Tumgik
#tanrının tanımı
aklingolgesi · 9 months
Text
TANRI NEDİR? (DİN FELSEFESİ) | FİLOZOFLARDAN SEÇMELER
İnsanlar eski zamanlardan bu yana varlığının amacını, nasıl var olduğunu, onu kimin var ettiğini, bu var eden varlığın nasıl sıfatlara sahip olduğunu hep merak etti. Elimize ulaşan yazılı belgeler sayesinde gördük ki Antik Yunan, Çin, Roma ve Hint filozofları, Katolik ve Ortodoks filozoflar, İslam filozofları ve Modern filozoflar bu konu üzerinde çokça kafa yormuştu. Tüm bu düşünceler din…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
yokolmusluklar · 2 months
Text
Çevreme baktığın zaman veya genel anlamda topluma bir göz attığım zaman şunu fark ettim: İnsanların dindar olması veya herhangi bir dine karşı fobik hareketler sergilemesi tamamen yaşadığı çevreyle alakalı. Örneğin şöyle söyleyeyim ben dini yaşatan, dinden bahsedilen bir aile ortamında din kurallarıyla büyürsem ben dindar olmaktan gocunmam ve doğru olanın bu olduğunu düşündüğümden dolayı bunun baş kaldırılması gereken bir şey olduğunu veyahut özgürlüğümü kısıtlandığını düşünmem ama tam tersi bir durumda büyürsem dine karşı düşüncelerim bambaşka olur veya bir toplum, topluluk, sosyal aile yapısı din adı altında bana bir şeyler dayatıyorsa benim dine ve dindar insanlara karşı katı ve sert bir bakış açım olur. En özgür halimizle bile özgür değiliz. Hangi ipliğin ucundan başlarsan o makaradan uzaklaşamazsın. Yaşadığım çevreye göre daha bağımsız ( aslında bağımlı oluyor her türlü) bir görüşe sahip olduğumu düşünüyorum. Tanrının olup olmaması beni pek bağlıyor diyemem. Çünkü açık bir şekilde hiçbir dinde tanrının varlığı açıklanamıyor ve açıklandığı takdirde bir tanrısal özelliği kalmıyor (bence.). Genellikle İslam sentezi gördüğümüzden dolayı bundan örnek vereceğim. Tanrının varlığı hakkında bir sonuca ulaşamayınca aldığınız cevap şu oluyor: Kuranda sizin aklınıza ermez, çözemezsiniz zaten diyor (ilgili ayetleri biliyorsunuzdur kısaca böyle bir anlama çıkıyor.). Ama örneğin şunu söyleyeyim ben kuranı peygamberleri şeriatı dinin içeriklerini belli bir kalıba sokmadan ve doğruluk açısından değerlendirmeden önce gerçekten bir Tanrı var mı bunu bilmeliyim. Örneğin matematikte şu şu denklemler doğrudur ama biz matematik diye bir şey var mı bilemiyoruz dersem bu mantıksız olur çünkü olmayan bir şeye ait doğruluk olamaz o şey olmadığından dolayısıyla doğru diye adlandırılan ve yanlış bir hali de bulunan şey yoktur veya başka bir şeye bağlıdır matematik yok ama o denklem gerçekten varsa dahi başka bir alan veyahut daha başka bir şeye ait olduğundan başka bir alandan değerlendirmem gerekir ama bugüne kadar olmayan bir şeye ait olduğunu düşündüğümden hangi alana veya neye dair bir sorgulama yapacağımı bilmediğimden doğru olup olduğunu bulamam veya bulmakta çok zorlanırım. Bu bahsedilen şey herhangi bir şeye bağlı olmaksızın kendi başına bireysel bir görüş, gerçek veya doğruysa da zaten buna dair nesnel bir iyi kötü, yaralı, zararlı, doğru tanımı yapamam, çünkü özneldir. Anlayacağınız akıl sağlığımı kaybetmek üzereyim.
3 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
Umutsuzluk...
Anlaşılması çok zor olsa da, bazen aynı satırı defalarca okumak gerekse de anlaşılmaya başladıktan sonra okuyucunun elinden tutup, iç dünyasında muhteşem bir seyahate çıkarıyor ve en sonunda karanlık tünelin sonundaki aydınlığa getirip bırakıyor. Bu açıdan bakıldığında aslında Kierlegaard , umutsuzluğun değil umudun kitabını yazmıştır. Dünyanın kum saati boşaldı ve yüzyılın tüm gürültüleri sustu, çılgın ve kısır çabamız bitti. Her şey sessizlik içindedir artık. Başın ister tacın pırıltısını taşısın, ister yalnızca basit insanların arasında kaybolsun, ister günlerin sıkıntılarına ve alın terlerine sahip ol, ister Dünya durduğu sürece ünün yücelsin eğer yaşamın umutsuzluğu taşıyorsa gerisinin hiçbir önemi yoktur. İster zaferler ister yenilgiler söz konusu olsun senin için her şey kaybedilmiştir. Sonsuzluk seni içine almaz, seni kendi ben'ine, kendi umutsuzluğuna çivilemiştir. Yukarıdaki satırların sahibi Soren Kierkegard. Varoluşçuların babası sayılan Danimarkalı filozof. Anlık zevklerin peşinde koşmaktan dizlerinde fer, sahte ışıklara bakmaktan gözlerinde nur kalmamış olan ve modern hayatın kıskacında, aldatan sefalar, bitmeyen cefalar içinde, görünmeyen prangalarla bağlanmış halde, ben aslında özgürüm, ben aslında mutluyum naraları atan insanın gizli acısının farkına varan nadir insanlardan biri. Sonsuzluk için yaratılmış olduğu halde ne bir Tanrının varlığını ne de kendi ben'inin bu Tanrı için var olduğu gerçeğini hissedemeden, kendisi için değerli ve sonsuz hayatını besleyecek olan şeyi bırakıp da fâni ve değersiz şeylerle oyalanmasını insanoğlunun en büyük sefaleti olarak görmüş ve "Tüm bu sefalet karşısında sonsuza kadar ağlayabilirim" diyerek, insan nasıl kurtulur, mutluluğa nasıl ulaşır sorusunun peşine düşmüştür. Kierkegard 'a göre insanın kurtuluşu ne felsefî ne de bilimsel bir sorundur. O, her şeyin ölçüsünün akıl olduğu sanılan modem çağda, bu soruya dinî bir cevap vermeye çalışmıştır. Çünkü ona göre insanı kurtaracak olan şey sadece inançtır. Kierkegard Ölümcül hastalık umutsuzluk kitabında insanın benlik arayışını, kendisi olabilme ve saf mutluluğa ulaşabilme serüvenini anlatmıştır. Kitap toplam 5 bölümden oluşur. İlk bölümde umutsuzluğun neden insan için ölümcül bir hastalık sayılması gerektiğinden, ikinci bölümde ise aslında bu hastalığın evrensel oluşundan bahseder. Üçüncü bölümde insanların iç dünyalarındaki seviye farklılıkları nedeniyle oluşan umutsuzluk çeşitleri anlatılır. Son iki bölümde de kitabın ilk kısımlarında teşhisi, tanımı ve çeşitleri belirtilen umutsuzluk hastalığının çaresi ve kurtuluş reçetesine yer verilir. Ona göre umutsuzluk günahtır ve günahtan kurtuluş aynı zamanda umutsuzluktan kurtuluş olduğu için Kierkegard son iki bölümde günah kavramı üzerinde durmuştur. Ölümcül hastalık umutsuzluk tabiri İncil'den gelmektedir. İncil'e göre Hz. İsa, Lazarus'un ölümünü duyduğunda bu hastalık ölüme giden bir hastalık değildir demiştir. Ölümünden dört gün sonra yanına giderek "Lazarus çık!" diye bağırmış ve bu söz üzerine Lazarus dirilmiştir. Hz. İsa bunu insanlar ölümün bir son olmadığını ve tekrar dirilmenin gerçek olduğunu görsün, Tanrı için her şeyin mümkün olduğunu, hiçbir şeyin de imkansız olmadığını anlasın diye yapmıştır.Bu nedenle Kierkegard Ölümcül Hastalık Umutsuzluk eserine Lazarus’un dirilmesi öyküsüne atıfta bulunarak başlar.
Tumblr media
Ölümcül hastalık" dar anlamıyla sonu ölüm olan, kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölüme varan bir hastalıktır. Ancak Kierkegard'a göre samimi bir Hristiyan için ölüm bir son değil yeni bir yaşama geçişin başlangıcıdır. Böyle düşünüldüğünde hiçbir bedensel hastalık hatta ölüm bile onun için ölümcül değildir. Ölüm bütün hastalıkları sona erdirir ama asla bir son değildir. İnsan için kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan her şeyi yok eden tek bir ölümcül hastalık vardır o da umutsuzluktur. Umutsuzluğun ölümcül hastalık olması, bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın bedensel ölümle sona ermesinden çok can çekişmede olduğu gibi ölümle savaşmasına rağmen kişinin yine de ölememesinden kaynaklanır. Bedensel hastalık zaten sonlu olan bedeni yok edebilir ama ben'in hastalığı olan umutsuzluk hiçbir zaman kendi dayanağı olan ben'in sonsuzluğunu yok edemez ; "düşünceleri öldürmek için bir hançerin hiçbir değerinin olmaması" gibi. Çok büyük bir tehlikeyle karşılaşıldığında diğer tehlikelerin hiçbir önemi kalmaz. Aynı şekilde hayatı boyunca ölümden korktuğu halde çok büyük bir musibetle karşılaşan biri ölümü bile bir umut olarak görebilir. Ancak umutsuzluk umudun eksikliğidir, ölümün eksikliğidir. Sonsuza kadar can çekişmek ama ölememektir. Umutsuz olan ölümcül hastadır. Bu hastalık diğer hastalıklardan farklı olarak insanın en saygın özüne saldırır; ama insan bu yüzden ölemez. Ölüm bile onu bu hastalıktan kurtaramaz. Umutsuzluk insanın elinden sonsuzluğu alan ve sürekli can çekişmeye mahkûm eden bir hastalıktır. Hem de nadir görülen bir hastalık değil, aksine evrensel bir hastalıktır. Hekimlerin tam olarak sağlıklı bir insan yoktur dedikleri gibi yakından bakıldığında da umutsuzluğa düşmeyen tek bir insan yoktur. Kimi insanlar umutsuz olduklarının bilincinde olmasalar da hatta aksini iddia etseler de seyrek olan umutsuz olmak değil aksine seyrek olan, en çok seyrek olan, gerçekten umutsuz olmamaktır ve Tanrı'yla doğru ve sağlam bir ilişki kuramadığı sürece her insanın içinde her zaman bir umutsuzluk tohumu kalmaktadır.
Tumblr media
Peki umutsuzluk neden insanın değişmeyen yazgısıdır ve kaçınılmazdır. Kierkegard 'a göre bunun sebebi insanın karşıtlardan oluşan diyalektik yapısıdır.Yani insan sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir. Benlik sadece kendini oluşturan bu öğelerden oluşmaz, bu unsurların birbiriyle kurduğu ilişkilerden de oluşur. İnsanı benlik haline getiren şey, onun bu sentezle kurduğu ilişkidir.Varoluşçuluk akımının öncülerinden olan Kierkegard'a göre sonsuzluktan pay alan insanın görevi kendi olmak yani kendi benliğini ortaya koymaktır. Benlik denilen şey sürekli bir oluş süreci içerisindedir ve insan ancak doğasındaki zıtlıklardan oluşan sentezle dengeli bir ilişki sağladığında kendini benlik olarak ortaya koyabilir. Bunu başaramadığı sürece ben, kendi değildir ve kendi olamamak umutsuzluktur. Kısaca söylemek gerekirse doğasında bulunan zıtlıklar içerisinde sıkışan insan kendi olma sürecini umutsuzluk içerisinde yaşar. Kierkegard'a göre her insanda benlik bilinci farklı seviyelerde olduğu için umutsuzluk da farklı şekillerde kendini gösterir. Bu nedenle Kierkegard umutsuzluğu ben'in sentezindeki zıtlıklar açısından ve insanın umutsuzluğunun farkında olup olmaması açısından kategorilere ayırmıştır. Ben'in sentezindeki zıtlıklar açısından umutsuzluk dört çeşittir: Ben sınırlandıran sonlu ve sınırsızlaştıran sonsuzun bir sentezidir. Bu iki karşıt unsur arasında dengeyi sağlayamayan kişilerde görülen umutsuzluk türlerinden ilki sonsuzluğun umutsuzluğudur. Bu durumda insan, sonlu bir bedeni yokmuşçasına salt sonsuzluğa yönelir. Sonsuzluktan pay alışı insan için Tanrı tarafından kendisine verilmiş bir lütuf olsa da, doğasında bulunan sonluluk geri plana itildiği için tüm dengeler bozulur ve sonsuzluk içinde kaybolmuş bir umutsuzluk ortaya çıkar. Bu tür umutsuzluğa meyilli olanlar daha çok hayal gücü yüksek olanlardır. Hayal dünyasının sınırsızlığında kaybolan, sonsuzluğun içinde uçup giden ve içinde bulunduğu somut dünyayı ihmal eden insan, zamanla kendi kendinden uzaklaşır ve en sonunda hayal, beni tüketir. Tehlikenin en büyüğü olan ben'in kaybı hiçbir şey olmamış gibi hiç fark edilmeden gerçekleşebilir. Yani Bu tür umutsuzluğun pençesine düşerek benliğini kaybedenler, bazen bu kayıplarının farkında bile olmadan hayatlarına devam ederler.
8 notes · View notes
Text
Kutsal Kan ve Kutsal Ruh
Tumblr media
Kutsal Kan ve Kutsal Ruh ve Yok Olup Giden Ormanlar İnsanlığın varlığını kanıtlayanlar geçmişin canlılarını kanıtlayanlar ve kendilerini kanıtlamaya çalışan yalnızlar.
İstikametinizi çevirdiğiniz yönü hatırlayın ve kutsallığın bir ışık olduğunu unutmayın sizlere ara verdiğim sözlerimle sesleniyorum.
Varlıkların içinde en kutsalı olanı insanı anlamayanlar bugün cezalandırılıyor.
Bu cezalandırmayı kendilerine hak mı ettiler yoksa onların mı kaderi bu şu anda geçen sene bildirdiğim gibi güneşin ateş çemberi ve küresel iklim sorununun bahsi geçirdiğim dünyanın yaşlanması ve doğaya insan eli ile zarar verilmesinin sonuçlarında oluşan etki.
Önce virüs kavurdu dünyamızı ve şimdide sıcağın ateşe dönüşmesi nefes almamızı sağlayan yaradılışın en mükemmel doğa harikası ormanların yangınlarla harap olması.
Bunun sonucunda üzülerek söylemeliyim insan eli insanın cahilliği ve insanın riyakâr ihmal davranışları sonucunda dünya ateş çemberine dönüşmekte.
Ne kadar Tanrıya yakarsanız da sonucuna katlanmanızı sağlayacak ve günahlarınızın affına sığınmanıza yarayacak sonuçlara da katlanacaksınız.
Bu sonucu düşünmeden insan ayrımı yaptınız yaprağın kılcal damarlarındaki onun nefes almasını sağlayan fotosentezi bile sizin kötü ruhlarınız yaktı.
Kutsal kan hepinizin vücudunda bulunur ama yılların ötesinde Hz. İsa ya çektirdiğiniz acının intikamını size geri veriyorum.
Çünkü İsa’nın bir keresinde benim sözlerimin inceliği insanlığın barışının kanıtı olarak geri gelecek bildirini onun ruhunun kutsallığının kabulü olarak günümüzdeki insan hayatına şekil vermesi gibidir.
Onun sevgisini anlamayanlar kişilik ile karşılaştırma yaptıklarında karşılarındaki kişiliği bir başkası ile karıştırma cüretinde bulundular.
Ve hala nefes almak istiyorum diyen varsa etrafına baksın yaratılmış güzel dünyayı ne hale getirdiniz insanların sadece kusurlarını görerek onlara büyük ihanet ettiniz ve dinler arasındaki şefkati bile yok ederek Tanrının işine karıştınız oysa tanrı sizden sadece sevginin temelini attığı ve size bir yuva olarak sunduğu bu mavi yeşil dünyayı eviniz olarak sundu evi temiz tutamadınız ve tutamadığınız gibi yaktınız ve şimdi söndürmeye çalıştığınız bu dünya duman içinde kaldı.
Tumblr media
Üzülerek söylüyorum ki dumanlarda boğulanlar ve yananlar ve alevlerin altında kül olup giden tüm canlılarda insan vebali vardır.
Ne gördünüz oldu demenin dışında söylemeye çalıştığım sizin ihmalkâr ve sonuçlarına katlanmaya bile ve kendi benliğinizle müzakere etmeye bile cesaret bulamadığınız sizler bu dünyanın sonunu getirmek üzeresiniz.
Şefkati altın tabakta sunsalar bile size daha çok gerektiğini hatırlatan o benliğiniz yakında günahlarınızı taşıyamayacağınız bir duruma gelecek.
Ne gördünüz oldu demenin dışında söylemeye çalıştığım sizin ihmalkâr ve sonuçlarına katlanmaya bile ve kendi benliğinizle müzakere etmeye bile cesaret bulamadığınız sizler bu dünyanın sonunu getirmek üzeresiniz.
Ve o durum geldiğinde size şunu söylüyorum suçsuz yere suçladığınız insanların ruhları elbet bir gün Hz. İsa’nın suçsuzluğunda olduğu gibi size şunu hatırlatacak eğer kızaracak bir yüz varsa o yüzde ar duygusu da olmalı.
Sizler bu dünyada neredeyse tanrı durumuna gelerek kendinizi kraldan daha kralcı yapmaya çalıştınız
Kimsin sen o yüzden sadece etten kemikten ve kutsal ruhtan olan ey insanoğlu size şunu hatırlatırım kalbinizin içindeki saflık zerrecikleri size sunulmuş en büyük armağandı ama siz bu zerreciklerin içine bile zehir kattınız ve katmanlarına bakmadan insanları yok ettiğiniz gibi şimdide doğaya büyük zarar veriyorsunuz ağladığın her şeyin bir nedeni var ama nedensiz ağlamanın asla tanımı yok ve bu tanımı yıkmanın size de bir faydası yok.
Oluşturduğunuz tüm sebepse nedenler size ancak Tanrının imtihanı olan bu dünyada sonunda geri verilecek bir yeni oluşunum karşımı doğrultusunda anlayacağınız bir dilde sizin benliğinize sorulacak.
Kimsiniz
Verilecek cevaba sizin anlam katıp içinizdekileri ortaya koymanız arınmış saf ya da kötülükle olan ruhunuza bir gelecek taşıyacak.
Sizler kutsal Meryem’i ağlattınız sizler onun Tanrıdan olan kutsal oğluna dayanılmaz acı çektirdiniz ama onun ruhu geri geldi belki de hala aranızda ama sizler kendi inançlarınıza göre kişileri ancak ve ancak kendi istediğiniz normlarda bir köşeye oturtma derdinde olursanız önünüzdeki güzellikleri görmeden çok büyük günah işlemiş olursunuz ve oluyorsunuz ve olmaya da devam edeceksiniz.
Bilmelisiniz ki size görünen etten kemikten bilmelisiniz ki size güzel sözler söyleyen ama onu çarpıtmaya çalıştığınız bile etten kemikten ve sizler de onun gibi etten kemikten siniz.
Oysa kendi emelleriniz doğrultuda insanlarla oyun oynama yeteneğine sahip olmanız neticesinde sizin onlara anlam katacak dereceniz sizin fiziksel Tanrının verdiği vücudunuzun eşsiz katmanlarında sınanacak birer sunak gibi.
Bakışların insandan çıkıp bir başka insan varması anlık ama üzerinde kalıntı yapması ise sonsuzdur.
Ruhunuz sonsuzluğa kutsandı. Bunu unutmayın
Sizde yeminlerinizi ancak ve ancak Tanrının kutsal dinlerinde onların cemaatin de ve onların güzel ibadetlerinde size bahşedilmiş öğrenmiş olduğunu dualarda vicdanınızın elverdiğince güzellikleri sunmanız ile gerçekleşecektir.
Evet soluduğunuz havada var olan sizin yaşam nefesiniz son anınız geldiğinde Tanrının can alacak meleği ile size göründüğünde hissiyatınız size bu dünyaya veda diyecek ama son bir nefes alışveriş ve nefesin tükenmesi bu dünyaya vedanız olarak yine veda edecek.
Soluduğunuz havanın kıymetini bilin çünkü hava artık sizin nefes aldığınız o hava değil o hava kirlettiğiniz sizin ruhunuzun bir yansıması oldu dünyaya.
Dünyanın evrendeki eşsiz bir benzeri daha var gelecek nesiller dünyanın tıpa tıp aynısını yaşamaya başlayacak ve tüm ruhların buluşacağı yere de yine sonsuzlukta hep birlikte gideceksiniz.
Benim nefes alışım şu anda devam ediyor sizin nefes alışınız benimkinden farklı değil ama bir başkasınınki de sizden farklı olmayacak.
Bilin ki gözlerin oyunu size kutsal kanı ve kutsal ruhu tattıracak.
Erez Eğilmez
3 notes · View notes
epifizz · 2 years
Note
Tanrı tanımı itibari ile kusursuz ise, neden kusurlu bir canlı yarattı?
"Tanrı öyle istemiş (Deus vult!)", "büyük aklın gizine akıl ermez (st. Thomas Aquinas)", "kusursuzun türevi, türev olması bakımından kusursuzluğundan kademeli olarak bir şeyler kaybedecektir (Aristocu evren kurgusu)"...
İnanan bir kişi için bunun adına birçok açıklama vardır ve hiçbirine doğru ya da yanlış denilemez. İnanç, öne sürülen iddia ile sunulan savın doğruluk düzeylerinin aynı düzlemde olması demektir. Zaten bu yüzden elinizde pozitif bir bilgi varmış gibi mantıksal açıklıklar aramak biraz bu ilişkilenme biçiminin doğasını kaçırmak demektir. Tanrı mantığın kendisi olabilir, mantıksız olabilir (başka bir sisteme tabi olacağını düşünmek için bir sebep yok çünkü), bir meta mantığa sahip olabilir ve bu tarz iddiası olan birine tanrının moral ilkesinin gerekçelerini sormak tamamen boşuna yapılan bir tartışmadır, çünkü her unsur bir evren görüşü olarak din ile uyumlu hale getirilebilir. Bu kusur hiyerarşisi bile tanrının bir ifadesi, aklı ona sevk eden bir ahenk olarak görülebilir çünkü ve bu da “niye öyle olsun ki?” sorularıyla sonsuz bir döngüsellik ile sonuçsuz bir tartışmaya dönüşecektir, çünkü buradaki bilgi sistemi tamamen tek düzlemde cereyan eder.
Sizin, diyebileceğiniz tek şey ise bu tarz bir ilişkilenme biçiminin size uymadığını düşünerek başka bir bilgi sistemini ve yaşam tarzını benimsemeniz olabilir. Mesele inanç ve din olduğunda rasyonel olarak tartışılabilecek tek düzlemler bunlardır çünkü: Yaşam biçimleri ve bilgi sistemleriyle ilişkilenme biçimleri.
4 notes · View notes
nyctophilia-35 · 4 years
Note
Acının tanımı nedir?
Acı tanrının en büyük hediyesidir. Acı bir sensördür. Bu çok geniş bir konuda. Merak ediyorsanız ileti atin. Detaylıca anlatayım.
15 notes · View notes
misgibihayat · 4 years
Text
İkinci günü sevgiye dönüştürdüm.
Sabah siniri diye bir şey var.
Bir kez daha fark ediyorum ki zihnimde koşuşturup duran ifritlerden biri de bu. Farkındalıkla birlikte pozitif titreşimler de artıyor. Sabah kalkar kalkmaz aklıma üşüşen ilk fikirlerin olumsuz fikirler olduğunu kabul ediyor, bu durumu sevgiyle değiştiriyorum. Sorun çözmeye odaklı yaşayınca insan, günü planlamaya çalışırken de ilk peşin aklına sorunlar, yani olumsuz fikirler geliyor. Buna biraz da depresyon eklemeliyiz belki. Deprese uyandığımı kabul ediyorum. Bu titreşimleri derhal iptal ediyor, engelliyor onları sevgiyle dönüştürüyorum. Karanlıkta uyanmak benim için yeni bir durum bunu aslında sevgiyle, sevgi için yapıyorum. Ancak karalık, bu depreşe hisleri pekiştiriyor. Bu durum beni endişelendirmiyor artık. Evrende sevgiden daha kuvvetli bir titreşim yok. Sevginin üzerini sarıp dönüştüremeyeceği hiçbir titreşim yok. Doğadaki ve evrendeki her şey olumlusuyla bir arada. Ying ve yang. O nedenle sabah uyandığımda gelen olumsuz hislerin hepsi olumlularıyla bir arada geliyor. Örnekse; alarmın sesi insanı sinir ediyor. Ancak 15 dakikada bir çalan ve canhıraş sonlandırdığım alarmlar aynı zamanda bana şu an uyanık olduğumu, başardığımı, azmettiğim dönüşümü aynı zamanda ifa ettiğimi hatırlatıyor. O halde alarmlara kızmak neden?
Ben şu andan itibaren, var oluşumun gücüyle bütün olumsuz hislerimi ve bu hislerin beni negatif alana çekme eğilimini iptal ediyorum. Pozitif alanda kalmayı ve bunda ısrar etmeyi seçiyorum. Sevginin gücü beni bir mıknatısa çeviriyor. Benliğimin mıknatısı bütün pozitif titreşimleri kendine çekiyor.
Kendime bir kez daha hatırlatıyorum ki içimde, tıpkı her nesnede ve her canlıda olduğu gibi tanrı parçacığı var. Her şeyi ama her şeyi yapmaya muktedirim. Tanrının külli iradesi bende cüzi boyutta var. O, her nasıl ol dediğinde olduruyorsa ben de olmasını istediklerimi, gerçekleşme yolunda ilerletme gücüne sahibim. Bütün isteklerim Tanrı’dan gelen gücüm sayesinde gerçekleşiyor. Artık “keşke olsa” dediklerim yok “çok şükür oluyor” dediklerim var.
Tekâmül is a tricky business. Gel gelelim ben bütün trickleri biliyorum. Kullanmaya muktedirim. Bu trickleri öğrenmiş olmam bile bir kanıt değil mi aslında? Yıllardır arayıp dururum şu an sahip olduklarımı. Bir gün bu güle hemhâl olacağıma dair sarsılmaz bir inanca sahiptim. İstedim, istedim ve sadece istedim. Olacağını biliyordum, kuşkularım yoktu. Dolayısıyla sonunda döndüm, dolaştım ve bana bunları öğretecek insanla bir araya geldim. Hem de kılımı bile kıpırdatmadan. Hem de bana altın tepside sunulan bir anlaşmayla. Hem de sevdiğim işi, ilk defa mutlulukla yaptığım bir yerde, bir zamanda. İşte mucizenin gerçek tanımı bu.  Şükürler olsun. Şükrüm sonsuz. Benim şükrettiğim oluşumlar geçici hatıralar değil artık. Ben “gerçekliklerime” şükrediyorum artık.
Bir kez daha verdiği her şeye şükrediyorum. Şükretmenin gücünü sevginin gücüyle birleştirdim. Ne şanslı bir varlığım ben! Hikmet, irfan, bolluk ve bereket kapıları benim için ardına kadar açık. Ben bunu hak ediyorum. Hak ettiklerimi hızla kendime çekecek ve gerçek kılacak güce sahibim. Üstelik sadece bu güç de değil söz konusu olan. Evren de benimle uyum içinde. Dönüşün bir parçası olarak isteklerimi yerine getiriyor.
Ah, alarm çaldı işte. Sevgiyle durduruyorum bu sesi. Bu ses, yaklaşan sevgili gerçeklerimin ayak sesleri aslında. Mucizelerin gelişinin müjdecisi. Saat 07:15. Güne sabah 6’da başlama yolculuğumun ilk gününde yatağa döndüğüm saat bu. Bir gram uykum yok şu an. Alarmım uykuyu değil, uyanıklığı, gücü ve sevgiyle gerçekleşen mucizeleri müjdelemek için çaldı tam 07:15’te.
Para bana her yerden geliyor ve bende kalıyor. Elimde tuttuğum asa sevginin ve olumlu titreşimlerin gücüyle dolup taşıyor. Ömür boyu sağ elimde duruyor bu asa. Bu güç bana ait. Benim hakkım. Benim var oluşumun bir parçası olarak duruyor elimde. Onu hayatımın her anında kullanma hakkına sahibim. Tamamen benim kontrolümde ve benim arzularıma hizmet etmek için var bu asa. 520 777 Şükürler olsun gerçek olan ve gerçek olmaya devam eden her şeye.
1 note · View note
felsefesitesi · 4 years
Text
DMY Felsefe yeni yazı gönderildi.
Yeni yazı paylaşıldı: https://www.dmy.info/din-felsefesi-ve-temel-problemleri/
Din felsefesi ve temel problemleri
Tumblr media
Din felsefesi dini sistemlerde yer alan kavramların ve yargıların soruşturulması hakkındadır. Felsefe ile ortak yanı dünyada belirli olmayan, gündelik bilginin dışındaki bir anlayışı aramalarıdır. Dinin kesin tanımı yoktur ama doğa üstü, aşkın unsurlara dayanan bilgiler ve kurallar bütünü denebilir. İnanmak nedir? İnanmadan yaşanabilir mi? Tanrı ne demektir? Din nasıl yaşanır? gibi sorular sorar. Din felsefesinde temel terimler Vahiy: Tanrının  bildirdiği buyruk, esin. Peygamber: Tanrının buyruklarını ileten elçi. İman: Dini sistemi kabul edip, inanmadır. İbadet: İnananların dini(kurallarını, ritüellerini) uygulamaları. Ahiret: Ölümden sonraki hayat inanışı. Spitirüel(ruhani): Materyal veya fiziksel değil bunun ötesinde bir şeye dayanan. Teoloji: Tanrı(theo) ve din ile ilgili disiplin. Tanrının
3 notes · View notes
baharatasoycubuk · 5 years
Text
İki parçadan oluşan ve bir türlü tamamlanamayan bir yapbozdur aşk. Yaparsın olmaz. Bozarsın olmaz. Bir türlü ait olamazsın. Oysa ki yanyanayken öyle tamamdır ki her Şi. Oysa ki yanyanayken öyle tamamdır.. Bu tamamlanış nereye ait bulamazsın. Bulamazsın..
İki tanrılı bir dindir Aşk. İki tanrının da birbirine taptığı bir din. Cenneti de cehennemi de birdir. Meyveleri kuşlar olan ağaçları vardır gölgesinde uçtuğun. Cayır cayır kırmızı bir denizi vardır yanmaktan coştuğun. Bahar Atasoy/ Şi, aşkın tanımı sf.. https://youtu.be/B2DrqS6Rxhw
3 notes · View notes
senfonikankara · 5 years
Text
Beethoven, Senfoni No.9
Tumblr media
Beethoven’in 9. senfonisinin 7 Mayıs 1824’de gerçekleşen ilk seslendirmesinin 19. yüzyıl bestecileri üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Tarihteki ilk koral senfoni Peter Winter’in 1814 yılında seslendirilen Schlacht-Sinfonie’sidir. Ancak bu yapıt, tek bölümlü yapısı ile senfonik müziğin gelişim basamaklarının dışında tutulur. Bu sebeple ilk koral senfoni olarak değerlendirilebilecek 9. Senfoni, diğer pek çok devrimci özelliği de göz önünde bulundurulduğunda, müziğin ulaştığı doruk noktalarından biri olarak kabul edilir. 
Eserin siparişi 1817 yılında Londra Filarmoni Topluluğu tarafından verilmişti. Beethoven’in 1818 kış sezonu boyunca Londra’da kalması ve bu süre zarfında iki yeni senfoni bestelemesi isteniyordu. Sanatçı böylelikle dokuz ve onuncu senfonilerini yazmak üzere çalışmaya başladı. Ancak aynı dönemde ilk gençliğinden beri hayranı olduğu Schiller’in bir şiiri üzerine bir kantat yazmayı da, ki bu fikrini çok uzun yıllardır ertelemişti, planlıyordu. Sonuçta bu üç ayrı proje, ancak 1824 yılında, tek bir yapıt olarak sonuçlandı. Eserin yazılmasına neden olan ilk siparişe sadık kalınarak bu senfoninin hakları Londra Filarmoni Topluluğuna satıldı. 9. Senfoninin kazandığı büyük başarının ardından Beethoven 10. Senfonisini yazmaktan vazgeçti. Sonunda kendisi de ikna olmuştu; 9. Senfoni onun insanlığa söylemek istediği son sözlerdi. O güne değin sanatçıya büyük şöhret kazandıran, henüz hayattayken müzik tarihinin en önde gelen bestecileri arasında yer almasına neden olan eserleri hep çalgısal müzikler olmuştu. 22 yaşında sıradan bir genç olarak geldiği Viyana’da, diğer yüzlerce yetenekli besteci arasından sıyrılmasını sağlayan, onun sonatları, senfonileri ve yaylı dörtlüleriydi. Şan müziği konusunda yaptığı en önemli girişim olan Fidelio operası ise büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Peki öyleyse neden son sözleri olarak bir koral senfoni seçmişti? Bu zor soruya bir yanıt olmasa da bir ipucu bulabilmek için dönemin siyasi özelliklerine ve Beethoven’in zaman içerisinde bu özelliklere sanatıyla verdiği tepkilere bakalım.
15 ve 16. yüzyıllarda yapılanmaya başlayan kapitalist sistem 18. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da etkinliğini kesin olarak hissettirmeye başlar. Artık siyasi güç, toprak sahibi aristokratların ve toprağın gerçek sahibi Tanrının temsilcisi kilisenin değil; paralı ordularıyla dünyanın dört bir yanında kurdukları sömürgelerden elde ettikleri ucuz hammaddeyi fabrikalarda işleyip satan burjuvazinindir. Yüzyıllardır ticaret yollarına sahip olarak dünyanın hakim gücü olan Osmanlı İmparatorluğu bu yeni ekonomik sistem karşısında gerilemeye başlar. Avrupa devletlerinin dünyanın yeni üstün gücü olabilmeleri için siyasi sitemin değişmesi gerekmektedir. Öyle de olur; Fransız Devriminin ardından cumhuriyet kurulur. Artık eşit haklara sahip özgür bireyler vardır.
Bu temel siyasi değişikliklere paralel olarak sanatçının ve sanatın tanımı değişir. Artık sanatçılar kiliseye veya bir aristokrata hizmet ederek değil yapıtlarını maddi bir değer karşılığında sunarak var olmaktadırlar.
18. yüzyıla kadar bir aristokrat eğlencesi olan opera daha geniş kitlelere seslenmeye başlar. Mozart gibi büyük dehaların eserleri bir kenarda tutulursa, dramatik içerik zayıflamaya başlar. Fransız Devriminin ardından ise görselliği ön planda tutan, devrim ideallerini heyecanla yüksek perdeden haykıran bir ton benimsenir. Aydınlanma Çağının dünyevi gerçekçilikle biçimlendirilmiş insan aklını ön planda tutan felsefeleri ise daha çok çalgısal müziğe yön verir. Konser salonlarının gözde türü olan senfoni ancak akılla kavranabilen yapısı ile ön plana çıkar.
Beethoven’a Viyana’da saygın bir besteci rütbesini getiren ilk senfonileri, aydınlanma felsefesinin gözettiği akıl ile devrim heyecanını başarıyla bir araya getirebilmiştir. Ancak bu eserleri meydana getiren temel etki siyasi bir taraftarlık değil, sonsuzlukla kucaklaşma arzusundaki insanın dizginlenemez özgür iradesidir. İşte bu etki sonuçta politik güçle çatışır. 1802 yılında devrim heyecanıyla yazılmaya başlanan ve devrim kahramanı Napolyon’a adanan üçüncü senfoni, akılla kavranan müzikal biçimin sınırlarını uç noktalara taşır. Ancak bu kahramamn kendisini imparator ilan etmesinin ardından yaşanan derin hayal kırıklığıyla Napolyon’un ismi, 1805 yılındaki ilk seslendirmeden önce, eserin kapağından kazınarak silinir. Beethoven’in bu yaptığı aslında 19. yüzyıl sanatçısının kısa ve net bir tanımıdır: bağımsız ve yalnız. 1809 yılında Napolyon’un Viyana kuşatması altında yazılan 5. Piyano Konçertosunun ikinci bölümünde bu yalnızlık açık bir biçimde duyulabilir.
Sanatçının 9. Senfoniyi yazmaya başladığı tarihte Napolyon diğer Avrupa devletleri karşısında yenilmiş, devrim ve cumhuriyet idealleri tüm Avrupa’da kökleşmiş, bu ideallere inanan ancak yaşanan büyük yıkımlardan ürken aydınlar arasında ulusal sınırları aşan bir bağ oluşmuştur. Bu bağ uluslararası düzeyde insani değerleri gözeten bir anlayıştır. Ancak “tüm insanların kardeşliği” gibi bir düşünce, o dönemde ancak Johann Gottfried Herder, Goethe, Schiller ve Beethoven gibi sanatıyla sonsuzluğa dokunmuş, böylelikle insanlığın aydınlanmasının ne demek olduğunu gerçekten anlamış çok az sayıda aydın tarafından kavranabiliyordu. Zenginliğini sömürmeye dayandıran, bunu da ancak sömürdüğü kültürleri aşağılayarak aklayan siyasi erk ve onların yönettiği geniş kitleler için ise bu kavramın anlaşılabilir bir tarafı yoktu.
İşte Beethoven’in insanlığa iletmek istediği son sözlerinde müziği ve sözü bir arada kullanmasının sebeplerinden biri bu olmalı. O dönemde pek çok insana yabancı olan bu kavramı yalnızca sözlerle açıklamaya çalışmak imkansızdı. Opera gibi ifadesi belirli bir metnin dramatik yapısıyla sınırlı bir eser yetersiz kalacaktı. Yalnızca çalgısal bir eser de anlatmak istediklerini ifade edemeyecekti. Çünkü Beethoven’in kesin olarak iletmek istediği bir mesaj vardı. Başka bir deyişle söylemek istediği şeyin gücü tek başlarına hem müziği, hem de sözleri aşıyordu.
Ancak eserin en çarpıcı özelliklerinden bir diğeri çok geniş çaplı yapısıdır. Yukarıda açıklamaya çalıştığım özelliklere sahip bir 19. yüzyıl sanatçısı olan Beethoven, ilk dönemlerinden itibaren eserlerinde bölümler arası farklılıkları aşan bir yapı elde ederek bütünsel bir sanat eseri yaratmanın yollarını aramıştır. 9. Senfonide de bölümleri ayrı ayrı ele almanın bir anlamı olamaz. İlk üç bölüm hem bir sonraki bölümü hem de eserin beynini teşkil eden final bölümünü hazırlar.
Eserin oldukça dikkate değer bir girişi vardır. Örneğin bir kahramana adanmış olan üçüncü senfoni büyük bir mi bemol majör akoru ile başlar. Bu akor kararlılığı ve otoriteyi simgeler. 9. Senfoni ise bu otoriter yapıya çok uzak bir biçimde belirsiz bir dörtlü aralıkla başlar. Bu aralık tüm insanlığı kucaklayan bu dev eserin altına serilmiş bir kilim gibidir. Bu girişin ardından sonat formundaki birinci bölüm gelir. Bu bölüm re minör tonunda başlayıp re majörde biten yapısıyla aydınlığa doğru yapılan yolculuğun başlangıcı gibidir. İkinci bölüm bu yolculuğun esrik coşkusunu ve ortadaki majör orta bölümü ile bu coşkuyla ulaşılan insanlık sevincini betimler. Üçüncü bölüm ulaşılan yerin huzurunu ve dinginliğini taşıyan bir tema ve onun çeşitlemelerinden oluşmuştur. Artık gerçeğin kapısına dek gelinmiştir.
Oradan içeri girildiğinde dördüncü bölüm başlar. Ancak dördüncü bölüm başladığında huzur yerini şiddetli bir reddedişe bırakır. O ana kadar duyulan tüm temalar hatırlanır ancak hepsi reddedilir. Kabul edilen ise koral teması olur. Schiller’in şiirinin dört kıtası çalgısal olarak orkestra tarafından duyurulur. Ardından Beethoven’in yazdığı sözlerle (Dostlarım, isterseniz bu duyduklarınızı değil daha hoş ve neşeli olanları söyleyelim) bas reçitatif, Schiller’in şiirini söylemek üzere koroyu çağırır. Orkestranın seslendirdiği interlüdlerle çeşitlenen temanın ardından, ilk bölümde ilk kıtanın kullanılmayan son dörtlüğü yeni bir temayla seslendirilir: “Kucaklaşın ey milyonlar, bu öpücük tüm dünyayadır, Kardeşlerim bu ışıldayan gök kubbenin ötesinde, Bizleri seven babamız olmalı”. Daha sonra ilk koral teması ve bu yeni tema fügal bir yapıda işlenerek eserin eşsiz finaline ulaşılır.
Dr. Onur TÜRKMEN
5 notes · View notes
sanalkelam · 5 years
Text
Krallar filozof, filozoflar kral olunca...
Tumblr media
Asırlardan beri süre gelen “devlet” hakkında yazılan bütün eserlerin yazımlarının aslında birer cevap olduğunun gerçeği su götürmezdir. Aristoteles’ten günümüze kadar yazılan bütün bu eserler aslında “Devlet” isimli bu esere cevaptır.
Platon MÖ 428 - 348 tarihleri arasında yaşamış ileri görüşlü Yunan düşünce adamı, ekstremisttir. Platon Peloponnes Savaşı başlangıcından 4 yıl sonra doğmuştur. Atina’da demokrasi çöktüğünde 23 yaşındaydı. Yenilenen demokrasi MÖ 399 yılında hocası Sokrates’i idam ettiğinde 28 yaşındaydı. Bu olaydan sonra Atina’dan ayrılmış - tahminen 18 yıl süren bir ayrılık – bütün Yunan topraklarını gezmiştir. Döndüğünde ise Platonik akademinin – Akademos – kurucusu olmuştur. Ki kurulan bu akademi daha sonrasında çevresine ve özellikle de Yunan ve Roma dünyasına felsefi kaynaklık etmiştir. Okulun en bilindik öğrencilerinden birisi de Aristoteles’tir. Yaklaşık olarak 300 yıl etkin bir şekilde eğitimin devam ettiği bu okullarda Hristiyanlığı’nda çıkması ve yaygınlaşmasıyla manastırlara devredilmiş; akabinde ise modern çağın üniversiteleri haline gelmiştir. 80 yaşına kadar yaşamıştır.
“Bir adam güzel şeyleri sever ama güzelliğin kendine inanmaz, onu öğretmek isteyenin ardından gitmezse, gerçekten yaşıyor mu dersin bu adam? Yoksa ömrü bir rüya içinde mi geçiyor? Rüyanın ne olduğunu bir düşün... Uyurken ya da uyanıkken bir şeyin benzerini, onun benzerini olarak değil de, kendisiymiş gibi görmek değil midir rüya?
...
Oysa ki, güzelliğin kendi varlığına inanan, hem onu hem de katıldığı şeyleri gören, güzeli güzel şeylerle, güzel şeyleri güzelle karıştırmayan adam rüya içinde mi yaşar, yoksa gerçek içinde mi?” (Alıntı)
Hazır üniversite demişken Platon’un şehri Kallipolis ve üniversiteler arasındaki benzerliği de görmemek elde değildir. Her iki yerde de kızlı-erkekli kişiler “genç bir yaşta” “bilgi, cesaret, özgüven, liderlik, sorumluluk ve disiplin” kapasiteleri ile seçilip, beraber eğitim görürler ve –burası önemli – “ailelerinden uzakta…” Ortak yaşam alanları, ortak yemek alanları, aile kavramının ortadan kalktığı bir yerde birlikte ders çalışarak eğitimlerini sürdürürler. Her iki kurumda da bu saydığımız özellikler ortaktır ve en iyi olmak, insan yararına, kamu yararına en iyi olanları seçmektir. Akabinde ise yıllar sürecek zorlu bir ders ve eğitimden geçerler. Eğitim sonucunda ise başarılı olanlar hem Kallipolis’te hem de üniversitelerde yani günümüzde liderlik, kamusal pozisyon almak için hayata atılırlar. Bu da bize Platon’un mirasçısı olduğumuz kanısını güçlendirir. Bir deyime ise Platon olmasaydı üniversiteler olmazdı.
Platon’un Devleti neden yazdığını anlamak için yine 70’li yaşlarında kendi yazımları olan otobiyografi değeri taşıyan mektuplarına bakmak en yeterli kaynaktır. Buradaki mektupları bir dönem Sicilya’da bulunmuş olmasından dolayıdır; 7. Mektup olarak ele alınan “Platon'dan Dion'un akraba ve dostlarına” başlığıyla gönderilmiş mektuptur.
“Gençlikte, ben de birçok genç gibiydim. Kendi kendime davranabileceğim gün gelince, hemen devlet işlerine atılmaya karar vermiştim. Ama o zaman, bu alanda birçok değişme olmuştu; kendimi şu durum karşısında buldum: Birçok kimse, o zamanki yönetime saldırmış, ayaklanma çıkmış ve yeni yönetimin başına elli bir kişi konmuştu. Bunlardan on biri kentte, onu da Peiraieus'da görev almıştı; görevleri agorayla kentin yönetimini ilgilendiren işlerle uğraşmaktı. Öteki otuzuna, tam yetkiyle en yüksek erk verilmişti. Bunlar arasında tanıdıklarım, akrabalarım vardı; uygun bir iş vermek üzere beni hemen çağırdılar. Genç yaşım düşünülecek olursa, hiç de aşırı olmayan birtakım düşlemler kuruyordum: Bunların devleti, eğrilik yolundan doğruluk yoluna getirerek yöneteceklerini sanıyor, ne yapacaklarını merakla bekliyordum. Oysa çok geçmeden, eski düzeni sanki altın çağmış gibi arattıklarını açıkça gördüm. Birçok zorbalıktan başka, o zamanın en doğru adamı olduğunu çekinmeden söyleyebileceğim yaşlı dostum Sokrates'e de saldırdılar. Onu başka kimselerle birlikte, bir yurttaşı yakalamaya göndermek; bu yurttaşı ölümle cezalandırıp, Sokrates'i, istesin istemesin, siyasetlerine karıştırmak istiyorlardı. Sokrates onları dinlemedi; onların büyük suçlarına ortak olmaktansa, bütün tehlikelere göğüs germeyi yeğledi. Ben de, bu türlü şiddet olayları ve buna benzer, bunlar gibi önemli daha başka zorbalıklar karşısında tiksinti duydum; olup biten iğrençliklerden uzaklaştım. Az zaman sonra, Otuzlar düştü; kurmuş oldukları yönetim biçimi de onlarla birlikte ortadan kalktı.
… Bununla birlikte, bu durumu iyileştirmek ve tüm yönetim biçimini değiştirmek için yollar aramaktan geri kalmıyor, eyleme geçebileceğim anı bekliyordum. Ama sonunda, o zamanki bütün devletlerin kötü yönetildiğini anladım; çünkü yönetim, uygun koşullar altında yetkin olarak yeniden düzenlenemezse, yasalarının iyileşmesine hemen hemen olanak yoktur. İşte bunun için, felsefeyi överken, ancak felsefenin yardımıyla devletlerin ve kişilerin yönetiminde doğruluk gösterilebileceğini söylemiş; bundan ötürü de, insan soyunun, başına çöken belalardan ancak tam ve gerçek filozofların yönetimi ele almasıyla ya da devletin başında olanların, Tanrı'nın iyicilliğiyle gerçekten filozof olmaları durumunda kurtulabileceğini belirtmiştim.” Kaynak: Platon – Mektuplar - Çağdaş Matbaacılık Yayıncılık Ltd. Şti. – Aralık 1999 – Sayfa 14/15/16
Devlet bir ütopyadır. Bunu söyleyen Platon değildir. 15. Yüzyılda Sir Thomas More tarafından söylenmiştir. Muhakkak ki Devlet bir ütopyadır ve siyasetin çok iyi bir vizyonunu sunar. Kitabın rehber ilkesi karşılılıktır. Devlet ve insan ruhu arasındaki karşılaştırmadır. Modern ve totaliter bir devletin modeli anlatılmaktadır. Şiirde ve teolojide ciddi bir sansürün yapılması, özel yaşam alanı ve ailenin kişilerin hakları olmamasını öngören bir yapıdadır.
“Kamusal eğitim hakkında iyi bir fikir edinmek istiyorsanız Platon'un Devletini okuyun. O, kitapları başlıklarıyla yargılayanlar gibi siyasi bir deneme değildir, eğitim üzerine şimdiye kadar yazılmış en iyi, en güzel eserdir.” Jean-Jacques Rousseau
Devlet on tane kitaptan oluşmaktadır. Birinci kitap bir önsöz, hazırlık, hazırlama mahiyetindedir. İkinci kitap ile altıncı kitap ise kurumun/devletin yani siyaset felsefesinin en yoğun olduğu bölümlerdir. Yedinci ile onuncu kitap ise devlet insan, devlet insan ruhu ve insan metafiziği olarak devam etmektedir.
Birinci kitapta adalet ve doğruluğun tanımı değil de yararlarının konu edildiği diyalog adaletin faydasıyla çözeme ulaşmayı hedefler. Ancak ikinci kitapta bulunan bir hikâye ise mutlak bir gücün hâkiminin neden adaletli ya da adaletsiz olunmasını çürütmektedir. Gyges adındaki bu çobanın hikâyesi bize “güçsüzün” doğruluk arayışı olduğunu hatırlatmaktadır. Çünkü güçlüye adalet gerekmez, o kendi adaletini kendisi yaratabilir. Bu kısım Adeimantos’un sahneye giriş yeridir ve kitabın değiştiği, ismine uygun olarak şekillenmeye başladığı alandır. Sokrates burada bir düşünce fırtınası yaratmayı teklif eder ve bu düşünce paylaşımının ise bir devlet yaratma düşüncesi olduğunu kabul ettirir. Buradan sonraki kısımlar ise kendisi gibi aristokratlara yani diyalogda bulunan Glaukon ve Adeimantos’a göre ilerleyişini sürdürür. Şehir ve ruh metaforunu, her şey kendine benzer ya da benzerini arar düşüncesiyle doğruluğu her ikisine de uygular. Şehir ve ruh hipotezi o şehirlerde yaşayan kişilerinde benzer olduğunu, bu benzerliklerin Timokrasi, Oligarşi, Demokrasi ya da zorbalıkla yönetilen şehirler arasındaki benzerlikleri açığa çıkarır. Her rejim kendinden sonra gelen rejime referans ve rehber olur.
“Bir şehrin duvarları tuğladan değil insandan yapıldı mı, surları olmasa da olur.” (Alıntı)
İdeal insanı keşfe çıktığımız yedinci kitabımızda yapılan bir mağara benzetmesi kişilerin konfor alanından uzaklaşmasından korkmasını, zincirlerini kırıp yeniliklere ulaşamamasını içermektedir. Belki de kitapta bulunan en can alıcı insan psikolojisinin dibine inilen yerdir bu kısım.
Adil bir devlet kurulumda ilk önce yapılacak şeyin şairlerden, mit yaratıcılardan, hikâyecilerden başlanılmasını gerektiğini öne sürer ve bu ütopyada sansürü ileri derecede meşrulaştırır. Çünkü çocuğa küçük yaşta neyi hikâyelerseniz büyüdüğünde de o yönde bir yaşam tarzı benimsemesine olanak tanırsınız. Özellikle üçüncü kitapta Sokrates’i Homeros’un üzerine yürütüp, mitoloji yaratıcısı bu adamı yerdiğini gördüysek de onuncu kitapta bunun daha fazlasını görmekteyiz. Platon’un Homeros kitabından çekinmesinin sebebi günümüz anlayışı ile bakmak yerine; o devirde Homeros kitaplarının dini kitap olduğunu varsaydığımızda ortaya çıkar. Günümüz şiir, destan diye nitelendirdiğimiz bu kitaplar; o devrin yegâne din kitaplarıydı. En küçük bir sorunda o kitaplar açılır, onlardan bakılıp ona göre hareket edilirdi. İnsanlar o kitaplara göre yetişir; özel hayatlarından ziyade siyasal hayatlarını da buna göre düzenlerler ve Homerik kahramanların onları takip edenlere kötü örnek olmaktadır. Hatta Homeros’un iyi, hoş birisi olduğunu da söyler; ancak insanlık adına, devlet adına bir şey yapmadığını da açıkça belirtir. Ne bir Sparta Kralı ve Kanun Koyucusu olan Lykurgos olduğunu ne de Yunan Devlet Adamı Solon olduğunu söyler.
“...şehirlerin de insanlar gibi kaderleri olduğuna... inanılırdı.” (Alıntı)
Platon kitabından bedenin çürümesine değinmiş ve ruhun ölümsüz olduğunu vurgulamıştır. Ruhun ölümsüz olduğunu savunan belki de ilk Yunan filozofu olduğunu söylesek hata etmemiş oluruz. Ayrıca kitabın sonunda verilen “Er’in” hikâyesi ise bir cennet / cehennemvari bir yerin varlığından bahsetmektedir. Genellikle tek bir tanrıdan ve bazen de tanrılardan bahsetmesi ise tek tanrının varlığına inandığını göstermektedir. Bu tek tanrı söylemi de ölümsüz ruh söylemi gibi bulunduğu coğrafyada ilk bir söylemdir.
“Özü gereği, bir şeye bağlantısı olan her şey, tek başına ve kendi içinde ele alınınca, yalnız kendisine bağlı kalır. Buna karşılık belli şeylerle ilgileri bakımından ele alınırsa, kendisi de belli bir şey olur!” (Alıntı)
Diyalog karakterleri;
Sokrates; ana karakter. Diyalogda bulunan diğer karakterlerin doğrularını tartışma, konuşma vasıtasıyla çürütme yoluna giden, bu yolda ikna edebilen, erdemin, bilginin ve insan ruhunun en ince ayrıntılarını çok iyi gözlemleyen karakterdir.
Glaukon; Platon’un kardeşi, aristokrat. Diyalogda düşünceyi edilgen etmeye yarayan iki karakterden biridir. Genellikle içerikte “Evet,” “Hayır,” “Doğrudur…” gibi kelimeler ile karşımıza çıkar. Ancak Kallipolisi yönetebilecek karakterlerden birisi olarak gözükmektedirler.
Adeimantos; Platon’un kardeşi, aristokrat, zevk düşkünü, hedonist. Diyalogda düşünceyi edilgen etmeye yarayan iki karakterden biridir. Genellikle içerikte “Evet,” “Hayır,” “Doğrudur…” gibi kelimeler ile karşımıza çıkar. Ancak Kallipolisi yönetebilecek karakterlerden birisi olarak gözükmektedirler. Glaukon ile arasında fark ise Adeimantos daha cesurdur. Adaletin ise güçsüzlerin dostu olduğunu savunur.
Kephalos; gelenekçi, düz kafalı. Diyalogda aileyi temsil eder. Hatta ailenin başıdır. Ailenin başı olması sebebiyle en yaşlısıdır. Aralarındaki konuşmalar yaşlılığın nasıl olduğu ve cinsel ihtiyaçlara dem vurur. Kitap içerisinde Sophokles ile alakalı bir hikâye anlatır. “Sophokles: “Bırak canım sen de, dedi; bu işten kurtulduğuma bilsen ne kadar seviniyorum. Deli ve belalı bir efendinin elinden kurtulmuş gibiyim”. Sophokles’in bu sözünü beğenmiştim o zaman. Yine de beğeniyorum. Gerçekten, ihtiyarlık bu bakımdan kurtuluş sayılır. İstekler, hırslar gevşeyince insan rahatlar, Sophokles’in dediği gibi zırdeli bir zorbanın elinden yakasını sıyırmış olur. Yaşlıların yakınlarından çektiklerine gelince Sokrates, bunların da sebebi ihtiyarlık değil, insanların kendi huyudur. Ölçülü, uysal olana ihtiyarlık dert olmaz. Öyle olmayana ise, gençlik de bela olur, ihtiyarlık da.” (Sayfa 3) Helenistik dönem yaşam tarzı cinsellik ve para kazanma olarak yaşam tarzıydı. Yaşlanınca ise dine kendini adar ve bu yaşam tarzından kurtulurdu. Platon’a göre bu yaşam tarzı düşündeki devlete uymuyordu ve bu sebeple sadece birinci kitaptan sonra Kephalos’a diyalogda yer verilmemiş, böylece gelenek kovulmuştur. Bu hususta en iyi söylemi Jean-Jacques Rousseau yapmıştır; “Siyasette de ahlakta olduğu gibi, iyilik etmemek kötülük etmektir. Yararlı olmayan her yurttaş zararlı bir insan sayılır.” (Alıntı)
Polemarkhos; mirasçı, vatansever, soylu ya da centilmen. Adalet olarak herkese hakkının verilmesi taraftarıdır. Dostlara iyilik, düşmana ise kötülük yapmayı amaçlar. Dost ve düşman arasındaki ayrım, adil ile adaletsizlik arasındaki ayrım ve iyi ile kötü konularına en iyi sorular bu karakterden sorulur. Sokrates ise gereken cevapları verir ve karakterin düşüncelerini çürütür.
Thrasymakhos; Sokrates’in karşıtı, zıt görüşü, rakibi, realizm taraftarı. Kendisi eğitmendir ve öğrencileriyle beraber girerler diyaloğa. Diyalogda bulunan en dişli karakterdir. Adaleti bildiğini ve bunu diğer kişilere öğrettiğini savunur. En belirgin cümlesi ise; “Doğruluk/adalet, güçlünün işine gelendir.” (Sayfa 17) Kanunları bu güçlü kişiler koyar ve kanunlar tamamen bu kişilerin elindedir. Kanunlar ise bu güçlü kişilere hizmet eder savını ortaya atar. Konunun özeti olacak alıntı ise;
“Derler ki, tabiatta haksızlık etmek iyi, haksızlığa uğramak kötü bir şeydir. Haksızlığa uğrayanlar ise haksızlık edenlerden çok daha fazladır. İnsanlar, birbirlerine haksızlık ede ede haksızlığa uğraya uğraya, birinin tadını, ötekinin acısını duymuşlar. Haksızlığa uğramaktan sakınamayacaklarını, haksızlık etmeyi de her zaman beceremeyeceklerini anlayınca, bir anlaşmaya varmayı düşünmüşler, kanun koymuşlar, kimse haksızlık etmeyecek, haksızlığa uğramayacak diye. Kanunun buyurduğuna, kanuna uygun olana da doğru demişler. İşte doğruluğun kaynağı, özü budur. Doğruluk, en iyi şeyle en kötü şeyin ortasında, yani haksızlık edip ceza görmemekle, haksızlığa uğrayıp öç alamamanın arasındadır. Bu iki şeyin arasında olan doğruluk iyi bir şeydir diye sevilmez: Ona değer verdiren, insanın hep haksızlık etmeye gücünün yetmemesidir. Gücü yetseydi, haksızlık etmeyi, haksızlığa uğramayı ortadan kaldırmak için kimseyle anlaşmaya kalkmazdı. Böyle yapması delilik olurdu.” (Alıntı)
Sözün özü; okuduğumuz bu kitabın görünen kısmı bir diyalogdur. Ancak içerisine girildiğinde edebiyat, felsefe, metafizik, siyaset felsefesi gibi sayısız bir içeriğe ulaşmaktayız. İstenilen açıdan bakılmadığında 50 kere okusak dahi anlamayacağımız bir içeriktir. Her okumada yeni bir şeylerin keşfine açıktır. Diyalog tarzı olduğu için yüksek sesle okunması tavsiye edilir. Okunması gereken naçizane eserlerin en başında olanı dersek hata etmemiş oluruz.
Sevgi ile kalın…
1 note · View note
kaanozer · 5 years
Text
Sanatta asli olan ne vardır? Burada bu soruyu genel olarak değil, sanatın maddiliğine, hatta doğrudan doğruya malzemesine ilişkin olarak ortaya atacağım: malzeme sanatta “asli” midir, onun esasına mı aittir, gerçekten? Ya da sanat, üretildiği malzemeye, teknikler bütününe, sözgelimi heykel için taşa, plastiğe, kile, mermere, tahtaya indirgenebilir mi? Edebiyat sözcüklerden, söz dizimlerinden mi oluşuyor? Resim bir malzemeler terkibi, tualden ve boyalardan ibaretmiş gibi düşünülebilir mi? Bu türden indirgemeler, sanat konusundaki fikirlerimizi ilk bakışta aşırı kısıtlamakta, katılaştırmakta gibidirler. Bahtin’in, Rus Biçimcilerinin bu türden bir “malzeme estetiği” anlayışına karşı çıkmakla işe başladığını hatırlayalım… Ama, aynı sorular “asıl”a, artık sanatın aslına ilişkin olarak ortaya atıldıklarında, işin bütün manzarası değişir: sözgelimi bir heykeltraşın görünürdeki malzemesini ele alırsanız, herkes heykelin “malzemesinin” yontulan herhangi bir –yapay ya da doğal– madde olduğunu söylemekte hemfikir olabilir. Oysa birisi çıkıp da, heykelin “asli” malzemesinin sözgelimi ışık olduğunu, ötekilerin tümüyle heykeltraşın seçimine bağlı olduklarını ve birbirleriyle her an yer değiştirebileceklerini söylerse işler biraz karışacaktır. Gerçekten de, kim heykel sanatının “yonttuğunun” mermerden ya da tahtadan daha çok, eseri görülebilir kılan ışık olmadığını kolay kolay iddia edebilir? Bir heykel, kâh tahtadan, kâh metalden, kâh mermerden ya da başka bir şeyden ibarettir ve bunlar, çağlara, akımlara, usluplara göre değişebilen malzemelerdir. Böylece, Michelangelo (solda) bir mermer bloğunu yontmanın , oradaki gizli, potansiyel bir biçimi, daha doğrusu bir şekli ortaya çıkarmak, görünür kılabilmek olduğunu söyleyecektir. Görünür-kılmak ise, doğrudan doğruya, Rönesans döneminde yeniden canlanan bir Platon etkisine, “ışık metafiziğine” bağlanan bir mefhumdur. Işık, kendinden bir şey kaybetmeden, harcamadan, bir anlamda varlıklara görülebilirliklerini “bahşedip” kazandıran metafizik dünyasına ait bir Tanrı gibidir: Lux …. Böylece, Plotinos’tan beridir, tüm Antik ve Ortaçağ metafiziğini kateden bir ayrımla, kaynak olarak ışık, yani Lux ile yansıma olarak ışık, yani Lumen arasındaki ayrımla karşılaşırız. Işık böylece, ilahi bir nitelik kazanmıştı; tek tek varlıkları, doğayı ve dünyayı görülebilir kılandı; karanlıkları işgal ediyor, ışıtıyordu. Böylece, mesela heykelin asli malzemesinin, bu metafizik karakterli ve ilahi ışığın gönderdiği ışınımların, lumenin yontulması olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ama ışık, aynı zamanda mimarinin de malzemesidir. Bir süre sonra, bütün sanatlar, herbiri bir şeyi “görülebilir” kıldıklarını iddia ederek, asıl malzemelerinin ışık olduğunu, bunun heykelin bir ayrıcalığı, özelliği olmadığını söyleyebilirler. Kim tiyatronun, sinemanın, dijital resmin doğrudan doğruya ışıkla bağlantılı olmadığını iddia edebilir?
Kuşkusuz, yine de sanatlardan herbiri, başka başka “asli” malzemelere sahip çıkmayı sürdüreceklerdir –böylece mimari, heykelden farklı olarak, ışığı da bir malzeme olarak barındırmakla birlikte, sözgelimi sesi de biçimlendirdiğini, geometri ilmiyle içiçe olduğunu, ya da, Le Corbusier’nin Modulor’unda olduğu gibi, bir dokuma, otomatik olarak biçimlendirilecek bir façade sanatı olduğunu iddia edebilir. Gerçekten de, modern hayatta kamusal ile kişiseli ayırdeden belli bir mimari katkı, ses yalıtımını da en az görülebilirliği engelleyen duvarın imali kadar önemli kılar –otelde, bitişik odadaki sesleri duymamalısınız, onlar da sizi duyamamalılar…
Her şey, bu tür sorular boyunca ilerledikçe, bütün sanatların birbirlerine karıştıklarını, soruların da sonsuzca, üstelik tam bir cevaba kavuşturulmayı beklemeden içiçe geçtiklerini, birbirlerini tam bir cevap bulmaksızın. dürterek üretip durduklarını gösteriyor: böylece, ışığa ihtiyaç duymadan dinleyebileceğinizi sandığınız müziğin bile, pekâlâ mimarlığı da harekete geçirdiğini, Barok bir eserin çalınabileceği yer ile, bir Rock müziği konserinin verilebileceği yerin aynı olmayacağını, bu durumun da asla tesadüfi olmadığını farkedebilirsiniz. Aynı şekilde, Bach’ın Füg Sanatı, hem bir matematik, hem de bir nota dizisi estetiğine, başka bir deyişle “kaligrafi” sanatına dayanıyor gibidir.
Bu soruları sürdürmekle artık saçmalamaya başladığımız, sonsuzca sorular, çelişkiler içinde debelenip durduğumuz, bu yüzden daha “sağlam” sorular sormak zorunda olduğumuz hissedilebilir. Sanat eserinin “biricikliğinden” yola çıkmanın, ya da soyutlama yoluyla, sanat eserinin biçiminden ve içeriğinden bahsetmenin daha doğru olacağı, malzemeden yola çıkan bir estetiğin hiçbir yere eriştirmeyeceği, yolumuzu kaybettiren bir indirgeme, hatta bir çıkmazdan başka bir şey olmadığı söylenebilir. Bilimin, sanatın, disiplinlerin temas hatlarının silikleştiği bir postmodernizmi mi ayrıcalıklı kıldığımız sorgulanabilir. Oysa sorun, tam aksine, tam da modernliğimizi belirleyen bir boyut üzerinde yer almaktadır: bu modern sorulara ben “açık sorular” diyorum. Cevap almayı beklemeksizin, belirsizliklerle, düşüncede yarattıkları sarsıntılarla, kasılma ve gevşemelerle, çıkmazlarla nasılsa ilerleyip duran sorulardır bunlar. Kâh bir indirgemeden, soyutlamadan, kâh Gilles Deleuze’ün söylediği gibi “şeylerin ortasından”, au milieu türeyen, neredeyse amaçsız sorular…
Bu sayede, iki düşünme biçimini hemen ayırdetme şansına erişiyoruz yine de: “Açık sorularla” işleyen modern bir biçim ile, “kapalı” sorularla ilerleyen arkaik biçim… Sözgelimi, bizimkine yakın konuları araştırırken Aristo şöyle davranırdı: önce şeylerin nedenlerini araştıralım —diyeceğiz ki, herşeyin, hayvanların, insan yapımı şeylerin, doğal varlıkların, gökteki yıldızların mutlaka bir nedeni olmalı… Thales her şeyin nedeninin bir ilke, mesela su olduğunu söylüyordu; Herakleitos ise ateş diyordu bu ilkeye. Aristo, işi daha da karmaşıklaştırarak, en azından dört neden türünü ayırdetmek gerektiğini iddia etmişti: Birinci neden, bir şeyin ne için varolduğuydu ve buna “ereksel neden”, causa finalis diyordu. İkincisi, şeyin özünün tarifi, o şey neyse onu söyleyen, o şeyin “tanımı” olan “biçimsel neden”, yani causa formalis idi –ki bu ilk ikisinin aynı şey olduğunu söylüyordu Aristo. Üçüncüsü, “maddi neden”di (causa materialis) ve şeyin neden, taştan mı, topraktan mı, yoksa yıldızsı madde etherden mi yapılmış olduğunu anlatırdı; sonuncusu ise, hareket ettirici ilke, yani “faal neden”dediği şeydi. Böylece, ayakkabı yapan biri, daha doğrusu bir kunduracının icra ettiği emek (tekhne), ayakkabının “faal nedeni”dir (causa efficiens). Ama ayakkabının varolmasının üç başka nedeni daha olmalıdır: imal edileceği malzeme, tahta, kumaş, kösele vesaire; ayakkabının, yalnızca ayakkabıcının kafasında değil, herkeste varolan “ideal” modeli, yani biçimi –“eidos”u; ve son olarak, ayakkabının kimin için yapıldığı (giyecek kişi için “ayakkabıyı” ayakkabı kılacak olan şey… ayakkabının amacı…) Daha Platon diyaloglarında belirlenen bu düşünme biçimi, hiçbir zaman ortadan kalkmadı (kalkamaz da zaten), ama önünde sonunda, Descartes dönemine kadar temel ve klasik dünya görüşünü, kapalı bir dünya (kozmos) tasavvurunu oluşturmayı sürdürdü. Şeylerin görünürdeki karmaşıklığını indirgeyecek bir yöntem (fikirlerin türetilmesi için mantık, şeyleri sınıflandırmak için kategoriler, şeylerin kendilerini tanımlamak için metafizik, şeyleri betimlemek için fizik, şeylerin özünü ve neye hasredilmiş olduklarını anlatmak için felsefe…)
Oysa Ortaçağın sonlarında, Alexandre Koyré’nin deyişiyle, kapalı bir dünya tasarımından açık bir evren tasarımına geçildi. Aristocu dünya tasarımı ve kainat fikrinin parçalanması, her şeyin önce bir ara mistikleşip, ardından yeniden, başka yöntemler icat edilerek, yeniden anlamlandırıldığı bir dönemdi bu. “Açık sorular” adını vermek istediğim şeyi olanaklı kılan, özgürleştiren, ama yine de işi sıkı tutmak uğruna birtakım sağlam yöntemlere ihtiyaç duran bir süreçti bu. O çağa dek, sorulabilir soruların belli bir kararı. nizamı, sınırlı bir adedi varmış gibiydi; biçimler ve amaçlar sınırlıydı, evren somuttu, düzenliydi –düzenleyicisinin, yani Tanrının hikmetinin belirtisiydi –bu sayede burnumuz gözlük takmak, balıklar tutulup yenmek içindi…
Açık sorular ise, ilk bakışta hiçbir zaman cevap bulmuyor, sürekli çelişkilere düşüyor gibi görünseler bile, hissedilebileceği gibi, bize daha az şey öğretiyor değiller. Birbirlerinden çok farklı türden şeyler,varlıklar ve fikirler, kendilerdini homojenleşmeye kolayca terketmeyen sezgiler, indirgenemez tekillikler, öznel çıkış noktaları, sürekli olarak birbirleriyle kavuşup çözülen, birbirlerini dürtüp duran, savuran çoğulluklar halinde, açık uçlu bir sistem fikrine doğru iteliyorlar bizi… Bugünün “postmodern” denen fikri hayatında en eleştirilebilir kişi olarak beliren, şu Kartezyen yöntemin, ruh-beden ikiliğinin mucidi Descartes’ın, insan bilincini etsizleştiren bu düşünürün bile, ne kadar harikulade, ne kadar coşku verici bir darbeyi tüm dünyanın düşünme biçimine vurmuş, orada ne kadar da önemli bir devrim gerçekleştirmiş olduğunu hatırlayalım: Bu muazzam darbe, Cogito, “düşünüyorum”dur…
Ulus Baker Düşünmek, hissetmek, algılamak üzerine
6 notes · View notes
kendime-analizler · 2 years
Text
Tanrının ruhu, nefesimiz ve ormanlar
Halk ağzında dolaşan ve aslı musevilerin tevrat'ından gelen tanrının insana ruhunu burnundan verdiğine dair bir anlatı vardır. Geçenlerde eski bir yahudi düşünürünün kitabını okurken hikayenin aslına denk geldim. Bugün ki gazeteyi okuyana kadar bu konu beni heyecanlandırmamış ve düşüncelerimi anlatmaya gerek duymamıştım. Artık anlatmam gerek.
Tumblr media
Din eğitimimizin parçası olarak bize anlatılan tanrı adem'a ruhunu burnundan üfledi (ya da verdi) hikayesi doğru değil. Bu hikaye hıristiyanlarda da müslümanlardaki gibi anlatılıyor ve sanırım onlarda aslını değiştirmişler. Hikayenin en eski hali yahudilerin tevratından geliyor. Eski bir düşünür ve din kitapları araştırmacısı olan Spinoza'nın bir kitabında bu hikaye detaylı olarak incelenmiş, ben de ordan öğrendim. İbranice de “ruh” kelimesi iki anlama geliyor; “rüzgar ve bir canlının ruhu” daha doğrusu rüzgarın ağaçlara yaptığı gibi onu harekete geçiren ya da canlandıran şey anlamında. Tevrat kara toprakları üzerinde rüzgar esmesini tanrının rüzgarı (ya da ruhu) olarak tanımlarmış, rüzgar doğadaki herşeye hareket ve canlılık verdiği için. Bu canlandırma hem canlıların rüzgar etkisi ile sallanması hem de nefes almak için havayı soluması anlamında. Tanrının bu canlandıran yani ruh veren rüzgarını insan burnundan nefesiyle içine aldığı için bu can da insanı harekete geçirirmiş. İnsan tanrının ona verdiği ruhu (canı) son nefesiyle geri verdiği zamanda tabi ki insan ruhu büyük ruh ile birleşiyor. Bizler tanrının insana ruhu adem'i yaratırken “bir kere” verdiğini sanıyoruz oysa tevrat'ta anlatılan hikaye “bütün ademler için ve her aldıkları nefeste” geçerli. Tanrının büyük ruhu rüzgar olarak içimize giriyor ve o da bize ruh yani canlılık ve hareket veriyor. Son kez rüzgar burnumuzdan çıkınca bizim de ruhumuz karaların üzerinden esen büyük rüzgara karışıyor yani tanrının ruhuna. Burdaki bir önemli bakış açısı da her insanın bu şekilde tanrının ruhunun bir parçasını kendi içerisinde taşıdığı ve kendi ruhunu her nefesinde tanrı ruhu ile değiş tokuş ettiği gerçeği. Tevrat'ta anlatılan bu. Tabi ki yahudilerin de içinde tutucuları olduğu için bu bölümleri farklı yorumlayanlar var ama bu açıklama bana daha güzel ve daha anlamlı geliyor.
Hepimiz doğada hareket eden ve birimizden çıkıp başka birimizin içine giren ortak bir rüzgar (ruh) paylaşıyoruz. Bu rüzgar doğaya yani bitkiler ve diğer canlılara da hayat verdiği gibi bize de hayat veriyor. Soluduğumuz şeyin bir hava değil rüzgar olarak tanımlanması bence daha doğru çünkü rüzgar aslında “yer değiştiren” hava demek. Pratik olarak biz havanın var olduğunu da rüzgarından anlıyoruz. Bütün insanlık olarak tekbir atmosferik düzene bağlıyız. Az önce sizin içinize çektiğiniz havayı bir süre önce başka birileri solumuş ve bu hava onlara da hayat vermişti. Her an paylaşmaya devam ettiğimiz bu “büyük rüzgar” hepimize hayat veriyor. İnsanın nefesi ile içine aslında tanrının rüzgarının bir parçasını aldığı bu rüzgarın ona bir parça can verdiği daha sonra cansız rüzgarı geri verdiğimiz de söylenebilir.
Doğada bütün rüzgarlara can veren rüzgar ormanın ruhudur. Hepimiz onun ruhunun (rüzgarının) nasıl temiz ve hoş olduğunu biliriz. İçimize çektiğimiz temiz havanın bir değeri olmadığını düşünürüz çoğu zaman, şairin söylediği gibi “hava bedava, su bedava”. Ekonomik olarak halka bedava dağıtılan hava doğal büyük ruh (denge) açısından da bedava mıdır? Doğa ruhunu ancak ormanlar var olduğu sürece canlı tutabilmektedir. Bütün canlıların ortak sorumluluğu ormanların yaşamasını sağlamaktır. Bu sorumluluk sadece insanların değil bütün hayvanların da taşıdığı bir sorumluluk. Böceklerden tutun da küçük diğer hayvanlara kadar bütün canlılar ormanın ruhunu ayakta tutmaya yardımcı olurlar.
Orman kanunu “ormanlar devletindir” tanımı ile başlar, eğer değiştirilmediyse tabi. Ormanlardan faydalanmak devletin hakkıysa da ormanları korumak bütün insanlığındır görevi olması gerekir çünkü büyük rüzgar hepimize hayat veriyor. Devletlerin herbiri bu ortak insanlık mirasını korumakla görevlidir, olmalıdır da. Geçenlerde gazetelerde Amazon ormanları hakkında bir yazıya rastladım bir grup yerli orman kıyımına karşı eylem başlatmışlar kendiklerinin ata mirası olan ormanları korumaya çalışıyorlardı. Başından beri orman yerlileri ormandan yararlandıkları için aynı zamanda ormanı koruma sorumluluğunu kendilerinde duymaktaydılar. Peki ya yerli olmayan bizler, aynı ormanlardan yararlanmıyor muyuz?
Dünyada üretilen oksijenin dörtte birini Amazon ormanları üretiyor. Aldığımız her dört nefesten biri Amazon'lardan geliyor. Peki bu konuda biz ne yapıyoruz? Amazon toprakları bizim değil diye düşünsek bile Amazon havası hepimizin ve sadece bu neden bile onu koruma sorumluluğu taşımamız için yeterli.
Hepimizi bir şekilde önce Amazon sonra bütün dünya ormanlarını koruma ve büyütme konusunda sorumluluk almaya davet ediyorum.
Bunu aldığımız her nefes gibi büyük rüzgara borçluyuz.
(21 Haziran 2009'da Blogger'da yayınlamışım)
0 notes
serhatnigiz · 3 years
Text
Hak’ın ve Hukukun Tarihçesine Denetimist Bir Kısa Bakış
Tumblr media
Tarih boyunca hukuk kavramı daima tartışıla gelmiştir. Hukukun öncüllerini Eski Yunan felsefesinin köklerine kadar götürebiliriz. Thales’den Aristoteles’e kadar; nerden başlatılırsa başlatılsın, tüm bu tartışmaların içerisinde hukuk kavramı da kendi şeklini alarak, yer yer tartışmalara taraf olarak, yer yer karşı durarak, kendisini biçimlendirmeye devam etmiştir.
Eski Yunan felsefesinde maddenin özü (arkhe) tartışması; aslında o özü bulmak ve o öze hak ettiği hukuksal statüyü vermek tartışması ile birlikte ortaya çıktı. Demek ki Eski Yunan’da bile hukuk hak eden şeye hakkını vermek çabası idi. Dolayısıyla; Eski Yunan’dan çıkardığımız sonuç hak’ın hakkını verme çabasıdır. Haliyle; hukukun hak verme çabası etik bir faaliyettir de. Kaldı ki; hukuk kavramından bahsettiğimiz her yerde üstü örtük bir şekilde hak kavramından da bahsetmiş oluruz. Keza hukuk kavramı hak kavramı ile birlikte ele alınabilen eş deş bir kavram olup; çoğu zaman da hak kavramı hukuku kristalize eden bir kavramdır da. Buna bir nevi “rol model kavram” da diyebiliriz. Bu nedenden dolayı Eski Yunan felsefesi doğa araştırmasını “doğa hakkı” üzerinden yaptığı için bir “yaratıcı” fikrine ulaşmıştır. Kimine göre bu “yaratıcı” su, kimine göre ateş, kimine göre hava vs. şekilde adlandırılırken, ulaşılan sonuç beraberinde “tanrı fikriyatını” doğurmuştur. Bundan dolayı hak kavramı “doğanın hakkı” anlamında insan tarafından bilinmeyen mistik ve gizemli bir güce bağlanarak açıklanmaya çalışılmıştır. [1].
Eski Yunan felsefesinden skolastik Ortaçağ felsefesine geçişle birlikte bu mistik ve gizemli güç olarak yorumlanan tanrı fikriyatı (doğanın hakkı anlamında) toplumsal hayatta yapısal bir biçime bürünmeye başlamıştır. Daha doğrusu; tek bacaklı Eski Yunan kent devletlerinden iki bacaklı yargı (din) devletlerine geçiş sürecinde insanlar arasındaki hak kavramının, yani hukukun tesis edilmesi için gerekli olan hak kavramının, var olan devlet içinde teşekkül edilmiş din kurumları (kilise vs.) tarafından belirlendiğinin iddia edildiği sonucuna varılmıştır. Aslında bu biçime bürünme hikayesi; eski köleci devletlerde (Sümerler, Akalar, Etiler vs.) yürütme memuriyeti tarafından şekillenen bir tanrısal faaliyet olarak adlandırılan hak kavramının, dolayısıyla hukukunda bu çerçevede icra edildiği düşünülen kast aygıtına bağlanması sonucunu doğuruyordu. Lakin Skolastik çağa gelindiğinde; yürütme artık hukuk kısmını dağıtamaz hale geldiği için, hukuk ve hak kısmının icra edilmesi için yeni bir yargı kurumuna ihtiyaç doğmuştur. Av emeğinin rahminden tarım emeğinin doğumu gibi, yürütme şeklindeki köleci devletten de yargı şeklindeki iki bacaklı feodal devlet doğmuştur. Haliyle bu feodal devlet yapılanması da din ve teoloji temelli bir yargı devleti biçiminde gelişmiştir.
Hukuk kavramı Eski Yunan’da köle sahiplerinin pazarlardan aslan payını almasına dayanan bir ahlak öğretisini zorunlu kılıyorken, haliyle hakkı da köle sahiplerinin ukdesinde bir işlemmiş gibi gördükleri için, hukuku da bu minvalde köle sahiplerinin çıkarlarına göre yorumluyorlardı. Dolayısıyla; tek bacaklı yürütme devleti de (Örneğin, Atina, Sparta vs.) köle sahiplerinin hukukunu icra etmeye yönelik politikalar üretiyordu. Lakin feodal devletlerde ise; yargı ve din kurumunun hakkı dağıtımının Eski Yunan’dan farklı olarak yürütmeden alınıp yargıya verilmesinden dolayı, hakkın köle sahiplerinde değil, aristokratlarda (derebeylerinde) olduğu iddiasını ve pratiğini içeriyordu. Bu açıdan din adamları, toprak sahipleri, silahlı bürokrasi vs. kısacası tüm feodal üst sınıf yapılanması yargı kurumu sayesinde varlığını daimi kılabiliyordu. [2].
Modern kapitalist döneme geldiğimizde ise, iki bacaklı feodal yargı devletleri içerisinden yasama kurumunun ayrılıp hukukun ve hakkın yasama kurumu üzerinden dağıtılabileceği fikri öne çıkmaya başlamıştır. Başka bir deyişle, hak’ın ve hukukun eski sahibi olan eski hakim sınıflar yerine hak’ın ve hukukun sahibi olan yeni hakim sınıfların tarih sahnesine çıkması ile birlikte hak ve hukuk dağıtımının ve icrasının (misal, seçme ve seçilme hak’ı ve kanunları vasıtasıyla) kapitalistlere münhasır bir şey olduğu iddia edilmeye başlanmıştır. Öyle ki; yukarıda da vurguladığımız gibi, hukuk kavramı hak kavramı ile birlikte ele alınmış, hak’ın da egemen sınıflar üzerinden, diğer bir deyişle icatçı-emek-güçleri üzerinden dağıtılan bir şey olarak algılanması, bu çerçevede yürütme şeklinde örgütlenmiş devlet biçimlerini ve köle sahiplerini, yargı şeklinde örgütlenmiş devlet biçimlerini ve toprak derebeylerini, yasama şeklinde (modern devletler biçiminde) örgütlenmiş kapitalistleri (sanayiburgları) meydana çıkartmıştır. Kısacası; icatçı-emek-güçleri üzerinden tarih boyunca hukukun ve hak’ın tesis edildiği iddia edilmiştir ki, bu ölçüde hukuk kavramı da tarihsel serüvenini icatçı-emek-güçleri üzerinden ve temsiliyetçi yönetsel bir içerik üzerinden şekillendirmiştir.
Kendisini şimdiye kadar köleci-temsiliyetizm, feodal-temsiliyetizm ve kapitalist-temsiliyetizm biçiminde ortaya koymuş olan icatçı-emek-güçleri, birbirinden içerik ve biçim açısından farklı yönetsel şekillere sahip olmakla birlikte, tarihsel açıdan ele alındıklarında süreklilik içinde kopuş yoluyla var olabilmişler, bu sayede temsiliyetçi sınıflar kabuk değiştirerek hakimiyetlerini sürdürebilecek bir hak ve hukuk sistemini de var edebilmişlerdir.
Eski Yunan’da icatçı-emek-tanrılarının (Zeus, Apollon vs.), daha doğrusu varlığı bilinmeyen mistik ve gizemli bir gücün yeryüzündeki “temsili gücünün” insan formunda nüfus etmiş olan memur-tanrılarına dönüştüğünün hikayesi; hak ve hukuk kavramlarının da bu minvalde soyut bir biçimde gelişmesine neden olmuştur. Dahası; paganist köleci dönem insan ve doğa tanrıları üzerinden hukukun icra edildiği bir dönem olarak algılanırken, fetişist feodal dönem ise temsiliyetçi din ve yargı kurumları üzerinden hukukun icra edildiği bir alan olarak şekillenmiştir. Paganist temsiliyetizm fetişist temsiliyetizme neden olmuş; bu da köleci devletin feodal devleti doğurmasına neden olmuş, semavi temsiliyetizm ise yasamacı kapitalist devletin doğumuna neden olmuştur. Dolayısıyla; günümüzde de memurların ilahlaşmış olmasına, devletlerin ise dinleşmiş olmasına da şaşırmamak gerekir. Başka bir deyişle, tanrının dokunulmazlığının memura giydirilmesi; memuru ilah haline getirirken, memurun hizmetinde olduğu varsayılan devletin de bir din haline gelmesi, yine aynı minvalde oluşan hak ve hukuk kavrayışının tarihsel gelişimi ile doğrudan bağlantılı olmaya da devam etmektedir.
Tarih boyunca hukuk; köleci paganist temsiliyetizm üzerinden, fetişist feodal temsiliyetizm üzerinden, semavi kapitalist temsiliyetizm üzerinden gelişen bir olgu olarak gelişmiştir. Biçimden biçime bürünen bu süreklilik içinde kopuş diyalektiği kendisini temsiliyetizm üzerinden şekillendirmiştir. Dolayısıyla; temsiliyetizm üzerinden biçimlenen hak ve hukukun gelişiminin eleştirisinin eleştirisini yapmadan bilimsel bir hak ve hukuk kavramı da geliştirilemez. Kaldı ki; hak ve hukuk kavramlarının sınıfsal bir süreç üzerinden analizi ancak temsiliyetist hak ve hukuk faaliyetlerinin kurumsal devlet statüleri üzerinden eleştiriye tabi tutulması ile yapılabilir. Örneğin, evrensel insan hakları kavramı kapitalist temsiliyetizmin feodal temsiliyetizme karşı geliştirdiği bir sürecin ürünü idi. Haliyle; insan hakları kavramı açısından hukuk feodal temsiliyetizme karşı kapitalist temsiliyetizmin savunulmasından öteye de geçemedi. Sonuç olarak; tarih boyunca hukukun gördüğü işlemler ve hak kavramının tanımlanma biçimleri, hukuk kavramının icrası ve içeriği temsiliyetizm üzerinden biçimlenmiştir. Bu tespitleri yapmadan bir hukuk ve hak tanımının yapılabilmesi de mümkün ve olası değildir.
Hukukun tanımlanması hak’ın tanımlanmasına, hak’ın tanımlanması da vicdanın (öznel emeğin yapısının) tanımlanmasına kadar gider. Dolayısıyla; icatçı-emek-güçleri üzerinden hak’ın ve hukukun icra edilme faaliyetleri ve pratikleri öznel yapının, yani icatçı-emek-güçlerinin vicdanının ukdesine sıkışıp kalmıştır. Teknik olarak hukuk tanımlaması yapabilmek hak’ı ve vicdanı tanımlamak ile mümkündür. İcatçı-emek-güçlerinin vicdanının ukdesine sıkışmış hak ve hukuk kavramı, hakim sınıflara dair olan vicdan kavramı, hukukun sınıfsal yorumlanmasının da bir ürünüdür. Egemen güçler açısından hukuk kavramının tarihsel olgusu ve dokusu temsiliyetizm üzerinden şekil alırken; kullanıcı-emek-güçleri tarafından ileriye sürülen “alternatif hukuk” kavramı da benzer olarak sınıfsal bir muhteva içermektedir. Halbuki hukukun tanımı ister temsiliyetist icatçı-emek-güçleri açısından ele alınan vicdanın eleştirisi biçiminde olsun, ister temsiliyetçi kullanıcı-emek-güçleri açısından ele alınan vicdanın eleştirisi biçiminde olsun, her ikisi de sınıfsal içeriğe büründürülmüş temsiliyetçi vicdanın ve zihniyetin ürünüdürler. Bu temsiliyetist düşünce yapısının ve hukukun eleştirisi yapılmadan “sınıf üstü/sınıfsız hukuk” tanımı da geliştirilemez. [3].
Son çözümleme de; hukuk kavramının hak ve vicdan kavramlarından bağımsız düşünülemeyen bir kavram olarak ortaya çıkması da, temsiliyetizm üzerinden düşünülmeyen (tarif edilmek zorunda olmayan) bir kavram olması da yine bizim elimizdedir. Temsiliyetist hukukun eleştirisi denetimist hukukun filizlenmesine ve yerleşmesine sebebiyet verebilir. Devletlerin kutsanıp din haline getirilmesi ve dolayısıyla memurların dokunulmazlıkları ile birlikte tanrısallaştırılması, milletin kul ve köle haline getirilmesi, bugüne kadar icra etmiş olan temsiliyetist hukukun gerçekte haksızlığın, hukuksuzluğun ve vicdansızlığın “hukuku” olduğunun da kanıtıdır. Halbuki devletler kast olarak algılanmayabilir; devlet din olarak pratik işlevden çıkarılabilir, memurlar kutsanmamış olabilir, sınıflara göre işleyen hukuk sistemi terk edilebilir, bunun elbette ki tek yolu denetimist hukuk mecrası ve faaliyetleridir. Dolayısıyla; toplumun devletleri ve egemen güçleri denetlemediği yerlerde her tür hukuk hukuksuzluğun, vahşetin, yağmanın, sömürünün vs. icrasından ibaret kalacaktır.
Tarihsel olarak öznel yapılar içerisinde (din, dil, sanat, kültür vs.) hukuk kavramı fazlasıyla problemli ve soyut bir kavram olarak şekillenmiştir. Örneğin din kavramı; insanın yaratıcıyla soyut olarak kurduğu vicdani bir ilişki biçimidir. Dolayısıyla; ister pagan ister fetişist ister semavi olursa olsun kurulan bu ilişki de din bireyle yaratıcı arasında kendine has bir muhteva içerir. Lakin hukuk kavramı din kavramından farklı olarak ve din kavramını da kapsayacak biçimde daha kapsayıcı bir kavram olarak vicdanı da, hak’ı da, daha genel bir çerçeve de ele almaktadır. Dinsel vicdan kavramı ile hukuksal vicdan kavramı yer yer birbirini dışlasa da, pratik icraatta dinsel vicdan hukuksal vicdanı tamamlama işlevi görür. Ancak bu durum merkez ve merkez-altı konumlanışta olan Batı’da sekülerizm ve laiklik kanalıyla birbirini tamamlayıcı bir işlev görürken (din ve devletin ayrılması hikayesi); merkez-çevresi ve merkez-karşıtına gelindiğinde ise, bu durum kendisini Avrupa’da ki gibi din vicdanı ile devletin hukuk vicdanının birbirinden ayrılması şeklinde görece önleyici bir tarza da büründürememiştir. Her ne kadar laiklik din vicdanını devletin hukuk vicdanından ayırmaya kalksa da; hem temsiliyetist din algısından, hem de temsiliyetist hukuk algısından kurtulamadığı için, gerçekte devletle din ayrışmamış, dini vicdan ile hukuku vicdan da birbirinden kopmamıştır.
Avrupa’nın bunca yıldır can hıraş verdiği mücadele olan sekülerizm ve laiklik temsiliyetist zihniyet nedeniyle hedefine ulaşmamış, dahası merkez-çevresinde ve merkez-karşıtında tamamen bitmiş bir politikaya da dönüşmüştür. Avrupa kapitalist devletleri gerçekte kendileri dahi din ve devleti tam manasıyla ayıramadıkları için, merkez-dışı, çevresi ve karşıtı politikalar da başarıya ulaşılamamıştır. Bunun tek nedeni temsiliyetist zihniyetten kurtulamamaktır. Bu temsiliyetçi zihniyetten kurtulamadığı içinde laiklik politik olarak tamamlanmamış bir proje olarak kalmıştır. Keza yukarda da belirttiğimiz gibi; dinsel vicdan hukuksal vicdanı örselerse, hukuksal vicdan da dinsel vicdanı örselerse, bu her iki durumda da devletin ve memurların kutsanarak (vatandaş tarafından) örselenememesi sonucunu doğurmaktadır. Başka bir deyişle, tanrının dokunulmazlık zırhına bürünmüş olan devletler ve memurlar; ister dinsel vicdan ister hukuksal vicdan açısından olursa olsun, laiklik konusu bağlamında dinle devleti ayrıştıramaz hale gelmişlerdir. Bu da kaçınılmaz olarak devletlerin din, memurların ise tanrı rolüne bürünmesi sonucunu doğurmaktadır.
Nasıl ki; dinsel faaliyeti değerlendiren mefhum yaratıcı ise ve nasıl ki insan kendi inancının vicdani denetimini (çeşitli ibadet biçimleri, namaz, oruç, dua aracılığıyla vs.) yapabiliyorsa ve bunu yaratıcının hiçbir kulun ibadetine ihtiyacı olmadan yapabiliyorsa ve kendi dinsel vicdani denetimini insan hakkı yememeye odaklı yapabiliyorsa, hangi ülkede ve toplumda yaşarsa yaşasın her insanda devletin ve memurun denetimini yapabilme fıtratı hali hazırda bulunmaktadır. Mesela İslam inancına göre; her gün 5 vakit namazda o insanın hak yememe üzerindeki vicdani ve nefsi denetiminin ibadetin temeli şeklinde sunulması olmazsa olmaz bir kural ise, devleti dinleştirmiş, memuru ilahlaştırmış, milleti köleleştirmiş sahte din tüccarlarına millet ibadet etmek zorunda olmadığı gibi, tam tersine bu din tüccarlarını denetlemek bu milletin en temel hak’kıdır! [4].
Temsiliyetçi zihniyet ve kapitalizm dini hangi şekilde sunarsa sunsun dini bir meta haline getirmiştir. Keza gerçek dinlerin yerine kendisini ikame eden kapitalizm kendisinden önceki tarihsel sistemler gibi devleti dinleştirmekten ve memuru ilahlaştırmaktan da kurtulamamıştır. Kapitalizm temsiliyetizmden (kendi kendisinden) kurtulamadığı sürece din ve vicdan hürriyeti, hak ve hukukun özgürlüğü de gerçekleşemez.
Kapitalizmin temsiliyetizmden kurtulması demek; onun yapısal olarak başka bir hukuk sistemine ve başka bir toplumsal sisteme yönelmesi (evrilmesi) demektir. Dolayısıyla; geleceğin sosyalist toplumunun da bu çerçevede yeniden tanımlanması gerekir. Sovyetler Birliği ve akabinde gelişen proletaryanist temsiliyetist deneyimlerin başarısızlığı da burada aranmalıdır. Temsiliyetizm her yerde yenilmeye ve başarısız olmaya mahkumdur. Bu ölçekte temsiliyetist hak, hukuk ve vicdan türleri de er ya da geç tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalacaktır. Bu yok oluşu hızlandırabilecek tek hak, hukuk ve vicdan türleri ise denetimist mücadele şekilleri olmaya devam etmektedir.
Dipnotlar
[1] Neden “rol model kavramı” diye sorulabilir. Keza hukuk kavramı tek başına yeterli bir kavram değildir. Dolayısıyla; hukukun oluşabilmesi için hak kavramının (ilk nedenin) oluşması gerekir. Bu hak ve hukuk kavramı oluştuğunda ise, bu oluşun asıl ve nihai hedefi ise adalete ulaşma istencidir. Hukuk hakkın tesis edilmesi için olduğuna göre, hakkın vicdan yoluyla tesis edilebilmesi de adalete ulaşmak içindir.
[2] Bildiğimiz klasik teo-marksizm (Marx’tan bağımsız olarak) tarihi sınıflar mücadelesine indirgediği için; devletleri de, hukuku da, sınıflar üzerinden tahkim etmektedir. Lakin her toplumsal sistem belirli toplumsal sınıflardan oluşup, o belirli toplumsal sınıfların üzerine bina edilen devlet teşekkülleri ile biçimlenmiştir. Halbuki belirli sınıflar üzerine bina edilmiş devlet ister tek bacaklı, ister iki bacaklı, ister üç bacaklı devlet olsun; temsiliyetizm üzerinden şekillendiği için bu yapılanma bir nevi “sınıf-üstü” devletli-kastlar yaratmaktadır. Bu devletli-kastlar yeri geldiğinden var olan sınıflardan daha fazla işlev görmüş, yeri geldiğinde de bu sınıflara yön vermiş, biçim vermiş, şekillenişlerini belirlemiştir. Maalesef dar sınıfçı bakış açısı temsiliyetçi devletli-kast gruplarını çoğu zaman hesaba katmamış ve yüzeysel bir bürokratizm eleştirisi ile sınırlı kalmıştır. Mesela Sovyet temsiliyetizmin de var edilen devletli-kast aygıtları bürokratik bir kapitalizmin yaratılmasının nedeni olmuştur. Lakin buna rağmen proletaryanist-Marksizm bağnaz sınıfçı tutumundan vazgeçmemiş, Sovyetler ve akabinde gelişen devrimlerin yenilgilerinden hiç ders almamışçasına sözde bürokratizme karşı kavga ediyormuş gibi gözükmüş, öte yandan ise proletaryanist bürokratizmi ise göklere çıkarıp adeta ilahlaştırmaya devam etmiştir. Kuşkusuz bu tutum, yani Sovyet bürokratizminin yüceltilmesi durumu yine proletaryanizmin kapitalizm karşısındaki zayıflığından, başka bir deyişle onu anlama ve dönüştürme noktasındaki yanılsamalarının ürettiği mistisizmden, diğer bir deyişle icatçı-emek güçleri karşısında “sağlam ve yıkılmaz bir kale örme” şeklindeki savunmacı tepkimelerinden de kaynaklanmıştır.
[3] Burjuvaziye neden iktidardasın diye soran proletaryanizmin kendisinin neden iktidara gelmek istediğini de açıklaması gerekir. Keza her türlü iktidar ve iktidar ilişkileri ağı temsiliyetizm yaratır. Bu noktada proletaryanizmi devlet ve iktidar konusunda ikircikli eleştiriye tabi tuttuğunu söyleyen klasik anarşizmin kendisinin de ikircikli soyut kültürel bir eleştiriden öteye geçemediğini de tespit etmek gerekir. Başka bir deyişle, komünal bir hayata “ikna ve şimdi” ile geçilebileceğine dair anarşist argümanlar ve politikalar tutmadığında; “zor ve şimdi” ile geçilebileceğine ilişkin politik argümanlar da ileri sürülebilmektedir. Örneğin, anarşizmin ilk ortaya çıktığı dönemde ki romantik anarşist bireysel terör eylemleri, 18. Yüzyıl’da yaygın bir şekilde gözlemlenen “zor ve şimdinin” dayattığı eylemler idi. Emile Zola’nın Germinal Romanı’nda tarif edilen anarşizm türü de, Çarlık Rusya’sında hayat bulan Narodnik hareketi de vs. yine bu doğrudan eylemci anarşizmin tipik örnekleri idi. Günümüz anarşizmi ise daha çok “ikna ve şimdi” metodu ile yol almaya çalışan federatif, otonomcu, ekolojist vs. gibi akımlar şeklinde varlığını sürdürmektedir.
[4] Soyut yaratıcı; o “müminin” ibadetini icra ederken kendi nefsi ve vicdani denetimini yaptığını görmek ister. Aynı şekilde; Hristiyanlıkta ki “günah çıkarma” da yine bir vicdani denetim şekli olarak tanrının huzurunda yapılan nefsi bir iç denetim eylemi olma özelliğine de sahiptir. Dolayısıyla; hemen hemen bütün dinsel ritüellerin temelinde “kul-emek hakkı yememeye” endeksli bir ibadet şekli mevcuttur. Kısacası; ibadetin kökeni nefsi ve vicdani denetime dayanmaktadır. Başka bir deyişle, insan hakkı, doğa hakkı, canlı hakkı vs. yememeye dayanan bu iç denetim nefsin ve vicdanın ibadet yoluyla tezahür etmesi halidir de.
04.07.2021
Serhat Nigiz
0 notes
kargayazar · 3 years
Text
İçimdeki iyiliğin, ışığın , yavaşça solduğunu ve öfkenin doldurulduğunu görüyorum. Her şeye karşı yaratılmış olan bu yoğun olanın durması ancak dağın soğuğunda veya ayın cansızlığındadır. Sabah rüzgarının eşiğimden ayrılmadığı Tanrının feneriyle başladığım günlerin yüksekliğinden düşüyorum. Günün nefesinde yabanın kucağına koşmayı düşlediğim çaresizliğim ; kötülük evrelerinden geçiyor. Bu duyguların açık tanımıdır yaşamaya karşı duruşum. Sonsuza kadar sürebilecek bir kaçışın olduğunu düşlüyorum uzak fenerlerin, görünmeyen karanlığında. Bir yerde, bir şekilde tam olmayı umarak. Göğün öfkesine bağırmak ve yıkımın getirdiği uğursuzlukta pişman olmamayı diliyorum. Unutmayı ve unutulmasını her şeyin: Unutulmayı diliyorum. Var olmamanın tatsızlığına tanık olma şerefinde, batışın ve doğuşun olmadığı yok diyarlarında kaybolmayı istiyorum.
Ya da 
yaşamayı. İçimdeki korun alev almasıyla, yıkımında doğmayı istiyorum. Doğuşta ve batışta tam olarak var olmayı, var olmanın tanımı haline gelmek istiyorum. Hem bugün hem sonu olmayan diyarlarında. İlhamın getirdikleriyle kavrulmayı tıpkı yok olmak kadar diliyorum. Her parçamın korun peşinde çıldırmasıyla ışığının parlamasını; her birinin Tanrının fenerine dönüşmesini istiyorum. Göğsümde doğan güneşin sıcaklığında rüzgarımın peşinden gitmek ve var olduğuma şükretmek istiyorum. Var olabilmeyi, tabiatın olduğundan daha fazla, ateşin canlılığından ,göğün çığlıklarından da daha fazla: Güneşin göğsümde doğup, ellerimin çığlık atmasını, gözlerimin yanmasını istiyorum. Tırnaklarımda toprağın filizleri, kulaklarımda nehir gürültülerini bekliyorum. Bir olmayı değil; bütün olmayı, her şey olmayı diliyorum.
27.05.21 - 14.15
0 notes
epifizz · 3 years
Note
günaydın Epi!Tümeller tartışması ve kötülük problemi hakkında yorumunuz nedir?
Mesela sevmenin ya da dilin özü nedir? Birçok sevme durumu vardır ve baktığımızda hiçbir dil tamamen birbirine çevrilemez. “Şöyle sevmek sevmekse böyle sevmek nedir?” ya da ,“Geçmişte hissedilen olayın şimdiki etkisi türkçedeki birleşik zamanla ifade ediliyorsa, present perfect tense neden vardır?” vs.
Ancak hepsini belirli bir kategori altında anıyoruz, bu noktada sevmenin veya dilin tümel bir özü mü olması gerekir? Yoksa Wittgenstein’ın dediği kesişen ve kısmen örtüşen benzerliklerin karmaşık ağının tikelleri arasında bazen bütünsel, bazen ayrıntısal benzerlikleri bulunan ancak bu benzerlekliklerin hiçbirinde tamamen geçerli olmadığı tıpkı ailenin birbirine benzeyen ama asla tamamen aynı özde olmayan farklı insanlardan oluşması gibi bir aile benzerliği durumu mu vardır sadece?
Aristotales’in formel nedeni boşa çıkalı çok oldu bu sebeple mesele sadece bu kategorilerin neden tek bir şekilde anıldığı meselesi bu da altında bir öz olmadan bir ağ yapısı ile açıklanabilir pekala. 
Kötülük problemi ise bence hatalı bir tanrı algısından doğmaktadır, tanrı iyi ya da kötü değildir çünkü tanrı ahlaktan üstündür. Eğer tanrı belirli ahlaki kodlara bağlıysa en üstün değildir bu sebeple ahlak tanrının yasası da olsa tanrı için geçerli bir şey olamaz (tanrının tanımı gereği). Onun için kötünün ya da iyinin bir anlamı olduğunu beklemek tamamen saçmadır bu sebeple, çünkü dediğim gibi tanrının üzerinde bir yasa olamaz ki ona iyi ve kötü diye ölçütler ve sınırlar çizsin. Evet yasa tanrınındır ve yasa tanrıdır ancak kimse yasanın etik olması gerektiğini söylemedi ya da akla uygun. Doğru ve yanlış belirlenimdir ancak bu belirlenim doğru mudur?
4 notes · View notes