Tumgik
#politik şiirler
yorgunherakles · 2 years
Quote
sanki kendinden kaçıyor ölümden kaçar gibi
bertolt brecht - günlükler
51 notes · View notes
maho0326 · 1 year
Text
Sabahattin Ali Kimdir?
Tumblr media
“Başın öne eğilmesin,
Aldırma gönül, aldırma...”
Ülkemizin önemli yazarlarından ve şairlerinden olan Sabahattin Ali 25 Şubat 1907’de Eğridere Edirne’ de doğdu. İstanbul’daki Muallim Mektebi’nde aldığı nitelikli eğitim sayesinde Yozgat’ta öğretmenlik yapmaya başladı.
Birkaç yıl sonra Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yabancı dil eğitimi alması amacıyla yurtdışına gönderilen isimler arasındaydı. 1928-1930 yılları arasında yabancı dil eğitimini Almanya’daki bir dil fakültesinde aldı. Burada Ivan Turgenyev, Edgar Allan Poe, Thomas Mann gibi yazarların eserleriyle tanıştı. Sabahattin Ali’nin bu yazarlardan etkilendiği görülmektedir.
Tumblr media
Türk Ulusu’na hakaret eden koyu milliyetçi bir Alman gencini tartakladığı gerekçesiyle Almanya’daki eğitimi sonlandırıldı ve Türkiye’ye gönderildi. Bazı kaynaklar, Ali’nin Türkiye’ye dönüşünün sebeplerini başka nedenlere bağlamaktadır.
Türkiye’ye döndükten sonra önce Bursa’da öğretmenlik yaptı; ardından Aydın’da bulunan bir okulda Almanca öğretmeni olarak çalıştı. Ali, Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle ve çeşitli politik suçlamalar nedeniyle tutuklandı ve Sabahattin Ali’nin yaşam öyküsündeki yeri iyi bilinen Sinop Cezaevi’ne gönderildi. Suçlamaların yersiz olduğunu kanıtlarcasına Atatürk’e ithaf ettiği Benim Aşkım adlı şiirini ve başka bir amaçla da Esirler adlı tiyatro oyununu yazdı. Ayrıca ülkemizde çok sevilen şarkı “Aldırma Gönül”ü de Sinop Cezaevi’nde geçirdiği günlerde yazdı.
Tumblr media
Eşi Aliye Hanım’la 1935 yılında evlendi. Bu evlilikten Filiz Ali adında bir çocukları oldu. Filiz Ali 5 yaşındayken yazdığı, en iyi bilinen Sabahattin Ali kitaplarından olan Kuyucaklı Yusuf romanı büyük tartışmalara yol açtı. Hatta Hüseyin Nihal Atsız, bu romana karşılık olarak İçimizdeki Şeytanlar adında bir eser yazmıştı.
Sabahattin Ali, birçok kez askere alınmıştı. Askere alınma sebeplerinden biri II. Dünya Savaşı seferberliğiydi ve ülkemizde hâlen çok satan Kürk Mantolu Madonna adlı meşhur eserini bu yıllarda askerdeyken yazdı.
Tumblr media
İlerleyen yıllarda İstanbul’a gelen yazar, arkadaşı önemli güldürü yazarımız Aziz Nesin’le beraber Marko Paşa adındaki mizah dergisini çıkardı. Dergi zamanla siyasî hicivci bir hal alınca Sabahattin Ali’nin hakkında bir takım davalar açıldı ve yeniden tutuklandı.
Sabahattin Ali, son yıllarında ekonomik bunalım yaşıyordu ve tanıdıklarının yardımıyla bir kamyon edinerek nakliyecilik yapmaya başladı. Ayrıca o dönemde Türkiye’den ayrılmak istiyordu ve yakınlarına Avrupa’ya gitmek istediğinden bahsediyordu. Pasaport sahibi olamayan Sabahattin Ali, yasa dışı yollarla ülkeden kaçmaya çalıştı; fakat sebebi hâlen netlik kazanmayan bir nedenden ötürü 2 Nisan 1948 yılında hayatını kaybetti ya da öldürüldü(Kırklareli’de).
Tumblr media
Sabahattin Ali kitapları ve şiirleri son yıllarda ülkemizde büyük ilgi görmektedir. Yıllardır düşmediği çok satanlar listelerinde yerini koruyan en sevilen eseri Kürk Mantolu Madonna’nın yanına diğer kitapları Kuyucaklı Yusuf ve İçimizdeki Şeytan eklenmiştir.
Tumblr media
Birçok dile çevrilen Kürk Mantolu Madonna, 2016 yılında İngilizceye çevrilerek bir dünya klasiği olma yolunda büyük bir adım atmıştır ve yediden yetmişe herkesin severek okuduğu bir kitap olarak başka kitaplarda ve filmlerde de adından bahsettirmiştir.
Sabahattin Ali Kitapları
Romanlar:
Kuyucaklı Yusuf
İçimizdeki Şeytan
Kürk Mantolu Madonna
Tumblr media
Öyküler:
Değirmen
Kağnı
Ses
Yeni Dünya
Sırça Köşk
Tumblr media
Deneme:
Çakıcı’nın İlk Kurşunu
Şiirler:
Dağlar ve Rüzgâr
Kurbağanın Serenadı
Öteki Şiirler
Tumblr media
Oyunlar:
Esirler
Mektup:
Canım Aliye, Ruhum Filiz
Kaynak: https://www.dr.com.tr/Yazar/sabahattin-ali/s=253771
https://youtu.be/9R4wlDAIpRw
youtube
8 notes · View notes
hetesiya · 11 months
Text
Zapatizm’in Poetiği ve Estetiği: Marcos’un Vedası
Alessandro Zagato, Çeviri: Derya Yılmaz
Tumblr media
"Granjas integrales zapatistas", Beatriz Aurora, 1997.
EZLN 1983’te yeraltında, 6 kişilik bir grup olarak kuruldu: Meksika’nın farklı yerlerinden Lacandon Ormanı’na giden, üçü melez üçü yerli, beş erkek ve bir kadından oluşuyordu. Önce, bölgedeki yerli halkı bir gerilla ordusunda örgütleme amacıyla askerî bir kamp kurdular, bu gerilla ordusu ilerleyen yıllarda düzenli orduyu yenerek Meksika’da devrim yapabilirdi. Başta 1960’larla 1970’lerin Latin Amerika devrimci hareketlerinin tipik ideolojisinin etkisinin altında olan grup, Marksist-Leninist bir sosyalizm inşası anlayışına bağlıydı.
İlk ağızdan aktarılanlara göre,[1] daha bu ilk aşamalarda ve yeraltında yaşamanın getirdiği zorluklara rağmen, EZLN’de çok güçlü bir sanatsal ifade eğilimi vardı. “Her Pazartesi günü kültürel etkinlikler düzenliyorduk: ‘kültür birimi’ dediğimiz bir grupla toplanıyor, şiirler, şarkılar okuyor, tiyatro oyunları canlandırıyorduk”. Askerî eğitim rutini çerçevesinde fiziksel antrenman yapılıyor, Kuzey Amerika ile Meksika ordularının strateji kitapları okunup tartışılıyordu; ama Cervantes, Juan Gelman, Shakespeare, Miguel Hernandez, Brecht gibi yazarların eserleri de hep birlikte okunuyordu. EZLN’nin resmî bildirilerinin kendine özgü üslubunda bunların büyük etkisi görülecekti.
Ancak, Zapatizm’in politik/estetik benzersizliğini belirleyen tek etken, küçük bir grup devrimcinin eğilimleri değildi; Chiapas’ın o bölgesinde yaşayan Maya yerlilerinin kozmolojisiyle ve kadim formlarıyla yaşadıkları karşılaşmaydı. Bu karşılaşma, kelimenin gerçek anlamıyla bir olay, “süblim bir hadise”ydi,[2] başlangıçtaki planı altüst edip beklenmedik olanakların önünü açan, böylece yeni bir öznelliğin biçimlenmesini sağlayan güçlü bir sarsıntıydı. “O aşamada,” diye anlatıyor Marcos, “EZLN, oraya gittiğimizde tasavvur ettiğimiz şey olmaktan çıktı. Yerli topluluklar bizi yenmişti, ve bu yenilginin sonucunda EZLN katlanarak büyümeye, bambaşka bir şeye dönüşmeye başladı”. Başka bir metinde[3] Marcos daha da kesin ifadeler kullanıyordu: “Gerçek anlamda bir yeniden eğitim, yeniden biçimlenme sürecinin sancısını çektik. Yerliler bizi adeta silahsız bırakmıştı. Sanki bizi oluşturan, parçamız olan, sahip olduğumuzun farkında bile olmadığımız her şeyi –Marksizm, Leninizm, sosyalizm, kent kültürü, şiir, edebiyat– sökmüşlerdi. Bizi önce silahsız bırakmış, sonra yeniden, ama bambaşka bir tarzda, silahlandırmışlardı.”
Gerillalar, yerli topluluklarla politik bir diyalog kurabilmek için öznel yatkınlıklarını büyük ölçüde yeniden oluşturmak zorunda kaldılar. Değişimin aktörü olarak tanımlanan belli bir grup insanda “bilinç” yaratıp politik değişim yolunun gösterildiği endoktrinasyon ve üye devşirme gibi alışıldık stratejileri bir yana bırakmaları gerekti. EZLN’nin yerli topluluklarla karşılaşması, bu stratejilerin tam tersiydi; iki tarafı da karşılıklılık ve alışveriş yolları keşfetmeye sevk eden sürtüşmelerle biçimlenmişti. “Politik tasavvurumuzun, yerli topluluklarınkiyle çatıştığını ve bu doğrultuda değiştiğini seziyorduk. Bu durum, EZLN’nin, bir gerilla birimi olarak son derece yoğun olan kültürel hayatı üzerinde de etkili oldu.”[4]
Bu karşılıklı dönüşüm sürecinin, hem dilin kullanımı hem de tercüme eylemi üzerinde bazı etkileri olduğunu da kaydetmek gerekiyor. Yerli dilleri, çok canlı bir sözlü geleneğe dayanır ve gerçekliği son derece şiirsel unsurlarla betimler. Bu, yerlilerin İspanyolca’yı temellük etme biçimlerine de yansımıştır: Bu dil, kinayeli imgeler ve metaforlarla doludur. Yerli kozmolojilerini tercüme etmek söz konusu olduğunda, kelimeler yetersiz kalır. Örneğin, 1910’da Meksika Devrimi’nin kıvılcımını çakan ve EZLN’nin de sahiplendiği “Toprak ve Özgürlük” çağrısının, Nahuatl dilinde çok daha geniş bir manası vardır: Toprak (tlali) kavramı aynı zamanda doğa, yeryüzü ve komünal yaşam fikirlerini de içerir. ¡Tierra y Libertad! sloganının, toprağı bir üretim aracından ibaret görmeyen Meksika yerli halkları arasında bu kadar büyük yankı uyandırmasının nedeni de budur.
Bu dil aynı zamanda, İspanyol sömürgeciliğine direnişi de bünyesine katan son derecede zengin bir görsel dili içerir. Örneğin, “İspanyol conquistador’lar, isyancıları hemen seçebilmek için Chiapas ve Guatemala halklarını köylerinin işareti olan ayırt edici giysiler giymeye zorladıklarında, yerli kadınlar buna direnmek için olağanüstü güzellikte huipil’ler işlemişlerdir”.[5]
Zapatist görsel dili, Maya geleneğine ait unsurlarla ve bu geleneğin devrimci projeyle karşılaşmasından doğan sembollerle doludur. Örneğin kar maskesi, hızla bir kimlik ve birlik sembolü haline gelmiştir. Maske, hem kadim direnişi hem de ölümün varlığını canlandırır: Zapatistlerin sık sık tekrarladıkları gibi, “yaşamak için ölmemiz gerektiği” gerçeğini ifade eder. Maske aynı zamanda, Jacques Rancière’in “duyulurun paylaşımı” dediği şeyin altüst edilmesini de içerir: belirli bir toplumsal-tarihsel durumda algının, düşüncenin ve eylemin koşullarını belirleyen rejim. Zapatistler, adlandırılmak ve tanınmak için yüzlerini kapatır, gizlenmek içinse maskelerini çıkarırlar.
Maya kozmolojisiyle yaşanan karşılaşma, müralizm gibi daha geleneksel sanatsal ifade biçimlerinde, anonim Zapatist köylü sanatçılarının resimlerinde, Beatriz Aurora’nın eserlerinde de görülür. Beatriz Aurora, 1990’ların ortalarından beri Zapatistlerle çok yakın ilişki içinde olan bir sanatçı. Resimleri, Zapatizm’in görsel estetiğini keşfetme çabaları olarak görülebilir. Bunlar aynı zamanda dışardaki insanları Zapatistlerin politikası, talepleri ve tarihleriyle buluşturan birer geçit işlevi görüyor.
Geçen yıl Aurora’yla yaptığım bir söyleşide, eserlerindeki hangi unsurların Zapatistlerin hayal ettiği “başka dünya”yla ilişkili olduğunu sordum. Cevabı şöyleydi: “Bütün motifler. Mesela, kullandığım renkler her an her yerde mevcut – en başta da kadim formlara dayanarak kendi tasarladıkları kıyafetlerde. Zapatist toplulukları, muazzam çeşitlilikte canlı unsurun birlikte var olduğu mekânlar: her yaştan Zapatist, yeni hasat edilmiş mısırlar, gitar çalan gençler, güneşte kuruyan kakao ve kahve. Her şey, gür bir bitki örtüsünün içine gömülmüş. Her türden evcil hayvan etrafta geziniyor. Bütün bu unsurlar, bir yaşam-orkestrası gibi, armonik bir hareket ve seda yaratıyor.”[6]
Başka bir yerde de vurguladığım gibi,[7] Beatriz Aurora’nın resimlerinin birçoğunun baskın özelliği, perpektifin yokluğu (veya tam gelişmemiş halde bulunması). Bu özellik, ressamın, kompozisyondaki her öğeye eşit konum kazandırma amacını yansıtıyor. Aurora’nın kendine özgü renk kullanımı ve temel formlardan yararlanması, eserlerine naif bir hava vererek, çocukluğa dönme çağrısını, dünya karşısında ve barındırdığı imkânlar karşısında duyulan büyülenmeyi yansıtıyor.
“Yaşam orkestrası” deyişi Zapatistlerin politik süreçlerini çok iyi tarif ediyor, çünkü şirketlerin sömürü ve yıkımlarının yol açtığı ölümün karşısına yaşamı çıkarıyor ve sıradan insanların gündelik hayatıyla organik bir bağı var. Güney Afrikalı bir gecekondu hareketi üyesinin ifadeleriyle, “bu, insanlara yakın ve onlar için gerçek olanın politikası”,[8] ideolojiye karşı olmasa da, önceden var olan bir teoriden yola çıkmıyor, veya işe ayrı bir alandan başlamıyor, somut bir duruma içkin bir bakış açısıyla insanların ne dediğinden ve ne yaptığından hareket ediyor.
Bu yaklaşım, yenilikçi eşitlik ve toplumsal adalet anlayışlarıyla deney yapan benzersiz bir politika türünün gelişmesini sağladı; son derece yerelleşmiş bir ölçekte olmakla birlikte, 20. yüzyıldaki girişimlerin başarısızlıklarını aşan bir politika bu. 1990’ların ortalarından beri bu deneyler, hareketin başta önüne koyduğu zafer ve devlet iktidarını ele geçirme hedeflerinin yerini alarak, Zapatist toplumunu biçimlendiren eşitlikçi formlarda belirginleşti: bağımsız Juntas de Buen Gobierno (iyi hükümet kurulları), sağlık hizmeti sistemi (özerk olarak yönetilen klinik ve hastaneler), eğitim sistemi ve kolektif biçimde örgütlenmiş üretim sistemi.
Tumblr media
Subcomandante Marcos, La Realidad’da, 2014
22-25 Mayıs 2014 tarihleri arasında, Zapatist hareketin beş politik merkezinden biri olan La Realidad’da, Galeano adıyla bilinen Zapatist eylemci José Luis Solís López’in anma törenlerine katıldım. Galeano, geniş çaplı bir kontrgerilla stratejisinin parçası olarak, federal hükümetin üyeleri tarafından yönetilip finanse edilen CIOAC-H adlı paramiliter örgüt  tarafından birkaç hafta önce öldürülmüştü. Burada bu olayın ayrıntılarına girmeyeceğim; anma törenleri sırasında, Subcomandante Marcos’un kamu önüne son kez çıktığı konuşmasına odaklanacağım. Bu önemli figürün veda sözlerini sarf ettiği bu bildiri, her zamanki gibi son derece derin, şiirsel, dolayısıyla farklı okumalara açıktı.
Malum, Marcos son yirmi yıldır EZLN’nin en çok göz önünde olan sözcüsüydü, öyle ki uluslararası çapta bir ikon haline gelmişti. Ayaklanmanın ilk günlerinde, EZLN’nin sözcülüğünü üstlendiği zamandan beri tanıyoruz onu, ve yıllar içinde bu sözcülük rolünü yorumlama biçiminde ciddi bir değişim olduğunu biliyoruz. Ayrıca kendisinin, ilk aşamalardan itibaren EZLN’nin askerî liderlerinden biri olduğunu da biliyoruz.
Marcos karakterinin biraz abartılı ve teatral olduğu, kamu önündeki görüntüsünün de bir hayli performatif olduğu hemen herkes tarafından kabul ediliyor. Örneğin Žižek,[9] Marcos’u “Subcomediante” diye adlandırarak, devrimci yaklaşımla bağdaştıramadığı bu tavrı eleştiriyordu. Fakat EZLN’nin birden, bir anma töreni sırasında, bu figürden kurtulmaya karar vermesi, büyük şaşkınlık yarattı. Her şeyden önce bu, “alışıldık” iktidar ve devrim mantığına aykırıydı. Devlet, bozguncu bir örgütü dağıtmak istediğinde, ilk hamlesi liderinden kurtulmak olmuyor muydu? Neden Zapatistler, kendilerine dünya çapında ün kazandıran, bu kadar ilgi çekmiş sembollerden birini ortadan kaldırma gereği duymuştu?
EZLN aylardır Marcos’un ağır hasta olduğu söylentilerini yayıyordu. Ana-akım medya, hastalığının niteliğini bile tartışmaya başlamıştı. Hatta bazıları, aslında EZLN’nin lider kadroları arasında anlaşmazlıklar olduğunu ima ediyordu. Marcos 24 Mayıs günü, La Realidad’da, Galeano anısına düzenlenen geçit töreninde bir atlı asker birliğine öncülük etti. Ama geceleyin, “bunlar, varlığım son bulmadan önce kamu önünde sarf ettiğim son sözler olacak” dediği bildirisini okumaya başladığında, seyirciler arasına endişeli bir sessizlik yayıldı.[10]
Marcos konuşmasına, EZLN’nin son yirmi yıldır geçirdiği değişim sürecindeki farklı boyutları ele alarak devam etti; ona göre bu değişimleri anlayabilenlerin sayısı çok azdı. Değişimin unsurlarından biri sınıftı: “aydınlanmış orta sınıftan, yerli köylüye geçiş”; bir diğeri ırktı: “melez liderliğinden, yerli liderliğine geçiş”. Ama değişimin bir unsuru da, düşünceydi: “devrimci öncülük anlayışından, itaat ederek yönetme anlayışına; yukardan iktidarı ele geçirme hedefinden, aşağıdan iktidar yaratma hedefine; uzmanlaşmış politikadan, gündelik politikaya; liderlerden halka; toplumsal cinsiyete dayalı marjinalleşmeden, kadınların katılımına; ötekini küçümsemeden, farklılığın kutsanmasına” geçilmişti.[11]
Bu analizin sonunda Marcos şunu soruyordu: Meksika’da entelektüeller, politikacılar ve eylemciler de dahil olmak üzere birçok insan, tarihi halkın yaptığını kabul etmekle birlikte, “uzmanların” bulunmadığı bir halk yönetimi karşısında neden bu kadar korkuya kapılıyordu? “Halk yönettiğinde, insanlar kendi atacakları adımlara kendileri karar verdiklerinde, [neden bu insanlar] bu kadar dehşete düşüyorlar”dı?[12]
Marcos, bu sorulara cevap bulmak için, 1 Ocak 1994’te EZLN’nin Chiapas’ın kentlerine indiği ve adımlarıyla dünyayı yerinden oynattığı isyana döndü. İlerleyen günlerde isyancılar ortada bir tuhaflık olduğunu fark etmeye başlamışlardı: “dışardaki insanlar bizi görmüyordu”.[13] Zapatistler, sivil toplumun, isyanlarının gerçek niteliğini anlayamadıklarını sezmişlerdi. “Yerlilere hep tepeden bakmaya alıştıklarından, bize bakmak için başlarını yukarı kaldırmadılar. Bizi hep aşağılanmış halde görmeye alıştıklarından, onurlu isyanımızı anlayamadılar. Bakışları sadece, kar maskesi giymiş vaziyette gördükleri, yani göremedikleri, bir meleze [Marcos’a] odaklandı.”[14]
Bu, Marcos’un açıkladığına göre, hareketin tarihi içinde “Marcos figürünün inşasının” başlangıcıydı. Bu inşanın gerekçeleri ortadaydı: ırkçılık, 500 yıllık sömürü ve aşağılanma, ayrıca politik öncülük anlayışı, insanları birkaç bin yerlinin nelere kadir olabileceğini görmekten alıkoymuştu. Bu insanlara, solun bazı kesimleri de dahildi, çünkü “sol, en çok da devrimci olma iddiasındaki sol da ırkçılıktan nasibini almıştır.”[15]
Hareket, bu görünürlük sorununa çare olarak, yerli isyanı ile toplum arasında –yani, birbiriyle bağdaşmayan iki kozmoloji arasında– sembolik bir dolayım aracı işlevi görecek estetik bir yaratıma başvurdu.
Marcos karakterini illa tanımlamam gerekiyorsa, hiç tereddütsüz, onun renkli bir oyun olduğunu söyleyebilirim. Daha iyi anlayasınız diye şöyle de diyebilirim: Marcos, Bağımsız-Olmayan-Medya’ydı.[16]
Bu ifadeler çok önemli, çünkü “Marcos’un inşası”ndaki estetik-politik anlama dair bir (öz)eleştiri içeriyor. Marcos, bir mecra olarak imajının bağımsız olmadığını söylemekle, bu imajın iktidar alanına ait olduğu, o alana sızmak için kurgulanmış olduğu gerçeğine göndermede bulunmuştu.
Guy Debord’un izinden giderek, Marcos imajının “gösteri nitelikli” olduğunu, çünkü imajların yapısal bir ayırma, dolayımlama ve etkisizleştirme işlevi gördüğü soyut bir üretim ve toplumsal ilişki rejiminin parçası olduğunu iddia edebiliriz. Debord Gösteri Toplumu kitabında imajların toplumsal ilişkileri düzenleme biçimi sonucunda bireylerin üretim, ihtiyaç, duygulanım, arzu vb. gibi alanlarda kendi varlık koşullarının gerçekliğinden koparıldığını öne sürer. İmajlar insanları, bir soyutlaşma sürecine iter; bu süreçler, Tiqqun’un “kamusallık” diye nitelediği gayri şahsi bir ortak duyu içerisinde gerçekleşir. Kamusallık yoluyla “liberal devlet, nüfusun temelindeki geçirimsizliğe şeffaflık verir” ve böylece onu daha etkili biçimde yönetir.[17]
Dediğim gibi, Marcos figürü, Zapatist isyanı ile toplum arasında köprü kurmak üzere kamusallık alanına yansıtılmıştı. Zapatistlerin politik süreçlerini, daha alışıldık ve kolaylıkla algılanan bir devrimci imgeleme uygun düşen bir estetik çerçeveye yerleştirme ihtiyacının sonucuydu: ırksal ve sınıfsal hiyerarşileri yeniden ürettiği için de (beyaz, eğitimli bir lider), cazip bulunan bir çerçeveydi bu. Fakat bu imaj, hareketin gerçeğinden koparılmış bir soyutlamanın ürünüydü. Marcos’un inşası, isyana bir ölçüde ihanet ediyordu, çünkü onun hem niteliği hem de kompozisyonu konusunda yalan söylüyordu. Yıllar geçtikçe Marcos figürü, kamusallık alanında neredeyse kendi başına bir varlık kazandı, medya tarafından temellük edildi ve gösteri niteliğine büründürüldü, bunun sonucunda da kısmen depolitize oldu.
1851 tarihli bir metinde Fransız bir işçi, büyük sanatçıların (ve sosyalist propagandanın) işçi figürünü temsil ettikleri kalıplaşmış tasvirleri eleştirir: “Döküm işçilerinin sert duruşu, hayranlık verici bazı çalışmalara konu olmuştur. Flaman ve Hollanda okulları, bu duruşun bir  Rembrandt veya bir Van Ostade’nin elinde nasıl iyi sonuçlar yaratabileceğini gösterdi. Ama bizler, bu hayranlık verici eserlere model olan işçilerin, çok genç bir yaşta görme yetilerini kaybettikleri gerçeğini aklımızdan çıkaramıyoruz, ve bu gerçek, o büyük ustaların eserlerine bakmaktan aldığımız zevkin kaçmasına sebep oluyor”.[18] Yani, döküm işçisinin estetik soyutlaması, fabrika koşullarındaki sefaletin üzerini örter. Öte yandan, Rancière şöyle der: “Ressamların, işçilerin yüzlerinde tasvir ettiği heybetli, erkeksi şiirsellik, işçilerin sefaletini örten bir maske değildir basitçe. Bir hayalden vazgeçmenin karşılığında ödenen bedeldir: imajlar dünyasında başka bir yere sahip olma hayalidir bu”.[19] Propaganda veya “kamusallık” adına üretilen imaj, temsil edilen özne (işçi, veya devrimci yerli köylü) üzerinde gizemleştirici ve baskıcı bir etki yaratır, çünkü onu belli bir duruma, veya imajlar dünyasında belirli bir yere tayin ederek, özgür olmasını engeller. “İşçiyi ona ayrılmış yerde tutmak için”, der Rancière, “gerçek hayattaki hiyerarşinin, imgelemsel bir hiyerarşideki kopyasının da olması gerekir […]”.[20]
Bu işçi temsilleri gibi, “Devrimci Marcos” figürü de Zapatist hareketin gerçekliğini (ırk, sınıf ve yapı bakımından) gizemleştirir, ama aynı zamanda Zapatist isyancılara imajlar dünyasında belirli bir yer tayin eder. Marcos’un vedası, bu dinamiği altüst etme hamlesi olarak görülebilir. Uruguaylı sosyolog Raùl Zibechi, bu etkileyici hamleyle birlikte “Zapatistlerin çıtayı muazzam yükseltiğini, bugüne dek hiçbir politik gücün erişemediği bir yere çıktıklarını” öne sürüyor.[21] Gerçekten de Zapatizm’in politik meydan okuması, Marcos’un estetik olarak temsil ettiği askerî liderlik düzeyinde değil, özerkliğin inşasında hayata geçiyor: iktidarın tabandan yaratılmasında, herkes için ve herkesle bağı olan gündelik politikada.
Kaynak: Alessandro Zagato’nun Poetics and Aesthetics in Zapatismo: The Farewell of Subcomandante Marcos başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.
[1] Subcomandante Marcos, “Subcomandante Marcos escritor. Entrevista por Juan Gelman.” Desinformèmonos, 15 Ocak 1994 http://desinformemonos.org/2014/01/subcomandantes-marcos-escritor-por-juan-gelman/
[2] Deleuze, Difference and Repetition (New York: Columbia University Press, 1994).
[3] Yvon Le Bot, El sueño zapatista. Entrevistas con el Subcomandante Marcos, el mayor Moisés y el comandante Tacho, del Ejercito Zapatista de Liberación Nacional (México: Plaza & Janés, 1997) s. 123.
[4] Subcomandante Marcos, “Subcomandante Marcos escritor. Entrevista por Juan Gelman.” Desinformèmonos, 15 Ocak 1994 http://desinformemonos.org/2014/01/subcomandantes-marcos-escritor-por-juan-gelman/
[5] Kadın giysileri. Jeff Conant, A Poetics of Resistance: The Revolutionary Public Relations of the Zapatista Insurgency, 2010.
[6] GIAP, “Entrevista a Beatriz Aurora”, Rufiàn Revista, 17, 2014 s. 67.
[7] Natalia Arcos ve Alessandro Zagato, “Diálogo n°1: Notas sobre estética y política en el movimiento zapatista” Rufiàn Revista, 17, s. 21
[8]  S’bu Zikide, “The high cost of the right to the city”. Abahlali Official Website, 25 Mayıs 2009 http://www.abahlali.org/taxonomy/term/1093
[9] Slavoj Žižek, “Resistance Is Surrender”, London Review of Books, 29, 22: 7. Resistance is Surrender
[10]  EZLN, “Entre la Luz y La Sombra”, Enlace Zapatista, 25 Mayıs 2014 http://enlacezapatista.ezln.org.mx/2014/05/25/entre-la-luz-y-la-sombra/ İngilizce çevirisi için bkz. Between Light and Shadow
[11] A.g.e.
[12] A.g.e.
[13] A.g.e.
[14] A.g.e.
[15] A.g.e.
[16] A.g.e.
[17] Tiqqun, Introduction to Civil War (Los Angeles: Semiotexte, 2010).
[18] Jacques Rancière, The Nights of Labour: The Workers’ Dream in Nineteenth Century France (Philadelphia: Temple University Press, 1989) s. 5 .
[19] A.g.e.
[20] A.g.e.
[21] Raùl Zibechi, “The Death Of SupMarcos. A Blow to Revolutionary Pride”, Dorset Chiapas Solidarity, 20 Haziran 2014 https://dorsetchiapassolidarity.wordpress.com/2014/06/20/the-death-of-supmarcos-a-blow-to-revolutionary-pride/
4 notes · View notes
gundemarsivi · 5 months
Text
Tumblr media
Vahap Taş’ın Toplumsal Yaralar Adlı Şiir Kitabını Okurken
✍🏻 Hayrettin Geçkin
https://www.gundemarsivi.com/vahap-tasin-toplumsal-yaralar-adli-siir-kitabini-okurken/?amp=1
Şiir kitaplarını okurken bir şey daha yaparım: Şiir üzerine yazılmış üç beş kitap indiririm kitaplığımdan. Şiir kitabından birkaç şiir okur sonra da raftan indirdiğim kitaplardan altını çizdiğim bölümleri okurum bir kez daha. İlle de öyle ya da böyle bir değerlendirmeye girmem gerekmiyor okuduğum şiirler hakkında. Sevdiğim dizeler mutlaka vardır çünkü kitapta. Altını çizmeden de edemem zaten. Kitap hakkında bir yazı yazacaksam o dizeleri de katarım yazıma. Görüntüye gelsin isterim şairin yüreği az da olsa. Okumalara ara verdiğim sırada ise şiir üzerine düşündüklerimi gözden geçiririm.
Öyle yaptım Vahap Taş’ın şiir kitabını okurken de.
Toplumsal Yaralar adı, bir şiir kitabı adından çok, bir araştırma ve inceleme kitabı adını çağrıştırdı bende. Ama şairi tanıyorum; toplumun acılarını basmış bağrına. Çabası onlardan sevinçli bir şarkı yaratmak. Ve yaşanası bir dünya özlemine renk düşürmek. Bizleri de ortak etmek böylesi bir özleme.
“tedavülden kaldırsak kötülüğü” (S:13)
Kemal Özer: “Dünyayı yaşamı sürekli bir kavga olarak niteliyorsam, şiiri de artık bu kavganın bilincini vermekle yükümlü sayabilirim. Örneğin şöyle diyebilirdim: içinde bulunduğumuz durumun, yaşadığımız olayların, düşlediğimiz geleceğin ne olduğunu, nasıl olacağını sezdirmeli, giderek kavratmalı şiir. Bu yüzden güncel olanı yakından izlemeli. Somutlamalı güncel olanı. İnancı, umudu, aydınlığı, yarını, arkadaşlığı, cesareti soyut kavramlardan çıkarıp somut karşılıklarına ulaştırmalı. Şiir kavganın bir parçasıdır. Şiir kavganın yüreğinde yer alır, yüreğidir. Çünkü insanın yüreğidir.”
“cennet de biziz, cehennem de biz” (S:24)
Katılıyorum Kemal Özer’in bu söylediklerine. Ama bunlara katılmak şiirin, bir üst dil işi olduğunu da bilmeyi gerektiriyor. Gündelik dilin uzağında bir dil, bir öte dil olduğunu… Başka türlü söylenecek olursa, bir gerçekliği doğrudan anlatmayan imgelerin, çağrışımların dilini…
“gençliğim olmadı ki benim
bir evreydi hiç yaşamadığım gelip geçen” (S:38)
Bıktım şairlerin kendilerini anlatmasından diyen kimdi? Ama şiir dili, aynı zamanda “ben” üstünden ilerleyen bir dil. Bence şairler bu yaklaşım üstünden eleştirilmemeli. Şiir “ben” üstünden kurulmaya yazgılı biraz da çünkü.
“sol elimde iki kitap
biri şiir
biri hayat” (S:47)
Okuduğum şiir kitapları bana dil tadı versin istiyorum daha çok. Beni bilinenlerin, söylenenlerin ötesine götürsün, sonsuzla aramdaki mesafeyi kaldırsın istiyorum en çok da.
“putlara baş kaldırdım
bütün tanrılara
ilahlara
ve de insanlıktan yoksun devletlere (S:58)
Sözcükler büyülüdür. Ama her şiir bu büyüyü ortaya çıkaracak yetkinlikte olmuyor doğal olarak. O yüzden kim ne yazarsa yazsın öncelikle denemedir. Bu büyüyü yaratan metinler ancak şiir olabilmekte. Büyülenip büyülenmemek kişiden kişiye göre değişir. Okurluk da yetkin olmayı gerektirir çünkü.
“karlı bir İstanbul akşamı gibidir ruh halim” ( S:76)
Bir şiir bende, şairinin çok şiir okuduğu duygusu da yaratmalıdır. Çok şiir okuyan şair düşsel, düşünsel, tarihsel, psikolojik, sosyolojik ve politik bakımdan okumalardan geliyordur çünkü. Belli bir altyapı edinmiştir kendine. Aşk bilgisi, doğa bilgisi, insan bilgisi onda gelecek bilgisi olarak somutlanmaya başlamıştır bir yandan da. Onu az çok bilge kılmıştır.
“çocuk yaşta evlendirilen gelin
geliştirilmemiş ülkede çocuk asker” (S: 73)
Bir gerçeklik de şudur: Şairler eksiklikleri üstünden konuşan kişilerdir, “ben” üstünden konuştukları kadar. Tamamlandıkça yarım kalırlar. Onları bilge kılan bu tamamlanamama halidir. Ki bu durum şairlerin havzasıdır da aynı zamanda. Dünya tamamlanamamıştır, bir taslaktır her şeyden önce. Şairler dünya ile bu özellik yüzünden benzeşirler. Uyum ve aykırılıkları diyalektik bir bağa dönüşür bu yüzden.
“siyahım
kırmızı
sarı
beyazım ben
ya da bunlardan herhangi birinin tonuyum
ne farkeder ki” ( S:121)
Vahap Taş Toplumsal Yaralar adlı ilk şiir kitabıyla çıktığı şiir yolculuğunda bu söylediklerimi içselleştirecek bir arkadaş. Çünkü çok okuyan, düşünen, kendini yenileyen ve de eleştiriye açık bir arkadaş. Diğer yandan dünyada olup bitenler karşısında yalnızca kendisini algılama kolaylığına düşmeyen bir kişilik. İnsandan, gelecekten yana duyarlı yürek. Kitabından alıntıladığım dizeler bu değerlendirmemi güçlendirmek için.
Vahap Taş biliyor ki yazmak eylemi yazdıkça gelişecek bir edim. Kendisi de bunu yapıyor zaten. Yolculuğu kolay gelsin.
(Toplumsal Yaralar, Vahap Taş, Şiir, Artshop Yayıncılık 2023, 134 sayfa)
Hayrettin Geçkin
0 notes
afetgonullusu · 6 months
Text
Arama Kurtarmacı En Duygusal İnsandır Bizden Şiirler (Işıl Tüfekçiler) Redak
youtube
Şiir, dilin estetik ve duygusal kullanımıyla, ses, ritim ve anlamın bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş özgün bir edebi türdür. Şiir, birçok farklı duyguyu, düşünceyi ve deneyimi ifade etmek için kullanılır. İşte şiirin bize neler anlatılabileceğine dair bazı noktalar:
Duyguları İfade Eder :
Sevinç, hüzün, aşk, kaygı gibi çeşitli anıları ifade eder. Şiir, bu anıları okuyuculara aktarabilir. Doğayı ve Çevreyi Betimler :
Doğa, manzara ve unsurların güzelliklerini ve geliştiri yansıtılabilir. Düşünceleri Yansıtır :
Felsefi, sosyal, politik veya kişisel olarak tanımlanabilir. Şair, kendi bakış açısını okuyuculara sunuyor. Hayal Gücünü Teşvik Eder :
Metaforlar, simgeler ve diğer edebi tekniklerle okuyucunun hayal gücünü harekete geçirir. Hikayeler Anlatır :
Kısa bir hikaye, bir anı veya bir hayal gücü ürünü olarak çeşitli hikayeler anlatılabilir. Tarihi ve Kültürel Unsurları Yansıtır :
Tarihsel olaylar, kültürel değerler, mitler ve gelenekler hakkında bilgi verir. Sesin Ritmi ve Akışını Kullanır :
Şiir, sesin ritmi, tekrarı ve koleksiyonuyla bir tablo ses tabloları. Dilin Estetik Kullanımını Gösteren :
Dilin sesi, ritmi, kafiyesi ve yapısıyla estetik bir deneyim sunuyor. İroni ve Mizahı Kullanır :
Şair, ironi, mizah veya absürdite kullanarak okuyucunun düşünmesini sağlar. Düşündürür ve Derinlik Katar :
Şiirler genellikle derinlikli anlamlar içerir ve okuyucunun düşünmesini ve içsel bir depolanmayı sağlar. Bireysel ve Evrensel Temaları İşler :
Hem bireysel deneyimler hem de evrensel insani olayların işlenebilirliği. Sevgi, kayıp, ölüm gibi. Sanatsal ve Yaratıcı Bir İfade Biçimidir :
Şiir, sanat ve yaratıcılığın bir ifadesi olarak değerlidir ve farklı tarzlar ve formlarla ortaya çıkar. Sonuç olarak, şiir, insan deneyimi, farklılaşmak ve bilimsel bir şekilde ifade etmek için kullanılan güçlü bir edebi formüldür. Okuyuculara farklı bir bakış açısı sunar ve dilin güzelliğini kullanarak iletişimi kurar.
Sende #Afet #Gönüllüsü Ol …!
Whatsapp Bilgi
redak
Afetlerle bu denli yakın yaşarken; ekip arkadaşlarınla , omuz omuza tüm canlılara yardıma hazır mısın ?
Sen de afet gönüllüsü ol! Büyüsün yardım halkamız.
0 notes
eserozetlerim · 1 year
Text
Ataol Behramoğlu Şiirleri
New Post has been published on https://eserozetleri.com/ataol-behramoglu-siirleri/
Ataol Behramoğlu Şiirleri
Ataol Behramoğlu Şiirleri, Türk edebiyatının önde gelen şairlerinden biridir. 1937 yılında doğan Behramoğlu, şiirlerinde toplumsal ve insani konulara yoğunlaşmıştır. Edebiyatımızda önemli bir yeri olan şair, çok sayıda şiir kitabı yayınlamıştır. Bu yazıda, Ataol Behramoğlu Şiirleri hakkında bilgi verilecek ve kısaca değerlendirilecektir.
youtube
Ataol Behramoğlu Şiirleri
Ataol Behramoğlu Şiirleri, Türk Edebiyatındaki eşsiz eserler arasında yer almaktadır.
“Karanfil Sokağı” (1962)
Ataol Behramoğlu’nun ilk şiir kitabı olan “Karanfil Sokağı”, 1962 yılında yayınlanmıştır. Şairin bu ilk kitabında, toplumsal konuları işlediği şiirler yer almaktadır. Kitap, Türk edebiyatının toplumsal gerçekçilik akımının önemli örneklerinden biri olarak kabul edilir.
“Kan Ve Gül” (1968)
Behramoğlu’nun “Kan Ve Gül” adlı ikinci şiir kitabı, 1968 yılında yayınlanmıştır. Şair, bu kitapta da toplumsal ve politik konulara odaklanmıştır. Kitap, zamanının siyasi ortamına eleştiriler getirdiği için dönemin iktidarları tarafından sansürlenmiştir.
“Üçüncü Şahıs” (1973)
“Üçüncü Şahıs” adlı şiir kitabı, 1973 yılında yayınlanmıştır. Behramoğlu, bu kitapta, toplumsal konulara biraz daha öznel bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Şair, aynı zamanda doğa, insan ilişkileri ve aşk gibi konuları da işlemiştir.
“İstasyon İnsanları” (1982)
Behramoğlu’nun “İstasyon İnsanları” adlı şiir kitabı, 1982 yılında yayınlanmıştır. Kitapta, şair toplumsal konuların yanı sıra, insanın iç dünyasını da işlemiştir. Şiirlerinde insanın yalnızlığı, karanlık ve umutsuzluk gibi konulara yer vermiştir.
“Yaşadığımız Dünya” (1996)
“Yaşadığımız Dünya” adlı şiir kitabı, 1996 yılında yayınlanmıştır. Behramoğlu, bu kitapta da toplumsal sorunları işlemiştir. Şair, insanın doğayla olan ilişkisine de dikkat çekmiştir. Kitap, Behramoğlu’nun en önemli şiir kitaplarından biridir.
Ataol Behramoğlu’nun şiirlerinde, insanın toplumsal ve insani sorunlarına odaklandığı görülür.
Ataol Behramoğlu Şiir
Şair, Türk edebiyatında toplumsal gerçekçilik akımının önemli temsilcilerindendir. Şiirlerinde genellikle günlük hayatın içindeki sıradan insanların yaşamlarını ve sorunlarını işler. Ayrıca doğa, aşk, yalnızlık gibi konulara da yer verir.
Behramoğlu’nun şiirlerinde sade bir dil kullanımı vardır. Şiirleri anlaşılır, akıcı ve etkilidir. Şiirlerinde sıklıkla tekrarlanan imgeler vardır. Örneğin, “gökyüzü”, “rüzgar”, “deniz”, “ağaçlar”, “yol”, “gece” gibi imgeler, şiirlerinde sıkça kullanılır.
Ataol Behramoğlu, Türk edebiyatında önemli bir yere sahiptir. Şiirleri, insanın iç dünyasına dokunan, toplumsal sorunları işleyen ve güçlü bir duygusal etki bırakan niteliktedir.
Ataol Behramoğlu’nun en önemli şiir kitapları arasında şunlar yer alır:
Karanfil Sokağı (1962)
Kan ve Gül (1968)
Üçüncü Şahıs (1973)
İstasyon İnsanları (1982)
Yaşadığımız Dünya (1996)
Kapı Açık (2004)
Ayrılık Sevdaya Dahil (2017)
Behramoğlu’nun her kitabında farklı bir konuya ve yaklaşım tarzına yer vermesi, şiirlerinin zenginliğini arttırmaktadır. Behramoğlu’nun şiirleri, Türk edebiyatının önemli yapıtları arasında yer almaktadır.
Ataol Behramoğlu Şiirleri
Ataol Behramoğlu Kimdir?
Ataol Behramoğlu’nun şiirleri sadece Türk edebiyatında değil, dünya edebiyatında da saygı görmektedir. Şiirleri, birçok dilde çevrilmiş ve yurt içi ve yurt dışında birçok ödül kazanmıştır. Behramoğlu’nun, Türk şiirinin geleneksel anlatım biçimlerinden farklı bir dille, toplumsal gerçekçiliğin çerçevesinde şiirler yazması, Türk şiirinin gelişimine önemli katkılarda bulunmuştur.
Ataol Behramoğlu, sadece şiirleriyle değil, aynı zamanda düşünsel yapısı ve toplumsal duruşuyla da edebiyat dünyasında saygı görmektedir. Şair, Türkiye’deki sosyal, siyasal ve kültürel hayatın sorunlarına dair görüşleri ve eleştirileriyle de tanınmaktadır.
Sonuç olarak, Ataol Behramoğlu, Türk edebiyatının önemli şairlerinden biridir. Şiirleri, toplumsal gerçekçiliğin çerçevesinde, sade bir dil ve güçlü imgelerle yazılmıştır. Şairin eserleri, sadece Türk edebiyatında değil, dünya edebiyatında da saygı görmektedir. Ataol Behramoğlu, Türk şiirine yaptığı katkılar ve toplumsal duruşuyla edebiyat dünyasında önemli bir yer edinmiştir.
0 notes
cninzihni · 2 years
Note
Yazılarımı okutma konusunda çok utangaç ve özgüvensizim maalesef.
Ülkenin haline girersek çıkamayız ama onu da bir gün konuşuruz masnsksndksn.
En son izlediğim film İhtiyarlara yer yok ( tam bir fiyaskoydu benim için ya da ben zevksizim dkdjdk)
En son izlediğim dizi love death and robot
En son okuduğum hâlâ da elimde olan kitaplar
Behçet Necatigil- Şiirler
Doğan Cüceloğlu- Var Mısın
Hüseyin Nihal Atsız- Deli Kurt
aynı anda 3 kitap okumam biraz saçma gelebilirim ama üçünün de türü farklı olduğu için seviyorum bu şekilde okumayı.
Aynı soruları ben sana sorayım o zamann seninkiler neler?
Önceliklee yazıların konusunda asla zorlama yapmak istemem ama günün birinde okutmak istersen keyifle okurum aklında bulunsuun. İhtiyarlara Yer Yok sinematografi açısından güçlü bir film ama izlerken ben de çok çabuk kayboluyorum ya, filmin mekaniğinde bir sorun var galiba jfdgjfdgfd En soon tekrar, tekrar, tekrar ve tekrar izlediğim V for Vendetta (aklıma gelmişken bir daha izleyeyim bugün fırsatım olursa jfgjf) Dizi olarak Ms. Marvel'e başladım dün, tatlı bir ilk bölümdü, genel olarak politik yapıda olsa da son dönemdeki tüm Disney yapımları gibi jdfgjdgfj Kitap olarak isee Nexus üçlemesinin ikinci kitabı olan Crux - Ramez Naam şu an elimdeki kitap. Aynı anda birden fazla kitap okumak normal ya bence. Arada kendim de yaptığım için normalleştirmeye çalışıyor da olabilirim tabi ki jfdskglfdkgjsfd
Love, Death and Robots'un 3. sezonu hakkında ne düşünüyorsun pekii?
0 notes
Photo
Tumblr media
Yaraları Aşktan Kadın:                                   Furuk Ferruhsad
Benim yaşamım, perdesi sonuna kadar çekilmiş bir pencereden ibaretti. Uzun bir caddeydi, her gün filesiyle bir kadının geçtiği. Karanlık bir ayetti benim yaşamım. Asılmış bir perdenin gökyüzünü benden çalması gibiydi. Ta ki O’nunla tanışana kadar. Şiirlerinde kendi yaşamımın perdelerini görene kadar. Furuğ Ferruhzad, sadece İran’da ve dünyada değil, benim yaşamımda da şiirleriyle devrim yapmış bir kadındı. Yaralarında kabuklaşmış yaşamımın devrimcisi.
Tumblr media
                                           “Ve aşktandır tüm yaralarım benim                                                     Aşktan, aşktan, aşktan.”
Furuğ’un Asırlık Acıları
Furuğ Ferruzhad, İran’da islami devrim öncesi yaşamış kadın şairlerden biriydi. Genç yaşta, trajik bir şekilde hayata veda eden Furuğ, kısa yaşamına binlerce yıllık öyküler sığdırabilmiştir. Furuğ yaşadığı dönemin birçok sorununa karşı ataerkinin içinde, baskılanan kadınların çığlığı olmayı başarmıştır. Rıza Berhani onun bu devrimini şu sözlerle açıklar; “İçerik açısından Ferruhzad, İran ve Dünya’daki ataerkilliğe karşıtlığın doğrudan anlatımıdır. İran’da tamamen biriciktir ve dünyada ise kadın biriciklerin arasındadır.”
Tumblr media
Haşim Hüsrevşahi, Furuğ’un yaşamındaki acılarını, yaralarını, Furuğ’un İran kadınları için ne anlama geldiğini, Furuğ şiirlerinin o büyülü dokusunu ise şu sözlerle açıklıyor; “Onun acısı İran kadınının asırlar boyu çektiği acının tümüdür. Onun acısı İran insanının acısıdır. Onun acısı everkil diktatörlüklere, umutsuzluklara, haksızlıklara karşı duyulan acıdır. Yaşanması gerekenlerin yaşanamamasının acısıdır. Onun acısı aşkın, insan aşkının acısıdır. Onun şiiri, tüm İran insanının acılarının çarmıhını sırtlamış, taşımıştır. Onun yaraları aşktandır, aşktandır, aşktandır. İşte tüm bu yeniliğin, yalnızlığın, acının ve toprağa dokunulmuşcasına soluklaşabilen yara bere içindeki divaneliğin oluşturduğu doku, Furuğ şiirine vurgun olmanın büyülü dokusudur.”
Tumblr media
Furuğ Ferruhzad’ın Hayatı
Furuğ Ferruhzad 5 Ocak 1935 tarihinde İran’ın başkenti Tahran’da dünyaya gelmiştir. Babası Albay Muhammed ve annesi Turan Veziri Tebar’ın yedi çocuğundan üçüncüsüydü. Furuğ’un yaşamının ve şiirlerinin yönü aslında o dönem İran’da yaşanan birkaç olayla birlikte şekillenmiştir. Bu olaylar onun alınyazı haline gelmiş, dolaylı – dolaysız yolunu, yaşamını çizmiştir.
Dönemin lideri Rıza Şah bu yıllarda birtakım İran’lı aydın ve yazarı tutuklatmıştır. Bunların birçoğu sol aydınlardır. Aynı yıllarda Rıza Şah İran kadınının, islam kurallarına göre gelenekleşen böşörtüsünü kaldırmalarını ve batılı modasına geçmelerini sağlayan, mecburi “Keşfi Hicap” yasasını yürürlüğe sokmuştur. Bu reform, islam devriminden sonra bid’at olarak kötülenmiş ve tepeden inme başka reformlara yerini bırakmıştır. Kadın özgürlüğü yine bu yıllarda sistematik bir şekilde, tepeden inme reformlarla engellenmiş, keyfi uygulamalarla İran kadını politik olarak şekillendirilmiştir.
O dönem edebiyat alanında da önemli olaylar olmuştur. Bu olaylardan en önemlisi, İran’lı yazar Sadık Hidayet’in “Kör Baykuş” romanını, Rıza Şah’ın sansür politikalarına takılmasından korkarak, Hindistan’a götürüp orada bastırmasıdır. 1940’ın Eylül ayından sonra ancak halkın eline geçen bu kitap, İran’ın ilk önemli romanıdır ve Farsça dilinde yazılmış romancılığın temelini atmıştır.
Tumblr media
Ordu Mensubu Bir Baba
Takip eden yıllarda Rıza Şah, kendi iktidarını sağlama almak ve rakiplerine karşı üstünlük kurmak adına düzenli bir orduya geçme ihtiyacı duymuştur. Furuğ’un babası Albay Muhammed Ferruhzad bu ordunun hizmetine girmiştir. Albay Muhammed ordudan aldığı gücü, o ataerkilliği, baskıcı egemen yapıyı ailesinde de fazlasıyla uygulamıştır. Furuğ’un ordu tesislerinde geçen çocukluğu, yaşam boyu Furuğ’un şiirlerine dokunmuştur.
               Ben öyle yaratıcı yığınlar arasında varlığa adım atmışım ki                                           ekmeği olmasa da                                         geniş bakış açısı var                                                  ve şimdi                             kuzeyden yemyeşil Tir Meydanı’na                       gündeyden arkaik İdam Meydanı’na varan                  ve kalabalık yerlerde Tophane Meydanı’na varan                                      coğrafi sınırlar içindedir                                             (ey şanlı vatan)
Furuğ’un ikisi kız olmak üzere altı kardeşi vardı. Aile hayatındaki en büyük eksikliği babasıydı. Karısı ve çocuklarına eşya muamelesi yapan ataerkil baba, kimseye özgürlük tanımıyordu. Furuğ’un şiirlerinde sık sık ailesine, özellikle babasına getirdiği eleştirileri görürüz.
Baba diyor ki: “benden geçti artık benden geçti artık ben yükümü taşıdım bana düşeni yaptım” ve odasında, sabahtan akşama ya şahname okuyor ya Nasih ül Tevarih. (bahçeye acıyorum)
Furuğ’un babasından görmediği, göremediği sevgiyi annesinden bekleriz elbet. Ancak bu da hiç öyle olmamıştır. Annede görülen din milliyetçiliği, sevgisinin, bağlılığının tamamen ibadete yöneldiğini Furuğ şiirlerinde belirtmiştir.
Annenin tüm yaşamı açık bir seccadedir cehennem korkusu eşiğinde serili anne her şeyin dibinde her zaman bir günahın izi peşindedir ve bahçeye bir bitkinin küfrü bulaşmıştır sanıyor. (bahçeye acıyorum)
Furuğ’un kardeşlerine karşı eleştiril bakışı ise çok daha güçlüdür. Kardeşlerine karşı her zaman alaycı bir bakışla yaklaşmıştır. Yaşamlarını, karakterlerini, şiirlerinde çizmiştir. Fakat kız kardeşine ayrı bir pencere açmış, ona karşı daha ayrıntılı, daha detaycı bir perde çekmiştir şiirlerinde. Perdelerinde onun çocukluğunu, masumluğunu ve sonrasında yozlaşmış yüzünü nakış gibi işlemiştir.
Tumblr media
Ve kız kardeşim ki çiçeklerin arkadaşıydı ve anne onu dövdüğünde yüreğinin sade sözcüklerini çiçeklerin sevecen ve suskun topluluğuna götürürdü
Onun evi kentin öte ucundadır ve yapay evinde o yapay kırmızı balıklarıyla ve yapay eşinin aşkının sığınağında ve yapay elma ağaçları gölgesinde yapay şarkılar söylüyor ve doğal çocuklar yapıyor (bahçeye acıyorum)
Furuğ, ilkokul bittiğinde babasının da ilgisiyle şiire yönelmiştir. Belki de babasıyla olan ilişkisinin yarattığı enkazdan çıkarılan tek şey şiir olabilir. İlkokul çağından sonra, babasının da tutkusuyla şiirlerle tanışan Furuğ, önce okumalar yapmış, sonra da şiirler yazmaya başlamıştır. Liseye yeni başladığı dönemde ilk dizelerini yazmıştır. Genel olarak yazma yeteneğini keşfeden Furuğ, sadece şiir değil aynı zamanda kompozisyonlar yazmaya da bu dönem başlamıştır.
Tumblr media
Karanlık Bir Ayet: Perviz Şapur
Furuğ’un yaşamında kendisinden yaşça büyük erkeklerin rolü büyüktür. Babası Albay Muhammed’den sonraki ilk karanlığı Perviz Şapur olmuştur. Perviz Şapur, İran’da hiyeroglif resimlei, mizah şiirleri ve şiirsel kısaltılmış özdeyişleri ile tanınan biridir.
Furuğ, aynı zamanda akrabası olan Şapur ile henüz 17 yaşındayken 1951 yılında evlenmiştir. Aralarında neredeyse iki katı yaş farkı vardır. Eğitimine ise evliliği sonrası eşinin yanında Ahvaz’da devam etmiştir. Furuğ ilk kitabı olan “Tutsak”ı da evliliğin 1. yılı olan 1952’de çıkarmıştır. Bundan 1 yıl sonra ise oğlu Kamiyar doğmuştur. Evliliğinde sorunlu dönemler geçiren Furuğ daha fazla dayanamaz ve çift 1954 yılında boşanırlar.
Tumblr media
Bu boşanma aynı zamanda Furuğ’a çocuğuna hasret bir ömür getirir. İran’daki şeriat kanunlarına göre evlat her zaman babaya aittir. Perviz Şapur bu kanunun sunduğu fırsatı kullanmış ve çocuğun velayetini alarak bir daha Furuğ’a, oğlu Kamiyar’ın yüzünü göstermemiştir. Ferruhzad boşandıktan sonra Tahran’a dönerek şiirlerine devam etmeye ve kitaplarını yayınlatmaya başlar. Her ne kadar ailesi Furuğ’un, Şapur’un yakınında kalması gerektiğini savunsa da Furuğ kendi yolculuğuna çıkmaya kararlıdır. “Esir” adlı ikinci kitabını da bu yıllarda çıkarır.
Tumblr media
Furuğ’un kendi hikayesini yarattığı o özgürlük yolu, birçok erkek şairin bile değinemeyeceği konuları içinde barındırır. Şiirlerinde yoksunluk ve mahrumiyetten cinsel boyutlarda söz etmiştir.
Kaçıyorum bu insanlardan görünüşte benimle olan fakat içlerinde hakaretten eteğime bin bir yama yamayan (ürkmüş)
Benim sevgilim o arsız çıplak teniyle güçlü bacakları üstünde ölüm gibi durdu (benim sevgilim)
Tumblr media
Furuğ, hayatının en tutsak senelerini, çocuğunun hasretinde yaşamıştır. Şeriatın kendisinden çaldığı, onu mahkum ettiği bu esaret, yaşamının en büyük yaralarından biridir. Furuğ, şiirlerinde bu esareti ve acıyı da sık sık dile getirmiştir.
Seni istiyorum ve biliyorum asla koynuma alamayacağım sen o aydın ve pırıl pırıl gökyüzüsün ben bu kafeste bir tutsağım (Tutsak)
Furuğ Ferruhzad 1958 yılında İbrahim Golestan’la tanışır. Golestan o dönem İran’ın en iyi öykücülerinden biridir. Golestan, Farsça yazma geleneğini, batı öykücülüğüyle birleştirip yeni bir öykü türü geliştirmiştir. Furuğ ile İbrahim’in tanıştığı yıllarda ikisi de birbirlerinin yazılarından etkilenmiştir.
Furuğ, İbrahim Golestan’a aşık olduğunda Golestan evli ve iki çocuk babasıydı. Furuğ, Golestan’ın eşi olan Fahri Hanım’la görüşürdü sık sık. Fahri Hanım aralarındaki ilişkiyi biliyordu. Bu aşk, Furuğ’un en sancılı ve çıkmaz ilişkilerinden biriydi. İbrahim Golestan, Furuğ’un ruhunun en karanlık ayetlerinden biriydi.
                               Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir                                        seni, kendimde tekrarlayarak                     çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek                                                 (Yeniden doğuş)
Tumblr media
brahim Golestan’la birlikte 9 ayını Avrupa’da geçiren Furuğ, bu dönem iki kitap daha çıkarmıştır. Bunlar “Duvar” ve “İsyan”dır. Bu iki kitaba da bakarak, her şiirde Furuğ’un o dönem yaşadıklarının etkilerini, izlerini görebilirsiniz. İbrahim Golestan, Furuğ’un yaralarında bir kabuklaşmanın dönüşümünü oluşturur. Furuğ, hayatının bu dönemini “Lezzet bir dolu bir günah” olarak tanımlar.
Günah işledim lezzet dolu bir günah titreyen esrik bir tenin yanında tanrım ne bileyim ne yaptım ben o karanlık susku dolu zulada
Tumblr media
Yeniden Doğuş
Furuğ Ferruhzad, 1963 yılına gelindiğinde “Yeniden Doğuş” isimli kitabını çıkarır. Bu kitap Furuğ’un yaşamının, o güne kadar taşıdığı yaralarının olgunlaşmış şiirlerini yansıtır. Furuğ, Yeniden Doğuş’ta kendi sesine döner, kendi dişil sesine. Kendi yaralarından kopan kabukların yerine perdelerini çeker.
Furuğ suskunun eşiğinden geçtiği anı anlatır: ve ben söylemeye başka bir şey bulamadığımda sen yanaklarını yaslardın memelerimin acısına ve dinlerdin (Yeniden Doğuş, Ben Senden Ölürdüm)
Benim sevgilim sade bir insandır sade bir insan benim onu uğursuz ucubeler diyarında şaşılası bir mezhebin son belirtisi gibi memelerimin çalıları ortasında sakladığım. (Yeniden Doğuş, benim sevgilim)
Furuğ’un kendi sesi, kendi perdelerine işlediği dişil sesi buydu. Coğrafya ve coğrafyasızlığın, cinsiyetinin ve cinselliğinin sesi. Kendi evrenini yeniden oluşturduğu, kendi coğrafyasına yeni tohumlar ektiği Yeniden Doğuş’uydu bu ses. Bu dönem Furuğ için kadın bedeni ve cinsel kimliğini özgürleştirdiği dönem olsa da aynı zamanda Farsça şiirde parladığı ve eril dile tepki getirdiği bir dönem olarak da nitelendirilebilir.
Tumblr media
Son Şiir
13 Şubat 1967 Pazartesi saat 14:30. Rüzgarlı bir günde Furuğ, arabasıyla Derrus’taki Lokamnuldövle Caddesi’nden aşağı inerken, Golhek’teki Şehriyar ilkokulu öğrencilerini taşıyan okul aracıyla karşı karşıya gelir. Furuğ, araca çarpmamak için direksiyonu kırar ve aracın kontrolünü kaybeder. Araçtan fırlayan Furuğ, yol kenarındaki kaldırıma çarparak boynunu kırar. Tecriş’teki Rıza Pehlevi hastanesine kaldırılan Furuğ, tüm müdahalelere rağmen kurtulamaz ve 32 yaşında kalbindeki yaralarla birlikte hayata veda eder.
Zaman geçti ve saat dört kez çaldı sokakta rüzgar esiyor sokakta rüzgar esiyor ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
Furuğ öldükten sonra defin işlemi 2 gün bekletilir. Cenazenin kılınması gerekirken ileri gelen mollalar buna engel olmaya çalışır. Sonunda Mehrdad Samadi cenaze namazını kıldırmayı kabul eder ve 15 Şubat çarşamba günü Furuğ Ferruzhad şiirlerinin kokusunda toprağa verilir.
Furuğ’a Veda
Furuğ Ferruhzad’ın şiirleri, hikayesi, sadece kendi yaşamına değil, İran kadınının, İran insanının ve onun herhangi bir dizesine denk gelen herkesin yaşamına dokunmuştur. Hepimiz onun penceresine asılan perdelerinde kendi yaşamımızı gördük. O buğulu penceresinden baktık paramparça olmuş hikayelerimize. Aşktan kalan yaralarımıza…
Sadece kitaplarda görmedik Furuğ’u. Sadece şiirlere açılmadı onun bizlere bıraktığı gökyüzü. Sinemadan tiyatroya her alanda ondan bir parça gördük. Benim için Furuğ ve şiirleri ne ise, Abbas Kiyarüstemi ve filmleri de aynı anlamı taşır. İkisi de yaşamımın en önemli dokularına sahiplerdir. Abbas Kiyarüstemi filmlerine baktığınızda, mutlaka bir karede, bir araba koltuğunda, bir rüzgar esintisinde Furuğ’un yaşamından, şiirlerinden bir parça görebilirsiniz. Abbas Kiyarüstemi’nin “Rüzgar Bizi Sürükleyecek” filmi de Furuğ Ferruhzad’ın bir dizesinde geçer. Şimdi rüzgar bizi Furuğ’un en sevdiğim şiirlerinden birine sürüklesin. Ona, onun yaşamından bir parçayla veda edelim:
Tumblr media
(Yeniden Doğuş – İbrahim Golestan’a)
Tüm varlığım benim karanlık bir ayettir seni, kendimde tekrarlayarak çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek
Ben bu ayette seni ah çektim, ah ben bu ayette seni ağaca ve suya ve ateşe aşıladım
Yaşam belki her gün filesiyle bir kadının geçtiği uzun bir caddedir, yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur yaşam belki bir adamın daldan kendini astığı bir urgandır,
Yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır
Ya da birinin şaşkınca yoldan geçişidir şapkasını kaldırarak başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle “günaydın” diyen birinin…
Yaşam belki de benim bakışımın, senin buğulu gözlerinde kendini paramparça yıktığı o tıkalı andır
Ve bunda benim ay ve karanlığın algısıyla birleştireceğim bir duyumsama var.
Yalnızlık boyutlarındaki bir odada aşk boyutlarındaki yüreğim kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder,
Saksılardaki çiçeklerin güzelim yok oluşunu ve senin bahçemizde diktiğin fidanı ve bir pencere boyutlarında öten kanarya ötüşlerini…
Ah… budur benim payıma düşen budur benim payıma düşen benim payıma düşen bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenden inmektir ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette
Benim payıma düşen, anılar bahçesinde hüzünlü gezintidir. Ve “ellerini seviyorum” diyen sesin hüznünde ölmektir
Ellerimi bahçeye dikiyorum yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda yumurtlayacaklar
Küpeler takıyorum kulaklarıma ikiz iki kızıl kirazdan ve tırnaklarımı yıldız taç yaprağıyla süslüyorum
Bir sokak var orada bana aşık olan oğlanlar hâlâ aynı karışık saçları, ince boyunları ve sıska bacaklarıyla küçük bir kızın masum gülüşlerini düşlüyorlar; bir gece güzgârın alıp götürdüğü.
Bir sokak var yüreğim benim çocukluğumun mahallesinden çalmıştır
Zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu ve bir oylumla gebe bırakmak zamanın kuru çizgisini bilinçli bir imgenin oylumu aynanın konukluğunda dönen…
Ve böylecedir birisi ölür birisi kalır…
Hiçbir avcı, çukura dökülen hor bir arkta inci avlamayacaktır.
Ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum okyanusta yaşıyor ve yüreğini tahta bir kavalda usul usul çalıyor küçük hüzünlü bir peri geceleri bir öpücükle ölen ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan…
Ömer Aygül
123 notes · View notes
hasanbulut68-2 · 3 years
Photo
Tumblr media
BÜYÜK KÜRT ŞAİRİNİ 37 YIL ÖNCE SONSUZLUĞA UĞURLAMIŞTIK
Kürt ulusunun iki büyük gururu, Yılmaz Güney ve Cigerxwin, bundan 37 yıl önce sürgünde arka arkaya yaşamlarını yitirmişlerdi. 9 Eylül 1984'te Paris'te kaybettiğimiz Yılmaz Güney'in acısı yaşanırken Cigerxwin 22 Ekim 1984'te Stockholm'de yaşama veda etmişti.Wikipedia'nın verdiği bilgilere göre asıl adı Şehmuz olan Cigerxwin 1903 yılında Mardin'in (şimdi Batman'a bağlı) Gercüş ilçesine bağlı Hisar Beldesi'nde (Hesarê) Şehmus Hasan olarak dünyaya gelmişti. 1914 yılında I. Dünya Savaşı'nın başlaması sonucu ailesiyle birlikte Suriye'de bulunan Amude şehrine göç etti. Küçük yaşlarda çobanlık ve ırgatlık yaptı.18 yaşında Diyarbakır'a gelen Cigerxwin buradaki medresede dini eğitim veren şeyhlerin yanında din eğitimi aldı. Bu dönemde Kürt kültürü ve edebiyat klasikleriyle tanıştı. 1925 yılında Şeyh Said İsyanı'na katıldı. İsyanın bastırılmasından sonra Şeyh Said'in büyük oğlu ve isyanın II. lideri olan Şeyh Ali Rıza Efendi'nin kadrosuna katılarak Rewanduz'a ve daha sonra Bağdat'a gitti.1928 yılında Kürtçe şiirler yazmaya başladı, Hawar dergisinde, Kürt halkının o dönem içinde bulunduğu durumun kendi üzerindeki etkisinden yola çıkarak, “Yüreği Kanlı” anlamına gelen Cigerxwin adı altında şiirler yayınladı. Daha sonraki yıllarda (1937) Hoybun örgütü içinde yer aldı.1946 yılında Kamışlı'ya geçen Cigerxwin burada politik faaliyetlerine devam etti. Aynı yıl Civata Azadî û Yekîtiya Kurd (Özgürlük Meclisi ve Kürt Birliği) adlı siyasi yapılanmanın başına getirildi. 1948 yılında Suriye Komünist Partisine üye oldu, 1954 yılında da Suriye Parlamentosu seçimlerinde SKP'den aday gösterildi. 1957 yılına kadar Kamışlı'daki Cizîrê İçin Barış Komitesi adlı kuruluşun başkanlığını yaptı. 1957'de Suriye Komünist Partisi'nden ayrılarak daha önce kuruluşunda yer aldığı Azadi (Özgürlük) örgütündeki kişilerle birlikte yeni kurulan Suriye Kürdistan Demokrat Partisi'ne katıldı. Burada merkez komitesi üyesi olarak politik faaliyetler sürdürdü.1959 yılında Irak'a geçti. Bağdat Üniversitesi'nde Kurmanci şivesiyle Kürtçe ders veren ilk öğretmen oldu. Kürt dili için çalışmalar yaptı ve öğrenci yetiştirdi. 1963 yılında siyasi faaliyetleri nedeniyle Şam'da tutuklandı.1969 yılında Kuzey Irak'a giderek orada bulunan Mustafa Barzani'nin ayaklanmasına destek verdi. 1973 yılında Suriye hükümetinde yer alan Baas Partisi'nin baskıları nedeniyle Lübnan'a geçti. Burada şiir derlemeleri olan Kîne Em?'i (Türkçe: Biz kimiz?) yayımladı.1979 yılında İsveç'in Stockholm şehrine geçerek edebi çalışmalarını burada sürdüren Cigerxwin ile 1983 yılında Brüksel Kürt Enstitüsü'nün Brüksel'de düzenlediği bir Newroz kutlamasında birlikte olmuştuk.1984 yılında, 81 yaşında Stockholm'de hayatını kaybeden ünlü şairin cenazesi daha sonra Kamışlı'ya götürülerek orada toprağa verildi.
3 notes · View notes
mitranira · 3 years
Text
Mehdi  Halacı
Asıl ismi Mehdi Halıcı (1927-2008).
Konya doğumluydu.
Halıcı ailesinin ana tarafı Van’ın Başkale’sinden, baba tarafı ise Bingöl’ün Kiğı’sından Konya’ya göç etmişti.
Mehdi Halıcı, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenci iken babasına yazdığı “sadakat ve sabır” mektubu nedeniyle tutuklanıp Afyon Cezaevi’ne kondu. Babası halı esnafı Sabri Halıcı da o cezaevindeydi; suçu Said-i Kurdi müridi olmaktı!
Said-i Kurdi her Konya’ya gidişinde talebesi Sabri Halıcı’nın evinde misafir oldu. Eserlerinde “Konyalı Sabri”den sıkça bahsetti.
Sabri Halıcı çocuklarını hep Said-i Kurdî öğretileriyle büyüttü. Mehdi Halıcı yaşamı boyunca Said-i Kurdî cemaatiyle ilişkilerini duygusal anlamda hiç koparmadı; zor günlerde avukatlıklarını üstlendi. Risale-i Nur’ları övdü.
Yazı hayatına ise, 1957’de ağabeyi Feyzi Halıcı ile Konya’da “Çağrı” adlı sanat dergisini çıkararak başladı. Sonra ani bir kararla 1958’de Norveç’e giderek kooperatif konusunda ihtisas yaptı. Sonra dönüp devlet kurumlarında çalıştı; İstanbul’da avukatlık yaptı.
Bu arada kardeşi Feyzi Halıcı’dan da bahsetmem gerekir:
İÜ Fen Fakültesi’ni bitirdi. Yüksek Kimya Mühendisi olmasına rağmen Konya’ya dönüp baba mesleği halıcılığı devam ettirdi. Şiirler yazdı. Bunun bazıları Said-i Kurdi üzerinedir. Türk Dil Kurumu üyesi oldu. 1959’da Konya Kültür ve Turizm Derneği’ni kurdu. 1968-1977 yılları arasında AP Senatörü olarak TBMM’de görev yaptı. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ile Atatürk Kültür Merkezi Bilim Kurulu onur üyesi oldu. CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara milletvekili Emrehan Halıcı’nın babasıdır.
Mehdi-Feyzi Halıcı’nın kız kardeşleri Nevin Halıcı ise Zaman Gazetesi yazarıdır.
Aile hakkında bu kadar bilgi vermemin nedeni, bir ailede nasıl farklı fikirler olduğunu göstermektir.
Çünkü Mehdi Halıcı’nın yazdıklarını okuyunca çok şaşıracaksınız.
O halde başlayalım.
Kürtler olmasaydı insanlık ne yapardı!
Cemşid Bender (Mehdi Halıcı), “Kürt Tarihi ve Uygarlığı” (3. Baskı, 1991, Kaynak Yayınları) kitabı önümüzdeki günlerde sadece iki dil ve özerkliği değil, daha neleri tartışacağımızın ipuçlarını veriyor.
Hiç araya girmeden, yorum yapmadan, sayfa sırasına da uyarak kitaptan bazı cümleler alıntılayacağım.
“Her şeyin ilki olmak kolay mı” (s. 9)
“Gutiler (MÖ 3000’ler) için Kurti denmektedir.” (s. 11)
“Bilindiği gibi Kürt Kassit İmparatorluğu Hitit ülkesiyle çağdaştı.” (s. 17)
“İlk kerpici Kürt Kassitler yaptı. İlk Takvim’i; ilk matematik ve geometri prensiplerini; ilk ağırlık ve uzunluk ölçü birimlerini Kürt Kassitler buldu.” (s. 21)
“İlk rasathaneyi Urfa’da Kürt Kassitler kurdu. İlk ‘teşhis’ ve ‘tedavi’ ikilemini; masajı tedavi yöntemi olarak kullanmayı Kürt Kassitler uyguladı. Ve petrolü de onlar keşfetti.” (s. 22)
“İnsanlığı ilk kez mağara hayatından kurtaran, emekleyen çocuğu ellerinden tutup yürüten, uygarca bir yaşamın koşullarını tarihte ilk kez oluşturan Sümerler ve Kürt halkı olmuştur.” (s. 31)
“Gılgamış Destanı adlı destanla ilgili tabletlerin metinlerini Kürt Kassit uyruklu şair Sin-Lekke-unni yazmıştır.” (s. 39)
“İranlılar edebiyat ve sanat zenginliklerini Kürtlerden almışlardır.” (s 44)
Mevlevilik Kadirilik Kürt kökenlidir
“Kürtler çoktanrılı dinlerden tektanrılı dinlere geçişin köprüsü olmuştur.” (s. 45)
“Sümerlerle de çağdaş olan Kürt Guti topluluğu Sümerlerle birlikte çivi yazısını kullandılar. Antikçağı aydınlatan dil Kürtçe idi.” (s. 46)
“Tektanrılı dinlerin kutsal kitaplarında yer alan pek çok söylencenin, efsanenin, öyküsünün ana menbaının Kürtlerle ve onların yaşadıkları bölge ile ilgili olduğu doğrudur.” (s. 52)
“Meddah adı da verilen Deng-Bej Kürt kültürüne aittir.” (s. 54)
“Saz sözcüğü Kürtçedir. Ayrıca aynı kökten türeyen sazbend (çalgıcı), sazende ve sazendegan sözcükleri de Kürt dilinin ürünleridir.” (s. 57)
“Halk ozanlığı Kürt kültür ve sanatının bir parçasıdır. Kürt halk ozanları atışma, taşlama, güzelleme ve hikâyeli türkü dallarında binlerce yıldan beri Newroz bayramlarında, düğünlerde ya da uzun kış gecelerinde sanat yeteneklerini ortaya koyarlar.” (s. 59)
“Kürt kökenli inanç dünyası Bektaşilik, Mevlevilik, Rufailik, Kadirilik, Kalenderlik gibi tarikatların yaratıcısı oldu. Kürtler gerek Yezidilikte ve gerekse bunun uzantıları olarak kurdukları tarikatların müzikli ayinlerinde coşku ve cezbe yaratmak için çalpara, kudum, çeng, kurrane, nagur, flüt, ve bender gibi Kürt müzik enstrümanlarını kullanmışlardır.” (s. 66)
“Kürt dilini bildiği ve Horasan’dan geldiği için Kürt kökenli olduğu öne sürülen Mevlânâ hakkında elimizde kanıtlayıcı belge yoktur. Ancak Mevlânâ’nın kitaplarını yazdırdığı, ‘Velayet’ ve ‘Hilafet’ görevlerini bıraktığı, Mevleviliği kuran Hüsamettin Çelebi Kürt kökenlidir. Hüsamettin Çelebi uyguladığı ayin deyimlerinde Kürtçe kullanmıştır. Derviş, dergâh, post, postnişin, sema, semazen, çelebi Kürtçe sözcüklerdir.” (s. 68-69)
“Yezidiliğin kurucusu Şeyh Addi Bin Misafir, Hakkâri Kürtlerindendir.” (s. 79)
“Kürt düşünür Ebu’l Vefa; Hacı Bektaş Veli’yi, Baba İlyas’ı Baba İshak’ı, Geyikli Baba’yı ve daha nicelerini kendi düşünce potasında yoğuran, şekillendiren, onları halkın yanında ve halk için harekete geçiren bir düşün adamıdır.” (s. 94)
“Kürt uygarlığının bir ürünü olan Alevilik, ‘inanç felsefesi’ ve ‘yaşam biçimi’ yaratırken, politik sosyal ve ekonomik alanlarda da halkı yüreklendirmiştir.” (s. 109)
Hz. Adem Kürt müydü
“(Firdevs’in yazdığı) Şehname’de anlatılan efsane tümüyle Kürtlerle ilgilidir.”  (s. 148)
“Cirit oyununun Kürtlere özgü bir spor türü olduğu tüm dünyaca bilinmektedir. Cirit sözcüğü Kürtçedir. Cirit oyunu Kürt ırkı atlarla yapılır.” (s. 169-170)
“Halı ve kilim dokumacılığını Kürtler icat etmiştir. İranlılar ve Türkler Kürtlerden öğrenmişlerdi.”
(s. 172)
“Kök boya kullanımını Kürtler bulmuştur.” (s. 179)
“Nuh Tufanı Sümerler ile Guti Kürtlerinin ortak efsanesidir.” (s. 189)
“Batı tarihçileri uygarlığın tekerliğin keşfiyle başladığını söylerler. Bu söz abartılıdır ama yanlış değildir. Atı tarihte ilk kez ehlileştirip binek ve çekme aracı olarak kullanan Kürt halkıdır. Aynı halk ehlileştirdiği atın çekeceği tekerleği de keşfetmiştir.” (s. 190)
“Tarihte uluslararası antlaşmaları ilk yapan Kürt halkıdır.” (s. 191)
Evet devam etmeye gerek var mı?
256 sayfalık, “Kürt Tarihi ve Uygarlığı” kitabı bu tür akıldışı iddialarla sürüp gidiyor. Bırakınız tarihteki tüm “ilk”leri, Cemşid Bender, Hz. Adem’in bile Kürt olduğunu ima ediyor! (s. 71)
Abdullah Öcalan, “Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru” kitabının 2. cildinde benzer söylemleri sürdürüyor.
Yani demem o ki, mesele iki dil ve özerklikle bitmeyecek.
1 note · View note
edebiyatsoylesileri · 4 years
Text
Hasan İzzettin Dinamo / Yazdıklarımı siyasi hırsızlar çalıp mahvetti
Tumblr media
Türk edebiyatının önemli adlarından Hasan İzzettin Dinamo 20 Haziran 1989'da hayatını kaybetti. O ay yayımlanan Gösteri dergisinde, Doğan Hızlan'ın 31 Mayıs 1989 günü Dinamo'nin evinde gerçekleştirdiği son söyleşi "Sunarken kendisini saygıyla anıyoruz" spotu ile yer aldı.
Sayın Dinamo yazmaya başladığınızda ülkedeki fikir hareketleri nelerdi?
- İnsan ilk yazmaya başladığında, yazdığı şeyleri matbuata aksettirmek meselesi vardır. Bir de, senelerce uğraşıp yazdığınız şeyler, bir kenarda kalır. Çünkü veremezsin, matbuat almaz. Ben uzun seneler, hep bunları yaşadım. Çok düz yazı ve şiir yazmışımdır, hepsi çarçur olmuştur. Yayınlama olanağı bulduktan sonra, yeniden siyasal durumda müşkilat başgösterdiği için, bu sefer yeniden kapılar kapanmış ve yayınlanma imkânı olmamıştır. Yayınlamak üzere hazırladığımız bütün şeyleri siyasi hırsızlar çalmış ve mahvetmiştir, çok zayiat var böyle.
1940 kuşağının özelliği neydi?
- 1940'da, ben Ankara'da hapisten çıktıktan sonraki yıllarda, küçük burjuva şairleri vardı. Bunların çoğu, 20-25 yaşlarında gençlerdi. Daha sonra, onlarla arkadaş olduk. Bunların hepsi günlük şiir yazarlardı. Ben de zorunlu olarak, onlar gibi yazmaya başladım. O sıralar, Nâzım Hikmet hapishanede ve toplumcu şiir mahkûm durumdaydı. Bir süre sonra, küçük burjuva şairlerinden ayrıldım ve toplumcu şiirler yazmaya başladım. Böylece, toplumcu bir şiir kuşağı meydana geldi. Çevremde toplumcu şiirler yazan şairler ortaya çıktı ve ondan sonra hepsi meşhur oldular. Bu şairlere, 1940 toplumcu gerçekçi kuşağı dendi.
Kutsal İsyan'ın yazma hazırlığı 20 yıl sürdü
1940 kuşağının yazdıkları, sonradan genç kuşağı etkiledi mi?
- Biz sürgüne gönderildik ve toplumcu şiir mahkûm oldu. Bunun sonucunda, yeniden bir boşluk oluştu ve bu 50'li yıllara kadar sürdü. Daha önce Nâzım Hikmet'le mahkûm olan toplumcu şiir, bir kez de bizimle mahkûm oldu. Ama, 1960'lı yıllarda bir hürriyet havası esmeye başladı. Ben de bu sıralarda, yirmi yıldır hazırlıklarını yaptığım Kutsal İsyan'ı yazmaya başladım. Daha sonra da Kutsal Barış'ı yazdım. Bütün bunlar, 27 Mayıs sonrası özgürlük ortamının sonuçları.
"Kutsal İsyan" ve "Kutsal Barış"ı yazma gereğini neden duydunuz? O yıllarda Millî Mücadele hareketine nasıl bakıyordunuz?
- Anadolu'da Kurtuluş Savaşı devam ederken, biz Beykoz'da Darü'l Eytam'da 400 kişi kadar kalıyorduk. İstanbul'da bizim gibi binlerce çocuk vardı. Bu sıralarda Yunanlılar'ın da, İngilizler'in de çok kötülüklerini gördük. Yani biz, İstanbul'da Kuvayı Milliyeci ruhuyla yetiştik. İngilizler, Beykoz çayırında sabahtan akşama kadar beyzbol oynarlardı. Yunanlılar da İstanbul Rumları'ndan bir tabur meydana getirmişlerdi. Bizim oynadığımız çayırlarda bu tabura talim yaptırırlardı. Bunların hepsi, korkak çocuklardı. Papaz gelir bu çocuklara Mustafa Kemal'i ve çevresindekileri öldürmeleri yok etmeleri için fetva verirdi. Biz de toplanıp onları izlerdik. Biz bu koşullarda birer Kuva'yı Milliyeci gibi yetiştik. Öğretmenlerimiz her akşam bizi toplayarak Anadolu'daki harekât hakkında bilgiler verirlerdi. Bunlar, beni çok etkiledi. Bunun sonucu olarak da Sivas Öğretmen Okulu'ndayken İstiklal Savaşı'nı konu alan piyesler yazmaya başladım. Bunlar Kolordunun sahnesinde oynanırdı, seyircilerin alkışını alırdı. Bu sırada İstiklâl Savaşı'nın pekçok kahramanının bilinmediğini anladım. Bu da beni etkiledi. Ben okulu bitirdikten sonra İstiklâl Savaşı hakkında kitaplar okumaya başladım. Ve, İstiklâl Savaşı hakkında büyük bir kitap yazmaya başladım. Sonuçta, 15 ciltlik "Kutsal İsyan" ve "Kutsal Barış" ortaya çıktı.
Fakat, 27 Mayıs'a kadar hiçbir şekilde kaleme elimi sürmedim. Bir dergide bir yazım çıktığı zaman bir polis kapıya dayanıyor, "Dinamo ne yapıyorsun? Kulağı tırmalayan bir ses çıkıyor ortaya" diye baskı yapıyordu. Bu tür olaylar benim yazmamı 27 Mayıs'a kadar geciktirdi. Ancak ondan sonra "Kutsal İsyan" ile "Kutsal Barış"ı tamamladım.
Yeni kuşak sembolizme kaçan tarzda yazıyor
Döneminizdeki yönetimin, sanata ve edebiyata karşı tavırları yüzünden sizin kuşak çok çekti. Bugünkü kuşağın durumu ne sizce? Daha mı özgürler?
- Yeni kuşak bize göre biraz daha rahat. Ama, hayat pahalılığı, herşeyi etkiliyor. Yeni kuşak biraz daha rahat, ama sembolizme kaçan bir tarzda yazıyor. Bunları da kolay kolay yayınlayamıyorlar, çünkü kâğıt fiyatları çok pahalı. Genç kuşaklar, bu hususta bizim kadar talihsiz.
Sizin kuşağın toplumcu gerçekçi şairleriyle yeni kuşağın toplumcu gerçekçi şairleri arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz?
- "Kutsal İsyan" ve "Kutsal Barış" genç kuşaklara fazla bir etki yapmadı, sanıyorum. Ayrıca, bu kitapların ne şekilde değerlendirildiği hakkında bir bilgim yok. Çok okunduğunu biliyorum, ama nasıl değerlendirildiğini bilmiyorum.
Yalnız ben işin gerçeğini yazdığım için, herkes  kitapla bu açıdan ilgilendi. Özellikle de, kitapta adı geçen insanların yakınları, akrabaları.
1960'a kadar yazdığım çok sayıda şiir, roman kayboldu
İlk yazınızı kime götürdünüz ve nasıl karşılandı?
- İlk romanımı Sivas Öğretmen Okulu'nu bitireceğim sırada yazdım. Yine İstiklal Savaşı'na ilişkin bir romandı. Ulus Gazetesi'ne gönderdim. Bu sırada Ulus Gazetesi'nin sahibi vuruldu, kitap da kayboldu. Yıllar sonra, İzmit'te "Bir Yedek Subayın Anıları" adıyla yayınlandığını duydum. 60'a kadar yazdığım çok sayıda şiir ve roman kayboldu. Hapishanedeyken yazdığım romanlar elbiselerimle beraber çalındı. 27 Mayıs'tan sonra yazdıklarım ise düzenli bir şekilde yayınlandı. Diyebilirim ki, gençliğimin hayrını görmedim ben. Şu an seksen yaşındayım, ama yazdığım herşeyi bir gençlik heyecanıyla yazıyorum. Benimki geç yaşanan bir gençlik.
Sizin çok sayıda anı kitabınız var. Bunlar yazdığınız şiirlere, romanlara ışık tutar nitelikte mi?
- Ne yaşadımsa onları aynen bu kitaplara aktardım. Anı kitaplarımda hiçbir yalan yoktur.
Okur sizin anılarınızı okuduktan sonra romanlarınızı, eserlerinizi daha iyi anlar düşüncesinde misiniz?
- Kesinlikle evet. Zaten romanlarımı da, otobiyografik biçimde yazıyorum.
1940 toplumcu gerçekçi kuşağının en büyük özelliği bu zaten. Yani, yazılanlar ile yaşananlar arasındaki paralellik. İyi bir edebiyatın böyle olması gerektiğine inanıyor musunuz?
- Bir zamanlar Japonlar da böyleydi. Yaşadıklarını yazıp, sonra roman haline getiriyorlardı. Baskı altındaki ülkelerde böyle oluyor hep.
Ufak tefek işlerden birkaç kuruş kazandım, bana kız kardeşim baktı
Bütün baskıların yanında bir de medar-ı maişet motorunu yürütmek var. Zorlu günlerde bu, nasıl sağlanırdı?
- Bu zor günlerde benimle ilgilenen kız kardeşim Lütfiye'ydi. Benim, belli bir işim yoktu. Sadece ufak tefek işler yaparak, üç beş kuruş kazanmışımdır. Ama bana asıl bakan, kız kardeşimdi. Yani edebiyata yapılan baskı, doğrudan doğruya insana yansıyordu.
Son günlerde bir şey yazıyor musunuz?
- Evet. şimdi toplumcu gazeller yazıyorum. Serbest gazel yazıyorum.
Niçin gazel?
- Biliyorsunuz yeni şiirde kafiye kalktı. Gazelde daha güzel kafiye yapabiliyorsunuz.
Siz birçok dönemi yaşadınız. Sizce sanatın, edebiyatın özgürlüğü bir yerden bir yere geldi mi?
- Biraz değişti, ama tam özgürlüğünü kazanamadı. Yani, eskiye oranla Türk edebiyatında bir ilerleme var, ama henüz yeterli değil.
Sizce 1940'lı yıllarda okur daha mı bilinçlendi, daha mı kaliteli idi?
- Şimdi, okur daha bilinçli ve daha kaliteli, aynı zamanda seçmesini biliyor. 40'lı yıllarda bu kadar zengin ve kaliteli bir okur kitlesi yoktu.
Nazım öncesi en popüler şair Faruk Nafiz'di
Siz yazı yazmaya başladığınızda, usta saydığınız, beğendiğiniz yazarlar kimlerdi?
- En çok sevdiğimiz, şair Faruk Nafiz'di. O zamanın en iyi şairiydi. Hayat Dergisi'nde her hafta bir şiiri çıkardı. Daha çok aşk üzerine yazardı ve biz kendisine hayrandık. Nâzım Hikmet gelinceye kadar o, Türkiye'nin en popüler şairiydi. Hattta onu, Shakespeare ile kıyaslayan edebiyat adamları vardı. Batıdan İngiliz şairleri, gibi şairleri okurduk. Benim en çok sevdiğim şairler, Mallarme ve onun arkadaşlarıydı.
O zamanlar da fikir kitapları vardı. Bunlar, sanatla politik oluşum arasında, bir köprü görevi yaparlardı. Bu bağlantı, bugün daha iyi bir oranda sağlanabiliyor mu acaba?
- Bugün daha iyi.
Türk edebiyatçısı bugün geniş bir kitaplık oluşturan politik çevirileri değerlendirip özümseyebiliyor mu?
- Siyasetin bu işle alâkası olduğunu hiç zannetmiyorum. Bütün bu siyaset dünyası, sanattan kopuk olarak yetişiyor, gelişiyor. Ben Türk edebiyatının, Türk politikacısını etkileyebildiğini hiç sanmıyorum. Türk politikacısı, edebiyatçıların içinden gelmiyor ki. Daha sonra da geldiği yere dönüyor. Siyaset adamları, basın kendilerini darbelemeye başladığında, basınla ilgilenmeye başlıyor.
Bir gününüz nasıl geçiyor?
- Sabahları erken kalkarım; öğleye kadar yazar, öğleden sonra da okurum.
(Doğan Hızlan / Haziran 1989 / Gösteri dergisi, Sayı 103, Sayfa 36 – 38)
ÇİLELİ VE VERİMLİ BİR YAŞAM
Hasan İzzettin Dinamo 1909'da Akçaabat'ta doğdu. Sivas İlköğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra Malatya ve Adıyaman'da iki yıl öğretmenlik yaptı. Daha sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'ne girdi. Ancak öğrenimini tamamlayamadan buradan ayrıldı. İlk şiirlerini 1931 yılında iki arkadaşıyla birlikte Adsız Kitap adını verdikleri bir kitapta yayınladı. Daha sonra: Deniz Feneri (1937), Karacaahmet Senfonisi (1960), Özgürlük Türküsü (1971), Mapusanemden Şiirler (1974), Sürgün Şiirleri (1975), Gecekondumdan Şiirler (1976), Çoban Şiirleri (1982) adlı şiir kitapları yayınladı. Daha çok Kurtuluş Savaşı'nı konu edinen romanlar yazan Dinamo'nun romanları: Kutsal İsyan, - sekiz cilt (1966, 1967), Ateş Yılları (1968), Savaş ve Açlar (1968), Kutsal Barış - yedi cilt (1972 - 1976), Öksüz Musa (1973), Musa'nın Mapusanesi (1974), Koyun Baba (1976), Musa'nın Gecekondusu (1976), Açlık (1981), Türk Kelebeği (1981). Dinamo anılarını 6-7 Eylül Kasırgası (1971) ve İkinci Dünya Savaşından Edebiyat Anıları (1984) kitaplarında topladı. Son olarak TKP ve Aydınlar adlı kitabını yayınlamıştı.
3 notes · View notes
yorgunherakles · 2 years
Text
bence kötülük, bir tür salaklıktan başka bir şey değil.
brecht - sezuan'ın iyi insanı
22 notes · View notes
masumcetin · 5 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
'Gücü yetenler şiire iltica etsin’
Akif Kurtuluş: Bizim kuşağın fikir ayrılıklarına rağmen bir kardeşlik duygusu taşıdığını, kızsa ve hoşlanmasa dahi birbirini takip ettiğini algılarken aslında gizliden gizliye bir aile olduğunu hissettim her zaman. Bizden önceki kuşağa baktığımda da bunu görüyorum. Özellikle o içkili sofralarda, kahve köşelerinde, şair evlerinde... İnsanların birbirlerine katlanabilme katsayılarının yüksek olduğunu düşünüyorum.  İskender’ciğim, seninle geçen sene Nisan’da İzmir’ e gitmiştik, kitap fuarına. Bir söyleşimiz vardı. Gitmeden önce konuyu tespit etmeye çalışırken insanların epeydir birbirine sormadığı bir sorudan yola çıkmıştık. İsim babası sendin: “Kardeşim nasılsın?” Oradan başlayayım...
Küçük İskender: Bu noktada çok önemli bir kavram giriyor devreye: Vefa... Çoğu kere sen de aynı şeyi yaşıyorsundur. Çok sevmediğimiz, ideolojik olarak çok ters noktada durduğumuz şairleri bile ne yapıyor, neler üretiyor ya da ne saçmalıyor diye takip ederiz. Niye? Çünkü biz bir aileyiz. Bildiğimiz aile ilişkilerinden farklı bu ama... Yani hiyerarşik bir sistemde değil yatay bir zeminde saygı ve tahammül sınırlarını çiziyoruz. Fakat bunu özümsesek bile pratikte uygulayan insanlar değiliz. O nedenle birbirimizi yoklama, sıkıntıları ya da mutlulukları paylaşma şansı yakalayamıyoruz pek. Bu, Türk edebiyatının bir problemi de olabilir, insanî bir problem de... Ama ben kendi adıma, senin adına ya da tanıyıp sevdiğimiz, önemsediğimiz şairler ya da yazarların böyle bir klan oluşturduğuna inanmak istiyorum. Senin de onlardan biri olmandan ötürü “Kardeşim nasılsın?” benim için çok önemli bir soru. Çoğu insanın kafasında şöyle bir şey vardır: Hepitopu bir avuç insanız. Keşke bir ada olsa da gidip orada hep beraber yaşasak... Aslında şairler ve okurlar farkında olmadan bir ülkenin içinde, bir adada yaşıyor zaten. İlla ki bir yere gitmek gerekmiyor, biz zaten o adanın içindeyiz. Yeter ki biraz daha dikkatli, dobra ve dürüstlükten ödün vermeden hareket edelim.
Akif Kurtuluş: - Adam Sanat’ta gördük seni 1985’ten itibaren. O yıllarda bizim mahallede tereddütle karşılandığını görüp şaşırdım. Sonra anladım ama... Bu bir tür ortaklaşabileceğimiz isyan duygusuyken isyan duygusunu kendi tekeline almış bir edebiyat mahfelinin anlayışsızlığı diye yazmışım kenara yıllar önce. O yıllardaki çıkışının aslında bilerek isteyerek değil içgüdüsel bir çıkış olduğu kanaatindeyim ve bunu daha çok önemsiyorum. Bir çığlık, bir atılma, bir refleks, bir tutunma göstergesi... Yanılıyor muyum?
Küçük İskender: Bu konu benim için de önemli. Babam komünist, emekçi bir ressamdı Cağaloğlu’nda. Annem belirli bir okuma seviyesindeydi. Evimizde çok kitap vardı ama kitaplar üzerine sohbet edilen bir ortam yoktu. Aynı şekilde yakın çevremde de politik arkadaşlarımın sayısı fazla değildi. Dolayısıyla 1980 öncesi döneme kadar edebiyatı evdeki kütüphaneden, biraz da ister istemez babamın çevresindeki şairlerden, yazarlardan bir de okuldan takip edebiliyordum. 1980 öncesinde sonrasında çıkan politik temelli edebiyat dergilerini takip ediyordum; Yarın, Edebiyat 81 gibi... Açıkçası hangi yönelime ait olduklarını bilmeden hepsini alıyordum. Bir oburluk vardı, bilerek takip etmiyordum. Edebiyata duyduğum aşkı doyurmaya çalışıyordum. Ama yazdıklarımın çok farklı bir noktada olduğunu da görüyordum. Ben aslında rüzgârın savurduğu bir tohum gibi kendi kendime yetişmeye başladım. Tabii bu şiirimde de gelgitlere neden oldu. Bazen çok politik şiirlere girdim, bazen bireysel şiirlere döndüm. Memet Fuat’la karşılaştığımızda benim yeni bir soluk getirebileceğimi düşündü. Ben sizleri takip ederek büyüdüm. Sizler bu işleri biliyordunuz, dergiler çıkartıyordunuz, yayımlıyordunuz. Ben de sizi takip ederek serptiğiniz peynir tanelerini toplayarak peşinizden geldim.
"BANA O BİLMEDİĞİM KUŞLARI ANLATIN”
Akif Kurtuluş: - Estağfurullah. Ben senden öncekilerin sana öncül olmadığı kanaatindeyim. Sen daha farklı bir yerden yakaladın şiiri. Şöyle bir yere gelecektim. Her şair için şu söylenebilir: İktidar diye bir şey olmasa şiir zaten olmaz. İktidar diye bir şey olmasaydı eğer biz bugün küçük İskender’in şiiri üzerine konuşuyor olmazdık evet ama buradaki iktidar, makro iktidar değil. Kadınla erkek arasındaki, aile içindeki, bir öğretmenle öğrenci arasındaki iktidar senin hedefine aldığın...
Küçük İskender: - Az önce sözünü ettiğimiz takipteki dağınıklık, bana aslında büyük bir okuma bağımsızlığı getirdi. Bağımsızlığın bendeki avantajı da lokal düşünmemeyi öğrenmek oldu. Coğrafi, bölgesel ya da yöresel olarak bakmadım hiçbir meseleye. Nâzım Hikmet okuyorsam Beat Kuşağı’nı da sevmeyi öğrendim. Oysa o dönemin şairlerinin ya da yazarlarının çoğu ülkenin sorunlarına yoğunlaşmıştı ve bu bir yandan kaçınılmazdı. Ben ise çok dışarıda olduğum için her şeyi takip edebilme şansım oluyordu. Bu bağlamda sadece Türkiye’deki değil; Japonya’daki, Şili’deki olay da benim ilgimi çekmeye başladı. Büyük bir şans çünkü aranızda olsam ister istemez ben de bir militan, partizan gibi belli bir kanalda yürüyecektim. Bu kötü bir şey değil ama benim yolumu, dağınık ve renkli hayatımı başka bir şeye dönüştürecekti. İktidar meselesi sadece benim üstümdeki kılıçla ilgili olmadı. Dünyanın üstündeki kılıçla, biçimsel yönelimlerin sıkıntıları da var. Bunları takip ediyorsun ister istemez ve kendi yol arkadaşlarını aramaya başlıyorsun. Biliyorsun ki gerçekten o yolda tek yürüyorsun ama bu teklik, yalnızlıkla değil yalınlıkla ilgili bir duruma karşılık geliyor. Girdiğimiz ormanda hep beraber kaybolduğumuzu hissediyorsun. Sesleniyorsun ve o seslere karşılık sesler şiirlerin yayımlandıkça gelmeye başlıyor; “İskender biz buradayız,” diye... Onlara yaklaşıyorsun ve o vefa duygusuyla insanlar bir araya geliyor.
Akif Kurtuluş: - 1970’lerin ortasında şiir dünyasına gözlerini açsaydın yine aşağı yukarı böyle bir yerden seyrederdin. Biraz daha zor olurdu, doğru. 1970’lerin kültürel ikliminde bazı şeyleri kırabilmek güçtü. Bu noktadan yürüyerek bir başka meseleye değinmek istiyorum. Yaklaşık on yıldır, sevdiğim şairlerin ilk kitaplarındaki ilk dizelere bakıyorum. Turgut Uyar’da, Edip Cansever’de, Gülten Akın’da, Cemal Süreya’da... hep aynı şeyi görüyorum. İlk dizeleri, kaderleri gibi şairleri takip etmiş. Sende de böyle... 
Küçük İskender: - “Asmadan önce beni, bana o bilmediğim kuşları anlatın” 
Akif Kurtuluş: - Güçlü bir itiraz duygusu. Burada başka bir maya, başka bir doku var ve tabii her güçlü şiir gibi tamamlanmamışlık hissi veriyor. En azından bir okurun olarak bana... Dünyadaki dil okulları içinde Türkçeyi hep çok önemli bulmuşumdur; sadece yazdığım dil olduğu için değil. Senin ekleyeceğin bir şey var mı buna? Yani dilinin, elinin altında bir şiir var mı?
Küçük İskender: - Sözcükleri önce sözlük anlamlarıyla algılayıp sonra hayata uygulamayı severim. Rüzgâr diyorsam bir şiirde rüzgâr olmalı o. Aklıma rüzgâr geldi diye yazmayı sevmem. Bence iyi ve sevdiğimiz şairlerin hepsi böyle yaptığı için onları sevdik ve seviyoruz. Buna çok dikkat ettim. Biz şairler önemsediğimiz meseleleri anlatırken ister istemez bazı kelimelere sıkışıp kalırız. Aslında şiirin belki de en büyük problemlerinden biri bu. Oysa sözlüğe baktığımızda hiç şiire girmemiş yüzlerce kelime görürüz. Bunlar bana reddedilmiş, aileden dışlanmış, yüzüne bakılmamış kelimeler gibi gelir. Çok eskimediyse onları tekrar kazanmanın yolunu ararım. Onları bağışlayıp kalbine çekip alan şairleri her zaman çok sevmişimdir. Bunların peşinden gitmek şairin en güzel sorumluluklarından ve mutluluklarından biridir. İnsan dünyadan çekilip gitse bile mutlaka bir eksiklik duygusu kalacaktır bana göre çünkü hangi kelimeyi alsan bir başka kelimeyle birlikte geliyor. O anlatmak istediğin şeyi başka bir alanda tekrar besliyor ya da çarpıtıyor, çürütüyor. İnsan zaten gereksiz bir canlı; bütün dünyayı, gezegeni mahvetmiş, bununla yetinmeyip kendini de mahvetmiş ve adına uygarlık demiş. Bunun içinde yaşayıp buna karşı çıkıyoruz. Şair bu noktada elbette eksiktir. Belki birilerine göre çok fazladır ama şairin sorumluluğu olmasa dahi kelimelerle çok iyi anlaşması gerekir. Şair geçer, kelime kalır gibi beylik laflar etmek istemiyorum ama biz şiir yazmıyoruz; kelimelerin gerçek anlamlarını tekrar hatırlatmakla sorumluyuz.
"İNSAN OLMAK YETERLİ"
Akif Kurtuluş: - Çok doğru... Şimdi çok başka bir yerden konuşacağım. Solaklık nasıl bir duygu?
Küçük İskender: - Solaklık bende çok tuhaf bir duygu çünkü her anlama geliyor. Babam okumuş bir adam olmasına rağmen senelerce bana sol elimi kullanmayı yasakladı. Sol elimin ömrü pantolonumun içinde geçti yıllarca. Sağ elle yazmayı öğrendim zorla. Zanaat isteyen meselelere döndüğüm zaman da vücudumun sol tarafı çalışır: Topa vurmak, makas kullanmak, tıraş olmak... İki elim iki anlam oldu bende. Doğuştan solak olmak siyasî olarak çok güzel bir şey. Belki de tam küçük İskender’in paradoksuna denk geliyor: Sağ elimle yazıyorum ama solağım.
Akif Kurtuluş: - Bu sohbeti yaparken karşımızda Ağır Roman’ın afişi duruyor. Benim için de çok sağlam filmdi ama en başta çok iyi bir romandı. Sen de bu filmin oyuncularından biriydin. O zamanlar bir söyleşinde “Ya şiir yazıp kendime zarar verecektim ya da sinemanın içinde olup film çekecektim, başkalarına zarar verecektim,” demiştin yanlış hatırlamıyorsam. Galiba evet, şiir en çok kendine zarar vermek; fakat artistik bir cümle olarak kalmasın, biraz dolduralım bunu...
Küçük İskender: - The Doors’un solisti Jim Morrison, sinema mezunudur. Bir kitabında “Sinema röntgenciliktir,” der. Bu çok etkilemişti beni genç yaşımda. Bana göre sinema ya da roman, öykü ile uğraşmak; kurgu dahi olsa başka insanların hayatlarını gözlemlemek ya da onun üstünden bir şey üretmek, bir model yaratmak üstüne kuruludur. Oysa şiir, aynı kelimelerle farklı şiirler yaratmaktır. Yaptığımız şiir atölyelerinde de bunu görüyorum. Otuz insan varsa aynı kelimelerle otuz ayrı şiir çıkıyor. Bu bana aynı şeyler üstünde yürüsek dahi bakış açılarımızın, algılarımızın kelimeler üzerinde ne kadar farklılıklar gösterebileceğini düşündürüyor. Şiir deneyimimde bilerek yaptığım şeyler var: Kelime oyunlarına çok heveskârımdır örneğin, kendime göre efektif kelimeler koyarım... Yani bir plato kurarım. Sinemadan bu nedenle beslenirim ama röntgencilik meselesi işe karıştığı zaman bir o kadar uzak durmaya çalışırım. Görüntü üzerinden hareket ederek ben buradan ne çıkarabilirim diye düşünürüm.
Akif Kurtuluş: - Anlatımcılıktan faydalandığını söyleyebilirim ama...
Küçük İskender: - O da tiyatroya ilgimden büyük olasılıkla ama benim işim görsel temelli. Belki babamın da ressam olmasından kaynaklı bu. Doğadaki birtakım canlılar ses çıkarabiliyorsa kelimeler de yazılırken ses çıkarabilir. Galiba şair olmaya da o noktada uyanıyorsun. Şairin de işte o sesleri duyduğu anda kulakları açılıyor. Ondan sonra bir bakıyorsun ağaç, ağaç değilmiş ki... Portakal, portakal değilmiş. Senin bildiğin mücadele, mücadele değilmiş; başka bir şeymiş. O zaman utanmaya başlıyorsun. O zaman anlıyorsun. Bunun için şair olmak değil insan olmak da yeterli bence.
"ŞAİRLERİ KÂŞİFLERE BENZETİRİM"
Akif Kurtuluş: - İskender’ciğim istek şarkılar var ya, şimdi istek sorulara geçiyorum. Bu söyleşiyi yapacağımızı bilen arkadaşlardan Haydar Ergülen’in bir sorusu var. Şöyle diyor: “Senin şiirin cinselliğe bakıştan başlayarak pek çok şeyi değiştirdi. Peki şiir sende ne değiştirdi? Düşüncende, hayatında, çevrende… Şiirle değişmek mümkün mü?”
Küçük İskender: - Yine atölye çalışmalarımdan bir örnek vereyim. Biraz hınzırlık yapıp oradaki dostlara genellikle şöyle bir soru yöneltirim: “Ellerinizi kullanarak bana cinsel organınızın nerede olduğunu gösterir misiniz?” Bir anda atölyede büyük bir sessizlik hüküm sürer, utangaç olanların yanakları kızarır, gözleri irileşir. Çekinmeyin derim. Kadınlı erkekli, farklı cinsiyet grupları dahi olsa eller erkeklerde aşağı doğru kayar. Kadınların bir eli yukarda, bir eli aşağı doğru kayar. Ve ben onları tatlı bir şekilde azarlarım. Derim ki bunlar, üretim ve boşaltım organları. Oysa sizin cinsel organınız bütün bedeninizdir. Çünkü siz sevişmeyi bilmiyorsunuz. Şiirde de, kendi hayatımda da lokal bakmaktan uzaklaşma şansım oldu. Bunun altında belki tıp eğitimi almam yatıyor; yani vücudu tanımak ve o vücudun içine sığmış duygu, düşünce ve diğer canlılar ya da nesnelerde görmediğimiz bir şeyi yakalama becerim. Şairleri kâşiflere benzetirim. Gemiyi hazırlar ve yola çıkarlar. Cesaret ve o bilinmezin yükselttiği adrenalini severler. Çoğu kere de yanılırlar, sorun değil. Galiba şiir, bazen insanın bir işe yaramasa bile kendini bulmasıdır.
Akif Kurtuluş: - İkinci istek sorumuza geçiyoruz; bu Orhan Alkaya’dan. Senin şiir ortamına bir fırtınayla girdiğinden söz ediyor. “1980 şiiri tam tanımlanmaya yüz tutmuşken kutsanmıştı âdeta,” diyor. “Kuşkusuz her esaslı şair biriciktir. İskender, seni olmazsa olmazımız saydık. Bizimki bir yanılsama mı? Ürküten bir şiir aşkıyla söyler misin, sen hangi biricikler peronundasın?”
Küçük İskender: - Yazdıklarıma, okur üzerindeki etkisi ya da Türk edebiyatında küçük İskender’in açılımları gibi beni çok sıkan alt başlıklardan kurtulup bakarsak, birçok insanın pek bilmediği bir noktada biricikliğe oturuyor. Kendi kuşağımda ve benden sonraki kuşak için karşılaştırma yaparsam şu otuz seneyi geçen süre içinde evi genç şairlere en açık şair olarak yaşadım. Genç arkadaşlarımla ya da senin gibi dostlarımla bir araya geldiğim zaman şiirden çok söz etmeyiz. Hayat neyse onu konuşuruz. Benim biricikliğim şiirden mümkün olduğu kadar az söz edip şairce yaşamakta değil. Şiiri hayatın dışında bırakmayıp yanımızda tutabilmek ve bunu bir aksesuar olarak değil hayatımızın en önemli paydalarından biri olarak tutabilmekti amacımız. Başımızda olduğunu iddia edenler biraz şiiri sevselerdi hakikaten çok daha güzel bir coğrafyada ve dünyada yaşıyor olurduk.
Akif Kurtuluş: - Tam öyle. Aslında edebiyata sadık olmak dediğimiz bir duygu bu.
Küçük İskender: -Gücü yetenler şiire iltica etsin. Hele imkânı olanlar tez zamanda. Son sözüm de bu olsun.
Akif Kurtuluş, küçük İskender'le şiire ve hayata dair... (Cumhuriyet  17 Temmuz 2018)
14 notes · View notes
prensip-meselesi · 6 years
Text
Hey gidi Ankara hey
Beni de benzettin ya kendine
Astın suratımı, resmileştirdin beni
Hey gidi Ankara hey
Beni de benzettin ya kendine
Yüzümde bürokrat gülümsemesi
İçimde politik çıkmazlar
Kaçıncı aşktı tattığım akşamlarında
Kızılay’da yürüyemeden el ele ayrıldığım
Bir gecelik duygu esnemesinde
Yalnızlığımla kendimi evime attığım
Tutamadığım mevsimlerini doya doya
Kaybettiğim kendimi herhangi bir sokağın
Herhangi bir ayrımında...
Geçerken ömrüm giriş katlarında, üşüdüm titredim.
Otuz yaşıma girerken bir yaz akşamında,
Bekar evlerinin soluk aydınlığında kötü alışkanlıklar edindim.
Hiçbir kıza yalan söylemedim Ankara.
Ama bir ebruli aksamda, ezan seslerine karıştı çığlığım.
Oyalıyormuşum kendimi geçici heveslerde.
Kar çiçekleri açıverdi yüreğimde,
Sen ask de buna, ben çıkmaz sokak Ankara.
Delik olan cebime koyacaktım tüm hüzünlerimi
Yine şiirler çalıp sairlerin soluk nefesli kitaplarından,
Şarkılar düzecektim ona ve Ankara,
Çelik renkli gecelerine dağıttığım yıldızlardan,
Taç yapacaktım sari saçlarına.
Gözlerindeki yeşilden sürecektim antik yalnızlığına.
İkimizin de paylaşacağı birisi olacaktı hayatımda.
Anlarsın ya sen Ankara, ben ve o.
Üç kişilik bir dünya kuracaktık,
Gözyaşlarının kahkahaya karıştığı su dünyada…
Duygu sevinecekti,
Telefon edip Zeynep'e evleniyormuş diyecekti.
Frekansını yakalamışken tam da mutluluğunun,
Çankaya'dan bir rüzgar esti.
Kıskandın ya bizi helal olsun sana
Su ölümlü dünyada kendin gibi bir dünya görmeden,
Boğacaksın öylemi, kalabalık kaldırımlarında beni.
Hüzne doyacağım öylemi, senin gibi gecekondularında.
Benim gibi bir bozkır çocuğu,
Meram akşamlarında çiçeklerin nasıl olgunlaştığını bilirim ben.
Çözmüşken şifresini tam da hayatin
Korkma Ankara korkma
Yazılmamış bir şiirin okundukça çoğalan ilk kelimesinde,
Akıp giderken kaderimiz iki ayrı yöne,
Mutlaka buluşacak vuslat denizinde.
Ankara korkma okuduğu duaları anamın ikimizi de kurtaracak.
Hiç ummadığın bir günde, söyle güneş burcundayken sevinçlerin
Sen bana alışacaksın ben de sana Ankara…
23 notes · View notes
azadpenaber · 2 years
Photo
Tumblr media
🌙 Sevdanı zaafına peşkeş çekip Aşkını rüşvet verme bana Beni aramızdaki ideolojik bağlarla vur En politik tepkilerle yargıla... ~ @azadpenaber . . . . . . . . #azadpenaber #helbest #șiir #poem #poetry #poesie #poésie #poème #gedicht #écriture #söz #şiir #sözler #şiirler #gününsözü #gününşiiri #alıntı #kitaptansözler #kitapsözleri #kitapalıntısı #kitapalıntıları #kitaptanalıntı #şiirkitabı #kitaptan https://www.instagram.com/p/CY7JvMVod7w/?utm_medium=tumblr
1 note · View note
eserozetlerim · 1 year
Text
Murathan Mungan Şiirleri
New Post has been published on https://eserozetleri.com/murathan-mungan-siirleri/
Murathan Mungan Şiirleri
Murathan Mungan şiirleri konusunu ele aldığımız zaman politik bir duruşun ön plana çıktığını son derece büyük ölçüde görebiliyoruz. Murathan Mungan adlı şairimiz, cinsiyetçi ideolojiye karşı savaş vermiş ve bu konuyu ele alan bir takım eserler vermiştir.
Şiirlerinde aşk temasını da son derece büyük bir içtenlikle ifade eden Murathan Mungan, biçim yönünden yenilikçi bir çizgidedir. İlk şiir kitabını 2016 yılında yayınlamış olan Murathan Mungan, farklı sözcük kapasitesini de bu şiirleri son derece büyük ölçüde yansıtır. Geçmişte şiirlerde benzer imgeler kullanılırken Murathan Mungan biraz daha farklı ve entelektüel yaşamla ilgili sözcükleri de şiirlerinde kullanmıştır. Ancak bu sözcüklerin şiirlere uyarlamasını o kadar doğru bir şekilde yapmıştır ki modern sözcükler ya da günlük yaşamdan sözcükler şiirlerde imgesel bir ifadeyle daha müzikal bir akışta kendini bulmuştur.
youtube
Murathan Mungan’ın En Ünlü Şiirleri
Murathan Mungan’ın en ünlü şiirleri olarak;
İstersen Hiç Başlamasın
Eskidendi Çok Eskiden
Aşkın Karanlık Metali
Ayaküstü Yaşanmış Ölümsüz Aşk Hikâyeleri
Söyle Bana
İzin
Bu Ne Biçim Hayat
Adı Dua Olan Sevgilim
Sizden Saklı
Kuzeydeki Pencere
Sis Çanları
Murathan Mungan’ın yukarıda sözünü etmiş olduğumuz şiirleri genel olarak aşk ve toplumsal eleştiri üzerine son derece derin imgeler içeren ve oldukça vurucu şiirlerdir. Bu şiirlerin bazılarını günümüz popüler bestecileri tarafından da şarkı haline getirmiş olduğu herkes tarafından bilinmektedir.
Murathan Mungan Şiirleri
Murathan Mungan Kimdir?
Murathan Mungan Kimdir? Murathan Mungan 21 Nisan 1955 tarihinde İstanbul’da doğmuş bir şairdir. Dönem olarak Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı şairidir. Aslen Mardinli olan Murathan Mungan’ın ilk ver orta eğitimi Mardin’de geçmiştir. 1972 yılında Ankara’ya yerleşmiş olan Murathan Mungan Ankara Üniversitesi’nde Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin tiyatro bölümünde lisansını tamamladıktan sonra yüksek lisansını da aynı üniversitede aynı bölümde tamamlamıştır. Üniversite hayatından sonra Devlet Tiyatrosu’nda 3 yıl dramaturg olarak görev yapmıştır.
Murathan Mungan 1975 yılından itibaren gazete ve dergilerde yayınlanmaya başlamıştır. Öykü, şiir, roman ve senaryo, ��arkı sözü ve masal türünde de Türk Edebiyatı’na pek çok eser kazandırmış olan Murathan Mungan’ın eserlerinin pek çoğu yurt dışındaki antolojilerde de yer almıştır. Bu alanda pek çok ödül almaya da hak kazanmıştır.
Murathan Mungan’ın Kitapları
Murathan Mungan’ın kitapları günümüzde pek çok kitapçıda ve internette satılmaya devam etmektedir. Yedi Kapılı Kırk Oda, Kırık Oda, Omayra, Söz Vermiş Şarkılar, 7 Müdür, Mürekkep Balığı, Başkalarının Gecesi, Üç Aynalı Kırık Oda, Yüksek Topuklar, Dağınık Yatak, Dört Kişilik Bahçe ve Bir Kutu Daha gibi çeşitli türde pek çok eseri vardır. Murathan Mungan, çok fazla eser vermiş olan üretken bir şair yazardır. Murathan Mungan’ın Dağınık Yatak adlı senaryo türündeki eseri de film olarak çekilmiştir.
0 notes