlerinin) kitleler açısından inandırıcı olma özelliğini kaybetmiş olması ve en önemlisi de kendiliğinde de olsa kitleler arasında denetimist talep ve ön-programların şekillenmeye başlaması, dünya üzerindeki diğer gelişmelerde hesaba katıldığında, bütün bu tablo temsiliyetist-kapitalist kurumlar ile toplumsal denetimizm arasındaki savaşımın ilerleyen süreçte daha da keskinleşeceği yeni bir döneme de ışık tutmaktadır. Bu aynı zamanda denetlenebilir bir toplumsal sisteme karşı çıkan temsiliyetist-emperyalist güçler ile denetlenebilir bir sistem isteyen emekçi toplum kesimleri arasındaki sınıf çatışmalarının da keskinleşmesi anlamına gelmektedir.
Üç bacaklı yasamacı, yargıcı ve yürütmeci temsiliyetist-kapitalist devlet yapılarının çözülme ve dağılma sürecine girdiği bir evrede, kitlelerin kapitalist sınıfları mülksüzleştirmeye ve mülk ilişkilerini de toplumsal faydaya dayalı bir şekilde yeniden düzenlendiği yeni tip denetimist devlet ve toplum yapılarının kurulabilmesi de hiçte imkansız gözükmemektedir. Zira minimal kapitalist yapıdan glokal kapitalist yapıya geçişte glokalizmin neden olduğu krizler temsiliyetist memur kastlarının çelişkilerini derinleştirdikçe bu durum burjuvazi açısında da kendi keline sürecek ilaç bulamama sıkıntısını yaratmaktadır. Bu kelin, kapitalizm hastalığının tek bir ilacı vardır; o da denetim ilacıdır!
Yeni kurumlar ve yeni zihniyet oluşmadan, daha doğrusu bu dönüşümün kültürel ve politik öncüleri oluşmadan kapitalizmin aşılarak yerine sosyal ve ekonomik açıdan toplumsal eşitliğin ve adaletin egemen kılınacağı bir düzende ortaya çıkamaz. Bunun mümkün olabilmesinin yolu; temsiliyetizmin yaratmış olduğu bürokratik kurumların yetkilerini gasp eden devletlü memur kastlarının kontrol altına alınmasından geçmektedir. Bu kontrol mekanizmaları olmadığı müddetçe kapitalizmin yaratmış olduğu sosyal ve ekonomik problemlerin aşılabilmesi de, denetlenebilir bir "sosyalist memuriyetizmin" oluşturulabilmesi de, “denetlenebilir bir sosyalist ekonomik modelin” oluşturulabilmesi de mümkün değildir.
Hem yukardan aşağıya doğru hem de aşağıdan yukarıya doğru dört bacaklı denetimist devlet yapılanmalarının oluşması aynı zamanda denetim devrimine de bağlı olarak yasama, yargı ve yürütme kurumlarında da yapısal devrimlerin olmasını zorunlu kılmaktadır. Aksi takdirde, temsiliyetist üç bacaklı devlet yapılarında da görüldüğü gibi, her devrimin sorunu salt "iktidar sorunu" olmayıp, mesele bu şekilde ortaya konulduğu zaman, kapitalizmin ve burjuvazinin temsiliyetizm içinde nasıl yaşamaya devam ettiği de (bu temsiliyetizm sınıf-proletarya adına yapılan “tek parti diktatörlüğü” biçiminde bile olsa) ne yazık ki anlaşılamamaktadır.
Bütün bu olgular proletaryan-temsiliyetizm deneyimlerde de görüldüğü gibi, her türden "sosyal-kapitalizmin" sosyalizm olarak algılanması sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla, proletaryan-devlet-kapitalizmi tarihsel olarak kapitalizmin en ileri sosyal biçimi olmayı başarmış olsa da (hatta bu biçim geçmişte emekçi sınıflara pek çok ekonomik avantaj sağlamış olsa da), bu pratik deneyimler sosyalizme dönüşmeyi de başaramamıştır. Sosyalizme giden yol temsiliyetizmden değil, denetimizmden geçmektedir. Temsiliyetizmin yolu kapitalizmin ve burjuvazinin kirli bürokratik ve memuriyetist yoludur. Bu yol her defasında bu sistemi yeniden üreten bürokrasinin ve bu bürokrasiyi yöneten memur kastlarının yoludur. Bu yol emeğin aydınlık yolu değil, bariz bir biçimde kapitalizmin, burjuvazinin ve emperyalist savaş ve katliam politikalarının kirli ve karanlık yoludur!
Orta Doğu’da ve bölgemizde barbarca-emperyalist savaşlara ve halkları baskı altına almaya çalışan ırkçı ve şoven politikalara karşı barış mücadelesi ancak toplumsal denetim mücadelesi ile birlikte yürütüldüğü zaman bir anlam kazanabilir. Zira halkları birbirine kırdırmaya dönük her türden dini, etnik, mezhepsel vs. ayrıştırıcı emperyalist girişimlere karşı emeğin çok sesli ve çoğulcu birliğinin yaratılabilmesi ancak toplumsal denetimist bir programın hayata geçirilmesi ile gerçekleştirilebilir.
29.10.2023
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 1 year
Text
Toplumsal Denetimizmin Tarihsel Temsiliyetizm ile Dansı Üzerine Notlar
Tumblr media
Yazıya Lenin’in 1906 yılında kaleme aldığı bir makaleden alıntı yaparak başlayalım. Lenin şöyle diyor:
"Bizim için önemli olan, tavizler yoluyla Duma'da koltuk kapmak değildir; tersine, bu koltuklar ancak ve ancak kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye, onları örgütlemeye hizmet ettiği ölçüde değerlidir, 'sükunet', 'düzen' ve 'barışçıl [burjuva] saadet' uğruna değil, emeğin her türlü zulümden ve sömürüden kurtuluşu için mücadele uğruna." (Lenin, Duma Seçimlerine Burjuva Partilerinin ve İşçi Partisinin Yaklaşımı)
Kapitalizmin feodalizme galebe çaldığı bir çağda parlamentarizm (yasamacı temsiliyetist faaliyet) feodalizme karşı "…kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye, onları örgütlemeye hizmet ettiği ölçüde değerli…" ve devrimci idi. Lenin'in "sol komünizmin çocukluk hastalığı" olarak eleştirdiği de haklı olarak buydu. Zira Lenin bu sebepten dolayı parlamentarizmin tüm biçimlerini reddeden sol komünistleri ağır bir dille eleştirmekten geri durmuyordu. Lakin Lenin’in bu tespitleri; dünyanın ve Rusya'nın hala büyük oranda feodal olduğu, Rus kapitalizminin bile "bu büyük feodal okyanus içinde küçücük bir adacık" olarak var olduğu koşullarda, yani minoktokratik sanayi emeğinin değişim döneminde yapılmış olan özgün tespitlerdi. Dolayısıyla; bu tespitlerin özgün içeriğinin anlaşılabilmesi öncelikli olarak çağ-evre, dönem-geçiş ve ülke-yerel analizlerinin yapılabilmesi ile mümkündür. Dahası; bütün bu konumlanışların merkez, merkez-çevre ve merkez-karşıtı koordinatlarının da ortaya konulması bilakis gereklidir. Kimin neyi neden savunduğunun ya da karşı çıktığının anlaşılabilmesi bu dinamiklerin çözümlenmesinden geçmektedir.
Bu dönemde ve özellikle de Duma özelinde parlamentarizmin Bolşevikler için "dönemsel ve konjektürel bir ilke" haline gelmesine şaşırmamak gerekir. O günün koşullarında elbette ki bu doğru bir yönelim idi. Lakin günümüzde bırakın parlamentarizmi, en ileri emperyalist kapitalist ülkelerde bile/en ileri burjuva devletlerinde bile/en ileri burjuva demokrasilerinde bile/en ileri temsiliyetist bürokratik memur diktatörlüklerinde bile burjuva demokrasisi yoktur; çünkü artık burjuvazinin demokrasiyle işi kalmamıştır. Burjuva demokrasileri bile artık burjuva devletlerini terk etmiş durumdadır. Burjuvazinin demokratlığı gerçekte feodalizme kadardır. Daha doğrusu; minoktokratik sanayi emeğinin üretim-değeri ile tüketim sürecine girdiği, gloktokratik teknik emeğin tüketim-değeri ile üretim sürecine girdiği yeni glokalist-emperyalist evrede burjuvazinin demokratik söylemleri (ki bu ister yasamacı, yargıcı ve yürütmeci biçimde olsun hiç fark etmez), gerçekte temsiliyetizme ve kurumlarına dayanan bürokratik memur diktatörlüklerini emekçilerden gizleme işlevini görmektedir. Bu aynı zamanda tarihsel olarak sermaye diktatörlüklerine de tekabül etmektedir.
Gerçekte ise Batı kapitalizmlerine özgü bir özellik gibi algılana gelen “demokrasiler” bile aslında tüketim toplumu demokrasileridir. Dolayısıyla; tüketim değerinin belirleyici olduğu bu demokrasiler kapitalist ekonomilerle uyumlu tüketici bireyler yaratmaya dönük temsiliyetist rejimlerdir. Kaldı ki; sosyal ve ekonomik refahta ki nispi yüksekliğe rağmen bütün bu temsiliyetist rejimler bölgesel tüketim pazarlarından kaynaklı yoğun eşitsizlik ve sömürü problemlerini de üretmeye devam etmektedirler. Bu da glokal kapitalizmin yapısal krizi ile bütünleşerek sorunu temsiliyetist sistemlere içkin bir sorun haline getirmeye devam etmektedir. Kapitalizme bağlı olarak gelişen krizler daha da daralan aralıklarla sancılı ve toplumsal çöküşlere neden olan krizlere dönüşmektedir ve arkasında çok büyük yıkıntılar bırakmaktadır. Krizler artık dönemsel olmaktan çıkmış, süreklilik kazanarak yapısal bir biçim kazanmıştır. Kapitalizmde kriz süreçlerinin (kısalan dalgalar biçiminde) 3-5-8 yıl aralıklarına kadar inmiş olması bunun en açık göstergelerinden biridir.
Glokalizm evresinde; kapitalizmin üzerinde yükseldiği temsiliyetist kurumlardan özellikle de içi burjuvazi tarafından büyük oranda boşaltılmış olan, göstermelik bir kurum olan parlamentodan (yasama organından) emekçi sınıflar lehine büyük kazanımlar elde etmeyi beklemek beyhude bir çabadır. Dahası; burjuvaziyi ayakta tutan kurumlardan biri olarak parlamentoların dünya genelindeki mevcut seçim ve sandık katılım oranları incelendiğinde parlamentoların en az güvenilen kurumlar arasında olduğu rahatlıkla görülebilir. Tüm dünyada seçimlere ve sandığa katılım oranları hızla düşmektedir. Türkiye gibi ülkelerde ise katılımın nispeten yoğun olması ise baskı ve sömürüden dolayı çıkış yolu bulamayan kitlelerin yaşadığı çaresizlikten kaynaklanmaktadır. Yoksa Türkiye’de dahil olmak üzere hiçbir ülkede parlamentolar farklı bir işlev görmemektedir.
Parlamentarizmdeki bu daralma yürütmedeki gloktokratik otoriterleşme eğilimlerini de güçlendirmektedir. Tüm dünyada yürütmenin ön plana çıktığı ve yargının yürütmenin emir eri haline geldiği bir yapıya doğru gidiliyor. Başka bir deyişle, yasamacı parlamentarizm değil, modern tarzda yürütme otokratizmi ön plana çıkıyor. Emekolojistler bu duruma “gloktokratizm” adını vermektedir. Kaldı ki; bütün dünyada de facto parlamentoların fonksiyonu her geçen gün azalmakta, daha çok yarı-otoriter ya da tam otoriter yarı-başkanlık sistemleri ön plana çıkmaktadır.
Dünyanın hangi ülkesinde “hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyorum ama yine de oy vermeliyim” yaklaşımı bu derece yaygındır? Bu durum kapitalist tümel toplumsal varlık ile burjuva toplumunun basıncı altında ezilen tikel bireysel varlığın arasındaki çelişkilerin bir dışavurumudur. Kuşkusuz bu ülke Türkiye’dir. “Umut fakirin ekmeği” misali, yoğun propaganda ve beyin yıkıma altındaki “sıradan” vatandaşın, “hadi bu defa olacak” dürtüsüyle sandığa gidip oy vermek istemesi elbette ki anlaşılabilir. Hele ki Türkiye’deki temsiliyetist sahtekarlığın, seçim ve sandık sattında dönen üst seviye oyunlarında geldiği nokta düşünüldüğünde, kafası yeterince karışık olan bir emekçiye “oy verme” baskısı yapmak ne derece yanlış ve hatalı bir eğilim ise, aynı oradan yanlış ve hatalı olan ise sistemin teşhirini hiçbir şekilde yapmadan, temsiliyetizmin ipliğini pazara sermeden, çözüm adresi olarak parlamentoyu göstermektir. Dolayısıyla; bugüne kadar birikmiş olan sistem kaynaklı temsiliyetist sorunların sadece parlamento temelli mücadeleler eliyle çözülebileceğini iddia etmek, emekçileri aldatmayı geçelim, emekçilerle dalga geçmek, emekçilere ihanet etmekten başka da bir şey değildir.
Günümüzde burjuvazi şeklen olmasa bile kökeni Aydınlanma düşüncesine kadar uzanan “demokratik değerlere” dahi sırt dönmüş durumdadır. Gerçekte ise “gelişmiş olsun” ya da “az gelişmiş olsun” tüm ülkelerdeki otoriterleşme, totaliterleşme eğilimleri hızla artmaktadır. Bu durum kapitalizmin gloktokratizm süreci ile birlikte içine girdiği yeni dinamiklerin bir sonucudur. Dünya emekçilerine boş hayaller pompalanmalıdır. Dünya genelinde otoriterleşme ve totaliterleşme eğilimlerinde artış olacağı anlaşılmaktadır. Suriye’den Ukrayna’ya, Asya Pasifik’ten Atlantiğe kadar temposu hiç düşmeyen mevcut gerilimlerin, çatışmaların ve hesaplaşmaların kökü de yine bu gloktokratik dinamiklere dayanmaktadır.
Türkiye’de bu gerilimin tam da merkezinde yer alan ülkelerden birisidir. Dahası; devlet demek kurumlar demektir. Devlet demek bürokrasi demektir. Devlet demek memur demektir. Türkiye’de bunların hiçbiri düzgün çalışmamaktadır. Devleti ve kurumlarını oluşturan bürokratik memur kastları arasındaki sınıfsal sürtüşmeler ve birbirlerini tasfiyeye dönük kirli operasyonlar ayyuka çıkmış durumdadır. Düne kadar “devlet sırrı” olarak görülen şeyler artık alenen sokak ortasında rahatlıkla konuşulabilmektedir. Kısa süre önce yaşanan deprem olayı da bu listeye eklenirse; Türkiye’de halk devletin nasıl bir çürüme ve yozlaşma içinde olduğunun farkındadır. Kimileri bu yozlaşmadan ve çürümeden kendine pay çıkarıp kendisini kurtarmaya çalışırken, büyük bir çoğunluk ise bu gelişmeleri derin bir sessizlik ve öfke içinde seyretmeye devam etmektedir. Lakin bu durum; yani büyük çoğunluğun sesini yeterince çıkarmıyor olması bu düzeni kabul ettikleri manasına da gelmez. Kitleler kitaplardan değil, kendi deneyimlerinden öğrenirler. Kitleler sistemi düzeltmek için denedikleri yöntemlerin (örneğin, seçim ve sandık) kafi gelmediğini elbette ki deneme yanılma yoluyla, gerekirse yüzlerce defa deneyerek, yanılarak acı verici şekillerde öğrenmek zorundadırlar. İnsanlık tarihi de hep bu şekilde, zor yollan öğrenmeyle gelişmiş ve kalıcı kazanımlar bile bu sayede ete kemiğe bürünüp kurumsal bir alt yapıya dönüşebilmiştir. Tarihsel hak, hukuk ve adalet mücadeleleri bunun çarpıcı örnekleriyle doludur.
Bugün devrimciler için asıl görev; kitlelere “şu ya bu partiye oy atın ya da atmayın!” demek değildir. Bu ilkel olduğu kadar, saçma da bir yaklaşımdır. Kitlelerin düşünme biçimi öncelikli olarak kendi günlük kaygılarıdır. Dolayısıyla; kitleler bu manada belirsiz bir geleceğe ertelenmiş ülküsel sloganlardan ve beylik laflardan uzak durmakta; bugünle, şu anla, şimdiyle ilgilenmektedir. Dahası; emekçi kitleler kendi güncel sorunlarına çözüm getirebilecek her türden akılcı ve mantıklı öneri ile birlikte yapıldığı zaman genel bir sistem eleştirisine açıktan da destek vermektedir. Türkiye’de sokaktaki çocuk bile artık sistemin bozuk olduğunu bilmektedir. Hatta ülkede kapitalizm eleştirisi için devrimcilere bile gereksinim kalmamıştır; zira “vahşi kapitalizm” her gün burjuva TV’lerinde biçimselde olsa yerden yere vurulmakta, “ne yapılması?” gerektiği ise sosyal-liberal tonlarda da olsa düzen sınırları içinde konuşulabilmektedir. Kısacası, sorun kitlelerin oy verip vermemesi değil, oy vermesi halinde verdiği oyun denetimini yapabilmesidir!
O vakit emekçi kitlelerin bugününe nasıl müdahale edilebilir? Bunu yapabilmek için öncelikli olarak devrimci hareket içindeki düşünsel yapının değişmesi gerekir. Çünkü her sistem belirli mantıksal kalıplar ve anlayışlar üzerine yükseldiği için bir sistemin aşılabilmesi de ancak o sistemi aşabilecek daha üstün bir mantığın geliştirilebilmesi ile mümkün olabilir. Dolayısıyla; hiçbir sorun o soruna neden olan araçlar vasıtasıyla aşılamaz. Bunun en bariz kanıtları temsiliyetizmin tarih boyunca oynadığı rolde saklıdır. Şayet tarihsel temsiliyetizm olmasaydı; ne dinler, ne devletler ne de sınıflar ortaya çıkabilirdi. Şayet temsiliyetizm olmasaydı; ne “köleci yürütme devleti”, ne “feodal yargı devleti”, ne de “kapitalist yasama devleti” var olabilirdi. Nasıl ki insanlık tarihi sınıflar arası mücadeleler tarihi ise, aynı insanlık tarihi gerçekte biri biri üzerine geçen emek biçimleri ile birlikte ortaya çıkan kurum biçimlerinin ve bu kurumlar arasındaki mücadelelerin de tarihidir.
Kaldı ki; kapitalizm ile birlikte mevcut kurumsal alt yapısına ve işleyiş tarzına kavuşmuş olan “yasama kurumunun” bugün ki sorunların kaynaklarından biri olduğu düşünülürse, “tümel bir sistem” olarak kapitalizm sorununun, soruna neden olan araçlardan ve aparatlardan biri olan parlamentarizm ile aşılabileceğini sanmak en hafif tabirle saf aptallık olacaktır. Dolayısıyla; belirli durum ve olanaklar dahilinde parlamentolardan yararlanabilme imkanları bile, bu çalışmalar ancak “bürokratik devrimci denetimist faaliyetler” biçiminde yapıldığında anlam kazanabilir. Bu da “Leninist-denetimizm” anlamında yasama, yargı ve yürütme kurumlarından “kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye” dönük yararlanmanın bugün ki güncel biçimidir.
Dolayısıyla; ister yeni bir sistem denilsin, ister sosyalizm denilsin, emekçi sınıflara nasıl bir sistem ve toplum düzeni önerisi getirildiği açık ve net bir şekilde ortaya konulmalıdır. Bunun yapılabilmesi içinde toplumu oluşturan bireylerin, emekçi sınıfların kendi temel hak ve özgürlükleri için nasıl mücadele etmeleri gerektiğine dair sıra dışı ve yenilikçi yöntemlerin geliştirmesi gerekir. Zira bugüne kadar sınıflı toplumların üzerinde yükseldiği temsiliyetist devlet ve toplum modellerinden farklı ve ayrı olarak yeni ilkeler üzerinden tarif edilmesi gereken bir sosyalizm tahayyülü olmadığı müddetçe, yeni bir sistem ve yeni bir toplum düzeni söyleminin de içi doldurulamaz. Bu da yeni bir “anlatının” ve “hikayenin” inşası demektir.
Mesele sadece toplumun belirli bir kısımına ya da belirli bir sınıfa dayanarak temsiliyetizm ilişkileri üzerinden iktidarın alınması ve yine bu iktidar aygıtı üzerinden toplumun yukardan aşağıya doğru (sosyal mühendislik eliyle) biçimlendirilmesi meselesi değildir. Aksine meselenin bu şekilde ortaya konulması, temsiliyetist düşünce yapısının aşılamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Ast olan emekçi kitlelerin hiçbir baskı ve zorlama olmadan kendi hak ve özgürlükleri için mücadele ederek kendi kendilerini kurtarabilmeleri ve bu yolda kendi hak ve özgürlüklerini savunabilmeleri için gerekli olan toplumsal denetim kurumlarını inşa edebilecekleri bir praksisi sergileyebilmeleridir. Yoksa sosyalizm işi; ne bir parti işidir, ne devlet işidir, ne de bir lider işidir. Kuşkusuz temsiliyetist ilişkilerin devamlılığı açısından bu faktörlerde bir anda yok olup gitmeyecek olsa da, hatta uzunca bir süre önemini koruyacak olsa da; bu iş asıl olarak emekçi kitlelerin toplumsal denetim kurumları aracılığıyla ne derece kendi yaşamlarının öznesi olmak istedikleriyle de bağlantılıdır. Başka bir deyişle, bu mesele kitlelerin toplumsal denetimizmin öznesi olması meselesidir. Yoksa öznesi olamıyorsa kitleler temsiliyetizmin kullanıcı nesnesi olmaktan da kurtulamaz.
Her hangi bir parti emekçi kitlelerin haklarını, emekçi kitlelerden daha iyi bir şekilde temsil edebilir mi? Ya da sınıf adına parti ya da devlet biçimindeki temsiliyetizm eşittir sosyalizm mi demektir? Böylesi bir temsiliyetizm ancak nispi bir temsiliyetizm olabilir. Daha da önemlisi; böylesi bir temsiliyetizm biçimini sürdürmek isteyenler açısından bile bu model pek çok “karşı devrimci” riski de içermektedir. Başka bir deyişle, bu risk kendi içinde kendine karşı gelişecek toplumsal iç dinamikleri de üretme potansiyeline sahiptir. Bu bir paradokstur. Temsiliyetizmin neden olduğu bir paradoks. Dolayısıyla; proletaryanizm adına yapıldığında da bu sorun ortadan kalkmamıştır. Aksine bu sorun bumerang etkisi ile geri dönmüştür. Halbuki gerçek olan işçi, köylü, emekçi vs. herkesin kendi hak ve özgürlüklerini önce kendisinin savunmayı öğrenmesidir. Bu da toplumun çok küçük bir azınlığını oluşturan bir parti ya da devlet gücüyle yapılamaz. Bunun gerçekleşebilmesi için öncelikli olarak yeni kurumlara ihtiyaç vardır. Bu kurumlarında kuşkusuz “toplumsal denetim kurumları” olması gerekir. Dahası; parti de bir kurumdur, devlette bir kurumdur, liderler bile bu kurumların eseridir. O zaman tümünün emekçi kitleler tarafından denetlenmeye açık ve şeffaf olması gerekir. Temsiliyetist yol kirli yoldur; o yoldan gitmeye ısrar etmek demek kapitalizmin yolundan gitmek demektir!
Kimileri “zaten devletlerin kendi denetim kurumları var” diyebilir. Ama bunlar adı üzerinde devletin (yasamacı, yargıcı, yürütmeci temsiliyetizmin) kendi iç denge ve denetim kurumlarıdır. Başka bir deyişle, bunlar devletin, yani devleti oluşturan bürokratik zümrenin ve memur tabakasının kendisini denetlemek için geliştirmiş olduğu biçimsel kurumlardır ki, bu noktada kapitalist dünyada bu kurumların güvenilirliği ve şeffaflığı ise başlı başına bir tartışma konusu olmaya her zaman devam etmiştir. Dolayısıyla; kapitalist devlet yapılanmasının üçlü bacaklarını oluşturan yasamanın, yargının ve yürütmenin kendi iç denge ve denetimi ile toplumun bütün bu kurumlardan bağımsız ve ayrı olarak devleti ve memurlarını aşağıdan yukarıya doğru denetleyebileceği kurumların kurulması fikrini birbirinden kesinlikle ayırmak gerekir. Birincisi; hali hazırda zaten yönetsel temsiliyetist modeller eliyle zar zor sürdürülmekte olup, ikincisi ise kapitalist toplumun içinde burjuva devlet yapılanmasına karşı “bürokratik devrimci denetimist faaliyet” olarak yürütülmesi ve “mevzi kazarak ilerlenilmesi” gereken bir mücadele tarzıdır. Ne yazık ki proletaryanizmin onca imkana sahip olmasına karşın temsiliyetizm karşısındaki, daha doğrusu “bir avuç parti ve devlet bürokratı” karşısındaki yenilgisinin nedenlerini de bu noktada ki stratejik tercihlerinde aramak gerekir. Halbuki her taktik strateji ile her strateji de taktikle uyumlu olmak zorunda değildir. Çünkü denetimist mücadele de 2 kere 2’i her zaman 4 değildir. Denetimist mücadele mücadelenin şartlarının sürekli değiştiği, dinamik, hareketli ve “kafa yakıcı” bir mücadele tarzını da zorunlu kılmaktadır.
Bürokratik devrimci denetimist faaliyet yürütmeksizin seçim ve sandığın tek başına bir aldatmaca ve sistemin bir oyunu olduğunu söylemekte kendi başına bir anlam taşımamaktadır. Dolayısıyla; seçmen açısından asıl mesele seçtiklerini denetleyebilme hakkına sahip olup olmamasıdır. Temsiliyetist sistemlerde böyle bir hak söz konusu değildir. Devletin (yasamacı, yargıcı, yürütmeci temsiliyetizmin) kendi iç denge ve denetimi bir toplumsal denetim modeli değildir. Bu durumda halk, seçme hakkı da dahil olmak üzere kendi haklarının denetimini hiçbir şekilde yapamamaktadır. Şayet seçmen kendi haklarının denetimini yapabilecek kurumlara ve aygıtlara sahip olsa seçim, sandık ve parlamento vatandaş için “bu kadar önemli” olmaktan da çıkar. Seçim ve sandık vatandaş için değil, kendisini usul, koruma ve dokunulmazlık zırhlarının arkasına gizlemiş olan memur kastları için önemlidir. Çünkü dünyanın neresine giderseniz gidin: devlet varsa kapitalizm vardır; memur varsa kapitalizm vardır; kapitalizm varsa da seçim, sandık ve parlamento oyunları, alavereleri, dalavereleri vs. vardır.
Yönetsel temsiliyetizmin “denge ve denetim” adını verdiği model, devleti ve sermaye egemenliğini meydana getiren memur kastları arasındaki denge ve denetim ilişkilerinden ibarettir. Bu asla aşağıdan yukarıya doğru bir denge ve denetim modeli değildir. Dolayısıyla; temsiliyetist-denetimizm ile toplumsal-denetimizm birbirinden ayrılmak zorundadır!
Günümüz dünyasında tarihsel temsiliyetizmin krizi gloktokratik kapitalizmin de yönetsel krizi haline dönüşmüş durumdadır. Bugünün proterleri bile yarı protekleşmiştir. Protekya iktisadi ve üretim tekniği açısından emek araçlarında denetime yatkın bir sınıf biçimidir. Her şey zorunluluktan çıktığı için toplumsal denetim fikriyatı da protekya sınıfının yapısal düşünce tarzından çıkmış olan yeni bir modeldir. Gelecek kuşaklar bu modelle daha fazla haşır neşir olacaktır. Keza düşünsel yapıda değişiklik olmazsa, toplumsal ilerleme de mümkün değildir. Dolayısıyla; toplumsal-denetimizmin temsiliyetist-denetimizm ile dansı hem düşünsel yapının değişmesi hem de toplumsal ilerleme için zaruridir.
9.03.2023
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 5 months
Text
Devletin Teminatının Olmadığı yerde Milletin Teminatı Olur mu?
Tumblr media
Yürütmenin yargıya tepeden atamış olduğu memurlar (kendi adamları) ile yürütmedeki ve yasamadaki memurlar karşı karşıya gelmiş durumda. Ne de olsa bugüne kadar tüm kirli işlerini bu yargıya yaptırdılar.
Bahçeli sistem krizi yok dese de, sadece sistem krizi de yok! Sistem krizi ile iç içe girmiş yapısal bir kriz var. Yasama, yargı ve yürütme klikleri arasındaki gerilimin asıl nedeni de bu.
Düne kadar emir ve talimat ile AYM'ye karar aldıran Bahçeli (Jülistokratik MHP çetesi) ne oldu da şimdi AYM'yi "kapatmakla" tehdit eder hale geldi.
Bahçeli ve adamlarında AYM'yi kapatabilecek cesaretin zerresi yok!
İyisi mi yürütmenin (kendisini milletten üstün gören yetki diktatörlüğünün) son kalesi olan yürütme-yargısı AYM'yi ve diğer sözde yargı kurumlarını Bahçeli'yi beklemeden millet topyekün kapatsın!
Bu kurumların bugüne kadar millete bir faydası da görülmedi. Bu kurumlar ülke tarihi boyunca kendisini milletin üstünde gören bir avuç memur kastına çalıştı. Bu memur kastları da milletin devlete sunduğu olanakları kullanarak kendi kafalarına göre bir "kapitalist düzen" yarattı. Ama bu nasıl bir kapitalizm ise ortaya çıka çıka kapitalizmin ne evrensel ne de yerel normlarına dahi oturmayan feoktokratik ve müphem bir çete-kapitalizmi ortaya çıktı.
Bu çeteleri AYM gibi yürütme-yargısı değil, yargılasa yargılasa denetim usul/muhakeme kanunları ve denetim mahkemeleri yargılar!
Öyle yalandan tehditleri geçeceksin önce icraat görelim. Hadi paçan yiyorsa Bahçeli AYM'yi kapatta görelim! Sende o yürek var mı Bahçeli?
Yıllarca "devletin bekası" söyleminin arkasına saklanıp milletin temel haklarına çökme döneminiz artık bitti. Yaptığınız onca katliamlar, işkenceler, zulümler yanınıza kar mı kalacak sandınız!
"Devlet" diye isim mi olur? Gerçek ismini kullanmayan adamdan milliyetçi mi olur?
Milliyet-çiliği bile ayaklar altına alıp milleti tanımayanlar tabii ki anayasada tanımaz, kanunda tanımaz, her haltı yer. Bu nasıl bir milliyet-çilik ise Türklüğü/üniter kimliği mahkemeleştirmek için 15 Temmuz senaryosunu çevirir!
Millet niye bu temsiliyetist-memuriyetist zorbalığı tanımaya devam etsin ki? Teminatı olmayan devlet çete devletinden başka da bir şey değildir.
Çeteyseniz açıkça çıkıp "biz çeteyiz" diyin olsun bitsin. Öyle yalandan cumhuriyet gibi demokrasi gibi kavramların arkasına saklanmaya devam etmeyin.
O da olmuyorsa çıkın açıklayın "biz devlet değiliz" diyin, biz anayasa ile kanun ile kural ile yönetilmiyoruz, bu devleti bir avuç memur kastı idare ediyor diye millete beyan edin!
Ne de olsa devlet bile beyan esasına göre kurulur.
Bu ülkede devletin teminatı yok! Bir ülkede devletin teminatı yoksa o ülkede milletinde teminatı yok demektir.
Milletin teminatının olmadığı bir ülkede kurtuluşun tek yolu vardır; o da yasamada, yargıda ve yürütmede gerçekleşecek olan kurumsal denetimist devrimlerdir.
Ancak millet bu şekilde kendi temel hakları için ister seçilmiş olsun ister atanmış olsun temsiliyetizmden ve memuriyetizmden hesap sorabilir.
Temsiliyetizm ve memuriyetizm var oldu olalı devlet her zaman var olmuştur. Devletin-kitleselleşebilmesinin ve kitlelerin-devletleşebilmesinin yolu denetimle mümkündür. Aksi takdirde; ister cumhuriyet denilsin ister demokrasi denilsin tüm rejimler son çözümlemede bir memur kastları diktatörlüğünden başka da bir şey değildir.
Bir avuç bürokrasi mi hayatınızı nasıl yaşacağınıza karar verecek yoksa siz kendi hayatınızın yönetiminde söz ve hak sahibi mi olacaksınız?
Denetim mücadelesi ne sağ ne de sol meselesidir. Denetim meselesi siyaset üstü politik bir toplumsal proje meselesidir. Bir kişiye hak olan şey herkese de hak olmalıdır ki, toplum kendi deneylerinden dersler çıkararak denetimi tabandan tavana kadar yaşamın her alanına yayabilsin. Bu sayede de insan kurtarıcı aramayı bırakıp, kendi hayatının öznesi haline dönüşebilsin.
Kendi temel hakları için mücadele etmesini bilmeyen bir insan, ne işçiler adına, ne emekçiler adına, ne ezilenler adına, ne kadınlar adına, ne de gençler adına mücadele falan yürütemez. Yürütüyormuş gibi yapar ama farkında olsun ya da olmasın aslında temsiliyetizme ve memuriyetizme hizmet etmekten öteye de geçemez. Bu yüzden de kafasında ya kişileri kutsallaştırır ya partileri kutsallaştırır ya da devletleri kutsallaştırır. Bu da kendi özgür iradesinin ortadan kalkıp yerine kendisinden daha üstün olduğunu düşündüğü bir iradenin boyunduruğu altına girmesi sonucunu doğurur.
Halbuki her insan önce "ben" olduğu müddetçe "biz" olabilir ve kendi temel haklarına paralel olarak toplumsal haklar içinde mücadele edebilir. Ancak hayatın her alanında denetimist olmayı başarabilen bir insan tüm insanlığın global hak ve özgürlük mücadelesine yol gösterebilir. Emeğin emek, insanın insan üzerindeki tahakkümüne ve baskısına ancak denetimist yoldan son verilebilir! [1]
Dipnot
[1] AYM'nin Avrupa Konseyi ve AİHM-AİHS ile sözleşmesi/protokolü yok. Bu durumda AYM "seçilmenin seçimlerde teminatı yok" diyip seçilmeni (uluslararası hukuk açısından) AİHM'ne de gönderemiyor. AYM yürütmenin emrini yerine getirmek adına (yerel hukuktan) Can Atalay parodisi üzerinden sözüm ona sorunu çözmeye kalktı. Ama bu durumda da AYM hükümetin istediği kararı alamıyor. Yargı aslında hep yürütmenin-yasamanın yargısı/personeli idi. AYM'de ki memurlara onca kararı aldırıp sonrada aldırdıkları kararları, kanunları ve anayasayı tanımayanlarda yürütmedeki ve yasamadaki memur kastları. AYM'ye karar aldır sonrada AYM'yi terör yuvası olmakla suçla ne güzel di mi? AYM de adam olsun "seçilmenin seçimlerde teminatı yoktur" kararı ile birlikte Cumhurbaşkanının kanun olmayan 14 Mayıs CK'sını iptal ederek hükümeti düşürsün! Ne yani bu memur ilahları Allah'tan büyük mü? Devletten ve milletten daha mı büyükler? Bahçeli kim oluyor? Gerçek ismini kullanmayan adamdan ülkücü mü olur!
24.11.2023
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
serhatnigiz · 6 months
Text
0 notes
serhatnigiz · 6 months
Text
0 notes
serhatnigiz · 9 months
Text
0 notes
serhatnigiz · 10 months
Text
14/28 Mayıs Plebisiter Seçim Tiyatrosuna Dair Değinmeler
Tumblr media
14/28 Mayıs plebisiter seçimleri sonrasında sosyal medya üzerinden bir dizi paylaşım yapmıştım. Lakin bu paylaşımları bütünlüklü bir yazıya dönüştürme fırsatım olmadığı için, “ara bir formül” olarak sosyal medya paylaşımları mı kronolojik bir sırayla yayınlamayı daha uygun buldum. Kuşkusuz metinde yer alan her bir notun içeriğini, detaylarını, uzamlarını vs. tek tek açmaya kalkarsak ciltlerce yazmakta mümkündür. Dolayısıyla; bu kısa derleme temel olarak tarihe "not düşme" amacı taşımaktadır.
4-5 yılda bir memur kastları tarafından zorla önüne koyulan sandıktan yine bu memur kastlarını seçmekle yükümlü olan millete "Türk milleti" adı verilir. Dolayısıyla; Türk milleti memur kastlarını sandık yoluyla seçmekle yükümlü bir köle olmanın da ötesinde gerçek manada hiçbir hukuki hak ve özgürlüğe dahi haiz olamayan bir köledir! Kısacası; Türk milleti köledir; köle bir millettir! Haliyle; bu sistemde YSK'nın rolü de, bu memur kastlarının tekrar seçilmesini sağlamakla sınırlı bir roldür. Diğer bir deyişle, YSK plebisiter seçimlerin düzenleyicisi olan görevli bir kurumdur. 3 bacaklı memur kastlarından oluşan bu devlet yapısı asla "Türk milletinin" devleti değildir. Aksine bu devlet Türk milletinin haklarına ve özgürlüklerine düşman olan memur kastlarının temsiliyetist diktatörlüğüdür. Millet bürokratik denetimist faaliyet ile devletten, kurumlardan ve memur kastlarından haklarını ve özgürlüklerini söke söke almadığı sürece, bu diktatörlükten ne demokrasi ne cumhuriyet ne de hukuk çıkmayacağı gün gibi aşikardır!
8.06.2023
Sandığa ve sandık hukukuna iktidar emir ve talimatlarla (İç işleri Bakanlığı, İl-ilçe seçim müdürlükleri vs.) YSK'yı kullanarak el atmıştır. YSK, denetimistlere bununda cevabını verememiştir. YSK'ya çöreklenmiş memur kastları üç maymunu oynamaktadır. YSK iktidarın bugüne kadar yapmış olduğu tüm plebisiter seçimlerin suç ortağıdır. 14 Mayıs ve 28 Mayıs parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde milletin iradesi iktidar ve onun emir uşağı olan YSK eliyle gasp edilmiştir!
8.06.2023
Seçimlerde seçmene karşı görevi ve yetkisi bulunmayan YSK'nın, evrensel seçim hukukunda seçilmenlere karşıda seçimlerde görevi ve yetkisi bulunmamaktadır. İktidarın emir uşağı haline gelmiş olan YSK'nın böyle bir problemi de yoktur. Seçilmen sandığına seçilmen olarak el koyup, seçmenin seçimlerde güvencesi olarak milletin denetim haklarını millete verebilmek adına cumhurbaşkanı adayı olan "denetimist-davacı-cumhurbaşkanı-adayının" seçilmen olarak memur kastları rejiminden davacı olması da bu sebeptendir. Çünkü YSK'yı anayasanın kendisi ilgilendirmediği gibi, evrensel seçim hukuku ve AİHS seçme ve seçilme hukukunun maddesi de ilgilendirmemektedir. Evrensel temel seçim ilkesi gereği seçmenin teminatı seçilmen, seçilmenin teminatı ise seçmen iken, bu evrensel temel seçim ilkesini bile uygulamaktan aciz bir YSK, milletin seçme ve seçilme haklarının uygulayıcısı bir kurum olamamıştır; olmasına da geçit verilmemiştir. YSK aldığı kararlarla, seçilmen terörizminin koltuk değneği olduğunu, bağımlı ve taraflı bir kurum olduğunu resmen ilan etmiştir. Dolayısıyla; seçimlerin iktidardan emir ve talimat alan YSK eliyle yapılıyor olması, 14 Mayıs seçimini daha başlamadan şaibeli (plebisiter) bir seçim haline getirmiştir!
8.06.2023
Yürütmeye bağlı Adalet Bakanlığı'nın bir kurumu olan YSK'nın seçim hukukuna bakmadığını ve buna yönelik her hangi bir görevinin olmadığını hepimiz biliyor olsak bile, seçim hukukunun da ötesinde YSK'nın seçim kanunlarına da bakmadan uygulama yapması ve kararlar alması dünyanın hangi ülkesinde görülmüştür? ABD, Almanya, Fransa, Rusya, Çin vs. hangisinde seçim kanunları hiçe sayılarak o ülkenin Yüksek Seçim Kurumu kendi kurullarının güvenilirliğini ayaklar altına almaktadır. Aklı başında hiçbir ülkede seçim hukukunun ötesinde, o ülkenin Yüksek Seçim Kurulu mevcut yazılı kanunlara bakmadan karar almaz. Hitler Almanya’sı bile en basitinden kanun devleti idi. Yazılı kanun ne ise faşist hakimler, savcılar, yargıçlar onu uyguluyordu. Türkiye'de bu da yok! Zamanında birileri T.C. için "faşist diktatörlük" derdi. İnanın faşist bir rejimde bile bu kadar saçmalık görülmemiştir. Bazı arkadaşlar "bu da söylenmez yahu!" diyor ya, eğer yalansa sabahı çıkarmayım, inanın bu memur kastları Hitler'e bile rahmet okuturlar! Bunların, iktidarın, YSK'nın, MHP-AKP çetesinin üzerinden bir an gözünüzü ayırın adamlar kaş göz arasında bir ton filim fırıldak çevirir ruhunuz bile duymaz. Böyle sahtekar, böyle ahlaksız bir ülke işte!
8.06.2023
Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz diye diye bu hale geldi devlet. Meclis başkanı istedi diye "12.inci cumhurbaşkanı" ibaresinde "12.inci" rakamı çıkarılıp, rakamlar sıfırlandı. Yeni devlet mi kuruldu? Türkiye Cumhuriyeti devleti yıkılıp Tayyip Erdoğan devleti mi kuruldu? Rakamları neye göre sıfırladınız? Bugüne kadar gelen her Cumhurbaşkanına atfen bir rakam koyarak ilerletişmiş bir tarih mevzu bahis iken, Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere tüm cumhurbaşkanları yok sayıldı. Meclis 3/5 yani 360+1 ile seçim kararı veremediği için (Anayasa/116), iş nasıl bir formül bulsak da Erdoğan'ı üçüncü defa tekrar seçtirsek (Anayasa/101) meselesine düğümlendi. Rakam oyunu da bu yüzden çevrildi. Anayasal düzenleme gereken bir konu iktidarın emir ve talimatlarıyla YSK ve meclis başkanının keyfine göre düzenlendi. Yargının ve YSK'nın bir emir uşağı olduğu böylece bir kez daha kanıtlanmış oldu. Resmi iktidar AKP ve derin iktidar (rahmetli Uğur Mumcu buna "derin devlet" derdi) MHP istedikten sonra YSK dahil hiçbir kurumun kendi yasasına dahi bakmadığı, hatta AYM'nin bile anayasaya ve kanunlara bakmadığı, kararların emirle ve talimatlarla alındığı denetimistlerin bürokratik mücadelesi sonucunda daha da net bir şekilde ortaya çıktı. Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti devleti kendi kanunlarına bile bakmayan, iktidarın emir uşağı olmuş kurumların devleti vaziyetindedir. Bırakın hukuk devleti olmayı, Türkiye Cumhuriyeti devleti kanun devleti bile olamamış bir görüntü vermektedir. Anayasa da hukuk devleti yazıyor ama sadece yazıyor. AYM dahil olmak üzere hiçbir kurum ne anayasaya ne kanunlara bakıyor. Hukuk salt yazılı kanunlara ve ölü metinlere indirgendiğinde o hukuk olmuyor; tam tersine guguk oluyor! Yani anlayacağınız o ki; seçilmen terörizmi ile seçilmiş iktidar şayet isterse milletin malına, canına ve haklarına devlet şiddeti ile sözüm ona kanun ve anayasa şiddeti ile çökebiliyor. Keza milletin temel haklarına çökmek sömürgeci siyasi temsiliyetist memuriyetizmin varlık nedenidir! Peki asıl sorulması gereken soru şu: bunca şey olurken muhalefet ne yapmaktadır? Neden bu konuları gündeme getirmemektedir? Toplum içerisinde bu konuların tartışılmasının neden önünü açmamaktadır? Bu muhalefet kime çalışmaktadır? Nasıl ki bu ülkede yalandan darbe, yalandan fetö, yalandan ohal var ise, yalandan bir muhalefetin olması da bir tesadüf müdür?
9.06.2023
Millet yasamaya müracaat etse önerge veremiyor, kanun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gitse müracaat edemiyor, yürütme ve yürütmenin bir kolu olan hakimi, savcıyı, avukatı şikayet edip yargıya müracaat etse, o’nu da memurun koruma kanunlarından dolayı yapamıyor. Yani seçim geçtikten sonra millet, seçilmen ve atanman terörizminin ele geçirdiği yasama, yargı ve yürütme kastları tarafından eli kolu bağlı kurbanlık koyun haline getiriliyor!
Seçimler lafa gelince millet adına millet için yapılıyor. Kanunlar ve anayasa lafa gelince millet için yapılıyor. Lakin kanun ve anayasa devlet ve iktidar tarafından uygulanmak istenmediği zaman, devlet ve devlet memuru milletin malına, canına ve haklarına çökmek için kanunsuz uygulamalar yaptığında, lafta millet adına milletin malına, canına ve haklarına çöken devlet ve devlet memuru arka kapıdan devlet şiddetini kullanarak şahsi menfaat elde ediyor. Millet adına devlet ve kurumlarını kullanarak şahsi menfaat elde etme işine temsiliyetizm ve memuriyetizm denir. Ne güzel tezgah ama! Devlet dediğiniz mekanizma, milleti dolandırma mekanizması haline gelmiş. Bu dolandırıcılık işi de sandıkta başlıyor. Yürütme her türlü milletin, malına, canına ve haklarına çöküp iktidarın memurlarının şahsi menfaatlerine haksız kazancı yürütüyor. Yürütme işlemi, milletin temel haklarına çökerek, aşırı çalıp çırparak milleti soyma işlemini icra ediyor.
Millet değil, her seferinde temsiliyetist ve memuriyetist siyasal kast diktatörlüğü kazanıyor, milletin malına, canına ve haklarına çökülüyor, millet ise her seferinde kaybediyor zulme ve devlet şiddetine uğruyor. Tam bir soyguncu, sömürgeci rejim! Yani emperyalizm, emperyalist kapitalist olalı böyle bir sömürgeci zulüm düzeni de görmemiştir!
Memur kastlarına yetki vermemiş bu milletin denetimist fertleri olarak, sizin kendi şahsi amaçlarınız ve menfaatleriniz için çıkarttığınız kanunları ve anayasayı tanımıyoruz!
AİHM ve Avrupa Konseyi gibi “emperyalist kurumlarda” az biraz akıl kaldı ise, onlarda sizin kanunlarınızı ve anayasanızı tanımayacaktır!
Bu milletin denetimist bireyleri olarak yaptığınız şaibeli (plebisiter) seçimi de, kendi menfi amaçlarınız için kullandığınız lafta Anayasanızı da, kanunlarınızı da, TANIMIYORUZ!
9.06.2023
Önceden ülkemizde ve tüm dünyada kabul edilen seçim hukuk sistemlerine göre, milletin iradesinin “yasamaya yansıyan oy oranında yürütmenin belirlenmesi usulü” temel bir seçim hukuku iken, milletin iradesinin yasamaya daha az, yürütmeye daha fazla yansımasını referans alan yeni seçim sisteminin dünyada hiçbir emsali dahi yokken, bu ne idüğü belirsiz uygulamanın hangi temelde alındığını dahi açıklamaktan acizler.
Yıllardır başkanlık sistemi uygulanan ABD de bile yasamaya yansıyan oy oranına göre yürütme belirlenirken ve dünyada başkanlık sistemlerinin gerekçesi “istikrar” iken, bizim ülkede istikrar adına, koalisyonlardan kurtulmak adına, koalisyonlardan daha kötü bir dönemin kapıları aralanmıştır. Yürütmenin ittifak gücünün yasamada daha zayıf, yasamanın ise daha parçalı ve daha da kaos içerisinde bulunduğu bir hükümet sistemi geliştirilmiştir. Yürütmede güçlü bir şekilde çalışan bu sistem yasamada ise sürekli felç durumu yaratmaktan öteye geçememektedir. Yürütme böylelikle yasamayı şimdiden daha da çok tahakküm altına almıştır.
Türkiye, “davacı denetimist cumhurbaşkanı adayının” dosyasına AİHM mahkemesinde cevap verebilmek için, yalandan yere aldırdığı AYM seçim kararını da Avrupa’ya yedirip dünyayı kandırabilmek için, yasama ve yürütme arasındaki teraziyi bilinçli bir şekilde bozmuş, kanunlarını ve anayasasını memurun bekası pahasına vatandaşın zararına uyguladığı ve bozduğu gerçeğini saklamak için, bu seçim sistemini çıkartmış, böylelikle de seçmenlerin seçim teminatını yasama üzerinden yürütmenin lehine yasamanın aleyhine eşitsiz bir şekilde, kendisini sözde güvence vermiş gibi göstermeye çalışmıştır.
Yani böylelikle bir yandan Avrupa’yı kandırmaya çalışırlarken, diğer taraftan da muhalif partilerin üzerinde baskı ve tahakküm gücü kurarak fırsattan istifade etmeye çalışmışlardır. Daha denetimistleri kandıramamışken, kaldı ki Avrupa’yı kandırabilsinler! Bizim şark kurnazı malum iktidarın bu kurnazlıklarını Avrupalı bilmiyor mu? Avrupa tarihi böyle kurnazlıklarla dolu. Daha biz seçim sepet demokrasi işleri yapmadan 2 asır öncesinden bu kurnazlık yollarından geçmişler. AKP ve MHP’nin yaptığı cinlikleri şark şeytanlığının dik alasını Avrupalı emperyalistler çoktan görmüş geçirmiş bile! Yani sizin sözde hukuk devleti süsü verilmiş devletinizin, hatta kanun devleti bile olamamış devletinizin ne mal olduğunu Avrupalı emperyalistler bilmiyor mu sanıyorsunuz?
Yani bir tek adam için yapmadığınız şey kalmadı! Anayasa ve kanunları çiğnediniz, yalandan yere darbe varmış gibi darbe yaptınız, seçimi falan kaldırın iktidar babadan oğula geçer deyin, öyle anayasa da süs biblosu gibi duran üniter/hukuk/demokrasi/cumhuriyet gibi uygulanmayan maddeleri de bir zahmet kaldırın!
Kurup da gizlediğiniz Tayyipistan diktatörlüğünüzü, hem bu millete hem de tüm dünyaya açıklayın!
9.06.2023
Bilindiği gibi Almanya'da Hitler iktidara parti ile seçim ile gelip adım adım tüm kurumları eline geçirip diktatörlüğünü kurduğu gibi, MHP'nin emir ve komutasındaki RTE ve AKP ekibi de aynı Adolf Hitler'in yolunu izlemiştir. Bu kadar mı benzer bir şekilde Alman faşizminden kopya çekilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonunda yenik düşen Almanya açlıkla, sefaletle, işsizlikle, hastalıkla ve savaşın vermiş olduğu ağır bedeller ve savaş borçlarıyla cebelleşiyorken, Almanya'da siyasal olarak çok güçlü olan Alman sosyal demokrat partisi, aynı bizim ülkemizdeki CHP gibi "liberal çekingen ve ürkek bir program izlerken", sosyal demokratların yapamadığı rol ve görevlerini (yıllardır CHP'nin edilgen ve elitist tavırları gibi) nasyonal sosyalizm programı ve adıyla, sosyal demokratların görevlerini de üstlenmiş bir faşist parti doğup, burada Erdoğan'ın yaptığı gibi aynı karizmatik tavırlarla, ilk etapta her kesime gülücük dağıtıp herkesi mavi boncuk politikası güderek büyülemiş ve büyümüş ve sonuçta radikal söylem ve militan tavırlarıyla da (aynı AKP gibi) iktidar olmuştur. Almanya'da Nazilerin iktidara gelişi ile AKP'nin iktidara gelişi arasında yöntemsel anlamda hiçbir fark yoktur. Orada da faşist parti iktidara seçimle yürümüş, iktidara yürüyüşü sırasında "ulusal-sol söylemleri" tercih etmiş, AKP'nin yükselişinde de aynı söylemler hakimdi. Daha sonra daha sekter ve seküler bir ırkçılığa yönelmiştir. AKP'nin son 8-10 yıllık süreci de buna işaret etmektedir. Propaganda yöntemleri açısından da Hitler'de Erdoğan'da tek adam rejimi kurmuştur. Tüm devlet erki, bir kişi de toplanmıştır. Almanya'da Türkiye'de anayasalarını ve kanunlarını kuvvetler birliğine göre inşa etmişlerdir. İç düşman dış düşman tanımlamaları, her zaman toplumu kamplaştırıp, milleti bölücü ve ayrıştırıcı söylem ve politikalarla iktidarlarını pekiştirmişlerdir. Bu örneğe her ne kadar gelişim süreçleri tam olarak örtüşmese de Franko İspanyasını ve Mussolini İtalyasını da verebiliriz. Hitler, Mussolini ve Franko faşist politikalarının ana eksenini, başlangıçta "demagojik bir mağduriyet algısı yaratmakla" başlamışlar, daha sonraları ise yalan, demagoji, iftira, hakaret ve devlet şiddeti ile paramiliter şiddeti birleştirmişlerdir. Ülkemizde AKP ve MHP de aynı politik hattan beslenip, toplumsal hiç bir sorunu çözmediği gibi, tüm toplumsal sorunları işin içerisinden çıkılamaz bir hale getirmiştir. Maalesef Hitler, Mussolini ve Franko faşizminin bile gıpta edebileceği bir "devlet ve memur yalan söyler" yasası da 7418 ile çıkarılmıştır. Dünyada gelmiş geçmiş hiçbir faşist liderin göze alamadığı "devlet ve iktidar deformasyon/dezenformasyon ve yalan yapar" yasasını çıkartmak, R. T. Erdoğan'a ve AKP hükümetine/Cumhur ittifakına "nasip" olmuştur. İşte görüldüğü üzere ortada demokrasi yoktur. Seçimle gelen temsiliyetist güçler isterlerse demokrasiden krallığa ve diktatörlüğe gidebilirlermiş! Maalesef örnekleri de var; R. T. Erdoğan, AKP ve Bahçelinin MHP'si bunu icat etmişlerdir. Bizimkiler tüm faşist parti ve liderlerin deneyimlerini özümseyerek günümüz ölçeğinde "faşizmi de modernleştirmek ve geliştirmek suretiyle" yeniden tesis etmişlerdir. Başka bir deyişle, R. T. Erdoğan, AKP, D. Bahçeli MHP faşizmi dünün minimal-faşizmine kıyasla günümüz ölçeğinde "modernleştirilmiş ve geliştirilmiş" olan glokal-faşizmin bugün ki suretidir.
11.06.2023
Ne zaman ki derin/PDY devlet MHP AKP'ye R. T. Erdoğan'a "yürü ya kulum!" dedi. O günden beri kimi zaman kavgalı gözükseler de, kimi zaman barışık gözükseler de; sonrasında "YAŞ mühpem kararıydı", yok "e-muhtura idi", yok "367 idi", yok "referandum idi", yok "Ergenekon idi", yok şuydu, yok buydu, bir sürü senaryo ve algı operasyonlarıyla, önce askeriyedeki muhalif subay ve astsubaylar temizlendi, mit-jitem kapışması ile emniyetteki muhalif üst düzey kadrolar temizlendi. Yok ıslak imza, yok kozmik oda, yok 17 Aralık, yok hendekler, yok darbe, yok fetö metö diyerek, AKP ve MHP tüm devlet kurumlarını bir bir eline geçirerek devlet içerisindeki tüm diğer siyasi muhalifleri eze eze bir diktatörlük rejimini inşa etti. Fetö damgasıyla işten atılan öğretmenler mi dersiniz, doktor ve mühendisler mi dersiniz, her yere kendi kadrolarını yerleştirdiler. Yargı'da da aynı şeyler/süreçler yaşandı. Tüm yürütme kurumları ve bakanlıklar alt düzey olmasa da tüm yönetici amir kadrolar, YSK'sı, HSK'sı, AYM'si her yerde istedikleri gibi müdahale edebilmektedirler. Her devlet kurumunu kendi yandaşları ile doldurmaktadırlar. Yasama ve yürütmenin yargının üst kurumlarına atama yapması, bağımsız ve tarafsız yargı gerçeğine aykırıdır. Adalet Bakanlığı'nın teşkilat olarak yargının başı olması, HSK ve diğer yargının üst kurumlarının da başı olması, siyasal otoritenin yargı üzerindeki tahakkümünün en açık kanıtıdır. Haliyle; yargı kararları ne ulusal hukuka ne de uluslararası hukuka uymadığı gibi, seçilmenlerin ve atanmanların kendi yapmış olduğu kanunlara dahi uymamaktadır. Dolayısıyla; devletin ve kurumların başındakilerin tanımadığı bir anayasayı ve kanunları vatandaşın tanımasını beklemek hangi akla ve mantığa uygundur?
11.06.2023
Osmanlı İmparatorluğu'nun 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın galipleri tarafından işgal edilmesi ile gelen bir "Cumhuriyet" yapısı, kendi iç dinamikleri ile gelişen bir modernizmden/kapitalizmden ziyade, emperyalist işgal kuvvetlerinin dışsal zorlamasıyla oluşan bir modernizm/kapitalizm olarak kalmıştır. Başka bir deyişle, emperyalist işgalle gelen modernizm/kapitalizm daha baştan sakat ve kusurlu doğmuştur. Dolayısıyla; yerel dinamikleri oluşmamış bir "cumhuriyetçi" devlet algısı, modernizmi/kapitalizmi bu coğrafya da yukardan aşağıya doğru gelişen otokratik bir dikta rejimine dönüştürmüştür. Kaldı ki; emperyalizmin gölgesinde kurulan bu devlet; en başında itibaren Alman ittihatçılığından ve İngiliz ittihatçılığından devşirilmiş memur kastlarından oluşturulmuştur. Sonuç olarak; içselleştirilmiş bir laizm/cumhuriyetçilik/demokratizm bu coğrafya da hiç bir zaman var olmamıştır ki; içselleştirilmiş bir hukuk algısı var olabilsin! Öte yandan, yargı ve hukukun birbirinden ayrılması meselesinde de, "iç yargı" diye bilinen ve yanlış adlandırılan kurumların (buna AYM de dahil), siyasi yargı süreçlerine dahil olduğu ve başka bir yanılsamayla da hukukun ise "dış-hukukta" olduğu şöylense de, bunların her ikisi de gerçeği yansıtmamaktadır. Her iki açıdan da yanlış olan bu yaklaşımlar; hukukun dışardan (Avrupa'dan vs.) geleceğine olan bir boş inançtan kaynaklanmaktadır. Haliyle hukuk, yani hak! Ne "iç yargıdan", ne "dış hukuktan" (Avrupa vs.) değil, ancak milletin bürokratik denetimist savaşımı ile gelebilir! Yani hak verilmez, hak alınır. Hak var olandan değil, yok olandan çıkar. Hak yoktan var olur. Ancak bu şekilde hak hak'ın asıl sahibi olan millete eşit şekilde üleştirilebilir. Toplumun, işçilerin, emekçilerin, kadınların, çocukların vs. hakları ancak bu şekilde teminat altına alınabilir. Hak ancak kendi hakları için mücadele eden bireyler var olduğu müddetçe var olabilir. Yoksa haklar ölü metinler, anayasalar, kanunlar, yasalar vs. ile doğuştan kazandığımız şeyler değildir. Hak verilemez, ancak savaşarak, mücadele edilerek elde edilebilir! Ülkemizde ve tüm dünyada insanlığın ilerlemesinin önünde bir engel olarak duran çürümüş temsiliyetist ve memuriyetist yapılar tarihsel olarak kendi sınırlarına dayanmış durumdadır. Dolayısıyla; 4 bacaklı denetimist devlet aygıtlarının tarihsel dayanaklarının bir bir ortaya çıkması da, elbette ki bürokratik denetimist savaşım biçimlerindeki artışla doğru orantılıdır. Haliyle; kitlelerin öz denetimsel bürokratik savaşımı karşısında temsiliyetizmden ve memuriyetizmden beslenen kapitalist emperyalist sistem ne yaparsa yapsın er ya da geç yerini yeni tarihsel ve toplumsal kurumlara bırakmaya mecbur kalacaktır. Eski toplumun bağrından çıkan yeni ilkeler ve kurallar eski toplumu da kapsayarak aşacak şekilde yeni bir devlet ve toplum yapılanmasının da temellerini atacaktır. Başka bir deyişle, er ya da geç bu statüsüzlük hali tüm statüleri eski ilkeleri ve kuralları yıkarak, yeni bir statünün yeni ilkelere ve kurallara dayalı yeni bir sisteminde öncüsü olacaktır!
12.06.2023
Tıpkı emperyalist işgal ve ilhakla, İngiliz çizmeleriyle zorla kabul ettirdikleri temsiliyetist-memuriyetist cumhuriyetçilik gibi, denetimist hukukta zorla Avrupa'nın baskısı ile Türk devlet yapısına entegre olsun da "bize kimse dokunmasın" diyen anlayış, bugün Türk yargısına hakim olan anlayıştır.
Yargının denetimistlere karşı takındığı tutum, yasamadaki, yargıdaki, yürütmedeki kastların korkusundan beslenen bu tutum, ne bu millet tarafından ne de denetimistler tarafından kabul edilebilir bir durum değildir. Bu tutum hukuksuz bir duruma da işaret etmektedir.
Denetimist hukuk mücadelesine karşı bu tutumu reva gören memur kastlarına ilişkin olarak, AİHM'ye yapılan müracaat gereği; ister görevde olsun ister emekli olsun tüm savcıların, hakimlerin ve yargı personelinin uluslararası hakim, savcı, avukat vs. teşkilatlarından emeklilik haklarının cezai müeyyidelerini ödemeleri talep edilmiştir. Keza Türk milleti adına yanlış kararlar alan yargının kendi sorumluluğunun bilincine varması adına yapılan müracaatlar esas olarak denetimist vatandaşlık bilincinin bir gereğidir. Aksi takdirde; Türk milleti adına millete yaşatılan mağduriyetlerin giderilmesi de mümkün değildir.
Memur kastları bilmelidir ki; seçmenle seçilmeni yalandan yere ayırmakla (AYM kararı) bu işten sıyrılamazsınız! Madem bir yanlış yaptınız ve seçmenle seçilmeni birbirinden ayırdınız; 20 yıldır kararlarınız ile gerçek suçlulara ceza kesemediniz ya; ne de olsa memuriyetist çıkarları korumaya yemin etmişsiniz ya; o vakit sizin millet adına konuşmaya dahi yetkiniz kalmamış demektir! Nasıl siz milletin temel haklarını, anayasayı, kanunları vs. tanımıyorsanız, denetimistler de sizin yalan politikalarınızı tanımayacak ve Türk milleti (toplumun-kümülatif-hakları) adına Türkiye'nin AİHM'de ve Avrupa Konseyi'ndeki savunma haklarını da burada iç hukukta yok edeceklerdir!
Ey Türk yargısı memur kastlarına boğun eğip memur mafyasını/GLADİO'sunu koruyacağına, İtalya'daki savcı gibi Cumhurbaşkanına dava açabilseydiniz, eğer hukuka zerre kadar saygı duyup bu savcı gibi yapsaydınız, hukuka ulaşmak için Türk yargısı da çabalıyor derdik!
İtalya'daki o cesur savcı tutuklanmış, devlet içerisindeki memur mafyasının/GLADİO'sunun kapışması çözümlenmeyince de AİHM ve Avrupa Konseyi sürece müdahale etmiştir. Yani İtalya'da sadece bir devlet kurumu yakalanmıştır. Yani siz ne yapmaya çalışıyorsunuz, denetimistler olarak anlamadık. Yasama, yargı ve yürütme üçü birden suçüstü yakalanıyor, dünya rekoru kırıyor, Türk milletine ve Türk devletine bu kadar zarar veriyor, ama siz görmedim, duymadım, bilmiyorum diyerek üç maymunu oynuyorsunuz. Siz hangi milletin hangi devletin mensuplarısınız, açıkçası biz anlayamadık!
Türkiye'yi tüm dünyaya rezil edip, rezillikte de sınır tanımıyorsunuz. Bir de utanmadan sıkılmadan almış olduğunuz kararlar ile bu rezilliğinizi dünyaya deklere ediyorsunuz. Tüm dünya hukuk camiası ve önde gelenleri size bir tarafıyla gülüyor. En basitinden; peki kooperatif üyesine "trans"/statüsüzlük kararı vererek üniter yapıyı/Türklüğü/milletin temel kümülatif haklarını yok sayarak Avrupa'da AİHM ve AİHS'de attığınız kimliksel şerhe ne demeli? Peki İstanbul Sözleşmesi’nde “Cinsel kimlik talep ediyorlar” yalanına sarılarak Avrupa Konseyi’ni ve AİHM’sini kandırmaya çalışmanıza ne demeli? Siz Türk yargısı mısınız yoksa başka bir milletin yargısı mısınız önce ona bir karar verin.
Sanmayın ki Türk milleti sizden bir gün hesap soramaz. Millet hukuk tanımaz bu kast uygulamalarınızdan ve diktanızdan milletin temel hakları için er ya da geç hesap sormasını bilecektir!
12.06.2023
Tüm millet üstü toplumsal yapılar ve bu yapıların iç seçimleri hangi kıstaslara göre yapılmaktadır?
Kendisine "demokrat", "cumhuriyetçi", "aydınlanmacı" diyenlerin çoğunluğu neden bir kez dahi olsun bu soruyu kendilerine sormamışlardır?
İster özerk, ister tüzerk içinde özerk, ister özerk içinde tüzerk olsun, ister kurum, ister kurul, ister dernek, ister sendika vs. biçiminde olsun tüm dünyada ve ülkemizde millet üstü toplumsal yapıların iç seçimleri de dahil olmak üzere tüm seçimler plebisiterist'tir. Başka bir deyişle, tüm bu millet üstü yapılar tarihsel olarak yasamadaki, yargıdaki, yürütmedeki plebisiterizmden ve plebisiterizm türlerinden beslenmektedir.
İşte bu nedenledir ki; temsiliyetizmin bir kolu plebisiterizme çıkarken bir kolu da memuriyetizmde vücut bulmaktadır. Dolayısıyla; tüm dünyada ve ülkemizde seçilmen terörizminin otokratik despotizmi ile hareket eden memur kastları ellerinde tuttukları partilerde, sendikalarda, meslek odalarında, derneklerde vs. tüm seçim sepet işlerini bu plebisiter despotizm aracılığıyla yapmaktadırlar.
Örneğin, Türkiye'de YSK'nın atanması ve YSK iç seçimleri ya da HSK'nın atanması ve HSK iç seçimleri ya da AYM'nin atanması ve AYM iç seçimleri (bu liste Yargıtay, Sayıştay, Danıştay vs. biçiminde uzatılabilir), yasamadaki komisyon atamaları, yürütme bakanlıklarının atamaları ve bakanlıkların iç seçimleri, tüm bu süreçler milletin hiçbir şekilde söz ve karar hakkına sahip olmadığı plebisiter tarzda örgütlenen ve uygulanan despotik süreçlerdir.
Başka bir deyişle; bütün bu süreçler seçilmişlerin (ki atanmışlarda aynı kişilerden meydana gelmektedir) kendi kendilerini seçtikleri ve kendi kendilerini atayarak kurumları ve kurulları (dolayısıyla devleti) oluşturdukları bir plebisiter despotizm eliyle yapılmaktadır.
Doğal olarak; memuriyetist ve temsiliyetist plebisiter sistemin bu yapısal sistemin üzerine bina edildiğini söylemek hiçte abartılı olmayacaktır!
Sorunun kaynağı salt adil bir seçim sisteminin olmaması değildir. Sorunun asıl kaynağı adil bir seçim sistemine, eşit ve ulaşılabilir bir hukuk sistemine, bir cumhuriyet sistemine, milletin temel haklarını kıstas alan sosyal eşitlikçi bir devlet yapılanmasına mevcut plebisiter despotizm modeli ile ulaşılabilmesinin mümkün olmamasıdır.
İşte bu nedenledir ki; memuru da vatandaş karşısında eşitleme terazisi olarak bağımsız bir toplumsal denetim kurumu ile dengelemeye ve böylelikle denetlenebilir ve geri çağrılabilir bir bürokrasi eliyle millet ve devlet arasında bozulmuş olan dengenin millet lehine yeniden tesis edilebilmesinin tek yolu denetlenebilir bir devlet ve toplum modelinin hayata geçirilebilmesidir.
Aksi takdirde; devlet ve kurumlarını ele geçirip menfi ve siyasi çıkarlarının peşinde koşan, milletin temel haklarına çöken, cebini doldurma kavgasında her türden siyasal madrabazlığı ve hokkabazlığı yapan temsiliyetist ve memuriyetist kastların tüm dünyaya ve ülkemize getirebileceği tek şey daha fazla yozlaşma ve yoksulluk olacaktır.
Çözüm çok basit.
Çözüm milletin kendisini ve temel haklarını denetim yoluyla memur despotizminden korumasıdır.
Kimsenin kimse adına sözcülük ve savunma yapması bir çözüm değildir. Kimsenin Don Kişot vari bir role soyunmasına da gerek yoktur!
Herkes kendi temel haklarını devlet sistemi içerisinde kurumsal bir statü altında, tüm iç denge ve denetim kurumlarının da bağımsız bir toplumsal denetim kurumu altına alınmasıyla, millet bu sayede tepeden tırnağa tüm devleti ve memurlarını denetleyebilecektir.
Denetlenebilir ve geri çağrılabilir bir bürokrasi ancak temel haklarının farkında olan ve devlet sistemi içerisinde kurumsal teminatlara ve statülere sahip olan bir vatandaş denetim ağı ile sağlanabilir.
Sonuç olarak; denetlenmeyen bir devlet, denetlenmeyen bir cumhuriyet, denetlenmeyen bir demokrasi, ne bir devlet ne bir cumhuriyet ne de bir demokrasi olamayacağı gibi; çürümenin ve yozlaşmanın büyük bir hızla tepeden topluma aşağıya doğru yayıldığı bir sistemin gelecekte ki akıbetinin ne olabileceğini görmek içinde zaman yolculuğu yapmakta gerekmemektedir!
13.06.2023
Faşist propaganda yöntemleri doğru olsaydı; tüm dünya bu propaganda yöntemlerini açıkça savunurdu. Dünyanın uygar ve gelişmiş toplumlarında faşist propaganda yöntemleri lanetlenirken, bizim gibi ülkelerde ise temsiliyetist siyasal kastlar rahat rahat faşist propaganda yapabilsin diye yasa bile çıkarılabilmektedir.
Sözde 298 deki propaganda da eşitlik ilkesi yasa maddesi olarak varken kanun kaotizmine geçit verilerek faşist propaganda yöntemlerine serbestlik getirilmiştir. Elbette ki bu serbestlik memur kastları için getirilmiş olan bir serbestlik olup, memur despotizmi millete daha iyi yanıltıcı bilgi verebilsin ve yalanı daha iyi yayabilsin diye bu serbestliğin önü bilinçli ve kasıtlı olarak açılmıştır.
Seçimin tarafı olan Cumhurbaşkanına seçim kanunlarının gereği olarak seçim yasakları bile uygulanmamıştır. Eğer uygulanmayacaksa; YSK kendi seçim kanunlarına dahi bakmayacaksa, o maddeleri oraya koymanın ne anlamı vardır? Dünya nereye gitmektedir; Türkiye nereye gitmektedir? Türk devleti tersine tersine giderek adım adım kendi çöküşünü de hazırlamaktadır.
Memur despotizminin çaldığı yetmiyormuş gibi, bir de milletin bu temsiliyetist teröristler tarafından her gün aşalanması, hakarete ve iftiraya uğraması yok mu! İşte milletin bu memuriyetist kastlara diş bilemesinin bir nedeni de budur. Anayasa tanımaz, kanun tanımaz, yasa tanımaz, hukuk tanımaz, hak tanımaz bu mantık; milletin temel haklarına çökmeye devam ederek milleti millete rağmen sonsuza kadar köleleştirebileceğini sanma hastalığına ve akıl tutulmasına düşmüş durumdadır.
MHP/AKP/ cumhur ittifakı kastları deprem yasalarını ve afet yasalarını çıkartmadığı ve çıkarttığı yasaları uygulamadığı için yargılanmalıdır. Suçlular derhal mahkeme önüne çıkarılmalıdır!
CHP ve HDP belediyeleri de olsa; o imar müdürleri, yapı denetim müdürlükleri, ilgili bakanlıklar derhal yargılanmalıdır!
“Doğu Anadolu fay hattında katliam olacak, acil önlemler alınmalıdır” dediği için Mimarlar Odası’nı (TMMOB) hain ilan eden, terörist ilan eden de bu hükümettir.
Bilimsel gerçekleri söyleyen jeofizikçilerin raporlarını kabul etmeyip, hain ve terörist diye üniversitelerden kovanda bu iktidardır.
Devletin başına musallat olmuş her şeyi bildiğini varsayan örgütlü cehalet milletin başını da yemeye devam etmektedir. Memuriyetist kast grupları ve derin MHP seçim sepet işleriyle deformasyonla/dezenformasyonla bu sistemi zorla despotizmle millete rağmen ayakta tutmaya çalışmaktadır.
Aynı darbe raporlarını kaybedip darbe araştırmasına ret verdikleri gibi, aynı sözde fetöcü terör örgütünün siyasi ayağının araştırılmasına ret verdikleri gibi, memur kastları kendi suçlarını gizlemek için kılıktan kılığa girseler de, 14/28 Mayıs plebisiter seçimleri memur kastlarının son temsiliyetist seçimi olmuştur.
Keza millete bu zulümü reva gören zalimlerin yargılanması için sonuna kadar denetimistler mücadele edecektir. Temsiliyetist siyasal kastlar hem iç hukukta hem de evrensel hukukta kaybetmeye ve yenilmeye mahkumdur!
14.06.2023
Gerçek seçim tarihi 14 Mayıs değildi.
R. T. Erdoğan’ın üçüncü defa aday olma halkı anayasaya uygun değildi.
Neden millet ittifakı/CHP ve onun açık/gizli ortakları yasal denetim yapıp bu seçimi mahkemeleştirmediler?
Neden muhalefet yasama başkanının yazdığı bir makalenin bir hukuk kararı olamayacağını beyan etmedi?
Bütün bunları milletten neden sakladınız?
Yasa koyuculukta bu ülkede bütün kanunları MHP ekibi yapmıyor mu?
İktidar ve muhalefet baştan beri anlaşmalıydı.
Amaç memur despotizmine dokundurmamaktı.
Yeter ki millet temel haklarının bilincine varmasın.
“Aman millet bize dokunmasın!” bizi denetlemesin diyen siyasal temsiliyetist kastlar anlaşmalı bir şekilde sandıktan Erdoğan’ı çıkardılar.
Ortada YSK’nın açıklayamadığı 12 milyona yakın oy var. Bir ülkede seçmen sayısından fazla oy olabilir mi? Misal; 50 milyon kişilik bir ülkede 60 milyonun oy vermiş olması sizce normal mi?
Ne dedik oyu kimin verdiğine, oyu kimin saydığına değil, asıl yetkiyi (mazbatayı) kim veriyor, oyu kim kabul ediyor ona bakın.
Gerçeklerle yüzleşmek bu kadar mı zor?
İşte kazananda kaybeden de buna göre belirleniyor.
Yıllarca sosyalist yapılar seçim ve parlamento için aldatmacadır dediler. Ama yalnız dediler. Dediler de ne yaptılar?
Sosyalist yapılar bu plebisiter seçimleri, plebisiter şekilde oluşmuş olan yasama, yargı ve yürütme kurumlarını denetlemek için ne yaptılar?
Müzmin küstüm oynamıyorum sandık boykotizmi edilgen bir protesto biçimi olarak kaldı.
Bunun yerine denetim yoluyla millete (hadi işçi sınıfına diyelim) sandığa gidip sandığı (temsiliyetizmi ve memuriyetizmi) sandıkta protesto edin neden denilmedi?
Denilmez; çünkü kendisine sosyalist adını veren yapılarda aynı yasamadaki, yargıdaki ve yürütmedeki plebisiter atama ve seçimlere benzer bir şekilde oluşuyor.
Burjuva partilerini geçin, hangi sosyalist yapıda iç denetim var? Tıpkı temsiliyetist ve memuriyetist kurumlar gibi bu yapılarda parti oligarşisine ve lider kültüne dayanıyor.
Daha kendi kendisinin iç denetimini yapmayı başaramayan bu yapılar, es kaza iktidara gelse sistemi toplumla birlikte nasıl denetleyecek/nasıl yönetecek?
Sonra al sana otokratik parti ya da lider diktatörlüğü, al sana ceberut devlet anlayışı!
Tarihi kişiler üzerinden açıklamaya çalışanlar büyük resmi oluşturan yapıları da asla göremezler.
Türkiye’de genel manada muhalifler temsiliyetist ve memuriyetist yapıyı tanımadıkları için sürekli oldukları yerde sayıyorlar.
Ülkenin aydın kesimleri bile aydın olma vasıflarına sahip değil. Halbuki bir toplumda ileri ve devrimci fikirlerin katalizörü genellikle aydın tabakalardır.
Ama bizim aydınlarımız sağcı ya da solcu olsun gerici bir konumda. Bunu denetimist mücadelenin karşısında yıllardır üç maymunu oynamalarından iyi biliyoruz.
Hala yok Kılıçdaroğlu iyi adamdı, dürüst adamdı, hakkı yenildi, şöyle olsaydı, böyle olsaydı kazanırdı diye züğürt tesellisi ile kendisini avutanlar da yok değil!
Seçim baştan AN-LAŞ-MA-LIY-DI!
Bir devlette (o devlet Afrika’daki bir kabile devleti bile olsa) yetki tek bir adamın eline geçmişse (o devletin derin iktidarı da şimdilik bunu destekliyorsa) tüm yetkiye sahip olanın ağzından çıkan her şey tanrı kelamıdır.
Bu durumda o ülkede YSK da dahil tüm kurumların patronu da aynı kişidir.
Bu adama karşı sandıkta seçim falan KA-ZA-NA-MAZ-SI-NIZ!
Bu yüzden sözüm ona kendisine muhalefet diyenlerin yaptığı tartışmalar özü itibariyle boş tartışmalardır. Milleti kandırmaya ve avutmaya dönük tartışmalardır.
Hodri meydan!
Karşısında korkudan altınıza pislediğiniz R. T. Erdoğan’ı denetimist hukuk savaşçıları hem ulusal hukukta hem de evrensel hukukta mahkemeleştirmiş durumda.
Ülkede mikrofon faşizmi olsa da, bu gerçek milletten ısrarla saklanmaya çalışılsa da, kral çıplak!
Kralın 14/28 plebisiter seçimlerinde atı alıp Üsküdar’ı geçememesi de, atın denizi geçeyim derken boğulması da bundan işte.
Ey muhalifler mücadele diyorsunuz; peki neredesiniz?
Hak verilmez, hak alınır. Hak zorla, mücadeleyle alınır.
Hak denetim yoluyla, milletin kendi temel haklarını memur despotizmine karşı koruması ile alınır!
15.06.2023
Bilindiği üzere R. T. Erdoğan Beyoğlu Belediye seçimlerine ve 1994 İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerine katıldığında hala bir İmam Hatip mezunuydu. O dönemin çeşitli basın yayın organlarında R. T. Erdoğan için “Değil belediye başkanı olmayı, muhtar bile olamaz” deniyordu. Erbakan ekibine karşı Erdoğan’ın imam hatipli kimliği üzerinden pek çok karşı propaganda yapılıyordu.
2014 yılına gelindiğinde ise davacı Ahmet Davran Erdoğan’ın notere verdiği diplomanın aslını görmeden imzalanmasına ve onaylanmasına yönelik müracaatıyla ilgili noter disiplin cezası yemiş, sonradan bu konuda açılan mahkemelere verdiği talimatla birlikte emir eri mahkemeler ceza hukukundan bu davaların önünü hep kapatmıştır.
Ceza hukukunda Erdoğan’ın diplomasına karşı Ahmet Davran dışında hiç kimse bir girişimde bulunmamış, kimi partiler “hukuk mahkemeleri” yoluyla Erdoğan’ı dava etmeye çalışsalar da başarılı olamamışlardır.
KVKK kanunuyla da diploma gerçeğinin üstü örtüldüğü gibi, fetö ve darbe politikaları için kanunsal düzenlemeler de bu kanunla yapılmıştır.
Diplomayı ve bu konudaki usulsüz işlemleri yapan memurlar hakkında yapılan suç duyuruları da “memura hakaret davaları kapsamında” değerlendirilip, ne fetönün ne darbenin ne de diplomanın hesabı sorulamamıştır. Hesap sormaya kalkan her kim olursa olsun bu muhalif memurlar bile olursa olsun hakaret cezalarına çarptırılmıştır.
Muhalif memurlar hakkındaki veriler bu kurul tarafından rahatlıkla değiştiriliyor, iktidarın istediği gibi muhalif memurlara işlem yapabilecek yasal dayanak sağlanıp, devlet bürokrasisinde yukardan aşağıya doğru baskı politikaları geliştirilebiliyordu. Bu verilerin değiştirilmesi sayesinde hatta emekli memurların emekli subayların bile emekli maaşlarına el konulup yıllarca ödenmemişti. İktidar tüm gücüyle yalan üzerinden bir terör politikası oluşturmuştu.
Bu KVVK’dan önce Erdoğan kendi sahte diplomasını, önce YSK aracılığıyla kabul ettirmişti. YSK, Erdoğan ile ilgili geçmiş belge ve verileri ile (89-94-2002) Cumhurbaşkanlığına adaylık sırasındaki verileri inceleme yapmadan, kendi eski veri sistemiyle karşılaştırmadan yalanla kabul etmiştir.
KVVK ile kanun ve kurum/kurul ile artık YSK sorumluluktan kurtulduğunu zannetmiştir. Yani en azından sorumluluktan kurtulmasalar da bu konuda kanun çıkmasıyla daha da rahatlamışlardır.
İşte gördüğünüz gibi kurulun ve kurumun başkanı istediği veriyi, istediği özerk-kişi ya da tüzerk-kişi olan herhangi bir memurun hakkında veri girebiliyor, istediği veriyi istediği gibi değiştirip, istediği veriyi de istediği gibi silebiliyor.
İşte bu yolla 4-5 bin savcı ve hakimi de sözde fetöcü ilan edip, bu savcı ve hakimlerin verilerini, rütbelerini ve derecelerini istediğiniz gibi değiştirip, istediğiniz gibi meslekten fetö diye de atabilirsiniz.
Ya da iktidarın İrfan Fidan’ı (soyada dikkat!) Yargıtay tecrübesi ve derecesi bile olmadan canının istediği gibi AYM’ye atamasına, ya da iktidarın canının istediği hakim ve savcıyı HSK’ya atamasına ne demeli!
Bu kanunla memurlar iktidarın insafına kalmış, iki dudaklarının arasındaki talimata bağlı hale gelmişlerdir.
İstanbul Adalet sarayında görevli iken, birden bireye Yargıtay’a, orada bir ay bile kalmadan AYM’ye ataması yapılan İrfan Fidan’ın atamasının nasıl yapıldığını anlamak bu sistemin nasıl çalıştığını anlamayı da olanaklı kılar.
Fetö karalaması ve suçlamasıyla içeri giren, mesleklerinden edilen ve zorla emekli edilen hakim ve savcıların onca çabalarına rağmen, nasıl ve neyle suçlandıklarını anlayamamalarının sebebi de bu kanun ve kuruldur.
Kurul, istediği kişiye istediği veriyi gösteriyor, istemediği kişiye istemediği veriyi göstermeye biliyordu.
Muhalif birey ve memurlar ya da şahıslar hakkında gerçek veriler ile gerçek olmayan veriler istenildiği gibi 2 ayrı kayıt sistemiyle birlikte tutulabiliyordu.
İktidar kendi çıkarları doğrultusunda gerçek olmayan verilerden yanıltıcı bilgi ve verilerden “özel kayıt sistemi” yaratmış, diğer yandan kişilerle ilgili gerçek bilgilerden oluşan bir kayıt sistemi yaratmıştır. İstediği zaman istediği kayıt sistemini kullanmaktadır. UYAP dahil TC numaraları da bu şekilde ikili bir kayıt sistemiyle birlikte iktidarın yararına koşullandırılmıştı. Fetö soruşturması için 2015 de hazır liste olarak HSYK’ya verilen o hazır liste de bu sistemle oluşturulmuş bir listeydi. KVKK çıkmadan ki, KVVK uygulamaları da böyle oluşmuştu.
Denetimistler YSK’ya ve AYM’ye yaptıkları “Vatandaş denetim raporları” müracaatlarıyla bu ikili sistemi birçok delille birlikte ilgili kurumlara bildirmişlerdir.
Denetimistler; doğal gaz su elektrik vs. içişleri bakanlığı hizmet birimlerinden, kapı numaralarıyla tesisat numaraları arasındaki farklılıklardan, dubleksler üzerinden dönen seçim hilelerinden tutunda, çevre şehircilik üzerinden arsalara çıkarılan sözde bina ve sözde sahte seçmenlerden tutunda, bir ton konuyu örnekleri ve delilleri ile birlikte ortaya koymuşlardır.
R. T. Erdoğan’ın sahte diplomasına ilişkin her ne kadar davalar açılmış olsa da, KVKK’nın kişisel verilerin yurt dışına aktarılmasını engelleyen 9. maddesi “Kişisel veriler, ilgili kişinin açık rızası olmaksızın yurt dışına aktarılamaz” gereğince de bu veriler yurt dışına aktarılmamış, AİHM’e gönderilmiş davalarda böylelikle engellenmiştir.
KVKK maddeleri kamu gücünün merkezileşip tek merkeze ve tek kişiye bağlanmasıyla da tam bir korku terörü ve devlet şiddeti politikasının gayri meşru yasal-kanunsal dayanağı haline gelmiştir.
Denetimist davacı Cumhurbaşkanı adayı; yıllardır sahte diplomasıyla Cumhurbaşkanlığı yapan R. T. Erdoğan’ın diploması olmadığına şahit olarak hem ulusal hem de uluslararası hukuk kapsamında uluslararası tanık programına kendisini kayıt ve talep etmiştir. (19.12.2022 tarihinde AİHM’in aldığı karar gereği denetimist davacı cumhurbaşkanı adayı diploma davasına tanıktır.)
Türk milleti, bu temsiliyetist memur mafyalarından oluşmuş bu iktidarın, devlet-şiddetinin ve gayri meşru çıkarttıkları yasaların üstesinden ancak denetimist bürokratik savaşım yoluyla gelebilir.
Bu sebeptendir ki; denetimist davacı cumhurbaşkanı adayı Türk milleti adına milletin kümülatif haklarının temliğini gerçekleştirebilmek için aday olmuştur. Dolayısıyla; Türk milleti de davacı adayın kümülatif haklarına dayanarak temsiliyetist memur mafyalarının çıkarttığı gayri meşru yasalara da kanunlara da itiraz edebilir. Haliyle; denetimist hak arama yolu sonuna kadar açıktır!
Dahası; davacı aday Avrupa Konseyi’ne sonra AİHM’e seçme seçilme hakkının iktidar ve devlet eliyle engellendiği, plebisiter bir seçimlere gidildiği, YSK’nın aldığı kararların hukuksal denetiminin yapılmaması nedeniyle de ihbar hakkını da kullanmıştır.
YSK, kararlarına karşı başka bir merciye başvurulamayacağını, dolayısıyla plebisiter seçimlerde yapılsa, hile ve hurda ile iktidarın emir ve talimatlarıyla YSK’ya kararlarda aldırsan, sahte diploma ile adaylıkta yapılsa ve diğer seçim hileleri de yapılsa, YSK kararlarına karşı başka bir merciye şikayet edilememektedir. Yanlış duymadınız YSK’nın almış olduğu kararların hukuksal denetimi sadece YSK tarafından yapılabilir; tabii ki buna hukuksal denetim denilebilirse!
Avrupa Konseyi başta olmak üzere AİHS sözleşmesi kapsamında seçme seçilme özgürlüğüne her ne kadar Türkiye yalandan yere imza atsa bile, ülkemizdeki memur mafyalarının devletinin uygulaması bu’dur!
Bu memur mafyaları yıllardır nasıl Türk milletini kandırıyorsa AİHM ve Avrupa Konseyi’ni de aynı şekilde kandırmaya devam etmektedirler.
Dolayısıyla; AİHM ve Avrupa Konseyi Türkiye’yi AİHS ve diğer maddelere göre daha fazla gözlem altına alsın ya da almasın bu da talidir. Zira Türkiye’de memur mafyaları tarafından düzenlenen seçimler ve bu seçimleri yürütebilmek adına yapılan gayri meşru kanunlar plebisiter (şaibeli) hale geldikçe AİHM ve Avrupa Konseyi gibi kurul ve kurumlarda bir o kadar plebisiter hale gelmekten de kurtulamamaktadır.
Başka bir deyişle, bu memur mafyalarına, devlet-şiddetine, temsiliyetistler terörizmine göz yumduğu sürece AİHM ve Avrupa Konseyi gibi teori de “demokratlığı” ile övünen kurul ve kurumlarda kendi varlık zeminlerini ortadan kaldırmaktan kurtulamamaktadır.
Uzun lafın kısası; bu memur despotizmine ve milletin canına, hayatına, geleceğine çöken sistemin önüne geçebilmenin tek bir yolu vardır; o da dünyada ve Türkiye’de emekçi sınıfların kendi temel (kümülatif) hakları için temsiliyetist kastlara karşı bürokratik denetimist savaşım yürütmesidir.
Aksi takdirde toplumsal bir kurtuluş mümkün olmadığı gibi, hakka, adalete ve özgürlüğe dayalı yeni bir toplumsal sistemin yaratılabilmesi de asla mümkün olmayacaktır.
20.06.2023
21.06.2023
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 1 year
Text
Ucube Seçimin Gölgesinde Temsiliyetizmin İflası ve Denetimistlerin Tutumu
Tumblr media
14 Mayıs tarihi Anayasa’da yazan yazılı normlara göre usulüne uygun olarak alınmış bir karar mıdır?
Recep Tayyip Erdoğan’ın “üçüncü dönem yolsuzluğu” Anayasa normlarına uygun mudur?
Seçmenin teminatı seçilmen de midir?
Denetimist davacının seçilmen aday statüsü olur mu? Uygulanabilir mi?
Sandıksızların teminatı denetimistler de olabilir mi?
Tarihsel olarak seçimler karşısında denetimist devrimci tutum nasıl olmalıdır?
A). Anayasa’da cumhurbaşkanlığı ile meclis seçimlerinin birlikte düzenleneceği kuralı kayıt altına alınmıştı. Zira meclis seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimleri dönemi aynı gün yapılmak koşuluyla 5 yıl ile sınırlandırılmıştı. Dolayısıyla; mevcut seçimde 5 yıl önceki seçim tarihinden bir önceki pazara gelmek üzere yazılı bir kural olarak benimsenmişti. Bilindiği üzere 24 Haziran 2018 tarihinde hem meclis seçimleri hem de cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmış idi. Buna göre 24 Haziran 2018’den 5 yıl sonraki 2023 yılına denk gelmek üzere 18 Haziran pazara denk geliyordu. Haliyle; 18 Haziran 2023 tarihinde cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimleri yapılması gerekiyordu.
Anayasa’daki yazılı kurala göre her ne kadar 18 Haziran 2023 tarihinde hem meclis hem cumhurbaşkanlığı seçimleri bir kural olarak kayıt altında olsa da, 14 Mayıs 2023 tarihine seçimlerin çekilmesi kararı hukuk tekniği açısından “ERKEN SEÇİMDİR”. Her ne kadar 14 Mayıs seçiminin bir erken seçim olduğunu iktidar, muhalefet ve tüm ittifaklar, dahası “temsiliyetist siyasi terörist partiler” bilse de, erken seçim olduğunu tüm milletten saklamışlardır. Keza erken seçim için Anayasa’nın ilgili maddesi; “Anayasal olarak belirlenmiş seçim takvimin 6 ay öncesinden başlamak üzere geriye doğru erken seçim karar alınabilir.” der. Anayasa’nın en az 6 maddesini bozmak suretiyle seçime gidiliyor. Dolayısıyla; bu seçim anayasa hukuk tekniğine göre erken seçim bile sayılmaz. Tam tersine normal bir seçimde olmadığına göre, bu seçim “UCUBE SEÇİMDİR”.
B). Anayasa’nın 101’inci Maddesi’ne göre; “Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa cumhurbaşkanı seçilebilir.” Ve Anayasa’nın 116’ıncı Maddesi’ne göre; “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.” kuralları benimsendiği için, Recep Tayyip Erdoğan’ın seçime girebilmesinin tek koşulu 3/5 meclis salt çoğunluğu olan 360 oy ile (meclisin seçimleri yenileme kararı almasıyla) mümkündür.
Yazılı hukuk olarak kabul edilen hukuk sistemi her ne kadar böyle olsa da, ne 101 ne de 116 maddelerine göre Recep Tayyip Erdoğan’ın 3’üncü dönem seçimlere katılması mümkün olmasa da, kendi anayasasını dahi tanımayan bir yasama, yürütme ve temsiliyetist seçilmen terörist partilerin yapmaya hazırlandığı UCUBE BİR SEÇİMLE karşı karşıyayız. İç işleri Bakanı Süleyman Soylu gibi “DARBE SEÇİMİ” mi dersiniz, yoksa “GARİP BİR PLEBİSİTER SEÇİM” mi dersiniz; ne derseniz diyin yapılacak olan seçim hiçbir yazılı norma oturmamaktadır.
Yüksek Seçim Kurulu ne oldu da bu ucube seçimi kabul etti? Özellikle de YSK ne oldu da Recep Tayyip Erdoğan’ın üçüncü dönem ucube adaylığını kabul etti?
2023/316 YSK kararında bahsi geçen “Bu bilinçli tercih sonrasında, 6771 sayılı Kanun kapsamında değişiklik yapılmış Anayasa’nın 101’inci maddesinin yürürlükte olan son haliyle birlikte yapılan ilk TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin takvimin başladığı tarih olan 30 Nisan 2018 tarihinde yürürlüğe girmiştir.” denmekle; sistem değişikliği yapıldığı ön kabulüyle, eski cumhurbaşkanlığı statüsü ile yeni cumhurbaşkanlığı statüsü değiştiği için, 101’de yazılan bu iki dönem kuralının 2018’de yeni cumhurbaşkanlığı sistemi ile başlayacağı yasama başkanı Mustafa Şentop tarafından ilgili Divan ve komisyon raporları tarafından ileri sürülmüştür. Böylelikle 2014-2018 arası Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı hükümet dönemi, dönem olarak sayılmamış, yeni hükümet sistemine göre geçerli olmadığı şeklinde yorumlanmış ve bu yorumları YSK’ya talimat vererek karar altına almak koşuluyla Recep Tayyip Erdoğan için ucube bir üçüncü dönem yaratmışlardır.
Her ne kadar Mustafa Şentop’un bahsettiği gibi cumhurbaşkanlığının eski ve yeni anlamları değişmiş olsa da, aynı kişinin değişmemesi nedeniyle, Recep Tayyip Erdoğan için (şayet eski dönemde cumhurbaşkanlığı yapmış olan bir kişiden bahsediyorsak) 3’üncü bir dönem yasamanın 360 oyu ile Anayasa’nın 116’ıncı maddesi kapsamında ancak mümkün olabilir.
Anayasa'nın 101'inci maddesi “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” der. Hadi Mustafa Şentop’un dediği gibi, 2 referandumda da aynı kural (gerçi ikinci referandumda bu kural açıkça bir referandum maddesi değildi ama hadi böyle varsayalım) oylandı diyelim. Ve bu kural her iki referandum içinde kabul gördü, diyelim. Hadi eski ve yeni cumhurbaşkanı olmak üzere iki ayrı cumhurbaşkanı modeli (bu durumun anayasa ve hukuk tekniği açısından usulsüz bir teknik olduğunu da ayrıca belirtelim) olduğunu da var sayalım.
“BİR KİMSE en fazla iki defa CUMHURBAŞAKANI seçilebilir” ibaresindeki cumhurbaşkanı kavramının, her iki farklı türünü var saysak bile, BİR KİMSE KAVRAMI DEĞİŞMEMEKTEDİR. Recep Tayyip Erdoğan bir kişidir. Recep Tayyip Erdoğan kendisine has bir varlık, bir kişi iken, bildiğimiz Recep Tayyip Erdoğan, Erdoğan olmaktan çıkıp Mustafa Şentop olmadığına göre, ister yeni ister eski, yani her iki referandum da aynı kural kabul edilmiş olsa da, cumhurbaşkanlığı kavramının yetki, görev ve kapsamı açısından aralarında türdeşlik açısından türdeşlik olsa bile, özdeşlik açısından asla özdeşlik bulunmamaktadır. Fakat bu durum da bile kişi kavramı hala değişmemiştir. Makamın yapısı değişse de, kişinin kendisi değişmemiştir. Yani Erdoğan Erdoğan değil, Ayşe mi olmuştur? Mesele bu açıdan incelendiğinde Şentop da Şentop olmaktan çıkıp Osman olmadığına göre, Şentop Osman olduğunu iddia ediyorsa, bu da saçma bir iddiadır.
Mustafa Şentop “2 farklı cumhurbaşkanlığı statüsü” kapsamında anayasa hukuk tekniğini kafasına göre değiştiriyor. Hadi “2 farklı cumhurbaşkanlığı statüsü konusunda kısmen haklılık payı olduğunu varsaysak” bile, Şentop Erdoğan’ın 2014-2018 dönemindeki, cumhurbaşkanı kavramının lafzı olarak, eski statülü cumhurbaşkanlığı her ne kadar yeni dönem cumhurbaşkanlığında değiştirilmiş olsa da, kişi olarak var olan Erdoğan 2014 de Erdoğan idi, 2018’de de Erdoğan idi. 2023 döneminde de Erdoğan’dır. Sonuçta; Erdoğan kişi olarak değişmiş olmuyor.
Mustafa Şentop ve YSK; eski hükümet ve eski cumhurbaşkanı sistemini yeni sisteme dahil etmediğine göre, 2012’de eski cumhurbaşkanlığı statüsü ile imzalanmış olan İstanbul Sözleşmesi’nden 2021 yılında kabul edilen yeni sisteme göre de çıkılması (bu mantığa göre) mümkün değildir. 2021’de İstanbul Sözleşmesi’nden çıkan cumhurbaşkanı hangi yetkiye göre çıkmıştır? Recep Tayyip Erdoğan’ın eski cumhurbaşkanlığı sistemine göre imzalanmış uluslararası bir sözleşmeden yeni cumhurbaşkanlığı sistemine göre çıkma hakkı varsa; Recep Tayyip Erdoğan’ın 2014 ve 2018 cumhurbaşkanlığı dönemini yeni Cumhurbaşkanlığı yetkilerine göre yok etme yetkisi de yoktur!
SONUÇ İTİBARIYLA; “BİR KİMSE en fazla ‘iki defa’ CUMHURBAŞAKANI seçilebilir”
*Cumhurbaşkanı statüsünün görev ve yetkilerinin kapsamı değişmiştir.
**İki defa kuralı değişmemiştir.
***Kimse, kavramı değişmemiştir.
Dolayısıyla; Mustafa Şentop’un ‘’2017 referandumunda bu maddeyi tekrar oyladık, o yüzden yeni dönem için iki defa kuralı geçerlidir.” şeklindeki yorumu da gerçeği yansıtmamakta/dezenformasyondan başka da bir şey ifade etmemektedir. Tekrar vurgulamak gerekiyorsa “kimse” kavramı değişmemiştir. Recep Tayyip Erdoğan aynı Recep Tayyip Erdoğan’dır! Dolayısıyla; seçime girmesi Anayasa’ya ve seçim kanunlarına tümüyle aykırıdır.
C). Burjuva hukuku tarih sahnesinde ortaya çıktığından bu yana, yani kapitalizm kapitalizm olduğundan bu yana, parlamenter sistem seçme, seçilme, sandıkta oy verip vermeme üzerine kurulmuş bir sistemdir. İki saç ayaklı feodal yargı devletlerinin üzerine seçimlere dayanan üç saç ayaklı parlamenter sistem gelmiştir. Devlet yapısı da bu ölçekte üç saç ayaklı modern bir devlet modeline dönüşmüştür. Feodal sistemde selfin temsili teminatı aristokratlar iken ya da antik sistemde kölelerin temsili teminatı köle sahipleri iken, parlamenter sistemde ise seçmenin temsili teminatı seçilmen olarak ön görülmüştür.
Kısacası; tarihsel olarak parlamenter sistem ve cumhuriyet devleti modelleri seçmenin temsili teminatını seçilmende görmektedir. Her ne kadar böyle ön görülmüş olsa da, tüm bu toplumsal sistemler ve devlet modelleri temsiliyetizme dayanan biçimlerdir. Bilindiği gibi “halkın kendi kendini yönetmesi” diye tabir edilen yönetim modelleri “asli unsurun yönetime katılımı” değil, asli unsur adına temsili modellerin yönetimini temel alan sistemsel modellerdir. Başka bir deyişle, halkı halk adına yönettiği iddia edenler, devlet aygıtını halk yararına değil, kendi şahsi menfaatlerinin ve zümrelerinin yararına kullana gelmiştir.
Dolayısıyla; tarihsel olarak seçmenin teminatı seçilmende değildir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve evrensel seçim hukukuna göre her ne kadar seçmenin teminatı seçilen gibi gözükse de, T.C. Anayasa Mahkemesi 2019/20445 No’lu Anayasa Mahkemesi kararı ile AYM ulusal ve uluslararası hukukta seçmenin teminatının olmadığını karar altına alarak ortaya çıkartmıştır. Tarihte ilk defa seçmenle seçilmen AYM kararı ile ayrışmıştır. Seçmen ve seçilmen, seçenle seçilen ayrışmıştır. Asli unsur ile temsili unsur ayrışmıştır.
Her seçmen seçilmen olamayacağı gibi, aksine her seçilmen aynı zamanda yüzde yüz seçmendir. Bu kural asli unsur ile temsili unsur arasındaki seçim terazisinde seçilmenden yana taraflı ve seçilmene bağımlı bir seçim hukukunun da ön kabulüdür. Dolayısıyla; bu durum seçmen ile seçilmen arasında eşit bir seçim hukukunun olmadığının da kanıtıdır. Asli unsur ile temsiliyetist unsur tarihte ilk defa ayrışmıştır. Bununda gerçek nedeni ise; halkın yönetime katılımının kurumsal olmamasından kaynaklanmaktadır.
Özetle; yasama halk adına yasa çıkardığını iddia ederken, yargı bu yasaların denetimini halk adına yaptığını iddia ederken, yürütme de bu yasaları yürüttüğünü iddia etmektedir. Her ne kadar bu üç saç ayağı faaliyet ve görev alanlarına bağlı olarak çeşitli iddialarda bulunmuş olsalar da, halkın yasama, yargı ve yürütme de kendisini çıplak olarak bir kurum aracılığıyla var edemediğine tanık olmaktayız.
Örneğin, modern mahkeme kavramı savcı, hakim ve avukat üçlü saç ayağından oluşmaktadır. Savcı yasaları iddianameye geçirdiğinden dolayı “yargı içerisindeki yürütmenin kolunu” temsil etmektedir. Hakim yasaları muhakeme ettiğinden dolayı “yargının içerisinde yasamanın kolunu” temsil etmektedir. Avukat ise savcı ve hakime karşı halkı koruma/savunma görevinden kaynaklı olarak “yargı içerisinde yargı kolunu” temsil etmektedir.
Dolayısıyla; modern mahkeme kavramı bile savcı, hakim ve avukat üzerinden ve bunların faaliyetleri/görevleri üzerinden ayrıştırılmaya kalkışılmış olsa bile, yargının içindeki yasama, yargı ve yürütme kol ve türevlerini ifşa ettiğinden dolayı, modern mahkemelerin tümü üç saç ayaklı temsiliyetist devlet modelinin mini bir maketidir. Modern devlet mahkeme kavramı ve olgusu içerisinde temsiliyetist bir işleyiş sistemine sahiptir. Halde böyle olunca; temsiliyetist yasama, yargı ve yürütme klikleri kendi şahsi menfaatlerine göre yasalar çıkardıkça diğer temsiliyetist kliklere de bunları uygulattıkça, halk adına yürütülen bir devlet modelinin aksine toplum aleyhine yönetilen bir devlet modeli ortaya çıkmaktadır.
Bütün bu nedenlerden dolay seçimlerde seçmenin teminatı sanıldığının aksine seçilmen değildir!
D). Seçmenin seçimlerde teminatının seçilmende olmadığı sonucu yaklaşık 20 yıla kadar uzanan bir mücadele pratiği ile kanıtlanmıştır. Her ne kadar bu pratik bireyselmiş gibi algılansa da, bilindiği gibi her buluş, her yeni icat, şahsi pratikler içerisinde var olup zaman içinde tüm topluma yayılıyor ise, bu kanıtlanmış tarihsel olgu da tüm topluma er ya da geç yayılacaktır.
2019/20445 No’lu AYM dosyasının davasının devamında yukarda saydığımız temsiliyetist sistem nedeniyle toplumsal denetimist taleplerin karşılanmaması üzerine seçmen olarak seçimlere müdahale etmiş bir pratiğin doğal uzantısının seçilmen statüsü ile de seçilmen sandığına el koyması meşru bir haktır!
Halde böyle olunca; seçimlerde seçmenin teminatının olmadığı kararını alan denetimist devrimci pratisyenler davalarının devamında toplumsal denetim kurumunun ve haklarının meşrulaşması için, temsiliyetist siyasal baskı rejimini hukuksal olarak alaşağı etmek için, seçilmen sandığına adaylıkta koyabilirler.
Keza denetimist toplumsal taleplerin temsiliyetist siyasal aktörler tarafından karşılanamayacağı da bir başka gerçekliktir.
Nitekim de denetimist devrimci aday seçilmen sandığına bağımsız davacı cumhurbaşkanı adayı olarak adaylığını da koymuştur!
Her ne kadar denetimist devrimci aday seçilmen sandığına adaylığını koymuş olsa da, Yüksel Seçim Kurulu şu ana kadar adaylıkla ilgili hiçbir karar almadığı gibi, aksi yönde de tutum belirleyememiştir.
Referandumdan beri sistem değişikliğine ve yapılan tüm seçimlere itiraz eden denetimist devrimci aday var olan cumhurbaşkanı şahsında yürütmeyi, milletvekilleri şahsında yasama ve seçilmen adaylarını, başta AYM olmak üzere atanman olan yargı personellerini tanımadığı gibi, hiçbir kuruma da yetki vermemiştir.
Tam da bu nedenle; denetimist devrimci aday yasamanın çıkardığı kanunların iptaline müracaat etmiştir. Tam da bu nedenle; İstanbul Sözleşmesi’nde çıkma kararına karşı Danıştay’da davalar açmıştır. Tam da bu nedenle; cumhurbaşkanının aldığı seçim kararının CK’sının kanun iptaline müracaat etmiştir. Tam da bu nedenle; Yüksek Seçim Kurulu’nun “YÜKSEK SANDIK KURULU” olarak ilan etmiştir!
Tam da bu nedenle; denetimistler gayri meşru olan bu seçime ve ona iştirak eden tüm temsiliyetist partileri karşısına almaktan da çekinmemişlerdir.
Davacı denetimist aday başvurusunun uygulanabilirliğinin olup olmadığı hususunda, YSK’nın ve AYM’nin sessiz kalmasından dolayıdır ki, bugüne kadar denetimistler seçim tutumlarını kapsamlı bir şekilde açıklayamaya zaman bulamamışlardır. Her ne kadar hala da AYM ve YSK sessiz kalmaya devam etse de, seçime çok az süre kalması nedeniyle böyle bir ön tutum yazısı yazmak dosta düşmana karşı mecburi olmuştur.
E). 2018’de yapılan cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerine denetimist devrimciler itiraz ederken, itirazlarını yasama ve YSK üzerinden AYM’ye taşırken, sandıksız seçmenin (sandığa gitmeyenlerin) milli iradesinin meclise yansımamasının ve verilmemiş oyların geçersiz sayılması uygulaması nedeniyle “genel oy eşitliğinin kurumlara tecellisi” adına, oy alıp seçilen milletvekillerinin yüzdelik puantajından düşürülmesi uygulamasının getirilmesi müracaatı ve itirazları yapılmıştır.
Örneğin, bir seçim bölgesinde seçmen sayısına göre üç vekil çıktığını varsayarsak, o seçim bölgesinde sandığa gitmemiş oy oranının yüzde 20 olduğunu düşünelim, geçersiz oyların dışında sandığa bilinçli olarak gitmeyen, yani seçmemeyi seçen seçmenlerin seçmediği oyların seçilen vekillerin aldığı oy oranında taksimi yapılarak, her milletvekilinin ayrı ayrı hesaplanarak yasama ya da yürütme faaliyetinde bulunurken yetkiyi de o oranda kullanması gerektiği ön görülmüştür.
Misal; birinci adayın yüzde 92’i, ikinci adayın yüzde 88’le, üçüncü adayın yüzde 84’le “oy-puan” puantajı ile vekil olması/seçilmen olması gerekiyor ki; genel ve eşit oy dağılımı, ister seçmenin seçtiği oyların kurumlara tecellisi olursa olsun, ister seçmenin seçmediği oyların kurumlara tecellisi olursa olsun, genel ve eşit oy dağılımı bu sayede meclise ve kurumlara yansıyabilsin!
Şeçmemekte bir seçimdir. Seçim hukuku seçmemeyi de seçim hukuku olarak görür. Oy verende vermeyen de asli unsur sayıldığına göre; salt oy verenin oylarının kurumlara tecellisinin kabul edilmesi eşit ve doğru bir tutum değildir. Bu tam tersine oy vermeyen seçmenin iradesini tanımamak milletin bir kesimini yok saymaktır.
İster ulusal seçim sisteminde, isterse uluslararası seçim sisteminde, sandıksızlık tercihi yapan seçmenin, seçim yapmadığından bahseden bir kural/kaide/yasa yoktur. Tam da bu nedenle; denetimist devrimciler sandıksızların da haklarını korumakla mükelleftir.
Hukuk tekniği açısından her ne kadar karmaşık gibi gözükse de, sandıksızlık oy oranlarının milli irade açısından kurumlara tecellisinin eşit oy hakkının yansıması olarak kabulü edilmesi denetimist devrimci faaliyetin temel bir talebidir.
F).
Bu seçim seçim tarihi olarak gayri meşru ve ucube bir seçimdir.
Recep Tayyip Erdoğan’ın üçüncü dönem adaylığı hususu bu seçimi şaibeli bir seçim haline getirmektedir.
Dolayısıyla; bu seçim plebisiter bir seçimdir.
Her ne kadar YSK ve AYM şu ana kadar denetimistlere karşı tutum ve tavır belirlememiş olsa da, 14 Mayıs seçim gününde olası oy verme tutumu denetimistler açısından şöyle olabilir:
SANDIĞA GİTMEMEZLİK YAPMA!
SANDIĞA GİT!
SANDIĞINA SAHİP ÇIK!
İSTER CUMHURBAŞKANI PUSULASI, İSTER MECLİS PUSULASI OLURSA OLSUN, HER İKİ PUSULAYA DA “TEMSİLİYETİZME GEÇİT YOK!”, “OYLAR DENETİMİST ADAYA!”, “DENETLENMEYEN DEVLET MEŞRU DEĞİLDİR!” YAZILAMALARINI PUSULALARA YAZARAK, TOPLUMSAL DENETİMİST HAKLARINA SAHİP ÇIK!
SANDIĞA GİT Kİ, DENETİMİN GÜCÜNÜ GÖRELİM!
SANDIKSIZLIK TERCİHİNİ SANDIKTA YAP!
ÖNEMLİ OLAN SALT SANDIĞI BOYKOT ETMEK DEĞİL, ÖNEMLİ OLAN SANDIKTA DENETİMİST BÜROKRATİK EYLEM YAPMAK!
KEZA BU EYLEMLERİ FOTOGRAFLAYIN VE DENETİMİSTLERE ULAŞTIRIN Kİ, DENETİMİST HAKLAR İÇİN ULUSAL VE ULUSLARARASI MAHKEMELER İÇİN DELİL OLUŞTURULABİLSİN!
30.04.2023
TOPLUMSAL DENETİMİST DÜŞÜNCE HAREKETİ (TDDH)
0 notes
serhatnigiz · 1 year
Text
Bir “Sapma” Olarak Lenin Üzerine 12. Tez
Tumblr media
Tarihsel sürellilik içinde bir kopuş felsesi olarak Marksist teori 3 temel sapmanın bir araya gelmesi neticesinde oluşmuştur. Bu ölçekte Marksizm; iktisadi açıdan İngiliz Ekonomi Politiği’nden ve dolayısıyla Rikardoculuktan (İngiliz yürütme iktidarından) sapma, diğer yanıyla Klasik Alman Felsefesi ve dolayısıyla Hegelcilikten (ve onun temsil ettiği “Tarihsel Hukuk/yargı Okulu”ndan) sapma, bir diğer yanıyla da ütopik sosyalizmden ve Saint Simon’dan, Fourier’den, Owen’dan vs. (Fransız yasama iktidarından) sapma, şeklinde ki 3 radikal sapmadan meydana gelmektedir. Bu üç sapma anlaşılmaksızın Marksizm’in tarihsel dokusu da anlaşılamaz. Bu üç sapmanın kapsamlı bir analizi ise başka bir yazının konusudur.
Marksizm’den beslenen Lenin’de; Blankizm’in Jakobenizm’den saparak ortaya çıkardığı ön-proleter örgüt teorisinden sapması gibi, örgüt ve parti teorisinde Marx’dan ve Engels’den saparak, Marksizm’e katkı olan Leninizm sapmasını ve pratiği yaratmıştır. Başka bir deyişle, Lenin Blankizm ve Jakobenizm gibi eski deneylerin deney sonrası sonuçlarını masaya yatırarak eleştirmiş, bunlara şüphe ile yaklaşmış ve bunların karşılaştırmalı çözümlemelerini yapmıştır. Diğer bir deyişle, Lenin yeni deneyini pratikte yeni bir parti modeliyle inşa etmiştir. Lakin Lenin’in ömrü yarattığı temsiliyetist parti modelinin deney sonrası eleştirisini yapmaya yetmemiştir. Keza devrim öncesi parti modeli ile devrim sonrası parti modelinin farklı olması gerektiği Ekim Devrimi deneyi ile kanıtlanmıştır. Fakat Lenin’in de altını çizdiği şekliyle “doğruların değişkenliği yasası” gereğince bu hesaplamayı yapmaya sağlığı yetmemiştir. Dolayısıyla Lenin; kendisinden önceki deneylerin eleştirisini yaparken, kendi deneyinin eleştirisini yapamamıştır. Bu durumu Felsefi açıdan yorumlamak gerekir ise; Lenin kendi deneyini “Kantçı anlamda” aşkın deney sonrasına taşırken, “Hegelci anlamda” mutlak deney sonrasına götürememiştir. Lenin’in ömrü bunu yapmaya yetmemiştir.
Tarihteki her sapma yanlıştır demek, hatalıdır. Asıl sorun; hangi tarihsel koşullar altında hangi sınıfların çıkarlarını hangi sınıflara karşı savunularak sapılabildiği ya da sapılamadığı sorunsalıdır. Dahası; bu sorunsal herşeyden önce insanların belirlediği şartlar altında değil, var olan şartlar altında belirlenmektedir. Dolayısıyla; Lenin’in kendi deneyini belirleyen de yine bu şartlar ve şartların dayattığı zorunluluklar olmuştur. Haliyle; geçmişe dönük bir yargılama Lenin’den çok Lenin’i Lenin yapan bu şartların ve bu şartların dayattığı zorunlulukların eleştirisine odaklanmalıdır. Örneğin, Lenin’in eleştirisi salt Lenin’den ibaret olamaz. Lenin’in teorisinin ve pratiğin eleştirisi Lenin’in Leninizm’ini şekillendiren tarihsel temsiliyetizmin ve kurumlarının eleştirisi olarak gelişmelidir. Keza temsiliyetist devlet modelinde yetki çoktan aza doğru bir avuç bürokratik zümrenin elinde toparlanırken, bu da o kişiden de bağımsız olarak yetkinin tek bir kişinin elinde kristalize olması doğal sonucunu doğurmaktadır. Kaldı ki temsiliyetizm üzerinden devleti de hükümeti de kuran tek kişinin şahsında ortaya bürokratik bir memur (parti) kastının çıkması da kişilerden bağımsız tarihsel ve nesnel bir gerçekliktir. Bu güç ancak yasama, yargı ve yürütme erklerine dayanan temsiliyetist devlet modelinden ayrı ve bağımsız olarak kurulanacak olan yeni bir denetim kurumu aracılığıyla sınırlandırılabilir. Lenin siyasi yaşamının son dönemlerinde bürokratik kastlaşma ve katılaşma sorununa değinmiş olsa da, hatta bu sorunu dair mekanik ele alış biçimlerini eleştirmiş olsa da, kendi deneyinin bütünsel bir eleştirisini yapma fırsatı olmadığı için (kısmi “işçi denetimi” önerisinden başka) meseleye ilişkin somut bir çözüm önerisi de ortaya koyamamıştır. Kaldı ki; bu sorun salt teorik düzlemde çözülebilecek bir problem olmayıp, yine aynı şekilde salt Lenin’in Leninizm’inin eleştirisi ile de geçiştirilebilecek bir sorun değildir. Bu sorun pratik alanda denetimist bürokratik devrimci faaliyet temelinde çözülebilecek bir meseledir ve bu noktada asıl belirleyici olan denetimist faaliyetin kendi praksisine dönük deney ve tecrübe birikimidir. Bu birikim olmadan sosyalizmin inşasından da söz edilemez.
Burada önemli olan nokta tarihsel emeğin ve emek türlerinin geldiği sınırlar ile birlikte tarihsel kesitlere ve bu kesitlere karşı (doğaya ve topluma karşı) nasıl bir varoluş sergilenip sergilenemeyeceğidir. Dolayısıyla; Marx’ın içinde yaşadığı çağda global feodalizme karşı sergilediği tutumla, Lenin’in içinde yaşadığı global-feodalizme ve minoktokratik sanayi kapitalizmine karşı sergiledi tutumda bir ve aynı şey değildir. Farklı dönemler emeğin doğa ve toplum karşısında farklı duruşlarını da yansıtmaktadır. Kaldı ki; devrimcilik ve devrimci eylem şekilleri de bu duruşlar yoluyla insanın doğa ve toplum karşısındaki pratik duruşuyla belirlenmektedir. Lenin’in kendi dönemi için sergilediği duruş bugün için kısmen geçerli ve öğretici olsa da, çağımıza damgasını vuran glokal kapitalizm gerçeği karşısında bu duruş tek başına yeterli bir duruş olma özelliğine sahip değildir. Dolayısıyla; Lenin’in şahsında Leninizm’in emekolojik açından restorasyonu ve çağın ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırılması da emekolojist komünistlerin öncelikli teorik ve pratik görevlerinden biridir.
Karşılaşılan bütün sorunları nasıl koşulları ile birlikte değerlendiriyorsak, Marksizm ve Leninizm konusunda da sapmaları koşullarıyla birlikte değerlendirmek zorunlu bir durumdur. Kaldı ki sapmaların doğasını belirleyen de koşulların nasıl oluştuğu ile ilgilidir. Dahası; her sapma koşulların öznel olarak zorlamasının da bir ürünüdür. Şayet bu sapmalar olmasaydı Marksizm ve Leninizm biçimindeki sapmalar ortaya çıkamaz; emek/sınıf mücadelesinin bilimsel bir rotaya girmesi için yürütülen eski ve yeni deneylerde var olamazdı. Sonuç olarak; toplumsal denetim fikri temelinde gelişen yeni fikirlerde yeni şartların ve zorunlulukların ortaya çıkardığı bir sapma olarak gelişemez ve ete kemiğe bürünemezdi.
Marksizm hem doğuşu hem de gelişimi açısından bir sapma hareketidir. Dolayısıyla; var olandan sapılamadığı sürece başka bir dünyanın yol ve yöntemini gösteren emekolojik bir Marksizm de mümkün değildir. Eski sapmanın içinden çıkan yeni sapma olmaksızın yeni bir dünya tahayyülü de mümkün değildir. Marx’ta bilinçli olarak kendi dünya tahayyülünü eski dünyanın eşitsizliğe, sömürüye ve baskıya dayalı ilişkilerinin eleştirisi üzerine kurmuştu. Hatta Marx eleştirisini daha da ileri götürerek ve kendi düşüncelerinin eleştirisi yaparak “ben Marksist” değilim demiştir. Marx’ın bu sözünün ne anlama geldiği üzerine derinlemesine düşünmek ve çalışmak gerekir. Tıpkı Marx gibi Lenin’in üzerine de derinlemesine düşünmek ve çalışmak gerekir. Özellikle de Lenin’in kendi pratiğini ve deneyini kurarken kullandığı diyalektik yöntem üzerinde derinlemesine düşünmek ve çalışmak gerekir. Keza gerçekte Lenin’de aslında bir “Leninist” değildir. O da tıpkı Marx gibi kendisini ve kendi pratik edimlerini teorik bir tutarlılık ve bütünlük için sürekli geliştirmeye çalışan bir öğrencidir. Bu “öğrenci” bilgiye ve yeniye her koşulda aç olan ve devamlı olarak kendisini ilerletmeye çalışan bir devrimci prototipidir.
Sapma olmayan bir Marksizm ancak teomarksizmdir ki, bu teomarksizme “Bunlar Marksist ise, ben Marksist değilim” diyerek Marx’ın kendisi bizatihi karşı çıkmıştır. Marx’ın tarihe düştüğü bu not en çokta sözde Marksistler tarafından göz ardı edilmiştir. Başka bir deyişle, her türden sapmayı doğmatik bir biçimde reddeden teomarksizm özü itibariyle Marksizm’in sadece belirli bir tarihsel kesitteki dönemsel, konjektürel ve geçici ilkeleri ile kendisini sınırlandıran doğmatik bir Marksizmdir. Bugün için bunun en tipik örneklerinden biri proletaryanizmin proletaryadan da bağımsız olarak oluşturmuş olduğu “proletaryaya rağmen proletarya için Marksizm” dir. Dolayısıyla; proletaryadan bile kopuk bu proletaryan Marksizm proletarya içinde bile artık eskisi kadar inandırıcı bulunmamaktadır. Kaldı ki sanayi emeğinin tüketim sürecine, teknik emeğin ise üretim sürecine girdiği yeni glokal kapitalist evrede eski tip proletaryanizmin zayıflaması da tek tek proletaryalistlerin hatalarından daha çok nesnel iktisadi ilişkilerin kaçınılmaz bir sonucudur. Zira değişen sınıf ve toplum ilişkileri karşısında proletaryanizm hızla kan ve taraftar kaybetmeye devam etmektedir. Kaldı ki; teknik emeğin yayılım hızına bağlı olarak protekya geliştikçe proletaryanın protekyaya eklemlenme süreci tamamlanmakta bu da proletaryanizmin proletarya üzerindeki ideolojik etkisini daha da kırılgan bir hale getirmektedir. Nesnel gerçeklik ve somut olgular bu yönde iken proletaryanizmin eski günlerine döneceğini sanmak saf bir ütopizmden başka da bir şey değildir. Dahası; bu geri bakış açısının emekçi sınıflara kazandırabileceği hiçbir şey yoktur.
Marx gibi Lenin’de bir sapmadır. Dolayısıyla; Marx’tan bir sapma olarak Lenin bir “post-marksist”tir. Bu açıdan Merkez konumlanış içinde olan Marx’tan ve hatta merke-çevre konumlanış içinde olan Lenin’den bir sapma olarak Mao ve Maoculuk bile merkez karşıtı konumlanış içinde olan Marksizm içi bir sapmadır. Ve bu sapma herşeyden önce Çin’in kendi özgün tarihinin ve gelişim dinamiklerin koşulları tarafından belirlenmiş olan bir sapmadır. Şayet Mao tıpkı Lenin gibi bir sapma olmasaydı; milyonlarca köylünün ve hatta Çin burjuvazisinin önüne geçerek Çin Devrimi’ni de gerçekleştiremezdi. Dahası; tıpkı Mao gibi Çin Devrimi’de bir sapmadır. Zira devrimin Batı’da gerçekleşmesinin beklendiği bir dönemde Feodal ilişkilerin ve köylülüğün yaygın olduğu bir toplumda hem zayıf Çin burjuvazisinin hem de saldırgan Çin milliyetçiliğinin önüne geçerek Japon işgaline karşı gelişen ulusal direnişe liderlik etmeyi başaran Mao’nun ÇKP’si merkez ve merkez çevresi Marksizm’den de bir sapmadır. Dolayısıyla Mao’nun “Çin tipi Marksizmi” tüm eksiklerine ve yanlışlarına rağmen Çin’in kendi özgün koşulları ve şartları içinde ortaya çıkmış olan bir sapma hareketidir. Bu sapma hareketinin emekolojik açıdan kapsamlı bir eleştirisi ise bu yazının konusu değildir.
Şayet Lenin Marx’tan bir sapma olmasaydı; Ekim Devrimi özelinde devrimci sınıf mücadelesine politik ve örgütsel bir katkı da yapamazdı. Bu durumda Lenin ile Kautsky, Phelanov, Martov vs. arasında da her hangi bir fark kalmazdı. Bu fark olmasaydı Ekim Devrimi öncesindeki ve sonrasındaki süreçte Bolşeviklerle diğer sol akımlar (Menşevikler, sağ ve sol sosyalist devrimciler, anarşistler vs.) arasındaki farklarda olmazdı. Başka bir deyişle, Bolşevizm diğer sollardan da bir sapma ve onların nezlinde oportünizmden, sınıf işbirlikçiliğinden ve tasfiyecilikten kopma hareketiydi. Keza bütün bu hareketler devrim yoluyla iktidarın ele geçirilmesine karşı çıkmanın ötesinde, Çarlık rejiminden dahi tam manasıyla sapamamış olan hareketler idi. Keza başta Menşevikler olmak üzere sosyalist devrimcilerin geçici hükümetten bir türlü kopamayarak Çarlığın yıkılışı sonrasında güçlenmeye çalışan Rus burjuvazisine dolaylı yoldan iktidarı teslim etmek istemesi ve bu noktada Bolşevizm ile yaşadıkları çatışma onların sapma karşıtı tutumunun da en açık kanıtıydı.
Lenin’in bir sapma olarak; “Materyalizm ve Ampirokritisizm” de nihilizme karşı verdiği savaşım ve “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm” de minoktokratik sanayi emperyalizmi ile ilgili mevcut teorileri (Hilferding’in, Luxemburg’un Buharin’in vs. teorilerini) siyasi olarak formüle edebilmesi gibi katkıları dışında, onun asıl katkısı daha çok örgütsel-politik taktikler, stratejiler ve özellikle de idareci ve yönetici olarak sahip olduğu üstün yeteneklerinden, yani “örgütçülüğünden” ve “her zaman hazır olan pratik bir eylemci” olmasından kaynaklanıyordu. Dahası; Marx’tan da bir sapma olarak Lenin örgüt ve parti sorununa yaklaşım konusunda Blankistlerden, Jakobenlerden, Komünist Birlik’ten ve I. ve II. Enternasyonal deneyimlerinden de bir sapma ve süreklilik içinde kopuş olma özelliğine de sahipti.
Eğer Lenin bir sapma olmasaydı; yaptıklarının hiçbirini yapamazdı. Yalnızca proletaryayı ve köylülüğü değil, burjuva liberal muhalefeti de peşine takarak ve (nicel sanayi emeğinin dönüşüm biçimini yansıtan) D-3 burjuvazisindeki zayıflığı da doğru analiz ederek, iktidar sorununun çözümü noktasında araya girmeyi/burjuvazinin önüne geçmeyi başarabilmesi ve büyük oranda feodal olan bir ülkede devrimci bir iktidar seçeneğinin yaratılabilmesi için gerekli olan şartların olgunlaştırılmasını sağlayabilmesi, Lenin’in sapma olarak görülmesi gereken asıl başarısıdır. Bu açıdan Bolşevik Partisi içinde “tek ve gerçek bolşeviğin” Lenin olduğunu söylersek pekte abartmış olmayız. Kuşkusuz Lenin olmasaydı; Ekim Devrimi diye bir şeyin olamayacağını söylemek hiçte yanlış olmayacaktır.
Lenin bütün bunları geçmişin deneylerini inkar etmeden ama o deneylerle de sınırlı kalmadan, yaşama ve sınıf mücadelesine an ve an, gün ve gün müdahale ederek, bugüne ve şimdiye dönük, canlı ve işlevsel bir politik duruşla, praksisle gerçekleştirmiştir. Başka bir deyişle, Lenin “Şu Marx’ta varmış, şu Marx’ta yokmuş” şeklindeki teomarksist yanılsamaların aksine, hem kendisini hem de parçası olduğu Bolşevik hareketi praksis içinde örgütlemekle kalmadı, onun teorik, politik, taktik, stratejik çerçevesini de tarihin kendisine sunduğu koşullar ve olanaklar dahilinde yenilemekten de, yeni bir deneyin temellerini atmaktan da geri durmadı. Bugün için ise önemli olan asıl şey bu deneyin üzerine yeni deneyler koyabilme başarısı ve cesareti gösterebilmektir. Bu da ancak bugün “gerçek bir sapma” olmakla mümkündür.
3.01.2023
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 1 year
Text
“Sönen Devlet Mekanizmaları” Teorisine Dair Proletaryalistlere Okkalı Bir Cevap
Tumblr media
Marx, Engels, Lenin gibi önde gelen proletaryalist komünist teorisyenlerin ve politik-pratikçilerin (bu listeye Stalin, Mao ve Troçki vs. gibi liderlerde eklenebilir) devlet üzerine yaptıkları tespitlerde hepsinin “burjuva devlete” karşı “proleter devleti” savundukları bilinmeyen bir sır değildir. Dahası; Marx’ın “Fransa’da İç Savaş”tan Lenin’in “Devlet ve Devrim”ine kadar bütün bu eserlerde proleter devlet biçimi “adım adım sönümlenmesi gereken bir makina” olarak tarif edilir. Bu durum Marksist-Leninist literatürde burjuva demokrasisine (temsili demokrasiye) karşı proletarya demokrasisi (doğrudan demokrasi) olarak ortaya konur. Dolayısıyla; ML teoriye göre temsili demokrasiye (burjuva demokrasisine) karşı proletarya demokrasisi (proletarya diktatörlüğü) sönen devlet makinasının aldığı siyasi ve toplumsal biçimdir. Bu sebepden dolayı; ML teoriyi sulandıran “oportünistleri”, “revizyonistleri”, “reformistleri” bir kenara koyarsak, tamı tamına bu düşünceleri benimsemiş olan bir ML’nin yapması gereken şey burjuva demokrasisini (temsili demokrasiyi) meşru gören her türden siyasi ve toplumsal hareketin karşısında yer almaktır.
Başka bir deyişle, bir ML’nin (proletaryalist devrimcinin) görevi; tüm burjuva devletlerini, burjuva parlamentolarını, bunların “en demokratik ve en devrimci” görünümlü olanlarını bile (tüm temsili demokrasileri!) sınıf mücadelesi ve devrimle parçalayıp yerle bir etmektir. ML teoriye göre proletaryanın adım adım sönümlenen devlet makinası ve dolayısıyla sınıfsız komünist toplumun yaratılması hikayesi de kısacası bundan ibarettir. Geri kalan ayrıntılar “Marksist-Leninist profesörlerin” yazdığı kitaplarda bol miktarda bulunmaktadır. İncelemek isteyenler elbette ki daha da detaylı okumalar yapabilirler. Hali hazırda emekolojistler ise bütün bu literatürü yıllarca inceleyerek ve onun karşılaştırmalı bir analizini ve eleştirisini yaparak bugün ki görüşlerine ulaşmışlardır. Tabii ki emekoloji’nin ML teori ile sınırlı olmayan çok sayıda kaynağı da olup, bu da başka bir yazının konusudur.
Şimdi asıl konumuza dönersek; öncelikli olarak proletaryalistler temsili demokrasiyi (burjuva demokrasisini) meşru kılan her türden siyasal ve toplumsal talebin karşısında durmak gerektiğini söylerler. Ama yalnızca söylerler! Fakat bunun nasıl yapılacağına dair hiçbir somut çözüm önerisi getirmezler. Proletaryalistler temsili demokrasiye karşı hiçbir somut öneri getirmedikleri gibi, temsiliyetizmin bir kolu olan proletaryan temsili demokrasiden de vazgeçemezler. Dolayısıyla; bu sosyalizm ya da komünizm adına yapılıyor olsa da, seçilmen despotizminden medet ummaya devam ederler. Bu da kaçınılmaz bir biçimde; tek tek proletaryalistlerin ya da proletarya adına mücadele ettiğini söyleyen örgütler ve partilerden de bağımsız olarak, onların, seçim, sandık, şura, sovyet, parlamento vs. gibi yapılardan da medet umması sonucunu doğurur. Halbuki adına işçi sovyeti de dense, işçi konseyi de dense, parlamenter bürokratik işlere doğrudan demokrasi de dense, temsili demokrasi de dense, gerçekte hepsi aynı şeydir. Ha kel hasan! Ha hasan kel!
Biz emekolojistler olarak demokrasiyi falan tanımayız! Emekolojistler için gerçekte demokrasi kavramı bağnaz ve gerici bir kavramdır. Eski Yunan’dan bu yana pek çok farklı anlam yüklenmiş olsa da, özü itibariyle demokrasi kavramı çokta değişikliğe uğramamış olan türdeş bir kavramdır. Gerçekte demokrasinin doğrudanı, temsilisi vs. yoktur. Bunların hepsi, şeçme ve seçilme işleridir. Doğrudan ve temsili seçilme işleri de, seçim ve sandık işlerine, kurullara ve kurumlara dayanan işlerdir. Başka bir deyişle; kendine ne ad verirse versin, kurul ve kurum oluşturmayan bir demokrasi yoktur. Dolayısıyla; proletaryan temsiliyetizm de ister doğrudan olsun ister temsilen olsun, kurul ve kurum yaratan, seçim ve sandık bürokrasisi yaratan işlerdir. Bunun aksi düşünülemez. Bu yüzden proletaryalist temsiliyetizm; sandık ve seçim bürokratizmi ile toplumsal denetimist bürokratizmi daima birbirine karıştırır. İşte bu sebepledir ki; proletaryalistler “sönen devlet mekanizmaları” sorununu hiç anlamadıkları gibi, devletin nasıl sönümleneceği noktasında da Marx, Engels, Lenin’den yapılan kuru alıntıların ve söylevlerin de ötesine geçemezler.
“Sönen devlet olgusu” neye göre sönecektir? Asıl can alıcı soru budur. ML teoriye göre; devlet proletaryan temsiliyetizm ile sönecektir. Kısacası, proletarya devrimle ilktidara gelip kendisini egemen sınıf biçiminde örgütleyecek ve “sınıf intiharı” (harakiri!) yaparak kendisi ile birlikte tüm sınıfları ortadan kaldırarak devletin sönümlenmesini sağlayacaktır. Devletin sönümlenmesi dair en temel ML kurgu budur. ML teoriyi savunanlar böyle diyor da; seçilmen memuriyetizmine dayalı bir avuç parlamenter bürokratizmin memur kastlarının sönümlendirebileceği bir devlet (sönen devlet!) olgusu tarihin hiçbir döneminde görülmemiştir. Sovyetler Birliği’de dahil olmak üzere onca sovyetik, yarı-sovyetik, ucundan-kıyısından sovyetik deneyimlere rağmen böyle bir örnek hiç görülmedi maalesef!
Proletaryan temsiliyetizmin içine düşmüş olduğu paradoks Nasrettin Hoca’nın “bindiği dalı kesme” hikayesine benzetilebilir. Memuriyetizm memuriyetizm olalı, temsilyetizm temsiliyetizm olalı, hiçbir memurun bindiği dalı kestiğine tarih tanık olmamıştır. Bu yüzden temsiliyetizm ve memuriyetizm üzerinden “sönen devlet mekanizması” inşa etmekte mümkün değildir. Bu nedenledir ki; proletarya adına yapılıyor olsa da, proleteryan temsilmenlerin ve proletaryan atanmanların proletaryan efendiler kliğine dönüşmesi de kaçınılmazdır. Nitekim tüm Sovyet deneyimleri de aynı şekilde sonuçlanmış olup, devrimin kurumları karşı-devrimin kurumlarına dönüşmekten de kurtulamamıştır. Yok Lenin şöyle yaptı, yok Stalin böyle yaptı, yok Troçki söyle değil de böyle yapsaydı diye suçlu aramak beyhude bir çabadır. Zira “suçun kendisi” temsiliyetizm ve memuriyetizm örtüsünün altında gizlidir. Asıl suçlu temsiliyetizmin ve memuriyetizmin neden olduğu yapısal bozukluktur. Bu yüzden de sorunun kaynağı kişisel değil, yapısaldır. Dolayısıyla, temsiliyetizmin ve memuriyetizmin eleştirisi onu var eden yapıların, kurulların, kurumların vs. bütünsel bir eleştirisi olarak ortaya konulmak zorundadır. Emekoloji’nin asıl yapmaya çalıştığı şeyde budur!
Peki ne oldu da pratikte sönümlenmesi gereken devlet mekanizmaları sönümlenmeyi bırak devletin daha da güçlenmesi ve hatta proletarya üzerinde bile baskı kuran bir güce dönüştü? ML teoriye inanmış ve bu uğurda ağır bedeller ödemiş kuşakların evlatları ortaya çıkan bu sonucu bilerek istemiş olamayacaklarına göre, zaten temsiliyetizm mantığıyla da sönen bir devlet mekanizması ne teoride ne de pratikte gerçekleştirilemezdi.
Şayet proletaryalistler sönen bir devlet mekanizması mücadelesi görmek istiyorlarsa zahmet edip denetimistlerin ufak tefek kazanımlarına bakabilirler! Zira yıllarca seçimler/burjuva demokrasisi/temsili demokrasi için “bu bir oyundur!” diyen proletaryalistler buyursunlar “faşist bir kurum” dedikleri Anayasa Mahkemesi’nin 2019/20445 sayılı kararına baksınlar. Bu kararla “seçimlerde seçmenin teminatı yok” diyen AYM’nin ta kendisi. Seçimlerin bir oyun olduğunu bir avuç insanın bilmesi kitlelere hiçbir şey kazandırmaz. Bir avuç insan seçimler bir oyundur diye kendisini parçalasa da, proletarya da dahil olmak üzere tüm emekçi sınıflar tarihsel olarak seçim-sandık/aldatma işlerine/bile istiye aldanma/oy verme işlerine dahil olmaya eğilimlidirler. Dolayısıyla; denetimistlerin AYM’den almış olduğu bu karar, seçimlerin bir oyun olduğunu bir avuç insanın bilmesinin dışında, yargı kurumundan alınmış bir karar olması nedeniyle, bu oyunun kitlelere anlatılabilmesini de olanaklı kılmaktadır. Kaldı ki; denetimistlerin yürütmüş olduğu bu bürokratik mücadele var olmasaydı, AYM kararıyla seçimlerin bir oyun olduğunu kitlelere anlatabilmekte mümkün olmazdı.
Proletaryalist çok bilmişler emekolojistleri Marksizm’i ve Leninizm’i bilmeyen dün ki çocuk sanmaya devam edebilirler. Varsayalım ki biz dün ki çoçuğuz! Lakin denetimistler proletaryalistlerin bugüne kadar cüret dahi edemediği bir mücadele hattını inşa etmektedir. Denetimistler; temsiliyetist-bürokratizmin başına denetimist-bürokratizm ile kabus gibi çöreklenmektedirler. Dün ki çocuk olan denetimistler bunu yaparken, “büyük abi” pozlarında gezinen proletaryalistler ise kuru kuru ajitasyon ve propaganda yapmayı maharet sanmaya devam edebilirler.
Denetimistler, hem proletarya için, hem de tüm emekçi sınıflar için yasamaya, yargıya, yürütmeye karşı bürokratik denetimist mücadele verirken ve bir bir bu kurumları mahkemelere çekip tarih karşısında yargılarken ve bunu da ulu orta meşru zeminlerde yaparken, proletaryalist dostlarımız neredeydi?
Proletaryalistler bugüne kadar kuru kuruya “sönen devlet mekanizmalarının” teorik propagandasını ve ajitasyonunu Marx, Engels ve Lenin’den devşirdikleri üç beş alıntı ile gucuk kuşu gibi tekrarlamaktan başka ne yapmışlardır? Yarın ya da devrimden sonra kurulacağı söylenen “sönen devlet mekanizmaları” söylemi bugün ezilenlerin karnını doyurmamakta, güne çare olmamaktadır. Proletaryalistler öncelikli olarak bugün devleti sönümlendirmek için hangi çalışmaları yürüttüklerini açıklasınlar. Dahası; proletaryalistler bugünden yarına “sönen devlet mekanizmalarını” inşa etmek için yaptıkları pratik-bürokratik çalışmaları da ortaya koysunlar. Proletaryan temsiliyetistler hayatlarında bir kez olsun proletaryaya toplumsal denetimizmi; devleti, kurumları, memurları denetlemesini öğretsinler de görelim! Ezilen ve sömürülen kitlelere temel haklarını denetimizm ile nasıl savunacaklarını öğretsinler de görelim! Yoksa kuru ajitasyon ve propaganda ile peynir ekmek gemisi yürümüyor.
Zamlara karşı, düşük ücretlere karşı, açlığa, sefalete karşı emekçi kitleler nasıl bir toplumsal denetim ağı kurmalı ve bugünden bu temel sorunların denetimini yaparak çözüm yollarını nasıl üretmeli, asıl üzerinde odaklanılması gereken konu budur. Zira herşeyi devrime (belirsiz bir geleceğe) havale ederek, bugünden yarına vaad ve umut ederek kitlelerin bürokratik denetimist mücadelesinden kaçamazsınız! Kitleler gelecekte yaşamıyor; bugünde yaşıyor ve onların temel sorunlarının çözümü ancak toplumsal denetimizm mücadelesinin büyütülmesi ile mümkün olabilir. Bu gerçekleştirilmediği sürece devrimin güncelliği sorunu da ayakları üzerine oturtulamaz. Lenin bu duruma “Sol Komünizmin Çocukluk Hastalığı” adını veriyordu. Bugünde sol sekter proletaryanizmin durumu harfi harfine buna benzemektedir.
Bugün devleti, kurumları, memurları denetlemeyi göze alamayanların yarın kurabileceği “sönen bir devlette” olmayacaktır. Bu yüzden; “proletarya demokrasisi”, “doğrudan demokrasi” vs. gibi kavramlar yerine denetimist mücadelenin pratik deneyimlerinden çıkan kavramlara alışsanız iyi edersiniz! Bunun dışında hala denetimistleri dün ki çocuklar olarak görmeye devam edip “ben bilirim”cilikte ısrar ediyorsanız; o da zaten denetimistlerin sorunu değildir. Bu durumda sadece temsiliyetist ve memuriyetist yolunuz açık olsun diyebiliriz. Ancak o yoldan da bir hayır çıkmadığı sayısız defa kanıtlanmış olup, bu yoldan gidenlerin emekçi sınıflara ve ezilenlere zerre kadar faydası olmadığı da tecrübe ile sabittir. Keza geçmişte denenmiş ve her defasında yenilgiyle sonuçlanmış olan temsiliyetist ve memuriyetist yol “sönen devletin” denetimist yoluda olamaz!
20.12.2022
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 3 years
Text
Hak’ın ve Hukukun Tarihçesine Denetimist Bir Kısa Bakış
Tumblr media
Tarih boyunca hukuk kavramı daima tartışıla gelmiştir. Hukukun öncüllerini Eski Yunan felsefesinin köklerine kadar götürebiliriz. Thales’den Aristoteles’e kadar; nerden başlatılırsa başlatılsın, tüm bu tartışmaların içerisinde hukuk kavramı da kendi şeklini alarak, yer yer tartışmalara taraf olarak, yer yer karşı durarak, kendisini biçimlendirmeye devam etmiştir.
Eski Yunan felsefesinde maddenin özü (arkhe) tartışması; aslında o özü bulmak ve o öze hak ettiği hukuksal statüyü vermek tartışması ile birlikte ortaya çıktı. Demek ki Eski Yunan’da bile hukuk hak eden şeye hakkını vermek çabası idi. Dolayısıyla; Eski Yunan’dan çıkardığımız sonuç hak’ın hakkını verme çabasıdır. Haliyle; hukukun hak verme çabası etik bir faaliyettir de. Kaldı ki; hukuk kavramından bahsettiğimiz her yerde üstü örtük bir şekilde hak kavramından da bahsetmiş oluruz. Keza hukuk kavramı hak kavramı ile birlikte ele alınabilen eş deş bir kavram olup; çoğu zaman da hak kavramı hukuku kristalize eden bir kavramdır da. Buna bir nevi “rol model kavram” da diyebiliriz. Bu nedenden dolayı Eski Yunan felsefesi doğa araştırmasını “doğa hakkı” üzerinden yaptığı için bir “yaratıcı” fikrine ulaşmıştır. Kimine göre bu “yaratıcı” su, kimine göre ateş, kimine göre hava vs. şekilde adlandırılırken, ulaşılan sonuç beraberinde “tanrı fikriyatını” doğurmuştur. Bundan dolayı hak kavramı “doğanın hakkı” anlamında insan tarafından bilinmeyen mistik ve gizemli bir güce bağlanarak açıklanmaya çalışılmıştır. [1].
Eski Yunan felsefesinden skolastik Ortaçağ felsefesine geçişle birlikte bu mistik ve gizemli güç olarak yorumlanan tanrı fikriyatı (doğanın hakkı anlamında) toplumsal hayatta yapısal bir biçime bürünmeye başlamıştır. Daha doğrusu; tek bacaklı Eski Yunan kent devletlerinden iki bacaklı yargı (din) devletlerine geçiş sürecinde insanlar arasındaki hak kavramının, yani hukukun tesis edilmesi için gerekli olan hak kavramının, var olan devlet içinde teşekkül edilmiş din kurumları (kilise vs.) tarafından belirlendiğinin iddia edildiği sonucuna varılmıştır. Aslında bu biçime bürünme hikayesi; eski köleci devletlerde (Sümerler, Akalar, Etiler vs.) yürütme memuriyeti tarafından şekillenen bir tanrısal faaliyet olarak adlandırılan hak kavramının, dolayısıyla hukukunda bu çerçevede icra edildiği düşünülen kast aygıtına bağlanması sonucunu doğuruyordu. Lakin Skolastik çağa gelindiğinde; yürütme artık hukuk kısmını dağıtamaz hale geldiği için, hukuk ve hak kısmının icra edilmesi için yeni bir yargı kurumuna ihtiyaç doğmuştur. Av emeğinin rahminden tarım emeğinin doğumu gibi, yürütme şeklindeki köleci devletten de yargı şeklindeki iki bacaklı feodal devlet doğmuştur. Haliyle bu feodal devlet yapılanması da din ve teoloji temelli bir yargı devleti biçiminde gelişmiştir.
Hukuk kavramı Eski Yunan’da köle sahiplerinin pazarlardan aslan payını almasına dayanan bir ahlak öğretisini zorunlu kılıyorken, haliyle hakkı da köle sahiplerinin ukdesinde bir işlemmiş gibi gördükleri için, hukuku da bu minvalde köle sahiplerinin çıkarlarına göre yorumluyorlardı. Dolayısıyla; tek bacaklı yürütme devleti de (Örneğin, Atina, Sparta vs.) köle sahiplerinin hukukunu icra etmeye yönelik politikalar üretiyordu. Lakin feodal devletlerde ise; yargı ve din kurumunun hakkı dağıtımının Eski Yunan’dan farklı olarak yürütmeden alınıp yargıya verilmesinden dolayı, hakkın köle sahiplerinde değil, aristokratlarda (derebeylerinde) olduğu iddiasını ve pratiğini içeriyordu. Bu açıdan din adamları, toprak sahipleri, silahlı bürokrasi vs. kısacası tüm feodal üst sınıf yapılanması yargı kurumu sayesinde varlığını daimi kılabiliyordu. [2].
Modern kapitalist döneme geldiğimizde ise, iki bacaklı feodal yargı devletleri içerisinden yasama kurumunun ayrılıp hukukun ve hakkın yasama kurumu üzerinden dağıtılabileceği fikri öne çıkmaya başlamıştır. Başka bir deyişle, hak’ın ve hukukun eski sahibi olan eski hakim sınıflar yerine hak’ın ve hukukun sahibi olan yeni hakim sınıfların tarih sahnesine çıkması ile birlikte hak ve hukuk dağıtımının ve icrasının (misal, seçme ve seçilme hak’ı ve kanunları vasıtasıyla) kapitalistlere münhasır bir şey olduğu iddia edilmeye başlanmıştır. Öyle ki; yukarıda da vurguladığımız gibi, hukuk kavramı hak kavramı ile birlikte ele alınmış, hak’ın da egemen sınıflar üzerinden, diğer bir deyişle icatçı-emek-güçleri üzerinden dağıtılan bir şey olarak algılanması, bu çerçevede yürütme şeklinde örgütlenmiş devlet biçimlerini ve köle sahiplerini, yargı şeklinde örgütlenmiş devlet biçimlerini ve toprak derebeylerini, yasama şeklinde (modern devletler biçiminde) örgütlenmiş kapitalistleri (sanayiburgları) meydana çıkartmıştır. Kısacası; icatçı-emek-güçleri üzerinden tarih boyunca hukukun ve hak’ın tesis edildiği iddia edilmiştir ki, bu ölçüde hukuk kavramı da tarihsel serüvenini icatçı-emek-güçleri üzerinden ve temsiliyetçi yönetsel bir içerik üzerinden şekillendirmiştir.
Kendisini şimdiye kadar köleci-temsiliyetizm, feodal-temsiliyetizm ve kapitalist-temsiliyetizm biçiminde ortaya koymuş olan icatçı-emek-güçleri, birbirinden içerik ve biçim açısından farklı yönetsel şekillere sahip olmakla birlikte, tarihsel açıdan ele alındıklarında süreklilik içinde kopuş yoluyla var olabilmişler, bu sayede temsiliyetçi sınıflar kabuk değiştirerek hakimiyetlerini sürdürebilecek bir hak ve hukuk sistemini de var edebilmişlerdir.
Eski Yunan’da icatçı-emek-tanrılarının (Zeus, Apollon vs.), daha doğrusu varlığı bilinmeyen mistik ve gizemli bir gücün yeryüzündeki “temsili gücünün” insan formunda nüfus etmiş olan memur-tanrılarına dönüştüğünün hikayesi; hak ve hukuk kavramlarının da bu minvalde soyut bir biçimde gelişmesine neden olmuştur. Dahası; paganist köleci dönem insan ve doğa tanrıları üzerinden hukukun icra edildiği bir dönem olarak algılanırken, fetişist feodal dönem ise temsiliyetçi din ve yargı kurumları üzerinden hukukun icra edildiği bir alan olarak şekillenmiştir. Paganist temsiliyetizm fetişist temsiliyetizme neden olmuş; bu da köleci devletin feodal devleti doğurmasına neden olmuş, semavi temsiliyetizm ise yasamacı kapitalist devletin doğumuna neden olmuştur. Dolayısıyla; günümüzde de memurların ilahlaşmış olmasına, devletlerin ise dinleşmiş olmasına da şaşırmamak gerekir. Başka bir deyişle, tanrının dokunulmazlığının memura giydirilmesi; memuru ilah haline getirirken, memurun hizmetinde olduğu varsayılan devletin de bir din haline gelmesi, yine aynı minvalde oluşan hak ve hukuk kavrayışının tarihsel gelişimi ile doğrudan bağlantılı olmaya da devam etmektedir.
Tarih boyunca hukuk; köleci paganist temsiliyetizm üzerinden, fetişist feodal temsiliyetizm üzerinden, semavi kapitalist temsiliyetizm üzerinden gelişen bir olgu olarak gelişmiştir. Biçimden biçime bürünen bu süreklilik içinde kopuş diyalektiği kendisini temsiliyetizm üzerinden şekillendirmiştir. Dolayısıyla; temsiliyetizm üzerinden biçimlenen hak ve hukukun gelişiminin eleştirisinin eleştirisini yapmadan bilimsel bir hak ve hukuk kavramı da geliştirilemez. Kaldı ki; hak ve hukuk kavramlarının sınıfsal bir süreç üzerinden analizi ancak temsiliyetist hak ve hukuk faaliyetlerinin kurumsal devlet statüleri üzerinden eleştiriye tabi tutulması ile yapılabilir. Örneğin, evrensel insan hakları kavramı kapitalist temsiliyetizmin feodal temsiliyetizme karşı geliştirdiği bir sürecin ürünü idi. Haliyle; insan hakları kavramı açısından hukuk feodal temsiliyetizme karşı kapitalist temsiliyetizmin savunulmasından öteye de geçemedi. Sonuç olarak; tarih boyunca hukukun gördüğü işlemler ve hak kavramının tanımlanma biçimleri, hukuk kavramının icrası ve içeriği temsiliyetizm üzerinden biçimlenmiştir. Bu tespitleri yapmadan bir hukuk ve hak tanımının yapılabilmesi de mümkün ve olası değildir.
Hukukun tanımlanması hak’ın tanımlanmasına, hak’ın tanımlanması da vicdanın (öznel emeğin yapısının) tanımlanmasına kadar gider. Dolayısıyla; icatçı-emek-güçleri üzerinden hak’ın ve hukukun icra edilme faaliyetleri ve pratikleri öznel yapının, yani icatçı-emek-güçlerinin vicdanının ukdesine sıkışıp kalmıştır. Teknik olarak hukuk tanımlaması yapabilmek hak’ı ve vicdanı tanımlamak ile mümkündür. İcatçı-emek-güçlerinin vicdanının ukdesine sıkışmış hak ve hukuk kavramı, hakim sınıflara dair olan vicdan kavramı, hukukun sınıfsal yorumlanmasının da bir ürünüdür. Egemen güçler açısından hukuk kavramının tarihsel olgusu ve dokusu temsiliyetizm üzerinden şekil alırken; kullanıcı-emek-güçleri tarafından ileriye sürülen “alternatif hukuk” kavramı da benzer olarak sınıfsal bir muhteva içermektedir. Halbuki hukukun tanımı ister temsiliyetist icatçı-emek-güçleri açısından ele alınan vicdanın eleştirisi biçiminde olsun, ister temsiliyetçi kullanıcı-emek-güçleri açısından ele alınan vicdanın eleştirisi biçiminde olsun, her ikisi de sınıfsal içeriğe büründürülmüş temsiliyetçi vicdanın ve zihniyetin ürünüdürler. Bu temsiliyetist düşünce yapısının ve hukukun eleştirisi yapılmadan “sınıf üstü/sınıfsız hukuk” tanımı da geliştirilemez. [3].
Son çözümleme de; hukuk kavramının hak ve vicdan kavramlarından bağımsız düşünülemeyen bir kavram olarak ortaya çıkması da, temsiliyetizm üzerinden düşünülmeyen (tarif edilmek zorunda olmayan) bir kavram olması da yine bizim elimizdedir. Temsiliyetist hukukun eleştirisi denetimist hukukun filizlenmesine ve yerleşmesine sebebiyet verebilir. Devletlerin kutsanıp din haline getirilmesi ve dolayısıyla memurların dokunulmazlıkları ile birlikte tanrısallaştırılması, milletin kul ve köle haline getirilmesi, bugüne kadar icra etmiş olan temsiliyetist hukukun gerçekte haksızlığın, hukuksuzluğun ve vicdansızlığın “hukuku” olduğunun da kanıtıdır. Halbuki devletler kast olarak algılanmayabilir; devlet din olarak pratik işlevden çıkarılabilir, memurlar kutsanmamış olabilir, sınıflara göre işleyen hukuk sistemi terk edilebilir, bunun elbette ki tek yolu denetimist hukuk mecrası ve faaliyetleridir. Dolayısıyla; toplumun devletleri ve egemen güçleri denetlemediği yerlerde her tür hukuk hukuksuzluğun, vahşetin, yağmanın, sömürünün vs. icrasından ibaret kalacaktır.
Tarihsel olarak öznel yapılar içerisinde (din, dil, sanat, kültür vs.) hukuk kavramı fazlasıyla problemli ve soyut bir kavram olarak şekillenmiştir. Örneğin din kavramı; insanın yaratıcıyla soyut olarak kurduğu vicdani bir ilişki biçimidir. Dolayısıyla; ister pagan ister fetişist ister semavi olursa olsun kurulan bu ilişki de din bireyle yaratıcı arasında kendine has bir muhteva içerir. Lakin hukuk kavramı din kavramından farklı olarak ve din kavramını da kapsayacak biçimde daha kapsayıcı bir kavram olarak vicdanı da, hak’ı da, daha genel bir çerçeve de ele almaktadır. Dinsel vicdan kavramı ile hukuksal vicdan kavramı yer yer birbirini dışlasa da, pratik icraatta dinsel vicdan hukuksal vicdanı tamamlama işlevi görür. Ancak bu durum merkez ve merkez-altı konumlanışta olan Batı’da sekülerizm ve laiklik kanalıyla birbirini tamamlayıcı bir işlev görürken (din ve devletin ayrılması hikayesi); merkez-çevresi ve merkez-karşıtına gelindiğinde ise, bu durum kendisini Avrupa’da ki gibi din vicdanı ile devletin hukuk vicdanının birbirinden ayrılması şeklinde görece önleyici bir tarza da büründürememiştir. Her ne kadar laiklik din vicdanını devletin hukuk vicdanından ayırmaya kalksa da; hem temsiliyetist din algısından, hem de temsiliyetist hukuk algısından kurtulamadığı için, gerçekte devletle din ayrışmamış, dini vicdan ile hukuku vicdan da birbirinden kopmamıştır.
Avrupa’nın bunca yıldır can hıraş verdiği mücadele olan sekülerizm ve laiklik temsiliyetist zihniyet nedeniyle hedefine ulaşmamış, dahası merkez-çevresinde ve merkez-karşıtında tamamen bitmiş bir politikaya da dönüşmüştür. Avrupa kapitalist devletleri gerçekte kendileri dahi din ve devleti tam manasıyla ayıramadıkları için, merkez-dışı, çevresi ve karşıtı politikalar da başarıya ulaşılamamıştır. Bunun tek nedeni temsiliyetist zihniyetten kurtulamamaktır. Bu temsiliyetçi zihniyetten kurtulamadığı içinde laiklik politik olarak tamamlanmamış bir proje olarak kalmıştır. Keza yukarda da belirttiğimiz gibi; dinsel vicdan hukuksal vicdanı örselerse, hukuksal vicdan da dinsel vicdanı örselerse, bu her iki durumda da devletin ve memurların kutsanarak (vatandaş tarafından) örselenememesi sonucunu doğurmaktadır. Başka bir deyişle, tanrının dokunulmazlık zırhına bürünmüş olan devletler ve memurlar; ister dinsel vicdan ister hukuksal vicdan açısından olursa olsun, laiklik konusu bağlamında dinle devleti ayrıştıramaz hale gelmişlerdir. Bu da kaçınılmaz olarak devletlerin din, memurların ise tanrı rolüne bürünmesi sonucunu doğurmaktadır.
Nasıl ki; dinsel faaliyeti değerlendiren mefhum yaratıcı ise ve nasıl ki insan kendi inancının vicdani denetimini (çeşitli ibadet biçimleri, namaz, oruç, dua aracılığıyla vs.) yapabiliyorsa ve bunu yaratıcının hiçbir kulun ibadetine ihtiyacı olmadan yapabiliyorsa ve kendi dinsel vicdani denetimini insan hakkı yememeye odaklı yapabiliyorsa, hangi ülkede ve toplumda yaşarsa yaşasın her insanda devletin ve memurun denetimini yapabilme fıtratı hali hazırda bulunmaktadır. Mesela İslam inancına göre; her gün 5 vakit namazda o insanın hak yememe üzerindeki vicdani ve nefsi denetiminin ibadetin temeli şeklinde sunulması olmazsa olmaz bir kural ise, devleti dinleştirmiş, memuru ilahlaştırmış, milleti köleleştirmiş sahte din tüccarlarına millet ibadet etmek zorunda olmadığı gibi, tam tersine bu din tüccarlarını denetlemek bu milletin en temel hak’kıdır! [4].
Temsiliyetçi zihniyet ve kapitalizm dini hangi şekilde sunarsa sunsun dini bir meta haline getirmiştir. Keza gerçek dinlerin yerine kendisini ikame eden kapitalizm kendisinden önceki tarihsel sistemler gibi devleti dinleştirmekten ve memuru ilahlaştırmaktan da kurtulamamıştır. Kapitalizm temsiliyetizmden (kendi kendisinden) kurtulamadığı sürece din ve vicdan hürriyeti, hak ve hukukun özgürlüğü de gerçekleşemez.
Kapitalizmin temsiliyetizmden kurtulması demek; onun yapısal olarak başka bir hukuk sistemine ve başka bir toplumsal sisteme yönelmesi (evrilmesi) demektir. Dolayısıyla; geleceğin sosyalist toplumunun da bu çerçevede yeniden tanımlanması gerekir. Sovyetler Birliği ve akabinde gelişen proletaryanist temsiliyetist deneyimlerin başarısızlığı da burada aranmalıdır. Temsiliyetizm her yerde yenilmeye ve başarısız olmaya mahkumdur. Bu ölçekte temsiliyetist hak, hukuk ve vicdan türleri de er ya da geç tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalacaktır. Bu yok oluşu hızlandırabilecek tek hak, hukuk ve vicdan türleri ise denetimist mücadele şekilleri olmaya devam etmektedir.
Dipnotlar
[1] Neden “rol model kavramı” diye sorulabilir. Keza hukuk kavramı tek başına yeterli bir kavram değildir. Dolayısıyla; hukukun oluşabilmesi için hak kavramının (ilk nedenin) oluşması gerekir. Bu hak ve hukuk kavramı oluştuğunda ise, bu oluşun asıl ve nihai hedefi ise adalete ulaşma istencidir. Hukuk hakkın tesis edilmesi için olduğuna göre, hakkın vicdan yoluyla tesis edilebilmesi de adalete ulaşmak içindir.
[2] Bildiğimiz klasik teo-marksizm (Marx’tan bağımsız olarak) tarihi sınıflar mücadelesine indirgediği için; devletleri de, hukuku da, sınıflar üzerinden tahkim etmektedir. Lakin her toplumsal sistem belirli toplumsal sınıflardan oluşup, o belirli toplumsal sınıfların üzerine bina edilen devlet teşekkülleri ile biçimlenmiştir. Halbuki belirli sınıflar üzerine bina edilmiş devlet ister tek bacaklı, ister iki bacaklı, ister üç bacaklı devlet olsun; temsiliyetizm üzerinden şekillendiği için bu yapılanma bir nevi “sınıf-üstü” devletli-kastlar yaratmaktadır. Bu devletli-kastlar yeri geldiğinden var olan sınıflardan daha fazla işlev görmüş, yeri geldiğinde de bu sınıflara yön vermiş, biçim vermiş, şekillenişlerini belirlemiştir. Maalesef dar sınıfçı bakış açısı temsiliyetçi devletli-kast gruplarını çoğu zaman hesaba katmamış ve yüzeysel bir bürokratizm eleştirisi ile sınırlı kalmıştır. Mesela Sovyet temsiliyetizmin de var edilen devletli-kast aygıtları bürokratik bir kapitalizmin yaratılmasının nedeni olmuştur. Lakin buna rağmen proletaryanist-Marksizm bağnaz sınıfçı tutumundan vazgeçmemiş, Sovyetler ve akabinde gelişen devrimlerin yenilgilerinden hiç ders almamışçasına sözde bürokratizme karşı kavga ediyormuş gibi gözükmüş, öte yandan ise proletaryanist bürokratizmi ise göklere çıkarıp adeta ilahlaştırmaya devam etmiştir. Kuşkusuz bu tutum, yani Sovyet bürokratizminin yüceltilmesi durumu yine proletaryanizmin kapitalizm karşısındaki zayıflığından, başka bir deyişle onu anlama ve dönüştürme noktasındaki yanılsamalarının ürettiği mistisizmden, diğer bir deyişle icatçı-emek güçleri karşısında “sağlam ve yıkılmaz bir kale örme” şeklindeki savunmacı tepkimelerinden de kaynaklanmıştır.
[3] Burjuvaziye neden iktidardasın diye soran proletaryanizmin kendisinin neden iktidara gelmek istediğini de açıklaması gerekir. Keza her türlü iktidar ve iktidar ilişkileri ağı temsiliyetizm yaratır. Bu noktada proletaryanizmi devlet ve iktidar konusunda ikircikli eleştiriye tabi tuttuğunu söyleyen klasik anarşizmin kendisinin de ikircikli soyut kültürel bir eleştiriden öteye geçemediğini de tespit etmek gerekir. Başka bir deyişle, komünal bir hayata “ikna ve şimdi” ile geçilebileceğine dair anarşist argümanlar ve politikalar tutmadığında; “zor ve şimdi” ile geçilebileceğine ilişkin politik argümanlar da ileri sürülebilmektedir. Örneğin, anarşizmin ilk ortaya çıktığı dönemde ki romantik anarşist bireysel terör eylemleri, 18. Yüzyıl’da yaygın bir şekilde gözlemlenen “zor ve şimdinin” dayattığı eylemler idi. Emile Zola’nın Germinal Romanı’nda tarif edilen anarşizm türü de, Çarlık Rusya’sında hayat bulan Narodnik hareketi de vs. yine bu doğrudan eylemci anarşizmin tipik örnekleri idi. Günümüz anarşizmi ise daha çok “ikna ve şimdi” metodu ile yol almaya çalışan federatif, otonomcu, ekolojist vs. gibi akımlar şeklinde varlığını sürdürmektedir.
[4] Soyut yaratıcı; o “müminin” ibadetini icra ederken kendi nefsi ve vicdani denetimini yaptığını görmek ister. Aynı şekilde; Hristiyanlıkta ki “günah çıkarma” da yine bir vicdani denetim şekli olarak tanrının huzurunda yapılan nefsi bir iç denetim eylemi olma özelliğine de sahiptir. Dolayısıyla; hemen hemen bütün dinsel ritüellerin temelinde “kul-emek hakkı yememeye” endeksli bir ibadet şekli mevcuttur. Kısacası; ibadetin kökeni nefsi ve vicdani denetime dayanmaktadır. Başka bir deyişle, insan hakkı, doğa hakkı, canlı hakkı vs. yememeye dayanan bu iç denetim nefsin ve vicdanın ibadet yoluyla tezahür etmesi halidir de.
04.07.2021
Serhat Nigiz
0 notes