Tumgik
#epik şiir
yorgunherakles · 1 year
Quote
neyin eksik diye soruyorsun. yaşam, eksik olan bu işte! içimde bir şeyler öldü gibi. korku, acı, yalnızlık duymuyorum; bir cesetim ben.
rosa luxemburg - love letters
24 notes · View notes
diyariedebiyat · 1 year
Text
ŞİİR ÜNİTESİ TEST-2
Aşağıdaki “BAŞLA” butonuna tıklayarak bilgisayarınızdan, tabletinizden veya mobil telefonunuzdan online olarak Şiir Ünitesi Test 2‘i çözebilirsiniz.
Şiir Ünitesi Test-2, 9. sınıf kazanımlarına uygun olarak hazırlanmıştır. Aşağıdaki “BAŞLA” butonuna tıklayarak bilgisayarınızdan, tabletinizden veya mobil telefonunuzdan online olarak Şiir Ünitesi Test 2‘i çözebilirsiniz. Teste başlamadan önce isminizi girmeniz gerekir. Bu sayede sıralamanızı öğrenebilirsiniz. 9. SINIF20 SORU🕗 25 DAKİKAKategori9. Sınıf Online TestlerTest AdıŞiir Ünitesi Test –…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
myliste · 2 years
Photo
Tumblr media
Şiir Defteri #şiirdefteri Çıktığın yolda, bugün, yelken açık, yapyalnız, Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervâsız, Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar!… İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar. #konumuz #şiir #edebiyat #edebihayat #yahyakemal #yelkenli #gemi #yol #yolcu #epik #lirik #poem #yahyakemalbeyatlı #yelkenler #şiirsokakta #şiirheryerde #şiirhayattır #şiirdenkalbe https://www.instagram.com/p/Cg4qSmDM5VX/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
yoncasblog · 4 months
Text
Şiir sever misin diye sordu...
Sevmek ne kelime bayılırım dedim.
Lirik, epik hangisi dedi,
Adını söyledim bilemedi,
Gözlerini anlattım çıkaramadı,
Gülüşünden bahsettim anlamadı,
Ben onu tarif ettim,
O şiir sandı.
Şiir sever misin diye sordu.
Bildiğim tek şiirin,
Kendisi olduğunu bilmiyordu.
Mükemmel değil mi? Böyle insanlara denk gelmek 🤲
24 notes · View notes
yurekbali · 10 months
Text
Tumblr media
“küçük İskender” anısına... (28 Mayıs 1964, İstanbul - 3 Temmuz 2019, İstanbul) * * * küçük İskender'in Walizi - Haydar Ergülen “İskender de Attilâ İlhan gibi bir ‘şair-i maderzat’ bence, yani ‘anadandoğma şair’, o nedenle yazmak için yaratılmış olanlardan, yani yazmamak elinde değil! Üstelik de çok yazmasının kime zararı var, doğrusu bunu da bilemem, Enis Batur çok yazıyormuş, ne güzel demek ki yazabiliyor, istediğini okursun, tümünü senin okuman için yazmıyor, işte İskender de öyle. İskender Türkçenin en zeki şairlerinden, yazarlarından. Onun şiiri bir ‘gökkuşağı’ tam anlamıyla. Renkli, farklı, zengin, çeşitli, yüksek, doğal, yalın, derin, katmanlı, coşkulu, düşündürücü, zevkli, enerjik, akıllı, duyarlı, komik, ironik, lirik, epik, erotik, eleştirel, sivri dilli, yaramaz, asi, tehlikeli, korkusuz, pervasız, argolu, sokak dilli, koyu, bireysel, toplumsal, tümüyle laik bir şiir; evrensel, kalıcı ve evet herkese göre bir şiir. Daha doğrusu çok şiir! İskender’in sözgelimi “uzun yazlardan sözeden kadınlardan korkacaksın/ hani bir de ağustos köpek gibi sarhoşsa ayakbileklerinde” dizeleriyle başlayan “Uzun” şiiri (ki çok severim, hatta en sevdiğim şiirlerinin başında gelir; tek kusuru, yıllar önce İskender’e de söylemiştim, ‘kısa’ olması; şaka gibi, adı ‘Uzun’, kendisi ‘kısa’ bir şiir) ‘çok’ ve ‘çoğul’ şiirinin örneklerinden biridir. “leyla, sen bir heves değilsin baharda/ çiy değilsin, kırağı değilsin,/ mahmurluk hiç değilsin sevdada!” dizeleriyle başlayan “leyla”, onun çok şiirinden bir başka örnektir. Ya da “Meleğin mesleğini sordunuz bana;/ Camcılıktır o, dedim. İnsan ham ışıktan/ yapılmıştır ki bu da/ suyun gizlediği mürekkep ve sıla” dizeleriyle başlayan “kalbin ders saati” ise çoğul şiirinden bir diğer örnektir. İskender yüksek, çok, çoğul ve sürekli şiiriyle hem kendisine hem başka şairlere yol ve alan açan bir olanaktır. Yalnızca şiir yazan biri değil bir ‘şiir açıcı’dır ki, şiirini bir olanak olarak sunan, var eden tüm büyük şairler, onlarca yıl belki bir yüzyıl sürecek bir etki alanı oluştururlar. Büyüklükleri yüzyıl ya da yüzyıllarla ölçülür, ki onlara ‘yüzyıl şairleri’ denilse yeridir. İskender de benim “1980 Yüzyılı” olarak tanımladığım kaotik yüzyılın şairidir, belki de yüzyılın damgasını en çok vurduğu ve yüzyıla damgasını en çok vuran şairlerden. Cumhuriyet dönemi şiirinin o okunmadan eksik kalacağı bir şair. Yıllar önce, şimdi aramızda olmayan bir şairimiz bir ‘Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri Antolojisi’ hazırlamıştı. Gençlerden, o zaman gençtim, beni de almıştı antolojisine, fakat baktım küçük İskender yok, o zamanlar Varlık’ta ya da Radikal gazetesinde, ‘benim antolojiye alınmamın önemli olmadığını, fakat küçük İskender’in antolojiye alınmamasının çok önemli olduğunu’ yazmıştım. Hâlâ öyle düşünürüm. 80 Kuşağı diyelim birkaç büyük şair armağan etmiştir Türk şiirine, bunların başındaysa küçük İskender gelir, Birhan Keskin gelir, Ahmet Erhan gelir... Waliz Bir’de (Can Yayınları, Kasım 2016) “Bazı şeyleri öğrenmeyi reddettiğim için bağımsızsam, imgelerin kontrolü kolaylaşıyor. Hayal gücünü sıfırlamaya çalışan sistemli öğretilerden saklanan hayvanları arıyorum hayatıma sızan. Biz büyük bir aileyiz.” (s. 44) diyordu. küçük İskender’in bavulunda, ‘waliz’inde en azından bir yüzyıla yetecek şiir ve dize var. Yazıları ise şiirini sardığı kâğıtlar gibi daha yolda okumaya başlanacak türden. küçük İskender: Bağımsız, eliaçık, gönlüaçık, cömert bir şair. Şairlerin en zengini.” - Haydar Ergülen, küçük İskender’in Walizi (Şairin Bavulu / Portreler) * * * uzun - küçük İskender   hüseyin alemdar’a uzun yazlardan sözeden kadınlardan korkacaksın hani bir de ağustos, köpek gibi sarhoşsa ayakbileklerinde; hani bir de masada rakı, aşkta endişe tükenmişse uzun yazlardan sözeden kadınlardan çok korkacaksın bir ağaç, gece vakti tırmanmaya kalkışmışsa ölü ren geyiklerine! uzun yolculuklardan sözeden erkeklerden korkacaksın hani bir de taşlı tozlu yollar, deli gibi koşuyorsa gözbebeklerinde; hani bir de devrimde inanç, vücutta takat tükenmişse uzun yolculuklardan sözeden erkeklerden çok korkacaksın bir çocuk, gece vakti sapanla vurmaya kalkışmışsa sınırdaki askeri! uzun şiirlerden sözeden şairlerden korkacaksın hani bir de intihar, fiyakalı bir sustalı gibi duruyorsa arka ceplerinde! hani bir de kâğıtta mürekkep, kâinatta şiddet tükenmişse uzun şiirlerden sözeden şairlerden çok korkacaksın bir mecnun kul, gece vakti tanrıyla peygamberin arasına girmişse! uzun sözcüğünden korkacaksın hani bir de kısaysa yazılırken bile! - küçük İskender, uzun (lezzetli tümörler lokantası / gözyaşlarım nal sesleri) - Görsel: Mehmet Adıyaman (küçük İskender)
11 notes · View notes
haytaogluyunus · 4 months
Text
Tumblr media
ANMA 14 OCAK (1944) ÖLÜMÜNÜN YIL DÖNÜMÜNDE TÜRKLÜĞÜN BÜYÜK ŞAİRİ, MİLLİ ŞAİRİMİZ MEHMET EMİN YURDAKUL'U RAHMETLE ANIYORUM.. Mehmet Emin Yurdakul (13 Mayıs 1869, İstanbul - 14 Ocak 1944, İstanbul), Türk şair, milletvekili. "Türk Şairi", “Millî Şair” diye anılır. Türk Millî Edebiyat akımının öncü şairleri arasında yer almıştır. Ulusçu, halkçı görüşleri savunan şiirler yazan Yurdakul, Osmanlı Meclis-i Mebûsan III. Dönem Musul Mebusluğu ile TBMM II. Dönem Karahisar-ı Şarkı, III. Dönem Şebinkarahisar ve IV. Dönem (Ara Seçim), V., VI. Dönem Urfa ve VII. Dönem İstanbul Milletvekilliği ile II. Dönem İrşad Encümeni Reisliği yapmıştır.[1] Yaşamı 1869 yılında İstanbul’un, Beşiktaş semtinde doğdu. Babası balıkçılıkla uğraşan Salih Reis, annesi Emine Hatun’dur. Beşiktaş Askeri Rüştiyesi’nden sonra devam ettiği Mekteb-i Mülkiye’nin İdadi bölümünden ayrıldı, devlet memurluğuna başladı. 1899’da kaydolduğu İstanbul Hukuk Mektebi’ne bir süre devam ettiyse de öğrenimine ABD’de devam etmek için bu okuldan ayrıldı; ancak bu isteğini gerçekleştiremedi ve devlet memurluğuna döndü[2]. Sadrazam Cevdet Paşa’nın tavsiyesiyle[3] Rusumat Evrak Dairesi’nde göreve başlayan Mehmet Emin Bey, 1897-1907 yılları arasında Rüsumat Evrak Müdürlüğü yaptı. İlk şiirini 1897’de Yunan Harbi sırasında Selânik’te Asır Gazetesi’nde yayımladı. “Cenge Giderken” adlı bu şiir ile ünlendi. 1899’da Türkçe Şiirler isimli bir şiir dergisi çıkardı. İstanbul’da Servet-i Fünûn'da, Selanik’te Çocuk Bahçesi dergisinde, İzmir’de Muktebes adlı dergide şiirlerini yayımlamayı sürdürdü. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesiydi. Şiirleri ile hükümeti eleştirince 1907’de İstanbul’dan uzaklaştırılıp Erzurum’da görevlendirildi; II. Meşrutiyet’in ilanının ardından Trabzon’a gönderildi. II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ile sonuçlanan 31 Mart Olayı’ndan sonra İstanbul’a çağrıldı; Bahriye Nezareti Müsteşarlığı’na atandı ancak bu görevi istemeyince[2] 1909’da Hicaz, 1910’da Sivas valiliği yaptı. Çalışmasının engellendiği gerekçesiyle 1910 yılında istifa ederek İstanbul’a geri döndü. Ahmet Ağaoğlu, Dr. Fuat Salih, Ahmet Ferit Beylerle birlikte “Türk kültürü, dili ve sanatının geliştirilmesi amacıyla” kurulan Türk Ocağı adlı örgütün kurucuları arasında yer aldı Örgütün ilk genel başkanı oldu, çıkarılan Türk Yurdu Dergisi’nin sorumluluğunu üstlendi. Ancak henüz dergi çıkmadan İttihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığa düşünce Erzurum’a vali olarak atandı, 1912’de bu görevde iken emekliye ayrılmak zorunda bırakıldı[2]. İstanbul’a dönüp Türkçülük düşüncesini yaymak üzere yayıncılık yapmaya devam etti. 1913’te Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Musul milletvekili oldu. Türk Ocakları’nın 1918 tarihli kongresinde Hamdullah Suphi ve Ziya Gökalp gibi isimlerle birlikte örgütün “Hars ve İlim Heyeti” üyeliğine seçildi. 1919 seçimlerine katılan Millî Türk Fırkası'nın kurucuları arasında yer aldı. İstanbul’un işgalinden sonra Mayıs 1919'da Sultanahmet Meydanı'nda düzenlenen mitingde sarfettiği şu sözleri ünlüdür: "Demir ve ateş; kardeşler ben bunlarla hiçbir vatan ve ırkın öldüğünü işitmedim. Şerefli bir tarih ve medeniyete, sağlam bir fazilet ve ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî ananelere, ırkî ve vatanî hatıralara mâlik olan bir milletin mahvolduğunu tarih göstermiyor..." 1921’de Millî Mücadele'ye katılmak için Anadolu’ya geçti. Antalya, Adana, İzmir yörelerinde dolaşarak halkın ve ordunun manevi gücünü arttırıcı konuşmalar yaptı. TBMM’de önce Şebinkarahisar, sonra da Urfa ve İstanbul milletvekili olarak beş dönem görev yaptı. Milletvekilliğini ölümüne kadar sürdürdü.
Mehmet Emin Yurdakul'un mezarı Şiir yazmaya Servet-i Fünûn'da başlayan Yurdakul bütün şiirlerinde sade bir dil ve hece ölçüsü kullandı; konularını toplum dertlerinden, sosyal-epik hayat sahnelerinden aldı; uyarıcı-öğretici şiirler yazdı. "Türk Şairi", "Millî Şair" diye anılır. 14 Ocak 1944 tarihinde İstanbul’da öldü. Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi. Eserleri • Türkçe şiirler, 1899 • Türk Sazı, 1914 • Ey Türk Uyan, 1914 • Tan Sesleri, 1915 • Zafer Yolunda, 1918 • Aydın Kızları, 1919 • Dante'ye, 1920 • Mustafa Kemal, 1928 • Ankara, 1939 • Cenge Giderken 1886 • Fazilet ve Asalet (1890) • Ordunun Destanı (The Legend of the Army, 1915) • Dicle Önünde (In Front of Tigris, 1916) • İsyan ve Dua (The Uprising and the Prayers, 1918) • Turan'a Doğru (Towards Turan, 1918) • Türk'ün Hukuku (The Law of Turk, 1919) • Kral Corc'a (To King George, 1928
0 notes
yazan-kalem-siyah06 · 8 months
Text
Tumblr media
Şiir sever misin diye sordu...
Sevmek ne kelime bayılırım dedim.
Lirik, epik hangisi dedi,🌷🌷🌷🌷🌷
Adını söyledim bilemedi,💚💚💚💚
Gözlerini anlattım çıkaramadı🌷🌷,
Gülüşünden bahsettim anlamadı,
Ben Onu tarif ettim, 💚💚💚💚💚
O şiir sandı.🌷🌷🌷🌷🌷🌷🌷🌷
Şiir sever misin diye sordu.💚💚
Bildiğim tek şiirin,🌷🌷🌷🌷🌷🌷
Kendisi olduğunu bilmiyordu...... 💚💚💚💚💚💚💚💚💚💚💚BİTANEM🌷🌷🌷🌷🌷🌷🌷🌷🌷🌷🌷🌷🌷💚💚💚💚💚💚💚💚💚��
Tumblr media
#Issiz
1 note · View note
kibrisolay · 1 year
Text
Fatih için yazılan, 5 asırdır saklı kalan Latince epik şiir Türkçe ve İngilizce yayımlandı
Fatih için yazılan, 5 asırdır saklı kalan Latince epik şiir Türkçe ve İngilizce yayımlandı - https://olaykibris.com/fatih-icin-yazilan-5-asirdir-sakli-kalan-latince-epik-siir-turkce-ve-ingilizce-yayimlandi/ #kıbrıs #kktc #haber #türkiye #dünya
0 notes
hececiler · 1 year
Link
0 notes
bibilenol-com · 1 year
Text
KAYIP CENNET: ŞEYTAN VE TANRI'NIN SAVAŞI
KAYIP CENNET: ŞEYTAN VE TANRI’NIN SAVAŞI
KAYIP CENNET’İN EDEBİYAT DÜNYASINDAKİ YERİ John Milton’ın epik şiiri Kayıp Cennet (1667) İncil’in “Yaratılış” bölümünde de anlatıldığı gibi insanın masumiyetini kaybedişinin uzun ve ayrıntılı bir temsilidir.  Milton’ın başyapıtı İngilizce’deki en güzel epik şiir sayılmaktadır. Yalnızca Batı edebiyatında bir dönüm noktası olması bakımından değil, aynı zamanda Reform’un da etkileyici eserlerinden…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
yorgunherakles · 2 years
Quote
sanki kendinden kaçıyor ölümden kaçar gibi
bertolt brecht - günlükler
51 notes · View notes
justhold-bme · 4 years
Text
Eğer ölseydin,
Birinin umrunda olur muydun?
Tamam belki 1 gün ruhun için yas tutabilirlerdi fakat ya 2. gün?
Kimsenin umrunda değilsin, kimse senin için sabahtan akşama kadar düşünmüyor ve bu yüzden artık şımarıkça davranmayı kes! Etrafındakileri görmüyor musun? Herkes kendi için yaşıyor. Senin için nefes alan biriyle hiç karşılaştın mı?
"ÖLMEK ISTİYORUM!"
"ÖL O ZAMAN!!"
Bu hayatta tek olduğunu unutma, kendin için yaşamalısın ve başkalarını hayatına dahil edip batırmasına izin verme.
"Aman Tanrım bugünde berbat görünüyorsun! Kız/ Erkek olduğunu unutma."
"..."
Bedenini başkalarının kontrol etmesine göz yumma.
Ve son olarak;
Toparlan, o salak saçma insan tavsiyelerini aklından çıkar. Çünkü hiçbir boka yaramıyorlar.
Her nereye gidiyorsan git ve kendinle konuş. Kendini tanı ve ona tavsiyeler ver. Başkalarından akıl almayıda bırak. Unutma, kimsenin umrunda değilsin.
28 notes · View notes
meralmeri · 2 years
Photo
Tumblr media
Yaşlı bir meleğin fısıltıları arasında dolaşırken... Tıpkı bay Vilmorin gibi, Veya bir kestane kargası gibi; Kendimi genellikle o sonbaharda görürdüm. Yaşlı süpürge otu tohumları arasında yürümek böyle bir şeydir çünkü. Çünkü aşk size bir mide bulantısı kadar yakındır. Ama ısrarla bize kalbimizi öldürenleri sevmemiz öğütlenmiştir. Çağın bir önemi yoktur, yılın bir önemi yoktur, ayın bir önemi yoktur. Hayat, o günden başka bir şey değildir çünkü. Epik bir şiir okumak da buna dahildir. Ve eğer ahşap oyuncaklar arasındaysanız, işiniz daha da kolaydır. Ve bir köpeğiniz varsa, ve eğer bir kediniz varsa, ve eğer bir muhabbet kuşunuz varsa... Ve hatta birkaç çocuğunuz varsa, şiir okumak daha da kolaydır. Bay Vilmorin bunu bildiği için midir, bilinmez ama... O her sabah dostu olan o yaşlı çam ağacıyla sohbet etmeyi severdi. Hatta ölüme gülümseyebilenleri daha çok severdi. Bu nedenledir ki; bazen bir fısıltı bile herhangi bir ezik savaştan daha merhametlidir. Bu nedenledir ki; her şey olması gerektiğinden daha parlaktır. Günün tatlı sofrası bunu öğütlemez, ama yaşamanızı diler.
Meral Meri /Söğüt Ağacının Gölgesinde / Günün Tatlı Sofrası
58 notes · View notes
biobilirkisi · 3 years
Text
Azra Erhat
İlkin söz vardı, der Kitap. Yunan dilinde söz kavramını vermek için bir değil, üç sözcük vardır. Biri 'mythos', öbürü 'epos', üçüncüsü 'logos'. Mythos söylenen veya duyulan sözdür, masal, öykü, efsane anlamına gelir. Epos daha değişik bir anlam taşır: Belli bir düzen ve ölçüye göre söylenen, okunan sözdür. Epos şiir, destan, ezgi anlamına gelmiş, epik ve epope diye Batılı dillerin hepsinde yerini almıştır. Mythos'la epos arasında bir yakınlık vardır, mythos söylenen sözün, anlatılan öykünün içeriği ise, epos da onun doğal olarak aldığı ölçülü, süslü ve dengeli biçimidir. Epos ne kadar güzelse, mythos o kadar etkili olur ki, ilkçağdan kalma efsanelerin ürün vere vere günümüze dek yaşamasını ve mythos kavramının çağlar ve uluslararası bir nitelik kazanarak ölmezliğe kavuşmasını sağlamıştır.
Ama bir de logos vardı. Onun sözcüğünü başta Herakleitos olmak üzere İonya düşünürleri eski deyimiyle "physiologoi", yani foğa bilginleri yapmıştır. Onalra göre logos gerçeğin insan sözüyle dile gelmesidir. Logos bir yasal düzeni yansıtır, insanın bedeninde ve ruhunda bir logos bulunduğu gibi, evrenin ve doğanın da logos'u vardır. Logos insanda düşünce, doğada kanundur, her yerde ve herşeyde vardır, ortaklaşa ve tanrısaldır. Logos' u bulmak, sırlarını göz önüne sermek, insan sözüyle dile getirmek düşünürün asil ödevidir. Logos kavramıyla açılan bu çığır dosdoğru bilime varmış, öyleki logos-logia bugün herhangi bir araştırma dalında bilgini ve bilimi dile getirmek için kullanılan birer ek olmuştur.
Tumblr media
6 notes · View notes
wozwaldllik · 5 years
Text
Kierkegaard ve Müzik
Tumblr media
Fikrin en soyut hali nedir? Tabi ki burada söz konusu olan fikir, bilimsel akademik bir sunumun konusu olan değil, sanatsal bir yaklaşıma konu olabilecek fikirdir. Peki en soyut aktarım aracı hangisidir? Öncelikle buna yanıt verecek olursam cevap, tabii ki dile en uzak olan aktarım aracı olacaktır.
  İlk soruya geçmeden önce, bununla birlikte okuyucunun dikkatini sorunumun nihai çözümünü etkileyecek bir şeye çekeceğim. En soyut aktarım aracı her zaman konu olarak en soyut fikre sahip değildir. Şöyle ki mimarinin kullandığı aktarım aracı hiç şüphesiz en soyut araçtır; ancak mimari, örneğin heykel sanatına göre tarihle çok daha yakından ilişkilidir. Burada yine yeni bir seçenek olasılığı kendini göstermektedir. Şöyle ki, sıralama düzenimizde ilk sıralara, aktarım aracı en soyut olanları ya da en soyut fikre sahip olanları yerleştirebilirim; ancak buradaki seçimim araçtan değil fikirden yana olacaktır.
  Heykel, resim ve müzik tıpkı mimari gibi soyut aktarım araçlarına sahiptir; ancak sorunun cevabına giden yol burada değildir. Hayal edilebilecek en soyut fikir, temel özgünlüğü içinde duyumsallıktır. Peki bu fikir hangi aktarım aracı ile temsil edilebilir? Tabii ki yalnızca müzikle. Örneğin heykel ile temsil edilemez; zira içselliğe yönelik bir niteliğe sahiptir. Kesin çizgiler içinde yakalanamayacağından resmedilemez de. O bir enerjidir, bir rüzgârdır; sabırsızlık ve tutkunun şiirselliği içinde tek bir anda değil birbirini takip eden anların bütünlüğünde mevcuttur. Eğer yalnızca tek bir anda mevcut olsaydı işte o zaman çizilebilir ya da resmedilebilirdi. Takip eden anlarda mevcut olması onun epik niteliğine işaret eder; ancak yine de kelimelerin kademesine ulaşmaması ve dolayımsızlık içinde süregelen bir hareket içinde olması nedeniyle sınırlayıcı bir anlamda epik değildir. Bu nedenle, şiir ile de temsil edilemez. Temsil edilebileceği tek aktarım aracı müziktir. Müzik, içinde zamanın bir unsurunu barındırır; ama yine de eğreti mevcudiyetinin dışında zamanın içinde mevcut olmaz. Mozart’ın Don Giovanni’sinde bu fikrin ve ona en uygun olan biçimin mükemmel birlikteliğini görürüz. Tam olarak en soyut fikir ve aktarım aracına sahip olmasından dolayı Mozart hiçbir zaman bir rakibe sahip olamayacaktır.
 Eserinin konusunun, doğası gereği bütün yönleriyle müzikal olması Mozart’ın iyi kısmetidir; ve eğer bir başka besteci Mozart ile yarışmak istiyorsa yapabileceği tek şey Don Giovanni’yi yeniden bestelemek olacaktır. Homeros mükemmel bir epik konu bulmuş olabilir; ancak tarih daha birçok mükemmel epik konu sunacağından Homeros’unki gibi birçok epik eserin ortaya çıkabileceği düşünülebilir. Don Giovanni içinse durum böyle değildir. Eğer bu ayrımı benzer bir fikre referans vererek gösterirsem sanırım ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Goethe’nin Faust adlı eseri gerçek bir klasik eserdir; ancak konu edindiği fikir tarihseldir. Bu nedenle tarihin olağanüstü herhangi bir dönemi kendi Faust’una sahip olacaktır. Faust’ta aktarım aracı olarak kullanılan dil son derece somut bir araç olduğundan buna benzer birçok eserin ortaya çıkabilecek olması olasıdır; ancak tıpkı Yunan heykel sanatının klasik örnekleri gibi Don Giovanni de türünün tek örneğidir. Bununla birlikte heykel sanatı birçok esere sahipken müziğin tek bir esere sahip olması, Don Giovanni’nin konu edindiği fikir bakımından heykel sanatının temelini oluşturan fikirden daha soyut olmasıyla açıklanabilir. Pek tabii müzikte klasik kategorisine girecek başka eserler de düşünülebilir; ancak müziğin, konuya yalnızca eşlik ettiği değil, konuyu ortaya koyarken müziğin kendisinin de en derin doğasını dışa vurduğu, her şeyiyle müzikal olan bir konuya sahip yalnızca bir eser vardır. Bu bakımdan Mozart, Don Giovanni eseriyle tüm ölümsüzler içerisinde en yüksek dereceye sahiptir.
Fakat daha önce yüreklerinde bir aşk yaşatmış olanlar için yazılmış bu araştırmayı burada bırakacağım. Nasıl en ufak şeyler bile bir çocuğu mutlu etmeye yetiyorsa, tıpkı ateşli âşıkların nedensiz yere tartışmalarının yalnızca onlar açısından anlamlı olması gibi, en acayip şeyler de âşıklara zevk vermeye yetebilir.
  Søren Kierkegaard, Müzikal Erotik ya da Dolayımsız Erotik Evreler
6 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 2 years
Text
Bülent Ecevit / Ezra Pound'un dünyası, tutuculukla devrimciliği bağdaştıracak kadar genişti
Tumblr media
Sanatçı akıl-dışılığını sosyal ve ekonomik sorunlara olduğu gibi uygulamaya kalkışınca yolunu şaşırıp faşizme sürüklenmişti. Aslında, içinden çıktığı topluma tepkisinde haksız sayılmazdı. Ezra Pound, Amerika'daki sosyal ve ekonomik düzenin derinlerinde yatan bunalım tohumlarını daha 20.yy'ın başlarında, ozan sezgisiyle görmüştü. Ama bir hekim gibi değil de büyücü gibi tedavi yolları aramıştı.
Çağın en büyük ozanlarından T. S. Eliot'un (1888-1965) "en büyük usta" (il miglior fabbro) dediği büyük ozan Ezra Pound 87 yaşında Venedik'te öldü (1885-1972).
İkisi de Amerika'lıydı. İkisi de genç yaşta Amerika'dan ayrılmıştı. İkisi de genç yaşta Amerika'dan ayrılmıştı. İkisi de "Yeni Dünya"nın yüzeysel kültürüyle yetinemeyecek kadar büyüktü. Avrupa'da, Batıdan Doğuya dünyanın binlerce yıllık kültür birikimine kök saldılar, o birikimle bütünleştiler.
"Piza Kantoları"ndan aldığımız parçadaki, "Neyi gerçek seversen özbeöz senin / Kimin dünyası, benim mi, onların mı, / belki de kimsenin?" mısralarıyla, Ezra Pound, sanki, böyle bir bütünleşmeye, Eski Yunan'dan Çin'e, Japonya'ya kadar, gelmişiyle geçmişiyle bütün dünyanın kültürünü benimsemeğe, kendisinde hak görüşünü anlatır.
Eski dünyanın kültür birikimine, yeni dünyadan taze kan kattılar
İki büyük ozan da, eski dünyanın kültür birikimine, yeni dünyadan taze kan kattılar; cesaret aşıladılar.
Ne kadar  anayurtlarından kopmuş olurlarsa olsunlar, yeni dünya ile eski dünyanın ortak ürünü idiler.
İkisi de dünya görüşlerinde birçok bakımlardan tutucu, yaşamlarında isyancı (Pound çok daha fazla isyancı), ikisi de yaratılarında devrimciydiler.
Tutuculukla devrimcilik çelişir gibi görünür. Fakat bu iki dev ozanın dünyaları bu iki çelişken eğilimi birden kapsayacak ve bir noktada birleştirip bağdaştıracak kadar genişti: Geleneklerin derinine saldıkları köklerden alıyorlardı devrimci atılım güçlerini... Resimde de Picasso'nun devrimciliği öyle değil midir ve onun için o kadar sağlam değil midir?...
Ezra Pound, bir arkeolog gibi, çağın dünyasından eski çağların kültür dehlizlerine kapılar açtı. Yüzyıllarca karanlıkta veya gözden ırakta kalmış kültür hazinelerini gün ışığına çıkardı.
Sayısız dil bilirdi. Kimini iyi, kimini az bilirdi. Az bildiği dillerdeki yetersizliğini, çeviri yaparken, ozan sezgisiyle giderirdi. Yaşını başını aldıktan sonra Çince de çalıştı. Bildiği dillerin çoğundan İngilizceye şiir ve oyun çevirileri yaptı. Fakat bazen çeviricilikten çok dönüştürücülüktü yaptığı: Eski çağların veya başka dillerin kültürünü çağdaş Anglo-sakson kültürüne dönüştürüyordu. Yazılarıyla ve şiirleriyle olduğu kadar, bazı büyük ozanlara ve yazarlara yardımlarıyla ve önderliğiyle olduğu kadar, çevirileriyle de çağımız şiirini, yazınını etkiledi.
Çağdaş kültürde ve yazında eskiyle yeni arasında bir etkileşim başlattı
Pound'un İngilizceye çevirdiği -veya dönüştürdüğü- eski Çin, Japon, İtalyan, Latin, Yunan yapıtlarından bazılarıyla daha önce de ilgilenenler olmuştu. Ama çağımız kültürüyle bağlantıları kurulamamıştı. Bu bağlantıyı kuranların başlıcalarından biri oldu Ezra Pound. Eskiyle yeni arasında bir etkileşim başlattı çağdaş kültürde ve yazında...
Ezra Pound'un şiirlerinde kimi zaman duru bir lirizm görülür. Neredeyse yetenekli bir genç şiir heveslisini andırır bazı şiirlerinde... Bazan da kendini kurulaştırdıkça kurulaştırır. Bazan, bütün düşünceleriyle, duygularıyla apaçıktır şiirlerinde... Bazan da şiirlerinin anlamını, kendi zengin bilgiler, anılar, izlenimler hazinesinde saklı, hattâ kilit üstüne kilitli tutar. Anahtarını da vermez kimseye... Ünlü büyük epik yapıtı "Kantolar"ın birçok yerleri böyledir.
Fakat bazen tutamaz olur içindeki o saydam ve güçlü şiir kaynağını... Üstüne sanki bütün dünyanın kültürünü de hurdasını da yığarak örtmeğe çalıştığı o kaynak, ozanın en sıkıntılı yıllarında ve ilerlemiş yaşında bile, bir zayıf anını yakaladı mı fışkırır göğe doğru... Ezra Pound'dan çeviriler arasına "Piza Kantoları"ndan aldığım parça, "Kantolar"ın kuruluğu ve kapalılığı içinden böyle bir şiir patlamasıdır. Örnek verdiğim öbür şiirleri ise, lirizmini saklamağa çalışmadığı daha eski yıllarındandır. (*)
Ezra Pound, Amerika'nın sosyal ve ekonomik düzenine tepkisini, İkinci Dünya Savaşında Faşist İtalyan Radyosundan yıllarca Amerika'ya saldırılar yağdıracak ölçüye vardırmıştır. Ama bazan öyle saçma şeyler söylermiş ki radyodan, bir ara Mussolini'nin sansürcüleri, şifreyle Amerika'ya gizli haberler yolladığını sanmışlar, o yüzden yayınlarına bir süre ara verdirmişler.
Faşistlik serüveni, yolunu şaşıran bir insanın büyük ve acı yanılgısıydı
Ezra Pound'un faşistlik serüveni, sanatçı akıl-dışılığını sosyal ve ekonomik sorunlara olduğu gibi uygulamağa kalkışınca yolunu şaşıran bir insanın büyük ve acı yanılgısıydı.
Pound'un içinden çıktığı topluma tepkisi aslında haksız sayılamazdı. Amerika'daki sosyal ve ekonomik düzenin derinlerinde yatan bunalım tohumlarını, Ezra Pound, daha bu yüzyılın başlarında, ozan sezgisiyle görmüştü. Şimdi, bunalım patladıktan sonra, görmeyen yok... Ama bir hekim gibi değil de büyücü gibi tedavi yolları aramıştı Pound...
Piza Kantoları'nı tutulduğu kampta, ağır koşullar altında yazdı
İkinci Dünya Savaşı sonlarında Amerika'lılar İtalya'yı işgal edince, Ezra Pound yakalandı; bir süre, Piza kenti yakınlarında bir kampta tutuldu. Büyük yapıtı "Kantolar"ın son bölümlerini kapsayan "Piza Kantoları"nın (Pisan Cantos) adı, o günlerin anısını yansıtır. "Piza Kantoları"nı çok ağır koşullar altında, orada yazmağa başlamıştı.
Ezra Pound daha sonra Amerika'ya götürüldü. Amerika'lılar, ülkelerine, hem de savaş sırasında, açıktan ihanet etmiş olmasına karşın, Ezra Pound'un büyük ozan kişiliğini, onun çelişkilerle ve yanılgılarla dolu siyasal kişiliğinden ayrı tutabilme olgunluğunu gösterdiler. Onu, ağır mahkûmiyetlerden kurtarabilmek için, bir akıl hastanesine yatırdılar. Pek dengeli bir insan sayılmazdı zaten; o nedenle, kendisine "deli" raporu vermekte fazla güçlük çekilmemiş olsa gerektir.
Yurduna ihanet etmiş bir insana, ozanlığı için, en büyük ödül verildi
1949'da, daha savaşın üstünden ancak beş yıl geçmişken, büyük yazarlardan oluşan bir kurul, Ezra Pound'a, Amerika'nın manevî değeri en yüksek yazın ödüllerinden birini, "Bollingen Ödülü"nü verdi. Bu yüzden tartışmalar oldu, ama kimse Ezra Pound'a bu ödülün verilmesini önlemeğe kalkışmadı.
Bizim bu yılki "Altın Koza Ödülü" perişanlığı sırasında bu olayı hatırladım. 1972 Türkiye'sinde, sadece tutuklu olan bir sanatçıya bir sanat ödülü verilmişken, jürinin kararı baskı ile değiştiriliyordu. Amerika'da ise, savaş sırasında yurduna ihanet etmiş bir insana, ozanlığı için, o ülkenin en büyük ödüllerinden biri verilebiliyordu. Resmî düşünce çizgisinden bir ölçüde bile ayrılan yazarlara, sanatçılara, 1972 Türkiye'sinde kolayca "vatan haini" damgası vurulabiliyordu. Fakat daha savaş anılarının ve acılarının taze olduğu yıllarda, Amerika'da Ezra Pound'un ozanlığını öven yazılar yayınlanabiliyor; yalnız şiirleri değil, hiçbir bilimsel değeri olmayan ekonomi yazıları da serbestçe basılabiliyordu.
Demokrasinin faşizme ve her türlü totaliter rejime üstünlüğüydü bu...
Bir süre sonra serbest bırakıldı Ezra Pound. Ömrünün geri kalan yıllarını, gönül verdiği İtalya'da geçirdi.
Çağımızın dünyasıyla bağdaşamayan -belki de bir çağa sığamadığı için bağdaşamayan- Ezra Pound'un yaşamı, belli ki cehennem azaplarıyla doluydu. Özellikle son yıllarında içindeki cehennemden söz ettiği olurdu. Fakat "Piza Kantoları"ndan aldığımız parçada da görüldüğü gibi, Ezra Pound'un iç dünyası, bazan "cehennemin dehlizlerinde bile" cennete el değdirebilmesini sağlayan bir dünyaydı. Çünkü "gerçek sevgi" vardı o dünyada.
Piza Kantoları'ndan 
Neyi gerçek seversen o kalır, gerisi döküntü 
Neyi gerçek seversen koparılmaz senden 
Neyi gerçek seversen özbeöz senin 
Kimin dünyası, benim mi onların mı 
belki de kimsenin?
İlkin gözle görülür, derken elle değilen
         Cennet, dehlizlerinde bile cehennemin,
Neyi gerçek seversen özbeöz senin
Neyi gerçek seversen koparılmaz senden
Kendi masal âleminde ejderhadır karınca.
Kurtul kurumundan, insan değildir
Gözüpekliği de düzenliği de inceliği de yapan,
         Kurtul kurumundan, kurtul diyorum.
Yeşil dünyadan öğren yaratılar sırasındaki
Ya da gerçek yaratıcılıktaki yerini
Kurtul kurumundan,
               Kurtul alaycı seni!
(*) Bu şiir çevirileri Bülent Ecevit'in Şiirler adlı kitabının Şiir Çevirileri bölümündedir. Bülent Ecevit / Şiirler / 1976 / Ajans - Türk Basımevi
(Bülent Ecevit / Aralık 1972 / Özgür İnsan dergisi)
Not: Yazı Ezra Pound başlığı ile yayınlandı.
1 note · View note