Tumgik
#devrimci edebiyat
yorgunherakles · 1 year
Quote
onlara, nefes alan herkesin eşit olduğunu göstereceğiz.
arthur koestler - spartacus
27 notes · View notes
mecrasanat · 11 months
Text
Deniz Sarıtop Kimdir - Şiirleri
0 notes
yenikurdedebiyati · 2 years
Text
Deniz Sarıtop Şiirleri
0 notes
ayhancabakislar · 1 year
Text
Tumblr media
En büyük devrimci,
Nefsini devirendir...
15 notes · View notes
gogebakanlardan · 6 months
Text
Affet demeğe korkuyorum, kızarsın diye… Sana, oralığa gelmek mi canım? Ne mene küfredersen et yahut nasıl ilgisiz olursan ol, şu anda sadece ölmek istiyorum. Gebermek. Tek çıkar yol bu. Öyle ki cansız bir gövdeden gayrı hiçbir nen, hiçbir iz, hattâ hiçbir anı bırakmadan gebermek. Senin başın için yemin ederim bu böyle.
Tumblr media
1 note · View note
hetesiya · 11 months
Text
Zapatizm’in Poetiği ve Estetiği: Marcos’un Vedası
Alessandro Zagato, Çeviri: Derya Yılmaz
Tumblr media
"Granjas integrales zapatistas", Beatriz Aurora, 1997.
EZLN 1983’te yeraltında, 6 kişilik bir grup olarak kuruldu: Meksika’nın farklı yerlerinden Lacandon Ormanı’na giden, üçü melez üçü yerli, beş erkek ve bir kadından oluşuyordu. Önce, bölgedeki yerli halkı bir gerilla ordusunda örgütleme amacıyla askerî bir kamp kurdular, bu gerilla ordusu ilerleyen yıllarda düzenli orduyu yenerek Meksika’da devrim yapabilirdi. Başta 1960’larla 1970’lerin Latin Amerika devrimci hareketlerinin tipik ideolojisinin etkisinin altında olan grup, Marksist-Leninist bir sosyalizm inşası anlayışına bağlıydı.
İlk ağızdan aktarılanlara göre,[1] daha bu ilk aşamalarda ve yeraltında yaşamanın getirdiği zorluklara rağmen, EZLN’de çok güçlü bir sanatsal ifade eğilimi vardı. “Her Pazartesi günü kültürel etkinlikler düzenliyorduk: ‘kültür birimi’ dediğimiz bir grupla toplanıyor, şiirler, şarkılar okuyor, tiyatro oyunları canlandırıyorduk”. Askerî eğitim rutini çerçevesinde fiziksel antrenman yapılıyor, Kuzey Amerika ile Meksika ordularının strateji kitapları okunup tartışılıyordu; ama Cervantes, Juan Gelman, Shakespeare, Miguel Hernandez, Brecht gibi yazarların eserleri de hep birlikte okunuyordu. EZLN’nin resmî bildirilerinin kendine özgü üslubunda bunların büyük etkisi görülecekti.
Ancak, Zapatizm’in politik/estetik benzersizliğini belirleyen tek etken, küçük bir grup devrimcinin eğilimleri değildi; Chiapas’ın o bölgesinde yaşayan Maya yerlilerinin kozmolojisiyle ve kadim formlarıyla yaşadıkları karşılaşmaydı. Bu karşılaşma, kelimenin gerçek anlamıyla bir olay, “süblim bir hadise”ydi,[2] başlangıçtaki planı altüst edip beklenmedik olanakların önünü açan, böylece yeni bir öznelliğin biçimlenmesini sağlayan güçlü bir sarsıntıydı. “O aşamada,” diye anlatıyor Marcos, “EZLN, oraya gittiğimizde tasavvur ettiğimiz şey olmaktan çıktı. Yerli topluluklar bizi yenmişti, ve bu yenilginin sonucunda EZLN katlanarak büyümeye, bambaşka bir şeye dönüşmeye başladı”. Başka bir metinde[3] Marcos daha da kesin ifadeler kullanıyordu: “Gerçek anlamda bir yeniden eğitim, yeniden biçimlenme sürecinin sancısını çektik. Yerliler bizi adeta silahsız bırakmıştı. Sanki bizi oluşturan, parçamız olan, sahip olduğumuzun farkında bile olmadığımız her şeyi –Marksizm, Leninizm, sosyalizm, kent kültürü, şiir, edebiyat– sökmüşlerdi. Bizi önce silahsız bırakmış, sonra yeniden, ama bambaşka bir tarzda, silahlandırmışlardı.”
Gerillalar, yerli topluluklarla politik bir diyalog kurabilmek için öznel yatkınlıklarını büyük ölçüde yeniden oluşturmak zorunda kaldılar. Değişimin aktörü olarak tanımlanan belli bir grup insanda “bilinç” yaratıp politik değişim yolunun gösterildiği endoktrinasyon ve üye devşirme gibi alışıldık stratejileri bir yana bırakmaları gerekti. EZLN’nin yerli topluluklarla karşılaşması, bu stratejilerin tam tersiydi; iki tarafı da karşılıklılık ve alışveriş yolları keşfetmeye sevk eden sürtüşmelerle biçimlenmişti. “Politik tasavvurumuzun, yerli topluluklarınkiyle çatıştığını ve bu doğrultuda değiştiğini seziyorduk. Bu durum, EZLN’nin, bir gerilla birimi olarak son derece yoğun olan kültürel hayatı üzerinde de etkili oldu.”[4]
Bu karşılıklı dönüşüm sürecinin, hem dilin kullanımı hem de tercüme eylemi üzerinde bazı etkileri olduğunu da kaydetmek gerekiyor. Yerli dilleri, çok canlı bir sözlü geleneğe dayanır ve gerçekliği son derece şiirsel unsurlarla betimler. Bu, yerlilerin İspanyolca’yı temellük etme biçimlerine de yansımıştır: Bu dil, kinayeli imgeler ve metaforlarla doludur. Yerli kozmolojilerini tercüme etmek söz konusu olduğunda, kelimeler yetersiz kalır. Örneğin, 1910’da Meksika Devrimi’nin kıvılcımını çakan ve EZLN’nin de sahiplendiği “Toprak ve Özgürlük” çağrısının, Nahuatl dilinde çok daha geniş bir manası vardır: Toprak (tlali) kavramı aynı zamanda doğa, yeryüzü ve komünal yaşam fikirlerini de içerir. ¡Tierra y Libertad! sloganının, toprağı bir üretim aracından ibaret görmeyen Meksika yerli halkları arasında bu kadar büyük yankı uyandırmasının nedeni de budur.
Bu dil aynı zamanda, İspanyol sömürgeciliğine direnişi de bünyesine katan son derecede zengin bir görsel dili içerir. Örneğin, “İspanyol conquistador’lar, isyancıları hemen seçebilmek için Chiapas ve Guatemala halklarını köylerinin işareti olan ayırt edici giysiler giymeye zorladıklarında, yerli kadınlar buna direnmek için olağanüstü güzellikte huipil’ler işlemişlerdir”.[5]
Zapatist görsel dili, Maya geleneğine ait unsurlarla ve bu geleneğin devrimci projeyle karşılaşmasından doğan sembollerle doludur. Örneğin kar maskesi, hızla bir kimlik ve birlik sembolü haline gelmiştir. Maske, hem kadim direnişi hem de ölümün varlığını canlandırır: Zapatistlerin sık sık tekrarladıkları gibi, “yaşamak için ölmemiz gerektiği” gerçeğini ifade eder. Maske aynı zamanda, Jacques Rancière’in “duyulurun paylaşımı” dediği şeyin altüst edilmesini de içerir: belirli bir toplumsal-tarihsel durumda algının, düşüncenin ve eylemin koşullarını belirleyen rejim. Zapatistler, adlandırılmak ve tanınmak için yüzlerini kapatır, gizlenmek içinse maskelerini çıkarırlar.
Maya kozmolojisiyle yaşanan karşılaşma, müralizm gibi daha geleneksel sanatsal ifade biçimlerinde, anonim Zapatist köylü sanatçılarının resimlerinde, Beatriz Aurora’nın eserlerinde de görülür. Beatriz Aurora, 1990’ların ortalarından beri Zapatistlerle çok yakın ilişki içinde olan bir sanatçı. Resimleri, Zapatizm’in görsel estetiğini keşfetme çabaları olarak görülebilir. Bunlar aynı zamanda dışardaki insanları Zapatistlerin politikası, talepleri ve tarihleriyle buluşturan birer geçit işlevi görüyor.
Geçen yıl Aurora’yla yaptığım bir söyleşide, eserlerindeki hangi unsurların Zapatistlerin hayal ettiği “başka dünya”yla ilişkili olduğunu sordum. Cevabı şöyleydi: “Bütün motifler. Mesela, kullandığım renkler her an her yerde mevcut – en başta da kadim formlara dayanarak kendi tasarladıkları kıyafetlerde. Zapatist toplulukları, muazzam çeşitlilikte canlı unsurun birlikte var olduğu mekânlar: her yaştan Zapatist, yeni hasat edilmiş mısırlar, gitar çalan gençler, güneşte kuruyan kakao ve kahve. Her şey, gür bir bitki örtüsünün içine gömülmüş. Her türden evcil hayvan etrafta geziniyor. Bütün bu unsurlar, bir yaşam-orkestrası gibi, armonik bir hareket ve seda yaratıyor.”[6]
Başka bir yerde de vurguladığım gibi,[7] Beatriz Aurora’nın resimlerinin birçoğunun baskın özelliği, perpektifin yokluğu (veya tam gelişmemiş halde bulunması). Bu özellik, ressamın, kompozisyondaki her öğeye eşit konum kazandırma amacını yansıtıyor. Aurora’nın kendine özgü renk kullanımı ve temel formlardan yararlanması, eserlerine naif bir hava vererek, çocukluğa dönme çağrısını, dünya karşısında ve barındırdığı imkânlar karşısında duyulan büyülenmeyi yansıtıyor.
“Yaşam orkestrası” deyişi Zapatistlerin politik süreçlerini çok iyi tarif ediyor, çünkü şirketlerin sömürü ve yıkımlarının yol açtığı ölümün karşısına yaşamı çıkarıyor ve sıradan insanların gündelik hayatıyla organik bir bağı var. Güney Afrikalı bir gecekondu hareketi üyesinin ifadeleriyle, “bu, insanlara yakın ve onlar için gerçek olanın politikası”,[8] ideolojiye karşı olmasa da, önceden var olan bir teoriden yola çıkmıyor, veya işe ayrı bir alandan başlamıyor, somut bir duruma içkin bir bakış açısıyla insanların ne dediğinden ve ne yaptığından hareket ediyor.
Bu yaklaşım, yenilikçi eşitlik ve toplumsal adalet anlayışlarıyla deney yapan benzersiz bir politika türünün gelişmesini sağladı; son derece yerelleşmiş bir ölçekte olmakla birlikte, 20. yüzyıldaki girişimlerin başarısızlıklarını aşan bir politika bu. 1990’ların ortalarından beri bu deneyler, hareketin başta önüne koyduğu zafer ve devlet iktidarını ele geçirme hedeflerinin yerini alarak, Zapatist toplumunu biçimlendiren eşitlikçi formlarda belirginleşti: bağımsız Juntas de Buen Gobierno (iyi hükümet kurulları), sağlık hizmeti sistemi (özerk olarak yönetilen klinik ve hastaneler), eğitim sistemi ve kolektif biçimde örgütlenmiş üretim sistemi.
Tumblr media
Subcomandante Marcos, La Realidad’da, 2014
22-25 Mayıs 2014 tarihleri arasında, Zapatist hareketin beş politik merkezinden biri olan La Realidad’da, Galeano adıyla bilinen Zapatist eylemci José Luis Solís López’in anma törenlerine katıldım. Galeano, geniş çaplı bir kontrgerilla stratejisinin parçası olarak, federal hükümetin üyeleri tarafından yönetilip finanse edilen CIOAC-H adlı paramiliter örgüt  tarafından birkaç hafta önce öldürülmüştü. Burada bu olayın ayrıntılarına girmeyeceğim; anma törenleri sırasında, Subcomandante Marcos’un kamu önüne son kez çıktığı konuşmasına odaklanacağım. Bu önemli figürün veda sözlerini sarf ettiği bu bildiri, her zamanki gibi son derece derin, şiirsel, dolayısıyla farklı okumalara açıktı.
Malum, Marcos son yirmi yıldır EZLN’nin en çok göz önünde olan sözcüsüydü, öyle ki uluslararası çapta bir ikon haline gelmişti. Ayaklanmanın ilk günlerinde, EZLN’nin sözcülüğünü üstlendiği zamandan beri tanıyoruz onu, ve yıllar içinde bu sözcülük rolünü yorumlama biçiminde ciddi bir değişim olduğunu biliyoruz. Ayrıca kendisinin, ilk aşamalardan itibaren EZLN’nin askerî liderlerinden biri olduğunu da biliyoruz.
Marcos karakterinin biraz abartılı ve teatral olduğu, kamu önündeki görüntüsünün de bir hayli performatif olduğu hemen herkes tarafından kabul ediliyor. Örneğin Žižek,[9] Marcos’u “Subcomediante” diye adlandırarak, devrimci yaklaşımla bağdaştıramadığı bu tavrı eleştiriyordu. Fakat EZLN’nin birden, bir anma töreni sırasında, bu figürden kurtulmaya karar vermesi, büyük şaşkınlık yarattı. Her şeyden önce bu, “alışıldık” iktidar ve devrim mantığına aykırıydı. Devlet, bozguncu bir örgütü dağıtmak istediğinde, ilk hamlesi liderinden kurtulmak olmuyor muydu? Neden Zapatistler, kendilerine dünya çapında ün kazandıran, bu kadar ilgi çekmiş sembollerden birini ortadan kaldırma gereği duymuştu?
EZLN aylardır Marcos’un ağır hasta olduğu söylentilerini yayıyordu. Ana-akım medya, hastalığının niteliğini bile tartışmaya başlamıştı. Hatta bazıları, aslında EZLN’nin lider kadroları arasında anlaşmazlıklar olduğunu ima ediyordu. Marcos 24 Mayıs günü, La Realidad’da, Galeano anısına düzenlenen geçit töreninde bir atlı asker birliğine öncülük etti. Ama geceleyin, “bunlar, varlığım son bulmadan önce kamu önünde sarf ettiğim son sözler olacak” dediği bildirisini okumaya başladığında, seyirciler arasına endişeli bir sessizlik yayıldı.[10]
Marcos konuşmasına, EZLN’nin son yirmi yıldır geçirdiği değişim sürecindeki farklı boyutları ele alarak devam etti; ona göre bu değişimleri anlayabilenlerin sayısı çok azdı. Değişimin unsurlarından biri sınıftı: “aydınlanmış orta sınıftan, yerli köylüye geçiş”; bir diğeri ırktı: “melez liderliğinden, yerli liderliğine geçiş”. Ama değişimin bir unsuru da, düşünceydi: “devrimci öncülük anlayışından, itaat ederek yönetme anlayışına; yukardan iktidarı ele geçirme hedefinden, aşağıdan iktidar yaratma hedefine; uzmanlaşmış politikadan, gündelik politikaya; liderlerden halka; toplumsal cinsiyete dayalı marjinalleşmeden, kadınların katılımına; ötekini küçümsemeden, farklılığın kutsanmasına” geçilmişti.[11]
Bu analizin sonunda Marcos şunu soruyordu: Meksika’da entelektüeller, politikacılar ve eylemciler de dahil olmak üzere birçok insan, tarihi halkın yaptığını kabul etmekle birlikte, “uzmanların” bulunmadığı bir halk yönetimi karşısında neden bu kadar korkuya kapılıyordu? “Halk yönettiğinde, insanlar kendi atacakları adımlara kendileri karar verdiklerinde, [neden bu insanlar] bu kadar dehşete düşüyorlar”dı?[12]
Marcos, bu sorulara cevap bulmak için, 1 Ocak 1994’te EZLN’nin Chiapas’ın kentlerine indiği ve adımlarıyla dünyayı yerinden oynattığı isyana döndü. İlerleyen günlerde isyancılar ortada bir tuhaflık olduğunu fark etmeye başlamışlardı: “dışardaki insanlar bizi görmüyordu”.[13] Zapatistler, sivil toplumun, isyanlarının gerçek niteliğini anlayamadıklarını sezmişlerdi. “Yerlilere hep tepeden bakmaya alıştıklarından, bize bakmak için başlarını yukarı kaldırmadılar. Bizi hep aşağılanmış halde görmeye alıştıklarından, onurlu isyanımızı anlayamadılar. Bakışları sadece, kar maskesi giymiş vaziyette gördükleri, yani göremedikleri, bir meleze [Marcos’a] odaklandı.”[14]
Bu, Marcos’un açıkladığına göre, hareketin tarihi içinde “Marcos figürünün inşasının” başlangıcıydı. Bu inşanın gerekçeleri ortadaydı: ırkçılık, 500 yıllık sömürü ve aşağılanma, ayrıca politik öncülük anlayışı, insanları birkaç bin yerlinin nelere kadir olabileceğini görmekten alıkoymuştu. Bu insanlara, solun bazı kesimleri de dahildi, çünkü “sol, en çok da devrimci olma iddiasındaki sol da ırkçılıktan nasibini almıştır.”[15]
Hareket, bu görünürlük sorununa çare olarak, yerli isyanı ile toplum arasında –yani, birbiriyle bağdaşmayan iki kozmoloji arasında– sembolik bir dolayım aracı işlevi görecek estetik bir yaratıma başvurdu.
Marcos karakterini illa tanımlamam gerekiyorsa, hiç tereddütsüz, onun renkli bir oyun olduğunu söyleyebilirim. Daha iyi anlayasınız diye şöyle de diyebilirim: Marcos, Bağımsız-Olmayan-Medya’ydı.[16]
Bu ifadeler çok önemli, çünkü “Marcos’un inşası”ndaki estetik-politik anlama dair bir (öz)eleştiri içeriyor. Marcos, bir mecra olarak imajının bağımsız olmadığını söylemekle, bu imajın iktidar alanına ait olduğu, o alana sızmak için kurgulanmış olduğu gerçeğine göndermede bulunmuştu.
Guy Debord’un izinden giderek, Marcos imajının “gösteri nitelikli” olduğunu, çünkü imajların yapısal bir ayırma, dolayımlama ve etkisizleştirme işlevi gördüğü soyut bir üretim ve toplumsal ilişki rejiminin parçası olduğunu iddia edebiliriz. Debord Gösteri Toplumu kitabında imajların toplumsal ilişkileri düzenleme biçimi sonucunda bireylerin üretim, ihtiyaç, duygulanım, arzu vb. gibi alanlarda kendi varlık koşullarının gerçekliğinden koparıldığını öne sürer. İmajlar insanları, bir soyutlaşma sürecine iter; bu süreçler, Tiqqun’un “kamusallık” diye nitelediği gayri şahsi bir ortak duyu içerisinde gerçekleşir. Kamusallık yoluyla “liberal devlet, nüfusun temelindeki geçirimsizliğe şeffaflık verir” ve böylece onu daha etkili biçimde yönetir.[17]
Dediğim gibi, Marcos figürü, Zapatist isyanı ile toplum arasında köprü kurmak üzere kamusallık alanına yansıtılmıştı. Zapatistlerin politik süreçlerini, daha alışıldık ve kolaylıkla algılanan bir devrimci imgeleme uygun düşen bir estetik çerçeveye yerleştirme ihtiyacının sonucuydu: ırksal ve sınıfsal hiyerarşileri yeniden ürettiği için de (beyaz, eğitimli bir lider), cazip bulunan bir çerçeveydi bu. Fakat bu imaj, hareketin gerçeğinden koparılmış bir soyutlamanın ürünüydü. Marcos’un inşası, isyana bir ölçüde ihanet ediyordu, çünkü onun hem niteliği hem de kompozisyonu konusunda yalan söylüyordu. Yıllar geçtikçe Marcos figürü, kamusallık alanında neredeyse kendi başına bir varlık kazandı, medya tarafından temellük edildi ve gösteri niteliğine büründürüldü, bunun sonucunda da kısmen depolitize oldu.
1851 tarihli bir metinde Fransız bir işçi, büyük sanatçıların (ve sosyalist propagandanın) işçi figürünü temsil ettikleri kalıplaşmış tasvirleri eleştirir: “Döküm işçilerinin sert duruşu, hayranlık verici bazı çalışmalara konu olmuştur. Flaman ve Hollanda okulları, bu duruşun bir  Rembrandt veya bir Van Ostade’nin elinde nasıl iyi sonuçlar yaratabileceğini gösterdi. Ama bizler, bu hayranlık verici eserlere model olan işçilerin, çok genç bir yaşta görme yetilerini kaybettikleri gerçeğini aklımızdan çıkaramıyoruz, ve bu gerçek, o büyük ustaların eserlerine bakmaktan aldığımız zevkin kaçmasına sebep oluyor”.[18] Yani, döküm işçisinin estetik soyutlaması, fabrika koşullarındaki sefaletin üzerini örter. Öte yandan, Rancière şöyle der: “Ressamların, işçilerin yüzlerinde tasvir ettiği heybetli, erkeksi şiirsellik, işçilerin sefaletini örten bir maske değildir basitçe. Bir hayalden vazgeçmenin karşılığında ödenen bedeldir: imajlar dünyasında başka bir yere sahip olma hayalidir bu”.[19] Propaganda veya “kamusallık” adına üretilen imaj, temsil edilen özne (işçi, veya devrimci yerli köylü) üzerinde gizemleştirici ve baskıcı bir etki yaratır, çünkü onu belli bir duruma, veya imajlar dünyasında belirli bir yere tayin ederek, özgür olmasını engeller. “İşçiyi ona ayrılmış yerde tutmak için”, der Rancière, “gerçek hayattaki hiyerarşinin, imgelemsel bir hiyerarşideki kopyasının da olması gerekir […]”.[20]
Bu işçi temsilleri gibi, “Devrimci Marcos” figürü de Zapatist hareketin gerçekliğini (ırk, sınıf ve yapı bakımından) gizemleştirir, ama aynı zamanda Zapatist isyancılara imajlar dünyasında belirli bir yer tayin eder. Marcos’un vedası, bu dinamiği altüst etme hamlesi olarak görülebilir. Uruguaylı sosyolog Raùl Zibechi, bu etkileyici hamleyle birlikte “Zapatistlerin çıtayı muazzam yükseltiğini, bugüne dek hiçbir politik gücün erişemediği bir yere çıktıklarını” öne sürüyor.[21] Gerçekten de Zapatizm’in politik meydan okuması, Marcos’un estetik olarak temsil ettiği askerî liderlik düzeyinde değil, özerkliğin inşasında hayata geçiyor: iktidarın tabandan yaratılmasında, herkes için ve herkesle bağı olan gündelik politikada.
Kaynak: Alessandro Zagato’nun Poetics and Aesthetics in Zapatismo: The Farewell of Subcomandante Marcos başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.
[1] Subcomandante Marcos, “Subcomandante Marcos escritor. Entrevista por Juan Gelman.” Desinformèmonos, 15 Ocak 1994 http://desinformemonos.org/2014/01/subcomandantes-marcos-escritor-por-juan-gelman/
[2] Deleuze, Difference and Repetition (New York: Columbia University Press, 1994).
[3] Yvon Le Bot, El sueño zapatista. Entrevistas con el Subcomandante Marcos, el mayor Moisés y el comandante Tacho, del Ejercito Zapatista de Liberación Nacional (México: Plaza & Janés, 1997) s. 123.
[4] Subcomandante Marcos, “Subcomandante Marcos escritor. Entrevista por Juan Gelman.” Desinformèmonos, 15 Ocak 1994 http://desinformemonos.org/2014/01/subcomandantes-marcos-escritor-por-juan-gelman/
[5] Kadın giysileri. Jeff Conant, A Poetics of Resistance: The Revolutionary Public Relations of the Zapatista Insurgency, 2010.
[6] GIAP, “Entrevista a Beatriz Aurora”, Rufiàn Revista, 17, 2014 s. 67.
[7] Natalia Arcos ve Alessandro Zagato, “Diálogo n°1: Notas sobre estética y política en el movimiento zapatista” Rufiàn Revista, 17, s. 21
[8]  S’bu Zikide, “The high cost of the right to the city”. Abahlali Official Website, 25 Mayıs 2009 http://www.abahlali.org/taxonomy/term/1093
[9] Slavoj Žižek, “Resistance Is Surrender”, London Review of Books, 29, 22: 7. Resistance is Surrender
[10]  EZLN, “Entre la Luz y La Sombra”, Enlace Zapatista, 25 Mayıs 2014 http://enlacezapatista.ezln.org.mx/2014/05/25/entre-la-luz-y-la-sombra/ İngilizce çevirisi için bkz. Between Light and Shadow
[11] A.g.e.
[12] A.g.e.
[13] A.g.e.
[14] A.g.e.
[15] A.g.e.
[16] A.g.e.
[17] Tiqqun, Introduction to Civil War (Los Angeles: Semiotexte, 2010).
[18] Jacques Rancière, The Nights of Labour: The Workers’ Dream in Nineteenth Century France (Philadelphia: Temple University Press, 1989) s. 5 .
[19] A.g.e.
[20] A.g.e.
[21] Raùl Zibechi, “The Death Of SupMarcos. A Blow to Revolutionary Pride”, Dorset Chiapas Solidarity, 20 Haziran 2014 https://dorsetchiapassolidarity.wordpress.com/2014/06/20/the-death-of-supmarcos-a-blow-to-revolutionary-pride/
4 notes · View notes
cinaraslan · 1 year
Text
Bir millet sanattan ve sanatkardan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur( ULU ÖNDER MUSTAFA KEMAL ATATÜRK)
27 MART DÜNYA TİYATROLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN 🎭
#dünyatiyatrolargünü #tiyatro #atillailhan #canyücel #nazımhikmet #tiyatrocandır #27martdünyatiyatrogünü #sahne #konstantinstanislavski #nikolaostrovski #şair #yazar #yönetmen #devrimci #atatürk #sanat #tiyatroiyileştirir #sanatçı #edebiyat #şiir #oyuncu #millet
1 note · View note
hbedebiyatsanat · 2 years
Photo
Tumblr media
Karalama Defteri`nin bu hafta ki konukları Yazar Zeynep Uğraş ve babası Devrimci Şair Duran Uğraş olacak. Kendileriyle birlikte acı tatlı yaşamları, yayımlanan ortak çalışmaları "Doğanlı Kirni" kitabı, Kültür, Sanat ve Edebiyat üzerine konuşacağız. Yöre ve yöre insanlarımızın sorunlarına değineceğimiz, sohbetimize destek ve katkı sunacağınızı umuyor, kültür-sanat programımız Karalama Defteri'ne, #MardefTv 'ye bekliyoruz... TARİH : 04 Mayıs 2022 Çarşamba Avrupa saati 19.00 Türkiye saati 20.00 MARDEF TV Ekranlarında CANLI YAYIN LİNKLERİ : www.facebook.com/Mardeftv   www.youtube.com/c/mardeftv www.youtube.com/c/HasanBulutNurhak SOSYAL MEDYA : Tüm dostlarımızı Mardef Tv sosyal medya hesaplarımıza abone olma ve yayınlarımızı desteklemelerini rica ediyorum. Sanatçı dostlarımızın sosyal medya hesaplarını beğenelim birbirimizi takip edip dayanışalım sosyal medya hesaplarımızı güçlendirelim... SEN YOKSAN BİR EKSİĞİZ, BİRLİKTE GÜÇLÜYÜZ! #MARDEF
8 notes · View notes
gundemarsivi · 4 months
Text
Tumblr media
İşkence Ders Notlarım
✍🏻 Osman Akyol
https://www.gundemarsivi.com/iskence-ders-notlarim/
Tarih 28 Eylül 1996… Yer Van Otogarı… Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Matematik Bölümü’nü bitirdim eve, İstanbul’a dönüyorum. Polislerin yaptığı rutin bagaj aramasında çantamdan, Osmanbey’de bir işportacıdan aldığım, “Devrimci Marşlar ve Ağıtlar” isimli kitap çıktı. Yolcuların şaşkın bakışları altında hemen oracıkta gözaltına alındım. Oysa güne ne güzel başlamıştım…
Bütünleme sınavlarını verip dört gün önce okuduğum bölümden mezun olmuştum. Van’daki dostlarla vedalaşalım falan derken kurdeleye sarılı diplomayı (geçici mezuniyet belgesini) daha henüz açmamıştım, şöyle karşısında efkârlı bir sigara yakıp, daha doğrusu bu sevinci beni evde bekleyen İstanbul’daki karımla birlikte yaşayacaktım…
Dile kolay, dört yıl bu diploma için Van’ın karını, soğuğunu ayazını çekmiş, Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin tozlu yollarını arşınlamıştım. Zeve kampüsündeki Melikşah Öğrenci Yurdu’nun dili olsa da konuşsa! Vize ve finaller öncesi kaç geceyi uykusuz geçirmiş kaç kez çalışma masasında sabahladıktan sonra yorgunluktan sızıp kaç sınavı kaçırmıştım. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Matematik Bölümü dedin mi, duracaksın… Oradan öyle artis pozlarında elini kolunu sallayarak mezun olamazsın. En sıkı öğretim üyesi kadrosu orda: Prof. Dr. İsmail Tok, Prof. Dr. Abdurrahim Yılmaz, Prof. Dr. Bülent Karakaş, Yrd. Doç. Dr. Yılmaz Altun (nam-ı diğer mübarek!), Yrd. Doç. Dr. Necdet Batır, Yrd. Doç. Dr. Muammer Yıldız (sonradan İstanbul Milli Eğitim Müdürü oldu)…
Diplomayı elime aldığımda yaşadığım sevinci hiç unutamam; onca zahmete değmişti doğrusu, vücudumun ödül olarak salgıladığı mutluluk hormonu endorfinin de etkisiyle sarhoş gibiydim. Elbette bir o kadar da tedbirsiz…
Gözümün önünden yaşadıklarım bir film şeridi gibi akıp gidiyordu ta ki bir telsiz anonsu hayallerimi bölen kadar…
Beni gözaltına alan resmi giysili polis, “…anlaşıldı, tamam” la uzun telsiz konuşmasını tamamladı. Anlaşılan işimiz artık “tamam”dı!
Evet, yaşadıklarım bir hayal değildi ve beni gözaltına alan polisler, belli ki, her daim “dinlemede” malum bir “merkez”le konuşmuşlar ve o “malum” merkezin yolladığı adamlar da gelmek üzereydi. Çok geçmeden de sivil plakalı bir otoyla, beyazdı yanlış hatırlamıyorsam, Terörle Mücadele Şubesi’nden beklenen sarkık bıyıklı “amcalar” geldiler. Beni aldıkları gibi, o zamanlar milli tuvalet edebiyatına da sıkça konu olan, malum “merkez”e doğru direksiyonu kırdılar. Sorgu hemen oracıkta sivil otonun içinde başladı. Polisler, önce alaycı bir tonda hal hatır sorup ardından benden yirmi tane arkadaşımın ismini vermemi istediler. Ben başlarda salağa yatmak istedim, oda arkadaşlarımın isimlerini falan verdim: Orhan Altun, Levent yardımcı, Timur Aslan, Şehabettin Fırat (Şeyh Sait’in torunu), Tuncay Aydemir… “Yemediler”… Israrla başka başka isimler istiyorlardı benden, kendilerince de “malum” olan…
Tamam, üniversitelerde Kadıköy’de 1 Mayıs 1996’da yaşanan olaylarla doruğa çıkan bir kıpırdanış vardı. Elbette sol, 1980 Askeri Darbesi’yle yok olmamış, şekil değiştirerek 90’larda yeniden üniversite gençliğinin vicdanında yerini almıştı. 1992’de üniversiteye adım attığımda, Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde sol çevreler daha yeni yeni kıpırdanıyordu. Kimse ne yapacağını, nerden başlayacağını bilmiyordu. Çünkü Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı olan 1981’de kurulan üniversiteye, kendi geleneğini unutmayarak, “yüzüncü yıl” adını veren askeri cunta, solcu öğrencilerin 80 öncesi oluşan sol gelenekle bağını koparmıştı.
Türk öğrenciler arasında daha çok DHKP/C ve TKP/ML adlı sol örgütlerin isimleri geçiyordu. Tabi ki, hiçbirimizin bu örgütlerle militan düzeyinde bir organik bağı yoktu ve belli bir örgüt disiplini içinde de hareket etmiyorduk. Nurculuk, Süleymancılık benzeri kimi İslami cemaatlerde olduğu gibi, daha çok bir “dergi çevresi” yapılanması söz konusuydu.
Örneğin biz yurdun C Blok 48 numaralı odasında kalıyorduk ve bizimle aynı odada kalan Devrimci Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi sempatizanı “parti/cepheli” Bülent Köse adındaki Sivaslı bir arkadaşımız, Kurtuluş dergisi alıyor, o okuduktan sonra elden ele biz de okuyorduk. Yine B Blok’tan Erol Seven adında Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist sempatizanı bir arkadaş, Özgür Gelecek dergisi alıyor, o okuduktan sonra ondan da başkaları alıp okuyordu. Ve böylece lümpen proletarya zincirine her gün zayıf birer halka olarak biz de ekleniyorduk.
O güne kadar yaptığımız eylemler de; zaman zaman, hatta kimi zaman ülkücülerle beraber, yemekhane boykotu yapmak; yazılama yapmak; 20 Mart 1996’da Nevruz kutlamalarına katılıp halay çekmek; 24 Mart 1996’da “faşist” tabir ettiğimiz ülkücülerin bir kız arkadaşımıza laf atması sonucu çıkan gerginliğin ardından Melikşah Yurt Müdürlüğü’nde; “Faşizme Karşı Omuz Omuza!”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği!”, “Burası Faşizme Mezar Olacak!” sloganları atarak yürümekten ibaretti.
Arada bir yurttaki odalarda toplanıp Grup Yorum türküleri dinliyor; pis yedili, poker eşliğinde sohbetler ediyor, “komiteler” kurmaktan falan söz ediyorduk. Fakat bizim sözünü ettiğimiz bu komiteler örgüt terminolojisindeki “halk komiteleri” falan değildi elbette.
Kürt solu diye adlandırdığımız öğrenciler, dağınık haldeki Türk soluna nazaran daha disiplinli ve daha derli toplu bir yapı içindeydiler. PKK’ya sempatiyle bakıyorlar, bir örnek Özgür Gündem gazetesi ve Özgür Ülke dergileri okuyorlar, Med TV izliyorlardı.
Konuşmalarından ve coşkularından anlaşıldığı kadarıyla PKK’ya sempatiyle baktığını söyleyen bu gençlerin çoğu da, sempatizanı oldukları Kürdistan İşçi Partisi’nin, “işçi” yönüne değil de, daha çok “etnik” yönüne sempati duyuyor gibiydiler. Kritik günlerde okul askerler tarafından tanklarla kuşatılıyor ve bu haliyle bir yarı açık cezaevini andırıyordu.
Üniversitenin genel atmosferi böyleydi. Ülke atmosferi de bundan farklı değildi: PKK’nın yükselişine paralel olarak güvenlik güçleri de sertleşmiş işkence vakaları, gözaltında kayıplar, yargısız infazlar türünden antidemokratik uygulamalar artık sıradan olaylar haline gelmişti. Her yerden pis kokular yükseliyor, ülkede “kirli” savaş olanca hızıyla sürüyordu. Savaş baronları istediği ve ölenler de yoksul çocukları olduğu sürece, daha uzun yıllar süreceği gibi…
Emniyet Müdürlüğü binasının arkasına geldiğimizde polisler, birden sertleştiler. Kapıda gözümü göz bağıyla bağlayıp ite kaka içeri sokarken bir taraftan da ana-avrat küfür etmeye başladılar. Bir süre böyle gözüm kapalı sürüklendim. Bir yere gelince durdurup gözbağımı hafifçe araladılar ve bir masada sonu “haklarım okundu” şeklinde biten bir kâğıt imzalattılar. Ardından beni çırılçıplak soyup işkence etmeye başladılar.
İşkenceye başlarken de, “Osman, dağda etek tıraşına vakit bulamadın galiba?” diye “sözde” espri yapmaktan geri durmadılar… Vücudumun her yerine nerden geldiğini bilmediğim yumruklar tekmeler iniyor; sorular peş peşe geliyordu… “Gözaltına alınırken gören oldu mu?”, “Kürt müsün?”, “Hangi örgüttensin?”, “Devrimci ne demek?”, “Lideriniz kim?”, “Komite kurdunuz mu?”, “Kırsala adam yolluyor musunuz?”, “Fen Edebiyat Fakültesine bombayı kim koydu?”… Ben, “Abi, valla bilmiyorum!” gibisinden insani tepkiler verdikçe, daha sert vuruyorlar ve arada elektrik vermekle de tehdit ediyorlardı. Arada bir göz bağımı hafifçe aralayıp kalın bir klasörden bazı arkadaşların resimlerini gösteriyorlar, “Lideriniz bu mu?” diye soruyorlardı. Anlaşılan hepimizi fişlemişlerdi.
Bana reva görülen “insanlık ayıbı”, dört saat boyunca sürdü. En sonunda çözüldüm, bildiklerimi anlattım…
Hani şimdilerde 1999 polis sorgusunda Adnan Oktar için, çok rahat tavırlar sergiliyordu sorgusunda, diyorlar ya kazın ayağı öyle değil işte. Geri zekâlı gibi her şeyi açık açık anlattığın o masa başına oturmadan önce seni bir güzel hazırlıyorlar işte benim örneğimde olduğu gibi.
Gerçi bildiklerim polisin işine yarayacak türden teknik bilgiler değildi. O arada polisler arasında “kitap yasak değilmiş” şeklinde bir diyalog geçtiğini duydum. Sonunda bana bir ifade tutanağı imzalattılar ve serbest bıraktılar.
Bırakırken de, “Kusura bakma, seni biraz hırpaladık ama ne yapalım elimizde yalan makinesi yok ki” şeklinde yaptıkları işkenceyi kendilerince “mazur” gösteren sözde özürden sonra bir dizi öğütte bulunmayı da ihmal etmediler. Yani ortada bozulmamı gerektirecek bir durum yoktu. Bu olağan bir uygulamaydı, memur ağabeyler her şeyi “vatan-millet-sakarya” için yapmışlardı ve benim de, üstelik Adanalı bir Türk olarak, bu duruma anlayış göstermem gerekiyordu. Belki de amirleri böyle emretmişti ve nihayetinde onlar da birer emir kuluydular. Üstelik ülkenin içinden geçtiği böyle kritik bir dönemde “Hiçbir devlet görevlisi, kendisine emredilen etik dışı bir görevi yerine getirmek zorunda değildir” kuralı da henüz geçerli değildi. Kitabıma ve bazı notlarıma el konduktan sonra çantamı elime tutuşturup ardıma bakmadan emniyetten uzaklaşmamı istediler.
Dışarı çıktığımda karmakarışık duygular içindeydim… Hemen kısa bir muhasebe yaptım: Ya dağa çıkıp polisin anladığı dilden konuşacaktım, ya da birkaç gün sonra başvuracağım öğretmenlik mesleğinde dayağa karşı çıkıp bu işkence illetinin kökünü tümden kurutacaktım…
Zor olanı seçtim…
Elbette bu kararı vermemde İstanbul’da beni bekleyen karımın ve bana büyük umutlar bağlamış Adana’daki yoksul ailemin katkısı büyüktü.
Tekrar otogara geldiğimde otobüsü kaçırmıştım, cebimde bir kuruş param da yoktu, üstelik de sigarasızdım… Van Gölü Turizm otobüs firmasının yazıhanedeki yetkililerine durumumu anlattım; yardımcı oldular. Yeniden bilet parası istemediler.
Otobüsteki koltuğuma oturduğumda, artık kendimde değildim… Yaşadığım travmanın etkisiyle uzun yıllar kâbus dolu günler geçirecek polis-telsiz fobisini uzun süre üzerimden atamayacaktım.
Şimdi bulunduğum noktadan geçmişe dönüp baktığımda şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bana işkence yapanlara hiçbir zaman hakkımı helal etmedim, etmeyeceğim de. İnsan doğanın bir parçasıdır ve işkence yapıldığında “öter”, buna işkence yapan polisler ve büyük devrimci önderler de dâhil.
Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi”nde “fizyolojik” ihtiyaçlardan hemen sonra ikinci sırada kendine yer bulan “güvenlik” ihtiyacı, böyle işkenceci soysuzlara bırakılmamalıdır; halkın adamı polislere bırakılmalıdır.
Hesap, çoğu kere olduğu gibi, yine öteki dünyaya kalmıştı ve İstanbul’a, bir bilinmeze doğru yol alan otobüsün muavininin belli belirsiz yaptığı kalkış anonsu, ruhundan derin yaralar almış bir hastayı uzak bir hastaneye yetiştiren canhıraş bir ambulansın siren sesi gibiydi…
Osman Akyol
0 notes
korkutkalkan · 1 year
Link
Ege Üniversitesi’nde 2015 yılının Şubat ayında ülkücü öğrenciler ile savcılık iddianamesinde ‘PKK/KCK gençlik örgütlenmesi YDG-H Yurtsever (Devrimci Gençlik-Hareketi) üyeleri’ olduğu belirtilen diğer öğrenci grubu arasında kavga çıktı. Kavgada bıçaklanan Ülkü Ocakları Ege Üniversitesi sorumlusu Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü 4’üncü sınıf öğrencisi Fırat Yılmaz Çakıroğlu, yaşamını yitirdi. Cinayetin ardından açılan davada Nurullah Semo, ‘kasten öldürme’ suçundan ağırlaştırılmış müebbet, ‘terör örgütü üyeliği’ suçundan da 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı.İzmir Bölge Adliye Mahkemesi’nce karar bozuldu; Nurullah Semo’ya bu kez ‘terör örgütü üyeliği’ suçu yerine ‘devletin birliğini ve ülkenin bütünlüğünü bozmak’ suçundan ceza verildi. Böylece yerel mahkemenin verdiği 15 yıl hapis cezası, ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi. DOSYALAR BİRLEŞTİRİLDİ İfade ve deliller ışığında Çakıroğlu’nun avukatları, olay sırasında Cihat Babatonguz’un da Nurullah Semo’nun yanında olduğu gerekçesiyle mahkemeye müracaatta bulundu.Avukatların talebini haklı bulan 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi, Babatonguz hakkında soruşturma başlattı. Babatonguz hakkında ‘kasten öldürme’ suçundan iddianame hazırlandı. İddianamede, Cihat Babatonguz’un olay sırasında kavganın yaşandığı Ege Kafe’nin mutfak bölümünde olduğu belirtildi. Mutfağa önce giren Nurullah Semo’nun dolapların arasına saklandığı, Cihat Babatonguz’un ise kenara yaslanıp dikilmeye başladığı, bu sırada arkadan gelen kalabalık grup içerisinde Çakıroğlu’nun da yer aldığı iddianamede kaydedildi. İddianamede; Babatonguz’un üzerine atılı örgüt adına öldürme eylemine iştirak suçunu işlediğinin tüm dosya içeriğinden anlaşıldığı vurgulandı. Öldürülen Çakıroğlu’nun ailesinin avukatı Hakan Doğru, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusu dilekçesi verip, Babatonguz hakkında ‘devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma suçundan’ da dava açılması ve mevcut davayla birleştirilmesi talebinde bulundu. Mahkeme talebi kabul etti, her iki dosya birleştirildi. MAHKEME KARAR VERDİ İzmir 18’inci Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılanan Babatonguz, hakkındaki suçlamaları reddetti. Geçen ocak ayında görülen duruşmada Babatonguz, ‘devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak’ suçundan ağırlaştırılmış müebbet, ‘kasten öldürme’ suçundan ağırlaştırılmış müebbet, ‘silahlı terör örgütü faaliyeti çerçevesinde öldürmeye iştirak’ suçundan 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Duruşmaya SEGBİS aracılığı ile katılan Cihat Babatonguz, kararı duyunca kaçmaya çalıştı. Babatonguz, polis ekiplerince gözaltına alındı. GEREKÇELİ KARAR YAZILDI İzmir 18’inci Ağır Ceza Mahkemesi, gerekçeli kararını da hazırladı. Kararda; sanığın olay sonrası İstanbul’a gidip, olay günü kullandığı telefon hattını kapattığının altı çizildi.Sanığın İzmir’deki ‘1 Mayıs Birlik, Mücadele ve Dayanışma’ isimli gösteriye katıldığı, buradaki grubun ‘Biji Serok Apo (Yaşasın Başkan Apo)’ şeklinde slogan attığı kararda vurgulandı. Sanığın ayrıca ‘toplantı ve yürüyüşlere silahla katılma’ suçundan İzmir 15’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde ‘terör örgütü propagandası yapmak’ suçundan kaydı olduğunu belirtildi. ‘TEŞHİR EDİLİP HEDEF GÖSTERİLDİ’ Ege Üniversitesi kampüsü içerisinde yer alan ve daha önce etkisiz hale getirilen bir teröristin adının verildiği sözde ‘Hozan Serhat Alanı’ olarak nitelendirilen bölgenin süreklilik arz edecek şekilde silahlı terör örgütünün eylem ve propagandasına sahne olduğu, Çakıroğlu’nun olay öncesinde terör örgütü PKK’nın Ege Üniversitesi’ndeki eylem ve faaliyetlerine açıkça karşı çıktığı için YDG-H (Yurtsever Devrimci Gençlik-Hareketi) mensuplarının hedefi haline geldiği belirtildi.Çakıroğlu’nun okuldaki başka gruplarca fotoğrafının yer aldığı afiş ve pankartın yayınlanarak kendisinden hesap sorulacağı söylemiyle teşhir edilip, hedef gösterildiğine vurgu yapıldı. ‘TEREDDÜTSÜZ EYLEME GİRİŞTİLER’ Olay sonrasında ise YDG-H İzmir twitter.com isimli internet adresinden ‘Asayiş Güçlerimizin dikkatine! Ege Üniversitesi’nde yurtsever öğrencilere yönelik polis-faşist saldırılarına misilleme yapmaya çağırıyoruz’ şeklinde, bir müddet sonra aynı link üzerinden ‘Ege Üniversitesi’nde yurtsever öğrencilere pusu kuran 200 kişilik faşist ülkücülerden bir ölü var. Geri çekilmezlerse ölü sayısı artacaktır’ şeklinde paylaşımlar yapıldığı, söz konusu eylemlerde Nurullah Semo ve Cihat Babatonguz’un tereddütsüz şekilde olay mahallinde örgüt güdümlü şahıslarla birlikte eyleme giriştikleri belirtildi. ‘ENGEL OLMAYIP CESARET VERDİ’ Kamera kayıtları ve tanık anlatımları dikkate alındığında; sanığın eylemde sopa, taş ve soda şişesi kullanmak suretiyle aktif şekilde rol aldığı, çatışmaların şiddetlenmesi ile Semo ve Babatonguz’un Ege Kafe’nin mutfak bölümüne girdikleri, Çakıroğlu’nun da mutfağa girdiği belirtildi.Babatonguz’un, Semo’nun, Fırat’ı yaraladığı eylemde olay mahallinde olması, olayın öncesinde Semo ile hareket etmiş oluşu ve mutfak bölümünde Semo’nun elinde bıçak olduğunu görebilecek durumda olduğunun altı çizildi. Buna rağmen Babatonguz’un Semo’nun eylemine engel olmadığı, olayın gerçekleştiği esnada Semo’nun yanında yer aldığı, Semo’ya cesaret vererek suç işleme kastını kuvvetlendirdiği kararda yer aldı.Sanığın yaralanan Çakıroğlu’na yardım etmediği, soğukkanlı bir şekilde mutfağın arka bölümünden çıktığı, olay günü GSM hattını kırarak imha ettiği ve İstanbul’a gittikten bir süre sonra terör örgütü PKK/KCK’nin hücre evinde ele geçirildiğinin altı çizildi. Kararda; Babatonguz’un terör örgütünün amaç ve faaliyeti doğrultusunda Semo’nun iradesini kuvvetlendirmek ve cesaret vermek sureti ile yardım eden sıfatıyla ‘kasten adam öldürme’ suçunu tereddütsüz şekilde gerçekleştirdiği kanaatine varıldı. ‘SAVUNMALARINA İTİBAR EDİLMEDİ’ Kararda; Ege Üniversitesi’nin Türkiye’nin en büyük üniversitelerinden olduğu, PKK/KCK alt kolu olan YDG-H güdümündeki Semo ve Babatonguz’un Çakıroğlu’nun eylemi bireysel saikle değil; örgütün amacı doğrultusunda gerçekleştirdiklerine vurgu yapıldı.Kararda, öldürme eyleminin, ‘devlet otoritesinin halkın güvenliğini koruma görevini gerçekleştiremediği algısı yarattığı’ değerlendirmesi yapıldı.Bu nedenle suç konusu eylemin toplumda korku ve endişe hissini meydana getirdiği bildirildi. Babatonguz’un bu suretle devlet birliği ve bütünlüğünü bozma amacına ulaşmaya çalıştığı ve bu haliyle atılı suçu tereddütsüz şekilde işlediği anlaşıldığı ve savunmalarına itibar edilmediği kararda yer buldu.Sanığın olay öncesi ve sonrasındaki olumsuz kişilik özellikleri nedeniyle indirim de uygulanmadığı belirtildi.
0 notes
tarihler 2000lerin başını gösteriyor, mahalleden ve babamın siyasal tercihleri nedeniyle tanıdığım bir çocukluk arkadaşım var. partinin içindeki yıldız çocuk olarak dahi gösteriliyor, çünkü annesi bu siyasal partinin il başkanı, birçok sol yayının foncusu, destekçisi. bu yıldız çocuğumuz annesinin parayı şakkadanak bastırıp, sokak arasındaki isimsiz bir koleji uzatmalı olarak bitirirken, bir kitap dahi okumadan, sadece siyasal " gazeller" okuyup, ezberleyerek üniversite çağına geliyor. o sıralarda da zaten yollarımız ayrılıyor, çünkü komedinin doruklarına varan eylemlerde bulunmaya başlanılıyor, burnuma pis kokular geliyor, ki o pis kokular bugün kendini zaten lağımın üstüne çıkmış bok gibi belli etti kendini, bir madde halini alarak... keza, ben de terk ediyorum bu hareketi. eylem örneklerinden iki tanesi bu adamı anlatmak için yeterli, birincisi polisin hiçbir müdahalede bulunmadı bir a.b.d konsolosluğu önündeki basın açıklamasında, sırf gözaltına alınabilmek için, / çünkü sol cenahta gözaltı bir şeref madalyasıdır.../bir polis memuruna yumruk atıyor, hakkında davalar açılıyor vesaire. ikincisinde ise, tarihler 2009u gösteriyor, yine oldukça sancısız bir toplantı ortamında, bilgi üniversitesinde,  sadece bilgi üniversitesi öğrencilerine açık bir IMF  paneli gerçekleşiyor ki konuk IMF başkanı. neticesinde, bilgi üniversitesi özel bir kurumdur ve kapitalist ilişkiler kurması ve oradaki öğrencilerin bunu kanıksaması kadar da doğalı yoktur, artı olarak devlet üniversitesinde okuyan bir öğrenci de kapitalizmi savunabilir. gelelim olayın trajikomik eylem kısmına. o sıralarda bir kuzey ıraklı gazeteci george w. bush"a ayakkabısını fırlatıyor protesto olarak. tabii bizim parlak, zıpır, muazzam devrimci gencimiz durur mu, bunu copy+paste edip uygulamaya geçiriyor, yalnız bazı gözün göz bebeğinin içine giren cinsten nüanslarla... IMF başkanını ve kapitalizmi ayağından çıkardığı orijinal nike ayakkabıyla yapıyor, bu da yetmiyor, başkan yerine kendi halinde soru soran bir öğrenciye fırlatıyor, yetmiyor, gözaltına alınacağı anlarda da ayakkabının peşine düşüyor... haberlerde, manşetlerde kocaman puntolarla bu adamın adı geçiyor. allah allah, ne yapmış bu ayrı kaldığımız dönemde diye bir göz atıyorum kendisine. açık öğretim iki yıllık dış ticaret bölümünü terk etmiş, askere gitmemek adına çürük raporu almış ve ta-da... annesinin fonladığı gazetenin haber editörü olmuş... vaov, kariyere gel....perhizle lahana turşusu gibi bir ikili.
aradan seneler geçiyor, varlığını bile unutuyorum adamın. bu sırada edebiyat okuyorum, yüksek lisans yapıyorum, öğretmenlikle/ sözleşmesiz olanından/ kıt kanaat, kendimi yırtarak, en iyisini yapmayı deneyerek, bazen de yalan yok oldukça sıkılarak mesleğimi ve kendimi idame etmeyi deniyorum. aşık oluyorum, sıkıntılar çekiyorum, bir şeyler yaşıyorum işte.. kaleme döküyorum bunları sık sık. bazen gaza da gelip şu üçüncü nesil kahvecilerin, bohem tesettürlü tayfanın, oğuz atayı sadece kitap adından bilip, oğuz atay baskılı çanta takan kızıl saçlı kızların ve leş gibi sigarayla demli çayın şarap kırmızısının karışımından dişleri morarmış "fularlı" gençlerin okuduğu dergilere ara ara yolluyorum yazılarımı.
mail kutuma bir mesaj düşmüş, yer migros market... çocuklara kuru mama almalı, eh kendime de bir şişe şarap yakıştırıyorum yine.. önümde bir çift, kadın simsiyah etek ama boyu göt lobunda, ten rengi çorap, yanında kel ve ceketinde cumhurbaşkanlığı rozeti olan bir adam. bu tipleri rozetleri olmasa da tanırsın zaten, dillerini sana gösterdiklerinde kahverengi kırıntılar bulursun ucunda... laps, laps, laps yüzlerce liralık ürünler geçiriyor bu çift kasadan, aralarında chivas regal litrelik viskiler de var, sigaralar da, kısacası siyasal islamın karşı olduğu her şeyi geçiriyorlar kasadan. hani şu devamlı mağdur olan türbanlı bacıları, ağzından kuran düşmeyip, içkiyi lanetleyen kesimin kısa bir fragmanı önümde oynuyor. içimden siktir et, bu ülkenin de gerçeği bu derken, mail kutuma düşen mesajı okumaya karar veriyorum. isim çok tanıdık,  hatta direkt tanıdık... sözlerine,
"değerli dostum... seninle bu şekilde karşılaşmak oldukça hoş, senin  yazın denemeleri yaptığını görmekten hoşnut oldum, ancak yazılarının yayınlaması için daha sıkı çalışmalı ve yayınlanmayı hak edecek konularda denemelerde bulunmalısın. arkadaşlığımız başka, yayın dünyası başka....sevgiyle..."
ah tabii ki mesaj böyle değil,  ben redakte ettim yazıma konu ederken bu arkadaşın mesajını, pardon, bu harika edebiyat dergisinin genel yayın müdürünün.... ah nepotizm sen nelere kadirsin... sağında da solunda da, salyalar akan, köpekleri tenzih etmekten bile utandığım, aç köpeklerin kemiklere saldırdığı, liyakatsizliğin tablosu.
ha diyeceksinizdir belki, noktalama işaretleri, imla hataların yok mu senin de diye. inan, parantez tuşum da, noktalı virgülüm de, ünlemim de basmıyor. benim dahi olmayan bir bilgisayarı kullanmaya " mahkum " bir ekonomi de ve kimseyi tanımamaksızlık içindeyim. yoksa ben bilmez miyim, aç ulan parantez deyip, içine asla kapanmayan bir parantezin seyirci olacağı küfürler döşemeyi.
süpermarketten çıktım, dergi reyonlarına baktım, öylesine çakma duruyordu ki artık hepsi gözümde, bundan seneler önce atılan orijinal nike ayakkabının konu olduğu çakma kapitalizm eleştirisi gibi sallanıp duruyordu orada rafında hepsi. süpermarketin otoparkında siyah-beyaz favori kedime bir minder konmuş, sevgimi ve mamasını verdim. gün biter mi, bitmez elbette, elinde adını bilmediğim cins bir köpekle gezen adamın teki geldi geldi, leş gibi bir ifadeyle bana bakıyor. "ne oldu şimdi ona su verdin mama verdin" diye alakasızlığın en moron sorusu karşıma çıkıyor. karnı doydu diye yanıt veriyorum, çok seviyorsan evine alsana, diyor. kediyi de hiç sevmem, diye ekliyor. ben de seni sevmiyorum " dayı" ama seni de sokaktan toplamıyorlar işte, haydi işine bak, sen buradan gidene dek de bu kedinin başında bekliyorum, diye yanıtlıyorum. bu sırada dilenciler kapıda durmakta, abi ne olur kahvaltılık bir şeyler alır mısın, abla ne olur yemeklik bir şey alır mısın tacizlerini hız kesmeden sürdürüyorlar. tam artık olay mahallinden ayrılacakken, biri dilenciye eh siktir ya diyor, dilenciden okkalı küfür geliyor, allah belanı versin orospu sıçmığı...
oh dilenci teşekkürler, tüm bu " nepotizm" denen şeye etmek istediğim küfrü tek nefeste ettin...
0 notes
yorgunherakles · 1 year
Text
yorgunluk filan değil
dışında yorgunluğun bu
kederin de, umutsuzluğun da, açlığın da,
bilirim, bu kahrolası şeyin böylesini duymadılar
insanlar insan, öküzler öküz,
aletler alet olalı beri.
nazım hikmet - gayya kuyusu
16 notes · View notes
mecrasanat · 11 months
Text
Deniz Sarop Felsefesi
1 note · View note
yenikurdedebiyati · 2 years
Text
Tumblr media
Zehra Süiti
Müzeydin’in karısı Zehra Müzeydin’in karısı Zehra İstanbulun yosması Müzeydin’in karısı Zehra Çakıcıları ile birlikte babam Nevzat’a “Oğlun Deniz’i reddeceksin” demiş.
Fadil’ın metresi Zehra Fadil’ın metresi Zehra İstanbulun yosması Fadil’ın metresi Zehra Ülkücülerin/Çetelerin gecelik zevk ilişkisi Zehra Çakıcıları ile birlikte akrabalarıma “Deniz yalan konuşuyor diyeceksiniz” demiş.
Fadil ve Zehra’nın kızı Av. Nilay Berçem Müzeydin’in yeğeni Av. Nilay Berçem Anasından iki kere daha yosma Av. Nilay Berçem Bana yönelik silahlı saldırı olayını karartmak için Hakkımda aynı konu ile ilgili Bakırköy C. Başvcılığına 13-14 tane asılsız suç duyurusu yapış.
Deniz Sarıtop
0 notes
malummedya · 1 year
Text
Destar’ın sonbahar sayısı: Dönem devrimci Kürt edebiyatı dönemidir
Destar’ın sonbahar sayısı: Dönem devrimci Kürt edebiyatı dönemidir
HABER MERKEZİ – Edebiyat Dergisi Destar, İran ve Süleymaniye’de katledilen Jîna Emînî ve Nagihan Akarsel’in fotoğrafını “Jin Jiyan Azadî” sloganıyla kapağına taşıdı. Dergi, dönemin özgün ve devrimci Kürt edebiyatı dönemi olduğuna dikkat çekiyor.    “Destarê Kurd-î Hûr Dihêre (Kürtçe Destar’ı İnce Öğütüyor)” şiarıyla yayın hayatına başlayan Destar Dergisi, 3 aylık periyotlarla ve kitap…
View On WordPress
0 notes
edebiyatsoylesileri · 2 years
Text
Jose Marti / Şair Walt Whitman kendi keyfi için göklerin yere inmesini istemedi
Tumblr media
Demokrat ve devrimci bir şair olan Kübalı Jose Marti, Nisan 1887'de çağdaşı Walt Whitman'ı anlatmıştı. Yazı, çevirmeni Mehmet H. Doğan'ın sunuşu ile Düşün dergisinde 1988 yılında yayımlandı. Marti'ye göre Whitman, Çimen Yaprakları'nın sayfalarından güneşin ışıkları gibi yansıyor.
En basit demokratik isteklerin, edimlerin "şiddet hareketi" sanıldığı ve domuzuna öyle sayıldığı bir dönemde, Walt Whitman gibi, insana, onun emek gücüne, aşmaz bilincine, demokrasi içinde birliğine nerdeyse bir dine bağlanır gibi bağlanmış olan bir şair, güncelliğini hâlâ capcanlı sürdürüyor. Şiiri, gerek şairler gerekse kitleler için hâlâ yönlendirici, itici, güç verici bir özellik taşıyor bana göre. Bu koşullarda, çağdaşı ve onun gibi ateşli bir demokrat ve devrimci olan Kübalı şair Jose Marti'nin tam 101 yıl önce, Whitman daha yaşıyorken yayımlanmış, Whitman'ın şiirini ona yaraşır görkemde bir biçemle değerlendiren yazısını çevirmeden, duyurmadan edemezdim. Mehmet H. Doğan 
Çimen Yaprakları'nın sayfalarından güneşin ışıkları gibi 
"Dün akşam, o kadife bir koltukta oturmuş, dağınık gür beyaz saçları, göğsüne inen sakalı, ormanlar kadar sık kaşları, bastonuna dayalı eliyle bir tanrıya benziyordu". İşinin ehli eleştirmenlerin -her zaman çok azdır bunlar- ülkesinin ve çağının yazınında olağanüstü bir yer verdiği yetmişlik ata Walt Whitman hakkında bugünkü gazeteler böyle yazıyordu. Eski çağların kutsal kitaplarından bu yana, vahiy dili ve güçlü şiiri, satışı yasaklanmış olağanüstü kitabı Çimen Yaprakları'nın sayfalarından güneşin ışıkları gibi fışkıran bu yaşlı şairin görkemli yalvaçça sözleriyle karşılaştırılabilecek bir öğreti henüz görülmemiştir. 
Doğal bir yapıt olduğuna göre, neden olmasın ki? Üniversiteler ve uzmanlar insanları artık birbirlerini hiç tanımadıkları bir yere getirmiş bugün; insanlar, içlerindeki asal ve sonsuz şeyin çekiciliğiyle birbirlerine sarılacak yerde, tümüyle ikinci derecede ayrılıkları bahane ederek balıkçı kadınlar gibi birbirine saldırıp ayrı düşüyorlar. Bir puding nasıl kalıbının biçimini alırsa, o insanlar da biçimlerini okudukları kitaplardan ya da onları anlık merak ya da modalarla ilk tanıştıran coşkulu öğretmenlerden alırlar. Felsefe, din ve yazın okulları, insanları uşak üniforması içine hapsederek bir kalıba döküyor; insanlar da atlar ya da boğalar gibi demire vurulmalarına ses çıkarmadan, markalarını göstere göstere dünyanın çevresinde gösteri yapıyorlar; öyle ki, çırılçıplak, yaratıcı, seven, güçlü, içten insan karşısında - gezen, seven, döğüşen, kavga eden - hüznü kabullenen ve dünyanın dengeliliğinde ve tamlığında son zaferi okuyan insan - Walt Whitman diye sert ve melek gibi bir yiğitle yüz yüze gelince kendi özbilinçlerinden kaçar gibi kaçıyor ve bu canlı, üstün insanlık örneğinde kendi soluk, ehlileşmiş ve cüceleşmiş türlerinin gerçek tipini görmezlikten geliyorlar. 
Koltuğu, kilisesi ve felsefesi olmayan 
Gazete diyor ki, dün öteki saygıdeğer yaşlı: Gladstone, İrlanda'ya özerkliğini vermenin haklılığı üzerinde parlamentodaki karşıtlarına yaptığı konuşmasını bitirdiğinde, o, ayaklarının dibinde sokak köpekleri gibi sırnaşan kalabalığın çok üstünde rakipsiz şaha kalkan, kılları dimdik bir çoban 
köpeğine benziyordu. Whitman kendi "doğal kişiliği", "yaratıcı gücünü dizginsiz salıveren doğası"yla, "en küçük bir filizin gerçekten ölümün olmadığını gösterdiğine" olan inancıyla, Dünyaya Selam'daki halkları ve ırkları o heybetli harmanlayışıyla, "her şeydeki kusursuz düzeni ve dinginliği görünce, onlar tartışırken ben sesimi çıkarmam, giderim, yıkanırım ve kendime hayran olurum" diyen insanın güveniyle ortaya çıkıyor; "bunları bir dolar için söylemeyen", "Görüyorum, dans ediyorum, gülüyorum ve şarkı söylüyorum - yeter bu bana" diyen, "koltuğu, kilisesi, felsefesi olmayan" Whitmandır bu; o raşitik şairler, bir kitaplık ünler, ücretliler, bir uzlaşmanın filozofları -edebiyat ve felsefe mankenleriyle karşılaştırıldığında Whitman böyle dikilir ayağa işte. 
Çağının en korkusuz, en kapsamlı, en kendiliğinden şairi 
Whitman incelenmelidir, çünkü çağının en tatlı şairi değilse bile en korkusuz, en kapsamlı, en kendiliğinden şairidir o. Yoksulluğun hiç de yabancı görünmediği küçük tahta kulübesinde Victor Hugo'nun fotoğrafı, çevresine çekilmiş yas çizgileriyle kutsanır; yazıları insanı arındıran ve yücelten Emerson, kolunu onun omuzuna atar ve dostum der ona; her şeyin ta özünü, çekirdeğini görenlerden olan Tennyson, İngiltere'deki meşeden sandalyesinden "büyük yaşlı adama sıcak selamlar gönderir; sözünü sakınmaz İngiliz, Robert Buchanan Kuzey Amerikalılar'ı sınava çeker; o dağ gibi Walt Whitman'ınıza hak ettiği yüce onuru vermiyor da yaşlı günlerinin elinden kayıp gitmesine göz yumuyorsanız - der - ne anlarsınız edebiyattan? O kendi gramerini ve mantığını kendisi yaratır. Öküzün gözlerini, yaprağın özünü okur o. "Senin evinin pisliğini temizleyen kişi kardeşimdir benim". Whitman'da ilk bakışta şaşırtıcı gelen apaçık karışıklığın, düzensizliğin, daha sonra, o çok kısa, korkunç abartma örnekleri dışında, dağların ufka karşı yan yana sıralanışındaki yüce düzene ve yapıya ulaştığı görülür. 
Seyrettiğim şeyin şarkısını söylemek istiyorum 
Whitman, New York'ta, "Sevgili Manhattan"ında, "seyrettiğim şeyin şarkısını, Libertad'ı" söylemek istediğinde geldiği "güzel yüzlü", "milyon ayaklı Manhattan"da oturmuyor. Kitapları ve konuşmaları ona ancak ekmek parasını sağladığı için, "seven dostlar"ı uzakta, güzel bir yurt köşesinde ufacık bir ev yapmışlar ona; oradan zaman zaman çok sevdiği atların çektiği eski moda bir arabayla "atletik delikanlıları" erkekçe eğlenirken görmeye; "arkadaşlar arasında içten bir sevgi bağı" kurmak isteyen bu ikon kırıcıyla birlikte olmaktan korkmayan camerados'lara; bereketli tarlaları kol kola şarkı söyleyerek geçen arkadaşları, bıldırcınlar gibi neşeli ve canlı âşıkları görmeye gider. Calamus'unda, dostlar arasındaki aşkın şarkısını söylediği o koskoca garip kitapta anlatıyor bunu: 
"Çılgın şenlikler kenti... Ne senin tantanalı alayların, ne de hep değişen tabloların senin, görüntülerin doyuruyor beni... Ne caddelerdeki gösterişli alaylar, ne tıka basa malla dolu aydınlık vitrinler, ne çok okumuşlarla konuşmalar... değil bunlar, bunların hiçbiri, ama ben Manhattan'dan geçerken bana sevgilerini sunan çakmak çakmak gözlerin senin... Aşıklar, sönmeyen aşklar, ancak onlar verebilir bana istediklerimi". 
Çimen Yaprakları'nın sonunda bildirdiği yaşlı adamlar gibidir o: "Bildiririm, sayısız genç insan, güzel, dev gibi, sıcak kanlı, / Bildiririm, sayısız yaşlı insan, doğayla sarmaş dolaş, büyük bir soy". 
Çalışan insanların yemek yerken yüksek sesle gülüşleri 
Whitman doğal insanın, uysal atlarıyla yan yana yakıcı güneş altında cömert toprağı işlediği kırlarda yaşıyor; ama yine de yaşam gürültüleriyle, çeşitli uğraşlarıyla, Proteus'çu destanıyla, araba tekerleklerinin çıkardığı tozu, soluyan fabrikalardan çıkan dumanıyla, bütün bunları gören güneşiyle insanı çağıran cıvıl cıvıl kentten uzak değildir; "çalışan insanların yemek yerken yüksek sesle gülüşleri"; "evlerine koşan ve bebelerini doğuran kadınların çığlıkları"; "tenteli bir hasta teskeresinin sallanan kanatları, içinde hastaneye taşınan bir hasta adam". Fakat dün Walt Whitman kendine bağlı bir dost topluluğu önünde, öteki doğal insanı, o büyük ve ince ruhu, "batı göklerinde erkenden kayıp giden o koca yıldızı"; Abraham Lincoln'ü anlatmak için geldi köyden. Dinsel bir sessizlik içinde kendilerinden geçmiş dinleyiciler, onun zaman zaman iniş çıkışları, titrek perdeleri, ilâhi gibi uzayıp gidişiyle Olimpos'tan gelircesine göklerin ışıltısına benzeyen parlak söylevini dinledi. Belki de yalnızca Latin ya da Fransız kaynaklarından su içenler bu kahramanca biçemi anlayamaz, ama insanların yeni bir anakarada özgür ve uyumlu yaşamı, canlı liriklerle bütün 
dünyaya yayılan taptaze ve gürbüz bir felsefe yaratmakta. Dünyanın bugüne değin gördüğü özgür insanlardan ve işçilerden oluşan en büyük topluluk, inancın ve bütünlüğün uyumlu, sakin ve ağırbaşlı şiirini istiyor; bulutları tutuşturarak, dalgaların tepesine kıvılcımlarla dokunarak okyanusun üzerinden doğan bir güneş, kıyı boyunca uzanan balta girmemiş gür ormanlarda uyuyan çiçekleri, yuvalarında kuşları uyandıran bir güneş itiyor. Çiçek tozları dağılıyor; cilveleşmeler, âşıkane konuşmalar birbirine sarılmış sık dallar arasında gizleniyor; yapraklar güneşi arıyor; her şey müzik içinde; Whitman işte bu doğal ışık diliyle konuştu Lincoln üzerine. 
Şiir biter ve tüm dünya yas giysisine bürünmüş gibi görünür 
Lincoln'ün ölümü üzerine Whitman'ın yazdığı ağıt, çağdaş şiirin en güzel yaratılarından biridir. Bütün doğa eşlik eder o tahta tabuta mezara son yolculukta. Yıldızlar önceden bildirmiştir olayı, kara bulutlar top top olmuştur bir ay önce. Şair, ölüm düşüncesi, ölüm haberiyle elleri böğründe gölgeli tarlalara vurur kendini. Bu hazin şeyleri kusursuz bir alacakaranlık uyum içinde bir araya getirir, eritir ve yeniden yaratır müzik diliyle. Şiir biter ve tüm dünya, okyanustan okyanusa cesetlerle kaplı, yas giysisine bürünmüş gibi görünür. İnsan, bulutları, felaketi haber veren ölgün ayı, boz renkli kuşun kanatlarını görür. Poe'nun Kuzgun'undan çok daha güzel, çok daha garip ve büyük. Şair bir leylak dalı kor tabutun üzerine. 
Bu onun şiiridir işte. 
Otu, hayvanı, havayı, okyanusu, hüznü, ölümü sevmeli insanlar 
Söğütler otların üzerinde iç çekmiyor artık; ölüm "hasat"tır, "göklerdeki o ulu evin kapısını açan ve yol gösterendir"; "büyük haberci"; apaçık çelişkiler ve kederler göksel baharın tamlığında çözülür; bir kemik bir çiçektir. Görkemli bir kararlılıkla son duraklarına doğru yürüyen güneşlerin gürleyişi hemen yakına gelir; yaşam bir ilâhidir; ölümse yaşamın gizli bir biçimi; kutsanmıştır ter, tek hücreli hayvan kutsanmıştır; insanlar karşılaştıklarında yanaklarından öpmeli birbirini, ayrılanlar dile gelmez bir aşkla sarılmalı birbirine; otu, hayvanı, havayı, okyanusu, hüznü, ölümü sevmeli insanlar; sevgiye erişen insanlar daha az acı çeker; yaşam, anlamını erkenden çözenlere keder vermez; balın, ışığın ve bir öpüşün ortak bir kökeni vardır; top top olmuş yıldızların parıldadığı gecenin kararmış kemeri altında, sakin sessiz dev gibi bir leylak ağacı, av köpekleri gibi ayaklarının dibinde uzanmış uyuyan dünyaların üzerinde çok tatlı bir müzikle yükselir. 
Adalete ve güzelliğe derin bir inanç oluşturan edebiyat 
Her toplum biçimi kendi anlatımını öyle bir yolla edebiyata getirir ki, ulusların tarihinin gerçek öyküsü, tarihi parşömenlerden ve belgelerden daha çok edebiyatın aşamalarından çıkarılabilir. Doğa'da zıtlıklar olamaz; insanın, yaşam boyunca aşkta, yaşam sonrasındaysa bilinmeyende ideal bir erdem ve güzellik tipi bulma isteği yaşamın bütününde, dünyada bulunduğumuz o kısa süre içinde dağınık ve düşman görünen ögelerin mutlu bir birliktelik içinde olduğunu gösterir. Apaçık çelişkilerin, en sonunda mutlu bir biçimde birleştiğini haber veren ve bunu hazırlayan edebiyat; dogmaların ve ilkel durumlarında ulusları bölen ve kana bulayan düşman tutkuların daha yüksek bir barışta teklifini ilân eden Doğa'nın kendiliğinden amacı ve bildirisi gibi ortaya çıkan edebiyat; insanların korkak ruhlarında en son adalete ve güzelliğe yaşamın dertleri ve bozukluklarıyla zedelenmeyecek ya da sarsılmayacak kadar derin bir inanç oluşturan edebiyat, yetkinliğe bugüne kadar bilebildiğimizden daha yakın bir toplumsal durumu açıklamakla kalmayacak, edebiyatın şiire ve harikalara susamış insanoğluna eski inançların boşluğunu ve yetersizliğini anladığından beri el yordamıyla arayıp durduğu bir din sağlayacağı konusunda birleştirici bir erdem ve neden kazandıracaktır. 
Eylemlerinin anlamını düşünmeyen bir ulustan ne çıkar? 
Kimler o, şiirin bir halk için mutlaka gerekli olmadığını ileri süren budalalar? Meyveyi kabuğuyla karıştıracak kadar kısa görüşlüler vardır. Şiir, ruhu birleştirsin ya da ayırsın, ona erinç ya da keder versin, onu yükseltsin ya da alçaltsın, insanlara ister inanç ve umut versin, isterse bunları alsın onlardan, sanayinin kendisinden daha gereklidir halka; çünkü sanayi insanlara geçinecek şeyleri verirken, şiir, yaşama isteği ve gücü verir. Halkı eylemlerinin anlamı ve kapsamı üzerinde inançla düşünme alışkanlığını yitirmiş olan bir ulustan ne çıkar? Doğa'nın yüce bir gelecek umuduyla 
donattığı en iyiler, kör ve acılı bir yok oluşla yaşamın çirkin yanlarıyla uğraşma coşkusunu yitirecek; kitle, halk, mideciler, sıradanlar, kafaları bomboş bir çocuklar kuşağı yetiştirecek, onları yalnızca araç olarak kullanılacak temel yetiler düzeyine yükseltecek ve yalnızca güzel olanla, yüce olanla doyurulan ruhun onmaz acılarını gözü doymaz bir ikbal düşkünlüğü telaşıyla şaşkına çevirecektir. 
Özgürlük, başka nedenlerden ayrı olarak -varoluşun erincinden, uyaranından ve şiirinden daha doğuştan yoksun olan- çağdaş insana, istencin verdiği güven ve erinçle yaşayanların, dünyanın düzeninde bulacağı o yüce barışı ve dinsel mutluluğu getireceği için kutsanmalıdır. Terkedilmiş mihrapları boşuna dökülen gözyaşlarıyla sulayan şairler, tepelerin ötesine bakın. 
Şiir bugünü rahatlatır ve güzelleştirir, geleceği bugünden gösterir 
Anlayamadığınız bir biçim değişikliğine uğradığı için dinin kaybolduğunu mu sanıyorsunuz? Kalkın, çünkü din adamları sizlersiniz. Özgürlük son dindir, özgürlük şiiri ise yeni tapım. Şiir bugünü rahatlatır ve güzelleştirir, geleceği bugünden gösterir ve aydınlatır, evrenin dile gelmez amacını ve ayartıcı güzelliğini açıklar. Bu çalışkan ve mutlu halkın şarkılarını duyun; Walt Whitman'ı duyun. Kişinin çabasını görkeme, hoşgörüyü adalete, düzeni mutluluğa yükseltiyor o. Saltıkçı bir inancın peşinden giden insan, kabuğunun içinde, çevresini saran mahpusundan başka şey görmeyen ve o karanlıkta onu dünya sanan bir istiridye gibi yaşar; özgürlük, istiridyeye kanatlar takar. İstiridye kabuğunun içinde uğursuz bir çatışmaya benzeyen şey, gün ışığına çıkınca, dünyanın atan nabzında kanın doğal akışına dönüşür. 
Her şey her şeydedir ve biri diğerini açıklar 
Walt Whitman için dünya bugün nasılsa daima öyle olmuştur. Bir şeyin olması, olasılığı yeterlidir; olması gerekmediği zamansa, tükenecektir; artık var olmayan, görülmeyen, ne olduğuyla kanıtlanır ve görülür, çünkü her şey her şeydedir ve biri diğerini açıklar; bugün olan artık olmayınca, o zaman ne ise ondan kanıt alacaktır. Bölünemeyecek kadar küçük olan, sonsuz olanla birlikte çalışır; her şeyin kendi yeri vardır, kaplumbağanın, öküzün, kuşların, "kanatlı amaçlar"ın. Ölmek de doğmuş olmak kadar güzeldir, çünkü ölüler canlıdır: "Hiçbir söz dizisi Tanrıyla ve ölümle ne denli barışık olduğumu söylemeye yetmez)". 
Her şeyi kişiliğinde içerir o; kendinde ne varsa her şeydedir 
Başkalarının son bulma dediği şeyle alay eder o, zaman nedir bilir. Her şeyi kişiliğinde içerir o; kendinde ne varsa her şeydedir; bir başkasını aşağılayan her kimse onu aşağılamış olur; gelgittir o, denizin çekilişi ve yükselişi; kendini doğanın yaşayan ve düşünen bir parçası gibi hissederken nasıl övünmez kendisiyle? İçinden doğduğu rahime yeniden dönse, nemli toprağın öpüşüyle yararlı bir sebzeye ya da güzel bir çiçeğe dönüşse ne umuru? İnsanları sevdiği için onları besleyecektir artık. Görevi yaratmaktır onun; yaratan atom aslında kutsaldır; yaratma eylemi çok güzeldir, kutsaldır. Evrenin kimliğine inandığı için "Kendimin Şarkısı"nı söyler, şarkısını her şeyden dokur - yükselen, savaşan ve göçüp giden inançlar, doğuran ve çalışan insan, bir de ona yardım eden hayvanlar. Ah! "bir teki bile diğerinin önünde diz çökmeyen... bir teki bile saygıdeğer ya da mutsuz olmayan... durumlarından sızlanmayan, korkuya düşmeyen" hayvanlar. Kendini dünyanın mirasçısı gibi görür o. 
İnsan her şeyi yüreğinde eritmelidir 
Hiçbir şey yabancı değildir ona, hiçbir şeyi dıştalamaz - yerde sürünen salyangoz, gizemli gözlerini ona dikip bakan öküz, gerçeğin bir bölümünü tüm gerçekmiş gibi ileri süren papaz. İnsan kollarını açmalı ve her şeyi: doğruyu olduğu kadar kötüyü de, temizi olduğu kadar kirliyi de, aklı olduğu kadar cehaleti de bağrına basmalıdır; her şeyi potada eritir gibi yüreğinde eritmelidir; ama her şeyden önce, beyaz sakalını bırakmalıdır büyüsün. Sonra şöyle ekler: "Yeteri kadar eğildik, aman diledik"; kuşkucuları, safsatacıları ve gevezeleri paylar; yakınacağına yarat ve dünyaya ekle! Mihrabın basamaklarını öpen dindarın bağlılığıyla inan! 
Gün doğuşu en iyi kitaptan daha çok şey söyler 
Bütün kastlardan, inançlardan ve uğraşlardandır o, hepsinde doğruluk ve şiir bulur. Dinleri 
öfkelenmeksizin yargılar, fakat en yetkin dinin Doğa'da olduğuna inanır. Din ve yaşam Doğa'da birleşir. Nerede bir hasta varsa, doktora ve papaza "oraya gitmelerini" söyler: "Düşen adamı yakalar ve direnilmez inançla kaldırırım... Dehşetli soluğumla şişiririm seni. Suyun yüzünde tutarım seni, evdeki her odayı silahlı bir güle doldururum. Sevenlerim benim, mezar şaşkınları". Yaratıcı, "Kutsal sevgili ve kusursuz Yoldaştır"; insanlar camerados'tur, zamanda ve uzamda yer tutan her şey diğerleri kadar değerlidir, ama insanlar inandıkça ve sevdikçe değerleri o kadar artar; ancak her biri dünyayı kendisi için görmelidir, çünkü ta yaradılışından beri dünyayı içinde hisseden Walt Whitman, güneşli ve açık havanın kendisine öğrettiklerinden bilir ki, bir gün doğuşu en iyi kitaptan daha çok şey söyler insana. Gezegenleri düşünür, kadınları arzular, çılgın ve evrensel bir aşkın elinde hisseder kendini; yaratış sahnelerinden ve içini mutlulukla dolduran insanın çalışmalarından bir müziğin yükseldiğini işitir; dükkanların ve büroların kapandığı, batan güneşin suları tutuşturduğu saatlerde nehir kenarına iner, Tanrıyla buluşması vardır sanki, insanın iyi olduğunu bir kez daha doğrular ve güneşin aydınlattığı, suya düşmüş başının yuvarlak gölgesinden ışık ışınlarının çıkışını seyreder. 
Dünyayı Sappho'nun ateşiyle sever 
Fakat onun bu sonsuz ve ateşli aşkını nasıl ölçüye vurmalı? Bu insan dünyayı Sappho'nun ateşiyle sever. Dünyayı koskoca bir yatak gibi görür, yataksa bir mihraptır onun için. İnsanların gizlilik içinde ve sahte bir utançla kötü yolda kullandıkları sözcükleri ve düşünceleri ünlendireceğini söyler: Mısır'ın kutsadığı şeyi söyleyecek ve kutsayacaktır. Özgünlüğünün kaynaklarından biri, sanki yıkmak ister gibi, düşüncelerle güreşmedeki herkülce gücüdür, oysa gerçekte tek istediği şey azizce bir tutkuyla bir öpücük vermektir onlara. Bir başka kaynak, en ince, en duygun ideallerini dile getirdiği dünyasal, yabanıl ve bedensel biçimdir. Bu dil, onun büyüklüğünü anlamaktan aciz olanlara ahlâk dışı görünmekte; ahmaklar, azgın okul çocuklarının utangaçlığıyla, Whitman'ın Calamus'ta dostlar arasındaki aşkı övdüğü insani dilin o çok ateşli imgelerinde Virgil'in Cebetes için, Horace'ın Gyges ve Lyciscus için duyduğu aşağılık arzulara bir dönüş görmekteler. Karşısında, Şarkıların Şarkısı'nın en canlı çağrılarının soluk kaldığı resimlerle "Adem'in Çocukları"nda kutsal günahı söylerken titrer, çoğalır, kabarır ve taşar, gururdan ve doymuş erkeklikten çılgına dönmüştür, ülkenin bir ucundan öbürüne yaşam tohumlarını ekerek ormanların ve nehirlerin üzerinden geçen Amazon tanrısını anımsar; "Adem'in Çocukları"nda "doğurmanın şarkısını söylerken" "Gövdenin elektriğini söylüyorum" der; dişi gövdenin parçalarını gözden geçirirken ki şeytanca gücün bir eşini bulmak için İbranicedeki Genesis'in ataerkil soybilimlerini okumuş olmalıdır insan, balta girmemiş ormanlar içinde çıplak yamyam sürülerini izlemiş olmalıdır. Fakat bu adamın yabanıl olduğunu söyleyebilir misiniz? Birçok şiiri gibi yalnızca iki dizelik "Güzel Kadınlar"ı dinleyin: 
"Kadınlar oturuyor, ya da oradan oraya gidip geliyorlar, kimi yaşlı kimi genç, / Gençler güzel - ama yaşlılar gençlerden de güzel." 
Ya şu öteki, "Anne ve Bebesi": "Anasının göğsüne sokulmuş uyuyan bebeyi görüyorum. Uyuyan anne ve bebe - susup, uzun uzun bakıyorum yüzlerine." 
Tıpkı erkekliğin ve sevecenliğin yüksek zekâlı erkeklerde bolca toplanışı gibi, yaratma işini sürdürmek için bölünmek zorunda kalmış olan iki gücün de, yaşamın son dinginliğini evrenin bütün görkemi ve sevinciyle bulduğu o tatlı karışıklıkta bir araya geleceğini, birleşeceğini önceden görür. 
Titreyen bir âşık gibi kendini atmosfere sunar 
Otların içine daldığında otların kendisini okşadığını, otların eklemlerinin kımıldayışını duyduğunu söyler; en huzursuz rahip bile, okyanusun kucaklayışını hissettiğinde ruhunun bir parçası saydığı bedeninin mutluluğunu tanımlamak için böyle ateşli sözler bulamazdı. Varlık halindeki her şey sever onu: toprak sever onu gece sever, okyanus sever; "Sen ey deniz... Yüklen üstüme sevdalı bir ıslaklıkla". Havanın tadını duyar. Titreyen bir âşık gibi kendini atmosfere sunar. Kapıları kilitsiz, bedenleri kendi doğal güzellikleri içinde ister o; o "Walt Whitman'dır, evrenler içinde evren, Manhattan'da görmüş ilk gün ışığını, etli canlı, delikanlı, yemeğe içkiye kadına düşkün... kişiyi kendinden aşağı görenlerden değil." 
Gerçeği, bedenini ele geçiren ve ona hemen sahip olmak telaşı içinde giysisinin düğmelerini çözen ihtiraslı bir âşık olarak tanımlar. Ama apaçık bir gece yarısı, kitaplardan ve işlerden kurtulmuş ruhu 
tümüyle ortaya çıkar, sessizce ve boşuna harcanmamış bir günün düşünceleriyle dopdolu, hoşuna giden konular üzerinde düşünceye dalar; gece, düşler ve ölüm üzerine; sıradan insanın yararına evrenselin şarkısı üzerine; "ilerlerken ölme"nin, ormanda kalan son yılan tarafından ısırılıp elinde baltası, çok eski çağlardan kalma bir ağacın dibine düşmenin güzelliği üzerine. 
Alçakgönüllüleri sever, yenilmişleri, yaralıları, hatta günahkârları 
Kendine güvenli yabanıllığıyla kabarmış bu dil, insanları bir araya getirecek aşkı göklere çıkardığında, ne denli yeni ve garip bir etki doğacağını düşünün. Calamus'taki şarkılardan birinde Doğa'ya ve yurduna borçlu olduğu en büyük mutlulukları sayar; fakat sevdiği dostunu yanı başında uyur görünce, yalnızca ay ışığında okyanusun dalgalarını bulur birlikte şarkı söyleyerek sevincini dile getirecek. Alçakgönüllüleri sever, yenilmişleri, yaralıları, hatta günahkârları. Büyükleri aşağı görmez, çünkü ona göre yalnızca yararlı olanlar büyüktür. Kolunu arabacıların, gemicilerin, işçilerin omuzuna atar. Onlarla ava gider, balığa gider, hasat zamanı arabanın tepesine tırmanır, onlarla birlikte harman yerine gider. Broadway'in en kalabalık saatinde, kadanaların gerisinde yük arabasını sakin sakin süren güçlü kuvvetli zenci, savaştan zaferle dönen bir imparatordan daha güzeldir onun için. Bütün erdemleri anlar, bütün ödülleri alır, her türlü işte çalışır, bütün acıları çeker ve demirci dükkanının eşiğinde durup da balyozlarını başlarının üzerinde savurarak sırayla indiren, bellerine kadar çıplak delikanlıları görünce büyük bir zevk duyar. Köledir o, mahpustur, dövüşçüdür, düşmüş insandır, dilencidir. Kan ter içinde, kovalanan bir köle kapısına geldiğinde banyo teknesini doldurur ve masada bir yer hazırlar ona; dolu tüfeği onu korumak için köşede hazır bekliyordur; ona saldırmaya gelirlerse, kovalayanı öldürecek ve sanki bir yılan öldürmüşçesine rahat dönüp masaya oturacaktır. 
Göklerin benim keyfim için yere inmesini istemem 
Walt Whitman mutludur. İnsanın sonunda bir ot ya da bir çiçek olduğunu bildikten sonra hangi boş şey canını sıkabilir onun? Hani nerde bir karanfilin, bir sap adaçayının ya da hanımelinin kendini beğenmişliği? İnsani dertlere soğukkanlı değil de nasıl bakabilir, onların ardında Doğa ile mutlu bir karışmayı bekleyen insan için sonsuz bir varoluş varken? Ne için acele etsin ki, her şeyin nerede olması gerekse orada olduğuna ve bir tek insanın istencinin dünyanın gidişini değiştiremeyeceğine inandıktan sonra? Acı çekiyordur, evet; fakat o, içindeki acı çeken kendi'ni ikincil ve geçici olarak düşünür; içinde, evrensel büyüklüğü gördüğü için artık acı çekmeyen, yorgunlukların ve yoksullukların üzerinde bir başka kendi taşıdığını hisseder. Olduğu gibi olmak yeter ona, ister sakin, ister gürültülü patırtılı olsun yaşamının gidişine erinç ve mutlulukla bakar. Romantik feryatları yararsız bir fazlalık olarak bir vuruşta kenara atar, "Göklerin benim keyfim için yerlere inmesini” istemediğini söyler. "Durumlarından ötürü ağlayıp sızlanmadıkları" için hayvanları sevdiğini söylemesi ne güzeldir. Gerçek şu ki, yeryüzünde çok fazla kıyamet peygamberi vardır; insan, köstebek yığınlarından dağ yapmaktan sakınmak için dünyayı olduğu gibi görmelidir; ağlayıp sızlayarak insanları küçük dertlerinden kurtarmaktan çok onları güçlendirmek gerekir; sakatlar sokakta dolaşıp sakatlıklarını gösterir mi? Bilimin doğurduğu kuşkular bile rahatsız etmez onu. Bilimadamlarına şöyle der: 
"Baylar! İlk onur hep sizlerin! Söyledikleriniz yararlı, ama işime yaramaz benim, ama kabaca yerimi gösterir bana." "Ne zavallı görünür kanıtlar, başkaldırıcı bir eylem önünde!" "İşte, gözü keskin yüce bilim... Ama işte de ruh, bütün bilimlerin üstünde." 
Evrenin değişiminin ardındaki güzelliği söylüyorum 
Yine de kıskançlık nedenini kökünden söktüğü, yenilenlerin hüznüyle ilgili o cümlede kendi felsefesini açıkça gösterir: neden kıskanç olayım ki, der, benim yaptığımı kardeşim yaptıysa? "Benim yanımda göğsünü benden daha fazla şişirebilen kişi benim göğsümün genişliğini göstermiş olur." "Bırak girsin Güneş, Yeryüzünün ta içine, kanım gibi tatlı ve saf ışık oluncaya kadar! Bırak sevinç evrensel olsun. Ben varlığın sonsuzluğunu, yaşamımızın mutluluğunu ve evrenin değişiminin ardındaki güzelliği söylüyorum. Benim imlerim, dana gönünden ayakkabı, açık yaka ve ormandan kesilmiş bir sopadır." 
Bütün bunları vahiy diliyle anlatıyor. Uyaklar ya da vurgulamalarla mı? Yo, hayır! Üst üste bindirilmiş sert cümlelerden oluşan apaçık kaos ortasında onun ritmi, düşüncelerini büyük müzikal 
cümlelere dağıtan, ustalıkla bir kalıba sahip kesimlerin (stanza) düzenlenişinde yatmaktadır. Taş üstüne taş koyarak değil koskoca bloklarla bir yapı kuran bir ulusun doğal şiir biçimidir bu. 
Dili, şairlerin kullandığı herhangi bir dilden bütünüyle ayrılır 
Walt Whitman'ın dili bugüne kadar şairlerin kullandığı herhangi bir dilden bütünüyle ayrılır; ondaki yabanıllık ve güç aynı izlek çevresinde dolaşan şiiriyle uyum gösterir; gerçekten de beklentileri ölçülü uyaklı zarif liriklere sığmayacak bereketli bir anakara üzerinde bir araya toplanmış bu yeni insanlığa çok güzel uymaktadır. Dile gelmez aşklar, vefasız hanımlar, yaşama boyun eğdirme gücünden yoksunların o kısır yakınmaları ya da korkaklığa dönüşen sıkıntılar söz konusu değildir artık. İlgilenilen şeyler, şıngır mıngır uyaklar ya da kameriyelerde iç çekmeleri değil, bir çağın doğuşu, şaşmaz bir dinin şafağı ve insanın yenilenmesidir; Avrupa'dan koparak yabanıl doğanın yüklü memelerine ve kucağına özgürlüğün tüm erden güçlerini getiren bir halkın kutsal kitaplarını yazmaktır söz konusu olan; toprağa kök salan kitlelerin, harıl harıl çalışan kentlerin, ele geçirilmez okyanusların ve dizginlenmiş nehirlerin gürültüsüne ayak uyduracak sözcükler bulmaktır söz konusu olan. Walt Whitman bu, sessiz harfleri eşleştirip de bu dağ gibi yığılmış eşyaları, bu gemi direklerinden ormanları, bu gemi filolarını, hak üstün gelebilsin diye milyonların can verdiği savaşları ve uçsuz bucaksız sahnenin ufkunda bir uçtan bir uca dupduru bir sıcaklık yağdıran, her şeye egemen güneşi yavan beyitler içine hapseder mi? 
Yeryüzü! Söyle yaşlı kafa, ne istiyorsun? 
Yo, hayır! Walt Whitman, önce müzikten yoksun gibi gelen ama biraz dinleyince, şanlı yalınayak kalabalıklar zaferle geçerken toprağın gümbürtüsünü duyuran dizelerle konuşur. Whitman'ın dili, kesilmiş hayvan gövdelerinin asılı durduğu kasap vitrinine benzer bazan; bazan dumanın bulutlara karışıp dağıldığı saatte dünyanın o tatlı hüznüyle, çepeçevre oturmuş yaşlı atalardan yükselen şarkıya benzer; bazan kaba bir öpüşü, bir kendinden geçişi ya da güneşin altında çatlayan kupkuru toprağın çıkardığı sesi andırır; ama tümceleri hiçbir zaman dalga dalga gelen uyumlu salınımını yitirmez. Nasıl konuştuğunu kendisi şöyle anlatıyor: "Gelecek için yol gösterici bir iki söz" söyleyen "yalvaçça haykırışlar". Onun şiiri budur, bir yol gösterme; bir evrensellik duygusu doldurur kitabını, yüzeydeki karışıklığın altındaki o görkemli düzeni verir ona: fakat - keskin kenarlı, eksik, başı boş - kopuk tümceleri kendiliğinden taşar dışarı: derin düşüncelerini ak saçlı dağlara gönderir; "Yeryüzü!.. Söyle yaşlı kafa, ne istiyorsun?"; "Vahşi haykırılarımı dünyanın çatısına salıyorum." 
Yaratmak için yola çıktığı birlik duygusunu verir 
Zavallı bir düşünceyi yaldızlı süslere sarıp ortaya sürecek ve o dış zenginliğin altında ezilmesine izin verecek insan değildir o. Serçeleri, kartala benzesin diye şişirmez o; elini her açışında kartallar uçurur elinden, tıpkı çiftçinin tohumlarını toprağa savuruşu gibi. Bir dize beş hecelidir, öteki kırk, sonraki on heceli. Karşılaştırmalara yüklenmez, gerçekte karşılaştırmaz da. Ne görüyor, ne anımsıyorsa yazıyla, keskin bir dokunuşla dile getirir, yaratmak için yola çıktığı birlik duygusunu vermekte şaşmaz ustadır o. Amaçladığı resmin parçalarını Doğa'da gözlediği aynı düzensizlik içinde ortaya koymak için gizli sanatını kullanır. Öfkeyle bağırıp çağırıyorsa uyumsuz seslerle yapmaz bunu, çünkü aklın örneksemeler yoluyla bir konudan bir başka konuya düzensiz ya da zorlamasız gezinmesinin yolu budur da ondan. Ayrıca, bir an dizginleri elinden bırakmaksızın gevşetmişse hemen toparlar ve atlarını sıkı bir çekişle şaha kaldırır, dizeleri, mesafeleri yutarcasına dört nala kalkar. Bazan dik başlı aygırlar gibi sabırsızca kişnerler; bazan köpük içinde ve bembeyaz, bulutların üzerine tırmanırlar; bazan cesur ve kapkara bir öfke içinde toprağın karnına dalarlar ve uzun süre işitilir yerinden altından gelen gümbürtü. Kabataslak resimler yapar, ama denilebilir ki, hep ateşle. 
Teknik çeşitliliğiyle, tekdüzeliğin tehlikesinden kurtulur 
Savaşın bütün dehşetini, çiğ çiğ kemirilmiş bir bağ kemik gibi beş dize içinde toplar. Bir tümceyi açmak ya da sıkıştırmak için bir tek belirteç (zarf – adverb), ya da değiştirmek için bir tek sıfat yeter ona. Geniş bir yönteme gereksinimi vardır, çünkü onun etkisi de öyledir; fakat onun hiç yöntemsiz, her şeyden önce sözcükleri kullanışındaki eşsiz cüretle, saygıdeğer, nerdeyse kutsal denebilecek sözcükleri en az uygun ya da yerinde sayılabilecek sözcüklerle yan yana getirerek ilerlediği de 
düşünülebilir. Zaman zaman, her dem canlı ve can alıcı belgeçlerine (epithet) başvurmaksızın, yalnızca yetkin bir ustalıkla şiire bir sokup bir çıkardığı sesleri kullanarak tablolar çizer; bu teknik çeşitliliğiyle, tek bir biçemin tekdüzeliğinin tehlikeye sokabileceği ilgiyi sürekli kılar. Yabanıllar gibi, yinelemeleri kullanmak yoluyla hüzün uyandırır. Beklenilmeyen, zorunlu durakları herhangi bir kalıba uymaksızın boyuna değişir, yine de gelişmelerinde, duruşmalarında ve kesilmelerinde bilinçli bir düzen bulunabilir. Yığma yöntemini en iyi betimleme yöntemi olarak düşünür; uslamlamaları hiçbir zaman sıradan kanıt biçimine ya da tantanaları söylev biçimine düşmez, bunun yerine dolaylı söylemin gizinde, inandırmanın sıcaklığında ve esinin ateşli tonunda kendi dilini bulur. Kitabında ikide bir bizim İspanyolcadan sözcükler buluruz: viva, camarada, libertad, americanos gibi. Fakat onun karakterini, esrikliği apaçık dizelerine yerleştirdiği Fransızca sözcüklerden daha iyi ne gösterebilir: anlamlarını abartmak ister gibi ami, exalité, accoucher, nonchalant, ensemble sözcüklerini kullanır; ensemble sözcüğü özellikle coşturur onu, büyüler, çünkü ulusların ve dünyaların en mutlu birlikteliğini görür onda. İtalyancadan bir sözcük almıştır: bravura. 
Dünyaya eksiksiz, seven ve içten bir insanı gösterdikten sonra 
Sonuç olarak, kas gücünü ve cesareti yücelterek; yanından geçenleri, ellerini hiç korkmadan kendi ellerine koymaya çağırarak; avuçları açık havaya dönük, yeryüzünün şarkısını dinleyerek; devcesine doğurganlıkları sevinçle bularak ve ilân ederek; tohumları, savaşları ve yörüngeleri epik şiirlerde toplayarak; arıların kanatlarının her dem uyanık özgürlüğün etek uçlarına dokunduğu Amerika'nın vadileri ve dağları boyunca oğul vermekte olan insanları gösterir şaşkın ve hayran çağlara. Dostluk çağlarını son tabakanın sonsuz sessizliğine doğru götürerek, Walt Whitman, dostlarıyla birlikte durur, dostları şarap verir ona, tahta masalarda baharın ilk tadını tattırır. Dünyaya eksiksiz, seven ve içten bir insanı gösterdikten sonra, maddeden kurtulacağı ve kendini arındırıcı havaya bırakarak patlamaya hazır bir tohum ve koku, "bedenden sıyrılmış, utkulu, ölü" olacağı mutlu saati bekler. 
Nisan 1887 
Not: Metindeki dizelerin çevirilerinde Memet Fuat'ın ve Can Yücel'in çevirilerinden yararlanılmıştır. 
Jose Marti / Ocak 1988 / Yeni Düşün dergisi / Çeviri: Mehmet H. Doğan / Kaynak: https://www.facebook.com/dergidusun/photos/515672835467466)
0 notes