Tumgik
#sanayiburg
serhatnigiz · 8 months
Text
Özel Mülkiyetin Gölgesinde Tarihsel Temsiliyetist Devlete Dair Ütopik Proletaryalist Yanılsamalar Üzerine
Tumblr media
“Komünistlerin kuramı bir tek cümlede şöyle özetlenebilir: özel mülkiyetin kaldırılması. Devlet özel mülkiyetin ilk ve en güçlü koruyucusu olduğuna göre, bu amaç sosyalist güçlerin devlet gücüyle kafa kafaya çatışması olmadan gerçekleşemez.” (K. Marx - F. Engels, Komünist Manifesto)
Marx, Engels ve Lenin gibi düşünen pek çok komünist devlet aygıtının tarihsel olarak değişik ve farklı biçimlerini soyutlayarak ve yorumlayarak devletin özel mülkiyetle özdeş kılındığı bir Marksist tarih algısının zamanla oluşmasına neden olmuştur. Şöyle ki, bu eğilim gerçekte 16. ve 17. yüzyıl burjuva devrimcilerine ait yanılsamalı bir tanımın devamı ola gelmiştir. İşte bu tanım üzerinden burjuva devrimcileri galebe çaldıkları feodalizme (krala ve kralda cisimleşen feodal mülkiyete) karşı savaş açmışlardı. Bu savaşıma da burjuva devrimcileri “özgürlük” mücadelesi adını veriyorlardı. Başka bir deyişle, buradaki özgürlük burjuvazinin feodalizmden ve feodal özel mülkiyetten özgürlüğünü elde etmesinden ibaret idi. Bu sayede burjuvazi ile birlikte kurulan parlamento, genel oy ve seçim hakları, modern (burjuva) insan hakları hareketinin gelişmesine de olanak sağladı.
Dolayısıyla, özel mülkiyetçi devlet algısı, burjuva devrimcileri arasında feodal devlete karşı savaş verme ve onun yerine burjuva özel mülkiyetçi, “hür teşebbüse ve girişime” dayalı bir devlet algısının gelişmesine de zemin hazırlamıştı. Proletaryan özel mülkiyetçi devlet algısı da tıpkı burjuva devrimci algı gibi sorunun temelini özel mülkiyette gördüğü içindir ki, bu durum özel değil, kamusal mülkiyet ilişkileri üzerinden sosyalizme ya da komünizme ulaşılabileceği algısının oluşmasına sebebiyet vermişti. Bu nedenledir ki, sosyalizm ya da komünizm eşittir “kamu mülkiyeti” ya da “devlet mülkiyeti” biçiminde bir algı oluştu. Hatta sosyalist ya da komünist olmak “kamucu” olmakla ya da “devletçi” olmakla özdeş şekilde algılandı. Bugün bile bu algı büyük oranda devamlılığını korumaktadır.
Halbuki proletaryalist algıların aksine özel mülkiyet devleti belirlemiyor, tersine devlet özel mülkiyeti belirliyor. Başka bir deyişle, özel mülkiyetin biçimi sınıf eliyle devleti belirlemiyor, aksine devlet yarattığı memur tabakası (ki bu toplumsal tabakanın bir “sınıf” olduğu da söylenebilir) eliyle sınıfları ve özel mülkiyeti belirliyor. Dahası, ilkel sermayenin oluşabilmesi açısından gerekli olan para-sermayenin tarih sahnesine çıkışı bile devlet ve devleti oluşturan memur tabakası (sınıfı) eliyle gerçekleşmişti. Bunun en bilinen örneği Köleci dönemin ortalarında var olmuş olan Lidya devletinin parayı (sikkeleri) bulan tarihteki ilk devlet olmasıdır. Keza para demek para-sermaye, para-sermaye demek ilkel-sermaye demektir. Burada parayı ve sermayeyi yaratan özel mülkiyet değil, devlettir. Devlet ve devletlü-memur tabakası (sınıfı) olmasaydı bunların hiçbiri gerçekleşemezdi.
Diğer bir deyişle, ister köleci, ister feodal, ister kapitalist sistemlerin tümünde devlet bir memur tabakası (sınıfı) eliyle özel mülkiyetin o toplumsal formasyona uygun biçimini ortaya çıkartmaktadır. Bu ister köleci mülkiyet biçiminde olsun, ister feodal mülkiyet biçiminde olsun, ister kapitalist mülkiyet biçiminde olsun, özel mülkiyetin biçimini belirleyen ana faktör her koşul altında devletin memur tabakası (sınıfı) olmuştur. Bu durumun anlaşılamamış olması proletaryanizm ve genel manada Marksist tarih teorisi açısından devlet ve özel mülkiyet konularındaki temsiliyetizm ve memuriyetizm olgularının da görülememesine neden olmuştur. Ne yazık ki bugün dahi ister teocu/ortodoks Marksizm olsun ister neocu/postçu Marksizm olsun bu konuya dair genel bakış açısı “sınıfların devleti yarattığı ve devletin ise sınıfsal sömürüyü devam ettiren bir aygıttan ibaret olduğu” tezine dayanmaktadır. Halbuki bu tespit ve tanımlama şekli kısmen doğru olmakla birlikte, gerçeğin ancak çok küçük bir bölümünü açıklamaya yetmektedir.
Haliyle, 16. ve 17. yüzyıla damgasını vuran anti-feodal burjuva devrimciliğinin “özel mülkiyet eşittir devlet algısı”, biçimsel olarak kabuk değiştirmiş olsa da, nihayetinde bu algı kamusal mülkiyet biçimindeki proletaryanist temsiliyetist algı içinde de yaşamaya devam etmiştir. Burjuva devrimciliğinin feodalizme karşı geliştirdiği bu tepkisel teorik refleks Marx ve Engels tarafında da yeterince fark edilememiş olsa ki, Marx ve Engels’in yolundan giden Lenin ve Bolşevizm’de bu burjuva tarih algılarından kesin bir teorik kopuşu gerçekleştirememiştir.
Kaldı ki, her toplumsal devlet formu kendisine ait kurumlar ve devletlü bir memur tabakası (sınıfı) yaratarak özel mülkiyete ve sınıflara yukardan aşağıya doğru şekil vermektedir. Aynı durum “reel sosyalizm” olarak anılan Sovyet deneyiminde de kendisini göstermiştir. Keza Sovyetlerde mülkiyet ilişkileri sosyalist ve komünist ütopyaya uygun bir biçimde kamusal hale getirildiği halde, Sovyet devleti içinde de devletli bir memur tabakası (sınıfı) oluşmuş ve çeşitli ayrıcalıklara sahip olan bu tabaka (sınıf) proletarya adına ve proletaryaya rağmen “proletaryan-efendicilik” yapan bir devletlü-memur tabakasına (sınıfına) dönüşmekten de kurtulamamıştır. Başka bir deyişle, kamusal mülkiyetin varlığı Sovyet sistemi içerisinde sovyetik bir memur tabakasının (sınıfının) ortaya çıkmasını engelleyememiştir. Bu da yine tek tek şahıslara (Lenin’e, Stalin’e vs.) bağlanarak açıklanabilecek bir durum olmayıp, tamamen sistemin yapısal karakterinden kaynaklanan bir durumdur. Aynı memur tabakası (sınıfı) Sovyetlerin dağılması sürecinde halkın büyük çoğunluğunun karşı çıkmasına karşın (91’deki referandum sonuçlarına rağmen) sistemin fişini çekmekten de geri durmamıştır.
Bütün bu nedenlerden dolayı, devleti eşittir özel mülkiyet olarak gören proletaryalist teori ve algı, devletin kendisinin devletlü bir memur tabakası (sınıf) yaratmakta oluşunu da ne yazık ki göz ardı etmiştir. Başka bir açıdan, proletaryalist-Marksizm devleti oluşturan memurun (sınıfın) devletlü bir tabaka (sınıf) olduğunu göremediği için, bürokrasi sorununda çuvallamış ve bu konuya dair akılcı çözümler ve esnek stratejiler/taktikler geliştirmekte de başarısız olmuştur. Başka bir deyişle, proletaryanizm temsiliyetizme ve memuriyetizme karşı mücadelede “iki kere ikinin her zaman dört etmeyeceğini” bir türlü anlamak istememiştir! [1]
Hangi devlet biçimi olursa olsun, insanlık tarihinde bugüne kadar görülmüş olan tüm devlet türleri devletin kendisinin özel mülkiyetçi bir sınıf yaratmasına dayanmaktadır. Bu yüzden kamusal mülkiyete dayalı bir temsiliyetist ve memuriyetist sistem kendisine “sosyalist” ya da “komünist” de dese, bu sistemin kamusal bir memur tabakası (sınıfı) yaratması da kaçınılmazdır. Keza her türden özel mülkiyetçi sistemin çatısında/toplumsal üst yapısında devlet ve devletlü-memur tabakaları (sınıfları) vardır. Fakat her özel mülkiyet durumundan da eşittir kapitalizm çıkmaz. Kapitalizmin ortaya çıkabilmesi kapitalist devlet ve devletlü-memur tabakası (sınıfı) tarafından yaratılmış olan özel mülkiyet biçimlerini (ve bu biçimlere bağlı burjuva/feoburg/sanayiburg/teknoburg vs. türlerini) zorunlu kılar. [2]
Dolayısıyla, kendisine “sosyalist” ya da “komünist” adını veren bir sistemde de devleti ve devletlü-memur tabakalarını (sınıflarını) aşağıdan yukarıya doğru denetleyebilecek, geri çağırabilecek, hesap sorabilecek ve yargılayabilecek toplumsal kurumlar yoksa ortada bir “işçi iktidarı” ya da “emekçi iktidarı” pratiğide yok demektir. Bu durumda aynı devletin ve devletlü-memur tabakasının (sınıfının) yukardan aşağıya doğru kapitalist özel mülkiyeti ve burjuvaziyi (sınıfı) yeniden örgütlemesi sadece bir süreç meselesinden ibarettir. SSCB’de, Doğu Avrupa ülkelerinde ve Çin’de yaşayan acı deneyimler bu gerçeğin en açık kanıtıdır. [3]
Salt Lenin açısından değil, Marx ve Engels açısından da “özel mülkiyet eşittir devlettir” algısı burjuva devrimci bir algı olup, proletaryanizmin bu sorunu kamusal mülkiyet yoluyla aşma gayretleri de başarısız olup yenilgiye uğrayınca, Sovyetlerde ve diğer ülkelerde proletaryanizmin zamanla kamusal bir bürokrasiye ve hatta kamusal bir aristokrasiye dönüşmesi de yine bu devletlü-memur tabakası (sınıfı) gerçeğinin yeterince kavranamamış olmasından kaynaklanmıştır. İşte toplumsal denetimizm düşüncesi bütün bu deneyimlerin deney öncesi ve deney sonrası derslerinin bugün ki pratik deneyler ve mücadeleler içinde aldığı teorik ve felsefi bir miras-biçimi olma özelliğine de sahiptir. Nasıl mı?
Tarihte devlet var oldu var olalı, devletlü-memur kastları da, sınıfları da, zümreleri de temsiliyetizm ile birlikte var ola gelmiştir. Yürütme, yargı ve yasama kurumları şeklinde gelişen üç bacaklı devlet modelleri, kapitalist toplum modellerini yaratırken ve bu modeller bir avuç kasta/sınıfa/zümreye dayanırken, sınıflı toplumların aksine sınıfsız bir topluma gidişte, yeni sosyalist devlet ve iktidar modeli olan toplumsal denetim kurumlarının temelleri başlangıçta bir avuç insan tarafından atılacak olsa da, süreçle birlikte bu kurumlar toplumsallaşa toplumsallaşa her geçen gün daha da toplumsallaşarak bir avuç insan olmaktan çıkarak, çoğunluğu kucaklayıp içine alan devasa topluluklara dönüşe dönüşe, tüm emekçileri ve ara sınıfları tek bir çatı altında birleştire birleştire, ezici çoğunlukların toplumsallaşmış devlet aygıtına dönüşecektir. Başka bir deyişle, devlet temsiliyetizm ile değil, denetimist bürokratizm ve denetimist devlet ile kitleselleşerek temsiliyetist devletinde adım adım sönümleneceği bir sürece doğru evrilecektir.
Tarihte yürütme, yargı ve yasama temsiliyetizmleri var oldu olalı, bunlara bağlı temsiliyetist devlet aygıtları yetkiyi kurumlardan kurullara, kurullardan üst kurullara, üst kurulları da kişilere bağlayan bir yapıya sahip ola gelmiştir. Bu yüzden sosyalizmin alt evresindeki çoğulculuktan sosyalizmin üst evresindeki çoğunlukçuluğa geçiş sürecinde yetki toplumsal iradeye/emekçi sınıflara doğru yayılmak ve genişlemek zorundadır. Ancak bu şekilde yetki bir avuç kastın/sınıfın/zümrenin elinden zor yoluyla alınarak emekçi kitlelere üleştirilebilir. Ve ancak bu yolla emekçi sınıfların gerçek tarihsel iktidarı tesis edilebilir.
Sosyalizm her şeyden önce politik bir kültür meselesidir. Kuşkusuz bu kültürün merkezinde de toplumsal denetim düşüncesi olmak zorundadır. Toplumsal denetimist politik kültür ve bilinç oluşturmak komünistlerin görevidir. Sosyalizm artık bu şekilde tarif edilmelidir. Başka türlü bir sosyalizm kesinlikle mümkün değildir. Tarihsel pratikte yenilgiye uğramış ve bir daha gerçekleşmesi mümkün olmayan proletaryalist “sosyalizm” modelleri dün olduğu gibi bugünde bir yanılsamadan ibarettir!
O vakit Marx ve Engels’in kaleme almış olduğu Komünist Manifesto’yu yeniden yorumlandığımızda şunları söylememiz gerekir:
“Komünist kuramı “bir tek cümlede” özetlemek gerekir ise, özel mülkiyetin kaldırılması, özel mülkiyetin en güçlü koruyucusu olan devletlü-kastlara/sınıflara/zümrelere karşı toplumsal denetimist politik kültür ve bilinç geliştiği ölçüde gerçekleşebilir. Dolayısıyla, sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçişte, toplumsal denetim mücadelesi yürütülmeksizin emeğin çoğulculuğundan emeğin çoğunlukçuluğuna da sosyalizm yoluyla geçiş mümkün değildir. Bu geçişin sağlanabilmesi tüm sınıflı toplumlarda özel mülkiyetin karakterini belirleyen temsiliyetizm ve memuriyetizm biçimlerine karşı denetimist bürokratik savaşımı da zorunlu kılar. Aksi takdirde, tarihsel-temsiliyetist burjuvazinin politik ve kültürel hegemonyasına da asla son verilemez.”
Sonuç olarak bir topluma karakterini veren şey, her ne kadar alt yapıda “üretim ilişkileri” gibi gözükse de, aslında alt yapıda emek türlerinin birleşik diyalektiği o toplumun alt yapısında her ne kadar gözükmese de ve bu durumda alt yapı üst yapıya oranla daha çekinik ve ikincil planda var oluyorken, o toplumun son çözümlemede karakterinin üst yapı ile belirlenmesi nedeniyle, o toplumun üst yapısını da belirleyen temsiliyetizm ve temsiliyetizmin türevleri olmaktadır. Bu tespit emekoloji’nin “alt yapı ile üst yapı arasındaki diyalektik birliğinin” temelini oluşturmaktadır.
Kısacası, temsiliyetizm ve temsiliyetizm türevlerine göre o toplumun ana egemen biçimi belirlenirken, bu biçime uygun düşen alt yapıda ise emek türlerinin birleşik diyalektiği o toplumun (ekonomik, kültürel, sanatsal vs.) dokusunu ve karakterini oluşturmaktadır. Emekoloji, alt yapı ile üst yapı arasındaki bu diyalektik ilişkinin emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiği temelinde yeniden yorumlanması ihtiyacından da ortaya çıkan yeni bir bilimsel disiplindir.
Temsiliyetizm bürokratizmden çok farklı bir şeydir. Memuriyetizm ile bürokratizmin doğrudan birbirine bağı olsa da, temsiliyetizmin hem memuriyetizmden hem de bürokratizmden apayrı bir yapı oluşturduğunu anlayabilmek için ilkel komünal topluma bakmak yeterli gelecektir. İlkel komünal toplumda ne memuriyetizm ne de bürokratizm vardı. Lakin memuriyetizmin ve bürokratizmin ilkel komünal dönemde var olmamış olması durumu ilkel komünal dönemde temsiliyetizmin var olmadığını kanıtlamaya yetmez. Keza temsiliyetizm oluşmadan, din ve devlet oluşmadan, devlet bürokrasisi oluşmayacağı için, temsiliyetizmden sonra devletin bürokratizmi oluşur, en sonda ise bu bürokratizmi yöneten de bir memur tabakası (sınıfı) oluşur. Bu memur tabakası (sınıfı) oluşur oluşmaz da özel mülkiyetçi sınıflı toplum formasyonu ortaya çıkar. Köleci özel mülkiyet, feodal özel mülkiyet, kapitalist özel mülkiyet biçimleri bu sınıflı toplum formasyonlarının aldığı tarihsel-temsiliyetist biçimlerdir.
Dolayısıyla, sınıf toplumlar tarihi temsiliyetizm ve temsiliyetizm türlerinin biri biri üzerine geçen biçimlerinin ve bu biçimler arasında süre giden savaşımların tarihidir. Halde böyle olunca, sosyalizm ve komünizme giden yol temsiliyetizmin ve temsiliyetizm türlerinin panzehiri olan toplumsal denetimizm mücadelesinden geçmek zorundadır. Bu sebepledir ki, özel mülkiyetin gölgesindeki tarihsel temsiliyetist devlet biçimlerine dair ütopik proletaryalist algı ve teorilerin kapsanarak aşılması bilimsel komünist düşüncenin gelişimi içinde bir elzemdir.
Dipnot
[1] Her özel mülkiyet eşittir kapitalizm anlamına gelmemektedir. Keza her özel mülkiyetten kapitalizm çıkmaz. Kapitalizmin ortaya çıkabilmesi için özel mülkiyetin kapitalist biçiminin (sanayi emek türünün) ortaya çıkması gerekir. Şayet devlet ve devletlü-kastlar/sınıflar/zümreler olmasaydı özel mülkiyeti temel alan bir devlet modelide, üç bacaklı kapitalist bir devlet modelide ortaya çıkamazdı. Kapitalizmin dolayısıyla kapitalist özel mülkiyet biçiminin ortaya çıkışında devletin ve devletlü-kastların/sınıfların/zümrelerin oynadığı rol gerçekte hiç kimse tarafından görülmek istenmemiştir. Emekolojistler bu yüzden temsiliyetizm kavramını durduk yere kullanmamışlardır. Köleci sistemde bile bir kölenin teminatı köle sahibinin ukdesindeydi. Modern kapitalizmde de işler seçme, seçilme, parlamento vs. üzerinden yürüdüğü için "seçmenin teminatı da seçilmedir" diye kabul edilmekteydi. Bu da asli unsur olan seçmenden/emekçi sınıflardan kopuk bir seçilmenler (atanmanlar) kastının/sınıfının/zümresinin oluşmasına ve halkın çoğunluğunun yararına değil, bir avuç seçilmen azınlığının çıkarı için var olmaya devam eden bir devlet ve iktidar aygıtının ortaya çıkması sonucunu doğurmaktaydı. Kapitalizm gücünü devletlü-kastlardan/sınıflardan/zümrelerden almakta ve özel mülkiyetin/sermaye birikiminin biçimide bu şekilde belirlenmektedir. Talan ve yağma düzeni temsiliyetizm eliyle sürdürülmektedir. Kapitalist devlet ve devletlü-sınıflar olmasa burjuvazi bir ay bile ayakta kalamaz! Devlet aradan çıkarsa dünyanın açları, baldırı çıplakları, garibanları, dışlanmışları, ötekileri vs. bunları çiğ çiğ yer bitirir! Kapitalizm denilen illetin tarihi şunun şurasında oturmuş ve yerleşik bir sanayi kapitalizmi olarak ortaya çıkması en fazla 200 yıl bile değildir. Üstüne üstük kabaca 1950-60 sonrası glokal-kapitalizmin gelişimiyle sahneye teknik-elektronik emeğin çıkması ve protekyanın kendiliğinden bir biçimde de olsa üretimde fiili önderlik konumuna geçmesiyle birlikte, sanayiburglar ve teknoburglar ne yapsak da sistem üzerindeki kontrolümüzü sürdürsek diye kara kara düşünmeye başladılar. Zira hem temsiliyetizm hem burjuva devlet modelleri hem de devletlü-kastlar/sınıflar/zümreler tarihsel sınırlarının sınırına yaklaşmış durumdalar. Kuşkusuz bu durum, biri biri üzerine geçerek ilerleyen emek türlerinin doğa karşısındaki mukavemet oran ve orantılarıyla meydana gelen tarihsel sistemlerin devir ve momentlerinin hesaplanmasıyla da, nominal değerler açısından yeni bir tarihsel sistem olan sosyalizmin de hangi şartlar ve hız mekaniği ile ortaya çıkacağına dair somut ve soyut ön görüngülerin oluşabilmesini de olanaklı hale getirmektedir.
[2] Her temsiliyetizm kesinkes memuriyetizm yaratır. Lakin her memuriyetizm kesinkes temsiliyetizm yaratır diyemeyiz. Keza her memuriyetizm kısmen temsiliyetizm yaratabilir. Köleci, feodal ve kapitalist temsiliyetizm sırasıyla köleci, feodal ve kapitalist memuriyetizm yaratmıştır. Toplumsal denetimist memuriyetizm ise sosyalist memuriyetizm yaratır. Bu sosyalist memuriyetizmde temsiliyetizm değildir. Bu toplumsal denetimist memuriyetizm yaratılamadığı için Sovyetik proletaryan temsiliyetizm modeli çökmekten kurtulamamıştır. Bu şartlar altında da sosyalizme geçiş yapmak mümkün olmamıştır. Sosyalizmin tarihsel olgu ve ilkesi olan toplumsal denetimist fikirler hayata geçirilemediği için proletaryan kapitalizm ne üst yapıda ne de alt yapıda sosyalizme dönüşememiştir.
[3] Örneğin, Bolşevikler iktidarı aldıklarında da aldıktan sonrada gerçekte iktidar değillerdi. Çünkü eski sistemin iktidar ilişkileri hala canlılığını koruyordu. Öyle bir noktaya geldiler ki, yönetemeyeceklerini anlayınca mecburen eski sistemin memurlarını yeniden göreve çağırmak zorunda kaldılar. Troçki bile Lenin'in talimatıyla ilk başlarda Kızıl Ordu’yu (asker Sovyetlerini) eski Çarlık subaylarından ve askerlerinden devşirmek zorunda kalarak kurmuştu. Bu da tarihsel zorunluluktan idi. Çünkü askerlik bilim ve eğitimine vakıf olan bilinçli komünist sayısı pratikte bir avucu geçmiyordu. Yeni Sovyet devletinin başındakilerde bir avuç komünistti ve tüm çevreleri eski sistemden gelen memur kastları tarafından zorunlu olarak kuşatılmıştı. İster “işçi devleti” densin, ister “proletarya devleti” densin, devlet varsa kurum ve memur var demektir. Sovyetler Birliği’nde de tıpkı kapitalist ülkelerde olduğu gibi yasama, yargı ve yürütme biçimindeki devlet erkleri vardı. Buna verilebilecek en basit örneklerden biri Sovyet yargısının içinde bulunduğu durumdu. 1920'lerden itibaren Sovyet yargı sistemi içinde çalışan hakim, savcı ve avukat gibi yargı personelinin çoğunluğu feodal Çarlık döneminde yetişmiş olan kişilerden (feodal-memurlardan) oluşuyordu. Dolayısıyla, bu feodal-memurların hak, hukuk, adalet vs. gibi temel yargı normlarına dair bakış açıları tarihsel ve toplumsal temsiliyetist kültürden kopmuş değildi. Gerçekte iktidar olmak sadece siyasi iktidara bir partinin geçmesinden ibaret değildir. İktidar sorununun çözümü yeni tarihsel ve toplumsal bir sistemin inşası için gerekli olan kurumların eski toplumun bağrından çıkabilmesi kabiliyetine ve iradesine bağlıydı. Keza eski toplumun olumlu ve olumsuz mirasını devralan yeni kurumlar olmaksızın eski toplumdan gelen canlı ve somut iktidar ilişkilerinin denetim mücadelesi içinde zayıflatılabilmesi ve temsiliyetist kültürden gelen burjuva alışkanlıkların ve algıların ortadan kaldırılabilmesi mümkün değildir.
31.08.2023
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
serhatnigiz · 2 years
Text
Daria Dugin Suikasti Üzerine Kısa Bir Değerlendirme
Tumblr media
Alexander Dugin'in kızı neden bir suikast ile öldürüldü? İstihbarat savaşlarında bu tip suikastlere "manşet atma" adı veriliyor. Şöyle ki; öne çıkan bir Rus istibaratçısı ya da siyasetçisi değil de, kamuoyuna mal olmuş ünlü bir ismin kızı öldürülerek kime ve neden mesaj verilmek istenmiş olabilir?
Bu soruyu cevaplayabilmek için öncelikli olarak dünyadaki mevcut güç dengelerine bakmak gerekir. Dolayısıyla; başını ABD'nin çektiği tek kutuplu sistemin hızla dağılma süreci içine girdiği bunun yerine çok kutuplu bir yapının oluşmaya başladığı glokal bir evreden geçmekte olduğumuzu söyleyebiliriz.
Bu çok kutuplu kapışmada ABD özellikle Almanya ve Fransa gibi ülkelerin alacağı tutumu dikkatle izliyor. Zira son dönemde yarım ağızlada olsa Almanlar ve Fransızlar Ukrayna'da devam eden savaşta taraf olmak istemediklerini açıkca dile getirdiler. Keza bu savaşın daha fazla uzaması Avrupa ekonomisini geri dönüşü olmayan zararlara uğratacaktır. Bu noktada Avrupalılar savaşın dışına çıkmak isteyen açıklamalar yapıyorlar. Bu da ABD nezlinde Avrupalı hükümetlerin sadaketinin sorgulanmasına neden oluyor. Dolayısıyla; Daria Dugin suikasti Avrupa'ya dönük "savaş devam edecek, tarafınızı seçin" mesajını da içermekte. Önümüzdeki süreçte Avrupa başkentlerini içine alan saldırıların gerçekleşmesi ihtimali de göz ardı edilmemeli.
Lakin herkes farkında ki; gerçekte bu savaş bir "Rusya-Ukrayna savaşı" da değil, aslında böyle bir savaş yok. Bu savaş aslında bir ABD-Rusya savaşı! Zelenski hükümeti kukla bir hükümet ve bu hükümet ve ordusu (ve devletin içinde kurumsallaşmış olan neo-nazi gruplar) Kiev'e yerleşmiş olan Amerikan Özel Kuvvetleri ve CIA'in desteği ile ayakta duruyor.
Dünyanın büyük bir kırılma sürecinden geçtiği bu evrede ABD'nin stratejisi aslında çok basit bir mantığa dayanıyor. O da taraf olmaya zorlamak!
Düşünün ki Soğuk Savaş döneminde bile NATO'ya üye olmamış olan İsveç ve Finlandiya'nın önüne ne koyuldu ki, ABD bu ülkelere ne söylendi ki, bu ülkeler bir anda topuklarına vura vura NATO'ya üye olmaya karar verdiler ve yasama organlarından/parlamentolarından apar topar yeni düzenlemeler çıkardılar. Ne değişti?
ABD'nin bu ülkelere verdiği mesaj aslında çok net. O da şu ki; dünya hızla yeni bir savaşa sürüklenirken yeni paktların oluşması da kaçınılmazdır. Tıpkı 1. ve 2. emperyalist paylaşım savaşlarında olduğu gibi dünya hızla yeni bir kamplaşmaya doğru ilerlemekte. Finliler ve İsveçliler bu mesajı çok net bir biçimde almış olmalılar ki; NATO'nun nükleer koruma şemsiyesinin altına girerek kendi saflarını açıkca belli etmiş oldular.
Özetle söylemek gerekir ise; ABD NATO aracılığıyla dünyayı yeni bir paktlaşmaya doğru sürüklüyor ve bunu yaparken de başta Avrupa ülkeleri olmak pek çok ülkeyi taraf olmaya zorluyor.
Tabii ki bu paktlaşmanın bir başka tarafı daha var: O da Rusya ve Çin. Bu iki ülke arasında kısmi anlaşmalıklar olsa da, her iki ülke yaklaşan tehlikenin farkında ve tüm hazırlıklarını buna göre yapıyorlar. Özellikle de Çin'in ekonomik planda ABD'yi geride bırakma ihtimali arttıkça Washington'un bu duruma karşı tepkisi daha da sertleşiyor.
Çin'in Asya Pasifik hattındaki manevra kabiliyetini sınırlamak pahasına komşu ülkeleri tepeden tırnağa silahlandıran ABD son Tayvan krizi ile birlikte Çin'i kuşatma stratejisini derinleştireceğini bir kaz daha göstermiş oldu. Elbette Çin'de boş durmuyor her alanda hızlı bir biçimde ordusunu modernize etmeye devam ediyor. Çin Aynı zamanda Rusya, Hindistan, İran gibi ülkeler ile bölgesel işbirlikleri ve askeri ittifaklar kuruyor.
Bugüne kadar Çin ABD'nin kendisine dönük hamlelerine yine sistem içinde kalarak cevap vermeye çalışsa da, Pekin'de iyi biliyor ki ABD tıpkı Rusya'ya yaptığı gibi Çin'i de sistem dışına iterek yalnızlaştırmaya ve izole etmeye çalışıyor. Keza Çin'in Asya'dan Afrika'ya, Orta Asya'dan Latin Amerika'ya kadar uzanan yatırımları ve kurduğu yeni ittifaklar ABD'nin küresel siyaseti için ciddi bir tehdit oluşturuyor.
Bütün bu emperyalist paktlar arasındaki gerilim yeni bir batı-doğu savaşınında habercisi gibi. Zira minoktokratik sanayi kapitalizminin ve eski tip ulus pazarlarının daralma sürecine girdiği fakat bir yandan da ulus-üstü tekno tekellerin hakimiyetine dayalı gloktokratik bir kapitalizme geçiş sancılarının yaşandığı bir evrede mevcut çelişkilerin salt barışçıl ve diplomatik yöntemler ile aşılabilmesi şimdilik pekte mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla; tarafların hızla kendi paktlarını yeniden yapılandırmaya çalıştığı bir süreçte çok kutuplu gloktokratik bir tekno-kapitalizme geçişin sancısız olacağını düşünmek elbette ki saflık olacaktır.
Lakin şu da var ki; ABD'nin başını çektiği paktlaşma hedef tahtasına "Doğu'nun fethini" koyarsa ve bunu Rusya ve Çin gibi ülkelere karşı askeri yoldan yapmaya çalışırsa, bana soracak olursanız bu kesinlikle Batı kapitalizmin sonu olur. Dolayısıyla; ne ABD ne de onun müttefikleri bunun altından kalkamazlar ve başlatacakları olası bir savaşın içinden kendileri de sağlam çıkamazlar. Peki bütün bu riskleri göze alıp böyle bir çılgınlığa kalkışabilirler mi?
Bence evet, kalkışabilirler. Keza ulus-üstü bölgesel tüketim pazarlarının hakimiyetine dayalı gloktokratik-emperyalist yapıya geçişte kendi küresel hegemonyalarını koruyabilmelerinin tek yolu Çin gibi Rusya gibi diğer glokal-emperyalist rakiplerini saf dışı bırakmaları ile ancak mümkün olabilir. Bu durumda üzülerek söylemek zorundayım ki; insanlık 1. ve 2. emperyalist paylaşım savaşlarını bile kesinlikle mumla arayacaktır.
Lakin emperyalist savaş demek aynı zamanda dünya çapında yeni devrimci dinamiklerinde harekete geçmesi anlamına gelecektir. Keza kapitalist-emperyalist sistemin dünya halklarına ve emekçilerine bunca acıyı ve ızdırabı yaşattıktan sonra ayakta kalabilmesi ve daha ileri ve insancıl bir sistem olarak sosyalizme geçişi engelleyebilmesi her zamankinden daha da zor olacaktır.
Lakin dünün proletaryanist yolu artık sosyalizme giden yola ışık tutmadığı gibi, proletaryanizmden sosyalizm beklemek en hafif tabirle bir erkeğin çocuk doğurmasını beklemek kadar saçma ve anlamsızdır!
Emperyalist savaşlara ve burjuvazinin (sanayiburgların ve teknoburgların) egemenliğine son verebilecek olan yegane sınıf teknik emekçiler sınıfıdır. Dolayısıyla; protekyanın ideolojik ve politik önderliği olmaksızın insanlığın kapitalizm belasından kurtulabilmesi ve sosyalizme doğru yol alması da boş bir fanteziden öteye geçmeyecektir.
25.08.2022
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 5 years
Text
Sanayi Emeğinden Teknik Emeğe Geçişte Alt Emek Türlerinin İş Bölümü Mekaniği Üzerine
Tumblr media
“Hiç bir kapitalist ülkede, ekonominin hiç bir dalında dengeli bir gelişme yoktur. Kapitalizm, kah ileri doğru hızlı adımlar atarak, kah geçici bir zaman için önceki düzeyine düşerek, yalnız sıçramalarla, yalnız zikzaklarla gelişebilir.”
V. İ. Lenin, Rusya’da XIX, Yüzyılın Sonlarına Doğru Toprak Sorunu.
Üst emek türlerinden farklı olarak alt emek türlerinin iş bölümü mekaniğinin anlaşılabilmesi için öncelikli olarak yöntemsel açıdan emeğin yayılım grafiğinin incelemesi gerekir. Keza; emeğin yayılım grafiğinde yer alan “tarihsel emek zaman” yayılımları üzerinden “emek devirlerindeki döngülere” bağlı “alt türlerin başka alt türlere” geçiş yapma olasılıkları ve dizilimleri ancak emekolojik bir metod yoluyla kavranabilir. Zira; emek türlerinin “ana kalıpları” alt türlerin “ana kalıpları” ile aynı ölçekte gelişen bir soyutlama düzeyine sahiptir.
Örneğin; (nitel gelişmiş sanayi emeği) D-5’in bir alt türü olarak D-5 ile (nitel dönüşmüş sanayi emeği) D-6 arasında kalan bir üst emek türü bir önceki türe oranlandığında; makro-elektronizmin oluşabilmesi için öncelikli olarak mikro-elektronizmin oluşması gerekmektedir. Kabaca söylersek; 1950-60’lı yıllarda glokal ön-elektronizmin oluşum süreçleri başlarken, 1970’lere gelindiğinde elektronizm oluşmuş, 1980-90’lı yıllara gelindiğinde ise bu süreç makro-elektronizm boyutunu alarak doruğa çıkmıştır. Lakin; 2000’li yıllara gelindiğinde ise, makro-elektronizm kendi içinde parçalanarak ilk mikro-elektronizmin oluşum süreçleri başlamış, günümüzde ise mikro-elektronizm egemen hale gelmiştir. Bu durum en somut biçimiyle teknik/elektronik emek araçlarının boyutlarındaki mikro ölçeklendirmeli “küçülme eğilimi” ile de rahatlıkla gözlemlenebilir.
Nesnel/özneleşmiş-nesnel ve öznel/nesneleşmiş-öznel emek araçlarının doğa üzerinde kurmuş olduğu hakimiyet seviyeleri oranları açısından ele alındığında; insanlığın bugün ki “doğaya müdahale hızı” 4000’li devirlerden yukarıya doğru tırmanarak 5000’li emek-devirlerine doğru hızla ilerlemektedir. Başka bir deyişle, alt emek türlerinin iş bölümü mekaniği incelenirken; aynı mantıksal yapı çerçevesinde nicel süreçler ve nitel süreçler olmak üzere, bir genelleme-formu olarak 3-biçim üzerinden emek türlerinin değişim, gelişim ve dönüşüm hızlarının (ve bu hızların neden olduğu çatışkıların) hesaplanabilmesi de mümkündür. Bu sayede; insanın doğaya müdahale devri ve hızına ilişkin olarak daha sağlıklı soyutlama-verilerine ulaşmakta mümkün hale gelmektedir. Emekoloji biliminin temel araştırma başlıklarından biri de budur.
Emeğin yayılımsal hareketine; minimal, glokal ve global (M-V-G) koordinatların konumlanışları da eklendiğinde; bu yolla “emek direçleri” ve “emek baskılamaları” üzerinden “emek çatışmasının” (eski tabirle sınıf mücadelesinin) boyutlarını da daha iyi ortaya koyabileceğimiz gibi, kapitalist sistemdeki emek-krizlerinin sosyal-krizlere ve yönetsel-krizlere yol açan “zayıf sinir krizlerini ve hassasiyetlerini” de bulabileceğimiz gibi, stratejik ve taktiksel süreçlerde politik manevra ve güç kaydırma intikallerini de hızlı bir şekilde ayarlayabilecek çevik ve dinamik bir “canlı emek organizması” yapısına dönüşebilmekte içten bile değildir. Kuşkusuz böylesi bir “bioemek-olojik-komünist-yapı” her açıdan hakim sınıfların korkulu rüyası haline gelecektir.
Emek tarihine baktığımız da emeğin değişmeden yerinde saydığı hiç görülmemiştir. Herşey gibi emekte sürekli bir başkalaşım ve hareket halindedir. Bu kaide; emeğin ister üst türleri için olsun, ister alt türleri için olsun, her zaman geçerlidir. Örneğin; Yükselişe geçen köleci krallıklar, feodal imparatorluklar, kapitalist ulus-devletler vs. bunların tarihsel ve çoğrafi sınırları incelendiğinde aralarındaki açık ara farklar da rahatlıkla görülebilir. Av emeğinin ve araçlarının üzerinde yükselen köleci sistem, tarım emeğinin ve araçlarının üzerinde yükselen feodal sistem, sanayi emeği ve araçları üzerinde yükselen kapitalist sistem vs. bunların hepsi o sisteme hakim olan ana emek türünün ve o ana emek türü ile belirli bir uyum ve çatışma halinde hareket eden alt emek türlerinin birleşik hareketi neticesinde dünyaya müdahale etmekte ve bu oranda insanlık belirli kaynaklara ulaşma ve coğrafi sınırlar inşa etme yoluna gitmektedir.
Çokta gerilere gitmeye gerek yok. Yakın döneme baktığımız zaman modern devletler alemine bugün bile yeni üyeler eklenirken, eski sınırlar değişmekte ve yeni glokal-sınırlar oluşmaktadır. Lakin; bu sınırlar sanılanın aksine ulusal temelde değil, bölgesel-ulusçuluk temelde oluşmaktadır. Ulus-ötesi bölgesel “uluslaşmaya” dayalı olarak gelişen burjuva devletleri bu nedenle varlıklarını ulus-üstü-glokal bir coğrafi şemsiye altında sürdürme yoluna gitmektedir. Gelinen noktada tek tek burjuva devletlerin salt kendi ulusal pazarlarına dayanarak varlıklarını sürdürebilmesi de tümüyle imkansız bir hale gelmiş bulunmaktadır. Diğer bir deyişle, minimal-sanayi-ulusçuluğu ölüm döşeğinde olan ve can çekişen bir ulusçuluk türüdür.
Baskın konumlanıştaki D4-minimal-ulusçuluğunun “alt-tür” haline gelmeye başladığı; çekinik konumlanışta ki D5-glokal-ulusçuluğunun ise hızla “üst-tür” haline gelmeye başladığı glokalizm evresinde; doğal olarak yeni tip bir sömürgecilik/emperyalizm biçimi de ortaya çıkmaktadır. Keza; bu sömürgecilik/emperyalizm biçimi, D4 tabanlı sanayi sömürgeciliğinin/emperyalizminin feodal sömürgeciliğe/emperyalizme karşı geliştirdiği ulusal pazar sömürgeciliğinden/emperyalizminden farklılıklar arz etmektedir. Dolayısıyla; daralan sanayi pazarlarının genişletilmesi ihtiyacından ziyade (ki sanayiburgların asıl sıkıntısı da budur), var olan glokal-bölgesel pazarların “nitelikli sömürüsü” öne çıkmaktadır ki; bu da kendisini tüketim-değer yasasında bulan teknik ve teknolojik ürünler-metalar sömürü ile ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle; tekno-sömürgeciliğin/emperyalizmin asıl işlevi teknolojik ve teknik üretim mallarının/metalarının genişletilmiş bölgesel pazarlardaki sistematik tüketimi/sömürüsüdür. Burada asıl hedeflenen ise; sanayi-kar karşısında tekno-kar-sömürüsü oranlarının hem göreli hem de mutlak olarak arttırılmak istenmesidir.
Bütün bu nedenlerden dolayıdır ki; günümüzde kapitalizmin krizi farklı bir biçimde gerçekleşmektedir. Bugün için kapitalizmin krizi ne klasik manada bir “aşırı üretim krizi”dir, ne de “sermayenin doşamama krizi”dir. Krizin asıl nedeni; eski minimalist sanayi emek güçlerinin yeni tip glokalist emek ilişkileri önünde bir engel oluşturmasından dolayı, glokal-kapitalizmin gereksinim duyduğu sistemsel ve yönetsel (yapısal) değişiklikleri yapmakta zorlanmakta oluşudur. Lakin; bu süreç er ya da geç yerini minimal-sanayi-tekellerinin hakimiyetinden glokal-tekno-tekellerin bölgesel ve uluslararası hakimiyetine doğru bırakmak zorunda kalacaktır. Kısacası; ister tarım emek ilişkileri (C-8), ister sanayi emek ilişkileri (D-5), ister teknik emek ilişkileri (E-2) olsun, bu emek ilişkilerinin tümü ulus-ötesi faaliyet yürüten ve bölgesel pazar-devlet egemenliği için mücadele eden tekno-tekellerin kontrolünde yürütülen yeni bir sömürgecilik/emperyalizm biçimini de gündeme getirmektedir.
Glokal-kapitalizmin bugünki durumu tıpkı 350 kilometre hızla yol alabilecek bir arabanın yol durumundan dolayı zorunlu olarak 150 kilometreye sabitlenmesi durumuna da benzetilebilir. Keza; D-4 ve D-5 sanayiburgları karşısında konumlanmış olan E-1 ve E-2 teknoburgları glokalizme hızlı bir giriş yapmak isteseler de, henüz yeterince olgunlaşmamış olan sanayi-emek/üst-tür ve teknik-emek/alt-tür iş bölümü ilişkilerinden dolayı glokal-kapitalizmin tasavvur ettiği ölçüde bir emek güçleri ve tüketim-pazarları seviyesine de ulaşılabilmişte değillerdir. Başka bir deyişle; sanayiburglar ve teknoburglar arasındaki “kapışma” şimdilik görece teknoburgların lehine ilerlese de, iki güç arasındaki denge/dengesizlik olarak dengeli-dengesizlik hali bugün ki şekliyle bir “yenileşememe” halini de beraberinde getirmektedir.
İşin traji-komik tarafı; şimdilik “alt-emek-türü” konumlanışında yer alan teknoburgların “bir adım ileri iki adım geri” şeklindeki gelişme seyri, bu sınıfın ulaşmış olduğu emek güçleri seviyesi açısından bile düşünüldüğünde, dünyanın farklı noktalarında sürdürülen “göstermelik” petrol ve enerji savaşlarını bile anlamsız bir hale getirmektedir. Keza; var olan bilimsel gelişmeler ışığında insanlığın karşı karşıya kaldığı pek çok sorunun çözümü de hali hazırda mevcuttur. Lakin; söz konusu olan emeğin/sermayenin bu iki formu arasındaki “eşitlenme korkusu”dur. Zira; sermaye eşitlenmesinden korkanlar asıl olarak sanayiburglardır. Dolayısıyla; onların durumu tıpkı feodalizm içinde ön-kapitalizme karşı tutucu bir savaş veren muhafazakar soylular/monarklar sınıfının durumunu andırmaktadır. Zira; sanayiburglar hem proletaryaya hem protekyaya hem de teknoburglara karşı birçok cephede eş zamanlı olarak kendi konumlarını koruma telaşı içindedirler. Ve tabii ki teknoburglar açısından sanayiburglara karşı glokal-sömürgeciliğin/emperyalizmin derinleştirilmesinden başka da bir seçenek/çıkış yolu yoktur. Kuşkusuz bu da; insanlığı bekleyen daha büyük tehlikeler anlamına gelmektedir. Bu açıdan ele alındığında; artan ortanda gezegenin maruz kaldığı faşizm, şovenizm, ırkçılık, ekonomik buhran, kronik-işsizlik, yönetsel-krizler, iç savaşlar, darbeler, terör vb. gibi pek çok olgunun asıl kaynağı da glokal-kapitalizmin karşı karşıya kaldığı derin çözülme ve parçalanma sürecidir.
Öte yandan, üst sanayi emek türünün kendisini alt teknik emek türüne devretme hızındaki yavaşlıktan (bölgesel-pazar hakimiyeti savaşlarından) dolayı; henüz Afrika ve Amerika pazarları örneklerinde de görüldüğü gibi, bu coğrafyalar teknik ve teknolojik üretim mallarını/metalarını tam manasıyla emebilecek bir tüketim kapasitesine ve hacmine ulaşılabilmişte değildir. Dolayısıyla; uçmayı bugünden öğrenip yarına erteleyen teknoburgların 350 kilometre yapan araçlarına yine 350 kilometrelik yol yapabilecekleri bir yola/pazara da ihtiyaçları var. Dolayısıyla; teknoburgların elinden gelse bu sorunu bir çırpıda halletme yoluna giderler. Lakin; sanayiburgların ve minoktokratik-kapitalist-yapıların temsili-bürokratik direnci, teknoburgları bu direnci glokal çatışmalar yoluyla kırma ve dönüştürme seçeneğine doğru daha da fazla itmektedir. Diğer bir deyişle, bugün dünyanın farklı coğrafyalarında süre giden karışıklıklar, savaşlar, katliamlar vs. bütün bunlar bir yanıyla bu minoktokratik-direncin siyasi, askeri ve diplomatik yollardan ortadan kaldırılması çabasından da kaynaklanmaktadır.
Hiç kuşkusuz glokal geçiş dönemi sancılı olacaktır. Alt emek türünün hızla güçlendiği ama baskın hala gelemediği, üst emek türünün ise güç kaybetse de yüzlerce yıllık kurumları sayesinde varlığını sürdürmeye devam ettiği bu süreçte; her geçiş aşaması aynı zamanda yüksek karlar için sürekli savaşım anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla; kar savaşlarının özünü oluşturan da doğal olarak sanayi-kar ve tekno-kar savaşlarından başka da bir şey değildir. Kuşkusuz bu mücadelelerin asıl dayanak noktası ise; hala ekonomik-pazarların ve burjuva yönetsel aygıtların kontrolü için yapılan yerel, yeresel ve bölgesel emperyalist savaşlar olmaya devam etmektedir.
Nasıl ki; D-3-kapitalizminden D-4-kapitalizmine geçişte kar-paylaşımı savaşlarında muazzam bir yoğunlaşma oldu ise (örneğin, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları), D-4-kapitalizmden D-5-kapitalizmine geçişte de sanayi-tekelleri ve teknik-tekeller arasındaki ulusçu ve ulus-öteci rekabette de artış olması kaçınılmazdır. Dahası; bir zamanlar “sıvı yakıtlı ve içten patlamalı motorlu kapitalist” “buharlı makinalı kapitalisti” (D-4 D-3’ü) dize getirdi ise, ve yine “elektriksel motorlu kapitalist” “sıvı yakıtlı ve içten patlamalı motorlu kapitalisti” (D-5 D-4’ü) dize getirdi ise, bugünde “elektronik kapitalist” er ya da geç “elektriksel motorlu kapitalisti” (D-6 D-5’i) dize getirmeyi başaracaktır. Bu emekolojik-soyutlama bir “ironi” olsa da; meseleye emek türlerinin ve emek araçlarının birleşik diyalektiğinden bakılmadığı müddetçe ne teocu-sollar ne postçu-sollar tarafından kapitalizmin kendi içindeki glokal iş bölümü ve rekabet tarzı da asla anlaşılamayacaktır. [1].
İlk bakışta bir “alt başlık” gibi gözüken alt emek türleri mekaniği konusu; gerçekte emekoloji bilimi içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Keza; alt türlerden alt türlere geçişin ve emek fenomenlerinin bütünsel bir resminin çekilebilmesi, dahası glokal-pazarların ve glokal-tekellerin hukuki-idari ve siyasi teşekkülerinin incelenmesi meselelerinde olduğu gibi, olası yapısal-teşekküllerin kestirilebilmesi ve ona göre devrimci güçlerin mevzilendirilmesi açısından da bu alt-başlık hayati bir öneme sahiptir. Dolayısıyla; kapitalist teşekküllerin olası siyasi, kültürel ve tarihsel/özerk misyonlarının oluşumlarını ve gelişimlerini önceden görmeye dönük bir perspektif ve hazırlık her şeyden önce bilimsel komünist faaliyetin ana iskeletini oluşturan hassas bir başlık olmayı bugünde sürdürmektedir.
Son çözümleme de; ilk bakışta yalnızca “teorik bir soyutlama” gibi algılanan alt emek türleri mekaniğinin doğru bir biçimde kavranması, minimal ulusal birliklerden, glokal ulus-ötesi bölgesel-federe birliklere geçiş koşullarında protekyaya ve protek-devrimcilere nasıl bir güzergah ve mücadele hattı izlemeleri gerektiği noktasında önemli miktarda stratejik ve taktik üstünlükte sağlamaktadır. Lakin; bu “teorik silahın” doğru bir şekilde kullanılabilmesi, yine doğru tarzda inşa edilmiş bir devrimci önderliğin varlığını da zorunlu kılmaktadır. Kuşkusuz böylesi bir devrimci önderliğin inşası için öncelikli olarak “ideolojik homojenleşme” ve “kendini sürekli olarak eskinin içinde yenileyebilme” özelliğine sahip olan bir programatik hattın inşa edilmesi gerektirmektedir. Bütün bunlar olmadığı sürece devrimci bir önderliğin ve öncü kadroların yaratılması da ham bir hayalcilikten/ütopizmden öteye de geçmeyecektir. [2].
Dipnotlar
[1] Örneğin, bugün için egemen konumda olan mikro-elektronik tarz ilerleyen aşamalarda kendi karşıtını yaratarak gelişmenin önünde bir direnç haline de gelecektir. Keza; bugünkü tekniğin bir adım ötesinin D-6/E-3/nanoteknoloji olduğunu varsayıyorsak, bir dönem baskın konumda olan nitel ya da nicel emek-tarzının bir sonraki evrede “gericileşeceğini” de akıldan çıkarmamak gerekir. Dolayısıyla; her emek-tarzı kendi emek-koşullarının ve emek-tekniğinin kaçınılmaz bir sonucudur da. Bu gerçek anlaşılamadığı müddetçe emek-fenomenlerinin ortaya çıkardığı dinamik görüngüleri anlayabilmek ve mevcut güçlerin ne şekilde tanzim edileceğine karar vermekte mümkün olmayacaktır. Keza; politik, örgütsel, ekonomik vs. alanlardaki atılımları sağlayacak yegane etken düşüncedeki ve ideolojideki komünist berraklaşmadan başka da bir şey değildir.
[2] Türkiye’deki genel durum açısından değerlendirmek gerekirse; minoktokratik ve gloktokratik alt yapı ilişkileri nezdinde ortaya çıkan minoktokratik ve gloktokratik üst yapı ilişkilerindeki dönüşüm en amiyane deyim ile ''el-yordamı'' ile sürdürülmektedir. Keza; gloktokratik yapılanmanın üst yapı ilişkilerindeki programsızlık hali, aynı zamanda geçiş mekanizmalarının yaratılmasında da basiretsizliklere sebebiyet vermektedir. Merkez-çevre ülkeler arasında Türkiye nispeten diğer bölge ülkelerine kıyasla ''daha şanslı bir konumda” olsa da, her ne kadar minoktokratik ve gloktokratik politikalarda yalpalamalar olsa da, öznel-gloktokratik politikalardaki yanılsamalarda hesaba katıldığında, hakim sınıflar ve yönetici elitler arasında minoktokratik-devlet aygıtından uzaklaşma yönünde baskın bir eğilimin hızla geliştiği gerçeği de orta yerde durmaktadır. Lakin; bu süreci yönetme noktasında güçlü bir siyasal aktörün hazır olmaması durumu da Erdoğan hükümetinin en büyük handikaplarından biri olmaya devam etmektedir. Diken üstünde yürütülen bu gloktokratik-totokratik kast çatışmasının kendi içerisinde minoktokratik kastlarla olan çelişkileri daha da çok derinleştirdikçe, her geçen gün mevcut iktidarın izolasyonu da artarak büyüyecektir. Tekleşmeye ve merkezileşmeye dayalı prusyatik yapıyı oligarşik-totokratizme bağlama yönündeki tercih ve politikalar nedeniyle izolasyonal-iktidar ilişkileri derinleşmekte, haliyle yönetsel temsiliyetteki yetki tartışmaları (özellikle üst üste yapılan plebisiten-dayatmacı seçimler vesilesiyle) daha da büyüdükçe, bu durum yaklaşan fırtınanın da habercisi olmayı sürdürmektedir. Dahası; var olan siyasal aktörler bu sürecin içerisinden çıkacak gibi gözükmemekte olduğu için, Türkiye’ye dönük siyasi ve hukuksal “dış emperyal müdahale” olasılığı da her geçen gün daha da güçlü bir şekilde kendisini ortaya koymaktadır. Erdoğan hükümeti eliyle kurulmaya çalışılan oligarşik-gloktokratik-totokratik rejim işleri daha da kötüye götürme riskleri barındırmaktadır. Toplumsal huzursuzluk hat safhadadır. Yönetenler de yönetiler de durumdan hiç memnun değildir. Son çözümlemede; temsiliyetçi-minoktokratizm de/gloktokratizm de yapısal krizini çözemedikçe, her geçen gün doğrudan-denetimci protek toplumsal güçlerin tarih sahnesine çıkış koşulları daha da olgunlaşmaya gebedir. Kuşkusuz bu olgunlaşma süreci salt nesnel koşulların değil, öznel iradi müdahalelerin hazırlanması ve örgütlenmesi ile birlikte “at başı” ilerlemekte zorundadır.
21.04.2019
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 6 years
Text
Emekoloji’nin Oluşum Sürecinde Ön-Emekoloji’nin (Marksizm’in ve Leninizm’in) Oynadığı Rol Üzerine
Tumblr media
Marx; Felsefenin Sefaleti isimli kitabında şöyle diyordu: “Yeni emek (üretim) güçleri sağlamak için insanlar, kendi emek (üretim) biçimlerini değiştirirler; kendi emek (üretim) biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de, bütün toplumsal emek (üretim) ilişkilerini değiştirirler. El değirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalisti toplumu.” (Orjinal metindeki üretici ve üretim kavramlarını parantez içine alarak, emek kavramını ekledim.)
Alıntıdan da anlaşılabileceği gibi, Marx burada tarım emeğine ve sanayi emeğine özgü emek tekniklerinden bahsetmektedir ki, Marx el değirmeni örneği vererek gerçekte mekanik tarım emeğinin döngüsel hareketine dikkat çekmiş olup, aynı şekilde buharlı değirmen örneği vererek de sanayi emeğinin sıçramalı döngüsel hareketine dikkat çekmiştir. El değirmeni biçimindeki tarım emek araçları bize feodal toplumu verirken, buharlı değirmenler biçimindeki sanayi emek araçları ise bize kapitalist toplumu vermektedir ki, buharlı makinalar üzerinde yükselen (D3) sanayi kapitalizminin temelleri de yine bu dönemde atılmış, Marx ve Engels kendi bilimsel çalışmalarını yine bu emek araçlarının (ve dolayısıyla bu araçlar ile üretilen ürünlerin-metaların) incelenmesi üzerine kurmuştur.
İstisnasız her emek türü (bu toplayıcı, av, tarım, sanayi, teknik, bilim emek türleri olabilir) kendi içerisinde belirli türden bir emek tekniği türüne tekabül etmek zorundadır. Belirli türden emek tekniği içermeyen bir emek türü yoktur. Emekoloji biliminin ön hazırlık evresinin ustaları olan Marx ve Engels (bu listeye Lenin’in de dahil edilmesi gerekir) bu emek tekniği türlerinden hemen hemen bütün eserlerinde müpen (belli belirsiz) bir biçimde bahsetmiş olup, emek türlerinin birleşik-çatışkı diyalektiği üzerinde yükselen emekolojik yöntemin oluşum sürecinde ön-emekoloji’ye yapmış oldukları katkılar da asla gözardı edilemez.
Keza; buharlı sanayi makinaların icatçısı konumunda olan nicel-D3 sanayiburglar ile içten yanmalı sanayi motorlarının icatçısı konumunda olan nitel-D4 sanayiburgları arasında da iki farklı kapitalist toplum biçiminin ayrımları bulunmaktadır ki, nitekim Lenin emperyalizm broşüründe bu durumu; serbest rekabetçi dönem (D3) ve tekelci kapitalist rekabet dönemi (D4) olarak birbirinden ayırmıştır. Zira; Lenin’in serbest rekabetçi kapitalizm adını verdiği dönem, emekolojik yöntem açısından ön-minimal ulusal sanayi pazarlarının oluşum sürecine denk düşerken (ki bu dönemde hala global-feodalizm hakimdi), tekelci kapitalist dönem ile birlikte; tekelci-minimal ulusal sanayi pazarlarının egemenliğine dayalı yeni bir emperyalizm aşamasına girilmiştir. Başka bir deyişle, bu dönem tek tek ulus-devletler tarafından desteklenen sanayi-tekellerinin ulusal ve uluslararası hareketine dayalı bir emperyalizm biçimini, yani Lenin’in ifadesi ile “Kapitalizmin en yüksek aşaması: Emperyalizm”i gündeme getirmiştir. Dahası; D3’den D4’e geçiş sürecini iş bölümü ilişkileri açısından ele almak gerekirse: D3 dönemi tarım ve sanayi iş bölümü ilişkilerine dayalı kapitalizmin alt evresine tekabül ederken, D4 dönemi ise sanayi ve teknik iş bölümü ilişkilerine dayalı kapitalizmin üst evresine tekabül etmektedir. Aradaki temel fark: alt evrede tarımın baskın (nitel) sanayinin çekinik (nicel) konumda olmasına karşın, üst evrede sanayinin baskın (nitel) tekniğin çekinik (nicel) konuma geçmesidir. Başka bir deyişle, Lenin’in “emperyalizm”den asıl olarak kastettiği şey; sanayi ve tarım iş bölümü ilişkilerine dayalı D4-kapitalizmi ve onun üretmiş olduğu emperyalist ve sömürgeci hegemonya ilişkilerinin bütünüdür.
Lenin pek çok eserinde (örneğin, Rusya’da kapitalizmin Gelişimi ve Emperyalizm üzerine yazılarında) motorlu emek araçlarının (sanayi makinalarının) kapitalist emek (üretim) biçimini muazzam derecede ilerlettiğinden de bahsetmiştir. Ancak ardılcılık hastalığından olsa gerek, Lenin’in bu yönleri ile değil de, genellikle onun biçimsel siyasi önderlik yönü öne çıkartıldığı içindir ki, Lenin’le ilgili asıl tartışılması gereken konular daima gölgede kalmıştır. [1]. Kuşkusuz bunun asıl nedeni; tıpkı Marx ve Engels’e de yapıldığı gibi, Lenin’in “otoritesi” üzerinden güç devşirmeye çalışan proletaryan-kast yapılarıdır ki, bu yapılar kendilerine her fırsatta “Leninci” süsü vermeye çalışsalar da, onların asıl gayesi Lenin’in gölgesine saklanarak bu gölgeden kendilerine politik-varoluş alanı sağlamak olmuştur. Kuşkusuz böylesi bir nihilist “varlık ve yokluk” mücadelesinin bilimsel komünizm mücadelesi ile yakından uzaktan hiçbir ilişkisi yoktur.
Dolayısıyla; D3 buharlı sanayi emek araçlarına dayalı ön-minimal ulusal sanayi pazarlarının serbest rekabetçi kapitalizmi-emperyalizmi ile D4 elektrikli sanayi emek araçlarına dayalı tekelci-minimal ulusal sanayi pazarlarının tekelci-kapitalizmi-emperyalizmi arasında ayrım yaparak Lenin, sanayiburgların iki farklı türünden ve iki farklı emperyalizm türünden de bahsetmiştir. Lenin’in kendi dönemine içkin olan emek türlerine ve emek araçlarına göre şekillen teorik çerçevesi (ki bu ön-emekolojik bir çerçevedir) kuşkusuz emekoloji’nin ilham kaynakları arasında yer almaktadır. Kısacası; emekoloji yönteminin temellerini oluşturan Marx-Engels’i (D3 dönemini) ve Lenin’i (D4 dönemini) anlamadan emekoloji’yi anlamak da mümkün değildir. Keza; nasıl ki Lenin dönemindeki Leninizm’i anlamanın yolu Marx ve Engels’i anlamaktan geçti ise, Marx ve Engels’i anlamanın yolu da (Lenin’in de sık sık belirttiği gibi) Hegel’i anlamaktan geçmektedir ki, Lenin’in “Hegel anlaşılmadan Marksizm anlaşılamaz” sözüne kulak vermek gerekir. Yine aynı Lenin’in bir “Hegel Enstitüsü” kurulması gerektiği düşüncesini savunması hiç de raslantı değildir.
Bugün emekoloji’yi anlayabilmenin yolu başta Hegel olmak üzere, sırasıyla Marx-Engels’in ve Lenin’in doğru bir şekilde anlaşılması ile mümkündür. Keza; anlamak aşmaktır! Emekoloji yöntemi bütün bu uğrakların toplanmasının, yeniden ayrıştırılmasının ve kapsanarak aşılmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan yeni bir bilimsel disiplindir. Lakin; gözlerini ve kulaklarını ısrarla emeğin tarihsel serüvenine kapamış olanların, yani her türden teocu, neocu, postçu vs. ütopistlerin, dahası ardılistlerin ve onların yaratmış olduğu sahte ekollerin devrimci bir teorik muhtevazı olmadı gibi, bu akımların içine düşmüş oldukları bataklık gereğince de emekoloji’yi anlamaları mümkün değildir.
D3 döneminde Marx ve Engels’in her türden ütopiste, ekonomiste, anarşiste, nihiliste, dahası 1. Enternasyonal gericiliğine karşı yürüttüğü ideolojik mücadele ne ise, D4 döneminde Lenin’in her türden ütopiste, ekonomiste, anarşiste, nihiliste ve haliyle 3. Enternasyonal gericiliğine karşı yürüttüğü ideolojik mücadele ne ise, bugünde emekoloji’nin her türden sağ ve sol ütopist, ekonomist, liberal, proletaryanist, tekkeci-zaviyeci ardılizme karşı verdiği öncü-ideolojik-savaş’ta o’dur. Değişen tek şey ise; bilimsel komünist hareketin, yeresel ilkeleri, özerk ilkeleri, geçici ilkeleri, geçici özerk yeresel ilkeleri, geçici konjektürel ilkeleri ile tarihsel komünizmin bilimsel bir disiplin halini almış olan genel emekolojik ilkeleridir. Bu sebepledir ki, sınıfsız, sömürüsüz ve savaşsız bir dünyaya giden komünist yol, toplumsal emek araçları üzerindeki icatçı-kullanıcı kompozisyonlarının iç içe geçerek bilim emek toplumunda sönümlenmesi yoludur ki, bu yolda emekoloji’nin yoludur!
Dolayısıyla; bireysel-icatçılık (X) toplumsal-icatçılık (X1) içerisinde, toplumsal-icatçılık (X1) toplumsal-kullanıcılık (Y) içerisinde sönümlenirken, tersinden bireysel-kullanıcılık (Y1) toplumsal-kullanıcılık (Y) içerisinde, toplumsal-kullanıcılık (Y) toplumsal-icatçılık (X1) içerisinde sönümlenirken, bu çift yönlü-sarmal hareket gerçekleşmeksizin, sınıfları ortaya çıkaran toplumsal emek araçlarındaki icatçı-kullanıcı kompozisyonlarının da yok olmayacağı ve birbirinde sönümlenmeyeceği de açık bir gerçektir. Bu da şu demektir ki; proletaryanın ya da protekyanın sınıf-ihtiharından komünizm çıkamayacağı gibi, gerçek komünizm ancak toplumsal (öznel, nesnelleşmiş-öznel, nesnel, öznelleşmiş-nesnel) emek araçlarındaki icatçı-kullanıcı kompozisyonlarının karşılıklı olarak sönümlenmesi ile gerçekleşebilir. Böylesi bir sönümlenme, yani sınıfsızlaşma ya da “tek sınıflılaşma” hali, ne sanayi emeğine dayalı proletaryalizm ile, ne de teknik emeğe dayalı protekyalizm ile gerçekleştirilebilir ki, bilim emek türüne bağlı araç ve sınıf(sızlık) biçimleri ortaya çıkmaksızın, toplumsal-icatçılığın ve toplumsal-kullanıcılığın birbirinde soğurmasına dayalı komünist bir dünyanın ortaya çıkması da şimdilik mümkün gözükmemektedir.
Bu söylediklerimiz komümizme irade gücüyle ulaşabileceğini sanan kimi ütopistlerin ve romantik-devrimcilerin hoşuna gitmeyecek olsa da, nesnel emek (objemek) ve öznel emek (subjemek) korelasyonunun doğa üzerinde kurmuş olduğu hakimiyetin/mukavemet oranları ölçeğinde ele aldığımız zaman, komümizme geçiş için gerekli olan bilim emek türünün, bilim emek araçlarının ve bilim emek sınıfının daha tarih tahnesine çıkmamış olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Kuşkusuz komünizmin öncü kurucu sınıfının şu aşamada ortaya çıkmamış olması, onun gelecekte de ortaya çıkmayacağı ve özellikle de bilimsel komünistlerin bu uğurda ki ideolojik-politik ve örgütsel mücadelelerini güçlendirerek devam ettirmeyecekleri anlamına da gelmemektedir.
Günümüze, yani bugünün tarihsel emek kesitine dönersek; E2-elektronik kontrol panelleri tarafından denetlenen D5-elektriksel sanayi emek türünün ve araçlarının yönetici sınıfı konumunda olan burjuvazinin (ki bu burjuvazi de kendi içinde sanayiburglar ve teknoburglar olarak tabaklaşmakta ve kendi içinde de rekabete tutuşmuş bir durumdadır) glokal-kapitalist-emperyalist dönemi bugün hüküm sürmeye devam etmektedir. Bu dönemin en belirgin özelliği; minimal ulusal sanayi pazarlarının yerine glokal-bölgesel ulus-üstü/ötesi pazarların egemenliğine geçiş dönemidir ki, kapitalizmin üst evresinde; yani sanayi emeğinin ve teknik emeğin iş bölümü ilişkilerine dayalı olarak gelişen bu evre, minimal-emperyalizm-sömürgecilik ile glokal-emperyalizm-sömürgecilik arasındaki en temel ayrışım noktasıdır.
Öte yandan, emek türü ve emek aracı tanımlamalarını salt nesnel emek araçları üzerinden (örneğin, D3/C6 - D4/C7 - D5/C8 iş bölümü ilişkileri dolayımıyla) anlamaya çalışanlar, sanayi emek ve teknik emek iş bölümü ilişkilerine bağlı olarak emek türünde ve emek araçlarında gözlemlenen farklılaşmayı, burjuva liberal görüşlerinde etkisi ile salt “teknolojik alandaki bir değişim” ya da “makinalaşma ya da robotikleşme” olarak algılmaktan da kurtulamamaktadır. Halbuki salt nesnel emek açısından değil, öznel emek açısından da; dil, kültür, sanat vs. alanlarındaki farklılaşmalar emek türündeki ve emek araçlarındaki değişime bağlı olarak gündeme gelen yeni öznellik/özerklik biçimlerinin de dışa vurumudur ki, bu noktada tarihsel emeğin yapısındaki dönüşümler de asıl olarak öznel emek ve nesnel emek arasındaki (eski tabirle; “yapı” ve “üst-yapı” arasındaki) diyalektik ilişkilerin bir sonucu/bütünü olarak karşımıza çıkmaktadır. [2].
Örnekler üzerinde ilerlemek gerekirse; D3 somut-nesnel sanayi emek araçları olan buharlı makinalar ile, o araçları kullanan D3 proleterlerinin arasında, birer soyut-öznel emek aracı olarak tanımlanabilecek olan D3-dil, D3-kültür ve D3-sanat edimleri arasında da belirli bir uyum olmak zorundadır. Emekolojik terminoloji açısından; emek türlerinden ve emek araç türlerinden konu açıldığı zaman hem bir yanıyla nesnel-somut-emekten hem de bir yanıyla öznel-soyut-emekten bahsedildiği gün gibi ortadadır. Lakin; salt emeğin nesnel yanının/türsel hareketinin yüceltilmesi/kutsanması materyalist bir yanılsamanın ürünü olup, salt emeğin öznel yanının/türsel hareketinin yüceltilmesi/kutsanması da idealist bir yanılsamanın ürünü olduğu içindir ki, bu ikisinin birleşik hareketi de hegelyan anlamda tarihsel-düalist bir yanılsamayı meydana getirmektedir ki, bu da öznel emeğin ve nesnel emeğin gerçekle hem ayrı ayrı hem de bir bütün olarak hareket ettiği gerçeğinin bir türlü kavranamaması yanılsamasına neden olmaktadır. Bu açıdan emekolojik yöntem; özü itibariyle hem idealist hem de materyalist kökenli düalist yanılsamaların aşılması anlamına da gelmektedir.
D3 Marx-Engels dönemi, D4 Lenin dönemi ve bugün içinde bulunduğumuz D5 dönemi, bütün bu kapitalist sanayi-kesitlerinin oluş ve oluşum süreçlerini belirleyen asıl şey; nicel ve nitel sanayi emek türüne bağlı sanayi emek araçlarının neden olduğu nesnel emek ve öznel emek hareketidir ki, bu açıdan nesnel emeğin dışta tutulduğu bir öznel hareket olamayacağı gibi, öznel hareketin dışta tutulduğu bir nesnel hareket de var olamayacağı gibi, bunun aksini iddia etmek oksimoron bir düşünceden başka da bir şey değildir. Bütün bu tümel ve tikel belirlenimlilikleri; sınıf-türlerine, icatçı-kullanıcı-türlerine, devlet-türlerine, pazar-türlerine, ürün-türlerine, sömürü-türlerine, yönetim-türlerine vs. doğru ayrıştırdıkça da, emekoloji’nin ne derece çok boyutlu ve derinlikli bir yöntem olduğu da daha iyi anlaşılabilir.
Bilimsel komünizmi; yani emekoloji’yi anlamayan bir ton doğmatik zihniyet, başta emek türü, emek aracı, emek tarzı, subjemek-objemek vs. bunun gibi bir çok emekolojik kavrama muhalefet etmeyi sürdürmektedir. Kuşkusuz bu durum ilk defa emekoloji’nin başına gelmemektedir. Keza; örneğin nasıl ki Marx-Engels döneminde ekonomistler, anarşistler ve köylü devrimcileri vs. D3 sanayi proletaryan devrimciliğini anlayamadıysa, nasıl ki Lenin döneminde Kautsky, II. Enternasyonal gericiliği, Menşevikler vs. D4 sanayi proletaryan devrimciliğini anlayamadıysa, bugünde her türden ütopist, teomarksolog, ardılist vs. bunlarda D5/C8/E2 protekya devrimciliğini anlayamadıkları içindir ki, tıpkı Cervantes’in Don Kişot’u misali traji-komik bir hezeyan içinde emekoloji’nin gölgesinden korkar bir hale gelmişlerdir. Kuşkusuz bu ahmakça zihniyeti anlatabilmek için tonlarca örnek verilebilir. Lakin; burada asıl önemli olan öncü-ideolojik-savaş’ta ki kararlılıktır. Bu mücadelede geri adım atmak demek bırakalım karşı safları en başta kendi saflarımızdaki disiplinin bozulması anlamına gelecektir ki, bu yüzden öncü-ideolojik-savaş tüm gücüyle sürdürülmelidir. Tıpkı Antonio Gramsci’in de belirtmiş olduğu gibi; “Bir teori iki cephe arasında kesin olarak bir kopma ve ayırım unsuru olduğu ve karşı cephenin ulaşamayacağı yükseklikte bir dorukta bulunduğu ölçüde devrimcidir.”. [3].
Unutulmamalıdır ki; ideolojik mücadele pek çoklarının sandığının aksine, basit bir entellektüel uğraş değil, askine sınıf mücadelesinin aldığı en keskin biçimlerden biridir. Keza; insanlar içinde yaşadıkları dünyaya ilişkin gerçekleri ideolojiler yoluyla, özellikle de ideolojilerin felsefede, sanatta, hukukta, dinde vs. aldığı biçimler üzerinden var olan dünyanın eleştirisini yapmaya eğilimlidirler ki, bu eleştirel düşünceler sayesinde hem kendi hayatlarının hem kendi dışlarındaki hayatın değiştirilmesi gerektiği sonucuna varırlar. Bu durum herkes için aynı şekilde (aynı öznellikler ile) gerçekleşmese de, ideolojilerin insan hayatındaki belirleyiciliği olmaksızın nesnel emek ve öznel emek arasındaki bağıntıların hem teorik hem de pratik deneyimler esnasında bilinç (farkındalık) düzeyine çıkartılabilmesi de mümkün değildir. Bu sebepledir ki, ideolojik mücadelenin bilimsel komünist düşüncenin gelişimi açısından önemli bir işlevi ve görevi daima olmuştur; bundan sonrada olmaya devam edecektir.
Bütün bir yazı boyunca, yine yazının kendi sınırları içinde, sanayi emek türünün biri biri üzerine geçen üç kapitalist biçimine, yani nicel-D3 Marx-Engels, nitel-D4 Lenin, nitel-D5 dönemlerine kısaca değindim ve bugün emekoloji’yi kendi içinde soyutladığınız zaman onun içinden de ayrı ayrı Markizm’lerin ve Leninizm’lerin çıkabileceğini de göstermeye çalıştım. Lakin; emekoloji’nin içinde ayrı ayrı Marksizm’ler ve Leninizm’ler çıkabilecek olsa da, emekoloji tüm bu ayrı ayrı Marksizm’leri ve Leninizm’leri kapsadığı gibi, o onların aşılmasının ve en yüksek dereceden kavranmasının bir sonucu olarak da ortaya çıkmış olan bir yöntemdir. Başka bir deyişle, emekoloji farklı bir bağlamda Engels’in de belirtmiş olduğu gibi “..bir öğreti değil, yöntem..” ve “..daha ileri araştırmalar..” için temel dayanak noktasıdır. Keza; bugün emekoloji’yi parçalarsanız içerisinden emekolojik-marksizm ve emekolojik-leninizm çıkabileceği gibi, onun Marksizm’in ve Leninizm’in devamı olmasından dolayı da, ortaya tek bir emekoloji çıkacaktır. Kısacası; Marksizm’i ve Leninizm’i emekoloji’den, emekoloji’yi de Marksizm’den ve Leninizm’den ayırmak mümkün değildir.
Marx ve Engels bile kendi yöntemlerini geliştirme noktasında hep bir arayış içinde olmuştur. Materyalizm kavramı bile onlara yeterli gelmemiştir. Kendi yöntemleri ile ilgili tam bir tanımlama yapmaktan da özellikle kaçınmışlardır. Bu konuda pek çok vurgu yapmış olsalar da, Marx’ın ölümünden sonra Engels tarafından yöntem sorununun çözülemediği açıklanmış olsa da, ardılistler Marksizm’e “Marksizm’den farklı bir anlam” yüklemekten de çekinmemişlerdir. Keza; ardılcılık Marksizm’i okumaya, anlamaya ve aşmaya değil, ezberlemeye kendini adamıştır. Bu yüzden de tıpkı İslam dininde olduğu gibi “Kuran’da var!” (Marx ve Engels’de var!) zihniyeti egemen hale gelmiş; maalesef zamanla Marx ve Engels “Allah!”, Lenin ise “peygamber” yapılmaya çalışılmıştır.
Lakin; emekoloji Marx ve Engels’in gelecek kuşaklara miras olarak bıraktığı yol ve yöntem sorununu çözerek işe başladığında dolayıdır ki, haliyle emekolojik kavram setleri de yol ve yöntem sorunsalları temelinde gelişmiştir. O yüzden ardılcılığın iddialarının aksine ortaya bir “revizyonizm” değil, tam tersine ortaya; Marksizm’i ve Leninizm’i burjuva kavram setlerinin düşünsel geriliklerinden kurtararak ilerleten ve devrimci çıkışı yol ve yöntem sorunundan başlatıp kavram setleri ile geliştiren yeni bir bilimsel terminoloji çıkmıştır. Başka bir deyişle, kimi ardılistler “biz doğmatik değiliz!” diye diye eski kavram setlerinin dar dünyasından kurtulmamak için Marksizm’in kutsal tapınak şövalyeliğine soyunurken ve Marx-Engels’i dahi hayrete düşürecek bir tarzda marksist-din-kavram-ayinleri/kutsamaları yaparken, emekoloji ise; yola en başından itibaren temel yapı taşlarını cesurca sorgulayarak çıktığı içindir ki, her defasında Marksizm’i ve Leninizm’i hem geriye hem de ileriye doğru kapsayarak yeni bir bilim seviyesine çıkartmayı başarmış olan tek disiplin olma özelliğine sahiptir.
Kaldı ki; emekoloji Marx ve Engels’in yolundan giderek, tıpkı onların yapmış olduğu gibi, içinden çıkmış olduğu düşünsel yapının gerilikleri ve yanılsamaları ile uğraşmaktadır. Keza; Marx ve Engels’de hegelyan felsefenin içinden çıkarak bu felsefe ile hesaplaşabilmek için ömürlerini tüketmişlerdir. Dolayısıyla; bir koldan Hegelyan felsefeye ve Alman skolatizmine açıktan savaş açmışlar, diğer koldan ise İngiliz Ekonomi Politiği’ne savaş açmışlardır. İşte emekoloji’de bu savaşı devam ettirerek, bir yandan Hegelcilik, bir yandan Fransız ütopizmi, diğer yandan tarihsel emek miras değeri ile ricardocu-İngiliz iktisadı ile hesaplaşarak ilerleyişini sürdürmektedir. Aynı yolu Lenin’de kendi döneminin kautskyciliğine ve menşevizmine karşı savaş açarak yürütmüştür.
İşte emekoloji, aynı Marx, Engels, Lenin gibi, içerisinden çıktığı Marksizm’in ve Leninizm’in içine sinmiş olan burjuva görüşlere savaş açarak ilerleyişini sürdürmektedir. Ardılistler bundan neden gocunuyor ki? Elbette emekoloji bir çok şeyi değiştirecekti! Anlaşılan o ki ardılistler Marksizm’in ve Leninizm’in devrimci yönünü unutmuş olmalılar ki, emekolojistlere “Marksizm’i değiştirmeyin/dönüştürmeyin!” diye hayıflanmaktadırlar. Proletaryan-ardılizm-dindarlık ister hayıflansın ister hayıflanmasın, emekoloji Marksizm’den ve Leninizm’den bize miras kalan ayrık otlarını, özellikle de burjuva sanayi emeğinden kalma düalist yanılsamaları temizleye temizleye yol almaya devam edecektir. Keza; yanılsama yaratan eski düşüncelerini değiştirmekten korkanlar, dünyayı değiştirme olanağına da haiz olamazlar! [4].
Dipnot
[1] Şayet Lenin tıpkı Kautsky gibi klasik bir proletaryan “ortodoks” olarak kalsa idi; Marksizm’in üzerine Leninizm diye bir şey de gelişemezdi. Bugünde durum aynen böyledir. Ne Marx’ın Marksizm’i ne de Lenin’in Leninizm’i kutsal ve değişmez doğmalara dayalı bir öğreti değildir. Marksizm ve Leninizm ön-emekoloji dönemini tamamlayarak artık emekoloji-bilimi dönemine girmiş bulunmaktadır. Bu açıdan emekoloji’nin yolu Lenin’in ve Leninizm’in asıl yoludur. Lenin’inde haklı olarak belirtmiş olduğu gibi; “Biz, Marx’ın teorisine, hiçbir eksiği bulunmayan, dokunulmaz bir teori gözü ile bakmıyoruz. Tam tersi, şuna inanıyoruz: Marx’ın teorisi, sadece, sosyalistlerin ileri götürmekle yükümlü oldukları bilimin temelini atmıştır.”. (“Programımız”, BE, c.4, s.12)
[2] Örneğin günümüzde, tümel sanayi emek araçları karşısındaki tikel teknik/elektronik emek araçlarının "yabancılaşması", eski tabirle konuşacak olursak "üretim araçları" giderek sanayiburgların denetiminden çıkarak, yeni bir nicel icatçı sınıfın (protekyanın) kontrolüne girmekte ki, daha nitel bir tarihsel sistem (sosyalizm) biçimini almamış olsa da, daha bugünden proteklerin kendi emek araçlarının hem icatçısı hem de kullanıcısı olan bir sınıf olduğu da gözden kaçmamaktadır. Aslında bu durum salt kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinde değil; ilkel komünal sistemden köleci sisteme geçişte toplayıcı emek araçları karşısındaki av emek araçlarının, köleci sistemden feodalizme geçişte av emek araçları karşısındaki tarım emek araçlarının, feodalizmden kapitalizme geçişte tarım emek araçları karşısındaki sanayi emek araçlarının "yabancılaşmasının", yani ana emek türü ve ana emek-tekniğinin ortaya çıkardığı tümel emek araçları karşısındaki yeni tikel göreli özerkliğin (yeni bir emek biçiminin ve yeni bir emek sınıfının) ortaya çıkması durumunun da ta kendisidir ki, bu da aslında tarihsel bir emek yasasına tekabül etmektedir.
[3] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Belge Yayınları, s.188
[4] Emek ilişkilerine sıkı sıkıya bağlı olan toplumsal güç ilişkileri; öznel insan iradesinden göreli olarak bağımsızlaşmış nesnel bir toplumsallaşmış-birey gerçekliğini ortaya çıkartmaktadır ki, bu gerçekliğin emekolojik bilimsel yöntem ile incelenmesi mümkündür. Keza; yeryüzünde şimdiye kadar ortaya çıkmış olan tüm toplumlar emek güçlerinin gelişme seviyesine bağlı olarak kuruldukları gibi, bu toplum biçimlerinin ortaya çıkışında, emek araçlarının doğa üzerinde kurmuş olduğu hakimiyete bağlı olarak gelişen emek güçleri, her defasında belirli bir işleve ve konuma da sahip olmuştur. Bu emek ilişkilerinin bütünü o an ki tarihsel emek kesiti ne ise o dur; dahası o kesitin gerçekliği o an ki tarihsel emek miras seviyesinin gerçekliğini yansıtmakta ve belirlemektedir. Bu nedenlerdir ki; örneğin, hiç kimse belirli bir coğrafyada emek araçlarının, çalışanların, işşizlerin ya da o çoğrafyada yaşayanların nüfus sayısını (gerçek rakamları) istese de değiştiremez. Bütün bunlar gözle görülen ve keyfi bir biçimde değiştiremeyecek olan emek olgularıdır. İşte bu sebepden dolayı emekoloji; bu toplumu yalnızca yorumlamak için değil, değiştirmek (aşmak!) için gerekli olan koşulların gerçekte var olup olmadığını anlayabilmek için mevcut emek ilişkilerinin ve bu ilişkilerin neden olduğu toplumsal güç ilişkilerinin genel durumunu da incelemekle yükümlüdür.
27.01.2018
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
serhatnigiz · 7 years
Text
Toplum Biçimleri ile Tarihsel-Artık-Değer Türleri Üzerine
Tumblr media
Birçok eserinde “yarar herşeyin temelidir” diyen İngiliz felsefeci ve ekonomist John Stuart Mill bu tespiti ile insan ve doğa arasındaki ilişkinin bir neticesi olan değerin kaynağının rant (fayda) olduğunu vurgulamak istemişti. Bu bakış açısını emekolojik açıdan ele alır ve emek-rant ilişkiselliğini bugüne kadar ortaya çıkmış olan tarihsel sistemlerin akışına uygularsak, ortaya şöylesi bir genel tablo (sıralama) çıkar:
A- İlkel komünal sistem: toplayıcı-emek-doğa-rant-değer (sınıfsız toplum)
B- Köleci sistem: avcı-emek-doğa-rant-değer (sınıflı toplum)
C- Feodal sistem: tarım-emek-doğa-rant-değer (sınıflı toplum)
D- Kapitalist sistem: sanayi-emek-doğa-rant-değer (sınıflı toplum)
E- Sosyalist sistem: teknik-emek-doğa-rant-değer (sınıflı toplum)
F- Komünist sistem: bilim-emek-doğa-rant-değer (sınıfsız toplum)
Şayet bütün bu tarihsel akışı teorik bir çerçevenin içine “sıkıştırmak” gerekirse, ortaya Marx’ın artık-değer teorisi ile ilgili olarak da şöylesi bir durum çıkmaktadır: Ödenmemiş-emek ve ödenmiş-emek arasındaki rant-değer fark (fayda) sınıflı köleci, feodal ve kapitalist sistemlerin hepsini tümel düzlemde ve belirlenimlilikte kapsarken; Marx’ın değer teorisi kapitalist sistemi ancak ödenmiş-emek ve ödenmemiş-emek arasındaki artık-değer fark (fayda) temelinde tikel belirlenimlilikte ve düzlemde kapsamaktadır. Sonuç olarak, Marx’ın kapitalist toplumun ekonomik hareket yasaları ile “sınırlı kalan” artık-değer teorisi, kapitalizm ve daha önceki sınıflı toplum biçimlerinin değer yasalarını bütünsel manada açıklayabilmek için eksik ve yetersiz bir yöntemdir.
Bugün asıl üzerinden kafa yorulması gereken şey; -Marx’ın teorik katkılarını (bilimsel-emeğini) yok saymayacak bir şekilde- artık-değer teorisinin tüm sınıflı toplum sistemlerinin değer yasalarını açıklayacak bir biçimde yeniden nasıl genelleştirilip, soyutlanabileceğidir. Son tahlilde, rant yoksa fayda, fayda yoksa artık, artık yoksa değer yoktur. Başka bir deyişle, değer yokluğundan kastedilen şey; artık ansal ise ve bırakıt değilse, değer yoktur ama fayda vardır. Bırakıt olmayan şey fayda olsa da artık değildir. Örneğin, ilkel komünal dönemde bir insan ağaçtan kopardığı meyveyi yiyip karnını doyuruyorsa, bu (toplayıcı-doğa-rant) bir ansal faydadır; yalnız bırakıt ve artık değildir. Lakin aynı insan doyduktan sonra ikinci bir elmayı yarına veya beş saat sonrasına bırakıyorsa/saklıyorsa (toplayıcı-artık-doğa-rant), bu ise bırakıt artık-değerdir. Başka bir örnek daha vermek gerekirse; köleci sistemde bir insan avladığı bir tavşanı çiğ ya da pişirerek karnını doyuruyorsa, bu ansal bir faydadır; yani av-doğa-rant’dır. Lakin Karnını doyurduktan sonra başka bir tavşan avlayıp bunu akşama ya da yarına bırakıyorsa, bu da av-artık-doğa-rant’dır. Bütün bu süreçler tümel ve tikel düzlemlerde yeniden soyutlanarak artık-değer konusunda tarihsel bir teorik çerçeve olarak ortaya konulabilir.
Artık-değerin yalnızca kapitalizme özgü bir durum olduğu tezi proletaryan-Marksizm içinde görülen en yaygın yanılsamalarından biridir. Halbuki Marx ve Engels haklı olarak sermayenin tarihsel gelişimini ve artık-değer kuramını (bu tespit teorik bir yapıya dönüşmemiş olsa da) köleci sisteme kadar götürmüştü. Ancak yanıldıkları temel nokta; burjuvazinin ön biçimi olarak yalnızca serbest rekabetçi ticaret burjuvazisi (nicel-D3-burjuvazisi) üzerinde yoğunlaşmış olmalarıydı. Onlara göre, burjuvaziye (sanayiburglara) giden süreçte köleci sistemin alt evresinde para-sermaye ile başlayan serüven (ilkel av sermayesinin oluşumu) kapitalist döneme gelindiğinde ücretli köleye (proletere) dönüşerek artık-değerin tarihsel anlamını ortaya çıkarmıştı.
İşte Marx ve Engels’in asıl yanılgısı da burada başlamaktaydı: örneğin, köleci sistemde ticaret yapan para-sermaye sahibi köle sahipleri bu edindikleri köleci ticari sermayeyi köle pazarları ve av ürünü pazarların da kullanmıştı. Zira köleci pazara endeksli av ürünleri mübadelesi ve köle mücadelesi ile oluşan köleci/ticaret sermayesi; feodal pazar ve tarım ürünlerinin mücadelesine endeksli feodal/ticaret sermayesi; kapitalist pazara ve sanayi ürün-meta mübadelesine endeksli kapitalist/ticaret sermayesi; gerçekte bütün bunlar ödenmemiş/gasp edilmiş emeğin (artık-değerin toplumsal sistemlere göre farklı tarihsel-türlerinin) köleci, feodal ve kapitalist sistemlerin ortak-tümel bir özelliği olduğunu göstermektedir.
Gerçekte sermayenin tüm biçimleri toplumsal olarak ödenmemiş-emekten beslenmektedir. Nasıl ki antik sistemde köle emeğinin efendi tarafından sömürüsünden kaynaklı bir ödenmemiş-emek varsa, feodal sistemde de köylü emeğinin aristokrat tarafından sömürüsünden kaynaklı bir ödenmemiş-emek vardı; aynı şekilde kapitalist sistemde de proleter emeğinin burjuva tarafından sömürüsünden kaynak bir ödenememiş-emek vardı. Ödenmemiş-emeğin olduğu her yerde artık-değer sömürüsünden kaynaklı olarak servet/para/sermaye birikimi daima var olmuştur. Bu ister kendisini köleci servet/para/sermaye, ister feodal servet/para/sermaye, ister kapitalist servet/para/sermaye biçiminde ortaya koysun; hepsinin ortak-tümel noktası artık-değer sömürüsü ve bu sömürü türlerinin ve ilişkilerinin tarihsel gelişimidir.
Köleci, feodal, kapitalist, şimdiye kadar ki tüm sınıflı toplum biçimleri belirli bir emek-türü ve sömürü-türü tarafından şekillendirilmiştir. Av emek türü köle emeğinin sömürüsü, tarım emek türü köylü emeğinin sömürüsü, sanayi emek türü proleter emeğinin sömürüsü üzerinde yükselmiş olup, sınıflı toplum yapıları da emeğin bu sömürülme türlerine göre yeni görüngüler kazanmıştır. Öte yandan, emek türlerinin doğa (doğalojik-nesneler) ve alet türleri (emekolojik-nesneler) karşısındaki konumlanışına bağlı olarak, toplumun icatçı (yöneten/sömüren) ve kullanıcı (yönetilen/sömürülen) şeklinde sınıfsal olarak bölünmesi de artık-değer sömürüsüne dayalı toplum biçimlerinin (öznel-emeksel/üst-yapısal ve nesnel-emeksel/alt-yapısal alanlarda) kurumsallaşmasını sağlayan bir başka önemli etken olmuştur.
Meseleye daha önceki toplumsal ve tarihsel sistemleri de kapsayan bütünsel bir emek kuramı temelinde yaklaşılmadığı müddetçe, artık-değerin sadece kapitalizme ve sanayi emeğine ait “özel bir yasa” olarak yorumlanması da kaçınılmaz bir hale gelmektedir. Bu nedenledir ki “Emek sömürüsünün olduğu her yerde artık-değer sömürüsü yoktur.” diyenlerin en büyük açmazlarından biri de bu noktada düğümlenmektedir. Ödenmemiş-emeğin ve artık-değerin tarihine bütünsel bir emek kuramı temelinde bakılmadıkça, ne emeğin tarihi ne de insanın tarihi tam manası ile anlaşılamaz. Bu yüzdendir ki tüm insanlık tarihi emek-türlerinin ve bu türlere bağlı olarak ortaya çıkan sömürü-türlerinin biri biri üzerine geçen biçimlerinin ortak-tümel tarihi olma özelliğine de sahiptir.
Klasik İngiliz Ekonomi Politiği’nin en büyük hastalıklarından biri kapitalizmin genelleşmiş meta ekonomisine indirgenmesidir. Ne yazık ki aynı ekolun “eleştirmeni” olarak ünlenmiş olan Marx’ta bu hastalıktan tam manası ile kurtulabilmiş değildi. Marx sonrası proletaryan-Marksizm üzerine yapılmış hangi iktisadi çalışmaya bakarsanız bakın (bir kaç istisna dışında) mutlaka meta ekonomisinin ve buna bağlı pazar ilişkilerinin analizini temel alan bir bakış açısının hakim olduğunu görebilirsiniz. Peki, gerçekte meta nedir? En basit tanımı ile meta; pazar değeri olan ve mübadele özelliği kazanmış emek ürünlerine verilen en genel addır. İster köleci av-pazar-ürün, ister feodal tarım-pazar-ürün, ister kapitalist sanayi-pazar-ürün olsun, tüm ürünler pazar ilişkilerinden dolayı zorunlu olarak mübadele değerlerine sahiptir. Bu yüzden sanayi emeğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan kapitalizmi genelleşmiş meta ekonomisine indirgemeye çalışmak büyük bir yanılgıdır. Hiç kuşkusuz burada farkında olmaksızın “genelleştiği” varsayılan “metalar dünyası” sanayi pazarlarının zorunlu bir sonucu olan sanayi-metalarından başka da bir şey değildir. Başka bir deyişle, global feodalizme hakim olan tarım-metaları karşısındaki minimal sanayi-metalarının ve pazarlarının üretim fetişizmi genelleşmiş meta ekonomisi fetişizmine neden olmaktadır!
Köleci sistemdeki av emeği ürün-metası, feodal sistemdeki tarım emeği ürün-metası, kapitalist sistemdeki sanayi emeği ürün-metası, bütün bu ürünlerin-metaların asıl kaynağı ise emek türlerine bağlı artık-değer türleridir. Emek türlerine göre biçim alan ürün/meta türleri arasındaki artık-değer farklarını/oranlarını yaratan “öz” ise, emeğin nesnel ve özel hareketinden kaynaklı olarak ortaya çıkan farklı alet türleri ve icatçı/kullanıcı üretim, dolaşım ve tüketim teknikleridir. Nasıl ki bir tarım emeği (aleti) ürün-biçimi kendisinden önce gelen av emeği (aleti) ürün-biçiminden üstün ise, sanayi emeği (aleti) ürün-biçimi de kendisinden önce gelen tarım emeği (aleti) ürün-biçiminden üstün olmak zorundadır. Aynı zamanda feodal pazarlardaki tarım-ürünleri köleci pazarlardaki av-ürünlerinden üstün iken, kapitalist pazarlardaki sanayi-ürünleri de feodal pazarlardaki tarım-ürünlerinden (emek-verim-kalite yoğunlukları açısından da) üstün olmak zorundadır. Av emek-ürünleri ile rekabete giren tarım emek-ürünleri, tarım emek-ürünleri ile rekabete giren sanayi emek-ürünleri ve bunların bütünsel ve tarihsel meta-hareketi/iradesi, farklı emek/alet türlerinin ve ürün/meta/pazar türlerinin biri birinin üzerine geçen biçimlerinin tarihini meydana getirmektedir. Her emek-üretim tarzı kendi ürün, meta ve pazar biçimini ortaya çıkarmaktadır ve her koşulda bu ürünlere, metalara ve pazarlara biçimini veren ise emek türlerinin birleşik-çatışkı diyalektiğidir.
Köleci sistemde emeğin üretkenliğindeki gelişmenin amacı, kölenin kendi geçim araçları için çalışmak zorunda olduğu kısmı kısaltmaktır ki, böylece kölenin efendi için karşılıksız olarak çalışacağı ödenmemiş-emek (köleci-sermaye) kısmı uzatılabilsin. Feodal sistemde emeğin üretkenliğindeki gelişmenin amacı, köylünün kendi geçim araçları için çalışmak zorunda olduğu kısmı kısaltmaktır ki, böylece köylünün efendi için karşılıksız olarak çalışacağı ödenmemiş-emek (feodal-sermaye) kısmı uzatılabilsin. Kapitalist sistemde emeğin üretkenliğindeki gelişmenin amacı, işçinin kendi geçim araçları için çalışmak zorunda olduğu kısmı kısaltmaktır ki, böylece proleterin efendi için karşılıksız olarak çalışacağı ödenmemiş-emek (kapitalist-sermaye) kısmı uzatılabilsin. Marx’ın Kapital’de belirttiği gibi, “...emek gücünün yeniden üretimi için gereken emek-zamanı kısaltan herşey artık emeğin alanını genişletir.” Buradan da anlaşılabileceği gibi, ister köleci, ister feodal, ister kapitalist olsun, bütün bu sistemlerde efendiler-sınıfını (köle sahiplerini, aristokratları, burjuvaları vs.) ilgilendiren asıl şey ödenmemiş (artık) emeğin (değerin) ne şekilde gasp edileceği sorunsalıdır.
Emekçinin geçim araçları için çalışmak zorunda olduğu emek-zamanın kısaltılması yoluyla karşılıksız olarak gasp edilen ödenmemiş-emek (sermaye) kısmı, yani artık-değer sömürüsü, köleci, feodal, kapitalist toplum biçimlerinin ortak-tümel bir özelliğidir. Bu yüzdendir ki artık-değeri yalnızca sanayi emeğinin bir sonucu olan kapitalizm, burjuvazi ve proletarya ilişkisine özgü bir sömürü biçimi olarak görmek abesle iştigaldir. Bu öznel idealist bakış açısı; bugün de “emek gücünü sermayeye satan her özgür ve ücretli çalışanı” proleter (sanayi işçisi) olarak algılamaya devam etmektedir. Emek türü ve alet türü karşısındaki konumlanıştan bağımsız olarak yapılan her türden (nesnesi olmayan öznel) sınıfsal soyutlamalar; emeğin her biçimini sanayi emeğinin içinindeki bir alt-görüngü ve alt-tabaka olarak ele almakta, sanayi emeğinin alet türleri dışında kalan yeni emek türünün alet biçimlerini de eski emek türünün ve alet biçiminin içine yerleştirmekte ve burjuvazi dışında kalan tüm emekçi sınıfları “proletarya” kavramının içine sokmaya/sıkıştırmaya çalışmaktadır.
Bu durum her türlü kavramın birbirinin içine geçirilerek karıştırılmasına neden olmaktadır. Sonuç olarak, bu da kafa karışıklığından başka da bir şey oluşturmamaktadır. Örnek vermek gerekirse; istisnasız bütün sınıflar emekçidir. Lakin icatçı-sınıflar emekçi de olsa sömürücü sınıftır. Bu da istisnasız bir olgudur. Başka bir deyişle, emekçi olan içatcı-sınıflar zorunlu olarak sömürücüdür. Tersinden söyleyecek olursak; kullanıcı sınıflar emekçi de olsa sömürülen sınıftır. Keza istisnasız tüm kullanıcı sınıflar sömürülen sınıftır. Lakin icatçı olup da ya da kullanıcı olup da, sömürücü olup da ya da sömürülen olup da, farklı icatçı ve kullanıcı konumlanışlarda olan emekçi sınıflarda mevcuttur. Örnek verecek olursak; burjuvazi sanayi emek araçlarının icatçı sınıfıdır. Aristokratlar ise tarım emek araçlarının icatçı sınıfıdır. Lakin her ikisi de birbirinden farklıdır; ve dahası aristokratlar burjuvazinin güçlü olmadığı dönemlerde (örneğin, nicel-D1 döneminde) burjuvaziyi sömürmüşken, burjuvazi güçlenmeye başlayınca bu defa da minimal-burjuvazi (nitel-D4-sanayiburgları) aristokratik sermayeye el koyarak feodalizmi tasfiye etmiştir. Benzer bir durum proletarya içinde geçerlidir. Keza köylü sınıfının güçlü olduğu dönemde proletarya sömürülen sınıfın (köylülüğün) sömürüleni iken, proletaryanın güçlendiği dönemde ise proletarya bu defa köylülüğü sömürerek tasviye etmiştir. Emile Zola “Germinal” isimli romanında proletaryanın köylülülük karşısındaki bu durumunu tasvir etmiştir.
Bu öznel idealizmi besleyen nedenlerden biri de; Marx’ın proletarya tanımını yaparken bunu sanayi emeği ve aletleri karşısındaki sınıfsal konumlanış ile değil, kapitalist “üretim ilişkilerini” baz alan ücretli emek alıcılığı ve satıcılığı üzerinden yapmış olmasıdır. Bu da kaçınılmaz olarak (günümüz proletaryan-Marksistleri açısından) kapitalist toplumdaki yeni nicel emek görüngülerinin eski nitel emek görüngülerinin basit bir eklentisi gibi algılanmasına, yeni emeğe içkin olan sapkın ve ayrıksı görüngülerin (örneğin, nitel gelişmiş sanayi emeğinin (D5) içindeki nicel gelişmiş teknik emeğin (E2) varlığının) eski emek biçiminden soyutlanamamasına ve ayrıştırılamamasına neden olmaktadır. [1]. Halbuki yalnızca insanlık tarihinin başından beri ortaya çıkmış olan emek araçlarının (ilk organik-emek-aracı olan insan elinden başlanarak) dizgisel sıralaması incelense, kapitalist sistemde elektiriksel sanayi aletlerinden her geçen gün daha da farklılaşan teknik-elektronik emek araçlarının, gerçekte eski nitel emek biçiminin içinden çıkan yeni nicel emek biçiminin somut, sapkın ve ayrıksı görüngüleri olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Bu durum aynı zamanda; yeni bir emek biçiminin, teknik-elektronik emeğin yeni sınıf ilişkilerinin, protekyanın, tüketim-değeri ve tekno-kar yasalarının da açık bir kanıtı olarak dışavurumudur.
Glokal kapitalist dönemde sanayi-kar oranlarından daha büyük olan tekno-kar oranları beraberinde daha yoğun bir tekno-sömürü oranı da ortaya çıkartmaktadır. Bu durum kaçınılmaz olarak proletaryanın sanayi sömürüsüne kıyasla protekyanın teknik sömürüsünün daha da yoğunlaşmasına neden olmaktadır ki, şayet proletaryanın sömürü-karı olan sanayi-kar oranı ile ücret oranının reel farkını, protekyanın sömürü-karı olan tekno-kar oranı ile ücret oranının reel farkı ile karşılaştırırsak; sanayi-kardan kat ve kat (yüz bin kat) daha büyük bir tekno-karın mevcut olduğunu görebiliriz. Şu anda E2’i protekyasının zayıf olduğu bir dönemde hem sanayiburglar hem de proletarya protekyanın tekno-artık-değerinden nemalanmaktadır.
Daha da açıklayıcı olması açısından bir örnek vermek gerekirse; varsayalım ki bir D5/E2-buzdolabının ana gövdesi, elektrik-motoru vs. 150 ytl ye mal olurken, bu buzdolabının teknik-elektronik aksamları da 200 ytl ye mal olmakta iken, 150 ytl in içinde 50 ytl lik sanayi-kar varken, 200 ytl nin içinde ise 150 ytl lik tekno-kar vardır. Başka bir deyişle, bu buzdolabında sanayi-kar 50 ytl iken; 150/50=3 yani 2/1 oranını verirken, tekno-kar ise; 200/150=50 yani 1/3 oranını vermektedir. Sonuç olarak, buzdolabındaki sanayi-kar (50 ytl) 2/1 şeklindeyken, tekno-kar ise (150 ytl) 1/3 şeklindedir. Bu noktada nominal ücret orantılaması da yapmak gerekirse; maliyetler ile birlikte 100 ytl alan proleter x 20 insan, maliyetlerle birlikte 50 ytl alan protek x 5 insana denk düşmektedir. Diğer bir deyişle, 100x20=2000 ytl ederken, 50x5=250 ytl etmektedir. D5/E2 buzdolabının nominal (ortalama) fabrika çıkış değerinin-fiyatının 500 ytl olduğunu varsayarsak ve bunun sömürü oranlamasını yaparsak; misal protek 3000 ytl maaş alıyor olsa da, o 4 kat daha fazla sömürü-değeri yaratıyorken, proleter ise bunun yarım katı %50 sömürü oranı yaratmaktadır. Şayet Proleter 2000 ytl maaş almış olsaydı da bu sömürü oranı değişmeyecektir.
Bu durumda şu soruyu sormak gerekiyor: Proleter mi? Yoksa protek mi? Daha çok sömürülüyor? Proleterin sanayi emeğinin sömürüsünden elde edilen sanayi-karla kıyaslandığı zaman protekin teknik emeğinin sömürüsünden elde edilen tekno-kar elbette ki çok daha büyüktür. Keza sanayi-kar ile tekno-kar arasındaki nominal kar marjı 1/8’dir. Başka bir deyişle, bir proleterin sanayi-kar katkısı 1 iken, bir protekin tekno-kar katkısı 8’dir. Lakin bir proleterin aldığı maaş ile bir protekin aldığı maaş arasında 2 ya da 3 kat fark vardır. Salt buna bakarak protekyayı en çok sömürülen emek sınıfı olarak görmekten kaçınanlar tarihsel bir hata yapmaktadır. Yalnızca bu somut gerçekler bile, yeni emek biçimini ve sınıfını, yani protekyanın nesnel varlığını kabul etmek istemeyen bağnazlara verilebilecek en güzel cevap olma özelliğine sahiptir.
Dipnot:
[1] Genel olarak kabul edilen bilimsel yöntem; “yadsıma”, “yadsımanın-yadsıması”, “ayrıştırılma” ve “yeniden kapsama” olarak görülmektedir. Bu bağlamda toplumsal sınıfların emek araçları ile kurduğu ilişkiyi ayrıştırmaksızın icatçı ve kullanıcı sınıfsal kompozisyonlar ortaya çıkarılamayacağı gibi, emek araçlarının emek türleri ile olan ilişkisi de ortaya çıkarılamaz. Bir emek türünden diğer bir emek türüne geçiş süreci her emek türünün kendi içinde aldığı “nicel”, “nitelleşmiş-nicel”, “nitel”, “nicelleşmiş-nitel” formların ayrıştırılması ile anlaşılabilir. Hangi emek türünün hangi emek türünün içinde çıktığı ve hangi nicel biçimin hangi nitel yeni emek biçimine yöneldiğini belirleyen şey; ancak emek türlerinin iş bölümü mekaniği ile anlaşılabilir ki bu da bilimsel metodolojinin yeniden yapılandırılması ihtiyacını, başka bir deyişle Emekoloji’nin ortaya çıkmasını/doğumunu zorunlu hale getirmiştir. Bugün her hangi bir insan elektrik devresini bilmeden elektronik devreyi öğrenemez. Ve hatta bir elektrik devresini bilmek için buharlı sistemi, dahası geriye gidip mekanik tarım emeğini bilmek gerekir. Bugün her hangi bir insan Emekoloji’yi tam manası ile anlamadan emeğin biri biri üzerine geçen biçimlerinin tarihi olan insanlık tarihini de anlayamaz.
Serhat Nigiz
28.10.2017
2 notes · View notes
serhatnigiz · 5 years
Text
Dönüşen Kapitalizmin Glokal İşleyiş Tarzı ve Tekno-Sömürgeciliğin Yapısal Krizi Üzerine
Tumblr media
Sanayi emek araçlarının nicel ve nitel tarihsel-kapitalist-dizilimi ve emek türlerinin alt ve üst iş bölümü mekaniği açısından ele alındığında; hem sanayi emeğinin feodalizm içindeki nicel dönüşüm biçimine (D-3’e) tekabül eden dıştan yanmalı buharlı makinalar döneminde hem de sanayi emeğinin nitel değişim biçimine (D-4’e) tekabül eden içten yanmalı motorlu makinalar döneminde, yani emeğin yayılım grafiğine göre sırasıyla D-3 ve D-4 dönemlerinde; sanayi-makinaları üretim hiyerarşisi içinde proletaryanın “yedeği” konumundaydı. Başka bir deyişle; bu dönemde dolayımlı olarak proleterler makinalara değil, makinalar proleterlere (dolayısıyla eski terminoloji ile söylersek “ücretli emek gücüne” ya da “canlı emeğe”) eklemlenmiş durumdaydı ki; yine bu dönem(ler)de sanayi-artık-değeri/karı oluşturan kullanıcı-emek-sınıfı kesiminin ödenmemiş-emek-sermaye-miktarlarının asıl kaynağını da yine bu sınıfsal-kompozisyon/konumlanış meydana getirmekteydi.
Lakin; sanayi emeğinin nitel gelişim biçimine tekabül eden D-5 glokal sanayi-makinalarının ortaya çıkması ile birlikte (bu durum kabaca 1960-70’li yıllardan itibaren gerçekleşmeye başladı), proletarya ile bu sınıfın ilişki halinde olduğu sanayi-makinaları arasındaki iş bölümü tarzı adım adım değişmeye başlayarak “eş-değer bir konumlanış” ortaya çıktı ve üretim biçiminin hem teknik hem de fiziki yapısı bütünüyle farklılaşmaya başladı. Başka bir deyişle; bu evreden itibaren proleterler D-5 sanayi-makinaları ile eş-değer bir konumda üretim bandına girmeye başladılar. Kısacası; proletarya ile D-5 elektronik-panolu-sanayi-makinaları arasındaki ilişki bir nevi ortaya “yenişememe” durumu çıkardı ki, yine aynı dönemde E-2 teknik makinalarına eklemlenmeye başlayan D-5 sanayi-makinalarının işleyiş tarzı proletaryanın sınıfsal bileşenlerini köklü bir biçimde değişime uğrattığı gibi, artık makinalar değil, tersine proleterler makinaların yedeği konumuna gelmeye başladı. Özellikle 1980 sonrası; proletaryanın sınıfsal karakteri bağlamında yapılan teocu ve postçu Marksizm içi ve dışı tüm teorik ve bilimsel tartışmaların belirleyici mihenk noktası bu dönüşümün anlaşılmaya çalışılması ekseninde gerçekleşti. Diğer bir deyişle, glokal-kapitalizmin işleyiş tarzındaki dönüşümler; hem postçu hem de teocu sollar arasında proletaryaya ilişkin sınıfsal tanımlamaların muğlak ve kafa karışıklığına dayalı bir seyir izlemesine de neden oldu.
Ancak sanayi emeğinin nitel dönüşüm biçimine tekabül eden yapay zekalı D-6 ön-sanayi-makinalarının tarih sahnesine çıkması ile birlikte, bu “yenişememe” durumu makinaların lehine hem proletaryanın hem de sanayiburgların aleyhine bir üretim tekniğinin/tarzının oluşma sürecini hızlandırmış, dolayısıyla bu durum artık proleterlerin tamamen makinaların yedeğine düşmesini de beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla; bu olgu sanayiburgları da “gereksiz bir sınıf” haline getirmeye devam etmektedir. Bu nedenledir ki; proleterler her geçen gün daha da fazla kronik işsizler ordusu haline gelirken, sanayi-kar karşısında daha baskın bir konuma gelen tekno-kar sömürüsü sebebiyle de, teknoburgların ve teknolojik alt yapılı kapitalist tekellerin proletaryanın “ücretli emek gücüne” ve “canlı emeğine” olan bağımlığı da azaldıkça ve “cansız emeğin” robotik-emek dolayımıyla soğurulması işlemlemleri de oransal olarak artış gösterdikçe; proleteryanın ücretlerinde kesin bir düşme eğilimi de/politik olarak kemer sıkma uygulamaları da (örneğin, yaygın işten çıkartmalar da) vs. daha da gözle görülür bir hale gelmeye başlamıştır.
Diğer bir deyişle; özellikle sanayi ve teknik iş bölümü ilişkilerine dayalı glokal-kapitalist iş bölümü tarzı içinde proleterler düşük ücret alan ve kronik işsizlik ile boğuşan “yedek bir emek kesimi” haline dönüşmüştür. Bu haliyle proleterlerlerin durumu; tıpkı feodalizmden kapitalizme geçişte sanayileşmenin etkisi altında açlık, yoksulluk ve işsizlik sorunları ile boğuşan geniş köylü kitlelerinin durumuna da benzetilebilir. Bu tarihsel kesitte proleterleşmeye ayak uyduran ve zor ya da ikna yoluyla kırsal yaşam alanlarını terk ederek sanayi emeğinin bir parçası olmak için kentlere göçen/sürülen köylü kitleleri; sanayi-sermayesinin oluşumu için gerekli olan sermaye/emek-birikiminin kullanıcı-emek-payını da meydana getirmiştir. Bugün için proleterler de benzeri bir süreçle karşı karşıyadır. Kısacası; günümüz proleterleri için günümüz “köylülüğü” yakıştırmasını yapmak hiçte abartılı bir yaklaşım olmayacaktır.
Sanayi emeğinin nitel değişim biçimine tekabül eden minimal D-4 döneminde sanayiburglar (Felsefi ve teorik temelini “Hegelci-prusyatik yasamacı-devlet kuramı”ndan alan) minoktokratik tekel ve devlet yapılanmaları ve azami-sanayi-kar sayesinde devasa boyutlara ulaşan bir sanayi-sermayesi elde etmeyi başarmıştı. Lakin; günümüzde teknoburglar; D-5/E-2 döneminin ön-gloktokratik tekel ve devlet yapılanmaları ve tekno-kar’la birlikte oluşan tekno-sermaye sayesinde, sanayiburgların ve sanayi tekellerinin iktidarlarını bir bir devirmektedir. Başka bir deyişle; sanayi emeğinden teknik emeğe, ulusal sanayi pazarlarından glokal ulus-ötesi bölgesel teknik pazarlara geçişle birlikte, teknoburglar ve sanayiburglar arasındaki kapitalizm içi güç ve iktidar mücadelesi her geçen gün daha da şiddetlenmekte ve bu durum tüm insanlığı artan bir oranda savaş, ırkçılık, şovenizm, faşizm, ekonomik buhran, kronik-işsizlik vs. gibi tehlikeler ile karşı karşıya bırakmaktadır.
Sanayi-sermaye ile kıyaslandığı vakit sanayi sermayesinden on kat daha büyük olan tekno-sermayenin ulaştığı seviye düşünüldüğünde; dünün minimal-ulusçu emperyalizmi ve sömürgeciliği ile kıyaslandığı zaman, glokal-ulusçu emperyalizmin ve sömürgeciliğin geldiği boyutlar tekno-emperyalizme/sömürgeciliğe dayalı yeni bir dünya kapitalist konjektürüne girildiğine de işaret etmektedir. Hiç kuşkusuz bu kapitalizm kendisinden önceki kapitalizmlerden daha da sömürüye susamış ve aç bir kapitalizm olarak yanlızca emekçi sınıflar için değil, tüm gezegen için insani, siyasi, ekonomik, kültürel, ekolojik vs. bir yıkım tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Bu yıkım sürecini durdurabilecek ve dünya kaynaklarını tüm insanlık için bilimsel ve rasyonel temelde düzenleyebilecek olan yegane sınıfın protekya olduğu gerçeği, kapitalizmin insanlığı sürüklediği yıkım ve yokoluş tehlikesi ile birlikte bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır. Bu açıdan Rosa Luxemburg’un “Ya Barbarlık, Ya Sosyalizm!” şiarı çok daha anlamlı bir slogan olmayı bugünde sürdürmektedir. Lakin; tek bir farkla: o da sosyalizmin merkezinde proletaryanın değil, bugün için emeğin en ileri biçimini temsil eden protekyanın olduğu gerçeğinin kabul edilmesi şartıyla!
En basitinden artan savaş tehlikesi bugün dahi kendisini ulus-ötesi bölgesel çatışmalar temelinde ortaya koyarak göstermektedir. Afganistan, Irak, Suriye vb. gibi pek çok ülkede cereyan eden glokal “vekalet savaşları” aracılığıyla yürütülen asimetrik çatışmalar, (içi boş bir “anti-emperyalist” söylem gereği) salt bu ülkelerin iç dinamiklerinin ya da bu ülkeleri “karıştırmak” isteyen “dış güçlerin” bir eseri olmamakla birlikte, asıl gözden kaçan gerçek ise; eski tip ulusal sanayi pazarlarını ve devletlerini kendi tekno-sermayesinin gelişimi önünde engel olarak gören teknoburgların yer yer sanayiburglarla anlaşarak yer yer de onlarla savaşım yürüterek bu süreci derinleştirmekte oluşudur ki; burada ki nihai amaç bölgesel tüketim pazarlarının önünde engel olarak duran eski tip prusyatik-minoktokratik tekel ve devlet yapılanmalarının yumuşak ya da sert yöntemler yoluyla tasfiye edilmesi hedefidir.
Lakin; tarihin gelişimi sırf öznel-ideolojik istekler doğrultusunda oluşmadığı için ve bu kapitalist sistem bile olsa, o da nesnel emek yasalarından azade olmadığı için, özellikle de Ortadoğu uzamındaki müdahalelerin sonuçları, hem siyasi hem ekonomik hem de askeri açılardan tekno-sermaye güçlerini/teknoburgları dahi tatmin edecek bir hızda ilerlemekten de fazlasıyla uzaktır. Başka bir deyişle, kapitalizmin merkez-çevre konumlanış içinde yer alan coğrafyalarda ki durumu; var olan “yenişememe” durumlarından dolayı da, “iki adım ileri, bir adım geri” biçiminde ifade edilebilecek olan bir seyir izlemektedir. Kuşkusuz bu durum; biri biri üzerine geçerek ilerleyen emek türlerinin eşzamanlı ve “eşitsiz gelişiminin” doğal bir sonucu olarak yorumlanmalıdır. Keza; emek türlerinin tarihsel serüveni merkez, merke-çevre ve merkez-karşıtı süreçlerde farklı düzeylerde bir seyir izlemeye devam etmektedir. Dahası; eski tip minoktokratik tekel ve devlet yapılarının “direnci” ve bunun karşısında da yeni tip gloktokratik devlet ve tekel yapılanmalarının “basıncı” ile birlikte ortaya çıkan kapitalist yapısal kriz; kendi yapısal dönüşümünü tamamlama noktasında, kendinde bir biçimde de olsa kendi yapısal yokoluş koşullarını da yaratmayı sürdürmektedir.
Kuşkusuz glokal sömürgeci ve emperyalist cephedeki bu “tatminsizliğin” asıl nedeni; glokal-kapitalist dönüşümün hızı/devri ile bağlantılıdır. Sanayi sermayesinin ve sınıflarının “ölüm döşeğinde” olmasına rağmen, kurumsallaşmış yapılar gereği hala belirgin bir oranda gücünü ve etki alanını koruması hasabiyle, zaman zaman eli kolu bağlı kalan teknoburglar; kapitalist-evrimsel süreci nitel olarak hızlandırmak pahasına pek çok öznel-ideolojik müdahale yapmaya çalışsalar da, onların anlamadıkları asıl şey; kapitalizmin salt kendi kendisini yönetmediği, gerçekte ise bir tarihsel ve toplumsal sistem olarak bu yapının işleyişine damgasını vuran “irade üstü” nesnel ve öznel emek yasaların var olduğu gerçeğidir. Keza; yeni bir emek biçiminin ve onun “üst yapısal formasyonlarının” merkezden merkez-çevreye ve merkez-çevreden merkez-karşıtına doğru yayılımı salt yukardan aşağıya gerçekleştirilecek olan askeri ve siyasi müdahaleler ile yapılamayacağı gibi, bu türden müdahaleler her daim bu tarz müdahaleleri yapan tekno-burjuva güçler açısından da yeni sorunları beraberinde getirmektedir.
Başka bir deyişle; bugün için “kapitalizmin krizi” olarak algılanan şey; gerçekte sanayi emeğinin kendi içinden yeni bir emek biçimini doğurmuş olması/kendi yokoluş koşullarını da yaratmakta oluşu krizidir. Lakin; bu doğum hala devam etmekte olup; doğacak olan yeni varoluş koşullarının kendi varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan nesnel zeminlerin yeterli seviyeye ulaşmaması da, ayrıca kapitalizmin krizini derinleştiren bir diğer önemli faktördür. Bu noktada; nesnel zeminlerdeki yetersizliğe bağlı olarak protekyanın öznel güçlerindeki dağınıklığın ve örgütsüzlüğün nedenleri de daha iyi anlaşılabilir. Keza; bu krizin daha da derinleşmesi protekyanın tarih sahnesine devrimci bir güç olarak çıkma sürecini de kaçınılmaz bir biçimde hızlandıracaktır.
Öte yandan, hakim sınıflar; her müdahaleyle birlikte kendi güçleri oranında kendi yetersizliklerinin de farkına vararak, kapitalizmin glokal gelişme dinamiklerini arttırma ve glokal yapıdan global-kapitalist yapıya ve “tek bir dünya pazarı”na geçiş için gerekli olan siyasi, askeri ve mali yapıların inşası için saldırgan bir tekno-sömürgeciliği/emperyalizmi daha da fazla devreye sokma yönünde ki ilerleyişini de sürdürecektir. Bu noktada; eski tip ulusal sanayi devletlerinin ve pazarlarının tasfiye edilmesi, proletaryanın minimal dönemden kalma kazanımlarının yok edilmesi, sanayiburgların kurumsal iktidarlarının parçalanması, emek, üretim, bölüşüm ve dağılım süreçlerinin teknik-pazarların ihtiyaçlarına cevap verecek bir tarzda yeniden örgütlenmesi gibi hedefler temelinde yürütülen bu yeni tip sömürgecilik/emperyalizm nedeniyle dünyanın ve insanlığın karşı karşı kaldığı yıkım, aynı zamanda kapitalist barbarlığın kendi sosyalist devrimci yıkım koşullarının zeminlerini de yaratmaya devam etmektedir. Bu açıdan; kapitalizmden sosyalizme “barışçıl geçiş” masalı içinde her türden burjuva ilizyonist söylem barındıran bir sol ya da sağ kanat liberal aldatmacadan başka da bir şey değildir. Keza; barışçıl geçiş beklentisi her şeyden önce tekno-emperyalizme/sömürgeciliğe dayalı kapitalist dönüşüm dinamiklerinin militarist, yayılmacı, saldırgan vs. özelliklerini de gözardı eden bir yanılsamadır.
Teknik-sömürgeciliğin/emperyalizmin pek çok ülkede harcanan onca para ve silaha karşın beklenen hızla ilerleme kaydedemeyişinin ve kapitalizmin yapısal bir açmaz içinde debelenip durmasının nedenlerinden bir kaçı da bunlardır. Aynı zaman da bu yeni emperyalizm ve sömürgecilik biçiminin dünya halkları ve emekçi toplum kesimleri arasında uyandırdığı yaygın tepkilerin protekyanın ideolojik-politik önderliği altında kapitalizme karşı örgütlü bir güç haline gelmesi tehlikesi de; hem sanayiburgların hem de teknoburgların uykularını kaçıran en büyük kabus olmaya bugünde devam etmektedir. [1].
Dipnot
[1] Minoktokratik-kapitalist-devlet yapılarından gloktokratik-kapitalist-devlet yapılarına geçiş sürecinde cereyan eden çeşitli türden krizler, darbeler, isyanlar, iç müdahaleler vs. kapitalizmin karşı karşıya kaldığı yapısal aşınmanın da bir göstergesi olarak; adım adım eski tip minimal-kurumsal yapıların daha da hızlı çözülmesi sürecini de gündeme getirmektedir. Örneğin, meseleye Türkiye düzleminden bakıldığı zaman; devlet nezlinde yaşanan yapısal kriz kendisini “Türk tipi Başkanlık” perdesi arkasına saklanarak inşa edilmeye çalışılan totokratik-glokratik rejim şahsında ortaya koymaktadır. Dahası; Suriye, Irak, Mısır, Suudi Arabistan vb. gibi örnekleri de bu yapısal krizin bölgesel eksenli parçaları olarak ele alırsak; “glokalleşememe sorunu”nun salt Türkiye’ye özgü olmayan, daha genel ve yapısal bir sorun olduğu da rahatlıkla görülebilir. Dolayısıyla; bütün bu ülkelerde farklı biçimler altında uygulamaya konan totokratik-glokal-faşizan-rejimler, glokalleşmenin ağır aksak ilerleyişini hızlandırma hedefi güden bir bölgesel pazar inşasının halkları olarak da okunmalıdır. Bu ülkelerdeki zayıf tekno-sermaye güçlerinin sanayi emeği ve pazarları karşısındaki glokalist konumunu güçlendirebilmek için, otokratik kapitalist işleyişe dayalı kapitalist yönetim biçimlerinin öne çıkarılması da; yine bilinçli bir glokal-sömürgeci/emperyalist politikanın sürekliliği olarak yorumlanmalıdır. Özellikle de; Türkiye gibi merkez-çevre kapitalist konumlanışta olan ülkeler bu glokal programın uygulanışı açısından da tam bir “laboratuvar” işlevi görmeyi sürdürmektedir.
Yazıyla bağlantılı Linkler:
Glokal Pazar Savaşları, Uzakdoğu ve Elektronik Emek, 25.01.2015
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/109090695672/glokal-pazar-sava%C5%9Flar%C4%B1-uzakdo%C4%9Fu-ve-elektronik
Emek Türleri Kuramı ve İş Bölümünün Matematiği, 16.03.2015
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/114149073992/emek-t%C3%BCrleri-kuram%C4%B1-ve-i%C5%9F-b%C3%B6l%C3%BCm%C3%BCn%C3%BCn-matemati%C4%9Fi
Emek Grafiğinin Yazınsal ve Sembolik Yapısı Üzerine Notlar, 21.10.2015
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/131616740407/emek-grafi%C4%9Finin-yaz%C4%B1nsal-ve-sembolik-yap%C4%B1s%C4%B1
Emeğin Yayılma Mekaniğinin Teorik Temelleri Üzerine, 21.10.2015
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/131617949902/eme%C4%9Fin-yay%C4%B1lma-mekani%C4%9Finin-teorik-temelleri
Sezarizm Bağlamında Faşizm Olgusunun Glokal Yansımaları Üzerine, 25.11.2018
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/180479200262/sezarizm-ba%C4%9Flam%C4%B1nda-fa%C5%9Fizm-olgusunun-glokal
Artık-Değer Üreten Proleterlerden Artık-değer Üreten Robotlara Geçişin Adımları Üzerine, 23.12.2018
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/181344640102/art%C4%B1k-de%C4%9Fer-%C3%BCreten-proleterlerden-art%C4%B1k-de%C4%9Fer
24.03.2019
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 5 years
Text
Tarihsel Ulusçuluk, UKKTH’nin Açmazları ve Bölgesel Devrim Üzerine
Tumblr media
“Marx ne sistematik bir ulusal sorun teorisi, ne “ulus” kavramının tam bir tanımını verdi ne de bu konuda proletarya için genel bir siyasal strateji geliştirdi. Konuya ilişkin makaleleri genellikle özgül durumlarla ilgili somut siyasal önermelerdi.”
Michael Löwy
Proletaryan-sosyalizmin kurucuları olan Marx ve Engels; emeğin yayılım grafiği/mekaniği açısından ele alındığında D3 (nicel dönüşmüş sanayi emeği/dıştan yanmalı buharlı makinalar/kısmen içten yanmalı motorlar) döneminde yaşamıştı. Bu dönemde dünya hala büyük oranda feodal mekanik tarım emek ilişkilerinin ve pazarlarının/ürünlerinin hakimiyeti altında idi. Burjuvazinin; özellikle de ön-sanayiburgların feodal dönemden kalma soya dayalı aristokratik/monarşik yapıları ve tarım emeğine dayalı ürün-meta-pazarlarını ortadan kaldırabilmek için (aydınlanma/ilerleme düşüncesinin de izlerini taşıyan) ulusçuluk ideolojisinden yararlanmak istemesi bir raslantı değil, bilinçli bir sınıf tercihi olma özelliğine sahipti. Keza; ulusçuluk bu dönemin D3-kapitalizminin gelişme dinamiklerine de uygun düşen bir ideolojiydi. Bu anlamıyla “ulus” kavramı ve “ulusçuluk” ideolojisi doğduğu andan itibaren burjuva içerik taşıyan bir kavram ve ideoloji olarak günümüze kadar varlığını sürdürdü.
Bu dönemde D3-ön-proletaryasının mücadeleleri bile ulus temelinde ve ulusal ölçekte gerçekleşiyor; proletarya ulusal pazar ekonomisi içindeki konumunu sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Ve yine bu dönemde özü itibariyle ulusalcı ve reformist bir akım olarak doğan ön-sendikalizmdeki nispi yükselişin arka planında da işçilerin/proleterlerin artık-değer sömürüsünden/ödenmemiş/gasp edilmiş emekten daha fazla “ulusal pay alma” mücadelesi vardı. O dönemde sanayi kapitalizminin en çok geliştiği yer olan İngiltere’de ortaya çıkan Çartist hareketi bu mücadelelerin en tipik örneklerinden biriydi. Kaldı ki; başka Avrupa ülkelerinde de benzer işçi/proleter hareketleri eş zamanlı olarak cereyan ediyordu. Marx ve Engels’in ulus ve ulusçuluğa ilişkin ilk fikirlerinin olgunlaştığı ortamda böylesi bir emek-konjektürüne denk düşmekteydi. Kuşkusuz bu öncül fikirler bütünsel bir teorik yaklaşımdan daha çok; dönemin özgül şartları içinde gelişmiş olan somut tahliller olma özelliğine sahipti. Bu açıdan bakıldığında; Marx ve Engels’in Polonya ve İrlanda sorunlarını (ve diğer "ulusal sorunları") ele alış biçimleri de yine bu tutumun izlerini taşımaktaydı.
1844 Devrimleri, 1789 Paris Komünü vb. gibi birçok tarihi (burada değinemeyeceğimiz kadar çok isyan, ayaklanma, halk hareketi vs.) olay öncelikli olarak "ulusal" hareketler olarak başladı. Keza; bu döneme damgasını vuran asıl şey, feodalizme karşı yürütülen her türden ulusal-devrimci-hareketler ve yeni ön-ulus-devletlerin kuruluş süreçleri olmuştur. Başka bir deyişle; ister burjuvazinin önderliğinde olsun, ister köylülüğün ve proletaryanın da aktif katılımı biçiminde olsun, bu dönemde gerçekleşen bütün siyasal ve sosyal hareketler asıl olarak ulusal bir karaktere (başka bir deyişle, ulusal bir pazarın inşası sürecine) bürünmek zorunda kalıyordu. Kuşkusuz bu durum; doğal olarak ulusal bir sanayi pazarı üzerinde yükselen (burjuvayan ve proletaryan) kapitalizmin nesnel ve öznel gelişme dinamiklerinden kaynaklanıyordu.
Marx ve Engels’den farklı olarak; Lenin (nitel değişmiş sanayi emeği-D4) döneminde ise, bu sefer kapitalist-ulusçuluk merkezden merkez-çevreye ve merkez-karşıtına doğru (sömürgecilik ve emperyalizm biçiminde) kaymaya başladı. Zira; sanayi emeğinin Batı’dan Doğu'ya doğru hareketi, yani feodalizmin Ön Asya’da ve Uzak Asya'da tasfiye edilmesi sürecinde; yine çeşitli türden proletaryan hareketler ve milli kurtuluşçu hareketler bu "ulusçuluk" gömleğini büyük bir iştahla giydiler. Keza; bu "gömlek" özü itibariyle global-feodalizme karşı minimal kapitalist ulusçu-devrimler dönemine de işaret ediyordu. Öte yandan, bu döneme damgasını vuran ulusçu-proletaryan-kapitalizmin temellerinin de yine Ekim Devrimi ve Bolşevizm’in öncülüğünde şekillenmiş olması da hiçte raslantı değildi.
Örneğin; Rusya'da liberal burjuva partisi KADET'lerin zayıf olması, yani D3 ön-sanayi-burjuvazisinin zayıflığını fark eden Lenin, ikili iktidar sürecinde D3 burjuvazisinin de “rolünü çalarak” araya girmeyi başardı ve Rusya'da proletaryan karakterli ama özü itibariyle feodalizmin tasfiyesini hedefleyen bir ulusal sanayi kapitalizminin; yani proletaryan-kapitalizmin inşasına girişildi. Başka bir deyişle, Lenin öncülüğündeki Bolşevik Partisi’ni iktidara taşıyan asıl etken D3 burjuvazinin “demokratik” görevlerinin de (siz bunu kapitalizmin/sanayi emeğinin iktidarının kurulması olarak okuyun) proletarya ve köylülük tarafından sırtlanılmış olmasıdır. Dahası; Rus liberal burjuvazisine kıyasla proletaryanın ve köylülüğün desteğini kazanmış olan radikal-Bolşevizm, D3 Rus burjuvazisinden çok daha hızlı bir biçimde Rusya’da feodalizmin tasfiye edilmesi ve geniş bir coğrafyaya yayılmış olan ulusal bir sanayi kapitalizminin kurulması süreçlerini (ağır bedeller de ödeyerek) tamamlamayı başardı. Kısacası; burjuvazinin merkez çevredeki zayıflığı, proleter ve köylü kitleler tarafından desteklenen merkezi bir öncü parti ve deneyimli kadrolar sayesinde Bolşeviklere “yukardan aşağıya doğru” sanayileşme yolunda büyük bir taktik ve stratejik avantaj sağladı. [1].
Merkez kapitalizmde (Özellikle de Batı Avrupa ülkelerinde) 2.5 asırda tamamlanabilmiş olan feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin “aşağıdan yukarıya doğru” inşası, merkez çevreye ve merkez karşıtına gelindiğinde ise, tıpkı Rusya ve Çin örneklerinde de görüldüğü gibi “tepeden inme” bir “prusyatik” ulusal memur-kastları kapitalizmi niteliğine bürünmüştür. Keza; dönem feodalizmin tasfiye edilmesi ve miminal kapitalist pazarların ve minoktokratik-devlet aygıtlarının inşa edilmesi dönemiydi. “Ulusalçılığın” o dönem için proletaryan-marksizmin içine işlemiş olması; asıl olarak sanayi emeğinin toplumsal kullanıcı sınıf düşüncesi üzerine oturan yapısından (ki proletarya da aynı ulusal sanayi pazarının bir parçası idi), kendi döneminin nesnel emek yasalarından ve bu eğilimlerin/üst yapısal formasyonların ulusal pazar ekonomilerinden bağımsız bir şekilde gelişmesinin mümkün olmamasından kaynaklanıyordu. [2].
Ne Marx, ne Engels, ne Lenin vs. hiç kimse kendi tarihsel emek kesitinden ve o kesitin nesnel ve öznel emek yasalarından bağımsız olarak ele alınamaz. Bu yüzden Marx ve Engels’in “D3-ulusçuluğu”nun, Lenin’in de “D4-ulusculuğu”nun etkilerini taşıması kaçınılmazdır. Hele bugün için minimalist-ulusçuluğun tükenme sürecine girdiği, tekno-tekellerin ulus-üstü bölgesel ve uluslararası hareketine dayalı glokalist-ulusçuluğun ve teknik-sömürgeciliğin/emperyalizmin ise hızla öne çıkmaya başladığı bir emek-konjektüründe; ulusçuluk üzerine yapılacak bir tartışma asla emek türlerinin birleşik-çatışkısal iş bölümü diyalektiğinden/mekaniğinden; dolayısıyla emekolojik yol ve yöntemden yararlanılmadan yapılamaz.
İnsanı ve insan toplumlarını emeğe “indirgemeden” ve emeği kendi içinde nitel ve nicel alt ve üst türlere ayırmadan; tarihsel koşullara, kişilere ve sınıflara bakan her anlayış bilim dışı bir yanılsamadan ibarettir. Gerçekte ise böyle bir gerçeklikte yoktur. Dahası; ister “teocu-marksist” akımlar olsun, ister “postçu-marksist” akımlar olsun, benzer bütün yaklaşımlar var olan gerçekliğin soyut bir yanılsamasına saplanıp kalmaktan da öteye geçememektedir. Bunun en bariz örneklerini; bugün “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” talebi etrafında yapılan bir dizi teorik ve politik tartışma vesilesi ile de görebiliyoruz.
Her "ulusun" kendisini ayrı bir devlet biçiminde örgütleme hakkını temel alan Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) talebi, 20 yy. ilk ve ikinci yarısında feodalizme karşı kapitalizmin (mevcut sanayi emek güçlerinin) gelişimi açısından "ezilen ulus" hareketlerine belirli ölçülerde “ilerici”, “devrimci” ve “demokratik” bir nitelik kazandırmış olsa da, günümüzde glokal-kapitalizm ile birlikte ulusal sanayi ekonomilerinin ve ulus-devletlerin hiçbir tarihsel ilericiliği kalmadığı için, "ulusal sorunların" yine ulus-devlet temelinde her daim burjuva çözümünü savunmakta, sosyalist/komünist bir bakış açısı olma özelliğini topyekün yitirmiş durumdadır. Başka bir deyişle, bir burjuva akım olarak minimal-ulusçuluk akımı; gelinen aşamada hem siyasi, hem iktisadi hem de kültürel açılardan ilerici, devrimci ve demokratik özelliklerini büyük oranda kaybetmiş olan, atıl, gerici ve savunmacı pozisyona düşmüş olan bir ideoloji durumundadır. [3].
Bu yüzden günümüz dünyasında; UKKTH EKKTH'yi değil, emeğin kendi kaderini tayin hakkı "ulusun" kendi kaderini tayin hakkını belirlemek zorundadır. Emeğin en ileri kesimini oluşturan protekyanın (teknik/elektronik emekçiler sınıfının) ideolojik ve politik önderliği olmaksızın "ulusu" (emeği) oluşturan sınıfların, başta proletarya (sanayi emekçileri) ve köylülük (tarım emekçileri) olmak üzere kurtuluşu da mümkün değildir. Bu açıdan "ulusal soruna" bağlı olarak gelişen her türden etnik kimlik talepleri, dilsel ve kültürel haklar, yerel ve bölgesel eksenli demokratik görevleri de kapsayacak bir biçimde, devrim ve sosyalizm mücadelesinden (protekyanın kurtuluş mücadelesinden) ayrı ele alınamaz. Bunun aksini idda edenler; gerçekte klasik UKKTH savunusunun arkasına saklanıp (bilerek ya da bilmeyerek de olsa) protekyanın asıl sınıf düşmanları olan sanayiburgların ve teknoburgların glokal-sömürgeci/emperyalist politikalarının şuursuz takipçileri olmaktan da kurtulamamaktadır.
Örneğin; Türkiye, Irak, Suriye ve İran’ı kapsayan dört parçalı Kürt çoğrafyası düzleminde Kürt emekçilerinin kurtuluşu diğer bölge emekçilerinin kurtuluşundan ayrı düşünülemeyeceği gibi, her türden burjuva ve küçük burjuva ulusalçı hareketin sözde "ulusal kurtuluş programı" da ne bölge haklarına ne de dünya halklarına barış getiremeyeceği gibi, glokal-kapitalizmle ve değişen iktisadi (tüketim-değer) yasa(sı) ile birlikte bütün bu hareketler de glokal-sömürgeciliğin/emperyalizmin yerel ve bölgesel "küçük ortakları" ve “şubeleri” olarak kalmaktan da kurtulamayacaktır. Bu durum; hareketlerin politik ve ideolojik önderliklerinin öznel ve menfi tercihlerinden değil, asıl olarak glokalizmin eski tip minimalist-ulusçuluğun maddi zeminlerini yok etmeye dönük yürüttüğü glokal pazar savaşlarına dayalı militarist ve yayılmacı yeni emperyalist siyasetinden kaynaklanmaktadır. [4].
Keza; sözde "taktik ortaklık" adı altında glokal-emperyalist güçlerden ufak ya da büyük "pay koparabileceği" yanılsamasına kapılan her türden glokal-ulusçu hareket; son tahlilde ulus-üstü kapitalist tekellerin bölgesel ve yerel siyasetinin kullanışlı bir "tüketim aracı" olmaktan öteye geçemeyeceğini acı bir biçimde deneyimleyerek öğrenmek zorunda kalacaktır. Bu tespit özü itibariyle; “ulusal soruna” ya da “ulusal hareketlere” ilişkin bir büyüklük (tepeden bakma) dikotomisi değil, askine kapitalizm sınırları içinde demokratik ve reformist çözüm arayışı içinde olan hareketler dolayımıyla “ezilen” kimlik ve kültürden olan emekçileri bekleyen yakın ve uzak tehlikelere dikkat çekme sorumluğunun bir gereğidir.
Kürt halkı ve emekçileri de dahil olmak üzere, farklı milletlerden emekçilerin (Türk, Yunan, Ermeni, İran, Arap, Rus vs.) kurtuluşu ancak ortak ve ayakları yere basan bir “bölgesel devrim” programı ve strateji ile gerçekleştirilebilir. Aksi takdirde; “ulusal” kompartımanlar yoluyla birbirlerine karşı sürekli düşmanlaştırılmaya çalışılan bu halklar, glokal-kapitalizmin derinleşen mali, askeri ve siyasi krizine bağlı olarak, egemen sınıflar eliyle yoğunlaştırılan militarizm ve şovenizm virüsüne karşı ortak bir zeminde buluşamadığı müddetçe, tıpkı iç savaş cenderesinden bir türlü çıkamayan Libya ya da Suriye deneyimlerinde de görüldüğü gibi, sömürgeci ve emperyalist politikalar neticesinde, bütün bu halklar glokal-kapitalizmin bölgesel hesapları için birbirine karşı kışkırtılabilecek olan “kullanışlı araçlar” olarak görülmeye de devam edilecektir.
Bu gidişata karşı “imdat freni” ancak protekyanın politik ve ideolojik önderliği altında gerçekleşecek olan bir bölgesel devrim stratejisi ile çekilebilir ki; glokal-kapitalist politikaların yayılmacı ve istilacı doğasına karşı bölgesel protek-proleter devrim stratejisi, sadece Türk ve Kürt emekçilerini değil, tüm bölge halklarını da kapsayacak bir bölgesel devrim perspektifinin katölüzörü olacaktır. Keza; minimal sanayi pazarlarının parçalanarak yerini bölgesel ortak pazarlara bırakmaya başladığı bir dünya konjektüründe; Balkanlardan Kafkaslara, Anadolu’dan Ortadoğu’ya kadar uzanan geçiş bir çoğrafi hatta emekçilerin kurtuluşu bölgesel bir mücadele programının başarılı olmasına bağlıdır.
Dolayısıyla; bölgesel pazarların bölgesel birleşme süreçleri kaçınılmaz olarak bölge devrimlerini de zorunlu hale getirmektedir. Ve yine aynı şekilde ulus-ötesi bölgeselleşme olgusu bölgesel düzeyde faaliyet yürüten devrimci partilerin yaratılması sorununu da gündeme getirmektedir. Bu açıdan devrimci parti modelinin hem teorik hem de pratik ayaklarına ilişkin yeni emek dinamiklerine uygun bir programatik, taktik, stratejik hattın benimsenmesi de bir elzemdir.
Kuşkusuz merkez-çevre konumlanışta yoğunlaşmış olan glokal-kapitalizm kaynaklı çelişkiler yığını ancak yine bölge emekçilerinin ortak bir mücadele perspektifi eliyle aşılabilir ki; kendiğinden isyanlara dayalı “ön-devrimci” durumların şimdiden ayak seslerinin duyulmaya başlandığı bu ara geçiş sürecinde, glokal-sömürgeci/emperyalist saldırganlık karşısında yine aynı ölçekte emeğin bölgesel devrim stratejisini hayata geçirmeye çalışmak protek-sosyalist/komünist güçlerin asıl görevi olmalıdır.
Bu noktada; protek devrimci bir disiplinin yaratılabilmesi ve devrimci bir önderliğin inşası için gerekli olan siyasal ve örgütsel stratejilerin ve taktiklerin geliştirilmesi de, bütünsel bir sınıf mücadelesi perspektifinin zayıf olduğu koşullarda emekçi sınıfları bekleyen tehlikelere karşı tetikte ve uyanık olma ihtiyacının en temel gereği olmayı da bugünde sürdürmektedir. Önemli olan buzu kırıp yolu açmaktır; gerisi de mücadelenin büyütülmesiyle birlikte mutlaka gelecektir.
Dipnotlar
[1] Burjuvayan-kapitalizm proletaryan-kapitalizmi aşamaz. Keza; Burjuvayan kapitalizmin/sanayi emeğinin iktidarının en ileri ve “sosyal-demokratikleşmiş” biçimi proletaryan-kapitalizmdir. Örneğin, Rus halkının son yıllarda minoktokratik-kapitalist döneme özgü ulusal refah ve kalkınma eksenli sovyet politikalarına özlem duymasının asıl sebebi; gloktokratik-kapitalizm ile birlikte, sadece Rusya'da değil tüm dünyada farklı oranlarda ekonomik yapının ve çalışma hayatının yoğun bir biçimde “esnekleştirilmesi” ve sosyal hakların kısıtlanmasına bağlı olarak nispi/göreli refahın/artık-değerden alınan emekçi payının düşme eğilimine girmiş olmasıdır. Emeklilik yaşının artışı, ücretlerdeki düşüş, alım gücündeki zayıflama, devlet yardımlarımdaki kesintiler (sağlık, okul, kreş) vb. gibi bir ton şeyden dolayı emekçi sınıfların geçmiş "sosyalizm" deneyimlerine özlem duyması gayet normal bir durumdur. Lakin; tarihin/emeğin "tekerinin" geriye doğru döndüğü hiçbir zaman görüşmemiştir. Yeni bir devrim ancak yeni bir emek biçimi/teknik emek ve yeni bir emek sınıfı/protekya ile mümkündür. Proletaryan-kapitalizm ve proletaryalist-devrimcilik kapitalizmin en ileri sosyal-demokratikleşmiş biçimi olarak tarih sahnesindeki işlevini tamamlayarak artık sosyalizm mücadelesi sahnesini protek-sosyalizme ve protekyan-devrimciliğe bırakmaya mecburdur.
[2] Yaşadıkları zaman dilimi itibariyle ve “ulusal sorun”da gerekli olan bilimsel yöntem sorununu o dönem için yeterince çözememiş olmalarından da kaynaklı olarak Marx ve Engels; ulusal sanayi emeğinin kullanıcı-sınıf yanını oluşturan proletaryaya gereğinden fazla “anti-ulusçu” misyonlar yükleyerek hatalı çıkarımlarda bulunmaktan da kurtulamamıştır. Örneğin, Marx ve Engels Alman İdeolojisi’nde şu tespiti yapıyordu: “…her ülkede proletaryanın tek ve ortak bir çıkarı, tek ve ortak bir düşmanı, tek ve ortak bir mücadelesi vardır. Ancak proletarya ulusallığı ortadan kaldırabilir, ancak proletarya ulusların kardeşliğini mümkün kılabilir.” Marx ve Engels’in yorumlama biçiminin aksine; tıpkı burjuvazi gibi proletarya da ulusal sanayi kapitalizminin üzerinde yükseldiği için, bir sınıf olarak ortaya çıkışından itibaren ulusalcı ideolojilerin “doğum lekeleri”ni de bünyesinde daima taşımak zorunda kalmıştır. Dahası; proletaryanın farklı ülkelerde ve farklı dönemlerde kendi burjuvazisinin “ulusal çıkarlarını” peşinen kabul etmesi de, yine bu iktisadi ve sosyal ulusçu temel sayesinde gerçekleşmiştir. Ve yine Kautsky, Bernstein vb. gibi proletaryan-devrimci kökenden gelen “sosyalist” liderlerin yeri geldiğinde kendi ulusal burjuvazilerinin yedek lastiği konumuna düşmesi de (Örneğin, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı), yine bu ulusçu nesnel-iktisadi zeminden kaynaklı öznel ideolojik yanılsamaların “kaçınılmaz” bir sonucudur.
[3] Geçmişten bugüne kadar gelen süreçte çeşitli türden proletaryan hareketlerin kapitalizm karşısındaki güçsüzlük ve acziyet duygusunu etnik hareketlere yedeklenerek gidirme yoluna gitmesi, elbette ki nedensiz değildir. Keza; minimalist dönemin proletaryanizminin nispeten “güçlü” olmasının bir nedeni de bu “etnik havuzdan” fazlasıyla beslenmiş olmasıdır. Dahası; proletaryalist akımların sosyalizmin bir “ön şartı” olarak, minimal sanayi pazarları ile etnik-proletaryanizmi iç içe geçirmesi hiçte tesadüf değildir. Keza; etnik-proletaryanizm (siz bunu UKKTH savunusu biçimindeki proletaryanizm olarak okuyun); yine etnik-proletaryanizmi enternasyonalist-proletaryanizme ulaşma yolu ve “demokratik” aşaması olarak görme yanılsamasına düşmekten de kurtulamamıştır. Kuşkusuz; “ulusal sorun”un nesnel temelini oluşturan öznel dil, kültür vs. karmaşası ve çatışmaları bugünde inkar edilemeyecek bir biçimde devam etmektedir. Zira; dil, kültür, coğrafya, tarih vs. gibi farklılıklar dünya üzerinde yaşayan halkların/insanlığın bir arada yaşama koşullarında çeşitli sorunlara neden olmaya devam etmektedir. Bu açıdan ele alındığında; dünün etnik-proletaryanizmi minimal sanayi pazarlarının ve sanayiburgların zayıflaması hasebiyle, sistemin devrimci temelde aşılması bir yana, tam tersine kapitalizm açısından bile bu eğilim: sistem-içi restorasyoncu işlevini dahi büyük oranda kaybetmiş bulunmaktadır. Başka bir deyişle, gerçekte etnik-proletaryanizmin iflasının asıl nedeni; minimal-kapitalist pazarların yerini hızla tekno-pazarlara ve teknoburgların egemenliğine devretmekte oluşudur. Kuşkusuz bu yeni egemenlik biçimi; teknik-sömürgecilik/emperyalizm eliyle peydahlanan yeni bir “glokal-ulusçuluk” ve hatta glokal-faşizm tipini de, bugün de facto (bir fiil) Suriye’de, Afganistan’da, Libya’da vs. bir çok ülkede test etmeye ve sınamaya devam etmektedir. Öte yandan, proletaryan minimalist ulusçuluğa ilişkin olarak; proleter diktatörlük üzerinden sosyalizme/komünizme geçiş yanılsaması sorununa da kısmen değinmek gerekir. Keza; proletaryalist sol mecburi olarak ulusçu bir sol olmak zorunda idi. Dolayısıyla; proleter diktatörlüklerin sosyalizm/komünizm yaratmakta ki başarısızlığı; asıl olarak emeğin türsel farklılaşmasını en başından itibaren görmezden gelen proleter-sosyalizmin kendisinin bir yanılsama olmasından kaynaklanmaktadır. Zira; ulusculuğun hangi türü olursa olsun, bunun bir sosyalizm/komünizm yaratmayacağının altını çizerek vurgulamak gerekir. Proleter ulusçuluğun ister minimal biçimi olsun, ister glokal biçimi olsun, bu eğilimden sosyalizm ya da komünizm çıkması asla mümkün değildir. Lakin; bölgesel pazarlara ve bölgesel devrimlere uygun olarak protek-sosyalizmin ön/alt kompartımanları biçiminde örgütlenmiş olan “bölgesel-ulusçuluk” taktiklerinin bile belirli ölçülerde sosyalizm için “manivela işlevi” görme özelliği de tek başına sosyalist bir görev olmasa da, demokratik görevler açısından bu türden geçiş-taktiklerinin kontrollü gerekliliği ise, tüm dünyada devam eden bir sürecin getirdiği bir zorunluluktan başka da bir şey değildir. Başka bir deyişle; Emeğin kendi kaderini tayin hakkına tabi bölgesel-ulusçuluğun kendi kaderini tayin hakkı taktikleri ile emegin kendi kaderini tayin hakkına tabi minimal-ulusçuluğun kendi kaderini tayin hakkı arasında da yine kategorik bir ayrışım/sınıflandırma yapılması ve buna bağlı olarak stratejik hedeflere uygun yeresel, yerel ve bölgesel özel-taktiklere de başvurulması “ulusal sorunun” bir gereği olmaya da devam etmektedir. Lakin; nihayetin de ulusçuluğun ufku kapitalizme kadardır. Diğer bir deyişle; sosyalizm ulusçuluğun dağılıp parçalandığı bir evrede ortaya çıkabilecek olan bir toplumsal formasyondur. Keza; glokal-ulusçuluk ulusçuluğun parçalanma ve dağılma sürecinin bir halkasıdır. Ulusçuluktan çıkma bu bölgesel-ulusçuluk ulusçuluğun aşılması anlamında ulussuz-sosyalizmin adım adım nesnel temelini de oluşturmaya devam etmektedir. Bu açıdan bölgesel-ulusçuluk ulusçuluğun sönümlenmeye bağladığı yeni bir evreye işaret etmektedir. Kuşkusuz bu durum; kendine özgü yeni tip stratejileri ve taktikleri de beraberinde getirmektedir.
[4] Kapitalist merkez-çevre konumlanış içinde olan T.C. devleti glokal-kapitalizmin “yarı sanayi-sömürgesi” ve “yarı tekno-sömürgesi” konumunda; glokal ulus-üstü tekellerin ihtiyaçlarına göre şekillenen bu yapı; ne Türk ne de Kürt emekçilerinin sorunlarını çözemez. En basitinden "Kürt meselesi"nde; sürekli şoven ve militarist politikalar üreterek sorunun (klasik tanımlama gereği “burjuva-demokratik” temelde dahi) çözümünü zayıf ve yetersiz emek güçlerinden dolayı engelleyenler, yine bu ülkenin hakim sınıflarından başkası değildir. Dahası; gloktokratik-burjuva güçler minoktokratik-burjuva güçlerin aksine Kürt sorununda taktiksel olarak "reformist" bir çizgi izliyormuş izleni mi yaratmaya çalışsa da, son tahlide iki kanatta çeşitli "yalpalamaları" ve konjektürel popülist adımları dışta tutarsak, bu meseleye ilişkin egemen devlet çizgisini sürdürmeye (Kürtler söz konusu olduğu zaman) özel bir “hassasiyet” göstermektedir. Bu noktada da; özellikle demokratik mücadele alanlarına ilişkin yoğun bir devlet baskısının kurulmak istenmesi de, gerçekte sistemin yaşadığı iç-dış tıkanıklığın ve korkunun bir dışavurmudur. Bu yüzden devlet aygıtı yazılı ya da görsel tüm ideolojik hegemonya araçlarını kullanarak toplumun bütün kesimlerini yoğun bir şovenizm ve millyetçilik tesiri/batağı altında bırakmak istemektedir. Keza; sistemin yeniden üretimi noktasında bu mekanizmaya egemen sınıflar tarafından özel bir stratejik misyon yüklenmektedir. Kaldı ki; bu stratejiden en küçük “taviz” sistem açısından bir “dağılma” ve “parçalanma” olarakta yorumlanmaktadır. Kuşkusuz sürekli ezberletilen bir tekrar olarak “bölünme” söylemi de bu mantığın bir izdüşümüdür. Başka bir deyişle, bu yönelim ilk bakışta sistemin en güçlü olduğu alan/mevzi gibi gözükse de, demokratizm mücadelesi açısından ele alındığında ise bu olgu; ısrarla gizlenmeye çalışılan bir gerçek olarak sistemin asıl “zayıf karnı” ve “aşil topuğu” olmaya da devam etmektedir. Lakin; bu aşamada gerekli olan toplumsal denetim temelli radikal-demokratizm’in, yani sistemin çevreden merkeze/tabandan tavana doğru emekçi-vatandaş eliyle “kuşatılması” hareketinin hayata geçirilmemesi noktasında da, akıl tutulması yaşayan “solların” ezberleri, yetersizlikleri ve dar kafalılıkları vs. ise ayrı ve daha uzun bir yazının konusudur.
Konuyla Bağlantılı Yazılar:
Sistemin Demokratikleşmeme Sorunu, Demokratizm ve Sosyalizm, 28.06.2014
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/90182476847/sistemin-demokratikle%C5%9Fmeme-sorunu-demokratizm-ve
Emekoloji ve Ulusal Sorun Üzerine Tezler, 29.01.2016
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/138285968272/emekoloji-ve-ulusal-sorun-%C3%BCzerine-tezler
Neden UKKTH EKKTH’i değil de, EKKTH UKKTH’yi kapsar?, 28.12.2016
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/155068843137/neden-ukkth-ekkthi-de%C4%9Fil-de-ekkth-ukkthyi
Ulusal Sorun Üzerine Kısa Notlar, 03.01.2017
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/155320152807/ulusal-sorun-%C3%BCzerine-k%C4%B1sa-notlar
23.02.2019
Serhat Nigiz
0 notes