Tumgik
zifirnoktasi · 4 years
Text
Alternatif Dünya Filmleri:  Slow West vs. Indiana Jones
Size Indiana Jones’un Slow West’e konuk olacağı hikayeyi anlatmadan evvel sanırım öncelikle Slow West’ten biraz bahsetmem gerekecek.
En genel tabiriyle “Slow West” bir western - yol filmi. John Maclean’in westerne farklı bir anlatım kattığı 2015 yapımı bağımsız İngiliz yapımında Michael Fassbender İrlandalı yalnız kovboy Silas’ı, Kodi Smit-McPhee ise hayatının aşkı Rose Ross’u bulmak için yollara düşen aristokrat bir aile çocuğu olan Jay'i canlandırıyor.
Size filmin konusundan artık daha fazla bahsetmeyeceğim, en azından bahsetmemeye çalışacağım, çünkü filmi izlemek isteyenlere gerçek hikayesi konusunda bir ipucu vermek istemem.
Zira denklemi doğru okursanız gerçek hikayeyi de bulabilirsiniz.
Bir de şunu bilmeniz gerekiyor, sinematografik açıdan doymak istiyorsanız Robbie Ryan size güzel bir görsel ziyafet yaşatacak bu filmde.
Filmin bir yandan bende uyandırdığı izlenime gelirsek, ilk sahnesinde Fassbender’ı görmemle birlikte onu Indiana Jones olarak düşünmem için sadece bir milisaniye yetti. Normalde büyük bir Indy sever olarak Harri-son Ford dışında birini o kadar da bu role yakıştırmazken, biliyorum Chris Pratt de başarılı olacaktır elbet, ilk kez bende “Harrison’dan daha karizmatik bir Indy olacaksa bu Fassbender olur” izlenimini uyandırdı.
Ve sonra da aklıma bu düşünce gelince, benim için Slow West bir western - yol filmi olmaktan çıktı. Adeta filmi Indiana Jones müzikleriyle izliyordum. Siz de fragmanı “Indiana Jones theme” ile izlerseniz aynı hype'a kapılabilirsiniz. Sonrasındaysa sadece şu soru beynimde yankılandı.
“Peki ya Indiana Jones Slow West’te olsaydı ne olurdu?”
Çünkü Indiana Jones serisi sevenlerinin bildiği üzere temeline, arkeolojik tarihsel ögelerden beslenen hikayeler koyan, türünün en iyi örneğidir.
Bir kere filmin adı “Slow West” değil “Indiana Jones & West, Ho!” olurdu.
Ve Indiana Jones’un meşhur kamçısı şahane bir uzun namlulu silaha dönüşürdü.
Ve filmimiz asla bu kadar sakin kalamazdı.
Indiana Jones & West, Ho!
Tumblr media
Indiana Jones bu filmde olsaydı, film bu kadar sakinliğini koruyamaz ve bir takım sembollerin kaybolmasıyla başlardı.
Indiana vahşi batıda olduğu için bir okulda ders vermez fakat bir yerlerde tütün içip, muhabbetleri çaktırmadan barda dinleyen ödül avcısı olurdu.
Vahşi batının ödül avcısı Indy, bir gün barda otururken eski bir İskoçya sembolünün adını duyumsar ve içkisini gözleri parıldayarak yudumlar. İçkisini bitiren Indy çevreye bunu bildiğini çaktırmadan usulca kalkar, çıkışa yönelir. Bardan çıkan Indy atına atlar ve yollara koyulur.
Yollarda giderken su içmek için durakladığı yerde başka ödül avcılarının da kamp yaptığını gören Indy ağaçların arasına saklanır ve onları dinlerken onların yanındaki Jay’i fark eder. Jay’in o kişilerin elinde rehin tutulduğunu görür. Bunu öğrendiği andaysa şansına atının yanına sürünerek bir yılan yanaşır, atı korkar ve kişner. Indy filmin algoritması gereği doğada bir şey yaşaması gerektiğinden gizlenemez ve kendini kötü adamların önüne atmak zorunda kalır. Zaten atı korksun ya da korkmasın o Indy’dir, o yılanlardan korkar. Kötü adam çetesinin fark ettiği Indy el mahkum onlarla dövüşür ve kaçmak için elinden geleni yapar. Ara ara kaybedecek gibi olsa da o Indy’dir, ilk dövüşten hemen kaybetmez, kaybediyormuş gibi yapar. Filmlerden alışkın olduğumuz kovalamaca sahneleri burada western tadında düello ve atla kaçış sahnelerine dönüşür. Bir şekilde Indy’e yandaş olacak karakterimiz Jay ise kurtulur ve Indy’le birlikte kaçar.
Kaçış sonrası ikisini birlikte yollarda izleriz. Yollarda karakterlerimiz yakınlaşır. Jay, ona Rose’un hayatının aşkı olduğunu ve onu nasıl da kurtarmak için yollara düştüğünü anlatır. Indy yola neden çıktığından pek bahsetmez, sadece gezgin bir kovboy olduğunu söyler. İçki içmek için durdukları bir tavernada Indy, Rose ve babası John Ross’un başına konan 2000 dolarlık aranıyor ilanını görür, bunu gördüğünü Jay’e belli etmez. Birlikte çıktıkları yolda daha çok kelle avcısının peşlerine takılacağını fark eden Indy, artık daha dikkatlidir. Jay’in bu ödüle giden altın bilet olduğunu öğrenir. Başına ödül konanlardan olan Rose’un boynunda da eski İskoçya sembolünün olduğu kolyeyi görür. İlanı yırtarak cebine tıkıştırır. Indy gizemli.
Indy bunları yaparken farkında değildir tabii, aslında geçmişinden bir hayalet de onun bu hareketlerini görmüş ve çoktan ikilimizi gözüne kestirmiştir. Arkalarından pis bir sırıtış atar ve viskisini yudumlayarak kötü adamlık rolünü bu sahnede tamamlar. Kötü adam mutlu. Indy habersiz.
Kamp yaptıkları gece ikili uyuyacakken kampı davetsiz bir misafir basar. Görürüz ki Indy ve davetsiz misafirimiz tanışmaktadır. Geçmişten gelen bu karakter kötü adamımızdır ve Indy’nin üstüne gider. Elinde içkiyle çıkagelen eski dost yeni düşmanımız, Indy’e eski günlerin hatırına dercesine içki ikram eder ve eski dostlar ile Jay sarhoş olana kadar içerler. Indy ne kadar sarhoş olsa da kontrolünü kaybetmemeye çalışmaktadır, eski dostunun neyin peşinde olduğunu fark etmiştir çünkü. Bunun üzerine tartışan karakterlerimiz arasında bir gerilim olur ve bu gerilim anında davetsiz misafirin yanında gelenler Jay’i kaçırır. Zaten kaçırılmasaydı şaşardık çünkü Indy’nin geçmişinden gelen düşmanlar hep çevresindeki birini kaçırır ve işleri karıştırır. Indy kızgın. Jay şok!
Her zamanki filmlerde olduğu gibi bu kez vahşi batıda doğa üzerinden başka bir fobik bir gönderme yapılır ve Indy’nin kamp yaptığı alanın üzerinde kara bulutlar toplanır. Jay’in kaçırılması ve girdiği dövüş üzerine yorgun bir şekilde plan yapmaya çabalayan Indy’nin üzerine birden bulutlar çöker ve bir fırtına gelir. Indy bunun  ara ara onları takip ettiğini hissettiği kabileler tarafından gönderildiğini farkındadır. Olabilecek en kısa sürede buradan ve büyüden kaçmaya çabalar Indy fakat nafile! Indy şok! Her şeyi ıslanmıştır. Görevine çıkmadan evvel şapkası, ceketi ve uzun namlulu silahıyla aksiyon sahnesine uzunca bir selamlama yapar ve bir yandan da ıslanan eşyalarını kurutarak yola koyulur. Çünkü o Indy’dir ne olursa olsun eşyalarını ve karizmatikliğini asla geride bırakmaz, üstünde değilse yanında taşır. Arkasından da ona büyü yollayan kabile yerlileri bakar ve ağaçlara geri saklanır.
Indy tek başına Ross ailesinin evine giderken bir yandan da yolda Jay’i kurtarmanın planını yapar. Artık tam paket göreve hazır olan Indy filmin son aksiyon sahnesine girdiğindeyse ortalık tam bir vahşi batı dünyasına dönüşmüştür bile. Ormanda Jay’i kurtarmak üzere ilerlerken etrafını bir anda Kızılderililer sarar, Indy’e zehirli ok fırlatmaya başlarlar ve bunlardan kaçmaya çabalayan Indy kendini bir sonraki sahnede Jay’in yanında bağlı bulur. Ödül avcıları Ross ailesinin evini bulmuş ve kurşunlara tabi tutmaya başlamıştır bile. Bütün ev ve içinde bulunduğu tarla kurşunlarla dolup taşar. Indy ayılır, bir kenarda bağlanmış yarı baygın Jay’i görür, kendini kurtardıktan sonra onu çözer, silahının tetiğini çeker, aksiyonun tam göbeğine dalar. Çünkü o Indy’dir, aksiyondan korksaydı ödül avcısı olmazdı!
Şanslı karakterimiz Indy az yaralarla bu dövüşten sağ kurtulur. Sadece bacağından yaralanan Indy, bir yandan ödül avcılarıyla kapışırken bir yandan da sarkastik yorumlarını kurşunlarının yanından eksik etmez. Kurşunlardan kaçarken Rose’u görür, ondan kaçmaz ama. Bir yandan aynı hızda flörtleşir. Çünkü Indy ne olursa olsun güzel kadın gördü mü kaçırmaz, en azından bir kuple dahi olsa flört eder.
Bu Indiana Jones filminde de bolca kötü adam öl��r, ana kadın karakterimiz sağ olarak kurtulur. Kısa sürede görüp sevdiğimiz iyi yan karakter ise ölür. Hem de kadınını kurtarmanın hayalleriyle ölür.
Bu filmde de kötü ellerde tehlikeli olabilecek sembolümüz korunur ve onu korumak uğruna bir çok fedakarlıklarda bulunan maceraperest karakterlerimiz bir şekilde bunu başarması için Indy’e yardım eder.
Filmin sonunda ise her zamanki mağara yerine alabildiğine büyük bir tarlada küçük bir kulübe ev görürüz.
Vahşi batıda geçen Indiana Jones filmimiz ise böylece biter.
PS. If you want to read English, please click right and choose “translate to English”.
0 notes
zifirnoktasi · 5 years
Text
Bazen Şiir de Yazıyorum Vol.3
özlem ve sevgi ikisi de beş harflik kelimeyken mastar hallerinde özlemek sevmeye ağır basıyor kayıp da her beş harfli söz gibi fakat kaybetmek herhangi bir mastara benzemiyor
uzak biraz yalancı bir kelime kısa ve yakın. yakın da ondan aşağı kalmıyor uzun ve uzak.
bu iki kandırıkçı harflerin oluşturduğu kelimelere inatsa kısa ve uzun çok dürüst
harf kelimeden kısa bir kedinin ömrünün benden kısa olması gibi.
ama bir kediye göre de ben çok yavaşım hızlı büyümüyorum.
o halde bir harf için kelime ne? şimdiden bitmiş bir hikaye?
1 note · View note
zifirnoktasi · 5 years
Text
Bazen Şiir de Yazıyorum Vol.2
Bi’ gün bu dünyadan göçtüğümde Martılara yem yapın beni. Denizin altındaki yosuna karışayım. Didik didik etsin balıklar tenimi.
Gözlerimi kapadığımda yok olan tenimin arasından dolsun su göz çukurlarıma. Bırakın çürüyeyim.
Beni yiyen balıklar başka balıklara yem olsun. Ege’nin açıklarına atın beni. Öyle bir soyluymuşum gibi de kayıkla uğurlamayın.
Kefene sarın, üç beş de taş atın içime. Belki bir fotoğraf bir kolye Az biraz da yüzük.
Çökeyim Egenin dibine. Karışayım zamana Düne bugüne yarına.
Belki bir gün beni yiyenlerin rüyasına gelirim. Onlara merhaba der Bilmek istediklerini söylerim. Doğarım onlarla yeniden düşlerde.
Beni bulanlar şaşırsın Anlamasınlar nerden neyim Kimin nesiyim
Beni başka çağlardan sansınlar Gördükleri rüyaları da hayal. Onlara bazen gece bazen gündüz gideyim
Beni yiyen balıklar onlara hayalleri de taşısın Benden birer düş fısıldasın. Unutmasınlar bu hayaller tek benim değil Hepimizin
1 note · View note
zifirnoktasi · 6 years
Text
Bazen Şiir de Yazıyorum Vol.1
Nasıl bir geceydi ki Hem saatler ileri alınmış Hem de sen benden uzaklaşmışsın.
——
Olduramadığım aşklar Yapamadığım çocuklar Ve öpemediğim kadınlar En çok siz üzdünüz beni, Hep ben özledim sizi.
——
Bu acı bu boşluk İçimde hep kalacak bir kara delik İsyan edemiyorum Dilim tutulmuş sanki Duygularımın üstüne yorgan atmışlar Altında eziliyorum Bu özlem hep sürecek Bir daha birine seslenemeyeceğim öyle Baba diyemeyeceğim.
Sokakta yanımdan geçen baba kızlar İçinde baba geçen şarkılar Bazen de stayin alive Algım hep seni seçiyor Gözlerim seni bulamıyor Gözlerim ağlamaktan mı Yoksa seni uzaklardan aramaktan mı bulanık Bilemiyorum Hoşça kal diyemiyorum baba Rahmet isteyemiyorum.
——
Sen en çok torun istedin Bense çocuk katiliydim.
——
Babamı kaybettiğim gün Tüm çocukluğumu bağışladım başkalarına Artık birilerinin kızı değildim Bir kadın Yeri gelecek belki ana belki hanım
Oyuncaklarımı kutulara serpiştirdim Hiç babası olmayan çocuklara verdim Sevindiler mi emin değilim Benim yaşadığım kaybı bilemezler ki Sahip olmadığın bir şeyin ederi nedir ki
Bir tüyle bir demiri kıyaslayabilir misin? İçindekilerle dışındakileri Hangisi daha ağır basar Bilemedim Benim en has demirim gitti bugün Bir tüyden hafif yaşamıyla
1 note · View note
zifirnoktasi · 6 years
Text
Kayıp Y’ler
Cemal Süreya ikinci y’sini kaybettiği kumar masasından kalkerken yazar bu dizeleri, “sizin hiç babanız öldü mü” der. Sorar insanlara gururunu ve ona babasını hatırlatan son şeyi de kaybettiğinde. Herkes bilir Süreyya’ları, devam etse hayatına iki y’siyle herkesler bilir babasının adını.
Bense babamı kaybettiğimi sandığım gün yeniden doğurdum. Babam son nefesini verirken benimle yeniden nefes aldı ve gözünü gözlerimde açtı. Ağladığımda onun gibi şişti gözlerimin kuyrukları. Gözyaşlarımda gözlerim kedi oldular, kuyruklarını salladılar üzülmemem için. Kuyruklar sallandıkça burnuma değdi, burnum kaşındıkça ben hapşurdum. İtelemek istedim masadan kayıp y’yi Cemal’e nefesimle. Çünkü kimse kaybetmemeli babasını kumar masasında. Kimse kaybetmemeli babasını bir sokak arasında ya da gecenin karasında.
Gecenin karası her zaman şer demek değildir ama. Bazen karalar bize boşluklar yaratır, görülmeyen için de bir açık kapı bırakır. Karalar bağlar kurbağalar, derenin kenarında vraklar. Gözlerini kaparsın, dünya karardı sanarsın, açarsın, bir de bakarsın ışıklar vurmuş yüzüne; güneş yıkamış yüzünü hüzmesiyle.
Ne hikmet diye geçirirsin içinden. Bir başka iç sesin de “hikmet de kim” der, sitem eder. İç seslerinden birinin ismi var zanneder. Oysaki sadece kayıp y’sini geri vermek istersin Cemal’e.
Hiç kimse öldüğünü görmemeli y’lerinin. Fakat bize “y”aşam veren y’ler, bazen “y”itip giderler. Zannederler kadını bir “y”anı eksik, zannederler kadının y’si eksik. Halbuki bilmezler babalardan aslında 2y gelir. Fakat o y’ler birleşiktir, üst üste binmiş ve bir x etmiştir.
Cemal, babasını kaybettiği gün Süreya oldu. Belki soyadından bir y yitti, ama onun kelimelerine yeni y’ler geldi. Yapayalnızdı belki, ama hisleri yepyeniydi. Tıpkı benim babamı kaybettiğim gün doğurduğum gibi. Cemal de bir y’sini yitirdi, başka “y”anlarını keşfetti.
0 notes
zifirnoktasi · 7 years
Text
Gezegen: Neona - Gezi Notlarım
Korna sesleri. Ayak sesleri. Topluklular, tık tık tık tık tık. Sesler giderek çoğalıyor ve natürmortlaşıyor, at nallarının koşuşturmacası var sokaklarda. Çocuklar çığlık çığlığa, korku değil heyecandan. Hepsinin gözleri 4 açılmış, bir tabir olarak değil ama gerçekten de 4 gözleri var, buradaki canlılar heyecanlandığında ve merak seviyelerini yükselttiklerinde gözlerinin sayısı 4′e yükseliyor.
Yandan geçen amca vücudunun yarısını sokağın başında unutmuş, yaşlı olduğundan herhalde vücudunu birlikte tutmakta zorlanıyor, sokağın başında üst bedeni “Neriaaaa, aaaah Neriaaaa”, diye sayıklarken kimbilir belki alt bedeni Neriman’ı aramaya çıkmıştır.
Bu gezegendeki ilk akşamımı geçireceğim, her zaman Neona’nın tuhaf olduğunu ve sürekli şaşıracağımı duymuştum ama işte gelmeden bilemezsin ki. Dünya’daki türler üzerine olan akademik araştırmamı bitirmiştim artık ve şimdi karşılaştırmak için Neona’daydım. Burası Dünya’lıların tabiriyle açıklamam gerekirse onların gezegenini asite batırıp çıkarmış gibi bir yerdi. Yeryüzünün manyetik alanı ile Sona’dan(bu kuşağın ateş küresi) gelen yüklü parçacıkların etkileşimi sonucu ortaya çıkan doğal ışımalardan gezegenin dışı sürekli parlak ve patlayan ışıklarla doluydu. Zaten teorime göre Dünya’daki bazı psikedelik sanatçıların ciddi meditasyon ve asit deneyimlerinde buraya astral bir seyahat geçirdiklerine inanıyorum, ki bazı sanatçı arkadaşlarım Dünya’da konuştuğumuz zamanlarda bilmeseler de burayı bana anlatırlardı.
Bu gezegenin yerleşkesinde küreyi merkez şehirleşmeden baslatıp dıştaki büyük spiral şeklinde ilerleyen halkaya kadar bir yerleşim planı yapılmıştı. Bunları ilk günün nerden biliyorsun diyebilirsin, gezegenin limanlarına indiğinizde turistlere harita çipi ve bilgilendirme lensi veriyorlar. Çipi kulağınıza ve lensi gözünüze takınca gezegen içi seyahatinizde her yeri tek başınıza gezebilirsiniz, ah neyseki düşünce komut özelliği var ve dur dediğinizde gezeveliği bırakıyor.
Gezegenin merkezi tam bi karmaşa okuduklarım da çok ciddi bir fütürist metropol olduğu üzerineydi zaten. Kürede dışa açıldıkça banliyolar ve eğitim/endüstri vakıfları bulunuyor. 
Dışarıda gezegeni saran spiral ise ÜFF görebilseniz keşke, orada kendini buradan soyutlamak isteyen sanatçılar için ayrılmış yerler dışında sadece doğa var ve sanatçılardan tek istedikleri ekosisteme yardımcı olup kendi topluluklarında tarım ve hayvancılık geleneğini sürdürmeleri.
Neona’nın en güzel özelliği araba gibi toplu taşıma araçları olmaması. Herkesin ulaşım için giydiği uzay patenleri var. Şehirdeki belli rotalar içinde tutkaçlar ve siz bunlara tutunup rotanızdan şaşmadan gidebiliyorsunuz. 
Burayla ilgili en çok merak ettiğim şeyse Comet Rider’lar, bunların özellikle sabaha karşı olan yarışları çok meşhur. Şehir tamamen uyurken, geceleri dışarı çıkıp yarışıyorlar ve şehri ışık hızında boyuyorlar. Gerçek bir subculture örneği.
Neona’yı keşfettikçe buraya da bilgilerimi paylaşmaya devam edeceğim. Dünya’daki arkadaşlarımın da çünkü okumak istediklerini biliyorum. Ahh keşke Van Gogh burayı görseydi, büyük ihtimalle ruhu burda huzura ererdi.
Şimdilik hoş kalın.
Ord. Un. Lx. Dem Dion // 42.4.4273
0 notes
zifirnoktasi · 8 years
Text
Karanlığın Vaftizi
Gözlerinde evreni taşıyan biri bunu ilk kez keşfettiğinde sizce n'apardı?
O’nun ağzından———
Uzaklara baktığımda hep gözlerim dolardı. Ağlardım. İçimi belli belirsiz bir hüzün kaplardı, hıh, kendimi bildim bileli.
Başımı kaldırırdım hep, yukarda gördüğüm şey uçsuz bucaksız evren olsun olmasın, hep gözlerim dolardı. Çocukken bunu evime ve aileme olan bir özlemden ötürü sanardım, yanılmasaymış.
Şimdilerde ailem, evim bir insanın sahip olabileceği her şeyim varken esas nedenin bu olmadığını anladım.
Ben’im ağzımdan———
Onunla ilk tanıştığımda ormanda kendi halinde yürüyordu. Mevsimlerden yazdı, ama bilirsiniz, ormanlar hep soğuktur, karanlıkta hep esip gürlerler. Çıplak denecek kadar az giysisi vardı. İnce, neredeyse tül kadar incelikte, yeşil bir uzun tişört.
Bende yarattığı ilk algı başına bir iş gelmiş olmasıydı çünkü gökyüzüne bakıp sadece burnunu çektiğini duyuyordum.
“Yüzünü dökme küçük kız”, demiştim.
“Kızın bir yüzü yok ki dökülsün. Yüzler en kalın giysilerimiz, ama giysiler de zamanla eskir ve dökülmez mi?”
Yanına yaklaştığımda gördüğüm şeyse ne yapacağımı bilememe sebebiyet olmuştu, onu ordan alıp hemen kaçmak istemiştim. Ama farkındaydım onu alıp kaçsam bana teslim olmazdı. Bana karşı da koymazdı belki ama ruhu o ormanda hep gökyüzüne bakar halde kalırdı.
“Peki ya neden tek başına bu zifirilikte ağlıyorsun, yüzünden süzülenlerin sebebi ne?”
“Bilmiyorum ki, insan hep bildiğinden mi ağlar? Ya da insan hep bildiği duyguları mı yaşar?”
“Bilmediğimiz duygularımız mı var sence?”
“Bilmem, ben hiç bi duygumu öğrenmedim ki bileyim, istediler, geldiler ve oldular.”
“Veni, vidi, vici yani”, bu sözüm onu hıhlamaya itmişti.
“Bi nevi.”
Uzaktan bir kadın gibi görünen bu birey yanına yaklaştığımda kendini açık etmişti bana. Ufacık bir kız çocuğu olması beni daha da dehşete düşürmüştü. Hangi anne baba çocuğunu bu saatte ormana yollardı ki? Hiç mi okumamışlardı çocukken büyükleri onlara o korkutucu canavarlı masalları? Ya da büyümek bu kadar mı unutkanlık yapardı?
“Ailen nerde senin? Bu saatte burda olduğunu biliyorlar mı?”
“Ailem bildiklerim beni buradan uzun zaman önce aldılar, ailem sandıklarımsa artık yoklar.”
Ufak bi kız çocuğunun bu kadar kendini şaşırmış ama bilmişlikten uzak cevapları merakımı daha da artırmıştı ona karşı.
“Uzaktan seni yolunu şaşırmış bir genç kız sanmıştım ve bu saatte başına bir şey geldi sanmıştım.”
“O gördüğün gölgemdi, bu kadar karanlıkta yanıma yaklaşırsan gölgelerimden arınmış halde beni bulursun hep. Bu kadar karanlıkta yaklaşırsan her şey gölgelerinden arınır hep. Karanlığın vaftizini duymuş muydun hiç?”
“Karanlığın vaftizi mi?”
Bu ufak kız neler söylüyordu öyle. Ya da bana zihnimin bir oyunu muydu bu?
“Hayır hiç duymadım”
“Zaten karanlığın vaftizini duyamazsın, sesi yok ki” bunu söylerken çocukça bir keyif sarmıştı etrafını. O kadar karanlıkta keyiflenen bir şeyi görebilirdiniz, dikkatli baktığınızda ansızın keyif parıldardı.
“Karanlığın vaftizine sarılırsın, o senden gölgeni, giysilerini alır. Hiçlikte bir sen, varlıkta bir sen, ya da ne dersen”
Gözleri hala gökyüzünde, sakin sakin konuşmasına devam ediyordu ama yaklaşmıştık.
“Ne var bu kadar yukarda gözlerini alamadığın peki?”
“Her seferinde gökyüzüne baktığımda görsem de görmesem de ağlarım. Evren sence de çok hüzünlü değil mi? Sanki dokunacak kadar yakınsın ama ötesi yok. Var ama yok. Her duygu gibi, sence evren bir duygu seli olabilir mi?
“O zaman bu duygu selinden sana düşen hüzünlü şeyler mi?
“Belki de, gitmeden görmeden bilemem ki.”
Onun boyuna erişebilmek için bağdaş kurup oturmayı denemiştim ama onun sabit kalıp laflamakla ilgili bir derdi yoktu anladığım kadarıyla.
“Sanırım gideceksin, oturmak gibi bir niyetin yok senin…”
“Alınma, bakmak istediğim yüz seninki değil, gök’ünki. Ben onun gözyaşlarını takip ediyorum belki bi gün gözlerimiz karşılaşır diye.”
“Sence bizim de bi gün gözlerimiz karşılaşır mı peki?” bu cümleyi o kadar içten demiştim ki bir an gözlerini bana çevirdiğini düşündüm ya da belki düşünmek istedim.
“Bakmak istersek neden olmasın, belki ikimizin gözleri gökyüzünde karşılaşır, belki de karşılaşmıştır ve beni hüzne boğan onlardır.”
Yanımdan geçerken ellerini saçlarımda gezdirdi.
“Bak, şimdi sen de karanlık tarafından vaftiz edildin” dedi.
O gitti, ben karanlığa sarıldım, gölgelerimden uzakta ben de bi çocuktum artık.
Gözlerimde ilk kez evreni keşfettiğimde ağladım, ben de.
2016.06.22
1 note · View note
zifirnoktasi · 8 years
Text
Kazan
Bazen Cumartesiler Pazartesi olur. Arada Pazarlar kazanda kaynar.
Pazarlar iksir olur, fokurdar, ardından afiyetle yenen birer anı olur midelerde.
Gidilen her yerden zaten birazdan çıkacak olmanıza rağmen kovulursunuz.
Sizi kısa mesafe taşıyan taksiler alır.
Köşedeki evde fırınında pişirdiği poğaçaları satan yaşlı amca sabaha karşı karnınızı doyurur.
Hiç ummadığınız zamansa biri çıkar karşınıza cevap gibi, siz her şeyden kaçıp uzaklaşmak isterken, elinize bir çiçek sokuşturur.
Anlarsınız o zaman yeni bir evre başlıyordur hayatınızda, artık bundan sonrası yeni olacaktır.
Dineleyenler dinlemeyenlere anlatacaktır bu hikayeyi.
Cumayı Pazartesiye bağlayan saat;
Renkleri yeni oluşan filmler gibi kulağa gelen tınılarla lezzetlenir. 
2015.12.07
0 notes
zifirnoktasi · 8 years
Text
İstanbulluluk
Bazı şehirler vardır onları yaşarsınız. Damarlarınızda şehrin dokusu akar. Oralı olmasanız, orda doğmasanız bile sanki bütün şehir siz onun içindeyken kanınıza işliyor gibi hissettirir.
Maskeler yoktur o şehirlerde sadece yaşam vardır.
İstanbul onlardan biri değil ama. En azından bana göre. Bu şehri yaşayamazsınız. Siz sadece onu giyebilir ya da belki kolunuzda taşıyabilirsiniz.
İstanbulluluk çok ilginç bir deyiş. Zaten bu kadar uzun hecelenen kelimeler hep soru işareti yaratmalı insanda. Tek nefeste söylenemezse bir kelime, nası tek nefeste yaşanır ki?
İstanbulluluk öyle bir hal almış ki asla üstünüze oturmuyor. Ya bol geliyor ya da dar! Bir terzi eli değmesi gerekirken İstanbullulara, kimse terzilerin yüzüne bakmıyor.
Burada geçirdiğim her dakika tarzımı kaybediyorum ve aynadaki yansımamı tanıyamıyorum. Yeterince sarhoşsam ya da geceyse bir önemi kalmıyor çünkü karanlıkta ne giydiğinin önemi yoktur. Nefes alsan yeter.
İstanbul kaçtığınızda üstünüze tam oturan bir şehir ama yaşadığınız müddetçe ya dar ya da bol. Özgürlüğünüzü kazanmanız için size kendini verir ve o giysi sizin özgürlük biletiniz olur (Dobby is free).
Sonrası.
Sonrası adım başı terzi arar, en sonunda ya çıkarır atar ya da yeni tarzınıza alışırsınız.
Her zaman kendin gibi giyinmene gerek yoktur ne de olsa. Bazen bir başkasının kıyafetleri de bizi biz yapar.
Sadece o bizlikte ben olmaz sade sen ve onlar olur.
2016.02.23
3 notes · View notes
zifirnoktasi · 9 years
Text
Göz Hapsi
6 ay önceydi. Ondan evvel de bir 6 ay öncesi vardı ama. Kendileri beni bundan tam bir yıl önce göz hapsine almıştı.
Göz hapsi günümüz dünyasının en kötü cezasıdır. O kişinin gözü sürekli sizin üstünüzdedir ve sizi sürekli takiptedir. Şimdilerde suçluları bir yere kapatmıyorlar ve sürekli takip ediyorlar bu yüzden.
Ben de ne yazık ki bu cezaya çarptırılmıştım. Kendileri benim tam 1 yıl 7 gün evvel gardiyanım olmuştu. Beni gördü, bana baktı, gözleriyle göz göze geldim ve bum! Bir anda dünyam onun istediği gibi şekillenmeye başladı.
Sanırım size gardiyanımdan bahsetmeden evvel biraz daha göz hapsi ve etkilerinden, nasıl olduğundan bahsetmem gerekecek. Bir kişinin göz hapsine girmesi için gardiyanıyla göz göze gelmesi gerekmektedir. Bu yüzden, günümüzde etrafınıza dikkatli bakarsanız, herkesin birbirinden gözlerini kaçırdığını görebilirsiniz. Herkes fellik fellik bu cezadan kaçmaya çabalamakta ve hayatını özgürce devam ettirmek istemektedir. Çünkü bir kez göz hapsine yakalandınız mı o sizi bırakana kadar onun esiri olursunuz. Onun için yaşar ve onun dünyasında var olursunuz.
Artık sizin hikayeniz diye bir şey yoktur, sadece onun sizin için düşledikleri vardır.
O gözlere hep bakmak istersiniz çünkü her hikayede olduğu gibi bunda da Stockholm Syndrome vardır bazı bazı. Her ceza gibi bu da bir yerden sonra gardiyanına aşık olmakla biter. İnsan doğası gereği sürekli gördüğü şeyleri beğenmez mi zaten?
Göz hapsinde sizin hikayeniz sizden alınır. Normalde, özgür bir bireyken, kendi hikayenizin öznesiyken bu cezaya çarptırılarak bir objeye dönüştürülürsünüz. Sadece eylemsel yaşar ve hareketleriniz gardiyanınız için olur. Varoluşunuz geri kalan her şeyi reddeder ve sadece onun varoluşunu kabul eder.
İşte burada artık göz hapsinin ne olduğunu anlatmayı bırakıp hikayemize geçebilirim. Zaten hepiniz az çok göz hapsinin ne illet bir şey olduğunu anlamışsınızdır. Hepimizin hayatında en az bir kere yakalanıp teslim olduğu bir ceza çünkü. Hatta günümüzde bir çok insan için çokça kere yaşandığından grip gibi de yaygın olan bir şey.
Öncesinde dediğim gibi hikayemiz bundan tam 1 yıl 7 gün evvel başlıyor. Hatta 1 yıl 8 gün evvel. Gardiyanım da henüz bunu bilmiyor, belki de hiç bilemeyecek, ama benim cezam biz tanışmadan başlıyor.
Tanışmamızdan bir gece öncesinde üzgün olduğum ve bazı şeylere inancımı kaybettiğim bir an olmuştu hayatımda. O zamanlar hikayeme dahil ettiğim önemli biri vardı ve kendisiyle kabul etmesek de yollarımız ayrılmıştı. İşte ben tam o gece o yol ayrımını kabullenmiş ve içimden sadece tek bir şey geçirmiştim, onu, gardiyanımı. Bilinçsizce düşlediklerimin tabii ki gerçekleşeceğinden bir haberdim. Zaten düşlenenlerin pek de gerçekleşmediği ama gerçekleşecekmiş algısının yaratıldığı bir dünyada yaşadığımızdan inancım da pek yoktu. - biliyorum çok uzun bir cümle -
Ve ertesi gün oldu. Hala her şeyden habersizdim, ikimizde habersizdik. Ben önemli birimle hayatımın en büyük kırılmasını yaşamış ve bir bireyin yaşam hakkını elinden almıştım. Bazen siz daha güzel yaşayın diye ölür birileri. İşte ben ve önemli kişim yaşamak için öldürmüştük.
Böylelikle içinde ölüm olan her durum gibi bizimki de uzaklaşmaya ve bunun üstünü örtüp kendi hayatlarımıza çekilmemize sebebiyet vermişti.
Her şeyden habersiz hayatın rutinine doğru ışıklardan karşıya geçiyordum. Yeşil yanmıştı, karşıdan karşıya geçerken önce sağa sonra da sola bakmak istemiştim ama gözlerim kafamı   sağa çevirdiğimde onunla göz göze gelmişti. O da sonra sola kısmındaydı ve sola bakmaktaydı çünkü.
Bir ışıklardan geçiş süresi yetmişti bize, mahkum ve gardiyan olmaya. O an işte her şey başladı. Ben ki daha önce bunun çok benzerlerini yaşamış, yakınından geçmiş kişi bu sefer kaçamamıştım. O kadar çok bu hikayeleri duymuş ve firari davranmıştım ki bu sefer de kaçabilirim sanmıştım. Ne yazık ki benim hatam burda gardiyanımı tanımadığımdan kaynaklanmıştı ama. Kendisi de benim gibi bir firari olduğundan o da bu sefer kaçamamıştı ve benim kaçmama fırsat yaratmamıştı.
Sonrasında gittiğim her yerdeydi gardiyanım. Aynı kafe, aynı otobüs, aynı mahalle… Bazen aynı araba. Diyordum kendime kaçmam lazım, gitmem lazım ama yapamıyordum. Gardiyanım beni göz hapsine öyle bir almıştı ki ayağıma vurulan prangaların onun kontrolünde olduğu herkes tarafından belliydi. Onun bedenine doğru çekiliyordum. Onun ruhu yer çekimim olmuştu, aldığım nefesler dahi onun yarattığı atmosferden geliyordu.
Gardiyanımın da bu hapsi bana özellikle yaşatmadığı belliydi ama. O da bunu reddediyor ve ara ara kaçabileyim diye bana aralıklar bırakıyordu. Bazen bakmıyordu mesela. Görmezden geliyor ve beni aynı olduğumuz durumlardan farklı noktalara sürüklüyordu. Ama işte göz hapsi, Stockholm Syndrome gibi, yine döneceğin yer aynı nokta oluyor.
O da çok tedirgindi. Hatta benden daha tedirgindi. Benden daha çok savaşıyordu. Özgürlüğe inandığı bu dünyada birini göz hapsine almıştı çünkü. Bütün savunduğu değerlere karşıydı bu yaptığı. Kendiyle çelişiyordu ve bu yüzden çok fazla kişisel  çatışma yaşıyordu. İçinde oluşturduğu duygulanımlar ve bir yandan gerçek dünyada savundukları. Kızmıyordum ona, çünkü ben de aynı çatışmaları yaşıyordum. Özgürlüğüne düşkün biri olarak hapsedilmiştim, ve neden şimdiydi? En hür ve bütün olduğum aralıkta, onca sene gözlerimi kaçırarak yaşadıktan sonra şimdi? Ama işte sürece engel olamıyordun. Olacaksa oluyordu, 8 milyarlık dünyada ona bakman gerekiyorsa bakıyordun.
Her mahkum gibi çok denedim bu hapisten kaçmayı. Saçma sapan isyanlar çıkardım. İsyan ve başkaldırılarım sonucu gardiyanımı delirttim. Ben hapisten kaçamadım ama o benden kaçtı. İçinde bulunduğum kalbi oydum, sürekli vurdum ve o kalp kırıklıklarından tekrardan dış dünyaya çıkmak istedim. Başaramadım ama, ne kadar kaçmaya çalışsam da hatta ikimizde kaçmaya çalışsak da bunun uzun sürecek bir hapis olduğu belliydi. Her çıkmaya çalıştığımda onu kırdığımı fark edip bıraktım ben de artık.
Kaçamazsan sonuna kadar yaşarsın. Zaten başında da dediğim gibi göz hapsine bir kez girdin mi artık sizin hikayeniz diye bir şey yoktur, sadece onun sizin için düşledikleri vardır.
Bıraktım artık o düşlüyor, ben de onun düşlerinin kabus olmaması için çabalıyorum.
2015.11.18
0 notes
zifirnoktasi · 9 years
Text
Somut Düşünce
Dillerin, ateşin, insanın keşfedilmediği o karanlık dönemlerde düşünceler çok hür ve hızlıymış. Derler ki, düşünce durdurulamaz noktaya geldiğinde, insanlar onun ışığını görmüşler. Daha doğrusu karanlıktan kurtulup kendilerini görmüşler.
Işığın keşfi. Sanırsınız herhalde tesadüf tüm güzelliklere Aydınlanma Çağı densin. Oysa değil, düşünce çok hızlanıp zamana tur bindirdiğinde ışıldar. İşte o düşüncenin ışığına kapılanlar da aydın olurlar.
Zamanın ötesinde düşünenler aslında ışığı keşfedenler. Ilk mucitlerde hayat bulur düşünce, somutlaşır. Ilk olanı biteni farkeden ve farklı düşünenle beraber etraf aydınlanmaya başlamış.
Derler ki insanlık uzun zaman karanlık çağlardaymış. Zaman bilmez iz bilmez, kendini tek sanan bu korkak varlık, bir yer de var mı yok mu bilmediğinden kendi cehenneminde tutsakmış. Ölüm diye adlandırılan şimdinin sonrası, o zamanlar çok öncesiymiş insanın.
Bu karanlık çağlardan çıkış ise işte ilk düşünceyle olmuş. “Kimse var mı?” Bu düşünce o korkağın daha bir görür olmasını sağlamış, seçer olmuş ufak ufak karanlıkta olanı. Bir cesaret gelmiş ona yıllardır içinde bulunduğu korkuya inat. Kalkmış ayağa çömeldiği yerden.
Düşünmek özgürleştirir, cesaret verir. Korkmadıkça da yolunu aydınlatır insanın. Ve o cesur olan ilk düşünür ve ilk uyanan olmuş. Dünya'nın ilk aydını olmuş kendisi. Kara çağlar renklenmiş onunla.
2015.03.11
0 notes
zifirnoktasi · 9 years
Text
Seks Sonrası Sigara Ritüeli
Sigara en belalı eski sevgilimizdir. O senden vazgeçmedikçe asla bıraktım diyemezsin. Şimdi hikayenin başına gidelim, ne oldu da sigara böylesine belalı oldu başımıza. Tarihteki ilk içici ve onun sardığı sigaranın hikayesini bilir misiniz? Derler ki, ilk insanlar belli bir yerden sonra algıları o kadar açılmış ki yaşadıkları dünya gerçek mi değil mi bilemez olmuşlar. Aldıkları nefesten bile emin olamıyorlarmış ara ara. Ve sigara sarıp içmeyi keşfetmiş biri, İlk İçici. Ve sardığı ilk sigara en güzeliymiş çirkinlerin. İçmeye kıyamamış bir süre, kısa bir süre tabi. Ama içmemiş zaten onu, o kadar sevmiş ki sevişmiş onunla bir noktada. Ve sonrasında bu hazzın üzerine sigarayı zevkle bitirmiş. Gel zaman git zaman o sigara ne şekle girerse girsin, ister fabrikasyon ister sarma, adı kulaktan kulağa, döne dolaşa seks sonrası sigara olmuş. Onu o kadar çok içmişler ki o sigara dillere pelesenk olmuş ama belki bir umut İlk İçen'i bulurum diye aldırmamış duruma, belki son kez beni içine çeker de beraber söndürürüz bu yaktığımız ateşi diye düşünmüş. Gel gör ki İlk İçici unutkan olduğundan onu unutmuş, içilen de o kırgınlıkla duman olmuş. Ve böylece sevip arayan sigara, en belalı eski sevgilisi olmuş insanlığın. O istemedikçe insanlık onu asla bırakamamış. Geriye de sadece anlatılan kelamlar ve sigara markaları kalmış. 2014.08.26
0 notes
zifirnoktasi · 9 years
Text
Eriyen Buzlar
Evvel zaman içinde, daha insanlığın başlangıcında hatta insanlık kavramının başlangıcında, iki ayakları üzerinde dikilen bu varlıklar biraz akıllanmaya başlamışlar. Yavaş yavaş doğayla yaşamlarında ona ayak uydurup yaşarken korkuyla karışık bir saygıyla, bir gün akıllının teki ateşi görmüş. Şaşırmış ve koşmuş ona yakalamak için, sonu hazin tabi ne bilsin. Yanarak ölmüş. İlk fütursuz kısacası. Bunu görenler bir şekilde birbirlerine anlatmışlar ve uzak durmuşlar bir süre, ne kadar yakın olmanın mantıklı olduğunu anlayamadıklarından.
Uzun süren kışlar geldiğindeyse yakınlaşmak istemişler bu parlak, yakan Tanrı'ya. Uzaktan tapınırken, tanrı derken, bu sefer başka bir akıllı belli bir yakınlıkta yanmadığını çözmüş. Anlatmış çevresine eli dili yettikçe, toplamış diğerlerini de yanına. İlk peygamber demişler ona yanındaki müritleri, çünkü Tanrı'yla konuşmuş ve onun dediklerini onlara aktarmış o akıllı. Sonrasında ateşe yaklaşanların ısınmayla beraber akıllarındaki düşünceler de çözülmüş, erimiş beyinlerdeki buzlar. İlk düşünce ortaya çıkmış “Peki, avladıklarımızı pişirip yersek ne olur?”. Kısacası ateşe hükmedersek. İlk insan kavramı da böylece girmiş lügata.
Başlarda doğayla iç içe yaşayıp sadece tür devamı için avlanan, yaşayan canlı; bu ilk düşüncenin kıvılcımıyla insan olmuş ateşe hükmederken. Çevresinde dönerken dansları, aşkı, zevki keşfetmiş; bir de bunları sonraları din gibi şehir gibi dogmatik düzenlere evirmiş.
İlk akıllıya Adem demişler, Tanrı'nın ilk insanı. O peygamber olduğundan hatta insan olduğundan bihaberken böylelikle şimdiki düzen oluşmuş. Onlar evrilmiş o zaman muradına, ama biz çıkamamış kerevetine.
2014.09.27
2 notes · View notes
zifirnoktasi · 9 years
Text
Günaydın İstanbul
İstanbul'da gün doğuyor. Henüz insanlar suskun, uyur uyanık.
Sadece şehrin ayak sesleri var ve o da iz bırakmadan yürüyor.
Kuşlar da gün doğarken O'na rahatsızlık vermemek adına dikkatlice kanat çırpıyor.
Herkes bu doğumda pür dikkat, aman diyorlar, kimse uyanmasın uykusundan biz günümüzü doğuralım.
İstanbul'da gün doğarken bir yerlerde de gece günün ona gelmesini bekliyor.
İstanbul'da gün 6 civarı doğuyor gece, haberin olsun o zamana kadar vaktin var.
Sana iyi geceler, bize günaydın.
2015.10.01
1 note · View note
zifirnoktasi · 9 years
Text
Tahterevalli
Dünya Çocuk Parkı’nda çok hüzünlü bir an yaşandı. Tahterevallinin tepesinde bir çocuk vardı ve aşağı inemiyordu. Çünkü tahterevallinin diğer ayağında bir taş vardı. Bomboş parkta çocuğu bir başına bırakıp gitmişti herkes.
Ve o ne taştı aman! Koskocaman, etrafı girintili çıkıntılı, dopdolu bir taş. Hiçkimsenin öyle bir yükle durmasına gerek yoktu bu dünyada. Dayanamadım gittim yanına tahterevallinin, etrafa bakınmaya başladım. Acaba nasıl bir güç uygulamalıydım ki çocuk ordan inmeliydi? Derken çocuk bana hışımla döndü ve sinirle bağırdı!
“Hey! Uzak dur benden, yalnız kalmak istiyorum! Gidin burdan demedim mi size!!!”
Dayanamadım gülmeye başladım, çatık kaşları ve gözleriyle bana bakan bu velet ne demeye böyle sinirliydi ki?
“Çok güzel gözlerin var! Gökyüzü maviliğini senden mi alıyor yoksa bay sinirli?”
“Yalnız kalmak istiyorum! Git burdan!”
“Ne kadardır orda olduğunu biliyor musun peki?”
“Çok. Ama olması gerektiği kadar”.
Gülmeme engel olamadım çünkü bir çocuk olması gerekenin, bir taşla tahterevallide otururken, ne demek olduğunu nerden bilebilirdi ki?
“Neden inmeyeceksin peki ordan? Dünyanın yükünü almışsın karşına.”
“Ama inersem tüm bu yükü Dünya taşır”.
“Kim verdi bu görevi peki sana?”
“Herkes”.
“Herkes vermiş olamaz”.
“Neden?”
Çocuk belli ki gerçekten şaşırmıştı cevabıma. İçten içe eğlenmemi gizlememin iyi olacağını farkına vardım, çok ufak da olsa yakaladığım bu iletişimi koparmak istemezdim doğrusu.
Hemen ciddi bir tavır takındım.
“Çünkü ben sana taşıman için yüklerimi vermedim”.
“Nasıl yani? Ama bana herkesin yükü bu taşta demişlerdi. Senin yüklerin nerde peki?”, diye sordu şaşkınlıkla.
Ne kadar masum diye düşündüm. Bu yaşta onca sorumluluk vermişler ve bunu yapanlar sadece şaka olsun diye yapmışlar.
“Benim yüklerim evde, ben onları bir kavanozda biriktiyorum. Kendim taşıyorum”, dedim gülümseyerek.
Çocuğun kafasının karıştığı belliydi. Bir an bana inanan gözlerle baktı ve taş biraz ufaldı. Heyecanla zıplamaya başladım, yerimde duramıyordum.
“Bunun herkesin yükü olduğuna emin misin? Yoksa sen mi herkesin yükünü aldığını düşünüp tedirginsin?”
“Çok uzun zaman önceydi hatırlayamıyorum ki…” dedi hafif bir üzgünlükle.
Dayanamadım, bu kendini unutmuş çocuk çok masumdu.
“Sen tahterevallinin esas olayını bilmiyorsun sanırım. Tahterevalli hep yukarda ya da hep aşağıda olmak değildir. Dengedir. Hiç biriyle tahterevallide dengede kaldın mı peki?”
“Dengenin ne olduğunu bilmiyorum. Hep yukardaydım ya da aşağıda.”
“Hımmm, bir bakalım. Dengeyi yaşamak ister misin peki?”
“Bilmiyorum ki.”
“Kapa gözlerini, yok et o taşı ve benim oturduğumu hayal et. Bakalım hangisi seni daha çok mutlu edecek?”
Çocukça bir saflıkla güvendi bana ve kapadı gözlerini. Bir saniye içerisinde ordaydım. Dengedeydik.
Gözlerimi kırparken onun dengede bir çocuk olmadığını gördüm ben. O taşıdığı yükten içindeki çocuksuluğu korumak adına onu en tepeye asmış biriydi sadece. “Nasılmış?”
“Çok güzel”, dedi bana gülümseyerek.
Ben de gülümsedim. Tahterevallide sallanmaya, deliler gibi eğlenip gülmeye başladık.
Ve daha Dünya Çocuk Parkı’nda birlikte deneyeceğimiz tonla oyuncak vardı.
2015.09.28
3 notes · View notes
zifirnoktasi · 9 years
Text
Çöl
Yıllardır bir kulenin içindeyim. Ve kule dışında bu yer hakkında tek bildiğim bir çöl olduğu. Ne kadar zaman geçti farkında değilim. Çünkü bir kulenin içinde çöldeyseniz dünya sonsuzdur sizin için. Bazen gözlerimi kaparım ve bir bahçede olduğumu düşlerim. Rengarenktir her yer, bütün kokuları tek bir seferde duyarım orda. Ama gelin görün ki her rüyanın sonu gelir ve uyanılır.
Ben uyandığımda olan o sonsuz hissi, bitmeyecek olması. Her günün kurak ve susuz olmasını gördünüz mü hiç? Ben tam olarak onu yaşadım işte. Hem de hatırladığım her gün.
Derken böyle günlerden birinde yağmur yağdı.
Hayatında hiç su içmemiş ben o gün suyu gördüm. Vücudum istemsizce ona gidiyordu. Altında çırılçıplak dans et diyordu. Durma, bedeninin istediği şeyden uzaklaşma.
Bedenim hiç tatmadığı bu duyguyu yaşarken ilk kez hep çölde olduğuma şükrettim. Şayet çölde olmasaydım bu benim için normalleşmiş bir duygu olacaktı ve ben bunun ne kadar güzel bir duygu olduğunu anlamayacaktım.
Ve sonra bir daha hiç gözlerimi kapatmama gerek kalmadı. Uyandım. Su bana bütün renkleri, kokuları, dünyayı vermişti çoktan. Ve dünya böyleyken hayaller sadece onu güzelleştirmek için olurdu.
Ne büyük bir olaydı bunca yıldan sonra özgür olmak. Kendimi bildim bileli olduğum duvarlar da yağmurla erimişti çünkü. Her bir su damlası bana hayat verirken duvarlarımı da yıkıyordu. Ve ben çırılçıplak bir şekilde onun şeklini alırken o beni bir enstrüman gibi çalıyordu. Bedenime çarpan her su damlası notaydı adeta.
Ve biz en güzel müziği yapmıştık onunla.
2015.09.14
1 note · View note
zifirnoktasi · 9 years
Text
Sarmaşık
Boynuzları sarmaşık gibi dünyayı sarmıştı. Ağaç dallarına benzer bu yapıyı ırmaklarla karışık akan kanlar besliyordu.
Ey Yüceler Yücesi!
Senin kanında boğulan bu hayat 
Her yudumunda, yutkunuşta bir daha yaşam bulabilir miydi?
Gözlerini kapattı. Elleri bedeninde sevişmek istercesine geziyordu. Burnunu okşadı, parmağını o dudaklar ve burnu arasındaki çukurda gezdirdi.
Adeta bir yolun tümsekleri gibi şekillenmişti bedeni. Her dokunuş sarsıcı ama üzerinden bir daha geçme isteği. Bir daha dokunma ve bırakmama isteği.
Elleri boynuzların üzerinde hayatı arşınlayan adımlar gibiydi. Her adımda yapılan kan banyosu ona orgazmik bir haz veriyordu.
Biraz daha. Daha fazla. Daha fazla. Evet! Evet, işte tam orası. Hayatın merkezine inmişti. Dünyaların iç içine geçtiği yollar. Haz-inleyerek geçtiği yollar aydınlanabilir miydi?
Ne denirdi buna şimdi. Bu tadı alınca açılan gözleri karanlığa bakıyordu. Karanlıkta daha da karanlık olan ruhlara.
Elleri vardı bir de! Hayatı resmeden, onu bir heykelmiş gibi yontup şekillendiren elleri. Onlarla neler yapılırdı oysa. Çalışmaktan nasır tutmuş bu ellerin kara bulutları sevgiyle çözülebilirdi.
Her öpüşünde açılan ve kanayan bu yaralar ona can mı verecekti yoksa onu öldürüp hayatı mı diriltecekti?
Özgürlüğe uzanan o boynuzlar gökyüzündeydi şimdi. Her birleşen bedende daha da güzelleşip evrene açılan bir yol çiziyordu.
Tekrar gözlerini kapadı. Artık bedenen bir insan değil dünyayı sırtlayan o boynuzların sahibiydi. Evrene açılan, kendi yarattığı bu merdivende koşuyordu. Acaba çok hızlı koşsa evren tam ortadan ikiye kırılır mıydı? Koştu, koştu özgürce koştuğu bu anlarda gözlerini açtığında yıldızlar ona ışık oluyordu. O karanlık ruhlar dahi bu hız ve ışıkla aydınlanırdı.
Akla gelen onlarca cümle. Hepsini söyleyebilirdi. Hepsini yeniden yazabilirdi. Ama hiçbiri onun cümlesi değildi ki.
Sözün büyüsünü dile getirmek istedi ama kelimeler önünde birer asker gibi duruyordu. Hayır! Biz sana ait değiliz diyorlardı. Bizi öğrendin sen, yaratmadın.
Yaratmak mı gerekirdi büyüye kapılmak için. Kelimelerin bu sertliği karşısında evrene uzanan merdiven çatırdıyor. Düşmeye başlıyor boynuzlar.
Düşmeye başlıyor boynuzlarım. Merdiven yok oluyor ve evrenin bir ucundan aşağı doğru hızlı bir yolculuğa başlıyorum. Bedenim kazandığı ivmeyle düşerken deri değiştirir gibi tür değiştiriyor. En son insan olmasam bari.
Ne kadar yüksekteymişim oysa. Acaba bu hızla beni düşerken biri görse dilek tutar mı diye geçiriyorum içimden.
Yanıyor bedenim. Arkamda bıraktığım kanlı izlere bakanlar ona kanlı dolunay diyorlar sanırım. Oysaki bilseler özgür bir ruhun kelimelere tutsaklığının parçalanışı sadece.
Bedenim evrendeki her canlıya dönüşürken içimde sonsuz bir huzur. Biliyorum düştüğümde yaşayacağım. Aşk bu olsa gerek diyorum. Evrene duyduğum bu sonsuz güven.
Aşk huzur olsa gerek. Derim yanmanın verdiği etkiyle yok oluyor, var oluyor, yok oluyor, var oluyor.
Kapıyorum gözlerimi. Şayet yere düştüğümde papatya falına dönüşen bu yokluk ve varlık ikilemi yoklukta son bulacaksa keşke diyorum son bir sigaram olsaydı.
İnsanlar tuttukları dileklerinin yok oluşunu izlemek istemezler ama.
Düşerken yavaşlıyor zaman. Adeta suyun içine giren bir havayım. O akışkanlıkta yere dört ayak üzerinde düşüyorum.
Sanırım birileri benim ölmememi dilemiş. Evren parçalandığında üstüme takılan parçaları topluyorum. Belki kırılan parçaları göğe uzatırsam kabul eder ve gün yeniden doğar.
2015.06.22
1 note · View note