Tumgik
#hakikati yazar
ncdtgrsy · 30 days
Text
2 notes · View notes
haberolacom · 9 months
Text
https://haymanagazetesi.org/haber/15824317/idef23-kapilarini-acti
Tumblr media
2 notes · View notes
doriangray1789 · 11 months
Text
Kitabın Adı: Hakikat Sonrası Çağ Yazar: Ralph KEYES
“Bir toplulukta efsaneler ve mitler bağlılığa katkıda bulunur. Topluluk bağlarının yokluğunda, bunun tam tersi bir etkisi olabilir: Yalan söylemenin kolaylaştırıldığı ve güvenin değer kaybettiği bir bağlama katkıda bulunur, çünkü kimse neyin efsane neyin gerçek olduğundan emin olamaz.” Hakikatin karşısında “yalan” hiç bu kadar görünür olmamıştı. 2004 yılında yazılan Hakikat Sonrası Çağ isimli Ralph Keyes kitabı bize modern toplumun yalan ve yalancılara nasıl baktığını, yaşadığımız çağda yalanın nasıl değerli görüldüğünü, pragmatist ve postmodernist bakış açıları ile siyaset, akademi, hukuk, psikoloji alanlarında hakikatin nasıl ikinci planda kaldığını anlatıyor. “Bu kitap tüm yalan ve yalancılara karşı bir isyan çığlığı değil. Daha ziyade, gündelik yalanlar, bu yalanların birbirimizle olan ilişkileri ve toplumun genelini nasıl etkilediğine dair bir kaygı ifadesi” Keyes’in kaygıları 19 yıl sonra hangi aşamada? Bunu anlayabilmek için kitabı okumak hatta notlar alıp sosyolojik bakış açısıyla tartışmak gerekir. Günümüzde Keyes’in kaygılarına ne ölçüde katılabileceğimiz tartışmalı olsa da “post-truth” bir çağda yaşadığımız bir gerçekliktir. Bunu en net Amerikan Başkanı Donald Trump’ın “En İyi Yalan Haber Ödülleri”ni anons ederken görebiliriz. Artık yalanlar daha nazikçe söyleniyor. Keyes buna gerçeği örtmek için uydurulmuş muğlak ifadeler diyor. Bunlardan bazıları” Zenginleştirilmiş gerçek, neo gerçek, yumuşak gerçek suni gerçek” gibi ifadelerdir. Modern toplumda bir yalanı söylemek sanki hakikati örtmek değil de yalanı iyi söyleyebilmek hakikatle eşdeğer bir gerçeklikmiş gibi algılanıyor. Keyes yalanın ne şekilde mazur görüldüğünü kitap boyunca vurguluyor. Özellikle iş başvurularında yalan söyleyen kişilere getirilen yorumlar bir zaman sonra şöyle olmaya başlıyor. “İş başvurusunda yalan mı söyledi? Bırakın yapsınlar... Bu onun işi ne kadar çok istediğini gösterir.” “Yalan söyleme ihtiyacı daha fazla sözcük gerektirdi ve bilişsel güçleri genişletti. Yalanlar yumurtlayıp sonra da bunları yutturmak, Homo sapiens beyninin yeni sinapslar geliştirmesini sağladı.” İkinci bölümde Keyes “Yalan Söylemenin Kısa Tarihi” adı altında bizlere yalan söylemenin nasıl bir evrim geçirdiğini anlatıyor. Ayrıca “truth” kelimesini de irdeleyen Keyes kelimenin sadakat, bağlılık ve güvenilirlik gibi anlamlarda da kullanıldığından bahsediyor. Buruda dikkatimizi çekmek istediği nokta, topluluk bağlarını işaret eden bir kelimede olması. Yani “birlikteliğimiz neye bağlı?” dersek, bunun cevabı: bir toplulukta birbirimize olan güvenimize ve birbirimize olan sadakatimize bağlıdır.
Tumblr media
2 notes · View notes
erenist · 2 years
Text
Belli sayıda ezber fikir dolaşıyor dilden dile sadece. Aynı şeyleri aramızda dolaştırıp durmaktan hiç bıkıp usanmıyoruz. Fikriyatımız kilitlendi. Her meseleye söylenmiş sözlerden başlıyoruz. Böyle olunca, elbette başladığımız yerden çok uzağa gidemiyoruz. Kafamızda bizi rahat ettiren birtakım fikir kalıpları var. Zamanın aşındırdığı şeyler bunlar, bir kısmının tutarlı bir yanı da kalmamış hatta. Ama onlara sımsıkı sarılmaya devam ediyoruz. Meselelerin gerçekleriyle yüzleşmekten kaçıyoruz. Çünkü zahmetli işler bunlar, rahat kaçırıcı işler...
Rahat rahat tekerlemelerimizi söyleyip eğlenmek varken, neden yeni cümleler arayalım? Neden yeni pencereler açalım zihnimize. Temiz hava gireceğini nereden biliyoruz o pencerelerden. Toz toprak da girebilir, bizi hasta edecek cereyanlar da gelebilir. Alıştık biz havasız ortamlara. Her geçen gün nefes almak güçleşiyor olsa da, idare ediyoruz. Bize arı duru gerçekler değil, hiza mesafemizi bozmayacak tekerlemeler yeter! Gerçekle ne yapacağımızı bilmiyoruz. Gerçek orta yerde durup duruyorken neyi nasıl düşünmemiz gerekeceğine dair bir fikrimiz de yok. Hep bir felaketin hemen öncesinde yaşıyoruz; herhangi bir şeyi adam akıllı düşünecek zamanımız yok. Dikkatimizi dağıtacak şeyler dengemizi bozabilir. Ezbere söylediğimiz şeyleri, hiç değilse ahenk içinde söyleyebiliyoruz. Ya dağılırsa düzenimiz, karışırsa kafamız, bozulursa hiza mesafemiz!
Bundan asırlar önce Fransız yazar Quatremere de Quincy; “Kısmen kandırılmış olmanın hazzı insanı çıplak hakikat yerine kılık değiştirmiş hakikati tercih etmeye yöneltir... İnsan yalandan korktuğu kadar hakikatten de korkar” demiş. Bizim için hakikatin kılık değiştirmiş hali bile fazlasıyla iyi bir ihtimal değil mi? Biz kılık değiştirmiş yalanı konuşmalıyız belki de aramızda artık!
Bana bilmediğim şeyler söyleme! Bana hep bildiğim şeyler söyle! Bana sadece inanmak istediğim şeyleri söyle! Duymak istediğim şeyleri söyle!
5 notes · View notes
kendime-analizler · 5 months
Text
Felsefi Deneyim Nedir?
Philosophy Now: a magazine of ideas, dergisindeki makalesinde Eldar Sarajlic felsefe yapmanın ne olduğunu felsefi açıdan ele alıyor.
Tumblr media
Bu makalede yazar, felsefi etkinliğin doğasını ve felsefe yapmanın ne anlama geldiğini araştırıyor. Felsefede okuma ve düşünmenin rolünü, yargıda bulunmanın önemini ve felsefe ile iletişim arasındaki ilişkiyi tartışmaktadır. Yazar ayrıca felsefi deneyimin bireysel doğası ve gerçekliği algılamanın potansiyel trajik yönleri üzerine de düşünüyor. Felsefenin profesyonel filozoflarla sınırlı olmadığını ve hakikati aramak için cesaret gerektiren bir dünyada var olma biçimi olduğunu savunuyor.
Felsefe Yapmak: Okuma, Düşünme ve Yargılama
Yazar, felsefenin çok sayıda yayınlanmış çalışması olan eski bir disiplin olduğunu kabul ederek başlıyor. Felsefi geleneği okumanın ve öğrenmenin önemini vurgulamakta, ancak sadece bilgi edinmenin kişiyi filozof yapmayacağını belirtmektedir. Bunun yerine, felsefe yapmanın düşünmeyi ve yargıda bulunma becerisini içerdiğini öne sürüyorlar.
Felsefi Deneyimin Doğası
Yazar, felsefi deneyimi neyin oluşturduğuna dair farklı bakış açılarını inceliyor. Immanuel Kant gibi filozoflar tarafından yapılan nesnel, öznel ve estetik yargılar arasındaki ayrımı tartışıyorlar. Bazı filozoflar, felsefi deneyimin, kişinin dünya deneyimini başkalarının tanıyabileceği ve özdeşleşebileceği bir şekilde iletmesini içeren estetik yargılara benzediğini savunmaktadır. Bu görüş, felsefi etkinlikte iletişimin önemini vurgulamaktadır.
Bireysel Yargıların Rolü
İletişim felsefenin önemli bir yönü olmakla birlikte, yazarlar bunun felsefi deneyimin özü olmadığını savunmaktadır. Yargıda bulunmaya yönelik bireysel faaliyetin, paylaşma eyleminden önce geldiğini öne sürmektedirler. Bir yargıyı paylaşılabilir kılan şeyin ne olduğunu sorgular ve paylaşılabilir yargıların, başkalarının insan olarak kendi yapılarına dayanarak kabul edebilecekleri yargılar olduğunu öne sürerler. Bununla birlikte felsefe, 2 bağlamın da kabullenmenin ne kadar önemli olduğu sorusunu da gündeme getirmektedir.
Gerçekliği Algılamak ve Hakikatin Trajik Doğası
Yazar, felsefe yapmanın dünyada şeylerin nasıl olduğunu algılamayı içerdiğini iddia etmektedir. Felsefi deneyimin gerçek olana dair bir deneyim olduğunu ve nesneleri duyular aracılığıyla algılamanın ötesine geçtiğini savunmaktadır. Felsefi algı, bir nesnenin varlığına ve diğer nesneler veya olaylarla ilişkisine dair daha büyük resmi anlamayı gerektirir. Ayrıca, gerçekliği algılamanın trajik olabileceğini, çünkü bizi varoluşun sınırlarına maruz bıraktığını ve yalnızlık gerektirdiğini öne sürmektedir.
Bir Erdem Olarak Felsefe ve Modern Dünyanın Zorlukları
Yazar, felsefenin profesyonel filozoflarla sınırlı olmadığını, gerçeği aramaya cesaret eden insanların bir erdemi olduğunu ileri sürmektedir. Felsefenin dünyada var olmanın bir yolu olduğunu ve çoğu zaman trajediyle sonuçlandığını vurguluyor. Yalan haberlerin ve göreceliliğin yaygınlığı da dahil olmak üzere, modern dünyada gerçekliği algılamanın zorlukları hakkında endişelerini dile getiriyor. Felsefenin bizi gerçekliği inkar etmenin sonuçlarından kurtaracak anahtar olabileceğini savunur.
Sonuç
Bu makalede yazar, felsefi etkinliğin doğasını ve felsefe yapma deneyimini araştırmaktadır. Felsefede okuma, düşünme ve yargılamanın rolünün yanı sıra iletişimin önemi ve felsefi deneyimin bireysel doğası tartışılmaktadır. Yazar ayrıca gerçekliği algılamanın trajik yönleri ve felsefenin modern dünyanın zorluklarını ele almadaki potansiyel rolü üzerine düşünmektedir.
Not: Bu değerlendirme ve kısa sunum yazısı yapay zeka desteğiyle hazırlanmış olup tümüyle yazarın kendi yazısı değildir.
1 note · View note
seslimeram · 6 months
Text
Dünyanın Gümbürtüsü
Tumblr media
Dünyanın gümbürtüsü altında kalakalıyor sıradan insanın hayat memat sorunları. Alenen kendilerini büyük ve güçlü addeden ülkelerin, demokrasiden bihaber karabasan suretlerin bina edildiği zeminlerde var ettikleri yönetim anlayışlarında kurban kılınan insanların tüm o sıradanların yaşadıkları görülmüyor, sahiden duyulmuyor hiçbir zaman. Hemen hemen her günün apayrı bir cehennem kılındığı bir zeminde sınırlamaların kıyısında var edilmiş hayat bahsi un ufak ediliyor behemehal. Hiçbir çıkış en ufak bir ümit kırıntısına sahiden de yer bırakılmıyor. Birbirinin aynısı, birbirinden beter haller, tahayyül ve pratikler içinde gündelik kılınmış her şey tastamam zehir zemberek bir hale esir kılınıyor. Dünyanın var ettiği gümbürtü içerisinde yaraların sarılması, toplumsal bir müşterek imali, yeniden ve bu defa kalıcı kılınabilir bir demokrasiye zemin konulmuyor. Kaynakları hemen hemen her gün tükenen bir yerde tehdit / terör ve tahakküm üçlüsünde binbir yara var ediliyor. Boyunduruk altına alınmış olagelen yaşam idesi mahvedilmeye rehin edilirken cerahat her gün yeniden birimizden birisini hedefe koyuyor. Normatif bahsi zehirlenmiş, kırıcı, kıyıcı bir devlet pratiği var edilmiş, hürriyet çoktan zapt edilmiş bir yerde belirgin bir zeminde hiç kimseler için en ufak bir yarın tahayyülü var edilemiyor. Her şey o şimdi, şu anın içinde yerle bir. Her gün bir şimdiden başlayarak yarının tahrip edildiği bir şekli şemail ile dönüştürülüyor. Her şey her an gümbürtüde bir cehennem pratiğini güncelliyor. İşte size yepyeni dünya!
Dünyanın gümbürtüsü altında kalakalıyor insanlık mefhumu. Azerbaycan’ın arkasında sıra sıra dizdiği İsrail, Türkiye ve Rusya’nın gaz vermesiyle kotardığı yıkıcılığa “sahne” eylenmiş bir zamanların Artsakh, şimdinin Dağlık Karabağ nam sahnesinde bu tahayyül pek çok farklı örneğiyle birlikte bina edilir. Akla seza olanın hakikat eylendiği, zamansız değil Ermeni’nin hep aklında yer etmiş tehcir, kırım, yok etme politikalarının bir kere daha güncellendiği bir zemin dünyanın gümbürtüsü ile unutturulur. Kağıt üstünde çizilen ile hayatın hakikati bambaşka şeyleri beraberinde getirdiği unutturulmak istenir. İktidarda yirminci yılını var eden Aliyev zorbasının, Stepanakert’ten verdiği imgeler, daha yepyeni bir savaşın üstüne, İsrail devletinden alındığı zikredilen silahların istiflenmeye devam edildiği bir cenahta yıkımın, gümbürtü içerisinde hayatların nasıl altüst edilebileceğini de bir kere daha kanıtlar. Sıradaki hedefinin Ermenistan’ın Goris, Syunik ve yöresinden mülhem, sekiz köy tiradının ardından çıkagelecek bir saldırı olduğunu gizlemeyen bir devri sabık liderin var ettiği şey bir zafer değil başlı başına bir yıkımdır misal kestirmeden bunca afaki. Birbirinden uzak görünen parçalar birleştirildiğinde var edilmiş gümbürtüden sonra ortaya saçılan şey bir yıkım tahayyülüdür her şekilde. Sabah akşam Karabağ Azeri, Azerbaycan’ın olsa ne yazar bu raddeden sonra orası meçhuldür!
Gel gelelim sadece o örnek de değil, bizatihi o savaşın mimarlarından bir biçimde baştaki efendinin damadı namıyla bilinen silah tüccarı Selçuk efendinin de var ettiği cerahat ve tüm o ucuz mavralar da bu tahakküm / yok etme pratiklerinde artık hangi seviyelerde olunduğunu göstere gelecektir. Sahibi olduğu firmanın var ettiği Azerbaycan’daki yıkım, bizatihi taşeronu olduğu İsrail’den sağladığı teçhizat / yazılım / araştırma ve geliştirme hal ve faaliyetlerinin beraberinde sunduğu şey ölüm iken bunu bir başarı hikayesi diyerek satmasının da ta kendisi misal o gümbürtü içinde duyulmayandır. Bayraktar denen çatının var ettiği şeylerin yüz yirmi bin insanı evinden etmesinin mesel olunmaması gerektiği bunun turan denilen ucuz mavranın bir detayı olduğu zikredilir. Birbirine kırdırılan halkların bir kez olsun yan yana gelemeyeceğini göstere gelen bir yıkım / savaş / tehcir döngüsünün imalindeki rolü zaten yeterince belirgin olanı işaret eder. Türklük kavramını yok etmelerle iliştiren, birleştiren bir aklın var edeceği tek şey kötülüktür. Ki kendisi daha bugünlerde devam etmekte olan İsrail, Gazze / Filistin arasındaki yıkıcı savaşta bizatihi ol Filistin’den yana görünürken dahi İsrail ile ilişkilerini sağlam tutmaya, kendi firmasını güncel bir yıkım / ölüm makineleri mucidi olarak işlevselleştirmeye devam edendir. Bir yandan da Akdeniz’e çağrılmış olagelen Amerikan donanmasına ait savaş gemisindeki ol pozlarıyla buradayız derken, müttefik olunduğu zikredilenlere de arkalarından iş pişirmeye devam ettiği İsrail ve Amerika’ya da bu işler şu coğrafyada böyle yapılır meselini bildirir. Suçun vakitsizliği bir yana, örtülemeyecek bir cerahati imal edip, can alan makinelerin imalatçısı, eline kan oturmuş bir temsil dahi zaten dünyanın gümbürtüsü sahnedeyken, belirgin bir biçimde ifşa olmalıydı. Burada İsrail’i telin mitinginde görünüp orada İsrail ile iş bitiren, Amerika’ya şirin gözükme çabasına düşen bir primitif / çıkarcı bir burjuva karşımıza çıkar. Her şeyiyle rezil rüsva, her şekilde insanlık suçlusu bir temsil daha neyini nasıl izah edelim! Bir kere daha hayatın mahvına sebebiyeti matah bir şeymiş gibi pazarlarken kendileri, kurumları, yüce makamları, vesaire vesaire.
Mezopotamya Ajansından Ferdi Bayram’ın haberidir: “Türkiye’nin Kuzey ve Doğu Suriye’de Kürtlerin statüsünü hedef aldığını belirten DİB Koordinasyon Kurulu üyesi Ayşegül Devecioğlu, Kürtlerin bu saldırlar karşısındaki direnişinin meşru olduğunu vurguladı.
Türkiye, İçişleri Bakanlığı’na dönük 1 Ekim’de gerçekleştirilen eylemi gerekçe göstererek Kuzey ve Doğu Suriye’yi bir kez daha hedef aldı. 4 Ekim’de başlatılan hava saldırılarıyla bölgenin alt yapı ve sivil yerleşim alanlarını hedef alındı. Saldırıları değerlendiren Demokrasi İçin Birlik (DİB) Koordinasyon Kurulu üyesi Ayşegül Devecioğlu, Kürtlerin statüsünün hedef alındığını söyledi. Kürtlerin saldırılara karşı direnişinin meşru olduğunun altını çizen Devecioğlu, saldırılarla yaşam alanlarının hedef alındığı ve bu durumun Kürt sorununda çözümsüzlüğünden kaynaklandığına işaret etti.
Türkiye’nin, İçişleri Bakanlığı’na dönük PKK’nin üstlendiği eylemi gerekçe göstererek Kuzey ve Doğu Suriye’ye saldırdığını anımsatan Devecioğlu, Türkiye’nin krizi fırsata dönüştürmeye çalıştığını dile getirdi. Devecioğlu, Türkiye’nin Kuzey ve Doğu Suriye’deki Kürtlerin statüsü olan Özerk Yönetime tahammül edemediğini ifade ederek, “Rojava’nın varlığı, Türkiye’yi rahatsız ediyor. Rojava dediğimiz yer, yeni bir sistemin olduğu, halkların bir arada yaşadığı yer. Buna sadece Türkiye karşı değil, dünyanın bütün egemenleri karşı” diye belirtti.
Türkiye’nin yer altı ve yer üstü enerji kaynaklarını bombalamasının nedeninin tamamen kolektif yaşamı parçalamak olduğunu dile getiren Devecioğlu, bu saldırıların uluslararası sözleşmelere ve evrensel hukuk normlarına aykırı olduğunu söyledi. Devecioğlu, “Kürt varlığını yok etmek ve bu çözümsüzlükle ayakta kalabilecek bir iktidar var. Devlet, bizden aldığı vergilerle silah, bomba alıyor ve gidip başka halkların üzerine yağdırıyor. Bugün Rojava’da olanın Gazze’den ne farkı var? Gazze de abluka altında, Rojava da abluka altında. Kalkıp İsrail’i eleştirip, Rojava’da sivil insanlara saldırmak nasıl bir anlayış. Rojava’ya yönelik saldırıyı sadece iktidar değil, kurumsal muhalefet de destekliyor” dedi.
Kuzey ve Doğu Suriye’de halkların eşit haklarla bir arada yaşam inşa ettiğini sözlerine ekleyen Devecioğlu, “Kamusal alanda bu hakların güvenceye alınan bir sistem olduğunu biliyoruz. Burada kadınların etkin olduğu, İŞİD’e karşı savaşan kadın komutanlar ve yöneticiler var. Onların bir kısmı da SİHA’larla yok edildi” ifadelerini kullandı.
Savaş politikalarının Türkiye’yi ekonomik olarak uçuruma sürüklediğini söyleyen Devecioğlu, bu durumun halkların bir arada yaşadığı eşit ve demokratik bir geleceği de yok ettiğini ifade etti. Savaşın sadece askeri olarak yürütülmediğine işaret eden Devecioğlu, özel savaş politikalarına dikkat çekti. Devecioğlu, “Savaş sadece bombayla olmuyor. Kürt illerinde ağaç kesmek, Kürt gençlerini uyuşturucuya alıştırmak savaşın bir parçasıdır. Savaş her anlamda Türkiye’yi yok ediyor. Savaş şu an iktidarın ekonomik alanda bütün çözümsüzlüklerinin üstünü örtmek için kullandığı bir araç. İnsanlar bu ülkede barınma, sağlık, eğitim ve ulaşım haklarını kullanamıyor. Bunları etkin ve nitelikli bir şekilde kullanmak için bunu vergilerimizle sağlıyor. Peki bu kaynaklar şu an nereye gidiyor? Bombaya, mermiye gidiyor. İktidar savaş siyasetiyle ayakta duruyor” diye belirtti.
Erdoğan’ın Gazze’ye dair sarf ettiği, “Şu anda Gazze‘ye su verilmiyor. Elektrik yok, verilmiyor. Hani insan hakları” şeklindeki sözlerine tepki gösteren Devecioğlu, “Erdoğan’ın İsrail’le yaptığı birçok ekonomik anlaşma var. Erdoğan’ın kalkıp insan haklarından bahsedip Gazze’ye sahip çıkması, tam bir iki yüzlülük ve yalan. Gazze onu ilgilendirmiyor. Burada ikiyüzlülüğü aslında muhalefetin onun yüzüne çarpması gerekir. Muhalefetin şunu diyebilmesi gerekir, ‘Kendi halkından olan, evinde oturan insanları bombalıyorsun, çocukları öldürüyorsun’ demeli. Bunun da sorulmadığı bir noktadayız. Gazze’dekiler insansa, Rojava’dakiler insan değil mi? İsrail’e yapılmış bin anlaşma var. Tabanına yaranmak için Gazze’ye sahip çıkmaya çalışıyor” diye konuştu.
İktidarın çözüm için bütün yolları tıkadığını belirten Devecioğlu, barış, adalet ve eşitlik talep edenlerin “terörist” olarak suçlandığını ifade ederek, şöyle devam etti: “Bir barış hareketi ortaya çıkamıyor. Biz usanmadan bu barış talebini her yerde dile getireceğiz. Çünkü bu savaş her şeyi zehirliyor. Demokratik toplumun, bu savaşın meşrulaştırılmasına karşı ortak mücadele etmesi gerekiyor. İki yüzlü olmamak gerekiyor. Filistin halkının direnişi meşru ise, Kürt halkının direnişi de meşrudur. Bu savaşa karşı acil bir şekilde barış adımı atılması gerekir. Bunun önceki çözüm sürecinden farklı olarak daha genel, toplumsal bir mutabakata oturtulması gerekir. Meclisin çözüm yeri olduğu, yasaların çıkartıldığı, insanların barışı konuştuğu bir yol temizliğine ihtiyaç var. Bu da mücadele ve örgütlülükle yapılır. Çocuklar okula aç gidiyorsa, bunun savaş politikaları ve Kürt sorununun çözümsüzlüğünden kaynaklandığını anlatabilmeliyiz.”
Dünyanın gümbürtüsünün yutmaya çabaladığı yıkımlardan birisi Rojava topraklarında sahneleniyor. Daha öncesinde Afrin’i, Ras-Al Ayn’ı, Cerablus ve ötesini abluka altına alıp, toprakları işgal edip, çetelerle birlikte çöreklenen sahalardaki gibi yine yeniden tüm dünyanın gözleri önünde bir cerahat imaline girişilir. Alnımıza sürülmüş tek bir leke yok, olmamıştır da denilirken, Rojava’dan Irak’ın Kuzey’ine kadar geniş bir sahada en başta da Şengal ve Kobane olmak üzere bir müşterekler silsilesini var eden, hayatı ortaklaştıran bir biçimde yaşamı tahrip / onarması imkansız yaralarla donatmak isteyen Irak Şam İslam Devletine boyun eğmemiş olanlara göz dağı vermek için aralıksız bir yıldırı hali var edilir. Bütün o gümbürtü dahilinde yaşamın biricikliğinin mevzu edilmemesine çaba sarf olunur. Bomba / silah / insansız hava aracı vesaire nam adlandırılan mühimmata gömülen milyonlarca doların akıbeti yıkımlarda un ufak edilen hayatların ortasındadır. Bir yangın yerine dönüşüyor Ortadoğu / Kafkaslar ve etraflıca bakıldığında dünyanın handiyse tamamı. Biteviye kendini tekrar edegelen zulüm ile istikbal devşirilmesine devam olunup, hayat altüst edilirken, koltuklarına zamklanmış olagelen temsillerin yıkıcılığı her yanı, her yanda kuşatmayı sürdürüyor. Dünyanın gümbürtüsü altında kalakalıyor sıradan insanlar. Bu da böyle, kayda geçsin.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: No War – Gündüz AGHAYEV – Twitter
0 notes
hamiyetztrk · 7 months
Text
0 notes
ffecredalll · 8 months
Text
Bir parça Muhammedi hüzün için yalvaran bir kalp. Yaşamaktan yana mahcup, Allah’a, “Huzuruna çıktığımda, yüzüne bakmaya yüzüm olsun” diye dua ediyor!
Elbiselerin güzel, eşyalarla çevrili etrafın.
Soluk soluğa bir koşunun içindesin.
Heybende gaileler, derdin günün, talebin dünya.
Halbuki kendini O’na nispet ettiğinde, hiçsin.
Vacibü’l vücudun kucağındaki topraksın.
O’ndan ayrılışından baktığında, gurbettesin.
Üzülme, bu gurbetin bir tesellisi var…
Çünkü…
Allah varken, yokluk yoktur.
Faruk Yiğit Araz, ‘yaşamak’ karşısındaki durumunu şöyle açıklıyor: “ ‘Ne var, ne yok?’ diye sorulan her soruya ‘hiç’ dersin. Har var, İmtihan var. Çaresizlik var. Var olana da, yok olana da şükür demektir ‘HİÇ’ demek.”
Yarası olan, okura onun da yarası olduğunu hatırlatan bir yazar. Yarası, Allah’ı her an hatırında, kalbinde, ibadetinde tutma derdinden. Yarası, dünya rüyasına aldanmama, hakikati her daim merkezinde ve menzilinde tutma derdinden.
1 note · View note
huseyinerol3453 · 1 year
Photo
Tumblr media
Yâ İlâhî! Dileğimiz var Sen’den; Bizi hüsranlara batan eyleme. Emanetin çıkmadıkça bedenden, Fitnenin postunda yatan eyleme Hakikati ayan görsün gözümüz, Aşkın idrakine varsın özümüz, Hakk’ın ifadesi olsun sözümüz, Beyanına yalan katan eyleme. Kubbemizi mahrum etme hilâlden, Müezzinler ilham alsın Bilâl’den, Rızkımızı nasîb eyle helâlden, Bizi haram lokma yutan eyleme. Al bizden tefrika denen illeti, Daim muzaffer et, verme zilleti, İstiklâle âşık olan milleti, Esaret ağına çatan eyleme. Neslimize unutturma ırkını, Görsün îman ile küfrün farkını, Ata yadigârı, evi-barkını, Ezelîi hasmına satan eyleme. Koru milletimin oğlu-kızını, Terakkî yolunda artır hızını, İki günlük dünya için, özünü, Terk edip kenara atan eyleme. Her biri hikmetin ardında olsun, Yeni keşiflerin derdinde olsun, Horoz bile olsa yurdunda olsun, Elin çöplüğünde öten eyleme. Yâ İlâhî! Milletimi baş eyle, Dünyasını ukbâsını hoş eyle, Cümlemizi sâlihlere eş eyle, Buhranlar içinde yiten eyleme. Yazar Hakkı ŞENER Dilerim, her şey gönlümüzce, kardeşçe, Hakça,, Rabbimizin rızası doğrultusunda, barış, refah ve güven içinde, sağlıklı, başarılı, tüm sevdiklerimiz ile birlikte, sevgi ve huzur dolu olsun. Amin inşaAllah. En içten DİLEKLERİMLE selam 👋, sevgi 💞, saygı 🙏 ve dua ile 👐. https://www.instagram.com/p/CqJtmpkoVne/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
bluesyemre · 2 years
Text
Şehirden kaçanlar: Ordu'da sanatçı bir çift
Şehirden kaçanlar: Ordu’da sanatçı bir çift
Şehirden kaçanlar serimizde bu hafta Ordu, Fatsa’da Gözde ve Cihan Gülbudak çiftine misafir oluyoruz. Cihan müzisyen ve yazar, Gözde ise bir tiyatro oyuncusu. İkisi de Türkiye’deki sanat ve edebiyat dünyasının yaratıcılıkları ve kendilerine özgün üretme biçimleriyle uyumsuzluğunu hissedince, “hakikati aramak, sahiciye ulaşmak” için Fatsa’ya gelmişler. “Üretmenin çeşitli hâlleriyle”…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
kadertango · 2 years
Text
Bir kitap daha bitti ve bitmesini istemezdim. Kendisi küçük, içeriği zengin 😊 Başta, İş Bankası Hasan Ali Yücel klasikler serisi olmak üzere çeviriyi yapan Berna Günen
harika bir kitap sunmuşlar
Voltaire (1694-1778): Fransız edebiyatının en önemli yazarlarından olan François-Marie Arouet eserlerinde kullandığı Voltaire mahlasıyla tanınmıştır. Fransız İhtilali'nin arifesinde Avrupa medeniyetinin gelişim yönünü etkileyen eserleri çağımızda da baskı ve bağnazlık karşısında yurttaşlık hakları ve özgürlük düşüncesinin başyapıtları yer alır. Cahil Filozof Voltaire'in yetmiş iki yaşında yazdığı, emin oldukları ve hâlâ şüphe duyduklarının bir katalogudur. "Sen kimsin, ben kimim, nereden geliyorsun, ne yapıyorsun, ne olacaksın ?" sorusundan başlayarak çıktığı yolculukta eşsiz bir eser sunmuş cehalet adına
Eleştirel zekâsı ve hiciv ustalığıyla sivrilen yazar, neredeyse bütün edebi türlerde eserler vermiş olmasının yanı sıra döneminin siyasi kurumlarına ve popüler düşünce tarzlarına oklarını yönelttiği Felsefe Sözlüğü ile bu alanda da etkili olmuştur.
Descartes, Spinoza, Leibniz, locke, hobbes daha sayamadığım filozof ve düşünürlerin tezleriyle yüzleşir, kendinin ve başkalarının cehaletinden geçer ve aklın ayđınlığına ulaşır ve ışık tutar. Bu küçük ama etkili eser Voltaire'in felsefesinin inancıyla birleştiği noktada her bilgiyle o kadar güzel yüzleşir ki okurken bile iki kere düşünmek zorunda kaldım. Felsefe okurken elimin altında kesinlikle bu kitap bulunacak.
Felsefeyi ve tezlerini bu kadar güzel açıklayan ve okurken sıkmayan ve düşündürtmeyi sevdiren bir yazar diyebilirim
Alıntılar
Bizler Onun eseriyiz. İste bizler açısından ilginç bir hakikat. Zira O'nun insanoğlunu ne zaman yarattığını, daha öncesinde ne yaptığını, maddenin içinde mi, boşlukta mı , yoksa beli bir noktada mı bulunduğunu, ezelden beri her yerde hareket edip etmediğini, kendi dışında mı yoksa kendi içinde mi hareket ettiğini felsefe yoluyla bilmek işte;, bunlar içimdeki derin cehalet duygusunu daha da perçinleyen araştırma konularıdır.
Alıntılar (Adalet kavramı)
Küçük hırsızlar bile birlik olduklarında, “Hadi gidip çalalım; dulun, yetimin elinden rızkını alalım” demezler. Aksine şöyle derler: “Adil olalım, gidip malımızı onu gasp eden zenginlerin elinden alalım”. Hırsızların kendi aralarında 16. yüzyıldan beri basılmakta olan bir sözlüğü bile vardır. Kendilerinin argo olarak adlandırdığı bu vokabülerde soygun, hırsızlık, vurgun kelimeleri yoktur. Kazanmaya, geri almaya tekabül eden terimler kullanırlar
Düşünürler hakkında 🙂
Spinoza'ya bu denli kötü muamele eden Bayle de aşağı yukan benzer bir karaktere sahipti. İkisi de bütün hayatları boyunca farklı yollardan hakikati aramıştır. Spinoza birkaç noktada göz aldatıcı, fakat özünde son derece hatalı bir sistem kurmuştur. Bayle ise bütün sistemlerle mücadele etmiştir. Peki ikisinin de yazıp çizdikleri ne işe yaradı? Birkaç okurun boş vaktini doldurdu. Tüm metinlerin kaderi budur işte. Thales ten tutun da üniversitelerimizdeki profesörlere, en hayalperest akıl yürütücülere ve onlardan intihal yapanlara kadar hiçbir filozof oturduğu sokağın terbiyesini dahi etkileyememiştir. Niçin? Çünkü insanlar metafiziğe göre değil, adetlere göre hareket eder
Locke'u da kendimi de saydığımda yüzlerce hatadan süzülerek elde edilmiş ve bir sürü şüpheyle yüklü dört beş hakikate haiz olduğumu gördüm. Sonra da kendi kendine şöyle dedim: Aklımla elde ettiğim bu azıcık hakikat, içlerin de birkaç ahlak prensibi bulamadığım sürece elimde kısır bir nimet olarak kalacak. İnsan kadar cılız bir hayvanın doğanın nın efendisinin bilgisine ulaşması çok güzel; fakat bundan yaşamımı nasıl sürdürmem gerektiğine dair birtakım kurallar çıkartmadığım takdirde bana cebir ilminden daha fazla bir fayda sağlamayacaktır.
Aristoteles söze bilgeliğin kaynağının şüphe olduğunu söyleyerek başlar; Descartes bu düşünceyi daha da ileri götürür. Böylece her ikisi de bana söylediklerinin tek kelimesine bile inanmamayı öğretmiştir. Bilhassa aynı Descartes, şüphe eder gibi yaptıktan sonra, hiçbir şekilde anlamadığı şeylerden öylesine kesin bir dille bahseder; fizik konusun da feci şekilde yanılıyorken bile olgularını o denli emin bir tavırla aktarır; öyle hayalî bir dünya kurar; burgaçlarıyla ve üç elementiyle öyle olağanüstü derecede gülünçleşir ki, kendisi cisimler hakkında beni bu denli yanılttıktan sonra, onun ruh üzerine söylediği her şeyden kuşku duymam gerekir.
XXX. Şu ana kadar ne ogrendim
Ve bu kibirli merakımla birdenbire kalakaldığımı görüyorum. Sefil bir fani olan ben daha kendi zekâmı kavrayamıyorsam, beni harekete geçiren şeyi bilemiyorsam, maddenin tamamına gözle görülür şekilde hükmeden o tarifsiz zekâyı nasıl tanıyacağım? Böyle bir zekâ var, her şey bana , bunu kanıtlıyor. Fakat beni onun ebedî ve meçhul meskenine götürecek olan pusula nerede?
Ancak canavar hâlâ hayatta. Hakikati arayacak her kim olursa olsun zulüm görecek. O halde karanlıklar içerisinde tembel tembel oturmalı mı? Yoksa hasedin ve iftiranın kendi meşalelerini yeniden yakmak için kullanacakları bir meşale mi yakmalı? Bana kalırsa, ben zehirlenme korkusuyla yemek yemekten ne kadar imtina edilmemesi gerekiyorsa, hakikatin de bu canavarlar karşısında o kadar saklanmaması gerektiğine inanıyorum.
Cahil filozof
8 notes · View notes
ncdtgrsy · 1 month
Text
2 notes · View notes
13z8c5 · 3 years
Text
Tumblr media
''Kısmen kandırılmış olmanın hazzı insanı çıplak hakikat yerine kılık değiştirmiş hakikati tercih etmeye yöneltir... İnsan yalandan korktuğu kadar hakikatten de korkar” demiş asırlar önce Fransız yazar Quatremere de Quincy.
143 notes · View notes
yurekbali · 3 years
Text
Tumblr media
Türküleri yakamazsınız, turnalar sizi çarpar. 2 Temmuz 1993 günü Sivas şehrimizde 33 yazar, şair ve aydınımızın gericiler, yobazlar tarafından yakılarak katledilmesi çağlar geçse unutulmayacaktır ve asla da bu insanlık dışı vahşet unutturulamayacaktır. Bu dünya acısı katliam için nice sanatçılarımız, şiirlerle, şarkı ve türkülerle anmışlar, ağıtlar yakılmış, romanlar yazılmış, ayrıca Genco Erkal’ın Sivas ‘93 adlı belgesel oyunu sahnelenmiş ve oyunun müziklerini Fazıl Say bestelemiştir. Bu arada Ulaş Bahadır’ın yazıp ve yönettiği Madımak: Carina’nın Günlüğü Sivas 93 adlı sinema filmini de saymalıyım. Ne yazık ki, o günden beri hepimizin canı acıyor, canı yanıyor, canı ağlıyor ama bir tek insan postuna bürünmüş, insan maskesi takmış mahlûkatlar hariç! O suratından salyalar akan, “vurun kahpeye” filminden çıkmış, irin yüzlü, çirkin yüzlü, dünyada haybeye yer kaplayan mahlûkatları Allah nasıl cezalandıracak bilemiyorum ama bu dünyada yok öyle bir şey! Türküleri yakamazsınız, semah sizi çarpar. Orada aşk, gönül, muhabbet vardı. O günü asla unutmamız mümkün değil. Bu yazımı yazarken bile tüylerim diken diken oluyor, insanlığımdan, insanlıktan feci hâlde utanıyorum. Bunları yapan kâbus yüzlü mahlûkatları o gün ve bugün değil, her zaman lanetleyeceğimi biliniz. O manyak, hasta, budala ve tedavisi pek mümkün olmayan karanlık zihniyet hâlâ aramızda dolaşmakta, çağdaş olana, Cumhuriyet’e, Atatürk ilke ve devrimlerine, insanlığa olan düşmanlığını sürdürmekte, neredeyse her gün kötülük ve karanlık için iş başı yapmaktadır. Canım dostum Aziz Uzun’un pek sevdiğim bir cümlesi vardır, hemen paylaşmalıyım: “Bütün bu kâinat, Allah’ın çeyiz sandığıdır.” Bu derin cümlenin içinde insan yavrusu elbette vardır ama canlı olmayan bu zombi kılıklı mahlûkatlar insana, ağaca, hayvanlara, çocuklara kısacası doğaya düşmandırlar. Şu an yazımı yazarken sevdiğim insanım, Atatürk âşığı gerçek bir ‘dindar’, zarif ve beyefendi bir insanımızı kaybetmişiz, Yaşar Nuri Öztürk’ü. Mekânı cennet olsun. Üzgünüm çok ve giderek azalıyoruz, farkında mısınız? Cehalet kadar korkunç bir şey yoktur, cehaletin işgali altında yaşıyoruz ve cehalet büyük bir terör örgütüdür. Korkarım cehaletten ve cahil insanların cehaletiyle övünmelerinden sakınır ve uzak dururum. Hakikat denilen kâinatın ruhunu incitirseniz doğanın dengesi yerinden oynar ve elinde tespih sallayarak yolda yürüyen, aklını örten, özgürlüğü değil; biat etmeyi işaret eden, sizin yerinize başkalarının karar verdiği, tek tip bir anlayışın ve despotizmin egemen olduğu bir fabrikasyon tipi çıkar. Yani kendisine ait olmayan, kendisi olamamış, baskı altına alınmışlıktan âdeta ‘huzur’ duyabilen bir cehalet dağı oluşur. O cehalet dağından insanlık bahçesi çıkmıyor. İnsan kardeşini yakar mı hiç, yakamazsınız, ağaçlar sizi çarpar! Söz gelimi bir zeytin ağacı çiçek açtığı zaman aradan tam 9 ay 10 gün geçiyor, bunu biliyor muydunuz? Bu bağlamda annelere, kadınlara kıymayınız maço suratlı, badem bıyıklı, düğünlerde havaya mı nereye ateş açtığını bilmeyen katil suratlı kötülük arsızları. Yeter artık! Nice güya ‘okumuş’ profesör “namaz kılmayan hayvandır” dediği ülkemizde, gerçekleri anlatmaya çalışan gazeteciler, yazarlar ve aydınlarımız içeride, ama unutmayınız tarihin diyalektiğinin tekeri hiç kırılmadı, geriye doğru değil, ileriye doğru bir nehir, ırmak gibi akar. Siz ey yakıcılar nasıl uyuyorsunuz yataklarınızda, rüyalarınız yanıyor mu? Ülkemizin ruhsal, dinamik yapılarını zedelemek isteyenleri, ‘özel hayatımıza müdahale edilmesin’ diyen Gezi Parkı’ndaki o güzelim gençlere ‘çapulcu’ denildiğini nasıl unuturum. Acımasızca nasıl gençlerimizin üzerine biber gazı sıkıldığını da unutmadım, unutmadık. Şu polis kardeşlerimize soruyorum ve böyle bir film bile yapılabilir, yahu üzerine biber gazı sıktığın evlat senin oğlun bile olabilir. Madımak Katliamı insanlık tanımayan bir zorbalıktır. Katilleri nerede? Ve toplumunu kucaklayacakken, halkına sarılacakken ısrarla yine adamın biri konuşuyor: Adam ülkesine uzlaştırıcı, barışçı ve kardeşlik duygusuyla gelmiyor. Bu karanlık zihniyetin derdi cahil insanlar yetiştirmektir, o yüzden sürekli ‘üç çocuk yapın’ der ama ‘üç çocuk eğitin’ demez. Bayağılaştırılmış kültür ve magazin düzeyinde toplumun, halkının cahil kalmasını ister. Neden mi? Bu zihniyet canavar bir kötülüğün ta kendisidir. Onlar velileri, sufileri, ilim, irfan, ihsan sahibini bilmezler. Giderek kafa kesici bir yönelişe doğru koşarlar. Okumazlar, erdem, fazilet, maneviyat nedir sorun bilmezler, anlamazlar ve insanlık fırtınası onlara dirhem uğramamıştır. Ve inanın cehaletinden ‘memnun’ halkın güce tapmak, güce tapınmaktan başka bir derdi yoktur. Zalimliğin, salaklığın, kafayı yemişliğin ameliyatla düzeltilememesi acıdır. Dünya ne yazık ki kaos çağına girdi. Dünyanın kendisi toplama kampına mı dönüştü bilemiyorum ama Sivas, Madımak ruhumu delik deşik eden bir vahşet bombasıdır, tıpkı Hiroşima’ya ve Nagazaki’nin üzerine bırakılan bomba gibi. Sözü uzun tutmak istersem kaç cilt dolusu kitap yazasım var. Hakikati, insanlığı, merhameti, sanatı ve türküleri öldürmek ve yakmak isteyenler, bunu hiç utanmadan yapanlar her gece rüyalarında kaç kere ölüyorlardır bilemem? Gezi aynı zamanda özeleştiri yapmayan iktidara ve provokatörlere karşı enfes bir duruştu. Şiddet, zalimlik ve kısacası faşizm her zaman, karşısında demokrasinin, cumhuriyetin o insanlık tokadını yemiştir. İçkiden nefret edip ama kibir sarhoşluğu içinde uygarlığı tersine çevirmek isteyen nice yobazlar yok olup istedikleri karanlığa gömülüp gitmişlerdir. Aziz Nesin’in 1993 yılında söylediği o önemli sözü hatırlayın lütfen. “Özgürlüğün en büyük düşmanı hâlinden memnun kölelerdir” sözü kulağımıza küpe olsun. Gül yazısı bu ama kül kardeşlerim için yazıldı. Ne demişti şair: “Temmuz yandı, şiir yandı, dil yandı. Mektup yanar, zarf yanar, pul yanar bundan. Annem gibi kızıl gül yanar bundan.” İnsanın aklını, barışı, kardeşliği yakamazsınız, tarihin diyalektiği çarpar! - Engin Turgut, Semah - Görsel Manipülasyon: İstasyon Dergisi (Temmuz, 2021, Sayı: 10)
25 notes · View notes
felsefebilim · 3 years
Text
İnsan Ne İle Yaşar?
Tumblr media
Ünlü yazar Tolstoy’un yaşadığı hayat ve gördüğü zorluklar onun ahlaki yönden güçlü bir birey olmasına sebep olmuştur. Tolstoy’un hikayelerden oluşan kitabına da ismini veren ‘İnsan Ne ile Yaşar’ hikayesi, insanın ne için ve nasıl yaşadığını sorgular. Bu sorgulamada cevabı Tanrı, gökten düşmüş bir melek aracılığıyla gösterir.
Tolstoy, hikayede üç soruya yönelir ve bu üç sorunun cevabı olan 3 hakikati arar. Bu sorular şunlardır. 
1-İnsanın kalbine ne hükmeder?
2-İnsana ne verilmemiştir?
3-İnsan ne ile yaşar?
Tolstoy’un ilk soruya verdiği cevap merhamettir... İnsanın kalbine, merhameti hükmeder eğer merhametli birisiyse yaptığı eylemler ona paralel olarak ahlakidir, ve mükâfatlandırılır. İkinci sorunun cevabı ise, ihtiyaçtır. İnsan neye ihtiyacı olduğunu bilemez çünkü kader vardır ve hayatımızı öngöremediğimiz kaderimiz şekillendirir.  (Tıpkı ‘sen ne plan yaparsan yap hayatın senin için her zaman başka planları vardır’ cümlesindeki gibi) 
Son soruya verilen cevap ise sevgidir. Yazar, hikayenin sonunda insanın sevgi, merhamet ve umut ile yaşayabileceğini, insanı yaşatan şeyin sevgi olduğunu; içindeki sevgi -özellikle de Tanrı sevgisi- olduğu  ve ona kulak verdiği sürece her zaman doğruyu bulabileceğini-yapabileceğini söyler. 
77 notes · View notes
kitapoezeti · 2 years
Text
Ümmet Bilinci Atasoy Müftüoğlu
Çağın nabzını tutabilen son düşünürlerden biri olan Atasoy Müftüoğlu’nu bir çoğumuz tanımayabiliriz. Kendisi Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Rasim Özdenören ve Mehmet Akif gibi müslüman yazar ve şairlerin neslindendir. Birçok Gazete ve Dergilerde yazarlık yapan Atasoy Müftüoğlu halen farklı internet sitelerinde yazılarına devam etmektedir. Kendisi gönlünü her türlü kalıplardan temizleyerek, tüm islam coğrafyasını kucaklayan ve onların sorunlarına çözüm arayışında olan bir yazar.
Kitabımızın önsöz kısmında yazarımız insanlığın içinde bulunduğu buhranı ve toplumların/fertlerin ideolojiler sayesinde özçıkar olmaksızın birbirlerine yakalaşmamasına kısaca değiniyor.
İlk satırlarını islamın gayesini ve hedeflerini anlatarak başlayan Atasoy Müftüoğlu, ileriki sahifelerde insanlığın özellikle de müslüman çevrenin nasıl ve ne şekilde ezilip, sömürülüp, köleleştirildiğini anlatıyor ve 21. Yüzyılı ile 11. Yüzyılı arasında benzerlikler olduğuna dair vurgu yapıyor. Müslümanlara zararı dış etkenlerden daha çok, kendilerinin mistik bir din anlayışına, olağanüstülüğe, geleneğe ve kutsallaştırılmış dini ve politik liderler ile ufkunu ve aklını dar bir bakış açısıyla sınırlandırarak verdiği eleştirisinde bulunuyor. Bundan dolayıdır ki düşünce eylem bütünlüğü parçalanmış bir vaziyettedir. Tek akla, tek yoruma, tek görüşe dayalı bir düşünceyi şiddetle reddeten yazarımız, tüm insanlığı kuşatacak bir din dilinin gerekliliğine atıfta bulunuyor.
‚Islam, insan ilişkilerinde ve davranışlarında evrensel ahlaka uyulmasını teklif eder.’
Ulus devletlerin ırksal üstünlük fikrine dayalı olarak ortaya çıktığını savunan Atasoy Müftüoğlu, müslümanlar için mevcut rejimlerin çizdiği sınırlar içerisinde bir değişimin mümkün olmayacağı uyarısında bulunur. İslam dünyası hizipçi, ırkçı, kabileci anlayışları terkedip, yapay sınırları ortadan kaldırarak evrensel bir dayanışma ile tahakkümü altında olduğu dünyadan kurtulabileceğini öne sürüyor.
‚Bütün yeryüzü bizim ülkemizdir.’
Tüm insanlığa gönderilen bir dinin, ulus sınırları içerisine hapsedilerek, kavmı imtiyazlara yönelik yararlanmasına karşı çıkıyor. İslam düşünce ve kültürel birliğini kurabilmek için, müslümanların aile, çevre, kabile ve ulusunun çıkarlarına göre değil tüm İslami ölçüleri evrensel boyutları içerisinde ele alınması gerektiği tavsiyesinde bulunuyor.
‚İnsan hakikati, kavramaya yetenekli olarak yaratılmıştır.‘
Tumblr media
3 notes · View notes