Tumgik
#yeknesak
emreandersson · 9 days
Text
DEM
Vasl-ı yare*dir yolculuğum  yalın ayak ve çırılca-çıplak perişanım aşktan öte et beni yarimin derdine bir çare yeknesak avare adımlarım kün* şimdi yekten maksatsız Fizan’da doğan yalnız yıldız  koca cihan hepten amaçsız. *Yaren’e varmak **Gün, güneş
6 notes · View notes
Text
İmdat Yolcusu
Hayat, kaç perdeden oluşur? Bir tiyatro oyunu olsa herkes bir diğerinden rol çalar mı? Gönüllü yarenlik mi ederiz kadere, her imdadımız kendimize yetişip erişemediğimiz bir çıkmaz mı olur? Mutluluk ne, ya da mutsuzluk kimde değer görüyor? Hayallerimize giden yolun ölüm döşeğinde bizi aradığı izlerimiz bir dövme, bir gölge, bir müptela mı olur kaderde?
Yollara varamıyorum; yollar sancılı, yollar bana ait değil. Saklambaçı oluyorum izbe yaşamımın; en çok ağlıyor, sahne dediğinde kaderim; gülüyorum. Gülmek denirse buna... "vazgeç" diyorlar bana, vazgeç, seni senden alıkoyan her şeyden. Acıya müptela olmak değil midir bu her seferinde? Vazgeçmek... neden? Sahip olamıyorum diye mi? İyi de sahip olmak için sevmez ki insan; sevmeye mani mi sahip olamamak? Özde hep yağmur yağıyor yüreğime, istiyorum; bir yerlerden mucize dile gelse... evet, engel değil sahip olamamak ama isteklere gem vurmak niye? Hâlâ ve hep olması muktedir bir kalp yanışıysa?
Kimse anlamıyor. Kalbimle hep bir kavgadayız. Üstüne milyon dolarlar verseler ve unutmak zengini edeceklerine söz verseler vazgeçmez. O, böyle bilmiş sevmeyi. Nüktedan, kıskaçlı, kıskanç, muzip ve acılı her seferinde. Bilmiyorum, o sevdiği de sever mi onu? Kalp yankılarında kendine çarpmadan o kalbin yolunda bulur mu kendi evini?
Her gün bir parça daha kırılıp dökülüyor ve şu gecelerden nefret ediyor her seferinde. Saat, hep onsuzluğu ölüm geçiyor çünkü gecede. Şu sevmek... Deli-dolu, gerçeğe dokunup közde milyonluk ateşlerde beni yakan sevmek... Sevdiğime nazar değer, günah değer diye ondan uzak tuttuğum har dolu bitmek...
Kimse anlamıyor. Yazgımın ölüm döşeğinde bana kısmet hançerleri batırdığı şu şehirde, bir onu özlüyor kalbim. Yitim düğmeleri bende geceye iliklenmiş o bir bahtiyar... Gitsem, alsam onu köşeden. Acılı duvarlarımın yeknesak gönül sitemlerini boyasak sevince. Hiçbir sevmek beni anlamıyor.
Çukurdayım. Bedbaht düğümlerin namlulu bitmek tükenmek bilmeyen son mermisindeyim; bir imdadım. Özlüyor onu kalbim. Hiç kavuşamadan ölmek mi, ölürken kavuşmak mı? Hangisini buyurur bana kader?
Çoktan ölmüştür acılı kendimin matemi bol umut partizanlığı. Kapitalist sevmemin 'buyur geç' hatasında vurulmuşumdur ona ben. Çok sevmek, Tanrı'm; öyle bir sevmek ki sen onu başkasına yazarken, bende kalemler çoğaldı yaza yaza. Her bir tükenmez, tükenmeden kalbimi acıyla yontup onu günlere yazdı.
Ah be Tanrı'm; ölümün tik tak saatlerinde bir yaşama bağlı umut desturu olsa kaderime. Haziranın bülbülleri ötse ve hiç susmasa kalbimde. Döşeğin ölüm solundayım; yastığımın sağlam gidiş- dönüş bahtı... Bantlıyorum kalbimi, yarası açılıyor her seferinde. Madem onu bana yazmadın, kalbimi neden bu aşka yazdın?
Sitem kusuyorum Tanrım; bahtım, ying-yangı oluyor broşür acılarımın. Siyah, beyaza alavere dalavere ve ben her daim gecenin kör bahtı. İpe asıyorum umut çamaşırlarımı; ben kurudum, onlar ıslanmadı...
Dilara AKSOY
15 notes · View notes
bohemkokusu · 4 months
Text
“Sıkıntı anında tüm evren hiçliğin damgasını yiyor ve hiçbir şey bizi ilgilendirmiyor. Sıkıntı bir baş dönmesidir. Ama sakin ve yeknesak bir baş dönmesi” 
4 notes · View notes
aynodndr · 6 months
Text
Tumblr media
Bazen yüksek bir menzilden bakar gibi,
Sevdasına bakıyor insan.
Düşerim korkusu ve imkansızlık karamsarlığında,
Gidip geliyor umutları.
Tam dilinin ucundayken tüm gerçekler,
Sessizliği giyiyor ruhuna.
Ve örtüyor yüreğinin tüm sırlarını.
İnsan neye susamışsa, en çok da ona susuyor.
Bir damla tebessüme muhtaç.
Bir gram bakışın fakiri.
Bir küçük dokunuşun acizi.
Kilometrelerce çözülmüyor dili.
Satırlarca gizliyor sözcükleri.
Mısralarca kalp saklıyor.
Ve durup dururken şiirlere aktarıyor hüznünü.
Durup dururken şarkılara anlatıyor derdini.
Bazen insan en yüksekte hissederken,
Bırakıyor ansızın sevginin ellerinden.
Birden iniyor yeryüzüne.
Birden herhangi biri oluveriyor.
Sıradan bir şahıs...
Gündelik işler oluyor tüm çabası.
Kalbini unutuyor yeknesak meşguliyetlerde.
Yıldızları düşüyor dileklerinin.
İnsan her şey yolunda gitse de,
Bazen kötü hissediyor nedensiz.
Hüzünlenmek istiyor.
Içinin hücrelerine çekiliyor.
Ve en derininden iç çekiyor.
İnsan her hüznünde,
Büyük sınavlara hazırlanıyor sanki.
Büyük şokların ısınmasını yaşıyor.
Sonra sabır diye bir sözcük giriyor ömrünün sözlüğüne.
Sabır diye bir pencereden alıyor tüm nefesini.
Tahammül taşıyor duyuları.
Bazen insan yüksek bir menzilden sever gibi,
Yüreğini çıkarıyor göklere.
Herkeslerden kaçırıp, herkeslerden uzak.
Gün gibi aydın, güneş gibi tek.
Bir bilinmez sevda ülkesine doğru.
Bir zümrüdü anka kanadında.
Kuş tüyü gibi hafif,bulut kadar nazik.
Ve insan kimde kaybettiyse kendini,
Onda buluyor kalbini.
Rüzgar
6 notes · View notes
muratmesutfan · 2 years
Photo
Tumblr media
Uzun, çok uzun bir kıştı ömrüm. Sonbahardan geçmeyen, Bahara hasret, çok uzun bir kış. Gözlerin hep bulutlar arası, Saçların yağmurlara karışmış. Yeşil firarda, mavi her dem ıslak. Uzun, çok uzun bir kıştı ömrüm. Seninle mevsimleri birleşmeyen. Yolları bir türlü kesişmeyen, Sonbahar renginde, Ağır aksak işler gibi yeknesak, Bahar kokusundan mahrum, Her güne ölü doğan... Köşe bucak küçük bir umut arayan, Uzun, çok uzun bir kıştı ömrüm... Burada artık günlerin beli bükülü, Saymayı bıraktım, vakitlerin üstü örtülü. Bir ukdesin, hayatımın en girift yerinde. Sırrımsın, sınavımsın en sancılı tebessümlerimde... Uzun, çok uzun bir kıştı ömrüm. Hiç ısınamadım senden sonra... Üşüdüm öldüm, öldükçe üşüdüm... Sen yine de bana üzülme. İkimizin yerine ben, her akşam üstü, Aynı şarkılarla, o ıslak mavilikte, Panayır kaçkını bir münzevi gibi, Gelmeyen, hiç gelmeyecek olan bahara, Adını kalbimde sayıklayarak demlenirim... Adını kalbimde... Adın kalbimde...
Murat Mesut
19 notes · View notes
seslimeram · 1 year
Text
Katran Karasının Sınırlarında Bir Ülke
Tumblr media
Bir katran karanlığının sınırları boyunca yürüyor iş bu menzil. Her durumda birbirinden beter halleri yeknesak bir uyum içinde çelişmeden, kördüğüm olmadan var edebilen bir biyopolitik deneyselliğin esiri ülke şimdi hakkaniyetimiz kılınıyor. Bütünüyle baş amirle, taban tabana zıt gel gelelim suç ortaklığında yerli ve milli olan / oldurulan çeteleşmiş bir devletli mutabakatının izlerinde / birleşiminde hayatın kendisi çelişkilerin esiri kılınıyor. Dört bir yanı sınama, her günü apayrı kuşatma ve tahakkümle yan yana doğrudan bariz bir biçimde müştereklerimiz yerle bir ediliyor. Bugünün ülkesinin yeni yüzyıl formu ya da tahayyülü ekseninde diri, güçlü kendi kendine yeten bir ülke olduğu sanrısı aralıksız zikredilirken oluşan zımni ile varılan yer kapkaranlık bir sahneyi biçimlendirmektedir. Birbirleriyle örtüşen her eylem, her söz, her karar, her hükümle bu müşterekler talanının var edilmesi kesintisiz kılınır. Covid-19 salgını döneminin paldır küldür sümen altı edilip normalleşme diye çıkılan güzergahta oluşturulan perspektif bu hali hemen her güne içkin kılmaktadır. Görünen köy kılavuzsuz bu bahistedir. Varılan eşiğin sunduğu haleti ruhiye tastamam bir tahakküm cenderesidir. Cehennemden hallice bir toplam yeni ülke olaraktan bildirilir. Bütünüyle, ezen, biçen, sindiren ve sınırları daraltan bir toplamdan, mümkün ola gelen her şartta hizada tutulan panoptikon güncelliği var edilendir.
Bir biçimde gözetleme halinin ortasında denetim / gözetim ve tahakküm üçlemesi birlikte, beraberce o yönergeyi sabiti kılar bu ülkenin. Hayatın ehven kılınan her şeyden ama her bir şeyden alıkonulmasının mizansen değil doğrudan güncelliğidir mesel. Bütünüyle kara, kapkaranlık bir yeri / yurdu bina etmek yolunda yürünürken, müştereklerimizin elimizden çalınmasının hali ne olacaktır sahiden? Üçlü, beşli çetelerden, devlet denilenin orta yerine konumlanmış ne ettikleri / ne yaptıkları meçhul kılınmış sureti temsillere, dört bir yandan pıtrak gibi bitiveren götürelim abicim, ablacım tiplemelerine, devletin malı deniz yemeyi beceremeyen keriz abilerine bir dolusu, binbir türlüsü elinde bir ülkede normalliğin nesi var edilebilir ki? Dönüşümü, mutlak teslimiyeti, rant / çıkar / beka adına sahiplenenlerin var ettiği her şeyle bir biçimde ülke mefhumu yıkılırken, aynı gemiden olunmadığını daha hangi felaket, fecaat nasıl bildirebilir ki sıradana, değil mi? Bütünüyle normatif halini terk etmiş, her şeyiyle, her şekilde o duyurulan / görülen ve bildirilen zorbalık rejiminin sureti devamlılığına koşulan bir yerdeki hayatın esamesi sahiden de neye varacaktır ki afaki bir karanlıktan gayrı? Düzen, ezen konumunu güncellerken, yaralar dört bir yanı kuşatmaya, var edilmeye devam ederken, sorunun, meselenin ta kendisinin o kanun koyucu, şu baş amir, bu baş faşist, bu bilmiyoruz kim, hangi bakan, bürokrattan değil topyekun sistemin ta kendisinden ileri geldiğini anlamak zor mudur, hala uzak mıdır?
Artı Gerçeğe bağlanalım: “Suç örgütü liderliğinden tutuklandıktan sonra MHP lideri Devlet Bahçeli'nin çağrısı üzerine serbest bırakılan Kürşad Yılmaz, gıda pahalılığından zincir marketleri sorumlu tutan hükümete tepki gösterince iktidar tarafından hedef gösterilen Gıda Perakendecileri Derneği Başkanı ve BİM Marketleri İcra Kurulu Üyesi Galip Aykaç'ı tehdit etti. Yılmaz, Twitter hesabından yaptığı paylaşımlarda, "Kime kimlere hangi güce güveniyorsanız, bütün güvendiğiniz güçlerle birlikte hepinize diyorum tuttuğunuz köşe başları mezarınız olur" dedi.
"Türkiye Yüzyılı vizyon belgesi, bağımsız dış politika hamleleri, yerli ve milli politikalarla KIZILELMA yürüyüşünün içeride ve dışarıda belli çevrelerde oluşturduğu rahatsızlığın farkındayız" iddiasında bulunan Yılmaz, "Türkün bu şanlı yürüyüşünü mümkünse kesmek, değilse geciktirme adına durumdan vazife çıkaranlar da olacaktır" diyerek Aykaç'a şu tehditleri yöneltti:
"Görünen o ki BİM İcra Kurulu Üyesi Galip Aykaç bu göreve talip olmuştur. BİM İcra Kurulu Üyesi Galip Aykaç denen şahıs Liderimizin açıklamalarını üstüne alıp çıkmış haddini aşan bir üslup, tavır ve tarzda açıklamalar yapmıştır. Seni ve senin gibi sıyırtmaları uyarıyorum; Vatandaşı zor durumda bırakacaksınız Liderler uyarınca da çıkıp kabadayılık yaparcasına açıklama yapacaksınız öylemi; kime kimlere hangi güce güveniyorsanız bütün güvendiğiniz güçlerle birlikte hepinize diyorum tuttuğunuz köşe başları mezarınız olur."
Ne Olmuştu?
Aykaç, perakende gıda sektöründen temsilcilerinin katıldığı 7. Private Label Zirvesi'nde yaptığı konuşmada, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "Zincir marketlerle ilgili kontrolleri sıkılaştıracağız" açıklamalarına "Üretimde maliyet enflasyonu var. Maliyet enflasyonuna eğilmediğimiz sürece bu konuşmalar spekülatif" ifadeleriyle yanıt vermişti.
Aykaç, "Nizamı tanımayan yerel yöneticilere… Ziraattan haberi olmayan ve özellikle İstanbul Ziraat Odası Başkanı'na… FETÖ'ye bizi tehdit eden parti liderlerine söyleyeceklerimiz var. Bu ülkenin insanları sizlerin yalanlarına hiçbir şekilde itibar etmediler" dedi. Aykaç, "Bre ahlaksızlar, densizler, sizlere bundan sonra sizin tonunuzla cevap vereceğim bunu bilesiniz" demiş, "Bizleri farklı yere koyan ve bunları koymaya çalışan ve Müslüman olduğunu iddia eden bu insanlara söyleyeceklerimiz var. Lütfen aynaya baksınlar" ifadelerini kullanmıştı.
Bu sözlere, hem AKP'den hem iktidar ortağı MHP'den tepki gelmişti. Bahçeli de, partisinin grup toplantısında zincir marketlere ilişkin FETÖ soruşturması çağrısı yaparak şunları demişti:
"Zincir marketlerde gün aşırı yapılan zamların toplumsal ve ekonomik huzurumuza tahammülsüzlük olduğu kanaatindeyiz. Ticaret Bakanlığımızın fırsatçıların üzerine kararlılıkla gideceğinden, keyfi ve hatta sinsi bir plan dahilinde fiyat etiketlerini şişirenlerden adli ve idari manada hesap soracağından kuşku duymuyoruz.
Vatandaşlarımızın kesesine dokunan kim olursa olsun karşısındayız. Sürekli zam yapan zincir marketlerin FETÖ’yle irtibat ve ilişkisinin titizlikle araştırılması gerektiğine de inanıyoruz. Milletimizin sırtına zam kamburu yerleştirmek isteyenler her yerde bizi karşılarında bulacaktır. Bu açgözlülere müsamaha gösterilmemelidir. Ekmeğimizden çalan, sofralarımızın tadını kaçıran, mutfaklarımıza karabasan gibi çöken kim varsa iki yakasından tutmak devletin asli vazifesidir.”
Türkiye denilen cerahat sahnesi kılınmış yerde, karanlığın her nasıl biçimsiz bir halde ve hiç aralıksız yinelenen bir mesel olmasına yalın bir örnektir. Burjuva temsilinin karşısında bitiveren kendisi gibi Türk bir temsilin oluşturduğu tehdit döngüsü, var ettiği laflarla bir ve beraberce o katran karanlığının bir soluk mesafesi kadar yakında olduğu ifşa edilir. Bir kere daha tümüyle çürümüş bir düzende sağlam çark olmayacağı kendi elleriyle var edilir. Dönemin suna geldiği imkanlarla tekrardan özgür kılınmış bir mafyanın, doğrudan hedefe koyduğu temsil, bugün yoksulların en çok rağbet ettiği indirimli satış mağazalarından biri olarak bilinendir. Böylesi bir halde dahi, günbegün yıkım şekillendirilip, gündelik kazanç, yaşamak için gereksinim duyulan emtia hiçbir şeye kafi gelmezken, bırakalım geçimi bir tek doğrudan doğruya gıda harcamalarını karşılamaya imkan koymazken, onu dile getire duran bir burjuvanın hedefe konulması, sıradan insanlar için kalıcı bir uyarıdır. Tümden, belirgin bir itirazın söz konusu edilmemesi adına, ah vah ederek yaşamanın mecburi bir deneyim olduğu sanrısına tutunarak, duraksamadan iktidar, bileşenlerine şükran duyarak bir karanlık güncellemesi söz konusu edilir. İtiraz hakkını kullanan burjuva / sermayenin piyonu temsilin eylediği gibi, nedamet ve özürlerle birlikte perakendeci bir konseyin en başat temsilinden istifa etmesi gibi, susun / susun / susun buyrulur. Bundan ala karanlığı bildirecek bir yönetişim / hakimiyet, temsiliyet var mıdır? Görüyorsunuz, anlatmaya hiç gerek yok!
Gazete Duvar’dan aktaralım: “Asgari Ücret Tespit Komisyonu'nun çalışma takviminin belirleneceği toplantıya katılan Türk-İş Başkanı Ergün Atalay, katıldığı TRT Haber yayınında 'kırmızı çizgi'lerini açıkladı.
Türk-İş'in önceki gün '4 kişilik bir ailenin açlık sınırı' olarak açıkladığı 7 bin 785 TL'yi telaffuz eden Atalay, "Bu rakamın altında bir konuyla ilgili masada olmayız" dedi.
'7 bin 785 liranın altı' için "Bizim adımıza kabul edilmesi mümkün değil" ifadelerini kullanan Türk-İş Başkanı Atalay, özetle şunları söyledi:
- Onun altında bir rakamı kabul etme şansımız sıfır.
- Bir şey yayınlıyoruz. Sonra bize sormazlar mı 'Sen bunu açıklıyorsun. Ondan sonra gidip bunun altına imza atıyorsun.' Öyle, o işin içinde olmayız.
- 7 bin 785 TL kırmızı çizgimiz. Onun üzerine çıkmak gerekiyor.
- Bizim hesabımıza göre gıdada artış yüzde 138. Ben Çalışma Bakanı'nın iyi niyetinden şüphem yok. Ama burada yaşıyoruz. Markete, kasaba, bakkala işçi gidiyor, işsiz gidiyor, emekli gidiyor. Dar ve sabit gelirli gidiyor. Küçük esnaf, köylü gidiyor.
- Neyin ne olduğunu biz biliyoruz. Yani ülkeyi yönetenler yahut işveren sendikası bunu da göz önünde bulundurarak bize bir rakam getirmeli. Ondan sonra biz duracağımız yeri biliyoruz. 7'sinde, 14'ünde rakamı bir görelim. ona göre nasıl hareket edeceksek ederiz. Yani bu rakam kırmızı çizgi, bunun altıyla ilgili masada olmayız.”
Bir biçimde panoptikon / gözetleme kulesi / cezaevine dönüştürülen menzilde olmaya hal, bir gayret devam olunan şey yıkıcılığın farkına varılmaması halidir. Türk-iş başkanı olan zatın savunabildiği, kerhen değil de doğrudan var ettiği cümlelerle çıkagelen şeyin bizzat yaşam hakkını gasp etmek olduğu gözlerden kaçırılır. Devletin dümen suyunda gidip bir de aralıksız olarak sanki halktan / emekçiden yana tavır alıyor olabilmenin imkansızlığı bir biçimde gözler önüne serilir. Beyefendinin kırmızı çizgi olarak suna geldiği şeyin belli bir kesim, bu ülkenin yüzde seksen kadarının ortak müştereken hayatta var olma istem ve mücadelesi olduğu unutturulmak istenir. Toplu sözleşme masasına oturana kadar sürüp duran bir heyula içerisinde bir öyle, bir böyle, ama illa ki haklının, hakkı olan halkın istediğini savunuyoruz, savunacağız diye bildiren / bunu iddia eden bir temsilin var ettiği hazin surettir mesele. Açlık sınırının tam da üstünde durmayı matah bir şey zanneden, oysa memleket sathında yüzde yüz ellileri, İstanbul özelinde ise yüzde iki yüzlere çoktan ulaşmış olagelen enflasyon / hayat pahalılığına karşı bir direnişi değil, tam tersine hepten teslimiyeti var etmesi bir sendikacının düşündürücü değil midir? Bu paralarla değil bir aile, tek bir ferdin dahi bir ayını geçirmesi, eksiklerini tamamlayabilmesi, hayatını tam ve eksiksiz bir biçimde gıda, giyim, fatura, yol, sağlık harcamaları vs. tamamlayabilmesi söz konusu edilebilir mi? Sahiden bu mümkün müdür, şu varılan raddede. İyi de nereye kadar en kahraman kara murat tiradı! Hem de boş yere, laf ola beri gele!
Düzen, katran karanlığının sınırlarını dönüşüm / devinim olarak yutturma gayretine devam edenlerin. Bütünüyle, yirmi bir koca senede oluşturulan cerahat imi, bayrak, vatan, din, iman satılarak hep aynı tornadan, neresinde aha da hesap verilecek şimdi denilse bir kere daha güncellenerek o katran karanlığına mahkum menzili / yurdu / milleti var ettiler. Bütünüyle karanlık dört bir yanı kuşatırken, her şey yolundaymış türküsünü aralıksız zikredip dururlarken, yol da meram da çıkmazlara çoktan terk edildi. Bugün vardığımız yerin, dünden karanlık, yarın ulaşmaya çalıştıkları zeminin her günkü olandan da fenalık ihtiva ettiğini bilmek / anlamak için allame olmaya gerek yoktur. Kılıfına uydurulmaya hala devam olunan bir yıkım / çökertme, tükeniş sarmalı dahilinde tek bir iyi günün var edilemeyeceği muhakkaktır. Yönelim, yöneten katından sokağa salınan dehşet dolu bir toplam, tevatür değildir, geleceğini o katran karasında biçimlendirmek, kendi iktidarını daimi kılmak isteyen bir temsiliyetin varlığını gösterir. Bunca can kırığının ortasında kim nasıl, ne şekilde hayatı muhafaza edecektir!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel İçin Zorunlu Kaynakça: Elif ÖZTÜRK ÖZGÖNCÜ - Anadolu Ajansı / Getty Images v/BBC Türkçe Servisi
2 notes · View notes
hasanakbal19 · 7 months
Text
MADEMKİ GİDECEĞİM YOK KENDİMDEN
Çalıntı bir şiirdi kabrim Kalbin yeknesak tınısında saklı bir melodi Ve aşkın baş eğmediği bir düzen ertesi Ayıpların kaybolduğu Kayıpların af olduğu Terli bir bülten adeta Maviden tini göğün Tartaklanmış bir hüzün Tenimde yangın içimde kor Ruhum bıçkın Sözcüklerimse gözlerim gibi kör. Mayın tarlasında seken hecelerim: Ben gibi bana düşkün; Sen gibi sonsuzluğun çoktan ispatladığım…
View On WordPress
0 notes
kunyekultursanat · 7 months
Text
MADEMKİ GİDECEĞİM YOK KENDİMDEN
Çalıntı bir şiirdi kabrim Kalbin yeknesak tınısında saklı bir melodi Ve aşkın baş eğmediği bir düzen ertesi Ayıpların kaybolduğu Kayıpların af olduğu Terli bir bülten adeta Maviden tini göğün Tartaklanmış bir hüzün Tenimde yangın içimde kor Ruhum bıçkın Sözcüklerimse gözlerim gibi kör. Mayın tarlasında seken hecelerim: Ben gibi bana düşkün; Sen gibi sonsuzluğun çoktan ispatladığım…
View On WordPress
0 notes
karabirkaya · 9 months
Text
Erkoların futb*l gibi bir müessese ile yeknesak birleşebilmeleri sadece bana mı tuhaf geliyor :) Gol sesinin verdiği vibe ve o senkronizasyon... bambaşka bir seviye
1 note · View note
darknight2006 · 10 months
Text
Artık içimdeki kanıksadığım kötü ve acı hüznü kalbimin ve bedenimin kapısını çaldıkları zaman hissedebiliyorum .
Fakat ne yazık ki kapıyı açık unuttuğum zaman beni tesiri altına alan bir ızdırap halini alıyor ve bedenimin tum gucu yeknesak onun elinde oluyor .
Aldığım nefesi ciğerlerimin küçük oyuklarına sıkıstırıp acı cekmeme sebep oluyor saatlerce belki de gunlerce nefes alamadigimi hissediyorum diğer yandan aldigim nefesin cigerlerimde yaptığı basinctan bogulacagimi hissediyorum.
Zihnim tehlikeyi sezmis olup kendini garantiye alma dürtüsü ile güvende olmadığını durmak bilmez periyotlar halinde tekrarliyor
Bagiriyorum bedenimle , kalbimle , ciğerlerimle , ağzımla , gözlerimle, tum gücümle ...
Ve bu depresyon hali surmeye devam ediyor taki kapi araligindan sızan bu duygular silsilesinin bedenimi terk edişine kadar ...
Tumblr media
0 notes
hatiragulzaman · 1 year
Text
Tumblr media
25 Nisan 2023
25 Lema Hastalar risalesi.
On Dokuzuncu Deva
Cemil-i Zülcelal’in bütün isimleri esmaü’l-hüsna tabir-i Samedanîsiyle gösteriyor ki güzeldirler. Mevcudat içinde en latîf, en güzel, en câmi’ âyine-i samediyet de hayattır. Güzelin âyinesi güzeldir. Güzelin mehasinlerini gösteren âyine güzelleşir. O âyinenin başına o güzelden ne gelse, güzel olduğu gibi; hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü güzel olan o esmaü’l-hüsnanın güzel nakışlarını gösterir.
Hayat, daima sıhhat ve âfiyette yeknesak gitse, nâkıs bir âyine olur. Belki bir cihette adem ve yokluğu ve hiçliği ihsas edip sıkıntı verir. Hayatın kıymetini tenzil eder. Ömrün lezzetini sıkıntıya kalbeder. Çabuk vaktimi geçireceğim diye sıkıntıdan ya sefahete ya eğlenceye atılır. Hapis müddeti gibi kıymettar ömrüne adâvet edip, çabuk öldürüp geçirmek istiyor.
Fakat tahavvülde ve harekette ve ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanmakta olan bir hayat, kıymetini ihsas ediyor, ömrün ehemmiyetini ve lezzetini bildiriyor. Meşakkatte ve musibette dahi olsa ömrün geçmesini istemiyor. “Aman güneş batmadı, ya gece bitmedi.” diye sıkıntısından of! of! etmiyor.
Evet gayet zengin ve işsiz, istirahat döşeğinde her şeyi mükemmel bir efendiden sor “Ne haldesin?” Elbette “Aman vakit geçmiyor, gel bir şeşbeş oynayalım.” veyahut “Vakti geçirmek için bir eğlence bulalım.” gibi müteellimane sözleri ondan işiteceksin veyahut tûl-i emelden gelen “Bu şeyim eksik, keşke şu işi yapsaydım.” gibi şekvaları işiteceksin.
Sen bir musibetzede veya işçi ve meşakkatli bir halde olan bir fakirden sor “Ne haldesin?” Aklı başında ise diyecek ki “Şükürler olsun Rabb’ime, iyiyim, çalışıyorum. Keşke çabuk güneş gitmeseydi, bu işi de bitirseydim. Vakit çabuk geçiyor, ömür durmuyor gidiyor. Vakıâ zahmet çekiyorum fakat bu da geçer, her şey böyle çabuk geçiyor.” diye manen ömür ne kadar kıymettar olduğunu, geçmesindeki teessüfle bildiriyor.
Demek, meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. İstirahat ve sıhhat ise ömrü acılaştırıyor ki geçmesini arzu ediyor.
Ey hasta kardeş! Bil ki başka risalelerde tafsilatıyla kat’î bir surette ispat edildiği gibi; musibetlerin, şerlerin, hattâ günahların aslı ve mâyesi ademdir. Adem ise şerdir, karanlıktır. Yeknesak istirahat, sükût, sükûnet, tevakkuf gibi haletler ademe, hiçliğe yakınlığı içindir ki ademdeki karanlığı ihsas edip sıkıntı veriyor. Hareket ve tahavvül ise vücuddur, vücudu ihsas eder. Vücud ise hâlis hayırdır, nurdur.
Madem hakikat budur; sendeki hastalık, kıymettar hayatı safileştirmek, kuvvetleştirmek, terakki ettirmek ve vücudundaki sair cihazat-ı insaniyeyi o hastalıklı uzvun etrafına muavenettarane müteveccih etmek ve Sâni’-i Hakîm’in ayrı ayrı isimlerinin nakışlarını göstermek gibi çok vazifeler için o hastalık senin vücuduna misafir olarak gönderilmiştir. İnşâallah çabuk vazifesini bitirir gider. Ve âfiyete der ki sen gel, benim yerimde daimî kal, vazifeni gör, bu hane senindir, âfiyetle kal.
1 note · View note
jeanmonnetbursu · 1 year
Text
Yargılama sürecine dair -2 / Bilirkişi atamaları (2)
Davamın ne yöne evrileceği daha en baştan belli olmuştu aslında. Çünkü takvim anlamında hassasiyet gerektiren taleplerim için şartları oluşmasına rağmen YD kararı verilmemiş; devamında da yazışmaların takibi yapılmayarak yargılamada aylara yayılan bir süre kaybı ortaya çıkarılmıştı. Mahkemenin aleyhime yorumlanacak işlemlerini daha sonra ayrıca toparlayacağım. Fakat bu noktada meşruluk [legitimacy] ve yasallık [legality] arasındaki ayrıma dikkat çekmek istiyorum:
Ben işim gereği yıllardır birçok farklı kamu kurum ve kuruluşuyla etkileşimde bulunduğum için idari süreçleri tanıyan bir -bürokratik farkındalık- geliştirebilmiş haldeyim. Çalışma düzenimin asal ihtiyacı olan bu farkındalığı koruyabilmek için de işleyişteki detaylara dikkat etmek zorundayım. Zira kimi zaman eksik bilgi ve tecrübeden, kimi zaman ise farklı amaçlarla; örneğin aynı izin işlemi için aynı bakanlığa bağlı İstanbul’daki birim ile İzmir’deki birim birbirinden farklı taleplerde bulunabilmektedir. Bu anlamda benim ilk sorumluluğum sürecin resmi mi yoksa -keyfi- bir bağlamda mı ilerletilmek istendiğini anlamak ve yeri geldiğinde düzeltici müdahalelerde bulunmak üzerine şekillenmektedir. Kurulan ilk temaslar o makama dair yeknesak haline getirilmiş düzen hakkında fikir verdiği için oldukça önemlidir; böylelikle sürece dair isabetli öngörülerde bulunabilme olanağına kavuşulmaktadır.
Dava sürecine bakıldığında YD talebi mahkeme tarafından açıkça reddedilmemiş, karar bilirkişi raporlarının alınmasıyla ilişkilendirilmişti. Bu sayede YD talebinin işleme konmasına yönelik -resmi- itiraz etme olanağı dosya gündeminden çıkarılmıştı. Sonra o raporları hazırlayacak bilirkişileri belirlemek için Üniversitelerarası Kurul ile aylarca süren yazışmalar olmuştu. Yine devamında “AB-Türkiye İlişkileri” özelinde belirlenmesi gereken bilirkişi, başka bir temel alan olan “AB Hukuku” listesinden seçilmişti. Oysa bu alan AB-Türkiye ilişkilerinden önce AB’yi tekil anlamda ele alan bir odağı ifade ediyordu. Bütün bunların üstüne benim yazılı kağıdımı puanlayan kişiyi, yine kendi yaptığı işlemi incelemesi için bilirkişi olarak atadıklarında davanın aleyhime tamamlanmak istendiği endişesi doğmaya başlamıştı. Yine de genel güvensizlik haline kapılmamak için kendimi tutmaya gayret gösterdim ve tüm bu -yersiz- işlerin tesadüfen ortaya çıkabileceği ihtimaline inanmak istedim.
Ne var ki, dosyadan çekilen bilirkişinin yerine getirilen bilirkişinin hem kendisi hem de belirleniş şekli nedeniyle artık sonucun olumlu gelmeyeceğinden neredeyse emin haldeydim ve bu aşamadan sonra ben de hazırlıklarımı ona göre yapmaya başladım; zorunlu olduğunu düşündüğüm haller dışında dosyada gecikme yaşanmasına sebebiyet verecek herhangi bir tasarrufta bulunmayacak ve davanın ilk derece mahkemesinden çıkmasını bekleyecektim.
Bir önceki yazımda belgeleriyle de gösterdiğim üzere; mahkeme sınav kağıdımın incelemesini yapmak için AB Hukuku ve Uluslararası İktisat alanından öğretim üyelerinin isimlerinin bildirilmesi talebinde bulunmuştu. Ancak bu listeden seçilen AB Hukuku hocası dosyadan çekilmek istediği için mahkemenin yine AB Hukuku alanından yeni bir görevlendirme yapması gerekiyordu. Bu isimler de Akdeniz ve Marmara Üniversitelerinde kadrolu öğretim üyeleriydi. Mahkemenin Ankara dışındaki öğretim üyelerinden seçeceği birine istinabe yoluyla bilirkişi incelemesi tamamlattırması gerekirken, dosyada açıklaması sağlanmaksızın ODTÜ Uluslararası İlişkiler bölümünden bir profesör için görevlendirme yapıldı [1,2]. Bu şartlar altında da şu sorunun sorulması gerekiyordu; madem bilirkişiler alan dışından böyle serbestçe seçilebiliyordu, o zaman ÜAK yazışmalarının amacı neydi, neden bu listelerin alınması için aylarca zaman kaybedilmişti. Dahası AB-Türkiye İlişikleri sorularına ilişkin cevapların AB Hukuku alanından birinin incelemesi gerektiği kararı neye göre verilmişti, dosyanın gideceği zaten belli olan kişiye yasal bir zemin hazırlamak için mi ÜAK’tan listeler alınmıştı sorusu yine burada akla geliyordu.
Öte yandan ODTÜ’den belirlenen yeni ismin de davadaki uyuşmazlığı giderecek bir yeterlilikte bulunmaması hali söz konusuydu. Zira bildiğiniz üzere bizler sınava hazırlık için birçok kaynağı inceliyor, güncel gelişmeleri takip ediyor ve bu anlamda belli akademisyenleri, sözgelimi Çiğdem Nas gibi odaklı hocaların yayınlarından haberdar olmaya gayret gösteriyorken; ben ODTÜ’den belirlenen bu profesöre dair tek bir atıfla dahi karşılaşmamıştım. Bu hocanın ismini sadece “sahte doçent” vakasıyla ilgili olarak, sahte diploma düzenleyen kişinin benim doktora tez danışmanımdı demesi nedeniyle anımsıyordum (https://www.aa.com.tr/tr/gundem/docentlik-belgesi-sahte-cikan-ogretim-uyesi-davasinda-karar/2474181).
Benim mezun olduğum üniversitede AB üzerine odaklanmış bir araştırma merkezi olması nedeniyle merak edip onların YÖK uzmanlık alanlarına baktım ve sistemde AVRUPA BİRLİĞİ TEMEL ALANINDA doçentlik aldıklarını, alt uzmanlıklarının Avrupa ve Bölge Çalışmaları; Avrupa Birliği-Türkiye İlişkileri; Avrupa Tarihi olarak listelendiği gördüm. Dosyaya atanan bilirkişinin uzmanlık alanı ise Uluslararası İlişkiler temel alanında, “Türk Dış Politikası; Avrupa Birliği-Türkiye İlişkileri; Ortadoğu Çalışmaları” olarak belirtiliyordu. Hocanın AB-Türkiye İlişkileri uzmanlık alanının nereden geldiğini anlamak için yayınlarını incelediğimde güncel bir içerikle karşılaşmam mümkün olmadı ama kendisinin 2000’lerin başında insan hakları, demokrasi ve AB gibi -geniş- bir bağlamda ele aldığı -gazete yazılarından- toparlanarak hazırlanmış bir kitabı bulunduğunu öğrendim; yüksek lisans tezi -İran Devrimi ve Ortadoğu-, doktora tezi ise -İnsan Hakları- üzerine yazılmıştı. Bunlarla birlikte kendisi Google Scholar profili üzerinde listelediği uzmanlık alanları arasına AB-Türkiye İlişkilerini yerleştirmiyor; “Turkish Studies, Turkish Politics, Human Rights, Political Islam, Turkish Foreign Policy” için yetkin olduğunu gösteriyordu. Açıkçası ben ODTÜ’de öğrenci olarak AB üzerine yoğunlaşmak istesem gidip de bu akademisyenden tez danışmanım olmasını istemem. Zira başkaları da benim gibi düşünüyor olacak ki 2004 yılından beri görev aldığı üniversitede sekiz (8) öğrenciye yüksek lisans tezi danışmanlığı verdiği listelenen hocadan kimse gidip AB üzerine yönlendirme almamış. Örneğin hocanın 2021 yılında yönettiği son iki (2) tez -Hamas Örgütü- ve -Libya Barış Süreci- dizininde onaylanmış. Hal böyleyken, AB üzerine ciddi hiçbir bilimsel çalışması, güncel anlamda -gazete yazılarından- öte tek bir yayını dahi bulunmayan bir ismi; mahkemenin neye dayanarak dosyada uzman olarak belirlediği merak konusu olmuştur.
Gelgelelim benim görevlendirmesi yapılan bu öğretim üyesi hakkında çekincem esas olarak uzmanlık konularıyla ilgili değil, kendisinin akademisyenlik etik ilkelerine bağlılığı ve bu nedenle de bilirkişiliğin gerektirdiği -hakkaniyet- ölçüsünü sağlayamayacağı yönünde şekillenmiştir. Zira ben her ne kadar hocayı mahkeme sayesinde öğreniyor olsam da, açık kaynaklar üzerinden araştırma yaptığımda kendisinin belli çevrelerde muteber sayıldığı, özellikle 90’lar sonu, 2000’lerin başında -liberal- kimliğiyle ve -gazeteciliğiyle- oldukça etkin olduğu bir durumla karşılaşılmıştır. Bu anlamda dönemin ne kadar dikkat çeken olayı varsa, kendisinin de bir şekilde dahil olduğu, fakat aynı zamanda geçmişten beri akademisyenliğin gerektirdiği objektiflikten uzak söylemleri nedeniyle de sıklıkla eleştirildiği görülebilmektedir.
Şimdi söz konusu hoca FETÖ’den kapatılmış olan Zaman, Today’s Zaman ve Taraf gazetelerinde köşe yazarlığı yapmış birisi. Ben bu durumla karşılaştığımda -olağan şüpheli- bulmuş gibi bir yaklaşımdan özellikle kaçınmak istedim. Bu yüzden de açtım kendisinin yazılarını elimden geldiğince tarafsız bir gözle değerlendirmeye çalıştım. Fakat hocanın yazıları, içeriğinden de önce bana dilbilgisel anlamda -duruluktan- uzak geldiği için fikirlerinin ne olduğunu anlayabilmem pek mümkün olmadı. Örneğin yazılarında dramatik bir etki [impact] oluşturmaya çalıştığı için eş anlamlı sözcükleri peş peşe sıralamak, yersiz noktalama işaretleri kullanmak ve eksiltili cümleler gibi yöntemlere başvurduğunu görüyordunuz. Bu haliyle açık bir neden sonuç ilişkisi kurulamayan, temellendirmesi yapılamayan çıkarımlarda sürekli bir “anlayamazsınız” imasını yakalamak da mümkündü. Bana büyüklerim zarfa değil mazrufa bakacaksın; dilekçede ağdalı dil acemilik belirtisidir diye öğrettiler. O yüzden hocanın yazılarında analitik bir çerçeve göremediğim için kendisini bir -münevver, kanaat önderi- olarak ciddiye almam da pek mümkün olamadı. Bununla birlikte, uğraştığı konular da bildiğiniz -sakil- gözüküyor; yazılarında kimde nasıl bir etki oluşturmak istediği yine anlaşılamıyordu. Örneğin bir yazısında diyordu ki; “asker erbabına tavsiyemdir; siyaseti unutun, mesleğinize saygı gösterin ve dünyadan haberdar olmak için Zaman ve Taraf gibi gazeteleri okuyun”. Ben de bu yazıyı gördüğümde anlık bir karşılık halinde düşünüyordum ki; sen siyaseti unuttuğun, mesleğine saygı gösterdiğin için mi bu cümleleri kurabiliyorsun; kime, ne sıfatla hangi konumdan böyle seslenebiliyorsun.
Sonra dedim ki, belki yazılı ifade kabiliyeti düşük ama belagat kuvveti bulunmaktadır, açıp geçmiş yayınlardan bakayım da neden belli çevrelerce -muteber- sayıldığını anlamaya çalışayım. Bu anlamda NTV’de yayımlanan bir programına denk geldim ve -Ergenekon ve Balyoz- döneminde ifadeye çağrılması tartışılan bir komutan hakkında “bunların görevde tutulması tuhaf, yargılama fırsat bilinip suçlu olduğu iddia edilenlerin ilişiği kesilmelidir, mahkeme derhal tutuklama kararı vermelidir” gibi hem askerlere hem mahkemelere hem de hükümete ne yapması gerektiğine dair yön tayin eder yorumlarıyla karşılaştım. Gelgelelim Ceza Hukuku çalışmayan, yargı mensubu olmak gibi bir deneyime de sahip bulunmayan birinin; bu yorumları nasıl yapabiliyor olduğunu, bu soruların neden kendisine sorulduğunu anlamam da yine mümkün olmadı.
Hocanın “Ergenekon ve Balyoz” davaları gibi dönemin tartışmalı olayları hakkında kendisinin de bireysel bir gündem önceliği belirlediği anlaşılıyor. Bu doğrultuda, -Balyoz- davasının başladığı gecenin hemen sabahında ODTÜ’deki öğrencilerine gelip “size balyoz gibi bir sınav hazırladım”, “Balyoz davası nedir” diye final sınavı yapabildiği, zor durumda bıraktığı öğrencilerin hepsini de derste kalma notunun bir üst eşiği olan “DD” harf notuyla geçirdiği öğrenilmiştir. Burada öğrencilerin vereceği cevapların hangi bağlamda doğru veya yanlış olarak değerlendirileceği -tuhaflığına- dikkat edilmesi gerekmektedir. Ayrıca, kamuoyunda bu denli yoğun tartışmalara neden olan bir sürecin, hiç sakınılmadan sınıf ortamına sokulup, öğrenciyi kışkırtma amaçlı sınav sorusu haline getirilmesi; kişilerin dünya görüşünden de bağımsız olarak, akademik gerekçelerle ve etik ilkelerle bağdaşmayacak sakil bir uğraştan başka bir şey değildir ne yazık ki. Mesela tamamen karşılaştırma sağlamak amacıyla sormak istiyorum; bu hoca bir -insan hakları anlatıcısı- olarak -Ergenekon ve Balyoz- süreçlerinin tartışılması için gösterdiği heves yanında, örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “Perinçek-İsviçre Davası” kararını hiç irdeleme ihtiyacı hissetmiş midir veya başkaca herhangi bir davayı final sınavı sorusu haline getirmeyi düşünmüş müdür acaba?
Hoca kendisini bir “siyasetbilimci” olarak tanıtmasına rağmen bu formasyonla bağdaştırılamayacak garip ifadeler kullanmaktan da çekinmemektedir: örneğin “‘Devlette devamlılık esastır’ klişesi devlet tapıcılığın ilkel bir tezahürüdür” derken kendisinin tam olarak neyi kastettiği anlaşılamamaktadır. Yani devletsiz toplumların da mümkün olduğunu mu söylemektedir, ya da devletlerin tarihselliğinin, antik dönemlerden beri hangi aşamalardan geçtiğinin, egemen devlet ilkesinin nasıl geliştiğinin farkında mı değildir. Ne demektir “devlet tapıcılığı”, nedir “ilkel” olan. Devletin kurum ve kanunlarından başka bir kuvvet tanımamak mıdır, soyut “toplumsal sözleşme” esasını kabul etmek midir, nedir. Devletin olmadığı yerde anarşi ve nihayetsiz bir savaşım içinde bulunulacağının [bellum omnium contra omnes], uygar olmanın; bir arada bulunmanın bu kurum ve kanunlar eliyle düzenlendiğinin ayırdında mı olunamamaktadır. Devlet korunmayacak da ne yapılacaktır ayrıca, hangi amaca hizmet ettiği belli olmayan zümrelerle mi rabıta kurulacaktır, toplumsal adaletin ortadan kaldırılması pahasına da olsa, azınlık bir grubun çıkarına mübah sayılacak her türlü işe el atmaya, yetmeyince de terörle sonuç elde edilmeye mi çalışacaktır.
Kendisinin de yargılandığı Zaman gazetesinin kapatılmasına gelen kadar süreçte hocanın Adalet ve Kalkınma Partisi’nden çekincesizce AK Parti diye bahsederken, bu olay sonrasında -AKP- söylemine geçmiş olması da son derece ilginçtir. Bu minvalde “siyasetbilimci” olarak bir yanda “devletin AKP’lileştiğinden” bahsedebiliyorken, öte yanda yakın tarihimize damga vurmuş olaylar silsilesi içerisinde tam da ismiyle müsemma bir şekilde -paralel devlet yapılanması- olarak hareket etmiş FETÖ’yü neden tek bir satır olsun bile anmamaktadır, bilinmemektedir. Hocanın mevcut -konjonktürde- odağına aldığı konu ve söylemleri de yine ilgi çekicidir ki, son 2 yıldır muhalefetin kazanma stratejileri üzerine düzenli yazılar yazmakta ve -geçiş sürecine- dair kamuoyu çalışması yapmaktadır.
Hasılı burada izah etmeye çalıştığım şey; ortaya çıkarılan içeriğin işaret ettiği odaklardan bağımsız olarak, akademisyenliğin bu denli siyasallaştırılması üzerinedir. Çünkü buradaki en büyük endişem, akademiyi şahsi yönelimlerin bir aracı haline getirebilen kişilerin ölçülü ve hakkaniyetli değerlendirmeler yapamayacak olmasından ileri gelmektedir. Öte yandan -ayırma ve kayırma- üzerine gelişen bir zihniyetin akademide yer edinmesinin, öğrencilerin bilinçlerini zehirleyeceği için toplumsal dengeler açısından da sakıncalı olduğuna inanıyorum.
Son kertede dava için toparlamak gerekirse eğer; mahkemenin bu ismi bilirkişi olarak atamasında hukuki anlamda bir sakınca yoktur belki ama bu kişi -hakkaniyet- ölçüsü bakımından benim nazarımda meşru da değildir. Zira AB çalışmaları dışında her şeyi yapmaktan geri durmayan bir ismi, benim bırakın bilirkişi olarak atamayı düşünmek, gidip güncel anlamda soru sormaya bile tenezzül etmeyeceğim gerçeği söz konusuyken, mahkemenin memlekette sanki başka uzmanlığına başvurulacak kimse kalmamış gibi bu ismi nasıl belirleyebiliyor olduğu irdelenmeye muhtaç bir olgu haline gelmiştir.
Kaldı ki, atanan bilirkişi de çekincelerimi beslemekten ve hukuka açıkça aykırı bir rapor tanzim etmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu raporu yeri geldiğinde yayımlayacağım. Şimdilik daha fazla uzatmadan bitirmek istiyorum.
Tumblr media Tumblr media
0 notes
Text
Zamansız
Sevgilim, aşkı şımartan çorak ilişkilerin yabani merhabalarını devirerek sana gelmek istedim, hep. Hiç'in İstanbul semalarında bir şaşırtmacasıyla kaderin, sensizim. Hangi duvarın dibinden seni alır sensizliğim? Çaresi birbirinden bağımsız gitmeler birikiyor aşkıma, susuş serüveninde sana varamadığım umutların ponza taşı oluyor geceler. Safirin hükmünden, gitmek tıraşları mücevher yontmaları biriktiriyor.
Seviyorum diyemediğim sevdiğim; senin varmaların benim öyle diri yokluklarıma uzanıyor ki ben var olamazken sende, hiç kimsenin yaşadığı aşk gerçek değil. Bittim. Otuzun dördüne varırken yaşım, sensiz devirdiğim seneler bana zulmetti ve sen gelmedin. Gelmeyeceksin. Soylu günlerin, serseri hak edişleriyim yokluğuna. Prangalar harareti oluyor kayboluş zulümlerinin, bana varmalar beni sevmeler cehaletine oturup da güz sevdaların haşin mutluluğu olamıyorsun. Gittim, kendimin; kendinden. Bir daha sevemem. Bilirim. Bir başkasının gönlüne şarampolden yuvarlanıp da varamam, sende yaşayamayıp kendimde ölmeler tutsağıyım ben.
Çok, çoktan da çok oldu. Gelmedin. Gönlümün yeknesak sonralığına bir merhaba iliştiremedin, bir sarılıp bir özgür sevemedim. Güzeller, güzelin şikayetini bana yorar. Gelemem. Sen, beni hiç çağırmazken. Yine deneme oldun sanma, kalbe ikram şuuruyken yalnızlığa hepistasyon raylarına tükenişler zamansızlığı koydurdu kader.
Trenler gitti, benim; sensizliğimden. Raylara hepistasyon taşeronluğu kalıyor aşk, ah! Zavallı ben...
Gitmeler vurur beni, sen beni hiç çağırmazken...
Dilara AKSOY
3 notes · View notes
hetesiya · 1 year
Text
İstanbul’da Rumlar, Batı Trakya’da Türkler
Lozan Heyeti Reisi ve Hariciye Vekili İsmet [İnönü], 23 Ağustos 1923’te Anadolu’nun yeni durumunu değerlendirdi: “Vaziyetin ibram ettiği [zorladığı] çareyi kabul etmek mecburiyeti hâsıl oldu. Bununla hulûsu [temiz] niyetimizin asırlardan beri halledemediği hastalığı esasından tesviye etmiş [gidermiş] oluyoruz. Kazanmış olduğumuz menfaat şudur ki, Anadolu vatanı aslisi hemen hemen yeknesak vatan olmuştur."
0 notes
aynodndr · 8 months
Text
Tumblr media
Bazen yüksek bir menzilden bakar gibi,
Sevdasına bakıyor insan.
Düşerim korkusu ve imkansızlık karamsarlığında,
Gidip geliyor umutları.
Tam dilinin ucundayken tüm gerçekler,
Sessizliği giyiyor ruhuna.
Ve örtüyor yüreğinin tüm sırlarını.
İnsan neye susamışsa, en çok da ona susuyor.
Bir damla tebessüme muhtaç.
Bir gram bakışın fakiri.
Bir küçük dokunuşun acizi.
Kilometrelerce çözülmüyor dili.
Satırlarca gizliyor sözcükleri.
Mısralarca kalp saklıyor.
Ve durup dururken şiirlere aktarıyor hüznünü.
Durup dururken şarkılara anlatıyor derdini.
Bazen insan en yüksekte hissederken,
B��rakıyor ansızın sevginin ellerinden.
Birden iniyor yeryüzüne.
Birden herhangi biri oluveriyor.
Sıradan bir şahıs...
Gündelik işler oluyor tüm çabası.
Kalbini unutuyor yeknesak meşguliyetlerde.
Yıldızları düşüyor dileklerinin.
İnsan her şey yolunda gitse de,
Bazen kötü hissediyor nedensiz.
Hüzünlenmek istiyor.
Içinin hücrelerine çekiliyor.
Ve en derininden iç çekiyor.
İnsan her hüznünde,
Büyük sınavlara hazırlanıyor sanki.
Büyük şokların ısınmasını yaşıyor.
Sonra sabır diye bir sözcük giriyor ömrünün sözlüğüne.
Sabır diye bir pencereden alıyor tüm nefesini.
Tahammül taşıyor duyuları.
Bazen insan yüksek bir menzilden sever gibi,
Yüreğini çıkarıyor göklere.
Herkeslerden kaçırıp, herkeslerden uzak.
Gün gibi aydın, güneş gibi tek.
Bir bilinmez sevda ülkesine doğru.
Bir zümrüdü anka kanadında.
Kuş tüyü gibi hafif,bulut kadar nazik.
Ve insan kimde kaybettiyse kendini,
Onda buluyor kalbini...
Rüzgar
3 notes · View notes
rengimkahve-blog1 · 7 years
Photo
Tumblr media
Bu dün fakültenin bahçesinde dört kafadar oturmuş sesli olarak kitap okurken habersizce çekilmiş bir fotoğraf. Okunan kitabın rastgele sayılar söylerek açtığımız sayfaları ve rastegele çıkan konular.. Yaz tatilimin sonuna doğru hayatımda aldığım kesin ve çok şükür sürekliliğini koruyabildiğim kararlar.. Sahip olduğum arkadaşlarımda, hayatımı yönlendirdiğim yönde, ilgilendiğim konularda, verdiğim karalarda gördüğüm bazı dualarımın kabul oluşu.. Hangi birisine ne kadar şükretsem az gelir. Göz kırpışlarım, yağan yağmur damlaları, ilk insandan şimdiye kadarkilere kadar yaratılan insan sayısınca şükran O'na. İnsaAllah hayatımın geri kalanı şimdiye kadarkinden daha daha hayırlı olur. Rabbim perişan ve pejmürde bir yaşam sürmekten korusun. Sonsuz şükür yanlızca O'nadır. Selam ve dua ile. Alahümme amîn… 25.9.17
3 notes · View notes