Tumgik
#komünizm
polemik · 2 months
Text
Patronu ne güzel demiş, açık sözlü, dosdoğru 😆
11 notes · View notes
ahmetcumhur-blog · 9 months
Text
Tumblr media
13 notes · View notes
kaleidistanbul · 2 months
Text
Aziz Nesin 80'lerde ülke nüfusunun %60'ının aptal olduğunu söylediğinde eksik bir oranlama yaptığını açıkça ifade etmişti sonradan, bizzat kulaklarımla duydum. Kesinlikle haklı bir ifadeydi. Bugün faşist ırkçı kafalar (ki bunların içinde kendisini solcu zanneden gerizekâlılar daha da çok !! [neden? çünkü Türkiye'de kendisine "sol" diyen partiler, dünya siyaset literatürüne göre merkezin epey sağında yer alıyorlar ideolojik olarak!!!]) : Araplar ev alıyorlar, Afganlar, Suriyeliler toprağımızı tarımımızı elimizden alıyorlar diye hönkürüyorlar. Oysa kendisini Türk (ya da her hangi bir halt millet) olarak tanımlayan kitle/ler, tarihleri boyunca yaşadıkları, yerleştikleri toprağa sahip çıkıp, kendi zihni, aklı ve eliyle neredeyse hiç bir şey üretip geliştirmemiş. Yaşadığı yere sahip çıkmayan toplumlar kaybetmeye mahkûmdurlar. Akılla, bilimle, fikirle kendisini geliştirmeyen, gelecek için, hadi bıraktım, çocukları için her hangi bir şey üretmeyen, sadece ezberlediği aptal tabularla baskı kuran aileler yok hükmündeler aslında! Genç arkadaşlarla sohbet edince gördüğüm umutsuzluk trajik boyutlarda. Aptal ailelerinin baskıları altında, yarınlarını bile göremeyecek denli köreltilmiş, yaşamaktan umudunu kesmiş, kendisine kurtarıcı arayan zavallılara dönüşmüş duırumdalar. Çok ama çok yazık! İklim, kanser hücresi gibi gezegen üzerinde metastaz yapmış insan nüfusu, ekonomik dengesizlikler, sosyal adaletsizlikler vs. her şey daha da boka sarıyor... Ailelerinden ve an yakın sosyal çevreden başlayarak o korkakların zihniyetlerini yok etmeye ihtiyaç var! Devrim ve umut bu şekilde başlayacak. Korkmayın, haykırın! KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA! YA HEP BERABER YA HİÇ BİRİMİZ!
1 note · View note
serhatnigiz · 8 months
Text
Özel Mülkiyetin Gölgesinde Tarihsel Temsiliyetist Devlete Dair Ütopik Proletaryalist Yanılsamalar Üzerine
Tumblr media
“Komünistlerin kuramı bir tek cümlede şöyle özetlenebilir: özel mülkiyetin kaldırılması. Devlet özel mülkiyetin ilk ve en güçlü koruyucusu olduğuna göre, bu amaç sosyalist güçlerin devlet gücüyle kafa kafaya çatışması olmadan gerçekleşemez.” (K. Marx - F. Engels, Komünist Manifesto)
Marx, Engels ve Lenin gibi düşünen pek çok komünist devlet aygıtının tarihsel olarak değişik ve farklı biçimlerini soyutlayarak ve yorumlayarak devletin özel mülkiyetle özdeş kılındığı bir Marksist tarih algısının zamanla oluşmasına neden olmuştur. Şöyle ki, bu eğilim gerçekte 16. ve 17. yüzyıl burjuva devrimcilerine ait yanılsamalı bir tanımın devamı ola gelmiştir. İşte bu tanım üzerinden burjuva devrimcileri galebe çaldıkları feodalizme (krala ve kralda cisimleşen feodal mülkiyete) karşı savaş açmışlardı. Bu savaşıma da burjuva devrimcileri “özgürlük” mücadelesi adını veriyorlardı. Başka bir deyişle, buradaki özgürlük burjuvazinin feodalizmden ve feodal özel mülkiyetten özgürlüğünü elde etmesinden ibaret idi. Bu sayede burjuvazi ile birlikte kurulan parlamento, genel oy ve seçim hakları, modern (burjuva) insan hakları hareketinin gelişmesine de olanak sağladı.
Dolayısıyla, özel mülkiyetçi devlet algısı, burjuva devrimcileri arasında feodal devlete karşı savaş verme ve onun yerine burjuva özel mülkiyetçi, “hür teşebbüse ve girişime” dayalı bir devlet algısının gelişmesine de zemin hazırlamıştı. Proletaryan özel mülkiyetçi devlet algısı da tıpkı burjuva devrimci algı gibi sorunun temelini özel mülkiyette gördüğü içindir ki, bu durum özel değil, kamusal mülkiyet ilişkileri üzerinden sosyalizme ya da komünizme ulaşılabileceği algısının oluşmasına sebebiyet vermişti. Bu nedenledir ki, sosyalizm ya da komünizm eşittir “kamu mülkiyeti” ya da “devlet mülkiyeti” biçiminde bir algı oluştu. Hatta sosyalist ya da komünist olmak “kamucu” olmakla ya da “devletçi” olmakla özdeş şekilde algılandı. Bugün bile bu algı büyük oranda devamlılığını korumaktadır.
Halbuki proletaryalist algıların aksine özel mülkiyet devleti belirlemiyor, tersine devlet özel mülkiyeti belirliyor. Başka bir deyişle, özel mülkiyetin biçimi sınıf eliyle devleti belirlemiyor, aksine devlet yarattığı memur tabakası (ki bu toplumsal tabakanın bir “sınıf” olduğu da söylenebilir) eliyle sınıfları ve özel mülkiyeti belirliyor. Dahası, ilkel sermayenin oluşabilmesi açısından gerekli olan para-sermayenin tarih sahnesine çıkışı bile devlet ve devleti oluşturan memur tabakası (sınıfı) eliyle gerçekleşmişti. Bunun en bilinen örneği Köleci dönemin ortalarında var olmuş olan Lidya devletinin parayı (sikkeleri) bulan tarihteki ilk devlet olmasıdır. Keza para demek para-sermaye, para-sermaye demek ilkel-sermaye demektir. Burada parayı ve sermayeyi yaratan özel mülkiyet değil, devlettir. Devlet ve devletlü-memur tabakası (sınıfı) olmasaydı bunların hiçbiri gerçekleşemezdi.
Diğer bir deyişle, ister köleci, ister feodal, ister kapitalist sistemlerin tümünde devlet bir memur tabakası (sınıfı) eliyle özel mülkiyetin o toplumsal formasyona uygun biçimini ortaya çıkartmaktadır. Bu ister köleci mülkiyet biçiminde olsun, ister feodal mülkiyet biçiminde olsun, ister kapitalist mülkiyet biçiminde olsun, özel mülkiyetin biçimini belirleyen ana faktör her koşul altında devletin memur tabakası (sınıfı) olmuştur. Bu durumun anlaşılamamış olması proletaryanizm ve genel manada Marksist tarih teorisi açısından devlet ve özel mülkiyet konularındaki temsiliyetizm ve memuriyetizm olgularının da görülememesine neden olmuştur. Ne yazık ki bugün dahi ister teocu/ortodoks Marksizm olsun ister neocu/postçu Marksizm olsun bu konuya dair genel bakış açısı “sınıfların devleti yarattığı ve devletin ise sınıfsal sömürüyü devam ettiren bir aygıttan ibaret olduğu” tezine dayanmaktadır. Halbuki bu tespit ve tanımlama şekli kısmen doğru olmakla birlikte, gerçeğin ancak çok küçük bir bölümünü açıklamaya yetmektedir.
Haliyle, 16. ve 17. yüzyıla damgasını vuran anti-feodal burjuva devrimciliğinin “özel mülkiyet eşittir devlet algısı”, biçimsel olarak kabuk değiştirmiş olsa da, nihayetinde bu algı kamusal mülkiyet biçimindeki proletaryanist temsiliyetist algı içinde de yaşamaya devam etmiştir. Burjuva devrimciliğinin feodalizme karşı geliştirdiği bu tepkisel teorik refleks Marx ve Engels tarafında da yeterince fark edilememiş olsa ki, Marx ve Engels’in yolundan giden Lenin ve Bolşevizm’de bu burjuva tarih algılarından kesin bir teorik kopuşu gerçekleştirememiştir.
Kaldı ki, her toplumsal devlet formu kendisine ait kurumlar ve devletlü bir memur tabakası (sınıfı) yaratarak özel mülkiyete ve sınıflara yukardan aşağıya doğru şekil vermektedir. Aynı durum “reel sosyalizm” olarak anılan Sovyet deneyiminde de kendisini göstermiştir. Keza Sovyetlerde mülkiyet ilişkileri sosyalist ve komünist ütopyaya uygun bir biçimde kamusal hale getirildiği halde, Sovyet devleti içinde de devletli bir memur tabakası (sınıfı) oluşmuş ve çeşitli ayrıcalıklara sahip olan bu tabaka (sınıf) proletarya adına ve proletaryaya rağmen “proletaryan-efendicilik” yapan bir devletlü-memur tabakasına (sınıfına) dönüşmekten de kurtulamamıştır. Başka bir deyişle, kamusal mülkiyetin varlığı Sovyet sistemi içerisinde sovyetik bir memur tabakasının (sınıfının) ortaya çıkmasını engelleyememiştir. Bu da yine tek tek şahıslara (Lenin’e, Stalin’e vs.) bağlanarak açıklanabilecek bir durum olmayıp, tamamen sistemin yapısal karakterinden kaynaklanan bir durumdur. Aynı memur tabakası (sınıfı) Sovyetlerin dağılması sürecinde halkın büyük çoğunluğunun karşı çıkmasına karşın (91’deki referandum sonuçlarına rağmen) sistemin fişini çekmekten de geri durmamıştır.
Bütün bu nedenlerden dolayı, devleti eşittir özel mülkiyet olarak gören proletaryalist teori ve algı, devletin kendisinin devletlü bir memur tabakası (sınıf) yaratmakta oluşunu da ne yazık ki göz ardı etmiştir. Başka bir açıdan, proletaryalist-Marksizm devleti oluşturan memurun (sınıfın) devletlü bir tabaka (sınıf) olduğunu göremediği için, bürokrasi sorununda çuvallamış ve bu konuya dair akılcı çözümler ve esnek stratejiler/taktikler geliştirmekte de başarısız olmuştur. Başka bir deyişle, proletaryanizm temsiliyetizme ve memuriyetizme karşı mücadelede “iki kere ikinin her zaman dört etmeyeceğini” bir türlü anlamak istememiştir! [1]
Hangi devlet biçimi olursa olsun, insanlık tarihinde bugüne kadar görülmüş olan tüm devlet türleri devletin kendisinin özel mülkiyetçi bir sınıf yaratmasına dayanmaktadır. Bu yüzden kamusal mülkiyete dayalı bir temsiliyetist ve memuriyetist sistem kendisine “sosyalist” ya da “komünist” de dese, bu sistemin kamusal bir memur tabakası (sınıfı) yaratması da kaçınılmazdır. Keza her türden özel mülkiyetçi sistemin çatısında/toplumsal üst yapısında devlet ve devletlü-memur tabakaları (sınıfları) vardır. Fakat her özel mülkiyet durumundan da eşittir kapitalizm çıkmaz. Kapitalizmin ortaya çıkabilmesi kapitalist devlet ve devletlü-memur tabakası (sınıfı) tarafından yaratılmış olan özel mülkiyet biçimlerini (ve bu biçimlere bağlı burjuva/feoburg/sanayiburg/teknoburg vs. türlerini) zorunlu kılar. [2]
Dolayısıyla, kendisine “sosyalist” ya da “komünist” adını veren bir sistemde de devleti ve devletlü-memur tabakalarını (sınıflarını) aşağıdan yukarıya doğru denetleyebilecek, geri çağırabilecek, hesap sorabilecek ve yargılayabilecek toplumsal kurumlar yoksa ortada bir “işçi iktidarı” ya da “emekçi iktidarı” pratiğide yok demektir. Bu durumda aynı devletin ve devletlü-memur tabakasının (sınıfının) yukardan aşağıya doğru kapitalist özel mülkiyeti ve burjuvaziyi (sınıfı) yeniden örgütlemesi sadece bir süreç meselesinden ibarettir. SSCB’de, Doğu Avrupa ülkelerinde ve Çin’de yaşayan acı deneyimler bu gerçeğin en açık kanıtıdır. [3]
Salt Lenin açısından değil, Marx ve Engels açısından da “özel mülkiyet eşittir devlettir” algısı burjuva devrimci bir algı olup, proletaryanizmin bu sorunu kamusal mülkiyet yoluyla aşma gayretleri de başarısız olup yenilgiye uğrayınca, Sovyetlerde ve diğer ülkelerde proletaryanizmin zamanla kamusal bir bürokrasiye ve hatta kamusal bir aristokrasiye dönüşmesi de yine bu devletlü-memur tabakası (sınıfı) gerçeğinin yeterince kavranamamış olmasından kaynaklanmıştır. İşte toplumsal denetimizm düşüncesi bütün bu deneyimlerin deney öncesi ve deney sonrası derslerinin bugün ki pratik deneyler ve mücadeleler içinde aldığı teorik ve felsefi bir miras-biçimi olma özelliğine de sahiptir. Nasıl mı?
Tarihte devlet var oldu var olalı, devletlü-memur kastları da, sınıfları da, zümreleri de temsiliyetizm ile birlikte var ola gelmiştir. Yürütme, yargı ve yasama kurumları şeklinde gelişen üç bacaklı devlet modelleri, kapitalist toplum modellerini yaratırken ve bu modeller bir avuç kasta/sınıfa/zümreye dayanırken, sınıflı toplumların aksine sınıfsız bir topluma gidişte, yeni sosyalist devlet ve iktidar modeli olan toplumsal denetim kurumlarının temelleri başlangıçta bir avuç insan tarafından atılacak olsa da, süreçle birlikte bu kurumlar toplumsallaşa toplumsallaşa her geçen gün daha da toplumsallaşarak bir avuç insan olmaktan çıkarak, çoğunluğu kucaklayıp içine alan devasa topluluklara dönüşe dönüşe, tüm emekçileri ve ara sınıfları tek bir çatı altında birleştire birleştire, ezici çoğunlukların toplumsallaşmış devlet aygıtına dönüşecektir. Başka bir deyişle, devlet temsiliyetizm ile değil, denetimist bürokratizm ve denetimist devlet ile kitleselleşerek temsiliyetist devletinde adım adım sönümleneceği bir sürece doğru evrilecektir.
Tarihte yürütme, yargı ve yasama temsiliyetizmleri var oldu olalı, bunlara bağlı temsiliyetist devlet aygıtları yetkiyi kurumlardan kurullara, kurullardan üst kurullara, üst kurulları da kişilere bağlayan bir yapıya sahip ola gelmiştir. Bu yüzden sosyalizmin alt evresindeki çoğulculuktan sosyalizmin üst evresindeki çoğunlukçuluğa geçiş sürecinde yetki toplumsal iradeye/emekçi sınıflara doğru yayılmak ve genişlemek zorundadır. Ancak bu şekilde yetki bir avuç kastın/sınıfın/zümrenin elinden zor yoluyla alınarak emekçi kitlelere üleştirilebilir. Ve ancak bu yolla emekçi sınıfların gerçek tarihsel iktidarı tesis edilebilir.
Sosyalizm her şeyden önce politik bir kültür meselesidir. Kuşkusuz bu kültürün merkezinde de toplumsal denetim düşüncesi olmak zorundadır. Toplumsal denetimist politik kültür ve bilinç oluşturmak komünistlerin görevidir. Sosyalizm artık bu şekilde tarif edilmelidir. Başka türlü bir sosyalizm kesinlikle mümkün değildir. Tarihsel pratikte yenilgiye uğramış ve bir daha gerçekleşmesi mümkün olmayan proletaryalist “sosyalizm” modelleri dün olduğu gibi bugünde bir yanılsamadan ibarettir!
O vakit Marx ve Engels’in kaleme almış olduğu Komünist Manifesto’yu yeniden yorumlandığımızda şunları söylememiz gerekir:
“Komünist kuramı “bir tek cümlede” özetlemek gerekir ise, özel mülkiyetin kaldırılması, özel mülkiyetin en güçlü koruyucusu olan devletlü-kastlara/sınıflara/zümrelere karşı toplumsal denetimist politik kültür ve bilinç geliştiği ölçüde gerçekleşebilir. Dolayısıyla, sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçişte, toplumsal denetim mücadelesi yürütülmeksizin emeğin çoğulculuğundan emeğin çoğunlukçuluğuna da sosyalizm yoluyla geçiş mümkün değildir. Bu geçişin sağlanabilmesi tüm sınıflı toplumlarda özel mülkiyetin karakterini belirleyen temsiliyetizm ve memuriyetizm biçimlerine karşı denetimist bürokratik savaşımı da zorunlu kılar. Aksi takdirde, tarihsel-temsiliyetist burjuvazinin politik ve kültürel hegemonyasına da asla son verilemez.”
Sonuç olarak bir topluma karakterini veren şey, her ne kadar alt yapıda “üretim ilişkileri” gibi gözükse de, aslında alt yapıda emek türlerinin birleşik diyalektiği o toplumun alt yapısında her ne kadar gözükmese de ve bu durumda alt yapı üst yapıya oranla daha çekinik ve ikincil planda var oluyorken, o toplumun son çözümlemede karakterinin üst yapı ile belirlenmesi nedeniyle, o toplumun üst yapısını da belirleyen temsiliyetizm ve temsiliyetizmin türevleri olmaktadır. Bu tespit emekoloji’nin “alt yapı ile üst yapı arasındaki diyalektik birliğinin” temelini oluşturmaktadır.
Kısacası, temsiliyetizm ve temsiliyetizm türevlerine göre o toplumun ana egemen biçimi belirlenirken, bu biçime uygun düşen alt yapıda ise emek türlerinin birleşik diyalektiği o toplumun (ekonomik, kültürel, sanatsal vs.) dokusunu ve karakterini oluşturmaktadır. Emekoloji, alt yapı ile üst yapı arasındaki bu diyalektik ilişkinin emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiği temelinde yeniden yorumlanması ihtiyacından da ortaya çıkan yeni bir bilimsel disiplindir.
Temsiliyetizm bürokratizmden çok farklı bir şeydir. Memuriyetizm ile bürokratizmin doğrudan birbirine bağı olsa da, temsiliyetizmin hem memuriyetizmden hem de bürokratizmden apayrı bir yapı oluşturduğunu anlayabilmek için ilkel komünal topluma bakmak yeterli gelecektir. İlkel komünal toplumda ne memuriyetizm ne de bürokratizm vardı. Lakin memuriyetizmin ve bürokratizmin ilkel komünal dönemde var olmamış olması durumu ilkel komünal dönemde temsiliyetizmin var olmadığını kanıtlamaya yetmez. Keza temsiliyetizm oluşmadan, din ve devlet oluşmadan, devlet bürokrasisi oluşmayacağı için, temsiliyetizmden sonra devletin bürokratizmi oluşur, en sonda ise bu bürokratizmi yöneten de bir memur tabakası (sınıfı) oluşur. Bu memur tabakası (sınıfı) oluşur oluşmaz da özel mülkiyetçi sınıflı toplum formasyonu ortaya çıkar. Köleci özel mülkiyet, feodal özel mülkiyet, kapitalist özel mülkiyet biçimleri bu sınıflı toplum formasyonlarının aldığı tarihsel-temsiliyetist biçimlerdir.
Dolayısıyla, sınıf toplumlar tarihi temsiliyetizm ve temsiliyetizm türlerinin biri biri üzerine geçen biçimlerinin ve bu biçimler arasında süre giden savaşımların tarihidir. Halde böyle olunca, sosyalizm ve komünizme giden yol temsiliyetizmin ve temsiliyetizm türlerinin panzehiri olan toplumsal denetimizm mücadelesinden geçmek zorundadır. Bu sebepledir ki, özel mülkiyetin gölgesindeki tarihsel temsiliyetist devlet biçimlerine dair ütopik proletaryalist algı ve teorilerin kapsanarak aşılması bilimsel komünist düşüncenin gelişimi içinde bir elzemdir.
Dipnot
[1] Her özel mülkiyet eşittir kapitalizm anlamına gelmemektedir. Keza her özel mülkiyetten kapitalizm çıkmaz. Kapitalizmin ortaya çıkabilmesi için özel mülkiyetin kapitalist biçiminin (sanayi emek türünün) ortaya çıkması gerekir. Şayet devlet ve devletlü-kastlar/sınıflar/zümreler olmasaydı özel mülkiyeti temel alan bir devlet modelide, üç bacaklı kapitalist bir devlet modelide ortaya çıkamazdı. Kapitalizmin dolayısıyla kapitalist özel mülkiyet biçiminin ortaya çıkışında devletin ve devletlü-kastların/sınıfların/zümrelerin oynadığı rol gerçekte hiç kimse tarafından görülmek istenmemiştir. Emekolojistler bu yüzden temsiliyetizm kavramını durduk yere kullanmamışlardır. Köleci sistemde bile bir kölenin teminatı köle sahibinin ukdesindeydi. Modern kapitalizmde de işler seçme, seçilme, parlamento vs. üzerinden yürüdüğü için "seçmenin teminatı da seçilmedir" diye kabul edilmekteydi. Bu da asli unsur olan seçmenden/emekçi sınıflardan kopuk bir seçilmenler (atanmanlar) kastının/sınıfının/zümresinin oluşmasına ve halkın çoğunluğunun yararına değil, bir avuç seçilmen azınlığının çıkarı için var olmaya devam eden bir devlet ve iktidar aygıtının ortaya çıkması sonucunu doğurmaktaydı. Kapitalizm gücünü devletlü-kastlardan/sınıflardan/zümrelerden almakta ve özel mülkiyetin/sermaye birikiminin biçimide bu şekilde belirlenmektedir. Talan ve yağma düzeni temsiliyetizm eliyle sürdürülmektedir. Kapitalist devlet ve devletlü-sınıflar olmasa burjuvazi bir ay bile ayakta kalamaz! Devlet aradan çıkarsa dünyanın açları, baldırı çıplakları, garibanları, dışlanmışları, ötekileri vs. bunları çiğ çiğ yer bitirir! Kapitalizm denilen illetin tarihi şunun şurasında oturmuş ve yerleşik bir sanayi kapitalizmi olarak ortaya çıkması en fazla 200 yıl bile değildir. Üstüne üstük kabaca 1950-60 sonrası glokal-kapitalizmin gelişimiyle sahneye teknik-elektronik emeğin çıkması ve protekyanın kendiliğinden bir biçimde de olsa üretimde fiili önderlik konumuna geçmesiyle birlikte, sanayiburglar ve teknoburglar ne yapsak da sistem üzerindeki kontrolümüzü sürdürsek diye kara kara düşünmeye başladılar. Zira hem temsiliyetizm hem burjuva devlet modelleri hem de devletlü-kastlar/sınıflar/zümreler tarihsel sınırlarının sınırına yaklaşmış durumdalar. Kuşkusuz bu durum, biri biri üzerine geçerek ilerleyen emek türlerinin doğa karşısındaki mukavemet oran ve orantılarıyla meydana gelen tarihsel sistemlerin devir ve momentlerinin hesaplanmasıyla da, nominal değerler açısından yeni bir tarihsel sistem olan sosyalizmin de hangi şartlar ve hız mekaniği ile ortaya çıkacağına dair somut ve soyut ön görüngülerin oluşabilmesini de olanaklı hale getirmektedir.
[2] Her temsiliyetizm kesinkes memuriyetizm yaratır. Lakin her memuriyetizm kesinkes temsiliyetizm yaratır diyemeyiz. Keza her memuriyetizm kısmen temsiliyetizm yaratabilir. Köleci, feodal ve kapitalist temsiliyetizm sırasıyla köleci, feodal ve kapitalist memuriyetizm yaratmıştır. Toplumsal denetimist memuriyetizm ise sosyalist memuriyetizm yaratır. Bu sosyalist memuriyetizmde temsiliyetizm değildir. Bu toplumsal denetimist memuriyetizm yaratılamadığı için Sovyetik proletaryan temsiliyetizm modeli çökmekten kurtulamamıştır. Bu şartlar altında da sosyalizme geçiş yapmak mümkün olmamıştır. Sosyalizmin tarihsel olgu ve ilkesi olan toplumsal denetimist fikirler hayata geçirilemediği için proletaryan kapitalizm ne üst yapıda ne de alt yapıda sosyalizme dönüşememiştir.
[3] Örneğin, Bolşevikler iktidarı aldıklarında da aldıktan sonrada gerçekte iktidar değillerdi. Çünkü eski sistemin iktidar ilişkileri hala canlılığını koruyordu. Öyle bir noktaya geldiler ki, yönetemeyeceklerini anlayınca mecburen eski sistemin memurlarını yeniden göreve çağırmak zorunda kaldılar. Troçki bile Lenin'in talimatıyla ilk başlarda Kızıl Ordu’yu (asker Sovyetlerini) eski Çarlık subaylarından ve askerlerinden devşirmek zorunda kalarak kurmuştu. Bu da tarihsel zorunluluktan idi. Çünkü askerlik bilim ve eğitimine vakıf olan bilinçli komünist sayısı pratikte bir avucu geçmiyordu. Yeni Sovyet devletinin başındakilerde bir avuç komünistti ve tüm çevreleri eski sistemden gelen memur kastları tarafından zorunlu olarak kuşatılmıştı. İster “işçi devleti” densin, ister “proletarya devleti” densin, devlet varsa kurum ve memur var demektir. Sovyetler Birliği’nde de tıpkı kapitalist ülkelerde olduğu gibi yasama, yargı ve yürütme biçimindeki devlet erkleri vardı. Buna verilebilecek en basit örneklerden biri Sovyet yargısının içinde bulunduğu durumdu. 1920'lerden itibaren Sovyet yargı sistemi içinde çalışan hakim, savcı ve avukat gibi yargı personelinin çoğunluğu feodal Çarlık döneminde yetişmiş olan kişilerden (feodal-memurlardan) oluşuyordu. Dolayısıyla, bu feodal-memurların hak, hukuk, adalet vs. gibi temel yargı normlarına dair bakış açıları tarihsel ve toplumsal temsiliyetist kültürden kopmuş değildi. Gerçekte iktidar olmak sadece siyasi iktidara bir partinin geçmesinden ibaret değildir. İktidar sorununun çözümü yeni tarihsel ve toplumsal bir sistemin inşası için gerekli olan kurumların eski toplumun bağrından çıkabilmesi kabiliyetine ve iradesine bağlıydı. Keza eski toplumun olumlu ve olumsuz mirasını devralan yeni kurumlar olmaksızın eski toplumdan gelen canlı ve somut iktidar ilişkilerinin denetim mücadelesi içinde zayıflatılabilmesi ve temsiliyetist kültürden gelen burjuva alışkanlıkların ve algıların ortadan kaldırılabilmesi mümkün değildir.
31.08.2023
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
Text
"Boşver, biz de 1 Mayıs'ı kutlarız."
Tumblr media
46 notes · View notes
cinaraslan · 1 year
Text
✊🏻KÜBADA Kİ FAŞİST BATİSTA REJİMİNE KARŞI MÜCADELE VEREN VE YOLDAŞLARINI YARI YOLDA BIRAKMAYAN DEVRİMCİ YOLDAŞIMIZ FİDEL CASTRO'YU ARAMIZDAN AYRILIŞININ 6.YILINDA SEVGİ VE SAYGIYLA ANIYORUZ ♾️
Devrim hareketine 82 kişiyle başladım. Eğer bunu tekrar yapmak zorunda kalsaydım yanıma 10 ya da 15 sadık insan alırdım. Eğer sadıksanız ve hareket planınız varsa ne kadar küçük olduğunuzun hiçbir önemi yoktur.(FİDEL CASTRO)
Tumblr media
5 notes · View notes
pateralba · 2 days
Text
KISACA, DEVRİM NEDİR?
Dünyanın neresinde olursa olsun, devrim, zora ya da yasal yeniliğe bağlı olması farketmeksizin, üretim araçları ve dolayısıyla üretim biçiminin değişmesinden kaynaklanır. Yani toplumu ekonomi-politik olarak yorumlarken, alt-yapısı (üretim araçları, üretim biçimi ve üretim ilişkileri) ve buna bağlı üst-yapısı (alt-yapıya bağlı değiştiğini bildiğimiz kültür, ahlak, gelenek, hukuk, din vb.) olarak bileşik ve her bileşeni bir diğerini etkileyen bir bütün olarak açıklarız. Bu bütüne "toplum" deriz. Üretim araçlarına bir sınıfın sahip olduğu ve dolayısıyla bu egemen sınıfın üst-yapıyı kendine göre değiştirebildiği, küresel olarak yaklaşık 99% nüfusa sahip ücretli çalışanların günümüz toplumuna ise "sınıflı toplum" deriz. Bilim bize bunu söyler.
(Genel olarak marksistler, yine alt-yapıdaki değişimin üst-yapıda toplumsal kaosu tetiklemesinin yetmeyerek, devrimin, bu son sınıflı toplumda, tek devrimci sınıf proletaryanın tekelleşme sonucu ücretsiz işçiler olarak çoğalarak ve "kendinde sınıf" olarak bilinçsiz halden, marksizm ışığında bilinçlenerek "kendisi için sınıf" olmasıyla birlikte, zor yoluyla gerçekleşeceğini kabul eder.)
Dolayısıyla sınıflı toplumun son türü kapitalizmde patlak verecek devrim de, örneğin üretim araçları ve üretim biçimi değiştiğinde, artık sömürecek "artı değer" kalmayacak kadar makinalaşıldığında, makinalar çalışmayı işçisiz sürdürebildiğinde, sermayenin eğer varsa "yararlı emek" dediğimiz işçinin kendisi için değer ürettiği (kullanım değeri olan emek) emek gücü ya da sermayenin makinalaşırken ve araçlarını yenilerken kullandığı kendisi için emek gücü değerini de (yine kullanım değeri olan) kapsayan, temelde işçiyi sermayeye dahil etme çabasıyla verilen işçi ücretleri toplamını ve işçinin artı değer yaratarak burjuvaziye kaptırdığı değerin toplamını da kapsayan sermaye birikimi, kapitalizmde "katma değer" olarak hesaplanır ve bu katma değerin tamamı işçinin kullanım değeri olduğunda gerçekleşir. Ayrıca burjuvazi, hesabında, işçiyi ve onun koşullarını sermayeye, kendine ve koşullarına dahil edemediğinde ve bunun sonucunda fabrika ya da herhangi bir iş yerinde hiçbir işçiye gerek kalmadığında, üretimden sonra piyasayı belirleyen tüm toplumsal ihtiyaçların artık burjuvaların birbirleriyle yarışamayacağı ve artık sömüremeyeceği, önce enflasyonsuz ve ardından kârların olmadığı, sabit fiyatların olduğu bir kaos sürecinin sonu geldiğinde belirlendiğinde, toplumsal üretimi gerçekleştirirken toplum toplumsal emeği toplum için yararlı emeğe dönüştürdüğünde, bu durumda yeni ve toplumsal olan üretim ve dağıtım da ürün bolluğunda gerçekleştirildiğinde, para ortadan kalkarak ürünlere ulaşımın ücretsiz olarak karşılanılabilecek kadar paranın vb. gereksizleştiği koşullarda, yani emek gücüne ve dolayısıyla artı değer sömürüsüne sebep kalmadığında, değişim değeri dediğimiz, örneğin para vb. biçimindeki değer, değişim için biçilemediğinde, paranın, hatta her türden değişim değeri (altın, dijital para, hisse senetleri, tahviller vb. olarak) saltanatının zorunlu olarak bitişinden sonra, toplumun üst-yapısında olan "ortak değer yargılarının" alt-yapıya bağlı olarak kaçınılmaz değişimiyle ve sonucunda çalışanların tüm ihtiyaçlarını ücretsiz karşıladığı, tam olarak beslenebildiği uygun koşullarda gerçekleşen toplumsal aydınlanmanın ardından, üstelik bir aşamadan sonra burjuvazi "yeniden sermaye" üretimi gerçekleştiremeyerek, kâr elde edemeyerek çöküş yıllarına girdikten sonra, sonunda burjuvazinin kendi sermayeler arası rekabetini yaratan tüm koşullar ortadan kalktıktan sonra ve üretim araçları kamusallaşırken dağıtımda yaşanan krizin de toplum tarafından planlanarak sona ermesiyle, önceden ücret karşılığı emek gücünü satarak yaşayan bir sınıfın, burjuvazi ile birlikte kendi sınıf varlığına da son vererek sınıfsız toplumu kurmasıyla birlikte "yasal olarak" gerçekleşebilir. Burada dikkat edilmesi gereken kavram sermayedir.
Özetle, sermaye, katma değerdeki işçi ücretleri, biriken toplumsal artı değer ve varsa kullanım değeri toplamından oluşur ve belirlediği ücretlerle ücretli çalışanları kendi denetimine sokar; devrimciler ise ücretli çalışanların sermayeden kopması ve kendisiyle birlikte kendi sınıfının çıkarına harekete geçmesi için (kimileri de tepeden inmeci jakoben ya da bir grubun öncü devrimci olduğu klasik gerillacı tezler vb. birçok marksizmle ilgisiz yöntem ya da zorba stereo tiplerin marksizme karşı yücelttiği tezler ile, toplumda karşılığı olmadan çırpınıp durur) kendinde sınıf proletaryaya dışarıdan bilinç taşır. Komünistler olarak "devrim" dediğimizde, aklımıza aksiyon sahneleri gelmez, önümüzde bir rehber ve eylem klavuzu olarak marksizm bilimini buluruz.
0 notes
raksh4sa · 5 months
Text
Tumblr media
Sen Ben Lenin (2021)
1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından denize atılan Lenin heykellerinden biri, iki yıl sonra Düzce'nin Akçakoca ilçesinde sahile vurdu. 2000'li yıllarda Akçakoca Belediyesi, ilçede turizmi geliştirmek düşüncesiyle, Lenin heykelini Akçakoca meydanına dikme kararı aldı. Ancak bu tasarı hiçbir zaman hayata geçmedi. Dalgaların Karadeniz'i aşarak getirdiği ahşap heykel hâlâ belediyenin deposunda saklanmaktadır.
Tufan Taştan'ın senaryosunu Barış Bıçakçı ile yazdığı ilk uzun metrajlı filmi "Sen Ben Lenin", işte bu gerçek hikâyenin üzerine kurgulanmış bir kara mizah olarak beyazperdeyle buluşur. "Belki kasabaya bir Lenin gelir" başlığıyla Cumhuriyet gazetesinin dahi manşetlerine taşımış olduğu "Sen Ben Lenin" filminde, Lenin heykeli bu sefer kasabanın meydanına dikilmiştir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti başbakanıyla birlikte, Rusya'dan gönderilecek olan bir heyetin katılımıyla gerçekleştirilecek olan açılış töreninden bir gün önce Lenin heykeli ortadan kaybolur. Heykelin çalınmasıyla tüm hikâye böylelikle de başlamış olur. Heykelin bulunması için Ankara'dan özel olarak gönderilen iki polis müfettişinin kayıp heykeli bulmaları için 12 saati vardır.
Filmi seyrederken Kızılay'dan Bestekâr'a doğru yürüdüğüm yolların duvarlarında boyalı duran Lenin resimlerine gittim geldim. Elbette bir de filmde Ahmet Abi karakteriyle sıklıkla vurgulanan Edip Cansever'in "Mendilimde Kan Sesleri" şiirine... (Bu metni kaleme alırken arka planda çalan bu şiiri de şuraya ekliyorum: (https://www.youtube.com/watch?v=2CuFoIlrLuY) Ne diyelim... Belki Ankara'ya bir Lenin gelir.
Filmde en çok güldüğüm ve filmi en iyi anlatan sahne olarak gördüğüm şu repliği de aşağıya bırakıyorum:
"Lenin kasabayı değiştirecek derken, kasaba Lenin'i değiştirdi."
1 note · View note
ismetgurbuz1994 · 5 months
Text
Tumblr media
Deutsche Demokratische Republik - DDR
0 notes
cogitokurdu · 9 months
Text
Büyük Çin Kıtlığı-Part 1
Bugünkü yazımızda tarihin insan eliyle gerçekleşmiş en büyük felaketlerinden biri olarak kabul gören Büyük İleri Atılım’dan ve beraberinde getirdiği Büyük Çin Kıtlığı’ndan bahsedeceğiz, keyifli okumalar! Köhne Bir İmparatorluktan Taze Bir Cumhuriyete: 19. yüzyılın ikinci yarısında birbiri ardına gelen imparatorlar, Avrupa tarafından halkın gelişimini baltalayan ve fakirliğe sebep olan bir dizi…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
polemik · 2 months
Text
Çalışan kadınları çalışan erkeklerle birleştiren şey, onları bölen kuvvetten daha güçlüdür.
Nadejda Krupskaya, Rabotnitsa
10 notes · View notes
ahmetcumhur-blog · 9 months
Text
Tumblr media
7 notes · View notes
sebperest · 10 months
Text
youtube
Fosforlu Kalem'de yeni misafirimiz Halil Berktay Hoca'nın @KopernikKitap'tan çıkan Batı, Sol, Türkiye'si oldu. Okuyoruz, konuşuyoruz, yani birşeyler yapıyoruz. Sürç-i lisan ettiysek affola.
0 notes
belkidebirharfimben · 10 months
Text
youtube
Bu defa başlığımız: "Komünizm kötü de liberalizm iyi mi sanki?" Neden böyle? Efendim, Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'da 'şimaldeki devlet' şeklindeki vurgularının, 'bütün Batı'yı kapsayıp kapsamadığını da konuşuyoruz da ondan. (Spoiler: Bence kapsıyor.)
0 notes
serhatnigiz · 1 year
Text
Kendinde Marksizm, Kendisi İçin Emekoloji’dir
Tumblr media
Tarih boyunca ortaya çıkmış olan pek çok fikir hareketi gibi Marksizm’de bir anda ortaya çıkmamış; kendisinden önceki fikir hareketleri gibi o da çeşitli aşamalardan geçerek belirli bir biçim kazanmıştır. Bu yüzden Marksizm’de tıpkı yeni doğmuş bir bebek misali kendi bebeklik öncesi ve kendi bebeklik sonrası, yetişkinlik dönemiyle birlikte olgunlaşma ve büyüme dönemlerinden geçerek ilerleyişini sürdürmüştür. Başka bir deyişle, Marksizm’in “sürekli hareket ve değişim içinde olan yapısı” doğrudan doğruya onun tarihsel gelişim ve dönüşüm dinamikleri ile yakından bağlantılıdır. Dolayısıyla; Marksizm’in tarihselliği emeğin ve emek türlerinin tarihselliği olup, bu tarihselliğin genel yapısını işleyen de emek türlerinin iş bölümüne bağlı olarak ortaya çıkan farklı toplum ve insan biçimlerinin tarihidir. Gerçekte “Marksizm’e” köleci, feodal, kapitalist vs. her çağda biçimini verende o çağa damgasını vuran ana emek türlerinin ve onun alt türlerinin birleşik diyalektik hareketi olmuştur. [1]
Marx ve Engels’in kendi çağına denk düşen Marksizm’i elbette ki onların yaşadığı çağın Marksizm’i olmak zorundaydı. Zira emek türlerinin birleşik diyalektik hareketini kendi dönemlerinde yöntem haline getiremeyen Marx ve Engels büyük oranda İngiliz Ekonomi Politiği’nin de etkisi ile emek ve emek-gücü kavramları arasında bir ayrım yapmış olsa da, dahası bu ayrımı artık-değer teorisi üzerinden kapitalist sömürü ve mülkiyet ilişkilerini açıklamak için kullanmış olsa da, salt ortaya çıkmış olan somut ürüne/metaya ve bu ürünün/metanın oluşumunda gereksinim duyulan toplumsal kullanıcı emek-zaman payına odaklandıkları içindir ki, Marx ve Engels’in hem emek kavramına hem de farklı emek türlere dair tespitleri de sınırlı kaldığı gibi, hem toplumsal kullanıcı emeğin oluşumunda bireysel icatçı emek payının hem de bireysel kullanıcı emeğin kullanımın da toplumsal icatçı emeğin oynadığı roller eksik değerlendirilmiş olup, artık-değer süreçleri de farklı emek türlerinin artık-emek türleri olarak sınıflandırılmadığından dolayı, tarihsel emeğin icatçı ve kullanıcı miras miktarları da değerin oluşum süreçlerinde göz ardı edilmiştir. Elbette ki bu durum Marx ve Engels’in kendi çağına tekabül eden Marksizm’inin de tarihsel sınırlarından kaynaklanmıştır. Daha doğrusu; Marx ve Engels’in Marksizm’i “bütünsel olarak feodal bir dünyanın içinde bir avuç kapitalist adacığa tekabül eden” bir Marksizm idi.
Yine bu sebepledir ki; Marx ve Engels’in emekle emek-gücü arasına sınır çekmeye dönük yaklaşımı, İngiliz Ekonomi Politiği’nin “soyut emek” ve “somut emek” ayrımına ve dahası “üretken emek” ve “üretken olmayan emek” ayrımına dayalı düalizmine cepheden karşı çıkmadığı için, bu ikilik sanayi emeğinin gelişim dinamiklerine de uygun olarak Marx ve Engels tarafından da emek içinde var olduğu düşünülen bir bölümlenme olarak algılana gelmiştir. Halbuki ne salt soyut emek vardır, ne de salt somut emek vardır; emek soyut emek ve somut emek ayrımı biçiminde değil, emeğin biri biri üzerine geçen farklı türlerinin birleşik diyalektik hareketi ile meydana gelmektedir. Başka bir deyişle, emeğin türlere dayalı birleşik diyalektik hareketi zaten emeğin hem soyut hem de somut hareketidir. Burjuva ekonomistlerinin ortaya koyduğu ve Marx ve Engels’in de sürdürdüğü bu ayrımın felsefi açıdan durduğu yer ise tarihsel düalizmdir. Yine benzer şekilde; üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımı da aynı oranda hatalıdır. Keza emeğin her biçimi üretkendir; gerçekte üretken olmayan emek diye bir şey yoktur! Üretken olmayan emek kavramı düalist ve oksimoron bir kavramdır. Meseleye sadece üretken emeğin ortaya çıkarmış olduğu üründen/metadan (sanayi ürünleri/metaları dünyasından) bakıldığı için toplumsal kullanıcı emeğin yaratmış olduğu artık-değer de üretken emeğin biricik formu olarak görülmek istenmiştir. Bu durum tıpkı toplumsal kullanıcı emek payını görmeyip ortaya çıkmış olan değerin tümünü icatçı emek payının hanesine yazan burjuva ekonomi politiğinin içine düşmüş olduğu yanılsamaya tersinden benzemektedir. Kaldı ki; Ricardo’nun “toplumsal emek zamanının” Marx ve Engels tarafından “toplumsal artık zaman” biçiminde yeniden formüle edilmesi de, tersinden bu “burjuva bakışın” kimi Marksistlerin iddia edildiği gibi pekte aşılamamış olduğunu göstermektedir. Yani ha toplumsal emek zaman miktarları, ha toplumsal emek zaman miktarları içerisinde bulunan toplumsal artık emek zaman miktarları! Her ikisi de emek zaman kavramı içerisinde ele alınabilen konulardır ve bu yüzden de özde farklı değillerdir. Ricardo’nun teorisi doğru idi; ama Marx’ın toplumsal artık emek zaman kavramı ise daha doğru bir bilimsel tanımlama oldu. Asıl olan günümüz dünyasında Ricardo’nun toplumsal emek zamanı değil, Marx’ın toplumsal artık emek zamanı değil, asıl olan “toplumsal” kavramının içinde var olan “tarihsel emek zaman miktarlarıdır”. Bu tarihsel emek zaman miktarı da, tarihsel emek zaman miktarlarından oluşur. Kısacası, toplumsal olana katılan şey tarihsel emek zaman miktarlarının bütünüdür. Bu yapılmadığı sürece emek-zaman teorisi geliştirilemez ve savunulamaz.
İki durumda da meseleye salt icatçı emeğin ya da salt kullanıcı emeğin penceresinden bakıldığı için, toplumsal kullanıcı emeğin aidiyetinin bireysel icatçı emekle olan bağı, toplumsal icatçı emeğin ise bireysel kullanıcılığa dair olan kısmı ve emek türlerinin birleşik hareketi ile ortaya çıkan üretim, dolaşım, tüketim ve miras değerlerinin neden olduğu tarihsel ve toplumsal görüngülerde bütünsel bir şekilde ele alınamamıştır. Haliyle bu görüngünün sınıfsal görüngüleri de; dahası emek türleri ve emek araçları karşısındaki konumlanışlara göre biçimlenen sınıf formları da, icatçı ve kullanıcı sınıf savaşımları da, dahası bunların arasındaki (ideolojik boyutta içeren) kurum mücadeleleri de ne yazık ki görülememiştir. Dahası; bugüne kadar ki tarihin sınıflar arası mücadeleler tarihi olduğu söylenmekle birlikte, bütün bu mücadelelerin farklı sınıfların kurumlar aracılığıyla yürütmüş olduğu mücadeleler olduğu ise göz ardı edilmiştir. Dolayısıyla; “köleci yürütme kurumu”, “feodal yargı kurumu” ve “kapitalist yasama kurumu” arasındaki emek türlerine bağlı geçişlerde, bunların kendi arasındaki bürokratik ve yönetsel mücadelelerde net bir şekilde ortaya konulamamıştır. Bunlarda klasik Marksizm’in gözle görülür açmazlarıdır.
Marksistlerin sıklıkla Lenin’e de gönderme yaparak Marksizm’in “somut durumun somut tahliline” dayandığını söylemesine karşın, gerçekte ister teocu Marksizm olsun ister neocu Marksizm olsun hepsinin ortak noktası mevcut tarihsel ve ansal kesite göre emeğin somut durumunun somut tahlilini yapamamakta oluşlarıdır. Keza somut durumun somut tahlili ancak emeğin somut ve güncel durumunun somut tahlili ile mümkün olabilir. Dolayısıyla; emeğin belirli bir tarihsel ve ansal kesit ile sınırlı kalmış görüngülerinden türetilen her türden sözde “somut tahlil”, somut olmak bir yana somut emek durumunun ucundan kıyısından bile geçememektedir. Misal; sanayi emeğinin değişim dönemine tekabül eden (D4) somut emek ilişkileri ile sanayi emeğinin gelişim dönemine tekabül eden (D5) somut emek ilişkileri belirli kesişim kümelerine sahip olsa da, bunlar özde bir ve aynı somut emek durumunun yansımaları değildir. Örneğin, minoktokratik sanayi tekellerinin somut emek ilişkilerine tekabül eden (D4) proletaryası ile gloktokratik sanayi tekellerinin somut emek ilişkilerine tekabül eden (D5) proletaryası iki farklı somut sınıf durumuna da denk düşmektedir. Birinci durumda proletarya büyük oranda sanayi emek araçlarına bağımlı bir sınıf iken, ikinci durumda ise teknik emek türünün de ilerleyişine bağlı olarak bu dönemdeki proletarya aynı zamanda hızla protekleşmekte olan bir proletaryadır! Keza tümel emek araçları karşısındaki tikel göreli emeğin eski emek biçiminden ayrışarak adım adım kendi bağımsızlığını el etmesi durumu her yeni emek biçiminin de kaçınılmaz bir sonucudur. Bu temel bir emek yasasıdır. Ve bu yasa bugün elektronik emek türünün güncel durumu içinde geçerli olan bir yasadır. [2]
Zira Glokal-tekno-tekellerin ulus-üstü hakimiyetine dayanan Glokal-emperyalizm ile birlikte proletaryanın önemli katmanları da hem sanayiburglar hem de teknoburglar tarafından büyük oranda protekleşmek zorunda bırakılmaktadır. Bu durum tıpkı feodalizmden kapitalizme geçişte köylülüğün proleterleşmek zorunda bırakılmasına da benzetilebilir. Kaldı ki “somut emek durumunun somut tahlili” tıpkı feodalizmden kapitalizme geçişte elektriksel sanayi emeğinin mekanik tarım emeğini kendi içinde soğutmasında olduğu gibi, bu seferde elektronik teknik emek elektriksel sanayi emeğini kendi bünyesinde soğutma ve daha önceki emek türlerini de kendisine eklemleme genel eğilimini sergilemektedir. Tüm dünyada kapitalist ekonomilerin “sanayi ve teknoloji işbirliğine” dayalı olarak yeni baştan düzenlenmesi yönünde yapılan burjuva liberal propagandalar da yine bu süreçle bağlantılıdır. Hatta bu noktada devletler ve şirketler arasında yürütülen iş birliğinin meyveleri olarak çok sayıda ARGE projesinin ve özel araştırma kurumunun kurulması ve bu iş için binlerce bilim emekçisinin istihdam edilmesi de hiçte rastlantı değildir. Dolayısıyla; emekoloji’nin “glokalizm” kavramı ile ileri sürdüğü emperyalizmin yeni biçimi tüm bu süreçlere içkin olan “üst belirlenimsel” bir kavramdır. Kaldı ki; hakikati ortaya koyma manasında bu kavramın altına giren tüm yan başlıklar altında toplanan “alt belirlenimsellikler” ise bu kavramın canlı kıvrımları olma özelliğine de sahiptir. Kuşkusuz bu durum glokalizm kavramının bütünselliğine yapılan bir vurgudur.
Marksizm’in kökenine dair Marksistler arasındaki kısmen fikir birliğinin sağlandığı konulardan biri de Marksizm’in üç temel kaynaktan beslenerek doğduğu, geliştiği ve klasik biçimini bu temeller üzerinden olgunlaştırdığıdır. Bu temeller genel olarak klasik Alman felsefesi, İngiliz ekonomi politiği ve Fransız ütopik sosyalizm olarak üç başlık altında incelenmektedir. Kuşkusuz ne Marx ne de Engels bu üç kaynağı olduğu gibi ele alıp ve bunları birbirlerine eklemleyerek kendi görüşlerini ortaya koymamışlardır. Bunun aksini iddia etmek hatalı bir varsayım olacağı gibi, bu yanlış tutum, Marx ve Engels’in yapmaya çalıştığı şeyi, yani kendilerinden önceki fikir akımlarını “kapsayarak aşma” çabalarını, dolayısıyla komünizmi bir bilim haline getirme çabalarını yok saymak anlamına gelecektir.
Kaldı ki Marx ve Engels’in Marksizm’i (bilim olmaya çalışan komünizmi) her ne kadar bu üç kaynaktan beslenerek büyümüş olsa da, onların Marksizm’i bu üç kaynağın basit bir toplamı ya da birbirine eklemlenmiş bir hali de değildir. Aksine; Marx ve Engels’in bilim olma yolunda ilerleyen çabaları bu üç kaynağında (ve diğer kaynaklarında) kıyasıya eleştirisi ve kapsanarak aşılması hedefini içermektedir. Lakin Marx ve Engels’in bu hedefine ne derece ulaştığı ve daha doğrusu komünizmi bir bilim haline getirecek yöntemi bulup bulamadıkları ise başka bir tartışmanın konusudur. Şimdi bu noktada Emekoloji’nin Marx ve Engels’in sanayi emeği üzerinde yükselen “yarı-bilimine” dönük eleştirilerine değinebiliriz. Ki bu eleştiriler aynı zamanda Marksizm’in kapsanarak aşılması, yol ve yöntem sorununda Marx ve Engels’in yapmış olduğu hataları ve eksikleri de ortaya koymayı hedeflemektedir. Ne yazık ki; sürekli olarak “değişim, değişim!” deyip Marksizm’de hiçbir şeyi değiştirmeden, Marksizm’de eksik ve hatalı yönleri ortaya koymadan “değiştiğini” iddia eden sözde Marksistler, Marksizm’in “bilimsel tinine” uygun düşmeyecek bir tarzda bu görevden kaçmayı bir maharet sanmaya devam etmektedirler!
Özellikle de Marx ve Engels’in yazdıklarından hareketle klasik Marksistler Hegel’in kendi diyalektik düşünce yöntemini idealist bir görüş üzerine oturttuğunu iddia ederler. Bu görüş kısmen doğru olmakla birlikte, eksik ve yanılsamalı bir görüştür. Zira Hegel felsefesi bir yanıyla hem idealist felsefeye hem de materyalist felsefeye kapı aralayan bir yönteme sahiptir. Dolayısıyla; bir ayağı materyalizm de bir ayağı idealizm de olan bir felsefe olarak Hegel felsefesi, daha doğru bir ifade ile Hegel’in mantık bilimi, insanın felsefe yapmasını sağlayan düşünce formlarının hem “idealist görünümlü olanlarını” hem de “materyalist görünümlü olanlarını” eş zamanlı ve görece karmaşık bir yapıda tasvir ettiği içindir ki; Hegel felsefesi hem kendi çağında hem de günümüzde “mistik eğilimleri olan”, “gizemli”, “anlaşılmaz zor” bir felsefe olarak algılana gelmiştir. Halbuki Hegel felsefesinin üzerindeki bu büyülü hava dağıldığında ve Hegel belirli mantık formları aracılığıyla sistemli olarak okunduğunda, Hegel’in felsefesinin diyalektik açıdan da hem materyalizme hem de idealizme kapı aralayan bir felsefe (mantık ve düşünme biçimi) olduğu anlaşılabilir. Zira Hegel; idealizmin “üçlü form yapısı” ile materyalizmin “üçlü form yapısını” bir araya getirerek kendi özgün diyalektik yöntemini, kavramlarını, kategorilerini, ayraçlarını vs. geliştirmeye çalışmıştır. Dolayısıyla; bu 6’lı form yapısı Hegel nezlinde tarihsel düalizminde doruk noktası olma özelliğine sahip ola gelmiştir. [3]
Kaldı ki Marx’ın ve Engels’in Hegel felsefesinden salt “mutlak idealizmi” soyutlayarak “diyalektiği çekip çıkardığı” ve bunu da “materyalizm ile birleştirerek” yeni bir yöntem yarattığı tezi gerçekçi değildir. Marx ve Engels’in Hegel’den aldığı ve “ayakları üzerine oturttuğunu” iddia ettiği diyalektik yine Hegel’in “baş aşağı duran” diyalektiğidir. Başka bir deyişle, baş aşağı duran maymun ile ayakları üzerinde duran “maymun” yine aynı maymundur. Bunun önüne ya da arkasına “diyalektik” kavramı koyulduğu zaman ortaya “diyalektik materyalizm” diye bir bilimin çıkması da mümkün değildir. Gerçekte Marx ve Engels’in de böyle bir iddiası olmamakla birlikte; kökeni idealist felsefeye ve metafiziğe kadar uzanan diyalektik kavramının Marx ve Engels tarafından sahiplenilmesinin asıl nedeni ise diyalektik düşünme ve sorgulama yöntemlerinin Antik Yunan’dan bu yana her zaman “kullanışlı ve devrimci bir içkinliğe” sahip olması ve diyalektik tanımının sürekli değişip yenilenerek ilerlemesidir. Marx ve Engels’in bu kavramı seçmesinin asıl nedeni de buydu. Bu anlamda Marx ve Engels’in diyalektiği ne idealist ne de materyalist bir diyalektik olup, Marx ve Engels’in diyalektiği özü itibariyle yeri geldiği zaman kendi kendisini yadsıyan, kendi kendisini kapsayarak aşabilme potansiyeline ve praksisine sahip olan bir değişim ve hareket diyalektiğidir. Aynı zamanda Marx ve Engels’in diyalektiği kendi düşünsel kalıplarını da eleştirip mahkum edebilen bir diyalektik anlayış idi. Aslında Marx ve Engels hem materyalizme hem de idealizme karşı mücadele etmiş olsa da, yol ve yöntem sorununu çözememiş olmalarından dolayı ve Feuerbach’ın “doğacı materyalizminin” kısmen Hegel’in mistik kabuğunu da parçalamış olması hasebiyle, bir miktarda olsa çubuğu maddeciliğe kırmış olmaları da, onları asla köküne kadar materyalist yapmaya yetmez! [4]
Başka bir deyişle, Marx ve Engels bir taraftan materyalizmi bir taraftan diyalektiği birbirine eklemleyerek, tamamlanmış ve bitmiş bir yöntem geliştirmediler. Dolayısıyla, Marx ve Engels Hegel’in felsefi sisteminin sadece idealist görüşler açısından değil, materyalist görüşler açısından da eleştiriye tabi tutmuştur. En çokta görülmeyen yanlardan biride budur. Marx ve Engels’in Hegel felsefesini sadece idealistler görüşler açısından eleştiriye tuttuğu iddiası safsatadan ibarettir. Lakin bu safsatalar yıllarca dünya Marksist hareketi tarafından da kabul görmüştür. Ancak aynı Marksist hareket tarafından Marx ve Engels’in hem materyalizme hem de idealizme karşı çift yönlü olarak sürdürdüğü mücadele ise görülmek istenmemiştir. Yine benzer bir şekilde Marx ve Engels Feuerbach’ın salt doğa materyalizmine karşı mücadele etmemiş, ahlaki ve etik konularda olduğu gibi Feurbach’daki idealist ve burjuva yanılsamalara karşıda mücadele etmiştir. Başka bir deyişle, Marx ve Engels bir bütün olarak bakıldığı zaman ne Hegel’in idealist-materyalizmi ile ne de Feuerbach’ın materyalist-idealizmi ile uzlaşmamıştır. Lakin yol ve yöntem sorununun çözümü noktasında hem materyalizmi hem de idealizmi kapsayarak aşacak yeni bir bakış açısı geliştiremedikleri için, kendi yöntemlerini diyalektiğin kısmen maddeci bir yorumu üzerine inşa etme yoluna gitseler de, hiçbir zaman yol ve yöntem sorununu tamamlanmış ve bitmiş bir mesele olarak ele almamış ve ileride sürmemişlerdir. Marx ve Engels arasındaki yazışmalar (mektuplaşmalar) dikkatli bir şekilde incelendiğinde yol ve yöntem sorununun çözümü noktasında yaşadıkları sorunlar ve sıkıntılar rahatlıkla görülebilir. Ne yazık ki Marx ve Engels’in ömrü bu paradoksu çözemeden son bulmuştur.
Ancak Marx ve Engels sonrası ardılcı-marksizm “hazıra konmacı” bir mantıkla onların eserlerinde yer alan kimi bölümlerden de hareketle tümüyle tamamlanmış ve bitmiş bir “diyalektik materyalizm” tezini işlemeye devam etmiştir. Kuşaklar boyunca devam eden bu sürecin Marksist hareket üzerindeki etkilerini artık siz düşünün! Tıpkı bir din gibi, emme basma tulumba misali, Marx ve Engels’den yapılan alıntılar kanıt gösterilerek bilim hüviyetine sokulmak istenen diyalektik materyalizm söylemi; gelinen noktada sayısı dört beşi geçmeyen (karşıtların birliği, zıtların savaşımı, yadsınmanın yadsınması, olumsuzlamanın olumlaması vs. gibi) diyalektik ilkelerin karikatürize edilmiş bir haline dönüştürülmüş ve tarihin/toplumun hareket yasaları da bu temelde dar bir çerçeve içerisinde açıklanmaya çalışılmıştır. Örneğin, Fransız Komünist Partisi üyesi George Politzer’in fazlasıyla pozitivist/doğa bilimsel bir Marksizm tasavvuruna denk düşen meşhur “Felsefenin Temel İlkeleri” kitabı bu karikatürize edilmiş sözde Marksizm’in “başyapıtlarından” biri olma özelliğine sahiptir. Bu kitabın tedrisatından geçmemiş Marksist kuşak neredeyse yok gibidir. Halbuki bu kitap bırakın Marksizm’i; gerçekte Feuerbach’ın “içkin materyalizminin” ters yüz edilmiş eklektik bir biçiminden başka da bir şey değildir.
Daha da ileriye girmek gerekirse; günümüz marksistleri kendilerine dürüstçe şu soruyu sormalıdırlar: ister doğanın doğası olsun ister emeğin doğası olsun her ikisinde de madde (materyalizm) ve düşünce (idealizm) biçiminde bir ayrım bulunmakta mıdır? Gerçek şu ki; ne doğanın doğasında ne de insan doğasında idealistlerin ya da materyalistlerin iddia ettiği gibi bir düşünce ve madde ikiliği ve düalizmi bulunmamaktadır. Dahası; düşünce derken ve madde derken ne kastedilmektedir? Şayet maddenin düşüncelerinden bahsedemeyeceksek, sadece insanın düşüncelerinden, insandan bahsediyoruz demektir. Maddenin, doğanın düşüncesi ve ruhu olmadığına göre, düşünceler sadece insana, emeğe, emeğin doğasına ait olabilir. Ki insanda sanılanın aksine doğaya ait değil, emeğe ait’dir. İnsanın dair-iyeti (tözü) doğa olsa da, o emeğe aittir, (özü) emeğe içkindir. İnsanın hakikati emeğin hakikatidir. İnsan hakikatini anlamanın yolu emeğin dünyasını, işleyişini, yapısını ve kurumlarını anlamaktan geçmektedir.
Hem materyalist düşünürler hem de idealist düşünürler doğa ile doğa, insan ile doğa arasına bir sınır çekmedikleri için ve büyük oranda doğa ile insanı yaklaşık eşit değil, özdeş gördükleri için; hem idealist düşünürlerin hem de materyalist düşünürlerin doğa ve insan tasavvuru da bu oranda gerçekçi değildir. Ne doğada ne de insanda düşünce/toplumsal düşünce ve madde/toplumsal varlık şeklinde bir bölünme söz konusu değildir. Dahası; materyalistlerin ve idealistlerin düşündüğünün tersine doğadaki madde ve insandaki düşünce ikili değil, dörtlü yapı içinde çalışmaktadır. Başka bir deyişle, doğadaki doğalojik maddeler ile doğanın bir nesne olarak emek tarafından başkalaşıma maruz bırakılması neticesinde ortaya çıkan emekolojik maddeler (misal, sanayi-ürünleri, teknik-ürünler vs.) ise birbirinden farklı şeylerdir. Örneğin, doğadaki doğalojik kendinde vahşi tavuk ile emeğin (teknolojinin) yetiştirdiği ve büyüttüğü emekolojik ve bilimsel tavuk bir ve aynı şey değildir. Dolayısıyla; doğalojik varlıklar ve emekolojik varlıklar doğalojikleşmiş-emekolojik varlıklar ve emekolojikleşmiş-doğalojik varlıklar olarak ikili değil, dörtlü form yapısı içinde ele alınmalıdır. Bu durumda düşünce-madde ya da madde-düşünce biçimindeki tarihsel düalizmin idealizm ve materyalizm biçimindeki görüngüleri de (düşünce kalıpları ve formları da) ancak bu dört formun bir araya gelmesi ve birlikte var olması ile ontolojik ve epistemolojik bir gerçekliğe dönüşebilmektedir. Başka bir deyişle, bu sayede arzı endam eden epistemoloji ve ontoloji insan bilimlerine ait olan emeğin ontolojisi ve epistemolojisidir. Kaldı ki; tüm bilme ve bilgi üretme süreçleri de emekle kristalize olan ontolojik ve epistemolojik süreçlerin bir neticesidir. İnsan dışında hiçbir hayvanın bugüne kadar kendine ve çevresine dair bilgi arayışında olduğu da görülmemiştir. İnsan dışında, emek kullanmayan hiçbir hayvanın kendine ve kendi varlığına dair soru sorduğu da görülmemiştir. İnsan dışında düşünebilen ve düşünce üretebilen tek bir hayvan bugüne kadar görülmemiştir. İnsan dışında düşüncenin ortaya çıkışı ve gelişimiyle ilgili maymunlar, yunuslar vs. gibi hayvanlar üzerinde yapılan çalışmaların hemen hepsi “koşullanma yoluyla hayvanlara endekslenen davranışlar” olarak kalmaktan öteye geçememiştir.
Kısacası; idealizm biçimindeki her türden soyutlama esasında soyutun somut ile tersinden yadsınarak soyutun kanıtlanması iken, materyalizm biçimindeki her türden somutlama esasında somutun tersinden soyut ile yadsınarak somutun kanıtlanmasını iken, bu durumda ancak “idealizm ve materyalizm biçimindeki görüngülerin” tümü (dört form) bir arada hareket ettiği vakit bir düşünceden bir maddeden ve bunların bir arada var olma halinden bahsedilebilir. Kaldı ki; düşünceleşmiş-madde (Y1) olmadan bir maddeden (Y), maddeleşmiş-düşünce (X1) olmadan düşünceden (X) bahsedilemeyeceği gibi, emeğin doğasında da soyut düşünce ve somut madde ayrımına dayanan bir düalizmin olduğunu söylemekte asla mümkün değildir. [5]
Bir başka konuda İngiliz ekonomi politiğinin Marx ve Engels’in iktisadi görüşlerinin şekillenmesine olan etkisidir. Tıpkı klasik Alman felsefesi ve Fransız ütopik sosyalizminde olduğu gibi, Marx ve Engels İngiliz ekonomi politiğini de olduğu gibi Marksizm’in içine katmamışlardır. Marksizm üzerine çalışan herkesin de bildiği gibi ekonomi politik tarım emeği ve sanayi emeği ilişkilerini inceleyen bir burjuva “bilimi” olarak gelişmiştir. Dahası; Marx ve Engels’in üzerinde durduğu ekonomi politik esas olarak Marksist terminoloji ile konuşmak gerekir ise “kapitalist üretim tarzını ve kapitalist üretim ilişkilerini” araştırmaktaydı. Marx’ın felsefe ve hukuk alanından kısmen uzaklaşarak iktisadi alana yönelmesi de yine onların kapitalist ekonominin temel hareket (emek) yasalarını bulma arzusundan kaynaklanmıştır. Öte yandan, Marx 1840’lı yıllarda “Adalet Birliği” içerisindeyken Hegel ve Feuerbach üzerinden üst yapı kurumuna ilişkin çalışmalar yapmakta idi. Marx’ın erken dönem eserleri de bu şekilde oluşmuştu. Alman felsefesi üzerinden bilimsel açılım bulamadığı için Engels’le tanıştıktan sonra Marx İngiliz Ekonomi Politiği’ne, yani “alt yapıya” yöneldi. Lakin bu çalışmaların hiçbiri bilimsel bir metoda oturmadı. Marx ve Engels’in kapitalizmin alt yapısı ile ilgili planladıkları çalışma ise üçüncü cilt ile sınırlı kaldı. Dolayısıyla; Marksizm çalışması yarım kaldı. Her kim Marksizm tamamlanmış bir bilimdir diyorsa; Marx ve Engels’in yarım kalmış çalışmalarını da tamamlamakla, tıpkı Emekoloji’nin yaptığı gibi Marksizm’i bilim haline getirmekle mükelleftir.
İngiliz ekonomi politiği deyince akla gelen iki isim Adam Smith ve David Ricardo’dur. Bu iki isim kendi dönemlerinin sadece önde gelen ekonomistleri değil, aynı zamanda feodalizme ve tarım emeğine galebe çalan kapitalizmin ve sanayi emeğinin de (D2 ve D3) ideologları/burjuvazisinin de sözcüleridir. Doğal olarak her iki isimde feodalizm karşısında hızla güçlenmekte olan kapitalizmi burjuva-icatçı-emek güçleri açısından yorumluyor ve değerlendiriyordu. Bu noktada özellikle Ricardo’nun “toplumsal emek zaman” kavramı ile geliştirdiği görüşler üzerinde durmak gerekir. Zira Marx ve Engels’in asıl yapmaya çalıştığı şey salt kapitalizmin genel üretim biçiminin özelliklerini sıralamak olmayıp, zira bu noktada Smith ve Ricardo gibi pek çok burjuva ekonomisttin ortaya koymuş olduğu çalışmalar bulunmakla birlikte, onların asıl derdi kapitalist sömürü ve mülkiyet ilişkilerinin üzerini örten sis perdesini (Marx ve Engels’in ifadesiyle mistifikasyona ve yabancılaşmaya neden olan etkenleri) açığa çıkarabilmekti. Çünkü burjuva ve proleter arasındaki çelişkinin her defasında burjuvazi lehine sonuçlanmasının asıl nedeni Marx ve Engels’e göre toplumsal emek zamanın toplumsal artık-emek-zaman tarafından emiliyor olmasıydı. Bu sayede kapitalist tıpkı bir vampir gibi proleterin kanını/emeğini dilim dilim kopararak, ona sadece yaşaması kadar yetecek bir ücret miktarı vermekte, toplumsal olarak üretilmiş olan artık-emek-zamanı ise cebe indirmekte ve böylece proleterin artık-değerini kendi kişisel sermayesi haline getirebilmekteydi. Kuşkusuz bu Marx ve Engels açısından önemli bir teorik devrimdi. Zira o güne kadar değerin oluşumu noktasında toplumsal kullanıcı emek güçlerinin payları daima icatçı emek güçlerinin hanesine yazılırken, ilk defa tarihte Marx ve Engels tarafından kapitalizmin burjuva ekonomistleri tarafından ortaya konulmayan bir yanı, proletaryanın kullanıcı emeğinin artık-değer biçiminde gasp edilmesi yoluyla elde edilen sanayi-sermayesinin sömürü ve mülksüzleştirmeye dayalı karakteri de ortaya konulabilmişti. Bu durum öte yandan Marx ve Engels’in proletaryanın şahsında tarihte ilk defa “ezilen sınıflar” adına bir tarih yazımı inşa etme çabasının da ilk dışavurumuydu. Aynı zamanda bu durum Marx ve Engels’in erken dönem çalışmalarından itibaren sürdürdüğü hak ve hukuk bilincine dayalı adalet arayışının da bir izdüşümüne tekabül ediyordu. Bu açıdan bakıldığında Marx ve Engels’in birer “ahlak filozofu” ve “etik filozofu” olduğunu söylemek hiçte abartılı bir yaklaşım olmayacaktır.
Ricardo’da da olduğu haliyle “toplumsal emek zaman” kavramına gönderme yapa dursun, Marx ve Engels’in burada yaptığı ise, bu toplumsal emek zamana “artık-emek-zamanı” eklemek olmuştur. Başka bir deyişle, Marx ve Engels’in yaptığı şey bulmacanın bir eksik parçasını daha bulmaktı. Aynı şekilde bu durum Marx ve Engels’in gözünde proleterin kendi emeğine ve kendi emek ürününe yabancılaşması sonucunu doğururken (ki bu yabancılaşma olmasaydı sanayi-sermayesi de, burjuvazi de oluşamazdı), Marx ve Engels’in bu tek yönlü yabancılaşma teorisi, toplumsal kullanıcı emeğe ait bir yabancılaşma hali olup, bu yabancılaşmanın gerçekte kullanıcı emek dolayımı ile icatçı emeğinde kendisine yabancılaşması sonucunu doğurduğu da yeterince anlaşılamadığı ortaya çıkmıştır. Bu yüzden de yine İngiliz ekonomi politiğinden alınan “değişmeyen sermaye” ve “değişken sermaye” kavramları da, sermayenin emeğin bir formu olduğu gerçeğini alt üst etmesi nedeniyle, sözde değişmeyen sermaye karşısında sözde değişken sermayenin göreli özerkliğini ve kurtuluşunu hedefleyen proletaryalist bir eğilimin gelişmesine de sebebiyet vermiştir. Dahası; proletaryadan da bağımsız olarak proletaryanizmin değişken sermayeye (emeğin kullanıcı formuna) dönük temel iddiası, yani yabancılaşmış emek formunun son bulması ile emeğin özgür bir komünist formunun ortaya çıkacağına dair iddialar, kökü din ve ahlak felsefesine kadar uzanan yabancılaşma kavramı eliyle de, “proletaryanın kurtuluşu tüm insanlığın kurtuluşudur” mitinin doğmasına neden olmuştur. Bu yüzden de burjuva düşünce yapısından tam manası ile kopamamış olan proletaryanizm, en başından beri nesnel volantarizm tarafından belirlenen öznel bir determizm üzerinde yükselirken, temel devrimci dokusunu da bu “metafizik zemin” üzerinden mayalayarak oluşturmuştur. Kuşkusuz bu metafizik zemin Marx ve Engels’in metafizik zemini olup onların temel sorunlara dair ana felsefi yaklaşımları ile bağlantılıdır. İşte bu Marx ve Engels’in tarihsel düalizmi aşamamasının neden olduğu bir metafizik zemindir! Kimse kusura bakmasın ama emekolojistler ne metafiziğin ne de materyalizmin koridorlarında yürümedikleri gibi, metafizik ve materyalist kavramları bile kabul etmemektedirler.
Kuşkusuz Marx ve Engels İngiliz ekonomi politiğini Ricardo üzerinden toplumsal kullanıcı emek lehine bükerek kapitalizm sorununu proletarya açısından ele almayı başarmış olsa da, onların bir burjuva bilimi olan ekonomi politiği kapsayarak aşmayı başardıkları ve kapitalizmin, daha doğrusu sanayi emeğinin tüm ana ve alt türlerinin arasındaki iş bölümü diyalektiğine bağlı olarak ortaya çıkan üretim, dolaşım, tüketim ve miras miktarı değerlerini tam bir netlik içinde ortaya koymuş olduklarını söylemek doğru olmadığı gibi, dürüstçe de olmayacaktır. Dolayısıyla; Marx ve Engels’in gözetiminde hazırlanmış olan Kapital serisi de genel olarak sanayi emeğinin feodalizme galebe çaldığı bir dönemde minoktokratik-emperyalist döneme geçme hazırlıkları içinde olan kapitalizmin öncü bir eleştirisi ve analizi olarak kalmıştır. Lakin bu durum hiç kuşku yok ki bir başyapıt olarak Kapital’in değerini azaltmamakta aksine gelecek kuşaklar açısından da Kapital, kapitalizm üzerine bundan sonra yapılacak çalışmalarda temel bir başvuru kaynağı olma özelliğini de sürdürecektir.
Marksizm’in tarihsel ve toplumsal bir sistem olarak sosyalizm ve komünizm hedefi, Marksizm’den öncede var olan bir görüştür. Dolayısıyla; sosyalist ve komünist görüşleri bir bilim haline getirmeye çalışan Marx ve Engels’in kendilerinden önceki sosyalistleri ve komünistleri ütopik sosyalistler ve ütopik komünistler olarak sınıflandırması ve tarif etmesi de elbette ki anlaşılabilir bir durumdur. Kaldı ki; Marx ve Engels tüm hayatları boyunca ütopik sosyalizm ve ütopik komünizm ile aralarına teorik ve pratik sınırlar çizmek için bilimsel bir savaşım yürütmüştür. Bu noktada Marx ve Engels’in ütopistlere yönelik eleştirileri çok yönlü olup, bu eleştirilerin bir ucu Saint Simon’dan Charles Fouriere’e, Robert Owen’dan Pierre Joseph Proudhon’a kadar uzanmaktadır. Bu da göstermektedir ki; Marx ve Engels’in Marksizm’i başında beri polemikler yoluyla gelişmiş olan bir Marksizm’dir. Dahası Marx ve Engels’in yazdıklarının neredeyse 3/2’si polemik eserlerinden oluşmaktadır. Dolayısıyla Marx ve Engels’in hem kendisinden önceki ütopistlere hem de kendi çağdaşlarına yönetmiş oldukları eleştirilerin nihai amacı sosyalizm ve komünizm kavramlarını ütopik kavramlar olmaktan çıkarıp pratik bir bilim olarak ayakları üzerine oturtma isteği ve çabasıdır.
İyi niyetli ama bilimsel gerçeklerden uzak görüşlere sahip olan ütopistlere dönük eleştirileri sayesinde Marx ve Engels, sosyalizm ve komünizm hedefi noktasında o dönem için çok daha gerçekçi bir teorik tablo ortaya koymayı da başarabilmiştir. Fakat bu olgular tek başına Marx ve Engels’in Fransız ütopik sosyalizminden/komünizminden tam manasıyla keskin bir kopuş sağlayabilmiş olduğunu da kanıtlamaz. Zira Marx ve Engels sosyalist ve komünist toplumların neye benzeyeceğine dair çok net ve açık tarifler yapmaktan bilerek kaçınmış olsalar da (keza ütopistlerin durumuna düşmek istenmiyorlardı), yine de sosyalizmin ve komünizmin tanımı noktasında Fransız ütopizminin kimi öğelerini de sürdürmekten geri durmamışlardır. Örneğin, (Gotha ve Erfurt programı’nın eleştirisinde de görüldüğü gibi) sosyalizme dair “herkese emeğine göre” ve komünizme dair “herkese ihtiyacına göre” ilkeleri bu tutumun bir göstergesidir. Marx ve Engels’in muğlak bir biçimde tanımlamış olduğu bu ilkeler zaman içinde Marksistler arasında sosyalist ve komünist toplumun niteliğine dair “değişmez mitsel doğrular” olarak kabul edilmiştir.
Halbuki Marx ve Engels’in bu noktada ki hatası sosyalist ve komünist toplum biçimlerinin emeğin hangi biçimi üzerinde yükselecek olduğunu net ve açık bir biçimde ortaya koymamış olmamalarında aranmalıdır. Zira bu muğlaklığın kaynağı, gelecekteki sosyalist ve komünist toplum biçimlerini, kapitalizmin kendisinden önce gelen köleci, feodal toplum biçimlerinden ne şekilde ayrıştırmak gerektiği sorusuna da yöntemsel bir cevap verememek kaynaklanmıştır. Keza gelecek toplum tasvirinin kendisi şu an içinde bulunduğumuz toplumun önceki biçimlerinin yöntemlerinde yatmakta idi. Dolayısıyla; her biri belirli bir ana emek türü üzerinde yükselmiş olan bütün bu toplum biçimlerinin niteliği, o toplumu var eden emek biçimleri ile açıklanmadığı için, sosyalist ve komünist toplum biçimlerinin niteliği ve karakteri de Marx ve Engels tarafından belli belirsiz bir şekilde bırakılmıştır. Dahası; Marx ve Engels hangi emek türünün hangi toplum türünü belirlediğini ortaya koymadığı için ve bunu da sistematik bir teorik çerçeve içinde yapmadığı için, “emeğe göre” ve “ihtiyaca göre” belirlenen toplum tipleri ve formasyonları da müphem bir biçimde kalmıştır. Kaldı ki; bugüne kadar ortaya çıkan toplum biçimlerinin hiçbirinde salt emeğe ve ihtiyaca göre şekillenmemiş tek bir toplumsal formasyon da yoktur. İnsanın var olduğu her toplumda ihtiyaçlar ve emek zaruridir. Yoksa zaten toplumsal formasyon toplum olmazdı.
Her toplum biçimi emekle kristalize olması nedeniyle; nasıl ki ilkel toplum toplayıcılık ile, nasıl ki köleci toplum avcılık ile, nasıl ki feodal toplum tarım ile, nasıl ki kapitalizm sanayi ile, kristalize olan ve ete kemiğe bürünen toplumlar ise, benzer şekilde sosyalizmde teknik emek türü ile, komünizmde bilim emek türü ile kristalize olan toplum tipleri ve formasyonlarıdır. Dolayısıyla, sosyalizmdeki “herkese emeğine göre” ilkesi ancak teknik emek ölçüsünde ele alınabilirken, komünizmde ise “herkese ihtiyacına göre” ilkesi ise ancak bilim emeğinin ölçüsü oranında ele alınabilir. Kaldı ki; ister köleci, ister feodal, ister kapitalist olsun tüm sınıflı toplum biçimlerinde emek araçları karşısındaki toplumsal kullanıcı, bireysel kullanıcı, bireysel icatçı ve toplumsal icatçı bölümlenmesi var olduğu müddetçe de, emek içi bölünmeler verili emek türleri arasındaki ihtiyaç ve gereksinimlere göre şekil almaya da devam etmiştir, edecektir, etmeye de mahkumdur.
İşte bu emek içi bölünmüşlük hali var olduğu için bütün bir iktisat tarihi soyut emekten somut emeğe, kafa emeğinden kol emeğine, kır emeğinden kent emeğine, üretken olan emekten üretken olmayan emeğe kadar uzanan “parçalanmış emek fenomenlerinin” bir bileşimi olarak ele alına gelmiştir. Halbuki ele alına bu parçalanmışlık “kategorik bir emek formasyonu”dur. Kategorik emek formasyonu ise kavramsal emek formasyonu içerisinde bulunan alt bir belirlenimdir; tali bir belirlenimdir. Bu bölünmüşlüğün ortadan kaldırılabilmesi bu bölünmüşlüğü sönümlendirecek yeni bir emek türünün ve bu emek türüne bağlı olarak ortaya çıkacak yeni bir tarihsel ve toplumsal sistemin ve yeni emek araçları sisteminin varlığını da zorunlu kılar. Nasıl ki toplayıcı emeğin ihtiyaçları ve gereksinimleri toplayıcı emeğin karakterini yansıtmış ise, daha sonrasında gelen av, tarım ve sanayi emek türleri de kendi ihtiyaçlarını ve gereksinimlerini ortaya çıkartmıştır. Başka bir deyişle, hiçbir emek türü ya da hiçbir toplum türü durduk yere ortaya çıkmadığı gibi, kendine özgü ihtiyaçları ve gereksinimleri de durduk yere gündeme gelmemiştir. Şayet sosyalizm ya da komünizm şansa veya hayale bırakılamayacağına göre, gerçek olan budur! Gerçek olan da zorunluluktan kaynaklanan ihtiyaçlar ve gereksinimlerdir.
Dolayısıyla; sosyalist ya da komünist bir toplumun ortaya çıkabilmesi de, bu toplum tiplerinin ortaya çıkış koşullarını sağlayacak olan emek türlerinin ihtiyaçları ve gereksinimleri ile mümkündür. Yeni bir tarihsel ve toplumsal sistem durduk yere ortaya çıkmaz. Ancak yeni bir sistem zorunluluktan dolayı ortaya çıkar. Kaldı ki; teknik emek türünün ihtiyaçları ve gereksinimlerinden bağımsız olarak sosyalist bir toplum biçimi ortaya çıkamayacağı gibi, bilim emek araçlarına dayanan ve bilim emeğinin üzerinde yükselen ihtiyaçlar ve gereksinimler var olmaksızın da komünist bir toplumda ortaya çıkamaz. Tarihin ve toplumun insan iradesi ile ortaya çıkan “hümanist bir yapı” olduğu yanılsaması; insan iradesini aşan bir emek diyalektiğinin var olduğunu görmemekten kaynaklanan bir yanılsamadır. Bu yüzden bu yanılsama toplumsal kullanıcılık, bireysel kullanıcılık, bireysel icatçılık, toplumsal icatçılık arasındaki bölünmüşlüğü de, sınıfsal farklılıklarında bu nedenle ortaya çıktığını görememekten, anlayamamaktan kaynaklandığı gibi, bu durum sınıf gerçeğinin “tümel tarihsel olgusunu” da kavrayamamaktan kaynaklanmaktadır. Sınıflı toplumların tamamında sınıf var ama sınıfsız bir toplum modeli yok. Dahası bir sınıfın ilelebet var olacağına dair bir sınıf tanımı da yoktur. Gerçekte sınıf tanımı emeğin ana formlarına göre oturan tanımdır.
Her şeyden önce komünist bir toplumun var olabilmesi için; öncelikli olarak sınıfların birbirinde iç içe geçerek sönümlenmesi gerekmektedir. Bu da ancak bilim emeği ile mümkündür. Daha doğrusu; toplumsal kullanıcılık bireysel icatçılık içinde sönümlenmedikçe, toplumsal icatçılık bireysel kullanıcılık içinde sönümlenmedikçe; her türden “soyut” ve “somut” emek formu bilim emeğinin içinde kristalize olarak toplumsal icatçılık sistemine dayalı yeni bir toplum tipi ve formasyonu ortaya çıkarmadığı sürece komünizm ham bir hayalcilikten ve ütopizmden başka da bir şey değildir. Fakat bunu gerçekleştirmek yine insan türünün elindedir. Sınıfların varlığını devam ettirende insan olduğuna göre; insan insana yaraşır bir biçimde emeğin emek üzerinde tahakküm kurmadığı bir dünyayı da pekala kurabilir. Lakin bunun yolu da insanın tümel emek araçları karşısındaki tikel “yabancılaşma” halinin yaratılabilmesinden geçmektedir. Daha basit bir şekilde anlatmak gerekir ise; tüm toplumun bilim emeği ürettiği ve bilim emeği tükettiği bir toplumda tüm toplum “icatçılara” dönüşeceği için toplumsal sınıfların varlığı da artık gereksiz bir hale gelecektir. Komünizm ancak zorunluluklar sonucunda ortaya çıkabilir. İnsanın öznel iradesi bu mesafeye ulaşmakta ancak yol gösterici olabilir. Bu yüzden bilimsel komünistlerin asıl vazifesi kitlelere devrimci bir perspektif sunmaktır. Dolayısıyla; bilimin ve aklın yolu emeğin yolu ve emeğin diyalektiğinden geçmektedir. Komünizme giden başkaca bir yol icat edilmemiştir.
Bugün asıl sorun Marksizm’i Marx ve Engels’in bile hayal edemeyeceği bir noktaya getirmektir. Kuşkusuz Marx ve Engels’te en çok bunu isterdi. İşte yaşayan ve nefes alan Marksizm budur! Marksist ve Leninist teoriyi Marx’ın, Engels’in Lenin’in hayal bile edemeyeceği boyutlara getirmek elzem ve ivedi bir durumdur. Marksizm’in koşullarla birlikte değiştiğini söyleyenler, değişen Marksizm’in değişen yönlerini gösterip ispatlamakla mükelleftir. Bugün bunu yapan tek akım Emekoloji’dir. Lakin bugün dahi “Marksizm değişimin pratik teorisidir” diyenler, emme basma tulumba gibi eski metinlere biat edip, yalnızca kafa sallayıp yan gelip yatmaya devam ediyorlar. Ve bunu yaparken de hiç utanmıyorlar. Bırakın Marksizm’in üç kaynağını, değil üç, üzerine sorgulamadıktan, düşünmedikten sonra Marksizm’in üç yüz otuz üç kaynağı olsa ne yazar! Emekoloji yalnızca bu üç kaynağı değil, Marksizm’in tüm kaynaklarını enine boyuna sorgulamakta, Marksizm’in koşullarla birlikte değişen yönlerini tespit etmekte, bütün bunları ise yeni bir kalıp ve yeni bir yöntem temelinde herkesin gözü önünde ulu orta yapmaya devam etmektedir.
Asıl yapılması gereken Marksizm bu üç kaynağını (ve diğer kaynakları) alıp değiştirip, yenileyip, yanlışlardan arındırıp yepyeni bir yapı oluşturmaktır. Marx ve Engels’in de asıl yapmaya çalıştığı şey buydu. Ne yazık ki onların tarihsel koşulları yeni bir yapının inşasına girişmeye yetmedi. Lakin onlar asla bu iş bitti, buraya kadar da demediler. Ölüm döşeklerine kadar bu savaşımın, bu değişimin motoru olmaya çalıştılar. Ölümlerini bile bu azimle karşıladılar. Onların başlattığı ve Lenin ve diğerlerinin devam ettirdiği bu yol emeğin bilimsel yoludur. Onların emekleri ve azimleri sayesinde Emekoloji bilimsel bir yönteme ve çalışan disipline dönüşebildi. Ve hala da dönüşüm süreci devam ediyor.
Arkaya dönüp bakıldığında hiç kuşkusuz emekolojstlerin devasa bir külliyatı, dağlar kadar hazineyi süze süze yeni bir yapının inşasına girişmeleri sanıldığı gibi hiçte kolay olmadı. Küsenlerin, darılanların, olmaz böyle şey diyenlerin eksik olmadığı bu süreçte, eski yapı bozula bozula tümden yok olup, yeni yapı bugün ki yeni biçimini aldı. Ve hala da biçim almaya devam ediyor. Başka türlü olması da mümkün değildi. Lakin bilimsel değişimin rüzgarları politik ve örgütsel kıyılara anca yeni yeni vurmaya başladı. Deniz bitti, kara gözüktü! Emekoloji gemisi kıyıya yanaşma rotasında yolundan sapmadan ilerleyişini sürdürmeye devam ediyor. Artık kendisine yeni bir liman inşa ediyor; öyle eski limanlara yanaşıp da demir atacak gibide hiç gözükmüyor.
Dipnotlar
[1] Buradan hareketle her çağın içkinliğine yönelik “ayrı bir Marksizm’in de” olduğunu iddia edebiliriz. Şöyle ki; Marksizm öncesi “köleci dönem Marksizm’i” ve “feodal dönem Marksizm’i” olarak iki tarihsel döneme ayrıştırabiliriz. Marx buna “ilkel sosyalizm” ve “ilkel komünizm” ile ilgili olarak Marksizm öncesi sosyalizme ve komünizme atıfta bulunarak işaret etmiştir. Marx sınıflı toplumlar oluştuğundan itibaren “sınıfsız toplum özlemini ve onun hareketini” ütopik sosyalizm ve ütopik komünizm olarak Marksizm’e dahil etmiştir. Marx “bizden öncede komünizm fikri vardı. Komünizm fikrini biz icat etmedik” derken tam da bunu kastediyordu. Marksizm öncesi ütopik Marksizm olmasaydı; Marksizm’de olmazdı.
[2] Tümel emek araçları (tümel emek zaman miktarları) karşısındaki tikel göreli emeğin (tikel artık emek zaman miktarlarının) eski emek biçiminden (tarihsel emek zaman miras miktarlarından) ayrışarak adım adım kendi bağımsızlığını ilan etmesi durumu, her yeni emek biçiminin de (tikel toplumsal yeni emek zaman miktarlarının) kaçınılmaz bir sonucudur. Buyurun size emekolojik “artık-emek-değer” teorisinin çok kısa bir özeti.
[3] Lenin Hegel felsefesi üzerine yaptığı kişisel çalışmalarda bu gerçeği kısmen de olsa teşhis etmiş olsa da, yol ve yöntem sorununda bu konuyu bir sonuca bağlayacak sistematik ölçekte bir metodoloji de ortaya koyamamıştır. Lenin “Felsefe Defterleri”nde şunları söylemektedir: "Eğer yanılmıyorsam, burada Hegel'in ulaştığı sonuçlarda çok miktarda mistisizm ve boş bilgiçlik var. Ama temel fikir dahice: evrensel, çok yanlı, her şeyin her şeyle yaşayan ilişkisi ve bu bağlantının insan kavramında yansıması -materyalist bir biçimde başının üzerinde duran Hegel. Bu kavram, öylesine parlatılmış, parçalanmış, esnek, hareketli, göreli, karşılıklı olarak bağlantılı, karşıtlığı içinde birleşmiş olmalı ki dünyayı kucaklayabilsin. Hegel ve Marx'ın eserinin devamı, insan düşüncesinin tarihinin, bilimin ve teknolojinin diyalektik işlenmesini içermeli." Kısacası, Lenin’in bu yorumları yapmasının temel nedeni metodolojik açıdan Marksizm’in henüz bir bilim olmadığına ilişkin ön kabulünden kaynaklanmaktadır. Lenin’in bu ön kabulü Marx ve Engels’in Marksizm’inin tarihsel sınırlarından kaynaklanmaktaydı.
[4] Karl Marx Kapital’in Almanca İkinci Baskısına yazdığı ön sözde şöyle der: “Diyalektiğin Hegel'in elinde maruz kaldığı gizemlileştirme, onun genel hareket biçimlerini kapsamlı ve bilinçli bir şekilde ilk önce Hegel'in ortaya koymuş olduğu gerçeğini hiçbir şekilde gölgeleyemez. Hegel'de diyalektik baş aşağı durur. Gizemsel kabuğun içindeki rasyonel özü bulmak için tersine çevrilmesi gerekir. Gizemleştirilmiş biçimi ile diyalektik var olanı yüceltir göründüğü için Alman modası olmuştu. Oysa rasyonel biçimi ile diyalektik, burjuvazi ve onun doktriner sözcüleri için rezil ve iğrenç bir şeydir çünkü; diyalektikle var olanı olumlu bir şey olarak kavradığımız anda, onun olumsuzlanmasını, zorunlu olarak yok olacağını da kavrarız; çünkü diyalektik her oluşmuş biçimi, akan bir hareket içinde ve dolayısıyla bunun yok olup gidici yanını da gözden ayırmadan kavratır; çünkü diyalektik hiçbir şeyin altında kalmaz, özünde eleştirici ve devrimcidir.” Marx Hegel’deki diyalektiği bu şekilde yorumlar. Lakin Hegel’deki diyalektik böyle midir? Yoksa Marx’ta ki diyalektik gerçekte gerçek midir? Gerçekte; “Hegel diyalektiği” ile “Marx diyalektiğinin” Marx yorumu iki farklı “diyalektik düzlemin” iki farklı kümenin ortak öğeleri ile ortak olmayan öğelerinin birlikte yorumlanmasıdır. Dolayısıyla; iki farklı diyalektik düzlemin varlığının ön kabulü iki farklı diyalektik kavramının değişik tarzda yorumlanmasıdır. Yani Marx burada Hegel diyalektiğini kabul ederken onu kendi diyalektiği içerisinde yorumlamaktadır. Gerçekte Hegel diyalektiği ise ondan önceki filozofların diyalektik anlayışlarının tümelinin özümsenerek kendi diyalektik anlayışının içinde mistik olarak gizlenmesi anlayışıdır. Aslında Hegel’e “usta bir hırsız” dersek abartmışta olmayız! Keza antik Yunan’dan beri diyalektik ve onun içeriği, ister materyalizm içinde, isterse idealizm içinde, yorumlanırsa yorumlansın özünde hiç değişmemiştir.
[5] Nasıl ki öznesiz bir nesne ve nesnellik tarifi olamayacağı gibi, nesnesiz bir özne ve öznellik tarifi de yapılamaz. Soyut emek ve somut emek, kafa emeği ve kol emeği, kır emeği ve kent emeği, üretken olan emek ve üretken olmayan emek vs. biçiminde yapılan düalist ayrımlar sanayi emeğinin türdeş ayrımları olup, sanayi emeğinin ve mantığının izlerini taşıyan bu ayrımlar, kabaca 17. Yüzyıl’dan itibaren önde gelen İngiliz ekonomi politikçileri tarafından geliştirilmiş kavramlar olup, burjuvazinin icatçı emeği ile proletaryanın kullanıcı emeği arasında da görüldüğü gibi, özellikle de icatçı emeğin, yani soyut sofistike emeğin kol gücüne dayalı “somut emek” karşısındaki üstünlüğünü meşru kılmaya dönük ideolojik bir işleve de sahip olmuştur. Sonuçta; kapitalizm altında her şey gibi bilimde ideolojiktir. Dolayısıyla; soyut emek ve somut emek gibi kavramsallaştırmaları ideolojiden tamamen bağımsızlaşmış salt ekonomik ilişkileri yansıtan iktisadi-kavramlar olarak görme yanılsaması büyük bir hatadır. Aslında bir yanıyla da bu kavramlar; feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde sanayi emeğinin icatçı-emek güçlerinin hem eski feodal güçler hem de yeni proleter güçler karşısındaki ideolojik üstünlüğünün İngiliz ekonomi politiği eliyle taçlandırılması işlevini de görmüştür. Halbuki emeğin “doğasında” böyle bir ayrım bulunmadığı gibi; somut, soyutlaşmış-somut, soyut, somutlaşmış-somut biçimindeki çevrimsel emek diyalektiği var olmadığı sürece “nesnesiz” ya da “öznesiz” bir emekten bahsetmekte söz konusu bile olamaz. Gerçekte ise insanın hem öznesi hem de nesnesi emektir; insanın hem tarihsel hem de toplumsal ilerleyişi ancak emek türlerinin diyalektik değişim, gelişim ve dönüşüm biçimlerinin incelenmesi ile anlaşılabilir.
22.02.2023
Serhat Nigiz
6 notes · View notes
evrenkonakci · 1 year
Text
Tumblr media
0 notes