109 Yıl Sonra
“Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin ve Nasturilerin yaşadığı ve sonra katledildiği veya sürgüne zorlandığı bütün vilayetlerde, Müslümanlar tarafından kaçırılmış ve bugün de hâlâ onlar tarafından alıkonan gayrimüslim kadın ve çocuklar var. Ayrıca bu milletlerin sürgün yolunu da takip etmekte fayda var. Rumlar Marmara’dan Konya’ya kadar olan yolu izlemek zorunda kaldı; Ermeniler ise Erzurum, Erzincan-Kemah-Malatya-Halep ya da Musul; Sivas-Harput, Mezopotamya yolunu izlemek zorunda kaldı. İstanbul ve civarı, Eskişehir, Konya, Pozantı’da farklı tarihlerde olmakla birlikte Rumlar ve Ermeniler tehcir edildi; Bitlis, Van, Diyarbakır vilayetlerine komşu Kürt aşiretleri de çok sayıda Hristiyan kadın ve çocuğu kaçırdı. Bunların arasındakilerin bazıları Nasturiydi ve hepsi hâlâ köle muamelesi görerek alıkonuluyor.
Arap Mezopotamya’sında çok sayıda Ermeni kadın ve çocuk var. Müslüman Araplar tehcir edilen Ermenilere karşı daha insanca yaklaştı. Ancak, onların da halen alıkoyduğu ve iade etmeleri gereken çok sayıda Hristiyan kadın bulunuyor. Yine de Araplara Türklerden farklı davranmak gerekiyor. Çünkü çoğunun bu kadınları cani Türklerin elinden kurtardığını ve genellikle onlara karşı iyi niyetli davrandıklarını düşünmemiz gerekir. Doğru olan buradaki şeyhlerle müzakere yürütmektir ve öyle umuyoruz ki bunu bizzat kendileri kolayca ve gecikmeksizin çözeceklerdir.” Paris, 8 Mart 1919...
- Zabel Yesayan tarafından kaleme alınan, Paris Konferansı’nda Ermeni Delegasyonu’nu temsil eden Boğos Nubar Paşa’ya sunulan 11 sayfalık rapordan bir kesit...
109 yıl sonra başladığımız noktanın da gerisinde kalakaldığımız bir düzlemin hakikatine eriyoruz hep birlikte. Tümüyle yabancılaştırılmış ilan edildiğimiz bir menzilde bu kökten, bu bağdan olduğumuzu idrak ettirebilmek için verilen onca mücadelenin ardından halen o “Ermeni” mitini aşamıyoruz. Bütünüyle kendini ezberden var eden, biteviye umursamaz bir halle devletli kademelerinin de kolladığı, yol açtığı, gözettiği bir nefretin istikametine her gün hedef kılınıyoruz. Bitimsiz değil, yok edilmenin sınırına ulaştırılmış, bugüne açık bir biçimde hasbelkader / rastlantısal bir direnme duygusuyla varabilmiş olan ol dördüncü kuşağın ve ötesinin elemine nasıl da kayıtsız kalındığını biliyoruz, yaşıyoruz.
109 yıl sonra, halen ismimiz, soy kodu uygulamalarında gizlenmiş bir fişlemeye hazır ve nazır bekleye duruyor. Bir yerlerde serbestçe çalışabilmemiz atfedildiği gibi hürriyetin de bir parçası olarak zikredilirken, devletli ya da yerel / mahalli hiçbir kurumda çalışmasının uygun düşmediği / görülmediği ender kimliklerden birisi olmaya devam ediyor “Ermeni”. Bir yanda ülkedeki eşit yurttaşlık üstüne nutuklar atılırken, yerel / genel seçimler varken o yurttaşlık haklarına dair mavallar okunurken, henüz bir caddenin / yolun / sokak dahilinde varlığımız yok addediliyor. Bir yanda baş efendinin aralıksız güncellediği bir ezber metin etrafından, Türkiye Ermenileri Patrikliğine, burada kalanlara hitaben bir taziye mesajı öte yanda İletişim Başkanlığının başındaki zat gibi nicesinin sunduğu inkar, mütemadiyen var ettiği nefret. Hangi Türkiye doğrusunu var ediyor sahi ama sahiden?
109 yıl sonra, tarihçi Ümit Kurt’un kaleme aldığı Kanun ve Nizam Dairesinde (Aras Yayıncılık) kitabında, bir teknokrat / bürokratın soykırımla teşviki mesaisinde her neleri, nasıl bir canhıraş sebatla var ettiğinin portresi karşımıza çıkartılır. Bizlerin yük edindiği o yıkım / yok etme / soy kurutma çabasının nasıl işleyen bir mekanizmayla sürekli devletin yüceltildiği / Türk kimliğinin ön plana çıkartıldığı bir yönlendirmeyle var edildiğinin utanç verici suretleri detaylarıyla birlikte paylaşılır. Duraksamadan bugün bildiğimiz ol İttihat ve Terakki Cemiyeti / Teşkilatı Mahsusa / Hamidiye Alayları vesairenin her nasıl, Talat, Enver, Cemal efendiler gibi baş önderleri, Dr. Bahattin, Dr. Nazım, Cemal Azmi gibi nice yan oyuncunun kıyısında işi bitirenlerin Mustafa Reşat Mimaroğlu gibi dönemin memurlarının etkili kullanımlarının da idesi / nirvanası karşımıza çıkartılır. Bir göçmenin, Ermeni halkına yakınlığının, yatkınlığının, diline aşinalığının imha politikalarında işlevsel bir çıkarımı var edebilmesinin utancı misal ne yana düşer. Komşusunu tanıyanların onları yok etme sürekliliğini / tutunmalarının ardılını kim ne zaman soracaktır sahiden?
109 yıl sonra, ailemin hakikatinden bir kesit olarak Göydün / Köydün Sebastia / Sepastiya ya da bugün bilindik ismiyle Sivas’tan, Gesarya (Kayseri) ve Yozğat’a (Yozgat) uzanan o iç içe geçmiş hangi yana dönersek dönelim eksik kılınmış olmamızın akıbetindeki karaya, kapkaranlık surete karşılık devletin olmadı / etmedik ile her şeyi geçiştirmesinin hali nice olurdu? Kişisel hikayelerimizi yeterince anlatmamışız gibi, hani belgeniz diye sual edene ol Ümit Kurt’un Kanun ve Nizam Dairesinde kitabı gibi devletli kademelerinin olayları her nasıl yok etme düzlemine taşıdığının da nişaneleri birkaç tıklamayla bulunabilir. Misal bir özel kütüphanenin arşivinde çıkagelen Zabel Yesayan’ın Paris Konferansı sırasında Boğos Nubar Paşa’ya sunması için tebliğ ettiği rapordaki gibi kaybedilmiş insana dair yaraları hangi kelimeler anlatabilir. Bugün bunca zaman sonra, yeni nesil olarak atanmış z kuşağından kimi insanların oh olsunlarının, iyi ettiklerinin, az bile yapmışız soykırım yapsaydık hiçbiriniz bugün hayatta olmazdınız gibi ikrarlarının kıyısında cürmü görmeye / anlamaya daha çok var mıdır? Kaybedilecek çok nesil var mıdır?
109 yıl sonra, Sebastia, Gesarya, Hadjin, Sis, Kozan, Alaşgert, Mazgert, Sassun, Muş, Musa Ler, Vasburgan, Van, Pağeş, Daron, Dikranagert ve isimleri sığmayacak ama bir ömür boyu bellekte yer edinen yerlerdeki hayatların akıbetlerini sorgulamak neden bunca ağır / zor kılınır? Kaybedilenlerin yerlerine ikame edilenlerin, ister Türk, ister Kürd, ister yerleşik ister muhacir ya da başka kentlerden göçmüş olsun oralarda gördüklerini, başka bambaşkasına ait olanın üstüne yerleştirilmesindeki sürekliliğin nasıl bir menzili basitçe değil topyekun zehirlediğine dair hiç mi hesap kitap sorulmayacaktır. Bir buçuk milyonu aşkın insanın akıbetinin zehir zemberek bir karanlıkça yok edildiği, kalanların da üstlerine çöreklenip, hayatta var olmalarına dair sorguların birisi bitmeden bir başkasının başladığı bir deneyimin ortasında bizlerin bugün halen yaşadıklarına dair en ufak bir anlama söz konusu mudur? İttihat ve Terrakki’nin Osmanlı’nın son perdesinde, daha sonra değişip, dönüşüp Cumhuriyet Halk Fırkası ve Partisine evrilen bir memleketin bel kemiği olup da, temellerini atıp da nasıl geçmişin yıkıcılığında bir gelecek devşirebildi bu ülke, sorgusuna düşen olur mu?
109 yıl sonra, eksik kılınmış hayatların akıbetine dair tek bir doğru düzgün soruşturma söz konusu edilmezken, dahası İttihat ve Terakki kurmayları belirli bir süreliğine tahkikat ve yargılama süreçlerine terk edilirken ne oldu da kurucu liderin Mersin Ziyaretinde ettiği şu sözlerin halen geçerli addedilmesinin hazin hali ne olacaktır? “Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır.” İyi de o ev hemen her durumda birilerine bir çatı olabilmişken, ne etti de Ermeni bir kere değil bir buçuk milyon kere bu memleketten def edildi. İzi silindi, meşum çetelerin ellerine rehin, tacize ve ölümün kıyısına terk, sınırın ötesine istiflenerek / sürülerek yok edildi. Birinci ağızdan çıkagelen o yok sayma her neyin nesiydi ki bunca zaman sonra kendilerini yeniden tanımlayan bir cerahat ülküsü etrafında nefret saçarak yürüyen ırkçı / turancı / bozkurt vs. için bir yol / iz / kılavuz bilindi? Kim verir ki hesabını?
109 yıl sonra, öyle bir cendereye tutulmuş gidiyor ki insanlık, daha geçtiğimiz aylarda var edilen Santa Maria Latin Katolik Kilisesine yönelik saldırı gibi nicesinden gurur / izansız bir biçimde onur telakki ettirilmek isteniyor. Bir cerahat halinin mütemadiyen ötekisine ol öteki bilinene dokunmasından zerre-i miskal utanç / hicap duyulmuyor. Ar zaten sizlere ömür! Tümüyle hedef kılınırken insanların yaşamlarının bu sahnede öyle ya da böyle altı üstüne getirilmesi / yok edilmelerinin / can almaların / hedef kılma hallerinin sahiden de bir sonu gelecek midir? Gelebilecek midir ey komşu!
109 yıl sonra, kişisel hayat hikayelerimizin baş köşesini kaplayan bir ağıdın farkına varılsın, sahiden bir şeyler anlaşılsın diye birkaç cümle kuruyoruz. Anadolu’nun çorak bir toprağa zamana yayılarak taşınmasının izlerinin en büyüğü olan 1915 öncesinde 1890-94 ve 1894 ile 1897 arasındaki tehcir / katliamlarla birlikte sufle edilmişken, ardılı bir biçimde bu topraklardaki gayrimüslim olanı toptan silmekten ötesini taşımayan bir cerahat haline / başka bir ülke tarihindeki Emval-ı Metruke’den, Varlık Vergisine, 6-7 Eylül’den, 20 Dolar 20 Kilo’ya, 2007’nin 19 Ocağında Hrant Dink’e, 2020’de Şirnex’te katledilen Şimuni Diril, yok addedilen / sır kılınan Hurmüz Diril’e pek çok katmanda salt Ermeni’ye değil pek çoklarına, Yesayan’ın bahsettiği kadar dahi merhamet gösterilmeden var edilir iyi de nereye kadar? Misal bir Nisan 24 günü 2011 yılında şakacıktan! Katledilen ol Sevag Şahin Balıkçı’nın ardından açılan yarayı nasıl değerlendirelim. Ne edelim!
109 yıl sonra, her şeyi en baştan anlatmaya gerek kalmadan bir kere olsun özür dilemenin dahi çok görüldüğü bir zeminde, hayatta kalmaya çalışıyoruz. 109 koca yıl sonra, bir hale, bir nedene bağlı kalmaksızın bu toplum için hedef kılınabilecek bir güruh olarak anılmaktan, bariz sinkaf / hakaret / tehditlere maruz bırakılmaktan illallah ediyoruz. Kaybettirme politikasından, devletin tüm kesimleriyle birlikte bir nefret objesi olarak başta Ermeni olmak üzere azınlıkların hepsini birden gözüne kestirdiği bir zeminde yıkımın sadece burada yaşamakta olanlara değil silsile halinde herkeslere, her bir ötekisi olarak anılana denk gelebileceğini biliyoruz. Biraz da bunun için Nisan 24’ün önemini, ol yok etme saiklerinin sunduğu perspektifin korkunçluğuna dikkat çekmek istiyoruz. Tümüyle, belirgin ve doğrudan zamana yayılarak bir tehdit olarak bilinen, görülen Ermeni yarasıyla bir başına bir asrı ve dokuz koca yılı geride bırakıyor. Yüzleşmek bir yana sorgulamak öte yana, inkarı kenara terk edip, ikrarla, iktidarın var ettiği / kendisine eşlikçi kıldığı ırkçı hiziplerin nefretine rağmen bir yaranın varlığı unutulmasın diye tüm bu serzenişler. Kenara yazılmış olagelen bir ağıdın, bir mendilin, bir tek kare sararmış ol fotoğrafın ardından çıkagelen nice hikayenin hatırına, unutmadık, unutturmayacağız.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Katie FALKENBERG – Los Angeles Times
0 notes