Kalbimi kaç yerinden birden bıçakladılar sevgilim… Oralı olmayınca sen, bana bir şey olmasından korkmadılar. Yaralı köyün en güzel yalnızlığının en güzel yalnızı olarak kotardılar kalbimi. Ben ise kurtarılmış gibi görünüp asla bir daha kendimi bulamadım.
İlhamı en ölümlü yanından vurdular sevgilim… Görmeyince sen, ona bir şey olmasından korkmadılar. Ben korkuyorum ama… Adında filizlenmeyen sevda vuslatım, seni birkaç darbede gecemden de ayırmak istiyor. Yirmi dört saatsin sen. Üç yüz altmış beş gün ve elli iki hafta… Seni benden almasınlar.
Çok, çok bulanık her şey. Netlikte yüzen mutluluklara figüranmışım. Son sahnesinde hayatın, “seni seviyorum” dedirteceklermiş bana. Tek göz odalı kalbimin kiracısını değiştireceklermiş. Yalnızlık çıksın aradan, girsin içeri pembe pantolonlu yalan sevdalar diyorlarmış. Orası senin.
Hülyada kovalar yuvarlanıyor. Su dökülüyor hepsinden. Gitme. Sessiz ve susuş dolu yalnızlığımın bile sana ihtiyacı var. Gitme.
En soytarı halimde bile ciddiye binen bir sevda taşıdım bu kalpte.
Kapkaranlık gökyüzünün altında doğan ve umut süresi kum saati gibi dolan bir yaşlanmışlıkmış bu sevda.
Ruhumu doğru zamanın yanlış sevda hançerine buluyorlar sevgilim. Kurtar beni.
Şimdi söylüyorum; seni, geçen yılların suçluluk hadisesinden de çok seviyorum. Özrümü bir makasla kesiyorlar sevgilim.
Sen yine de kabul et. Suç duyurusunda bulunma. Kaç yıl yatılırsa bu sevdada; hücreden ayrı yatarım; kalbinin en temiz kodesinde … Ceza ise bu, razıyım.
Şiirlerin gözleri doluyor. Var git diyorlar bana. Katil olmayalım yok yere. Kalemim de kovuyor beni artık. İzin verme sevgilim…
Şefkat boruları patlayan geleceğin, düne kızgın mutaassıp sevdalısıyım. Hiçimi dövüyorlar sevgilim. Kurtar. Hiç bile her şey; sen varken, vurmasınlar.
Kalpte pişen yemek, dibini tutturdu sevdanın. Yanık da olsa kabulüm. Hangi aşk temiz yollardan sarılmış ki kalbi hamarat sevdalıya? Önce yakarsın sonra en iyiyi yapmayı öğrenir, en iyisinden seversin.
Mutfağa beni almıyorlar her şeyim. Kapıları aç, kıramam. Yastığımın şükür duasında tescilli adın; her gecenin namuslu uyku seferinden seher vaktine…
Ebediyete, ezele… Seni almaya çalışıyorlar sevgilim; izin vermem. Göremediğin o her yerdeyim. Çıtım çıkmaz.
Çanakkale'de bir üniversite gömdük biz..
Dünya tarihinin en kahraman ve kanlı muharebelerine sahne olan Çanakkale Savaşları'nda, yeni kurulmakta olan birliklerin subay ihtiyacı İstanbul'daki üniversite ile Anadolu'daki liselerden karşılandı. Seferberlik başlangıcında ilk silah altına alınanların üniversite ve medrese öğrencileri olması nedeniyle, Çanakkale Savaşı için "Subaylar Savaşı" da denildi.
Çanakkale Savaşı'nda 100 binden fazla okumuş ve aydın insan kaybedildi, bu kaybın olumsuz etkileri Türk İstiklal Harbi'nde ve Cumhuriyet Türkiye'sinde görüldü. Mustafa Kemal Atatürk bu kaybı şöyle ifade etmiştir: 'Biz Çanakkale'de bir dar-ül fünün (üniversite) gömdük'
Savaşta yüz binden fazla okumuş ve aydın Türk kaybedildi. Atatürk, bu durumu "Biz, Çanakkale’de bir Dar-ülfünun (Üniversite) gömdük" diye anlatmıştır. Atatürk, ayrıca Çanakkale'yi şeyle özetlemiştir: Balkan harbinde alnımıza sürülen lekeyi Çanakkale’de temizleyebildik...
Galatasaray'dan 5 mezun
1912’de 60 mezun veren Galatasaray Lisesi, 1915 yılında 18, 1916’da 4 ve 1917’de 5 öğrencisini mezun edebildi. Çanakkale’ye gönüllü olarak gitmek üzere başvuran İstanbul Lisesi öğrencileri, 13 Mayıs 1915’te Arıburnu’na sevk edilen ikinci tümene katıldılar. Lise öğrencilerinin kolunda sarı kurdele bağlıydı. 19 Mayıs Taarruzu’nda, “hedef olmamaları” için bu kurdeleleri çıkarmaları emredilmişti onlara... Ama sadece İstanbul Lisesi bu taarruzda 50 öğrencisini kaybetti.
Yoklama: Şehit
Bu haber duyulunca okuldaki öğrenciler, okulun kapılarını ve pervazlarını siyaha boyadılar ve Çanakkale Zaferi'nden sonra okulda yapılan yoklamada şehitlerin ismi okunduğunda “Şehit... Cennet-i Âlâ’da!” diye bağırdılar. Vefa Lisesi ve Çapa Erkek Öğretmen Okulu da bu yıllarda Çanakkale Savaşı’na katılan ve şehit düşen öğrencileri nedeniyle mezun verememişti. 1916-1917 öğretim yılında Balıkesir Lisesi, Çanakkale Savaşları’nda 94 şehit verdi. Balıkesir Erkek Muallim Mektebi’nden de büyük miktarda öğrenci harbe dâhil oldu ve bu okul, 1914-1918 yılları arasında yalnızca 2 mezun verebildi. Balıkesir’de yayınlanan Karesi Gazetesi’nin o günlerde verdiği bir habere göre, babaları Balkan Savaşı’nda şehit düşen ve Edirne Lisesi’nden Balıkesir Lisesi’ne yatılı olarak nakledilen 25 izci öğrencinin tamamı gönüllü olarak Çanakkale’ye gitmiş ve orada şehit olmuştu.
Sivas mezun veremedi
17 yaşındaki öğrencilerini cepheye gönderen Sivas Lisesi’nde öğrenciler okuldan ayrılırken, hocalarına hitaben tahtalara; “Hocam biz Çanakkale’ye gidiyoruz. Hakkınızı helal edin.” diye yazdılar. Savaşa giden öğrencilerin geri dönmemesi nedeniyle 1915’te Sivas Lisesi’nde hiç mezun verilmedi. Edirne Lisesi’nin öğretmen ve öğrencileri de harbe katılmıştı, onlar da geri dönemedi.
1911’de 64 öğrencisini mezun eden Kastamonu Abdurrahman Paşa Lisesi 1916- 1917’de cepheye gidenler nedeniyle hiç mezun veremedi. Trabzon, Erzurum ve Konya Gazi liselerinde de durum bundan farksızdı.
Bu savaş “Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı” türküsündeki gibi ülkeye “gençliğim eyvah” dedirtti ama o öğrencilerin cesaret aşılayan mücadelesi hem Çanakkale’den zaferle dönenlerin hem de sonraki kuşakların vatanı müdafaa kararlılığını artırdı.
100 binden fazla aydını kaybettik
- Çanakkale muharebelerine Türkler 310 bin, İngilizler 460 bin (yabancı kaynaklara göre 410 bin), Fransızlar 79 bin kişilik kuvvetlerle katıldı.
- Bu muharebelerde İtilaf kuvvetleri, Türk kaynaklarına göre toplam 180 bin (İngilizler 155 bin, Fransızlar 25 bin), yabancı kaynaklara göre de toplam 252 bin (İngilizler 205 bin, Fransızlar 47 bin) zayiat verdi. Türkler ise kara muharebelerinde 57.084, deniz muharebelerinde 179, toplam 57.263'ü şehit, geri kalanı yaralı, esir ve kayıp olmak üzere 211 bin kayıp verdi.
- İstanbul’un elden çıkma korkusu silindi.
- 18 Mart Deniz Zaferi, Gelibolu Yarımadası’nda cereyan eden kara muharebelerinde, Türk askeri için büyük bir moral kaynağı oldu.
- Çanakkale Zaferinin Türk ulusuna en büyük armağanı, Mustafa Kemal Atatürk’ü ve onun askerî dehasını ortaya çıkardı.
- İtilaf devletlerinin planı boşa çıktı, savaşın en az iki yıl daha uzamasına neden oldu.
Çanakkale savaşlarında 100 binden fazla okumuş ve aydın Türk kaybedildi, bu kaybın olumsuz etkileri Türk İstiklal Harbi’nde ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde görüldü. Mustafa Kemal Atatürk bu durumu şöyle ifade etmiştir: "Biz Çanakkale’de bir Dar-ülfünun (Üniversite) gömdük."
Estonya’da iyi berber bulmak zordu. Berberlerin çoğu kadındı. Karışık kestiklerinden bazıları erkek saçından hiç anlamıyordu. Geçen sefer Maria diye birine kestirmiştim ve harika kesmişti. Maria anaç bir karıydı, hafif balık etli, dolgun yanaklı. Songül teyzem gibi cana yakındı. Orta yaşlıydı. Aynada şüpheli bir şekilde kendime bakarken “Aklında bir şey varsa sorabilirsin” demişti, aklıma bir soru gelmeyince “Nerelisin” demiştim. “Saçla ilgli demiştim” diye güldü. Sonra ekledi “Tallin’liyim”, ardından biraz muhabbet ettik. Antalya, tatil, kebap. Berberlerin konuşması burada pek adet değildi ama Maria konuşmaktan hoşlanıyordu. Kesimi de çok iyiydi. Tekrar mail atıp randevu aldım.
Saat 12:25’de Kristiine Keskus’deki berber salonuna girdim. Kadın erkek karışık salona ne deniyordu acaba? Kuaför? Berberiye? Güçlü bir şekilde ışıklandırılmış, steril bir yerdi. Raflarda pahalı saç ürünleri vardı. Arabesk müzik çalmıyordu. Kül tablalarında tüten sigaralar yoktu. Kolonya kokusu yoktu. Estonya’daki çoğu yer gibi sessizlik ve feminenlik hakimdi. Biraz ilerleyince güzel bir kız taifesi ile karşılaştım. Yaşları 25 ile 40 arasında değişiyordu, sarışın, bomba ve bakımlılardı. Hoşgeldiniz dedi en baş berber, randevum vardı dedim. Tamam dedi, birisini çağırdı, gelen kişi Maria değildi. Bu durum biraz canımı sıktı.
Böyle kalbur üstü bir mekanda herkes ustadır diye kendimi avutmaya başladım. Montumu bıraktım, içinde laptop olduğu için çantamı yanıma almak istedim. Oturacağım yerin yanına bırakırken ilk azarımı yedim, “Buraya koy” dedi, “Sandaleyenin üstüne koy, yerde saç olur”. Dediğini yaptım. Maria beni böyle azarlamazdı. Cebimden telefonu çıkarıp istediğim saçı gösterecekken “Sonra gösterirsin, önce saçını yıkayalım” dedi. Berit 30’lu yaşların sonlarındaki berberimdi. Adını yaka kartından görmüştüm. Siyah saçlı, beyaz tenliydi. Zayıftı, gençliğinde çok güzel olduğu belliydi. Yüz hatları inceydi. Sol kolunda sivri şekilli bir tribal dövme vardı. Arada bir aynada kendisine bakıp güzel olup olmadığını kontrol ediyordu. Bilinç altım birkaç saniyede kararını vermiş, Berit’i tehlikeli bulmuştu. Beynim bütün ip uçlarını bir araya getirerek saçımın nasıl bir akıbete uğrayacağını çözmeye çalışıyordu.
Oturup istediğim saçı anlattım, kaşlarını çatarak dinledi, arada bir gülümsemeye çalıştı ama gülümseme suratında pek durmuyordu. Makyajı özenle yapılmıştı. “Kaşlarını incelteyim mi” diye sordu. Ne saçma bir soruydu. Kaşlarımı inceltip ne yapcaktım? “Yoo böyle iyi” dedim. “İyi sadece sordum” dedi. Tam arkamızda ergen bir kızın uzun saçlarını fönleniyordu. Kızın gözlerinde hüzünlü ifade vardı. Yazık. Sevgilisinden mi ayrılmıştı acaba? Bugün kimse mutlu değildi anlaşılan. Genelde negatif ortamlarda yaptığım gibi ortamdaki sakin güç olmaya çalıştım.
Berit saçlarımı kesmeye başladığında ilk hamlesiyle saçı mahvetti. Önlerini çok kısa yapmıştı. Belliydi böyle olacağı. “Bu kadar kısalık yeterli” dedim, “tamam” dedi. Ama iş işten geçmişti. Ah Maria. Kesim devam ederken arkadaki berberin fönü yanlışlıkla bize geldi, kesilmiş saçlarımı havalandırdı. Berit sertçe kaşlarını çattı. Ama traşa devam etti, bir kez daha rüzgar bize gelince dönüp ciddi bir ifadeyle kadını uyardı. Diğer kadın cevap vermedi ama bozulmuştu. Berit ile aynı yerde çalışmak sabır taşlarına çok yük bindiriyor olmalıydı. Beritle evlenip çocuklarım olsa nasıl bir hayatım olurdu acaba? Bu düşünce beni mutlu etti. Peki Maria? Tombik Maria her haftasonu pişi yapıp çocuklarıyla güreşecek, kocası istedi diye 15 dakikada kısır yapacak biriydi.
Aynada kendime bakıyordum, suratımı değiştirmediğimde aklımdan geçenleri kimse bilemezdi. İnsan ne değişikti. Traş bitti, ayna ile kafamın arkasını gösterdi, “nasıl olmuş?” diye sordu. Gülümsemeye çalıştım ve “iyi oldu, teşekkürler” dedim. Aynadaki yüzüm inandırıcıydı. Berit ile ters düşmek istemezdim. Dışarı çıktım ve yaralı bir hayvan gibi tuvalete sığındım, aynada kendime tekrar baktım. Zaten seyrek olan ön tarafı iyice açmıştı. En az 15 gün gerekiyordu saçın kendini toparlaması için. 42 euro gitmişti. Kimsenin umrunda olmayacaktı ama tatsız bir olaydı. Sonra toparladım kendimi, ucuz Asya restoranında 6,5 euroya bir tas acılı noodle yedim. Hoş bir mekandı, gösterişli hiçbir şey yoktu, ışıklandırma yetersizdi ama huzur veriyordu. Arada tavuk atomları da denk geliyordu. Yemek moralimi düzeltti.
İyiydi iyi. İş saatinden önce saçımı kestirmiştim, 2-3 kız görmüştüm, noodle yemiştim. Hayat fena değildi.
Tam bir yıl önce ablam hediye etmişti bu kaktüsümü. Onu kaybetmemek için çok direndim ama gövdesi çürümüştü. Son çare olarak ucundaki sağlam yavruları ayırıp onları başka saksılara diktim. Hasta yaralı gövdesi yavrulara da zarar vermesin diye. Daha önceleri de yaralı kaktüsleri iyileştirdim ama bu kaktüsüm için yapabileceğim hiç bir şey yok gibiydi. Bir süre sonra unuttum onu. Bütün kış boyunca balkonda unuttum.. O ölmedi. Diğer bütün çiçeklerimin, yaralı gövdesinden aldığım sağlam yavruların aksine bahara ilk o uyandı ve şimdi yavruları var böyle.
Bir kaç gün önce kaydettiğim bir şiirde "Beni burada unuttunuz. Beni iyi ki burada unuttunuz, bak nasıl da güçlendim, büyüdüm. Kestikçe filizlenen her şey gibi küstahça ve gururla" diyordum. Bu kaktüs bir yıl önceki halim gibi.
İnsan bazen kendi gövdesinden doğrulup yeni, yeşil bir gövdeden var olabilirmiş. İçinde çürümeye yüz tutmuş her şeye ve köklere rağmen. Hiç inancın kalmamış, çok karanlık, çok sabahsız, çok soğuk günlerin sonunda bir gün yeniden yeşerebilir, yeşermenin yolunu bulabilirmiş, yaralara rağmen, yaralarıyla birlikte🌵💚
"Sayılara kalırsa tel örgüler zindanın saçları değildir"
ne zaman eksiltselerdi beni
gökyüzü tamamlıyordu
sayıların kalbi yok
onlar ışığın ölümüne kaza süsü verdiler
yenilgi satıcıları hayret ediyor;
mektuplarım hiç yer kaplamıyordu
evren gözümün içine bakıyor ustaca
ve boş sayfaların başında nöbet bekleyen silgi
incecik bir çizgi bile görse saldıracaktı
üzerime serpiştirilen yaralı bir ağaç
ülkesini kumarda kaybetmiş bir bulut
veya koparılmış bir papatya demeti
etrafımda dolaşıp dururlar bütün gün
üzgünlüğüme kesinleşmiş bilgi sürerler
ah, siz! adres taşıyıcıları
anlama sahip çıkmak nasıl da göz kamaştırıcı
ve nektar kadar değerli, ah bütün gün hem de!
sayılar karşıdan karşıya geçerken
herkes; diğerleridir
ve bir sürü at
toplarsan hepsi birden çöl gazetesi
hiç manzaramız olmamıştır sayılara kalırsa
hatta heykelcikler ayetlerden yapılmıştır
tesadüfen oluşmamıştır eğilim. sayılara
kalırsa tel örgüler zindanın saçları değildir
yardımcı rüzgârlar biliyor: aşırılık
güzelliğin düşmanıdır
burada karanlıklar karar verici
iptal edilmiştir bilge siparişleri
bir başınasın dünya ağrısıyla
elindeki tek bilgi; reddetme yeteneği
hiç değilse bir lekeyi temizler merakın gücü
bir mutsuzu dönüp baktırır gülümseyen yüz
hiç değilse liderliğe oynar çiçek parçacıkları
ana binaya kalırsa bütün bunlar olağan şüpheli
sayılar kağıttandır, ıslanıp yırtılabilirler
ama metal olan her şeyi satın alırlar Ortadoğu dahil
sayılar genellikle kaza kurşunu bile sayılmazlar
onlar cinayeti bir yürüyüşçünün üstüne atarlar
sonra sanat geldi ve ten yağmuru
ve açlık grevine yatan iki kelime
ah o kilolu evlerin içindeki duygu ıssızlığı
vicdan haritasındaki kıpırtısız uyku
öyleyse sanat evlere kurulan pusudur
şimdi toplanıp koca ağızlarıyla
içsesin ölümüne de kaza süsü verecekler
Film önerisi yapar mısın Rüzgar? Türü önemli değil, gereksiz bir şey önermeyeceğini biliyorum.
Geçenlerde Yedinci Mühür'ü izledim. 1957 yapım olmasına rağmen bu kadar kaliteli oluşu şaşırttı beni. İnsanın Tanrı arayışını ve Tanrıyla ilgili değerleri sorgulayışını ölüm ile satranç oynayan bir adam üzerinden anlatıyor, kaliteli siyah beyaz bir filmdi.
Daha gerilim, aksiyon filmleri arıyorsan The Old Guard hoşuma gitmişti, çerez gibi bir film. Uyumsuz aynı şekilde güzeldi.
Al pacino filmlerini çok severim. Yaralı yüz ve Şeytanın avukatı beğendiğim filmlerinden. Bunlar da daha çok felsefi ya da ufak aforizmalar bulunan filmler. Özellikle Şeytanın avukatı bayağı güzeldi, beklemediğin yerden vuruyor.
Türk sinemasından ise tabutta rövaşata hoşuma gitmişti. Uzaktan bakıldığında normal bir yaşantıdan ibaret ama işte ufak anlamlarla çarpıcı bir film oluveriyor. Ardından, Nuri Bilge Ceylan filmleri güzeldir. Bu şekilde, pek bi' film kültürüm yok.
Gelmiyormuş ve gitmek gibisi yokmuş. Elleri cebinde, kalbi başka cennette, aklı ise mesafe katıklarında bana sarmalanan bir tür oyunmuş. Kafiye teri döküyorum özlem yuvamda; çalmayan kapımın zilini unuttuğum şeffaf dakikalarımda dinlediğim müziklerin melankolik âşığı oluyorum çoğunlukla. Unutmuş, zaten ona beni sevmek diye bir şey yokmuş. El ele tutuşuyor yalnızlıkla hasret, mahşere birlikte gitmek için sözleşiyorlar. İzliyorum uzaktan ve kaygılı. Çok seviliyormuş, zamanında da ben tarafından çok sevilmiş ve ezberlemiş unutulmamayı. Benim, unutulmayı ezber ettiğim gibi. Sayfa bir milyon, satır yok oluş ve düğüm bin altı yüz sensiz yetmiş dört. Saçmaladım işte. Onsuzken hep böyle. Hoşça kaldı mı? Hoş mu şimdi? Mayınlı ve mayhoş satırlarım onu özlemekten tekrara düşerken ve ben yaralı caddelerin sayılan adımlarınca tek kendime yürürken o hoş kaldı mı? Kaldı tabii. O hep hoştu zaten. Hoşça kal dememe gerek yoktu bu yüzden. Yakalandım işte, cesaret mi doğruluk mu? Hep doğruluktu, doğru olan o değilken bile. Fırsata çevirmiş kaderi, sevmiş ve sevilmiş öyle diyor kalbimin gümbürtüsünü yitiren yıkık sevgi emaneti. Mutluysa sorun yok. O yoksa bende zaten bir hayat yok. Sevdim ve böyle aptal, saçma, klişelerden uzak derin bağla; kendimi kendime düğümlerken halatım onsuzluk olmuşken. Ölme, cennete gelemem de görüşemeyiz sonra…
Optik Yanılma bir göz yanılması aslında çoğumuz ismini bilmese de yaşayan olmuştur. illa çöle düşmeye gerek yok bakış açısını değiştirmek yeterli sanki siz ne dersiniz?
Optik Yanılma
Optik Yanılma, güneşin yakıcı sıcağı altında, çölde ilerleyen bir adam vardı. Yalnızca kendisi ve hayatta kalma mücadelesi vardı. Uzun süredir yemek yememiş ve susuz kalmıştı. Kaybolmuştu ve yolu bulamıyordu. Düşüncelere dalıp sevdiğini düşünmekten kendini alamıyordu belki bir daha göremeyecekti. Ancak o, hayatta kalmak için mücadele etmekten vazgeçmedi.
Birkaç gün boyunca yolunu bulmaya çalıştı ama ne yazık ki başarısız oldu. Gece olmaya yüz tutmuş gündüzün bitim habercisi kemiklerini sızlatıyordu aniden oturdu. çölün soğukluğu üzerine çökerken, yaralı ve zayıf düştüğü bir anda, bir deve beklenmedik bir şekilde karşısına çıktı. Anlam veremiyordu. Deveye binerek yola koyuldu.
Bir vahaya rastlamıştı ve içerisinde bir kuyu vardı. O kadar güzel bir vahaydı ki gözlerine inanamadı. Su sesi kulağına güzel sesli bir kadının şarkı söylemesi gibi geliyordu. Etraftaki yeşillikler çölde olduğunu unutturacak kadar yeşil sıcak değilmiş gibi canlıydı. Gözlerini ovuşturdu. Suya yaklaştı hızla su içti ve daha sonra yemek aramaya koyuldu. Zaman ilerlemiş hiç uyumaya fırsat bulamamış devenin üzerinde uyukladığı ile duruyordu. Gözlerine inanmayarak ileriye bakmaya başladı. Bu kez şans onun yanındaydı ve biraz ötede, çölden geçen bir kafile gördü. Yardım istemek için kafileye doğru gitti.
Kafile, onu kurtardı ve beraberinde getirdikleri yiyecek ve su ile hayatını kurtardı. Fark etmesi yemeği ve suyu içtikten sonra oldu ne ortada bir deve ne ortada bir vaha vardı. Ancak, adamın içindeki macera tutkusu hiçbir zaman kaybolmadı. Bu, onun hayatta kalma mücadelesinde karşılaştığı zorluklardan kurtulamayan ruhunun bir yansımasıydı.
Adam, daha sonra çölde kalmaya karar verdi ve kafileye katılmak yerine yalnız başına devam etti. Bu, cesaretinin ve azminin bir göstergesiydi. Daha da ileri gidebilmek için kendini her gün daha çok zorluyordu. Kaybolduğu ve ölümle karşı karşıya kaldığı çölde, hayatta kalabilmesini sağlayan bu azim, onun yeni maceralara atılması için de bir güç kaynağı oldu.
Yıllar boyunca, çölde birçok zorluğa karşı koyarak hayatta kalmayı başardı. Her seferinde, içindeki macera tutkusu, ona bir umut ve güç verdi. Yaşadığı maceralar, onu hiçbir zaman terk etmedi ve o, hayatını özgürlüğü ve cesaretiyle dolu bir şekilde yaşadı.
Ancak, bir gün çölde yine kayboldu ve yolunu bulamadı. Bu kez başka bir oaza(vaha) rastlamamıştı ve yiyecek, su yoktu. Uzun süre yürüdü ve ne kadar ilerlediğini bilmeden çölden geçmeye çalıştı. Yorulduğunda, güneşin altında baygın bir şekilde yattı ve hayatta kalmak için son gücünü harcadı.
Optik yanılmaların güzelliği, onu çöle mahkum etmişti. Bazen serap görmekte olduğunu anlıyor ama kendini gene maceradan alıkoyamıyordu. Serabın güzelliği onu içine çekiyordu. Çaresizdi, artık dayanma gücü kalmamıştı, sürekli etrafa bakınarak buluyordu kendini. Oturdu, sadece şunu düşündü: bu güzel vahaları tekrar görememek onu üzen tek şey oldu ve oturduğu yerde kaldı. Sevdiğini; severek, özleyerek, kaybettiği bir dönemde almıştı bu kararı kafasının içinde kurduğu hayalleri hayatın içinde en zor koşullarda yaşamak istemişti ve buna da macera demişti. Kaybetme acısını yaşamanın bir kaçış yolu idi.
Hayatın getirdiklerinin, güzelliklerinin peşinden koşarken asıl yapılması gerekenleri kaçırmış olabiliriz. Gerçekten uzaklaşmak yerine, yaşamı, mutluluğu ve macerayı barındıran bir hayat inşa etmeliyiz. Acılarımızı atlatabileceğimiz bir seviyede tutmak için önceden kendimizi hazırlamalıyız. Hiçbir birey bu dünyada sonsuza dek yaşam süremez. Sonsuz olmayan bu yaşamımıza göre düşünce yapımızı değiştirmeliyiz. Optik yanılmanın peşinden çok gitmemek gerektiğini bilmeliyiz. Optik yanılmanın her zaman var olduğunu, fakat herkesin zihnine kazınmış bu klişeleşmiş hikayede bile serap görme, vahaya erişme ve ne zaman kurtulacak olay örgüsünü düşünmek merak uyandıran en önemli kısımdır. Sonucunu biliyoruz ama yine de yapmaktan geri durmadığımız durumlar gibi. Optik yanılmalara kendimizi çok kaptırmadan biraz heyecanlı, maceraperest, duygulu ve dozunda bir yaşam sürmeliyiz.
“Kıssadan hisse, ‘Çölde kutup ayısıyla karşılaşmak’. Nasıl bakarsan bak sadece görmek istediğini görürsün. Dikkatli bakmak gerek hayatın sunduğu güzellikleri görmek için.”.
KAYNAKÇA:
Optik Yanılma - Gelişimin Öncüsü Kişisel Blog (berkecaliskan.com)
Hiç dalga geçtiniz mi? Keyifle yüz çizgilerinizle, onlar ki yaşanmışlıkların güzellikleri.
Gün içinde kahvenizi bir müziğin eşliğinde içerken, tango müziği mesela; o güzel ritim doyumsuz bir tad bıraktı mı ruhunuzda,
kahve tadı damağınızda bırakırken.
Yürüyüşe çıktığınızda bir parka, yol boyu dizilen ağaçlara dikkatli baktınız mı?
Ve mevsim sonbaharsa havanın hafif serinliği, ağaçların renkleri, görsel bir tablo gibi yerdeki renkli yapraklar, hafif yağmur çisilemesi, çiçeklerdeki çiğ taneleri.
Hiç kendinize papatyadan taç yaptınız mı? Taçların en güzelini hakediyorsunuz,
bunu en güzel kır çiçekleri bilir.
Yorgun bedeninizi koca bir çam ağacının gölgesinde dinlendirdiniz mi?
Akşam sahilde oturup soğuk bir bira açıp
hafif mayhoş kafayla içinizden geldiği gibi etrafa pek önemsemeden
kahkahalar attınız mı? Veya naralar.
Hanımefendilik bir kenara o çocuk tarafınızla biraz çılgın, biraz delice hiç şımardınız mı?
Ve gece yasladınız mı? Hüzünlü gönlünüzü yakamozun düşlerine.
O çok istediğiniz kırmızı elbiseyi aldınız mı? Almalısınız.
İnanın hayatta o kadar güzel şeyler var ki saymakla bitmez, hüzünlenmek de güzel.
Yalnızlığın sancısı olmasın, yalnızken bile insan özel. Her an değerlidir bırakın sizi
inciten yaralayan duyguları. Acılarınızı da alın koyun bir köşeye öyle valiz gibi taşımayın içinizde...
Elbetteki kimseyi ilgilendirmez özel olarak ama bir gün herkesin ihtiyacı olabilecek bir sorudur. Ben kedi miyim?
Kediler mi dokuz canlıdır insanlar mı?
Herhalde ilk canımı kızgın bir boğaya yaklaştığımda ve boğa beni tepip havaya uçurduğunda harcadım. Nefesim kesilmişti. Ölmem gerekirdi. Sanırım orda ikinci can hakkım doğdu.
İkinci canımı aşısız biçimde geçirdiğim kızamık yada çiçekte harcadım.
Üçüncü dördüncü canlarım kendimi kimyasal zehirlerle boğmamla gitmiştir. Birinde harç kimysalıyla diğerinde yanan bir plastik borudan içime çektiğim zift ve dumanla boğdum kendimi. Yine nefesim kesildi. Boğuldum ama yine hayata döndüm.
Beşinci canımı iltihaplanan apandisit alacaktı. İki ucu pis bir ameliyattı. Doktorlar beni ya patlayan apandisitin zehiriyle ölmeye bırakacaktı ya dolu bir mideyle ameliyata almanın riskini taşıyacaktı. İkincisini tercih ettiler. Zor da olsa hayatta kaldım.
Altıncı canımı araba kazasında harcamışımdır. 80 km hızla taş duvara girmiştim. Başka bir araba konserve kutusu gibi ezilirdi. Arabanın tank gibi oluşu sayesinde hayatta kaldım.
Yedinci canımı kurşun alacaktı. Azrail düğünde sarhoş kız babası rolüne girmişti ve o ana kadar hiç tanımadığım adamın kanlı gözleri beni öldürmeyi seçti. Rol icabı yıkılırken çektiği tetikten çıkan kurşunun rüzgarını saçlarımda hissettim. O kadar yakın geçti.
Sekizinci canım yine kurşunlara fedaydı. Arkasına saklanacak tek bir ağa�� tek bir taş bile olmayan, yerleşim yerlerinden uzak bir kırsal alanda ikisi silahlı ve arabalı bir polis ekibi, yine silahlı ve altında arabası olan bir sivil, toplamda beni öldürmeye karar vermiş silahlı ve arabalı üç kişinin saldırısından sadece yaralı olarak kurtuldum. Üstümde tırnak çakısı bile yoktu ve yayaydım. O kadar ki muhtemelen binlerce cinayet görmüş olan hastene polisi kapıda durmuş gülümseyerek beni izliyor.
-Hayırdır. Bir gelişme mi var diye sordum.
-Bu mucizeyi gerçekleştiren adamı bir daha görüyüm istedim. Allahın sevgili kulusun vallaha, yüzde yüz bir ölümden sen nasıl kurtuldun diye hayret ediyorum. Bunu başaran adamı bir kere daha görüyüm diye geldim" dedi.
O da bilemezdi ki ben henüz sekizinci canımı harcamıştım.
---
Sözün özü, hangi olayda yada kimin elinde kalır belirsiz ama bir canım kaldı gençlik.
Böyle diyor Filistinli şair Samih el Kasım. Sütün, ekmeğin ve bir ülkenin özgürlüğü için savaşmak gereklidir ancak o ülkenin özgüvenliğini ateşe atmak da savaş kadar tehlikelidir.
Filistin, yaklaşık yüz yıldır özgürlüğüne yönelen işgalci devlet saldırısıyla yaşadı, yaşıyor. İsrail’in Filistin halkına yönelik baskı ve saldırıları yeni değil. Bu baskı, yıldırma ve işgale karşı Filistin halkının kendini savunması doğal, haklı ve zorunlu bir karşı koyuştur ama yine de özgürlük ararken başka bir ülkenin sivil halkını ölümle sınamak, özgürlüğü kuşkuya düşürebilir.
Bu kez Hamas’ın sivillere saldırısıyla başlayan bu yeni savaş sürecinde, Batılı işgalcileri de yanına alan İsrail, “fırsatı ganimete çevirmek” için çoluk çocuk, sivil asker demeden misillemeye, Gazze’de bir soykırıma girişti. Saldırganlar bir hastaneyi bombaladı. Hastanede beş yüzden fazla ölünün ve en az o kadar da yaralının olduğu söyleniyor. 7 Ekim’ den bu yana Gazze Şeridi’nde beş yüzü çocuk, üç binden fazla Filistinlinin öldüğü ve dokuz bin Filistinlinin yaralandığı biliniyor. Batı Şeria’da da elli dört ölü, binden fazla yaralı var.
Bu çatışmada silahsız insanlar öldürülüyor. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar bombaların ve kurşunları hedefinde. Bir halk soykırıma uğruyor ve topraklarını terk ediyor. İşgalci İsrail, Gazze Şeridi’ni boşaltmaya çalışıyor. Uluslararası hukuk kurallarına ve Cenevre Sözleşmesi’ne göre savaş suçları işliyor.
Biliyoruz ki bu soykırım da savaş suçları da yeni değildir. Yaz sonunda İsrail’in, Batı Şeria’da Cenin Kampı’na saldırısıyla başlayan “siviller savaşı”, güz ortasında da “sıcak savaş”a dönüştü. Yerde tanklar, gökte füzeler ölüm ve gözyaşı kusuyor. Nasıl alışılabilir ki bu vahşiliğe, bu ölümlere? Kan kıyamet dinecek gibi değil! Filistin toprakları yine kanla ve ölümle yıkanıyor. Yerlerini, yurtlarını yaralarıyla ören bir halkın acısı, elbette ki insanlığın vicdanını da kanatıyor.
Biz, Türkiye Yazarlar Sendikası, bu keder ve ölüm coğrafyasında artık silahlar sussun, diyor ve Filistin halkının özgürlüğü için aydınları “vicdani görev”e çağırıyoruz.
Savaşımımız barış için olsun.
Filistin artık barışa kavuşsun.
Çocuklar ölmesin, öldürülmesin.
Kimse yerinden yurdundan edilmesin.
TÜRKİYE YAZARLAR SENDİKASI YÖNETİM KURULU
TÜRKİYE YAZARLAR SENDİKASI
Bakırköy Kültür Merkezi, Ataköy 7- 8- 9- 10. Kısım, 34158 Bakırköy- İstanbul