Aynı döngüyü yaşıyorum sürekli. Bir bekleyiş hali içindeyim. Beklediğim şeye ulaşamadığım bir bekleyiş bu. Sonunda elde ettiğim şey daha fazla boşluk hissi.
Kalbimin yerinde bir karadelik var. Pozitif duyguların hepsini emiyor. Yanında hiçbir cılız ışıltı barınamıyor. Bana bir süpernova lazım. Ancak o zaman kalbimin amansız derinliği ışıltıya sahip olabilir.
Beni her gün patlamaya hazır bir yıldız gibi asice ve korkusuzca sevebilir misin sevgili? Üzerimdeki siyah bilinmeze dayanabilir misin varlığının ışıltısıyla? Beni yeniden güneşe döndürür müsün?
Sana her yazdığımda umut ediyorum. Her seferinde aynı umutsuzluğu yutuyorum. İlgisizliğin midemde gaz yapıyor artık. Acı su canımı yakıyor. Sessiz reddedişlerin ölmek isteyişlerimi güçlendiriyor. Beni vazgeçirecek sebepler bulmakta artık zorlanıyorum.
Kendi içime doğru patlamak üzereyim. İçin için tütüşlerim içerden püskürmeye hazırlanan bir volkan gibi. Kabuğumu parçalamak için can atan bir lava akıntısına dönüşüyor histerim. Gel kurtar artık beni. Izdırabıma son ver. Beni bana yeniden bağışla varlığınla.
Buraya yazdığım şeyleri çok az kişinin okuması, hatta belki hiç kimsenin - hoşuma gidiyor. Kendi kendine konuşan insanlar artık deli sayılmıyor. Çünkü kulağında bir kulaklık olabileceğini ve telefonun diğer ucundaki kişiyle konuştuğunu varsayıyoruz. Peki kendi kendine yazıp duran, hiç kimsenin okumadığı bir yazar? Deli midir veya kendini çok mu fazla önemsemektedir? Zannetmiyorum. Ancak dünya savaşlarla kavrulurken ve çok fazla ölüm varken okunmamak belki de daha haysiyetli bir varoluş biçimidir. Böyle bir dönemde kim düşüncelerini bir başkasına dayatmaya kalkışabilir ki? Herkes kendi derdine düşmüş vaziyette. Üstelik bu "dert" dediğim şey de hayatta kalma çabası... Büyük bir dert yani. Belki pek çoğumuzun aklından geçirmediği bir dert. Şu devlet adamları nedense "yüce uluslarını korumak için" çocuk öldürmekten büyük haz alıyor ama akıl edemedikleri tek şey şu ki, birbirlerinin odasına girip, silah çekip birbirlerini gebertmeleri. Evet aslında bunu yapabilirsiniz, nasıl olur da daha önce aklınıza gelmez?
Ben yine de utanmadım sıkılmadım ve bir kitap yazdım. Aslında utana sıkıla yazdım ama bunun çetrefelli bir yol olacağını en başından biliyordum. Bu kitapta pek çok hikaye var. Bol bol patron öldürdüm bu kez. Kimilerinde hep başa döndüğümüzü anlatmaya çalıştım ve her birine biraz can sıkıntısı serpiştirdim. Hemen hemen hepsinde bir serinlik olsun istedim. Pencereden giren bir esintiyle veya kulağınızın dibinde size seslenen birinin nefesinden gelen bir serinlik.
Umarım benim varolmayan okuyucularım, bu kitabı severler.
Ankara'ya, Ankara'da büyüyüp de yaşlanmaya dair bir pulp roman tefrikası. Sinan Tankut Gülhan'da. 20 kısım tekmili ileride: bölüm 1: Bir Karton Kutu Macerası
Kirli camdan süzülen kurşuni ışık, daracık dairenin havasını hasta bir sarıya boyadı. Metropolün bu köhne köşesinde, umutsuzluk ve yalnızlıkla dolu bir apartman dairesi, günün ilk ışıklarını böylece karşılıyordu. Yastık altında, modern hayatın tutsak ruhlarının çığlıklarını andıran bir karasinek gibi, ısrarla çalan mobil telefonun sesi, günün kasvetini daha da pekiştiriyordu. Varoluşun kendisinin…
Ağır bir rüzgar savurdu sicim saçlarını, kaptı al yazmasını. Ucundan yakaladı parmak uçları, al yazmanın oyasını. Baktı Kehribar, hem rüzgara hem salınan yazmasına, parmak uçlarındaki düğüme baktı. Hüzünlü ama bir o kadar da masum bir his doğdu gönlünde. Her gidişte her yitirişte içine yer etmiş o his, şimdi buram buram değiyordu tenine. Ürperdi Kehribar. Arabanın arka koltuğunda, anasının yamacında izlediği yolları hatırladı. O camdan hızla yüzüne çarpan rüzgardı bu, kalbindeki ateşe yenik düşmüş gözyaşlarını sessizce götüren rüzgar. Bir türlü sığamadığı köşesinden kaçıp dışarı attığı her adımda kapı ağzında bekleyen rüzgardı. Her şeyin geçip gittiğini söyler gibi hep omzuna çarpmıştı Kehribar'ın. Şimdi verdiği öğüdüne karşılık al yazmasını istiyordu demek. Tenindeki yarasını, yüreğindeki aşkını sarmaladığı, boğazındaki düğümü saklayan al yazmasını alıp gidecekti. Kehribar şimdi "al senin olsun" mu diyecekti? Nasıl verirdi ona merhemini, nasıl verirdi kimse bilmezken derdini bileni? Avuçlarında sımsıkı saklamak istedi Kehribar, yapamadı. İçinin bir tarafı bırak gitsin diyordu, gözünün yaşına bakmadan sal gitsin diyordu. Canı yandı Kehribar'ın. Rüzgar tenine değdikçe buram buram yandı. Sanki bırakıp gitmedi mi aşk seni, bırakıp gitmedi mi umut seni, vicdansız bir kedere bulanmış, gözünden akan kana karışmış ak bir yazmadır o. Bırak gitsin! Hatırladı Kehribar, şurasına kadar gelip de diyemediği, elini uzatıp da tutamadığı ne varsa hatırladı. Hıçkırdı kalbi Kehribar'ın, düğümü çözüldü parmaklarının. Uçtu al yazması öylece, usulca ve sessizce. Yanağından düşen bir damla gibi koptu ondan, onun olan. Sakince baktı salınışına, gözünden kayboluşuna. Belki böyle salına salına sevdiğine varırdı. Sustu kederi. Var git yoluna dedi, Kehribar, var git! Halden anlamaz ne güneş ne rüzgar, al yazman uçtu götürdü gönlünü. Kapkara bir şal örersin kendine, ucuna inci boncuklar, her bir oyaya gizlersin derdini; arama aşkı boşuna...
Ablam dağınık biridir. Odası da azıcık nemlidir, kokar. Onu odasına girmem. O da zaten istemez girmemi. Bir mahremiyettir tutturmuş. E haklıdır da. Ben salonda yatıyorum. Bir köşede, ablamın eski divanına kıvrılıyorum. Yani mahremiyet nedir bilmedim hiç. Yine de sudan bir sebepten girivermiştim odaya. Ablam benden eşyasını getirmemi mi istemişti yoksa ben ona sinirimden zaten dağınık olan odasını daha bir dağıtmak için mi girivermiştim odaya hatırlamam bile. Daima kapalı duran kapıyı araladım. Dedim ya mahremiyet diye. Ablamın kapısı hep kapalıdır. Bir göz gezdirdim şöyle. Kapının koluna sütyenlerini asar. Gözüm takılmadı bile o uca. Bir de odadan daha dağınık çalışma masası vardır. Lambası olsun neyi şarj ettiğini sorsanız kendi de söyleyemeyeceği üç tane şarj aleti olsun. Sınava hazırlandığından eksik de olmasındı test kitapları. Şöyle fiyakalısından bir ayt matematiği. Ablam matematiği çok severdi zaten. Her şeyden sonra gözüm kitaplığına takıldı. Ablam mı çok kitap okurdu yoksa kitapları mı kendini okuturdu ablama bilmem gerçi. Sınav senesi yüzünden pek bir mesafe girdiydi ama aralarına. Haşır neşir olduğu tek kitaplar koskocaman ayt baskılı soru bankalarıydı. Ah ne çekti o yıl! Oğuz Atay'ın iki kitabı vardı. Pek ala kalın kalın Hasan Ali Yücel'leri. Az buz Jules Verne ve elbette Jack London. Hele ki Yıldız Gezgini'ni tekrar tekrar okumuştu. Bir de araya Sinek Isırıklarının Müellifi kaynamıştı Barış Bıçakçı’dan. Ne Orhan Veli’ler ne Tarık Buğra’lar eksik olmazdı raflarından. Babamla kendisinin bebekliğinden kalma bir fotoğrafı yaslıydı babamızın eski ansiklopedilerinin önünde. Ablam -gülünce gözleri görünmez- ağzı kulaklarında babamın göğsünde yatıyordu o fotoğrafta. Daha ne kitaplar ki sayamayacağım. Tam odadan çıkacağım, gözüm komidinin üzerinde duran kitaba takılıverdi. Bunu hiç görmemiştim. Borges, Sonsuzluğun Tarihi. İçimden bir alay geçti hemencecik. Tarihi olursa sonsuzluk olur muymuş ki? Ne saydırdım ama adama o gün. Daha sonra lanetledi galiba beni ki ansızın uğrayıp giden, bir kalp sızısı gibi zihnimde beliriveren bir suale dönüştü. Sonsuzluğun tarihi olur muydu ki?
Halide HALİD- Araştırmacı yazar- Tahta kapı ve demir kapı
Azerbaycan'lı araştırmacı yazarın kısa #hikayesi yayında okumanız dileğimle
#yazar: Halide Halid
#hikaye: (kısa hikaye) Tahta Kapı Demir Kapı
(Kısa hikaye)
Yıllarca ev sahibine kusursuzca hizmet eden tahta kapı gün gelmiş eskimiş ve bayağa yıpranmış. Bunu farkeden ev sahibi onu kırarak yerine demir kapı takmış.
Gel zaman git zaman, demir kapı paslanmış. Ev sahibi onu temizleyip, yeniden boyamış. Tahta kapı ise fırlatıldığı köşeden demir kapıya gülerek böyle söylemiş:
-Eyvah senin haline! Baksana, senin gerçek yüzünü nasıl saklıyorlar.…
Bu fiziksel bir acı değildi. Gök koruyucu görevindeydi, bunun için kanatları vardı ama o kanadı kullanamamış, o masum çocuk ölmüştü. Ceza olarak, Gök'ün kanatları kesilmişti. O insanların, yağmur diye nitelendirdiği dışarıya çıkıp, dans ettikleri, romantik sahneler yaşadıkları yağmur; aslında Gök'ün kanı ve gözyaşlarıymış.
Gök gürlemesi diye adlandırılan şey ise, Gök'ün haykırışlarıymış. O her masumları koruyamadığında, her bir canlıya zarar verildiğinde ve o buna engel olamadığında Gök'ün kanatları sürekli kesilir, kanarmış. Gök'ün gürlemesi ise hep vicdandanmış. O kanatları kullanamadığı için kendini suçlarmış... Ama birileri, birilerinin sürekli canını yakarmış; Gök, bunlara yetişemiyormuş ki... En sonunda Gök'ün kanadındaki kesikler o kadar çok artmış ki, artık iyileşmemeye başlamış. Gök ise o koruyamadığı masumlar için kanatlarının gitmesine çoktan razıymış... Ama Gök'ün bilmediği bir şey varmış; Gök, kanatları olmadan yaşayamazmış.
Bunu anlaması zaman almış... O alınan zaman ise sadece zamanı almamış...
“For sale;
Baby shoes. Never worn”
Türkçesi: “Satılık. Bebek ayakkabısı. Hiç giyilmedi.”
Ernest Hemingway
Kısa, kısa olduğu kadar vurucu. Söylentiye göre Hemingway’ın arkadaşlarıyla bir mekanda otururken iddia üzerine yazdığı öykü. Altı kelime ile öykü yazarım iddiası.
Belki bu öykü bir yerlerde gerçektir. Umudun bitişi. Umudun ve sevincin engele takılması…. Hayata katılan bir bebek yerine sadece…
Karantina'dan Göztepe 'ye yürümezsem penceremden gördüğüm Körfez'in kahverengi sularında boğulacağımı hissettiğim birkaç saat geçirdim. İki yarım saatten biraz azdı belki de bana saatlerdir başımın üstünde hortumuyla zihnimi darma dağın eden bir fil varmış gibi geldi.
Göğü şeftali kabuğu rengine boyayan ressamın fırça izleri silindikçe penceredeki yansımamda gözlerimin çevresinin çürük bir şeftalinin yapışkan çekirdeğine dönüştüğünü izledim. Hâlbuki daha akşamüstü bir pelerinmişçesine boynuma geçirip iki yakasını çarçabuk ilikleyivereceğim coşkumla İzmir semalarında uçmak istediğimden söz eden ben değil miydim? Sevgilim banyomuzun kirli mor fayanslarını boyarken derzlerin boyanıp boyanmamaları gerektiği üzerine konuşmuştuk. Sigara molası vermek için salona gelip pencere kenarındaki tekli koltuğa oturduğunda, gözlerim çoktan camdan göğe taşarak beni dikizlemeye başlamış olan yansımamla giriştiği kıyasıya mücadelenin içinde kaybolmuştu. Hava karardıkça beliren yıldız kümeleriymişçesine parlıyordu yalnızlık. Yağmur gibi yağan yıldızların altında karanlığa gömülen göğsümden işittiğim hırıltıya sığındım. Ayağa kalkıp yatak odasına gittim. Gardıroptaki paçavraların arasında sahil kenarında yürürken bacaklarımdaki seyrek tüylerin yaz esintisine karşı nasıl mücadele ettiklerini seyredebileceğim bir şort aradım. Kemik beyazı bir tişörtle sardım bedenimi. Ayak bileğimdeki kemiklerle öpüşen bir çift çorap ile beyaz spor ayakkabılarımı giydim. Sokak kapısının yanındaki boy aynasında göz ucuyla kendime bakıp koşar adımlarla merdivenden aşağı indim. Soluk borumu dölleyen hortumun tahriş ettiği boğazımın yangısıyla uyandığım hastanede gözlerimi açmadan önce apartmandan çıkmak üzere olduğumu anımsıyorum.
Nehir iki saattir Burak'ın ayaklarıyla konuşuyor. Burak'ı hiç dikkate almadan, yalnızca ayaklarla. Onları bir yerlere götürüyor, bir yerlerden getiriyor, onlara bir şeyler öğretiyor. Upuzun, kumdan başka hiçbir şeyin olmadığı bir yerden bundan daha canlı ve aynı anda daha edilgen bir oyunu sanmıyorum ki yetişkin bir insan akıl edebilsin.
Ayaklar deminden beri Nehir'in emrinde ve hiç olmadıkları kadar mutlulular. İlk defa gerçek ve anlamlı bir amacın peşinden gider gibiler: Nehir'in oyununun...
Bazen gün içinde Nehir'in yanında güçsüz bir şekilde otururken hakikatin onun oyunlarında gizli olduğunu anlıyorum. Başka hiçbir yerde değil. Benim az sonra pişireceğim yemekten veya kuracağım anlamsız hayallerden bin kat daha önemli şeyler...
İşte, bu yüzden Burak'ın ayakları da Nehir'in peşinde mutlular ve ilk kez, evet yine söylüyorum ilk kez işe yarar bir şey yaptıklarını hissediyorlar.
Brecht bir gün Hitler’e ses çıkarmayan sanatçılara seslenir:
"Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına
çiçek resimleri yapıyorsunuz
ve bunun adına da sanat diyorsunuz"
Bertold Brecht’in bu uğultulu seslenişi bugün hâlâ devam ediyor, hem de yükselerek. O günden bugüne hiçbir şey değişmedi. Sıcak ve soğuk savaşlar hep oldu. Krizler, ekonomik, toplumsal, sosyal bunalımlar hiç hız kesmedi. İnsanlar, mekânlar ve zaman değişti ama kötülüğün hep zirvede olması ve güçlünün güçsüzü ezmesi karşısında insanların büyük çoğunluğunun suskunluk bulutlarının altına sığınarak yaşamayı seçmesi hiç değişmedi.
İnsan kavramına peş peşe vurulan çekiç darbelerinin çıkardığı otomatik sesler ve etrafa sıçrayan sistem kanı; sermaye sınıfının atığının boşaltılmasıdır. Bu manzara dünyanın birçok ülkesinde (üçüncü dünya ülkeleri başta olmak üzere) devam etmektedir. Vahşi kapitalizmin işleyişi böyledir. Bazı yerlerde sadece kapitalizm bazı yerlerde de vahşi kapitalizm denmesi de yanlıştır. Çünkü kapitalizm doktrin olarak zaten vahşidir. Varlığı o kelimeye dayanmaktadır. Marx’ın seslenişi hâlâ devam etmektedir.
Manzara böyleyken, hiçbir şey olmamış, yaşam dolu evler söndürülmemiş, ışıklar hiç sönmemiş, göz göre göre karanlıklar gelmemiş, katliamlar olmamış, faşizmin saraylarından aşağıdakilere zulmün mızrakları savrulmamış gibi… Çiçek resimleri yaparak buna sanat demek, ne büyük bir aldanış, değil mi?
Yaşamsal olan her şey edebiyat ve sanatı mutlak ilgilendiriyor. Sanat, emeğe bandırılmış fırçaların ve dağlardan getirilmiş sözcüklerin sahne aldığı bir tepki gösterme yöntemidir. Slogan da bir tepki yöntemidir. Bağırmak, toplanmak, yürümek, kötülüğün karşısında olmak, örgütlenmek… Hepsiyle beraber, hepsini de içine alarak; en sonuç getirici tepki yöntemi sanattır. Çünkü sanatta estetizm vardır. İmgeler, hayal gücü ve yola çıkmış düşler vardır, dikkatleri bu yöne çeviren.
Bu sıkıcı, sevimsiz kavramsal sözlerden sonra; kitaplar, yazarlar ve şairler bağlamında küçük değinilerle kısa bir yolculuk iyi gelir sanırım. Bu iki kasaba veya iki şehir arasında bir tren yolculuğu da olabilir veya Akdeniz’de bir yelkenliyle şiirsel bir yolculuk. Etrafımızda hakiki hislerin bizi yalnız bırakmadığı içsel ve varoluşsal bir yolculuk.
Bilinç akışı tekniğinin en iyi ustalarından biri olan James Joyce’un üç kitabını ıstırap dolu bir sabırla okudum belirli zaman aralıklarıyla. Istırap diyorum çünkü okuduğum en karmaşık yazarlardan biridir Joyce. Onu okurken düşünceler ırmağına dalmak ve sık sık eski sayfalara dönüp imgelere yeni baştan şekil vermek gerekiyor. "Ulysses" bunların en zoruydu. Brosh’un “Vergilius’nun Ölümü” kitabından sonra dünyanın en zor ikinci kitabı diyebilirim. Bu kitabı okumaya başlayıp da azimle sonunu getirmeye çalışmak büyük bir çılgınlık. Onlar öpülesi insanlardır. 700 küsur sayfadan oluşan ve Dublin’de geçen 24 saati anlatır. Bambaşka ve tatlı bir kamaşmayla beyni yoran bir roman tekniği ile yazılmış ve çeviri açısından da büyük güçlükler oluşturmuş bir kitap. Gözlerine, belleğine ve sabrına güvenen o öpülesi insanlar, sizler ne güzelsiniz.
Joyce’un "Dublinliler"i Ulysses’e kıyasla daha yalın ve anlaşılır bir dille yazılmış öykü parçacıklarından oluşur. Romanda olay ve aksiyon sevenlerin tercih etmeyeceği ancak gerçek edebiyatseverler ve okurlar için önemli bir kitaptır.
Yine Joyce’un "Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi" ise iki solukta bitirilebilen bir yarı biyografi kitabı. İlk iki kitaba göre çok daha sade ve akıcı. Modernizm akımın temsilcilerinden olan Joyce’un bu kitabının bazı bölümlerinde post-modernizm esintileri de görülmektedir. Mistisizm, Hristiyanlık, kilise ve azılı geleneğin baskıladığı genç bir karakterin “sanatçı kimdir” sorusu karşısında afallayarak kendini bulmaya çalışması kitabın bence en önemli bölümüdür.
Ahmet Cemal tarafından çevirisi kırk yılda bitirilen ve yine bilinç akışı tekniği ile yazılmış olan Hermann Broch’un “Vergilius’nun Ölümü” adlı eseri Roma’nın en büyük şairi olan Vergilius’nun ölmeden önceki son 18 saatini anlatıyor. Orada kendisiyle yüzleşmesi, hayatının amacı ve sanatıyla hesaplaşması ön plana çıkıyor. Şairin, edebiyatçının o acı verici sorgulaması ve hesaplaşması başlar: “Ne işe yaradı eserim?” diye sorar kendine Vergilius. Kitabın çevirmeni Ahmet Cemal kitaba yazdığı önsözde şunu vurgular:
“Roma’da iktidar sahipleri ve halkın bir kesimi tarafından daha kendisi hayatta iken onca yüceltilmiş şiirleriyle, gerçekte acılarla, kargaşayla ve adaletsizliklerle dolu bir dünyada aslında neyi değiştirebilmiş olduğunu sorgular. İç monoloğun akışı boyunca bu sorgulama, şiir sanatından yola çıkarak sanatın geneline yayılır ve ‘Sanat neyi değiştirebilir?’ sorusunda odaklaşır.”
Sanatta ve edebiyatta; insanlık adına sorgulamalar, hesaplaşmalar ve sistem eleştirisi yapan örnekleri çoğaltabiliriz. Ülkemizde de özellikle birinci dünya savaşından sonra bazı akımlar sanata ve edebiyata sokulmuştur. Bütün dünyada faşizmin ve savaşların korkunç sonuçlarının ortaya çıkmasıyla toplumcu gerçekçilik akımı; şiir, roman, resim ve sanatın birçok dalında kendini göstermiştir. Garip, ikinci yeni, Maviciler de 1940 ve 2000 yılları arasında yerini almıştır.
Toplumcu gerçekçiliğin temsilcilerinden Nazım Hikmet, iyi bir şair ve aynı zamanda iyi bir devrimciydi. Marksist devrimciliğini çıkardığımızda belki de sadece şiiriyle bu kadar yüksek derecede anılmayacaktı. Ama o hem sanatı hem de devrimci kimliğiyle en güzel şekilde ortaya koymuştur memleketindeki insan manzaralarını. Ona vatan haini dedikleri gün bütün sosyalistler ve devrimciler vatan haini sayılmıştı. Biz bugün vatan haini olmaya devam ediyoruz. Mahpuslarda yatarak bedel ödeyen ve sürgünlere yollanarak en güzel yıllarını feda eden Nazım, onu vatan hainliği ile suçlayanların Amerikan emperyalizminin işbirlikçileri olduğu gerçeğini haykırmıştı ve azılı kapitalizmin piyonlarına karşı “Hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu.” diye en yüksek perdeden seslenmişti. Nazım’ın seslenişi gerçeği parçalarcasına hâlâ devam ediyor.
Zor yılları başka bir yerinden tuttu İkinci Yeniciler. Absürt ve anlaşılmazdılar. Çok anlamlı kelimeler, anlam oyunları, anlamsızlık, kıstırılmışlık, kolu kanadı kırık imgeler, postmodernizm. Ete kemiğe bürünen bir başkaldırı ve genellikle ideolojik altyapıya dayanan bir isyan olmaksızın yazdılar… Bir keresinde şiir tıkanmıştır diyen Turgut Uyar’a yanıtı 2000’li yıllara kadar kimse veremedi. Çünkü ikinci yeniden sonra istisnalar hariç her şair ikinci yeniyi taklit etmiştir. Ama İkinci Yeni de Brecht’e yanıt verememişti. "Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına absürt resimler yapıyorsunuz ve bunun adına da sanat diyorsunuz." Brecht’in seslenişi bugün hâlâ devam ediyor, hem de üzerine ıssızlık sosu ekilerek.
Nobel ödüllü Orhan Pamuk çok iyi bir yazar ama çok iyi bir fikir-düşünce adamı değil. Neredeyse bütün kitaplarını okudum. Yazma ve öyküleme konusunda her biri birer altın kaynak. Yazı ormanında zor şeylerin üstesinden gelmesini bilen ender yazarlardan. Bu oldukça belirgin ve tartışılmaz. Onu biraz Marcel Proust’a benzetirim. Onun gibi çok iyi bir anlatıcı. Ama kala kala aklımda en çok Masumiyet Müzesi’ndeki Füsun’un donu kalmış. Füsun’un çiğnediği sakız ve sigara izmariti de yabana atılmaz.
Bu ülkenin en iyi yazarı (dünyanın da sayılı birkaç yazarından) Yaşar Kemal’dir. Bütün kitaplarında hem edebi hem de toplumsal açıdan en iyi resitalleri o sunmuştur. Şair olsaydı daha da zirveye çıkacağından eminim. İnce Memed’leri okuyup da etkilenmeyen kimse yoktur sanırım. Bütün akımların ortalama bir karışımı vardır onun kitaplarında. O yazıyı siyasallaştırırken, toplumsal mesajlar verirken; gerçekçilikten uzaklaşmadan, edebiyattan kopmadan yapmıştır bunu. Ta eskiden bugüne zulme başkaldırma yeteneği olmayan Anadolu insanına her ne kadar kızgın olsa da, zulmün ve kötülüğün temsilcileri olan ağalara ve beylere şöyle seslenmiştir: “Ağalar biter de ince memedler bitmez.” Bunu söylerken örgütlülüğü de ekleyerek söylediğini zannediyorum. Çünkü ancak o zaman anlam kazanır bu söz. Yaşar Kemal’in seslenişi hâlâ devam ediyor.
2023 yılındayız. Şiir ve yazı nerede olmalı?
Batan gemi metaforu devam ediyor. Çünkü bunca yıkıntı, yoksulluk, sömürü, felaket ve kötülüğün hâlâ sürüyor olması, işçi ve emekçi sınıfının yeterince örgütlü olamaması, birliktelikten gelen gücünü kullanamamasının yaşama bıraktığı umutsuzluk irini; sanat ve sanatçının yüzüne de yerleşmiştir. Edebiyat bir korkaklar yığını haline gelmiştir. Evet, çok iyi anlatıcılar var. Zaten her yer anlatıcı dolu. Ama tepkisel yürüyüşlerde, mitinglerde, alanlarda ne bir şair ne bir yazar görürsünüz, birkaç sinemacı hariç. Çünkü bütün vakitlerini küçük burjuva normuna bürünerek, kısıtlı konformist hareketlerle, sevimli salonlarda hâlâ çiçekli resimler yapmaya devam ediyor sözde sanatçılar. Onların adına “Salonsalcılar” diyorum.
Eğer gerçek bir şair, yazar veya sanatçı olarak anılmak isteniyorsa; “sanat sanat için mi yoksa toplum için mi” çıkmazına düşmeden, her ikisini de önemseyerek, edebilikten kopmadan ama bizi öldüren şeyin ne olduğunu asla unutmadan bir yumruk gibi taşımalıyız yürek ve zihin işçiliğinin akşamında oluşan sözcükleri ve onların cesur renklerini. Sanatçı ve edebiyatçı, sistemin ürettiği iktidarların değil, direnenlerin yanında olmalıdır. Yoksa ekrana düşen tek sanat eseri “sayfa görüntülenemiyor” olacaktır. O sayfa toplumların körlük sözleşmesidir.
“Salonsalcılar” adlı eski, sevimsiz, biraz postmodern, toplumcu, absürt, gerçekçi, garipçi, hiçinci, olmayan üçüncü yenici ve mavici bir şiirle sizi baş başa bırakıyorum ve sır (t) çantamı alıp kısa bir süreliğine uzaklaşıyorum dünyadan, yeni sözcükler toplamak için.
“SALONSALCILAR”
geç kaldınız, yalnızlık az önce başladı
salonda adım atacak yer yok
his yoğunluğundan
toplum bükücüleri, cehennem uzmanları
yer göstericiler, oturma ustaları, koltukçular
hiçlik bilimcileri, yedek peygamberler,
anayasa yapıcıları, vicdan tacirleri,
çıkma İslamcılar, çakma devrimciler,
sömürene sonsuz sadakatle bağlı
oldukça kullanışlı kusursuz bayrak sevicileri,
umutsuzluğun itaatkâr tasarımcıları,
şeklen ahlakçı ruhen ayakçılar,
şiir baronları, lirik koro, harf tamircileri
ve üst düzey orijinal cümle kurucuları
her biri, her biri
elinde başkaları için hazırladığı mağlubiyet defteriyle
cebelavi sokağının bütün çocukları orada
sizi gidi mutlular!
yedek şefkat ve acı çekme korkusu kokuyor içerisi
öpüşmek için şımarttığım dudaklarımı sakladım
iç kanama geçiren bir kıyı karşıladı gölgemi
herkesin ağzı nasıl da hazır keskin nişancı sözcüklere
gülüş mesafesi sıfır, göz gözü görmüyor salonda
sis yoğunluğundan
sizi gidi aşksızlar!
merhamet kısa boylu bir kelime
üstelik saat sekizi acımasızca geçiyor
hem siz ertelenmiş bir ıstırap görünce
başka yöne çevirmeyin kafalarınızı
hem şimdi siz niye geldiniz ki bu saatte
sürekli unutup dururken bizi neyin öldürdüğünü
kısa bir sessizlikten sonra herkes yüzüne taktığı mezarlıkla
“ama ve çünkü” lerle dolu çekmesine geri döndü
bense mahkûm olma arzumu büyüterek içimde
tebessüm ederek ayrıldım
göğsümde yanıp sönen katarsis yoğunluğundan
metro vagonunda, şehrin sindirim sisteminde ilerliyoruz. yanımda bir kadın elindeki dergiyi okumaya çalışıyor. ama derginin boyutları metronun sıkışık koltuklarında okumaya elverişli değil. sayfalar katlanıyor, dönüyor ve kırılıyorlar. elbette dayanamıyor göz atıyorum, okuduğu makalenin başlığında şöyle diyor: “sinir sisteminizi sakinleştirmenin en doğal yolu: doğada yürüyüş”
(kadının küçük bir burnu ve gözlükleri var. hey.. diyorum. bir doğa yürüyüşünde büyük dezavantajlar.)
sonra kendi kendime mırıldanıyorum: sanırım makalede önerilen doğa yürüyüşünde, sinir sisteminiz öyle çok sakinleşti ki... sizi takip eden kaplanı fark edemediniz.
ve o kaplan tarafından avlandınız.
bundan daha güzel bir yokoluş düşünemezdim, diyor. gerçekten sinir sistemim hiç bu kadar sakin olmamıştı. şimdi bu kaplanın midesinde mümkün olan en yüksek seviyede sakinleşmeye ve doğa ile bir olmaya devam edeceğim.
siz... diyorum. tuhaf bir mindfulness tarikatından mısınız. kıyamet öncesi topluca intihar edenler gibi... doğa yürüyüşlerinde kaplanlara yem olmak mı amacınız.
(eğer öyleyse, biz sıradan ölümlüler gibi sabahın köründe metroda ne arıyorsunuz..)
.
e. online yazarlık dersleri alıyor. kursun ödevlerinden birinde onlara verilen bir cümleyi öncesinden ve sonrasından tamamlayacakları bir kısa öykü yazmaları gerekiyor. cümle şöyle diyor:
“vazgeçip sağ alt çekmeceye uzandım”.
vay canına. çok kararlı bir kahraman diyorum. böylesini tamamlamak zor olacaktır.
nasıl kararlı? diyor.. vazgeçmiş... vazgeçmek en azından iki kere karar vermiş olmaktır diyorum. ben bu konuda çok deneyimliyim. bir kez karar verirsin. sonra o karardan vazgeçmeye karar verirsin. kararsızlıkla ilgisi yoktur, aksine muhteşem derecede bir kararlılık gerektirir. kararlılıkkare.
bu kelime oyununda hiç bir numara yok, ama ne dediğini anladım diyor.
sonra soruyor: sen bu cümleyi nasıl devam ettirirdin? vazgeçip sağ alt çekmeceye uzandım... uzanılan şeyin bir tabanca olduğunu düşünmeyecek kim var ki diyorum. elbette vazgeçmiş, ve sağ alt çekmecedeki tabancaya uzanıyor. bundan daha bariz bir devam düşünemiyorum.
gözlerini deviriyor... ya sen? sen nasıl devam ettirdin diyorum: ilaçlar diyor..
ama intihar değil. yani, uyku için mesela.. ilaçlar gelmişti benim aklıma diyor. vazgeçiyor ve onu uyutacak uyku ilaçlarına uzanıyor... hiç heyecanlı değil diyorum. sınıfta bir başkası henüz imzalanmamış bir istifa mektubuna uzandığını düşünmüş . bir başkası ise soygun sırasında polisi çağıracak olan gizli bir tuşa basmak için çekmeceye uzanıldığını... ikincisinde merak uyandırıcı bir şeyler var diyorum, ama istifa mektubu... yapma-
bunların hepsi çok anlamlı eylemler.. ama hiçbiri öyle büyük bir şeyden vazgeçmeyi gerektirmiyor. vazgeçmek gibi büyük bir eylemden sonra ancak bir tabancaya uzanılır. ama onun kime yönlendirileceğini bilemem.. bunu konuşmak için dersinize katılmam gerekiyor. hahaaa diyor. -asla olmaz!
asla olmaz... bizler bir hikayeyi tamamlamak isteyenleriz. senin gibilere sınıfımızda yer yok.
.
akşam eve dönüş yolunda, metro vagonunda.. sabahki kadın yok.
ah diyorum.. bir kaplana yem oldu.
insanın kendi zihniyle bu derece barışmasının sonu budur işte. bir kaplana yem olmak.
akşam e.’ye telefon ediyorum. kendi öykümü değiştirdim diyorum. gözlüklü ve küçük burunlu bir kadın, çalılıklar içinde bir hışırtı duyuyor. bir kaplan olabilir mi? diyor.. hayır hayır, ofisin içinde neden bir çalılık hışırtısı ve bir kaplan bulunsun diyor, sadece rüzgardı diye düşünüyor. vazgeçiyor- ve sağ alt çekmecedeki tabancaya uzanmıyor.