Tumgik
#ontoloji
serhatnigiz · 1 year
Text
Tarihin Akışında Temsiliyetizme Karşı Öz-Denetimsel ve Öz-Yönetimsel Mücadele Biçimlerinin Belirleyiciliğine Dair Tespitler
Tumblr media
Glokal-kapitalizmden global-kapitalizme geçiş (sanayi ve teknik iş bölümü ilişkileri) sürecinde dünya tarihinin akışını iki önemli faktör belirleyecek: Birincisi, kapitalizmin yönetsel bürokratizmi ile kitlelerin denetimsel bürokratizmi (öz-denetimsellik) arasındaki savaşım. İkincisi ise, sanayi emeğinin yönetsel despotizmi ile teknik emeğin denetimsel bağımsızlığı (öz-yönetimsellik) arasındaki savaşım. Bu iki faktör haliyle sınıf savaşımlarının gelecekte ki yönünü de tayin edecektir.
Dünya üzerindeki bütün devletlerin ortak özelliği istisnasız olarak hepsinin temel bir aldatmaca ve yalan üzerine kurulmuş olmasıdır. Keza bütün bu sistemler yönetsel açıdan kitlelere "denetlenebilir" oldukları (“halkı temsil ettikleri”) imajını vermeye çalışan yapılar olsalar da, gerçekte iktidarı elinde tutanlar ise; yasama, yargı ve yürütme (polis, ordu vs.) biçimindeki temsiliyetist-bürokratik kurumlardır. Kaldı ki; “sermaye düzeni” de yine bu kurumlar (memuriyetizm!) vasıtasıyla ayakta kalabilmektedir. Üç bacaklı bu yapı ve işleyiş tüm devletlerin ana iskeletini oluşturmaktadır.
Dolayısıyla; bu kurumların sözde kendilerine ait iç denge ve denetim aygıtları olması, yani yukardan aşağıya doğru çalışan temsiliyetist bir bürokrasinin varlığı (ister atanmış ister seçilmiş memurlar biçiminde olsun hiç fark etmez), bu devletlerin vatandaş tarafından "denetlenebilir" olduğunun göstergesi, kanıtı olarak da sunulamaz. Başka bir deyişle, devletlerin kendi iç denge ve denetim aygıtları ile vatandaşların iç ve dış kurulları temel alan toplumsal denetim kurumları aracılığı ile devleti ve iktidarı denetlemesi farklı ve ayrı şeylerdir.
Bu nedenle "devletin ve iktidarın sınırlandırılarak sönümlenebileceği bir toplumsal yapının" var olabilmesi için öncelikli olarak emekçi kitlelerin aşağıdan yukarıya doğru denetimsel bürokratizminin hayata geçirilmesi gerekir. Bunun gerçekleşebilmesinin ikinci şartı ise, sanayi emeğinin yönetsel despotizmi karşısında emeğin en ileri kesimini temsil eden protekyanın teknik emeğe ve araçlarına dayalı denetimsel bağımsızlığının gerçekleştirilmesidir. Bu iki ana faktör ancak birlikte ele alındığı zaman bir bütünsellik teşkil eder.
Bu sayede toplumsal denetim kurumları aracılığıyla hem aşağıdan yukarıya doğru hem de yukarıdan aşağıya doğru çift yönlü olarak denetlenebilir bir bürokrasi ortaya çıktıkça, kapitalizmin yönetsel bürokratizmine ve despotizmine dayalı temsiliyetist kurumlar da adım adım zayıflama ve sönümlenme sürecine girmek mecburiyetinde kalacaktır. Bu süreç tek tek insanların iradesinden ya da “iyi” ve “kötü” niyetlerinden bağımsız tarihsel ve toplumsal şartlar altında gerçekleşeceğinden dolayı da, bu süreç zorunlu olarak kapitalizmin bağımlı olduğu her türden yönetsel bürokratizmin ve despotizmin de miladını doldurmasını sağlayacaktır. Keza bu durum aynı zamanda bu mücadeleyi yürüten toplumsal kesimlerin de pratik faaliyetler içerisinde devrimcileşmesi manasına gelmektedir.
Tarihsel deneyimlerinde göstermiş olduğu gibi; yukardan aşağıya doğru örgütlenen her türden yönetsel bürokratizm ve despotizm özü itibariyle (kişilerin iradesinden de bağımsız olarak) temsiliyetizme dayanan iktidar ve yönetim biçimleri üretmektedir. Bu iktidar ve yönetim biçimleri bugünden yarına bir anda ortadan kaldırılamayacağına göre (ki her hangi bir devrimle bu süreç başlasa bile iktidarın alınması tek başına bu sorunu çözmemektedir), emekçi kitlelerin aşağıdan yukarıya doğru yürüteceği denetimsel bürokratik faaliyetler ve teknik emeğin denetimsel bağımsızlığı gerçekleştirilmeksizin, kapitalizmin ve sermayeye hükmeden sınıfların sırtını yasladığı devletin bürokratik kurum ve aygıtlarının hakimiyetine de asla son verilemeyecektir.
Acı bir deneyim olsa da; proletaryan sosyalizm deneyimlerinin başarısızlığı da yine tek tek devrimci liderlerin yanlış kararlarından çok, temsiliyetizm karşısındaki alternatifsizlikte ve bu nedenle kapitalizme benzer, “denetimsiz” devlet, iktidar ve bürokrasi merkezli toplum yapılarının kurulmak zorunda kalınmasında aranmalıdır. Rus, Çin vs. gibi deneyimler bu açıdan öğretici olmaya da devam etmektedir. Bu nedenledir ki proletaryanizmin temsiliyetizm karşısındaki, daha doğrusu onun yönetsel bürokratizmi ve despotizmi karşısındaki çaresizliği, ona karşı mücadele ederken, hem örgütlenme açısından hem de mücadele araçları açısından fark etmeksizin ona “benzemek” zorunda kalmış olmasında da yatmaktadır. Kuşkusuz bu olgu sosyalizm mücadeleleri tarihi açısından ironik ve derinlemesine incelenmesi gereken bir durum olma özelliğine de sahiptir.
Devleti, iktidarı, bürokrasiyi; dolayısıyla kapitalizmin ontolojik ve epistemolojik temellerini var eden temsiliyetist yapıların tek bir panzehiri vardır; o da emekçi kitlelerin toplumsal denetim kurumları için yürüteceği siyasal, ekonomik, hukuki vs. denetimsel bürokratik mücadelelerdir. Bu gerçekleştirilmediği sürece “kapitalizme karşı mücadele” sadece bir laftan ve söylemden ibarettir. Aynı şekilde; kapitalizm karşısında sosyalizmin bir alternatif olabilmesi de, teknik emeğin ve protekyanın denetimsel bağımsızlığı ile birlikte başta proletarya olmak üzere tüm emekçi sınıf ve katmanların toplumsal denetim programı etrafından birleştirilmesi ile mümkün olabilir.
Geleceğe damgasını vuracak olan sınıf mücadelelerinin karakterini belirleyecek olan kapitalist temsiliyetist kurumlar ile denetimist sosyalist kurumlar arasındaki nihai savaşımın nasıl sonuçlanacağıdır.
Zira her yeni emek biçimi eski emek biçimini/toplumu yeni kurumlar aracılığıyla devralmıştır. Dolayısıyla; insanlık/emek tarihi biri biri üzerine geçen emek biçimlerinin tarihi olmakla birlikte, bu emek biçimlerine bağlı olarak ortaya çıkan kurumların ve kurumlara damgasını vuran sınıfların ve sınıflar arası mücadelelerin de tarihidir. Bu gerçek anlaşılamadığı sürece sınıf mücadelesinin rotası da, devrimci ve karşı-devrimci güçler arasındaki kuvvet dengeleri de, asla sağlam bir temelde çözümlenemez. Böylesi bir analiz yapılmadığı müddetçe de sağlıklı bir perspektifte inşa edilemez.
Temsiliyetist bürokratizmin yönetsel despotizmini ve faşizmini yenmenin yolu; emekçi kitlelerin aşağıdan yukarıya yükselen denetimsel bürokratizmi için savaşmaktan ve kapitalizme karşı emeğin en ileri kesimini oluşturan protekyanın bayrağı altında proletarya da dahil olmak üzere tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin ortak mücadelesini yaratmaktan geçmektedir.
Dolayısıyla; daha önce denenmiş ve yenilgiyle sonuçlanmış her türden temsiliyetist program ve stratejinin (parti ve devlet modelinin) gelecekte de başarılı olma olasılığı bulunmamaktadır. Temsiliyetizm üzerinden sosyalizme gitmekte ısrar eden her yaklaşım er ya da geç kapitalizm tarafından teslim alınmaktan da kurtulmayacaktır; kurtulamadığı da geçmiş deneyler ışığında pek çok defa kanıtlanmıştır. Bu rağmen geçmiş temsiliyetist yöntemlerde ısrar edenlerin geleceği ve geleceğin sınıf mücadelelerini sırtlayabilmesi de mümkün gözükmemektedir.
Kaldı ki; ister program sorunu olsun, ister strateji sorunu olsun, parti ve devlet modelleri de dahi olmak üzere, bütün bu meselelerin toplumsal denetimist perspektif ışığında yeni baştan değerlendirilmesi bir elzemdir. Yeni bir bütünleşme ve toparlanış ancak bu temeller ve ilkeler üzerinden inşa edilebilir.
10.12.2022
Serhat Nigiz
1 note · View note
yalnzardc · 5 months
Text
Epistemi : bilgi ve kavramla ilgili olan.
bilgiye ve öğrenmeye dayalı.
Kognitif : bilişsel
Ontoloji : varlık felsefesi ya da varlıkbilim.
7 notes · View notes
doriangray1789 · 6 months
Text
 VARLIK FELSEFESİ
bazıları bunu yokluktan türetir… varlık felsefesi ilk olarak milet kentinde (iyon uygarlığında) thales'in varlığın ilk maddesi (arkhe) nedir? sorusuyla ortaya çıkmıştır. varlık felsefesinin ana konusu varlıktır; yani var olan her şeydir. bu manasıyla varlığı ikiye ayırabiliriz. 1. gerçek varlıklar 2. düşünsel (ideal) varlıklar 1. gerçek varlıklar: insan zihninden bağımsız dış dünyada bulunan varlıklardır ( ev, masa gibi). biz onları algılasak da algılamasak da onlar hep vardır. gerçek varlıklar zamana ve mekâna bağlıdır. bu yüzden değişirler, yok olurlar ve var olurlar. 2. düşünsel varlıklar: insan zihnine bağımlı olan yani onun ürünü olan varlıklardır (kaf dağı, deniz kızı, pi sayısı gibi.). onlar ancak düşüncede var olurlar. düşünsel varlıklar zaman ve mekân dışıdır, bu nedenle değişmezler, hep kendi kendisiyle aynıdır. varlık felsefesi işte bunların oluşturduğu genel varlıkla ilgilenir ve varlık nedir? sorusuna cevap arar.  *** varlığın var olabilmesi için ya yokluktan var olmuş olmalı ve yahut varlıktan var olmuş olmalı. peki varlık başka bir varlıktan var olmuş olabilir mi? varlığın “öz” ü varlıktan var olmuş olsa bile bu “öz” ün neden var olduğu sorunsalı, tezi başa döndüreceğinden bu tez mümkün olamayacaktır. peki yokluktan mı var olmuştur ? bir şeyin -herhangi bir şeyin- var olabilmesi için yokluktan var olmuş olması imkansızdır zira hiçten var olmak akıl karı değildir. varlığın “öz” ü sonsuz olmayacağına göre de varlığın varoluşu hayalden ibarettir demek gerekir…
-ideal varlık nedir? Reel varlık nedir? -varlık var mıdır? -varsa nedir? -değişken midir? -tek midir, çok mudur? -varlığı bilmek mümkün müdür? -hayat nedir? -hayattaki amacımız nedir? -ölüm nedir? -ruh var mıdır? Vb.  varlık felsefesinin ele aldığı bir diğer konu olan mistik varlık, duyularla algılanan sınırlı ve göreli nesnel dünyaya ait değildir. aksine, bunların da kendisine bağlı olduğu gelen,nesnel dünyaya ait tek varlıktır. temel kavramlarını ise 3'e ayırabiliriz ;  -varlık -ontoloji -metafizik.
ha bu arada, metafizik varlık felsefesinin bir dalı olup bu şekilde incelenmesi gerekir. ne de olsa descartes, metafiziği ; "varlığın ilk nedenleri" olarak tanımlamıştır.yukarıda yazdım, insan bilişselliğine (matris) göre bir varlık ya yaratılmalı ya da başka bir varlıktan doğmalı (oluşmalı) dedim, eğer bu açıklamanın sadece insan bilişselliği ile sınırlı olduğundan şüphe edilmeseydi, varlık felsefesi diye bir şey olmazdı. asıl düşünsel deşeleme, bu olasılıkların dışına çıkma çabasıdır.
7 notes · View notes
kaleidistanbul · 3 months
Text
Varoluş çilelerdeki (edilgilerdeki) yani işaretlerdeki aşkınsal bir yayılmadır. O halde (dile göre sözceler olarak) işaretler, şeyleri saf var oluşları düzeyinde damgalar. On haploüs, “saf varlık” aşkınsal damgalarını var olanlar üzerine basan arcisignatordur [temel-işaretleyendir]. Varoluşun gerçek bir yüklem olmadığını söyleyen Kantçı ilke hakiki anlamım bu noktada gözler önüne serer: Varlık “bir şeyin kavramına eklenebilecek herhangi bir şeyin kavramı” değildir, çünkü, gerçekte, bir kavram değil, bir işarettir. Bu anlamda ontoloji belirlenmiş bir bilgi değil, her bilginin arkeolojisidir, bu arkeoloji, var oldukları için kendiliklere düşen ve bu biçimde onları özel bilgilerin yorumuna sunan işaretleri araştırır.
Giorgio Agamben - Şeylerin İşareti
2 notes · View notes
epifizz · 10 months
Note
Sence bilim ve din ilgilendikleri alanlar ve açıklamalarıyla birbiriyle örtüşür mü? Karşı karşıya getirilmeli mi?
Örtüştüğü uzun bir zaman olmuştu elbette. Aydınlanma çağına kadar uzun bir süre epistemoloji, ontoloji ve mantık bilimi teolojik bir motivasyonla çevrelenmişti. Diyalektik yaklaşırsak bu bir dönem ilerici bir hareket sağladı, çünkü din adamları hiyerarşik konumu ile angarya işi yapmayıp üretim fazlasına el koyabildikleri için akli ilimlere yönelme imkanı yakaladı. Bir yaratılış olarak tanrının tasarımını takdir etme ve bu yolla tanrının kelamına ve nizamına bir yorum getirme motivasyonu bilimi oldukça ileri taşıdı, Avrupa'daki ilk üniversitelerin finansmanının kiliseler olması bu sebeple şaşırtıcı değildir. Ancak o zamanki bilimin doğrulama odaklı metodolojisi ve çokran belirlenmiş çerçevesi gerçekliğin arayışındaki bu uçsuz çabada insanı ancak bir yere kadar taşıyabilir. Tanrıları anlama isteğiyle doğan astronomi, güneş merkezci sistem bulgusuyla ve sabit yıldızlar kuşağının var olmadığı kanıtıyla artık dini terminolojiye uyamıyordu.
Bilim materyalist bir metodolojiye yerleşmeye başladı bu noktada. Deneysellik ön plandaydı ve motivasyonu tanrının tasarımına duyulan hayranlıktan değil aksine var olan maddi unsurun her şeyden ayrıksı o tikel gerçekliğini anlama isteği başladı. Bilim maddi kazançlar, askeri ve politik çıkarlar ve insanın anlatısız varoluşuna dair cevaplar üzerinden bir motivasyon geliştirmeye başladı. Böyle bir noktada temel metolodoljisi ortadayken, astronomi ve köken anlatısı uyumsuzken, sosyal bilimlerin de ilerlemesiyle hukukla beraber toplum kurgusunun ifadesi dinlerin ahlak kurgularıyla çarpışırken, ekonomik iddiaları zıtlaşırken ve teknolojinin yarattığı yeni boyutlarda oluşan yeni yorumlamaların adaptifliği bu denli düşükken bilim ve dinin günümüzde iki karşıt unsurmuş gibi görünmesi çok doğaldır. Şu noktada örtüşebilecekleri kısımlar olabilir ama din eskisi gibi bilimin başlangıç ve bitiş noktasını sarmalayan bir yapı olamaz asla. Bilimin yarattığı literatür Laplace'in Napolyon'a söylediği gibi artık hiçbir şekilde Tanrı önermesine ihtiyaç duymamaktadır. Köken anlatısı, gelişim anlatısı ve toplumsallaşmanın anlatısı ile bir sosyal dizayn anlatısını teolojiden tamamen bağımsız bir şekilde kurgulamış bir bilim var karşımızda ve bu kurum metodolojisi ile din kurumundan kat be kat daha güçlü. Elbette din kurumunun duygusal ve anlamsal iktidarı devam ediyor ama gerçeği belirleme gücünü kaybetti, artık bireysel alanda kısmi bir güç sahibi yalnızca. Şu noktada karşı karşıya gelmemesinin tek çıkar yolu din kurumunun evrensellik iddialarından vazgeçmeleri, anlatılarının kapsamını daraltması ve tamamen bireysel alana dönük bir yapıya dönmesiyle olur. Günümüzde dini böyle yaşayan ve bu sebeple hiçbir şekilde çelişkiye düşmeden bilimsel kariyerine devam eden insanlar pekala vardır ancak din kurumlarının bir kurum olarak söylemini böyle daraltıp kamusal alandan çekilmeleri tamamen bir intihar olacağı için kanımca bu çatışmayı sürdürmeyi pek doğal olarak isteyeceklerdir.
7 notes · View notes
arkeolog · 4 months
Text
Şöyle diyor Spinoza Ethica I. Bölüm XV. Önerme'de:
"Varolan her şey Tanrı'da vardır ve Tanrı olmadan hiçbir şey varolamaz ve kavranamaz" (Quicquid est, in Deo est, et nihil sine Deo esse neque concipi podest). "Her şey Tanrı'dır" demiyor; "her şey Tanrı'dadır" diyor. Dolayısıyla sistemi panteist olarak kabul edilmiyor. Ayrıca ne deizmdeki gibi düalist bir ayrım var ne de ateizmdeki gibi tamamen tözden arındırılmış materyalist bir ontoloji. Kavramların ötesinde olmak böyle bir şey işte... Tamamen geometrik bir sistemle Aristo mantığına meydan okuyabilmek.
4 notes · View notes
kaanozer · 1 year
Text
Igor Stravinsky, Altı Derste Müziğin Poetikası
Tumblr media
İnsanın konumunun derin alt üst oluşlar geçirdiği bir zamanda yaşıyoruz. Modern insan değerleri anlama yetisini ve orantı duygusunu gitgide yitiriyor. Temel gerçekleri anlamadaki bu başarısızlık çok ciddi. Bu, kaçınılmaz olarak insan dengesinin temel yasalarının ihlaline götürür bizi. Bu yanlış anlamanın müzik alanındaki sonuçları şunlar: Bir yanda, müziği küçültüp köleleştirmek ve kolay faydacılığın ihtiyaçlarına uyarlayarak vülgarize etmek için aklı müziğin yüksek matematiği diyeceğim şeyden başka yöne çevirme eğilimi var; bunu az sonra Sovyet müziğini incelerken göreceğiz. Öte yanda, aklın kendisi rahatsızlık duyduğu için, zamanımızın müziği ve özellikle kendisine saf diyen ve öyle olduğuna inanan müzik, içinde patolojik bir kusurun semptomlarını taşıyor ve yeni bir ilk günahın tohumlarını saçıyor. Eski ilk günah, asıl olarak bir bilgilenme günahıydı; yeni ilk günahsa deyim yerindeyse, her şeyden önce bir kabul etmeme günahı; gerçeği ve ondan kaynaklanan yasaları, temel dediğimiz yasaları onaylamayı reddetme günahı. Öyleyse müzik alanında bu gerçek ne? Yaratma etkinliği üzerinde ne gibi yankıları var?
Unutmayalım, “Ruh nerde isterse orda soluk alır”* denmiştir. Bu önermede her şeyden önce dikkat edilmesi gereken, “istemek” sözcüğüdür. Demek ki ruha bir irade gücü bahşedilmiştir: Spekülatif irade ilkesi bir gerçektir.
İşte tam bu gerçeğe sık sık karşı çıkılmıştır. İnsanlar zanaatçının eserinin haklılığını değil, ruhun soluğunun ne yöne gittiğini sorgulamaktadır. Böyle yapınca, ontoloji hakkındaki duygularınız ya da kendi felsefe ve inançlarınız ne olursa olsun, ruhun (bu kapsamlı sözcüğü ister büyük ister küçük harfle başlatın) özgürlüğüne saldırdığınızı kabul etmeniz gerekir. Hıristiyan felsefesine inanıyorsanız, bu durumda Kutsal Ruh kavramını da reddetmek zorunda kalırsınız. Agnostik ya da ateistseniz, en azından özgür düşünür olmayı reddetmek zorunda kalırsınız.
Şuna dikkat edin, dinleyici dinlediği eserden zevk aldığında buna karşı çıkılması asla söz konusu değildir. Müzikseverlerin en az bilgili olanı, bir eserin dış yüzüne hemen sarılıverir; genellikle müziğin özüne bütünüyle yabancı nedenlerle eserden zevk alır. Bu zevk onun için yeterlidir ve haklı çıkarılması gerekmez. Ama eğer dinlediği müzikten hoşlanmamışsa, müzikseverimiz sizden hoşnutsuzluğuna bir açıklama getirmenizi isteyecektir. Özü gereği dile getirilemeyecek bir şeyi açıklamanızı talep edecektir.
Ağacı meyvalarına bakarak yargılarız. Öyleyse meyvalara bakın, köklere burnunuzu sokmayın. Bir organın işleyişini görmeye alışkın olmayanlara o organ ne kadar acayip gözükse de, işlevi organı haklı çıkarır. Snob çevreler, Montesquieu’nün bir karakteri gibi, “İnsan nasıl İranlı olabilir” diye hayret eden kişilerle doludur. Bunlar bana hep, hayvanat bahçesinde ilk kez bir hecin devesi gören köylüyü hatırlatır. Köylü hayvanı uzun uzun incelemiş, hayretle kafasını sallayarak oradan ayrılırken, “Gerçek değil bu” demiş.
Öyleyse bir eser, işlevlerinin engellenmemiş oyunu yoluyla açıklık ve haklılık kazanır. Bu oyunu kabullenmekte ya da reddetmekte özgürüz ama onun var olduğu gerçeğini sorgulamaya kimsenin hakkı yoktur. Her türlü yaratımın kökeninde yatan spekülatif irade ilkesini yargılamak, ona karşı çıkmak ya da onu eleştirmek açıkça yararsızdır. Saf haliyle müzik, özgür spekülasyondur. Bütün çağların sanatçıları bu kavramı sürekli olarak kanıtlamışlardır. Kendi payıma, onların yaptığı gibi yapmaya çalışmamak için bir neden görmüyorum. Kendim yaratılmış olduğum için, ister istemez yaratma arzusu duyuyorum. Bu arzuyu harekete geçiren ne; onu verimli kılmak için ne yapmalıyım?
Yaratım sürecinin incelenmesi fazlasıyla nazik bir iş. Aslında bu sürecin iç işleyişini dışardan gözlemlemek olanaksız.
Sürecin evrelerini başka birinin eserinde izlemeye çalışmak boşuna. Aynı şekilde, insanın kendini gözlemlemesi de çok zor.
Gene de, bu özünde kararsız konuda size yol gösterme şansına sahip olmak için yapabileceğim tek şey içgözlemi yardıma çağırmak. Müzikseverlerin çoğu, bestecinin yaratıcı hayal gücünü harekete geçiren şeyin, genellikle ilham diye adlandırılan bir tür coşkusal rahatsızlık olduğuna inanır.
İnceleyeceğimiz doğuş sürecinde ilhama verilen bu olağanüstü rolü yadsımak gibi bir düşüncem yok; yalnızca, ilhamın hiçbir şekilde yaratma ediminin önkoşulu olmadığını, tersine, kronolojik bakımdan ikincil bir tezahür olduğunu öne sürüyorum.
İlham, sanat, sanatçı gibi birçok -en azından puslu- sözcük, içinde spekülatif ruhun soluk aldığı, her şeyin denge ve hesap işi olduğu bir alanı açık seçik görmemizi önler. İlhamın kökünde bulunan coşkusal rahatsızlık ancak daha sonra ortaya çıkabilir. Bu coşkusal rahatsızlık üzerine ileri geri konuşan insanlar ona bizi şoka uğratan ve terimin kendisine gölge düşüren bir anlam yakıştırıyorlar. Bu coşkunun, henüz yaratma ediminin nesnesi olan, sonradan sanat eseri haline gelecek o bilinmeyen varlığın hakkından gelmeye çalışan yaratıcının bir tepkisi olduğu açık değil mi? Adım adım, halka halka, eseri meydana getirme başarısına erişecektir. Söz konusu coşkuyu ortaya çıkaran, işte bu keşifler zinciri ve tek tek keşiflerdir. İştahın yol açtığı salgı akışı gibi neredeyse fizyolojik bir refleks olan bu coşku, yaratım sürecinin evrelerini her zaman yakından takip eder.
Her yaratım, kökeninde, keşfin önceden tadına varılmasının ortaya çıkardığı bir tür iştahı varsayar. Yaratma edimindeki bu önceden alınan tat, ele geçirilmiş olmasına rağmen henüz anlaşılmayan, bilinmeyen bir varlığın sezgisel kavranışına eşlik eder. Ancak sürekli tetikte olan bir tekniğin uygulanmasıyla kesin şeklini alabilecek bir varlıktır bu.
Dikkatimi çeken müzikal öğeleri düzenleme düşüncesinin bile bende uyandırmaya yettiği bu iştah, ilham gibi rastlantıya bağlı bir şey değil, sürekli olmasa da doğal bir ihtiyaç kadar alışılmış ve periyodik bir şeydir.
Bir taahhüde ilişkin bu önsezi, zevkin bu önceden tadına varış, modern bir fizyologun diyeceği gibi bu şartlı refleks, beni çekenin keşif ve güç görev düşüncesi olduğunu gösterir açıkça.
Eserimi kağıda geçirme eyleminin kendisi, hamuru yoğurma dediğimiz şey, benim için yaratma zevkinden ayrılması olanaksız bir şeydir. Kendimi göz önüne aldığım sürece, ruhsal çabayı psikolojik ve fiziksel çabadan ayıramıyorum; bunlar benim karşıma aynı düzeyde çıkıyor, bir hiyerarşi oluşturmuyorlar.
Günümüzde genel olarak anlaşıldığı şekliyle sanatçı sözcüğü, bu adın yakıştırıldığı kişiye en üst düzeyden entelektüel bir itibar, saf akıl olarak kabul edilme ayrıcalığı veriyor. Benim görüşümce bu gösterişçi terim homo-faber** rolüne bütünüyle aykırıdır.
Bu noktada şunun hatırlatılması lazım: Payımıza hangi uğraş alanı düşmüş olursa olsun, entelektüel olduğumuz doğruysa, düşünüp taşınmak yerine icraatta bulunmamız gerekir.
Filozof Jacques Maritain’in hatırlattığı gibi, ortaçağ uygarlığının güçlü yapısında sanatçılar zanaatçılarla aynı düzeydeydi. “Ve sanatçının bireyciliği her tür anarşik gelişmeye kapalıydı, çünkü doğal bir toplumsal disiplin ona dışardan birtakım sınırlayıcı koşullar dayatıyordu.” Sanatçıyı icat eden, onu zanaatçıdan ayırarak yücelten Rönesans’tır.
Başlangıçta sanatçı adı, Sanat Ustaları denen felsefeci, simyacı, sihirbaz gibi kişilere verilirdi; ressamlar, heykeltraşlar, müzisyenler, şairler yalmzca zanaatçı olarak anılma hakkına sahiptiler.
Çeşit çeşit aletleriyle Can verir ince zanaatçı Mermere, bakıra, bronza
der şair du Bellay. Montaigne de Denemeler’inde “ressamlar, şairler ve öteki zanaatçılar” diye sayar. 17. yüzyılda bile, La Fontaine ressamın birini zanaatçı diye selamlar ve bu yüzden de bugünkülerin çoğunun atası sayılabilecek huysuz bir eleştirmenden iyi bir azar işitir.
“Yapılacak iş” düşüncesi benim için malzemenin düzenlenmesinden ve işin fiilen yapılmasından alman zevkle o kadar yakından bağlıdır ki bir mucize gerçekleşip eserim bana tamamlanmış haliyle verilseydi, bir aldatmaca yapılmış gibi utanıp sıkılırdım.
Müziğe karşı bir görevimiz var: Onu icat etmek. Savaş yıllarında bir gün Fransız sınırını geçerken bir jandarmanın bana mesleğimi sorduğunu hatırlıyorum. Ona gayet doğal bir ifadeyle mesleğimin müzik icat etmek olduğunu söyledim. Bunun üzerine pasaportumu kontrol eden jandarma, orada neden “kompozitör” yazdığını sordu. Ben de ona “müzik icat etme” ifadesinin benim mesleğime sınırları geçebilmem için verilen belgelerde yakıştırılan terimden daha iyi uyduğunu anlattım.
İcat etme hayal etmeyi gerektirir ama onunla karıştırılmamalıdır. Çünkü icat etme eylemi, şanslı bir buluş yapılmasını ve buluşun tam olarak gerçekleştirilmesini gerektirir. Hayal ettiğimiz şey somut bir biçim almak zorunda değildir, eyleme geçmemiş bir halde kalabilir. Oysa icat, gerçekleştirilmiş halinin dışında tasavvur edilemez.
Demek ki bizi burada ilgilendiren, kendi halindeki hayal gücü değil, yaratıcı hayal gücüdür; tasarlama düzeyinden gerçekleştirme düzeyine geçmemize yardım eden yetenektir.
İşimi yaparken aniden beklenmedik bir şeyle karşılaşıp tökezlerim. Bu beklenmedik öğe dikkatimi çeker. Onu bir tarafa not ederim, zamanı gelince yararlı bir şekilde kullanırım. Şansın ortaya çıkardığı bu olanağı, genellikle fantezi denen hayal gücünün kaprisleriyle karıştırmamak gerekir. Fantezi, insanın kendini kaprise terk etmeye baştan karar verdiği bir durumu ima eder. Biraz önce sözünü ettiğim beklenmedik öğenin yardımı bundan bütünüyle farklı bir şeydir. Yaratım sürecinin süredurumuna içkin bir biçimde bağlı bir işbirliğidir bu ve çıplak iradenin kaçınılmaz sertliğini yumuşatmak üzere tam yerinde gelen talep edilmemiş olanaklarla doludur. Böyle olmasıda iyi bir şeydir.
“Zarif bir şekilde teslim olan her şeyde,” diyor bir yerde G.K. Chesterton, “bir direnç bulunmalı. Yaylar büküldüğünde güzeldir çünkü bükülmemeye çalışırlar. Merhametin etkilediği adalet gibi azıcık baş eğen katılık, dünyadaki bütün güzelliktir. Her şey dosdoğru büyümeye çalışır ama ne mutlu ki hiçbiri bunu başaramaz. Dosdoğru büyümeye çalışın, hayat sizi bükecektir.”
Yaratma yeteneği bize hiçbir zaman tek başına verilmez; her zaman gözlem yeteneğiyle el ele gider. Gerçek yaratıcı, çevresindeki en sıradan, en iddiasız şeylerde bile her zaman dikkate değer bir şey bulabilme hüneriyle ayırt edilebilir. Güzel bir manzarayla ilgilenmek zorunda değildir; çevresini nadir ve değerli nesnelerle kuşatması gerekmez. Keşif yapmak için yola düşmek zorunda değildir: Bunlar her zaman elinin altındadır.
Etrafına şöyle bir bakması yeter. Aşina şeyler, her yerde bulunan şeyler onun dikkatini çeker. En küçük rastlantılar ilgisini uyandırır ve çalışmalarını yönlendirir. Parmağı kaysa, önemser; yeri geldiğinde bir anlık hatanın görmesini sağlayacağı umulmadık bir şeyden kazanç sağlayabilir.
İnsan rastlantıyı kendisi düzenleyemez: Ancak onu gözlemler ve ondan ilham alabilir. Rastlantı belki de bize gerçekten ilham veren tek şeydir. Hayvanların yeri eşelediği gibi, besteci de hedef gütmeden doğaçlama yapar. İkisi de eşeler durur, çünkü bir şeyler bulup çıkarma saplantısına teslim olmuşlardır. Bu araştırma bestecinin hangi dürtüsünü tatmin eder? Nedamet getiren biri gibi bazı kuralları mı yerine getirmeye çalışmaktadır? Hayır, o kendi zevkinin peşindedir. Çaba göstermeden bulamayacağını çok iyi bildiği bir doyumu aramaktadır. İnsan kendi kendini sevmeye zorlayamaz ama aşk anlamayı gerektirir, anlamak için de insanın gayret sarf etmesi lazımdır.
Bu, ortaçağda saf aşkı savunan ilahiyatçıların ortaya attığı sorunun aynısıdır. Sevmek için tanımak, tanımak için sevmek: Burada bir kısırdöngü içinde değiliz; bir sarmal içinde yükseliyoruz; yeter ki ilk çabayı göstermiş ya da sadece olağan bir egzersizden geçmiş olalım.
Şunları yazarken Pascal’ın da aklında özellikle bu vardı: Alışkanlık “otomatı kontrol eder, o da mekanik bir biçimde zihni kontrol eder. Zira, yanlış anlamaya hiç yer yok; zihin olduğumuz kadar otomatız da…”
Aldığımız kokunun izinde, zevkimizin peşinde eşelenmeyi sürdürürken, birdenbire bilinmeyen bir engele takılırız. Sarsılırız, şok geçiririz ve bu şok, yaratıcı gücümüzü artırır. Gözlemleme ve gözlemlediğinden bir şey çıkarabilme yetisi, kendi çalışma alanında en azından kazanılmış bir kültüre ve doğuştan bir beğeniye sahip kişilere özgüdür ancak. Tablo alıp satan bir sanatseveri düşünün: Tanınmamış bir ressamın tablolarını ilk alan kişi oluyor, bu ressam yirmi beş yıl sonra Cézanne adıyla ünleniyor: Bu sözünü ettiğim doğuştan sahip olunan beğeni için açık bir örnek oluşturmaz mı? Seçiminde ona rehberlik eden başka ne olabilir ki? Bir koku alma yeteneği; bu beğeniyi türeten bir içgüdü: Düşünceden önce gelen, bütünüyle kendiliğinden bir yetenek.
Kültüre gelince, toplumsal alanda eğitimi incelten, akademik öğretime destek olan ve onu tamamlayan bir tür terbiyedir o. Bu terbiye beğeni konusunda çok önemlidir ve beğenisini sürekli geliştirmezse anlayış gücünü yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak yaratıcı için elzemdir. Zihnimizin de bedenimiz gibi sürekli egzersize ihtiyacı vardır. Onu işlemezsek, körelip gider.
Beğeninin tam değerini ortaya çıkaran ve ona uygulama yoluyla değerini kanıtlama fırsatı veren, kültürdür. Sanatçıya bir kültür kabul ettirilmiştir, o da bunu başkalarına kabul ettirir. Gelenek böyle yerleşir.
Gelenek alışkanlıktan bütünüyle farklı bir şeydir; en yerleşik alışkanlıktan bile, çünkü alışkanlık, tanımı gereği, farkında olmadan edinilir ve mekanik olma eğilimindedir; oysa gelenek, bilinçli ve düşünerek kabullenme sonucunda oluşur. Gerçek bir gelenek, geri getirilemeyecek bir geçmişin kanıtı değil, şimdiki zamanı canlandıran ve bilgilendiren hayat dolu bir güçtür. Geleneğe girmeyen her şeyin intihal olduğunu öne süren paradoks, bu anlamda doğrudur.
Gelenek geçmişin yinelenmesini ima etmek şöyle dursun, sürüp gidenin gerçekliğini varsayar. Kuşaktan kuşağa geçen bir yadigar, insana ahfadına aktarmadan önce ürün vermesini sağlama koşuluyla intikal eden bir miras gibidir.
Brahms Beethoven’den altmış yıl sonra doğdu. İkisi arasında her bakımdan büyük bir uzaklık vardı. Aynı şekilde giyinmiyorlardı ama Brahms Beethoven’in hiçbir giysisini ödünç almadan onun geleneğini izledi. Bir yöntemi ödünç almanın bir geleneğe uymakla hiçbir ilgisi yoktur. “Bir yöntem, bir başkasının yerine konur; bir gelenekse, yeni bir şey üretmek üzere ileri götürülür.” Gelenek böylece, yaratımın sürekliliğini sağlar. Biraz önce verdiğim örnek, istisna değil, değişmez bir yasanın yüzlerce kanıtından biridir. Doğal bir ihtiyaç olan bu gelenek duygusu, bir bestecinin yüzyıllar ötesinden eski bir ustayla kendi arasında bulunduğu akrabalığı doğrulamak istemesiyle karıştırılmamalıdır.
Operam Mavra, eski Rus-İtalyan operasında gittikçe daha çok beğendiğim vokal üslupla konvansiyonel dil ve melodik eğilimlere duyduğum yakınlıktan doğmuştur. Bu yakınlık bana, tamamen doğal bir şekilde, müzik çevreleri dikkatlerini tamamen müzikli drama çevirmiş oldukları için günümüzde kaybolmuş gibi görünen bir gelenek yolunda rehberlik etmiştir. Bu müzikli dram ne tarih açısından herhangi bir geleneği temsil eder, ne de müzik açısından herhangi bir gerekliliği yerine getirir. Müzikli dram modasının patolojik bir kökeni vardır. Ne yazık ki Pélléas et Mélisande’ın alçakgönüllülüğü içinde taptaze olan müziği bile, Wagner’ci sistemin tahakkümünü sarsan birçok niteliğine rağmen bizi düzlüğe çıkaramamıştır. Mavra’nın müziği Glinka ve Dargomiski geleneği içinde kalır. Bu geleneği yeniden kurmak gibi en küçük bir niyetim olmadı. Yalnızca, Puşkin’in, konusunu kullandığım öyküsüne çok iyi uyan canlı opéra-bouffe tarzında sıram gelmişken şansımı denemek istedim. Mavra, model aldığı eserlerin ortaya çıkmasından yüz yıl sonra müziğimin konuştuğu dilin yeniliğiyle, yarattıkları geleneğin böyle bir tezahürünü hiçbirinin geçerli kabul etmeyeceğinden emin olduğum bestecilerin anısına ithaf edilmiştir. Müzikli dramın gürültü patırtısı içinde sesleri boğulan ve aşağılanan müzikli diyalogların üslubunu yenilemek istemiştim. Böylece, Rus-İtalyan geleneğinin tazeliğinin zevkine yeniden varabilmek için yüz yılın geçmesi gerekti. Bu gelenek, yaşanan anın ana çizgisinin dışında varlığını sürdürmüş ve içinde her zaman, şişirilmiş kibrin boşluğunu saklayamadığı müzikli dramın zehirli havasından bizi kurtarabilecek, iyi deveran eden, sağlıklı bir hava taşımıştır.
Dile düşmüş Gesammt Kunstwerk kavramıyla kavga çıkarma peşinde oluşum nedensiz değil. Yalnızca geleneğe dayanmayışından, sonradan görmelere özgü kendini beğenmişliğinden dolayı kınamıyorum onu. Davasını çok daha fazla zayıflatan şey, kuramlarının uygulanmasıyla müziğin kendisine müthiş bir darbe indirilmiş olması. Ruhsal bir anarşinin yaşandığı her dönemde, ontoloji duygu ve beğenisini kaybeden insan kendi durumundan ve alın yazısından dehşete düşer ve böyle anlarda her zaman, artık bir dini olmayanlara din hizmeti veren gnostisizmlerden biri beliriverir; tıpkı uluslararası kriz dönemlerinde gazeteleri istila eden kâhinler, Hint fakirleri ve falcılar gibi. Wagnerism’in huzurlu günleri geride kaldığı ve işleri yeniden yoluna koymak için üzerinden yeterince zaman geçtiği için bunları artık daha rahat konuşabiliyoruz. Sağlıklı kafalar Gesamtkunstwerk cennetine zaten hiçbir zaman inanmamış, onun cazibesine her zaman gerçek değerini vermişti.
Müziğin böyle bir dramatik sistemi benimsemesine hiç gerek görmediğimi söylemiştim. Bir şey daha ekleyeceğim: Bu sistem, müzik kültürünü yükseltmek şöyle dursun, durmadan onun altını oymuş ve sonunda en paradoksal bir biçimde değerini düşürmüştür. Geçmişte insanlar kolay müzik eserleriyle eğlenmek için operaya giderdi. Sonraları, dram seyredip esnemek için gider oldular. Kendi yasalarına yabancı kısıtlamalar yüzünden dramlar içinde insafsızca felç edilen müzik, Wagner’in büyük yeteneğine rağmen, en dikkatli dinleyiciyi bile bitkin düşürmekten geri kalmamıştır.
Böylece, hiç çekinmeden saf duyusal haz olarak görülen müzikten, birdenbire, kahramanlık gereçleri, savaşçı mistisizm cephaneliği ve kirli sofulukla bezenmiş sözleriyle Sanat-Din’in kasvetli saçmalıklarına ulaştık. Öyle ki müzik hor görülmekten kurtulduğunda kendini edebi çiçekler altında boğulmuş buldu. Dramı simgelerden oluşan bir yamalı bohçaya, müziğin kendisini de bir felsefi spekülasyon nesnesine çevirmeye meyleden bir yanlış anlamaya karşı, şükürler olsun ki müzik, kültürlü kamuoyuna sesini duyurmayı başardı. Spekülatif ruhun nasıl raydan çıktığını ve müziğe daha iyi hizmet etme kisvesiyle ona nasıl ihanet ettiğini de böylece görmüş olduk.
Karşıt ilkeler üzerine kurulmuş müzik, ne yazık ki, zamanımızda henüz değerinin kanıtlarını göstermemiştir. Wagner’ci modanın en yükseklerde olduğu bir dönemde, birkaç vatandaşıyla birlikte Fransız opéra comique tarzında seçkinleşen ve o zor zamanlarda dram sanatının sağlıklı geleneğini sürdürebilen Chabrier’nin kendini Wagner’ci ilan etmesi ilginçtir. Şu bir grup gözalıcı başeserde varlığını sürdüren, söz konusu gelenek değil midir:
Gounod’nun Le Médecin malgré lui, La Colombe ve Philémon et Baucis’i; Léo Delibes’in Lakmé, Coppélia, Sylvia’sı; Bizet’nin Carmen’i; Chabrier’nin Le Roi malgré lui ve L’Etoile’i; Messager’nin La Béarnaise ve Véronique’i, yakınlarda bunlara bir de genç Henri Sauguet’nin Chartreuse de Parme’ı eklendi.
Büyük Verdi’nin damarlarına bile sızan müzikli dram zehirinin ne kadar keskin ve yapışkan olduğunu bir düşünün.
Geleneksel operanın bu ustasının, birçok otantik başeserle bezenmiş uzun hayatının sonunda, kariyerini Wagner’in en iyi eseri olmadığı gibi Verdi’nin de en iyi operası olmayan Falstaffla noktalamış olmasına nasıl üzülmeyiz?
Verdi’nin en iyi eserini bize Rigoletto, Il Travatore, Aida ve La Traviata’yı veren dehanın bozulmasında bulan genel görüşe karşı çıktığımın farkındayım. Bu büyük bestecinin eserlerinde tam da yakın geçmişin elit çevrelerinin küçümsediği şeyi savunduğumu biliyorum. Bunları söylemek zorunda kaldığım için üzgünüm ama şunu iddia ediyorum ki. örneğin söz konusu elit çevrelerin acınacak bir hafiflikten başka bir şey görmediği La donna è mobile adlı aryada, Ring’deki*** retorik ve bağırış çağırıştan daha fazla cevher ve gerçek buluş vardır.
Kabul edelim etmeyelim, Wagner’ci dram sürekli gösteriş yapar. Parlak doğaçlamaları senfoniyi ölçüsüzce şişirir ve ona Verdi’nin her sayfasında çiçek açan hem alçakgönüllü hem de soylu buluşlardan daha az gerçek cevher kazandırır.
Derslerimin başında, düzen ve disiplinin gerekliliğine sürekli geri döneceğimi söylemiştim; şimdi aynı temaya dönerek sizi biraz yoracağım.
Richard Wagner’in müziği, müzikteki özgül anlamıyla, kurulmuş olmaktan çok doğaçlamadır. Aryalar, gruplar ve bunların bir operanın yapısı içindeki karşılıklı ilişkileri, eserin bütününe, içsel ve esaslı bir düzenin dışsal ve görülebilir tezahürü olan bir tutarlılık verir.
Wagner ile Verdi arasındaki karşıtlık, benim bu konudaki düşüncelerimin iyi bir örneğidir. Verdi laternacıların repertuvarına havale edilirken, Wagner’i tipik bir devrimci olarak selamlamak moda olmuştu. Düzensizlik kültünde yücelik bulunan bir dönemde düzenin sokak köşeleri müzünün eline terk edilmesinden daha anlamlı bir şey olamaz.
Wagner’in eserleri, doğrusunu söylemek gerekirse, düzensizlik eğilimine değil, düzensizliği telafi etmeye çalışan bir eğilime tekabül eder. Sonsuz melodi ilkesi bu eğilimi mükemmel bir şekilde sergiler. Bitmesinin hiçbir nedeni olmadığı gibi başlamasının da hiçbir nedeni olmayan bir müziğin aralıksız oluşumudur bu. Bu durumda sonsuz melodi, uyumlu bir cümlenin müzikal seslendirilişi olduğunu söylediğimiz melodinin saygınlığına ve tam da işlevine bir hakaret sayılır. Wagner’in etkisiyle, şarkının hayatını koruyan yasalar ihlal edildi ve müzik melodik gülümsemesini yitirdi. Wagner’in tarzı belki bir ihtiyaca cevap verdi ama bu ihtiyaç müzik sanatının olanaklarıyla bağdaşmıyordu; çünkü müzik sanatında, onu algılayan organın sınırlılıklarına tam olarak uyan bir ifade kısıtlaması vardır. Kendisine kısıtlamalar getirmeyen bir besteleme tarzı, katışıksız fanteziye dönüşür. Ürettiği etkiler tesadüfen eğlendirebilir ama bunların yinelenmesi mümkün olmaz. Yinelenen bir fanteziyi havsalam almıyor çünkü yinelenmesi fanteziye ancak zarar verebilir.
Bu fantezi sözcüğüyle ilgili olarak, birbirimizi doğru anlayalım. Bu sözcüğü, belli bir müzikal biçime bağlı anlamıyla değil, insanın kendini hayal gücünün kaprislerine bırakmasını varsayan anlamıyla kullanıyoruz. Bu, bestecinin iradesinin isteyerek felce uğratılmasını da varsayar. Zira hayal gücü yalnızca kaprisin anası değil, yaratıcı iradenin de hizmetçisidir. Yaratıcının işlevi bu hizmetçiden aldığı öğeleri elekten geçirmektir, çünkü insan etkinliği kendi üzerine sınırlar koymak zorundadır. Sanat ne kadar kontrol edilir, sınırlanır, üzerinde çalışılırsa, o kadar özgür olur.
Kendi açımdan, çalışmaya başlarken önümde açılan olanakların sonsuzluğu karşısında her şeyin mübah olduğunu hissettiğim zaman, bir tür dehşet duygusuna kapılırim. En iyi sinden en kötüsüne kadar her şeye izin varsa, hiçbir şey bana direnmiyorsa, o zaman hiçbir çaba tasavvur edilemez, temel olarak kullanabileceğim hiçbir şey yoktur, sonuç olarak her girişim boşunadır.
Bu durumda kendimi bu özgürlük uçurumunda yitirmem mi gerekiyor? Bu sonsuzluğun fiili gerçekliği önünde beni eline geçiren bu başdönmesinden kurtulmak için neye sarılabilirim?
Yenilmemem gerek. Dehşet duygusunun üstesinden geleceğim ve kromatik aralıklarıyla gamın yedi notasının, güçlü ve zayıf vurgulamaların elimin altında olduğunu, bütün bunlarda beni biraz önce korkutan tedirgin edici ve başdöndürücü sonsuzluk kadar geniş bir deneyim alanını önüme seren somut ve sağlam öğelere sahip olduğumu düşünmem güvenimi tazeleyecek. Her oktavda oniki sesi ve bütün olası ritmik çeşitlemeleri emrinde tutan bileşimlerin bana insan dehasının hiçbir zaman tüketemeyeceği zenginlikler vaat ettiğinden emin olarak, köklerimi bu alana salacağım.
Sınırsız özgürlük yüzünden içine düştüğüm sıkıntıdan beni kurtaran, burada söz konusu olan somut şeylere her zaman hemen dönebilmemdir. Kuramsal bir özgürlük karşısında elimden bir şey gelmez. Sonlu, belirli bir şey verin bana; yalnızca sahip olduğum olanaklar ölçüsünde müdahalelerime cevap verecek bir malzeme verin. Böyle bir malzeme bana kendini sınırlılıklarıyla birlikte sunar. Ben de ona ister istemez sınırlılıklarımı yüklerim. Hoşumuza gitse de gitmese de burada zorunluluklar dünyasındayız. Şimdiye kadar hangimiz sanatın bir özgürlük dünyasından başka bir şey olduğunun söylendiğini duyduk? Sanatın sıradan etkinliklerin sınırları dışında olduğu düşünüldüğünden, bu tür sapkınlık her yerde yaygındır. Başka her şeyde olduğu gibi sanatta da ancak dirençli bir temel üzerine bina kurulabilir: Baskıya sürekli boyun eğen şey, hareketi sürekli olanaksız kılar.
Demek ki benim özgürlüğüm, giriştiğim her işte kendime yüklediğim dar çerçeve içinde dolaşmaktır.
Daha da ileri gideceğim: Etkinlik alanımı ne kadar sınırlarsam ve kendimi ne kadar çok engelle kuşatırsam, özgürlüğüm de o kadar büyük ve anlamlı olacaktır. Sınırlamayı azaltan gücü de azaltır. İnsan kendini ne kadar kısıtlarsa, ruhuna pranga vuran zincirlerden de kendini o kadar kurtarabilir. Bana yaratmamı emreden sese önce korkuyla karşılık veririm; sonra, yaratım sürecine katılan ama henüz onun dışında duran şeylerle silahlanıp kendime güvenimi tazelerim; sınırlamanın keyfiliği ise icranın kesinliğini sağlamaya yarar.
Bütün bunlardan varacağımız sonuç, amacımıza ulaşamama kaygısıyla dogmalaştırma yapmanın kaçınılmazlığıdır. Bu sözcükler canımızı sıkıyor ve sert geliyorsa, dile getirmekten sakınabiliriz. Gene de bunlar kurtuluşun sırrını taşıyor: “Açık ki,” diyor Baudelaire, “retorik ve vezin teknikleri keyfi olarak icat edilmiş tiranlıklar değil, bizzat ruhsal varlığın düzenlenişinin gerektirdiği bir kurallar koleksiyonudur ve bunlar hiçbir zaman özgünlüğün kendini tam olarak göstermesini engellememiştir. Tersine, özgünlüğün çiçek açmasına yardımcı olmuşlardır demek çok daha doğru olur.”
* Aziz Yuhanna’ya göre Ahit, 3:8.
** Çalışan insan.
*** Wagner’in dört operasından oluşan Der Ring des Nibelungen dizisi kastediliyor. İlk kez 1876’da dördü bir arada Bayreuth’ta temsil edilen bu operaların adları: Das Rheingold, Die Walküre, Siegfried ve Götterdämmerung’dur.
Igor Stravinsky Altı Derste Müziğin Poetikası
İngilizce çevirisinden özgün metinle karşılaştırarak çeviren: Cem Taylan Pan Yayıncılık
9 notes · View notes
thoughttraill · 1 year
Text
Evrenin var oluşu
Bilim ve Felsefenin Karşılaşması
İnsanlık tarihinde belki de en büyük sorulardan biri, evrenin var oluşudur. Bu soru, binlerce yıldır bilim insanları, filozoflar ve din adamları tarafından incelenmiştir. Ancak, tam olarak ne olduğu ve nasıl var olduğu hala bir sır olarak kalmaktadır. Bu makalede, evrenin varoluşuna bilim ve felsefe açısından bakış açılarını inceleyeceğiz.
Big Bang Teorisi
Bilim insanları, evrenin kökenini açıklamak için birkaç teori öne sürmüşlerdir. Ancak, en kabul gören teori, Big Bang teorisidir. Big Bang teorisine göre, evren, yaklaşık 13,8 milyar yıl önce tek bir noktadan patlamıştır. Bu patlama, evrenin genişlemesi ve gelişmesi ile sonuçlanmıştır.
Big Bang teorisinin destekleyen kanıtları arasında, evrenin genişlemesi, kozmik mikrodalga arka plan ışıması ve kozmik ışınlar gibi gözlemler yer almaktadır. Bu gözlemler, evrenin tek bir noktadan patladığına ve genişlediğine işaret etmektedir.
Felsefi Yaklaşım
Felsefe açısından, evrenin varoluşu konusu, ontoloji olarak adlandırılan bir alt dalda incelenir. Ontoloji, varlığın doğasını, var oluşun kaynağını ve var olan şeylerin özelliklerini araştıran bir disiplindir.
Ontolojiye göre, evrenin varoluşu konusu, var olan şeylerin kaynağı ile ilgilidir. Var olan şeylerin kaynağı nedir ve nasıl ortaya çıktılar? Bu sorular, ontolojinin odak noktasıdır.
Evrenin varoluşu konusunda felsefi bir teori, Varlık Nedeni Teorisi’dir. Bu teori, evrenin neden var olduğunu açıklamaya çalışır. Varlık Nedeni Teorisi’ne göre, evrenin nedeni, bir varlık nedenidir. Bu varlık nedeni, evrenin özünde bulunur ve onun var olmasını sağlar.
Din Açısından
Dinler, evrenin varoluşu konusunda kendi açıklamalarını sunmuşlardır. Örneğin, Hristiyanlık, İslam ve Yahudilik, evrenin Tanrı tarafından yaratıldığına inanırlar. Bu dinlerde, Tanrı, evreni yarattıktan sonra onu yönetir ve korur.
Bununla birlikte, diğer dinler
ise, evrenin yaratılış hikayeleri farklıdır. Hinduizm, Budizm ve Şintoizm gibi doğu dinleri, evrenin sonsuz döngüsüne inanırlar. Bu dinlerde, evren doğar, büyür, bozulur ve ölür; ardından yeniden doğar. Bu döngü, kozmik döngü olarak adlandırılır.
Evrenin varoluşu konusu, bilim, felsefe ve dinler arasında farklı bakış açılarına sahiptir. Bilim, gözlemlere ve kanıtlara dayalıdır. Felsefe, mantık ve argümanlarla çalışır. Dinler ise, inanca dayalıdır. Ancak, her biri evrenin varoluşu konusunda bir şeyler söyleyebilir.
Sonuç olarak, evrenin varoluşu konusu, insanlık tarihinin en büyük sorulardan biridir ve hala tam olarak cevaplanamamıştır. Bilim, felsefe ve dinler, her biri kendi açıklamasını sunsa da, tam bir cevap yoktur. Evrenin varoluşu, insan zihninin sınırlarını zorlayan bir konudur ve belki de tam olarak anlaşılamayacaktır. Ancak, bu konu hakkında sürekli düşünmek, insanların kendilerini ve dünyayı daha iyi anlamalarına yardımcı olabilir.
3 notes · View notes
avalonunezgisi · 2 years
Text
tekkeden gaybı almamışım ve bu lafzî olarak oldukça açık, yeni vazifeleri üzerime aldım ilim karşılığı, öğrendim, yeni yeni çok yeni baştan bir ontoloji hesabıyla, günden aldıklarım bir parça gülüşle ayrık ayrık böyle. bir de divanyolu uzunca bir süre içtimai hislerimi beslerken, ve onlarca insana çarpmadan sirkeci’ye gidebilişimi anımsayacağım.
4 notes · View notes
mantikutayr · 1 year
Photo
Tumblr media
metafizika (qd-yun μετά (metá)-sonra, φυσικά (physiká)-təbiət, fizika) "fizik bilimlerinin ötesinde olan", ta meta ta fizika / ‘ilk neden’, ‘ilk ilke’ metafizik nedir?
varlığı varlık olmak bakımından inceleyen, felsefenin üç ana alt dalından (etik/ ahlak felsefesi, epistemoloji/ bilgi felsefesi ve metafizik) biri olan metafizik, varlığın gerçekliği, özü üzerine yani mutlak varlık üzerine sorgulamalar ve varoluşun doğasına dair en genel ve en temel felsefi sorunları incelemektedir. bu durumda bir metafizikçi, en temelde var olan şeyin ne / neler olduğuyla ilgilenir.
ta meta ta fizika /  metafizika / metafizik isminin tarihsel arka planı ise;
antik yunan filozofu aristoteles, ‘’fizik’’ ismi verilen bir seri kitap yazmış (...) aristoteles’in yayımlayamadığı ve öğrencisi rodoslu andronikos ölümünden sonra kaybolan eserlerinin bir araya getirilmesi ile fizikten sonra gelen anlamında ‘’ ta meta ta fizika’’ -fizikten sonra gelen- adını verilmesi kavramın felsefe tarihindeki yerini belirlemiş oluyor. kitaba geçmeden son olarak aristoteles’e göre metafizik yani ilk felsefe üç ana bölümden oluşur:  ontoloji, teoloji, evren bilim.
kitap üç bölümden oluşuyor; metafiziğe giriş /  henri bergson, ontolojik muamma üzerine / gabriel marcel, doğu metafiziği / rené guénon
hacmi küçük bir kitap, bergson, marcel ve guénon’un üç makalesi gibi düşünebilirsiniz.
‘‘zihnin normal işleyişi yansız, tarafsız olmaktan hayli uzaktır."
"bir kere daha ısrar etmeliyim: bağlı olduğumuz bir şeye hazır olma yitip gitmiş bir nesnenin dikkatli bir biçimde muhafaza edilen tasviri ile hiçbir biçimde aynı şey değildir; bir heykel ya da bir tasvir, unutulmamalıdır ki bir benzerinden başka bir şey değildir; metafizik olarak nesneden daha az bir şeydir, o nesnenin bir eksilimi, nesneden bir noksanlasmadır. oysa hazır bulunma tam tersine nesneden daha fazla bir şeydir. her yönden nesneyi aşar o. burda ölümün, bakış noktasından hazır bulunmanın sınanımı olarak görüneceği bir manzaranın eşliğinde bulunmaktayız. bu esaslı bir meseledir ve dikkatli bir biçimde düşünmeli ve gözden geçirmeliyiz."
2 notes · View notes
futbolpenceresi · 2 months
Text
SERLOK HOLMES GIBI DUSUNMEK
ŞERLOK HOLMES GİBİ DÜŞÜNMEK https://www.kitapyurdu.com/kitap/mastermind-amp-sherlock-holmes-gibi-dusunmek/362799.htm
Hayal gücü bilgiden önemlidir. Albert Einstein
Hayal gücü gözlem ve deneyime ait olanı alır ve onları birleştirerek yeni bir şey ortaya çıkarır. S136
Fenyman bunun için şöyle bir deyim kullanıyor: ”Sımsıkı deli gömleğine kıstırılmış hayal gücü.” Deli gömleğinden kastı, fizik kanunları, Holmes’a göre bu esasında aynı şey, o ana kadar edindiğin bilgi ve gözlem tabanı. S138
Bilim tarihini ve bilim etkinliğinin başka yönlerinin olduğunu hesaba katmayan pozitivizmin aksine, Pierre Duhem, Émile Meyerson, Alexandre Koyré ve Thomas Kuhn gibi önemli bilim tarihçileri ve filozofları, bilim tarihindeki önemli keşif ve gelişmeleri pozitivist olmayan bir tutumla ele alırlar. Bu düşünürler, bilimsel etkinlik kuramsal bir etkinliktir; kuramsal etkinlik olguları belirler savlarıyla, kuram yüklü gözlem ve deneyi savunurlar ve kuramlara bir sözlük işlevi yüklerler. Hatta kuram sadece önce gelmekle kalmaz, gözlem ve deneyin yapısını da belirler. Şu halde, bilim yapılırken ilkin kendisine dayanılan bir ontoloji ya da evren tasarımı vardır; bundan dolayıdır ki, bilim tarihinde değişik dönemlerde başka başka bilim tasarımları olmuştur.
Her zaman en bariz olan çözümün peşinden gidilirse, doğru cevap asla bulunamayabilir. S150
İkinci dönem; olağan bilim dönemi olarak tanımlanmaktadır. Bu dönemde kabul edilen paradigmayı destekleyen araştırmalar ve çalışmalar yapılır. Bu dönemde bilim kesintisiz ilerleme sürecindedir. Olağan bilim döneminde araştırmalar çoğalır, fakat bu arada çözülemeyen sorunlar, uyuşmazlıklar da ortaya çıkar.
Doğal zihin yapımız bizi geride tutuyor olabilir ama basit bir gizli tetikleyici, zihnimizi tamamen farklı bir yöne çekmek için yeterlidir. S.155
Yaratıcı düşünceyi teşvik etmenin, Lestrade’ın yaptığı gibi direkt kanıta bakarak bir sonuca varmamanın püf noktası her anlamda mesafedir. S.155
Aktivite değişikliği, söz konusu konuyla alakasız görünen bambaşka bir işle meşgul olmak, hayal gücünün devreye girmesi için gereken mesafeyi yaratmayı sağlayan en önemli şeydir. S. 161
Hatta bu aktiviteler içinde bir tanesi var ki, resmen bu iş için biçilmiş kaftan. Ve çok basit: Yürüyüş. S.163
İster fiziksel ister sinirsel düzeyde olsun, mekanlar anılarla birleştirilir. Bazı yerler orada nasıl bir aktivite gerçekleştiriyorsa direkt onunla ilişkilendirilir ve bu şablonu kırmak epey zordur…
Bütün gün aynı masada oturup çalışıyorsanız ve kafanız bir konuya takıldıysa o masadan kalkmadan meseleye taze bir bakış getirmeniz hayli güç olacaktır. S.170
Bakış açısı ve fiziksel konum değişimi, basit bir şekilde farkındalığı tetikler. Bizi, dünyayı yeniden değerlendirmeye, olaylara farklı bir açıdan bakmaya zorlar. S.173
Evet, bu, dışarıdan bakıldığında tam bir zaman kaybı gibi görünebilir. Ne de olsa yaptığınız şey hiç de faydalı bir işe benzemiyor. Ama kendi zihniyle baş başa kalarak harcadığı o dakikalar aslında Dalio’yu daha verimli, esnek, yaratıcı ve sezgili biri yapacak. Kısaca onun daha iyi bir karar alıcı olmasına yardım edecek. S. 178
Yapılan son derece önemli çalışmalardan birinde araştırmacılar, katılımcıların bir konsepti yalnızca o konsept doğru olduğu takdirde tutacak örneklere bakarak test ettiklerini ve konsepti geçersiz kılacak detayları bulmakta başarısız olduklarını gözlemlemişler. Sonuç ortada, bir varsayıma ait delilleri incelerken muhteşem bir dengesizlik sergiliyoruz: En çok doğrulayıcı, olumlu delillerin üstünde dururken, tezi yanlış çıkartan, olumsuz deliller üstünde hiç durmuyoruz neredeyse. S. 221
Ben, bu son alıntıdan bir süredir çalıştığım iş yerindeki Bilgi İşlem Merkezinde bir TEST GRUBU kurulması ve test uzmanlarının farklı bir zihin yapısına sahip olması gerektiği tezimin desteklendiği sonucunu çıkarıyorum. Test uzmanlarının, “Armudun Sapı, Üzümün Çöpü Vardır” düşüncesini içselleştirmiş, her şeyde bir “arıza” arayan zihniyet yapısına sahip çalışanlardan oluşması bu insanların “negatif” enerjisinin faydaya çevrilmesini sağlayacaktır.
Basit bir yürüyüşün ne kadar zihin açıcı olduğunu defalarca yaşayarak gördüm. Uzun süre düşündüğüm, bir türlü tatmin edici bir çözüm bulamadığım problemlere çıktığım yürüyüşlerde farklı çözümler buldum.
Bill Gates ve Microsoft için sözü edilen bir anektodta Bill Gates hatırlı kişilere şirketini gezdirmekte, bilgiler vermektedir. Bir odaya girdiklerinde oradaki çalışanın ellerini ensesinde kavuşturup, ayaklarını sehpaya uzatıp pencereden bahçeyi seyrettiğini görürler. Konuklardan biri bu çalışanın ne iş yaptığını sorar. Bill Gates, o “hayaller kurar, ona bunun için yüklü bir ücret ödüyoruz”, der.
Bir projenin, örgütün bir sürü dişlisi vardır.Ama bazıları büyük, bazıları küçük, bazıları hızlı, bazıları yavaştır. Bill Gates, şirketindeki 10 çalışanın, şirketin yarısından çoğuna bedel olduğunu söylemiştir. Liyakat sahibi şirket CEO’ları, örgüt liderleri, ülke liderleri de benzer ağırlığa sahiptirler.
Ülkelerin, şirketlerin gelişmesi, geri kalmasını belirleyen birçok faktör vardır. Ama bu faktörlerin içinde en önemlisi, ülke/şirket için anlamlı hedefler belirleyip ülkenin/şirketin potansiyelini bu hedef doğrultusunda güdüleyip işe koşan liderler (LİDER/DEVLET KAPASİTESİ) baş sırada yer alır. Bu liderler Daron Acemoğlu’nun önemini vurguladığı kapsayıcı kurumların kapsayıcılığını harekete geçirerek ülkenin/şirketin üretici güçlerinin tamamını işe koşar ve maksimum üretkenlikle üretime katılmalarını sağlar.
Akıllı liderler armudun sapı, üzümün çöpü ile uğraşmaz. Bilimin rehberliğinde, öncelikleri ve ağırlıkları gözeterek kontrolü altındaki üretici güçlerin potansiyelinin tamamının gerçekleşmesini sağlarlar. Ol hikayet budur.
0 notes
ahmetcadirci · 3 months
Photo
Tumblr media
Sözlük (Eski Yunanca: γλῶσσα, glossa; dil, konuşma, ifade), kelime hazinesi veya clavis olarak da bilinir, belirli bir bilgi alanındaki terimlerin tanımlarıyla birlikte alfabetik bir listesidir. Geleneksel olarak, bir sözlük bir kitabın sonunda yer alır ve o kitapta yeni tanıtılan, yaygın olmayan veya özel terimleri içerir. Sözlükler en yaygın olarak kurgusal olmayan kitaplarla ilişkilendirilse de, bazı durumlarda kurgu romanlar da bilinmeyen terimler için bir sözlük içerir. İki dilli sözlük, bir dildeki terimlerin ikinci bir dilde tanımlandığı veya başka bir dildeki eşanlamlılarıyla (veya en azından yakın eşanlamlılarıyla) açıklandığı bir listedir. Genel anlamda bir sözlük, belirli bir çalışma veya eylem alanıyla ilgili kavramların açıklamalarını içerir. Bu anlamda terim ontoloji kavramıyla ilişkilidir. Bir sözlüğü bir ontolojiye veya hesaplamalı bir sözlüğe dönüştüren otomatik yöntemler de sağlanmaktadır. Temel sözlük, özellikle bir dile veya çalışma alanına yeni başlayanlar için diğer kavramların tanımlarını sağlayan basit bir terimler sözlüğü veya tanımlar sözlüğüdür. Küçük bir çalışma sözlüğüdür ve önemli veya sık karşılaşılan kavramlar için tanımlar içerir, genellikle bir kültürde yararlı deyimler veya metaforlar içerir. Sözlüklerin derlemlerden veya Web'den otomatik olarak çıkarılmasına yönelik hesaplamalı yaklaşımlar son yıllarda geliştirilmiştir. Bu yöntemler tipik olarak alan terminolojisinden başlar ve ilgilenilen her terim için bir veya daha fazla sözlük çıkarır. Sözlükler daha sonra tanımlanan terimin hipernimlerini ve diğer sözcüksel ve anlamsal ilişkilerini çıkarmak için analiz edilebilir. Yazar: Ahmet Çadırcı
0 notes
doriangray1789 · 9 months
Text
FELSEFE VARLIK (VAR) ÜZERİNE DÜŞÜN EYLEMİDİR. YOK ÜZERİNE YAPILAN FELSEFE DEĞİLDİR. Peki yok üzerine yapılan nedir? Varlık için Ontoloji diyorsak yok içinde nulloji diyebiliriz...
7 notes · View notes
diyariedebiyat · 4 months
Text
Varlık Felsefesine Giriş
Varlık Felsefesine Giriş – Varlık Felsefesi Temel Kavramlar Varlık Felsefesi (Ontoloji), Aristoteles’in ilk felsefe adını verdiği felsefe disiplinidir. Üç soruya ve probleme cevap arar: Varlık var mıdır?Varlığın niceliği problemiVarlığın niteliği problemi Varlık Var Mıdır? Vardır (Realistler): Varlıklar, insan zihninden bağımsız olarak vardır.Yoktur (Nihilistler): orgias – Hippias –…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
lolonolo-com · 5 months
Text
Ahlak Felsefesi 2023-2024 Vize Soruları
Ahlak Felsefesi 2023-2024 Vize Soruları 1. Varlık felsefesinin (ontoloji) ahlak felsefesi ile ilişkili olmasının nedeni aşağıdakilerden hangisidir? A) Varlık felsefesinin kişiye doğru düşünmenin kurallarını öğretmesi B) Varlık felsefesinin bilginin neliği, sınırları ve kapsamıyla ilgilenmesi C) Varlık felsefesinin güzel olanın nesnel gerçekliğini ortaya koymaya çalışması D) Varlık felsefesinin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
arkeolog · 9 months
Text
Felsefe genel anlamda dört alandan oluşur. Ontoloji (varlık felsefesi), epistemoloji (bilgi felsefesi), etik, ve estetik. Ontoloji ve epistemoloji birlikte "metafizik" olarak da tanımlanır.
Estetik kelimesinin kökeni Eski Hellence "hissediyorum" anlamına gelen αἰσθάνομαι (aisthánomai) fiilidir.
6 notes · View notes