Tumgik
#nasıl daha fazla öğreniriz
trcoffeebyefe · 11 months
Text
Yeni bilgiyi en etkili nasıl öğreniriz?
Bugün yeni bilgileri en etkili nasıl öğrenebileceğimizi konuşucağız. #yenibilgileröğrenme #etkiliöğrenmeyolları #zihinveöğrenme #problemçözmek #tekraretmek #eğiticipodcast #yaratıcılık #odaklanmak #türkçepodcast
Herkese merhabalar, yeni bir yayına daha hoşgeldiniz. Bugün yeni bir bilgiyi öğrenmeye çalışırken bunu en etkili şekilde nasıl yapabileceğimizi bilimsel verilere dayalı araştırmalar ile inceleyeceğiz. Konunun detaylarını merak ediyorsanız buyrun hemen yayına geçelim. Bu arada yaptığım yayınları beğeniyor ve yeni yayınları kaçırmak istemiyorsanız dinlediğiniz platformlardan abone olarak tüm…
Tumblr media
View On WordPress
1 note · View note
aieniki · 1 year
Text
Hayat nedir? Hayatı tanımlayacak olursak, en basit ve temel anlamıyla yaşam demektir. Yaşam ise, doğumla başlayıp ölüme kadar uzanan süredir. Biraz daha derine inecek olursak, insanlık tarihinde pek çok yorum yapılmıştır bunun üzerine. Bana göre yapılan en değerli yorumları, ünlü filozof Aristo "İyi olma hedefine ulaşmak" şeklinde yapar. Sokratın öğrencisi Anisthetes ise "Basit bir yaşam" ideası ile hayatı tanımlamıştır. Ama bence en kuvvetli hayat tanımı halk ozanımız Aşık Veysel Şatıroğlundan gelir "Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece"
Basit ama bir o kadar da manidar bir tanım değil mi? Hepimiz gündüz gece demeden hayatımızı idame ettirebilmek bir mücadele veriyoruz. Yeri geliyo seviniyor, yeri geliyo üzülüyor, yeri geliyo yoruluyoruz. Sizin huzurunuzda rahmet ve minnetle anıyorum büyük aşığı.
Şimdi ben size bambaşka bir hayat tanımı yapacağım.
Yaşam bize bahşedildiğinde ucunu bucağını göremediğimiz bir okyanusta "Aile" denilen bir gemide açarız gözlerimizi. Bu gemide mürettebat çok fazla değildir. Bir kaç kişi sadece. Benliğimizi ve bilincimizi bu geminin mürettebatı ile keşfetmeye başlarız. Kimi zaman doğruyu kimi zaman yanlışı öğreniriz burda. Şanslıysanız bir birey olduğunuzu farkedersiniz bu gemide. Değil iseniz gemideki mürettebatın isteklerini gerçekleştiremediğiniz sürece bir birey olduğunuz bahsedilmez size. İlk deneyimler çoğu insan için bu gemide yaşanır.
Yaşınız ilerledikçe bir sandal ile daha fazla mürettebatı olan bir gemiye gönderilirsiniz. Bu geminin adı ise "Okul" dur. Mürettebatın çoğu akranınızdır burda. Sizden yaşça büyük mürettebatlar da vardır elbet. Bunlara yetkili mürettebatlar denir. Yetkili mürettebat sizin bu okyanusta nasıl hayatta kalacağınıza, fırtınalara nasıl göğüs gereceğinizi öğrenmede yardımcı olmak için varlardır. Ama onlardan ziyade, akranlarınızla diyalog ve deneyimlerinizle öğrenirsiniz okyanusta ne yapmanız gerektiğini. Bu sırada yavaş yavaş karakteriniz oluşmaya başlar. Şanslı ve sevilen biriyseniz, bu karakter erken zamanlarda sağlam taşlarla oluşmaya başlar. Şanslı ve sevilen biri değil iseniz ilerde birçok problem yaratacak çakıl taşlarından oluşur.
Bu iki gemi arasında uzunca bir süre harcarsınız. Ama bu sırada sandal ile gidip gelirken eforun en büyük kısmı diğer mürettebatlar tarafından sarf edildiği için henüz yorgunluğun gerçek manasını anlayamamışsınızdır.
Bir diğer gemimiz karşımıza çıktığında, yaşımız ilerlemiş ve okyanusun tehlikeli sularını deneyimlemişizdir. Aslında birinci ve ikinci gemiler bizi üçüncü gemiye hazırlamak içindir. Üçüncü geminin adı ise "İş" tir. Burada sandala bindiğimizde yalnız başımayızdır çoğunlukla. Bütün eforu sarf eden, gemiye ulaşmak için sandalın küreklerini çeken yegane kişiyizdir. Bu geminin boyutu ve mürettebatı insandan insana değişiklik gösterse de, geminin kuralları ve amacı aynıdır. Yelkenler fora! Ulaşılacak hedeflerimiz var. Genelde bu geminin kaptanları ve yetkili personelleri sizden daha az efor sarf ederek, hedeflerine ulaşırlar. Size birkaç motive edici söz, birkaç doping vererek sizden maksimum eforu sarf etmenizi isteyerek, hedeflerine ulaşmayı beklerler.
Nasıl ama, ne kadar da adaletli bir okyanus değil mi? Sırada deneyimlediğim son gemi çıkıyor işte karşımıza. Bu deneyimler ve geminin görünümü insandan insana farklılık gösterse de hissiyatlar aynıdır.
İşte son gemimiz karşımızda duruyor. Adı ise "Aşk". Bu gemide mürettebat sadece iki kişidir. Sessiz, sakin ve huzurlu bir gemi olması gerekir. Ama en çok bu geminin kaptanlığı zordur. Gemiye bindiğiniz insanla yeri gelir sevinçleri ve mutlulukları, yeri gelir hüzün ve matemler paylaşırsınız. Önemli olan birlik ve beraberliktir bu gemide. Bir de denge. Eğer ki bu denge bir gün şaşacak olursa, kendinizi bir anda, okyanusun ortasında bir sandalda bulabilirsiniz. Gemiden atılmışsınızdır anlamadan. O gemi başka yolcular aramak üzere yol alırken, siz fırtınanın tam ortasında ne yapacağınızı dahi bilmezken kürek çekmeye başlarsınız, fırtınaya meydan okurcasına. Kimileri yorgunluktan bezip veya o gemiye bir daha binemeyeceğini düşünerek bir an önce sandaldan kurtulup, fırtınayı bir gemide atlatmak için başka gemi arayışlarına girer. Kimileri ise o fırtınayı aşıp, bir gün o gemiye tekrar çıkmak umuduyla var gücüyle kürek çekmeye devam eder, fırtınanın içine içine. Öyle bir kürek çekiştir ki bu, adeta yaptığı yanlışlara, dengesizliklere ve pişmanlıkların hıncını çıkarır okyanustan. Tokat gibi çarpar suya kürekleri bu kimselerin.
Peki soruyorum size, asıl mesele fırtınayı atlatmak için başka gemi aramak mıdır? Yoksa bile isteye bütün yükü tek başına sandalında taşıyıp, fırtınalı okyanusları aşmakta mıdır acaba? Asıl mesele hangisidir bilmem lakin sandala düştüğünüz andan itibaren farklı biri olursunuz. Okyanus bizi değişime mecbur kılar. Fırtınaların ve okyanusun bizden aldığı çok şey olur ama verdikleri de bir o kadar kıymetlidir. Biz biz yapmaktadır sandalda geçirdiğimiz zamanlar.
Ve her zaman olduğu gibi bir kadehimide kaldırıyorum, son satırlarımı yazarken. Bütün gemi kaptanlarına, kendi okyanuslarını aşarken başarılar diliyorum. Şerefinize.
Ps: O gemi bir gün gelecek
Tumblr media
0 notes
hicsizligindibi00 · 3 years
Photo
Tumblr media
Aynı evde yaşayalım biz. Evlenelim bence ama istemezsen evlenmeyiz, yeter ki birlikte olalım. Bütün gün müzik dinleyelim evimizde, kitap okuyalım birbirimize. Belki şarkı mırıldanırız, belki bağıra bağıra söyleriz. Ben beceriksizin teki olduğum için, yemekleri sen yaparsın. Ben de gelip beline kollarımı dolarım, sırtını öperim; boynunu, omzunu. Döner bana bakarsın belki, göz göze bakışırız dakikalarca. Sonra yanık kokusu sarar etrafı ahahah yine unuttuk yemeği. Dalmışım sana… Yemek yerken ayağımı vururum seninkine. Utanırım bilirsin, izleme beni, bakma öyle dudaklarıma ben konuşurken. Sonra pasta da yaparım sana. Çilekli, en sevdiğinden. Kendi ellerimle yediririm. Dudağının kenarında kalan krem şantiyi alırım dudaklarımla. Öpücük kondururum belki gülümsemenin ortasına. Belki ben de üstüme dökerim çıkarırız tişörtümü, tişörtteki lekeyi… Islatırsın beni, ben de beline sarılırım. Beni ıslatırken sen de ıslanırsın. Öpüşürüz sırılsıklam, sarılırım boynuna, sarılırsın belime. Belki bacaklarımı beline dolarım, yatağımıza gideriz. Ama yok yok oraya girmeyeceğim şimdi, onlar bizim özelimiz. Sen hiç merak etme, ben seni hep öperim dudaklarını, saçlarını, boynunu, elini, kolunu, omzunu… Hep öperim, her zaman. Hatta bazen sıkılırsın belki benden, sıkıl. Sen kitap okurken bizim şarkımızı açarım belki, elinden kitabı alırım, sayfanın ucunu kıvırırım. Ellerinden tutup kaldırırım seni yerinden. Dans ederiz sarılıp, sabaha kadar. Merak etme, öperim ben seni yine. Bazen kıskanırım seni belki, belki de hep kıskanırım. Belli ederim bazen, kızarsın bana. Sertçe öpersin “Sen benimsin, ben seninim” diye fısıldarsın öpücüklerinin arasında. Bir gün evlenmeye karar veririz belki, beraber yaparız bütün hazırlıkları, her şeyimizi beraber seçeriz. Zaten alışkınız birbirimize, yaşadık aynı evde. Ama bu sefer başka, bu sefer adı evlilik. Düğünümüz sade olur, ilk dansımızı bizim şarkımızla yaparız tabii ki. Sen seçmiştin hatırlasana. Balayımızı ücra bir otel odasında yaparız belki. Bir yatak var, bir de biz… Başka hiçbir şeye gerek yok, hep söylerim bilirsin. Ben uyuyamam saçlarımı okşamazsan, yüzümü boynuna gömmeden uyuyamam. Sen de uyuyamazsın saçlarımın kokusunu içine çekmeden, başımın üzerinden öpmeden, biliyorum. Kavga etsek bile yatağımıza küs girmeyiz asla, hep sarılırız, hep öperim seni, hep şımartırım. Sabahları omzumdan öperek uyandırırsın beni, sırtımdan öpersin bazen. Ama ben uykuma düşkünüm, bunu da bilirsin. Kahvaltımızı yatağımıza getirirsin belki, ekmeğin üstüne reçel sürüp ellerimle yediririm sana. Dudağının kenarında kalırsa, alırım dudaklarımla her zamanki gibi. Ertesi gün haftasonu nasılsa, sabaha kadar içelim, sevişelim. Kahkahalarımız birbirine karışsın. Uyanınca çıkmayalım yataktan. Bütün gün sarılırız, sevişiriz, belki birbirimiz hakkında bilmediğimiz şeyler öğreniriz, onca zaman beraber olmamıza rağmen, hala tam tanımıyorsun beni. Akşam olunca kalkar, film izleriz. Omzuna koyarım kafamı belki uyuyakalırım, yatağımıza götürürsün beni; belki kıyamazsın uyandırmaya sen de uyursun benimle beraber. Belki uyumam, ağlarım biraz duygulanıp, film çok güzel. Sen de ağlarsın belki ben ağladım diye. Unuttun mu söz vermiştik birbirimize, birimiz ağlarsa beraber üzülürdük, tek mendile akıtırdık göz yaşlarımızı. “Çocuklarımız da olur değil mi, oradan oraya koşan?” diye sorduğunu hatırlar gibiyim. Olur tabii, neden olmasın? Hamile olduğumu öğrenirim bir sabah, beraber öğreniriz hatta. Hatta belki sen bakarsın test çubuğuna. Ağlamaya başlarsın, kahkaha atarsın aynı zamanda. Beni kucağına alıp döndürürsün, öpersin dudaklarımdan. Sarılırız birbirimize. Hep çok istiyorduk bunun olmasını. Ben hamileyken her gece masal anlatırsın kızımıza. Her gece öpersin karnımı. İlk tekme attığında elin karnımın üzerinde olur belki. Yavaş yavaş büyüdükçe tekmeleri canımı yakmaya başlar. Ama sen konuşursun onunla, gününün nasıl geçtiğini anlatırsın, senin sesini duyunca yatışır nasılsa. Sevdiğimiz şarkıları şimdiden dinletmeye başlarız, belki her gece o şarkılarla uyuturuz onu. Belki ikizlerimiz olur. Merak etme, cinsiyetleri aynı olsa bile aynı giydirmek yok, konuşmuştuk bunları. Bazı geceler aramıza yatmalarına izin veririz. Gök gürültüsünden korktukça boynumuza sarılırlar belki. Her “anne” dediklerinde gözlerim dolar. “Baba” dediklerinde duygulanırsın belki. Onları okula gönderirken dudaklarından öpelim olur mu, sen kızımızı ben oğlumuzu. El ele tutuşup çıksınlar evden. En yakın arkadaş olsunlar birbirlerine. Kavga da etsinler arada, hoş olur dinlemesi ama yine de barışsınlar hemen. Oğlumuz kıskanır belki kızımızın erkek arkadaşını, ama biz konuşuruz onunla, bunun doğal olduğunu anlatırız ona. Hatta belki tanışırız onların sevgilileriyle, evimize çağırırız yemek yemek için. Hiç sıkmayalım onları, ders çalışmak için zorlamayalım, kendi içlerinde varsa yaparlar zaten, rahat bırakalım istediklerini vermeye çalışalım sadece. Bazen erkek erkeğe konuş oğlumuzla, ben de kızımıza anlatırım bazı şeyleri. Hiç çekinmesinler bizden, istedikleri her şeyi sorsunlar, her şeyi söylesinler. Kızımız var artık, alışverişlere benimle gelip sıkılmak zorunda değilsin. Biz alışveriş yaparız, sen oğlumuzla balık tutmaya gidersin belki, belki de basketbol oynamaya gidersiniz beraber. Kızımız ilk regl olduğunda gelip bana söyler, korkmuştur belli ki, ben yatıştırırım onu. Sana anlatırım, belki de kendisi anlatır, ne de olsa gizlisi saklısı yok senden. “Benim kızım kadın oluyor artık” diye mutlu olursun belki, bunu ona da söylersin o da utanır, belki de mutlu olur. Hediyeler alırız ona. Bana yaparsın ya hep, regl sancıları çektiğimde sıcak çikolata getirirsin, ellerini karnımın üstünde gezdirirsin. Sonra da ben uyuyana kadar saçlarımla oynarsın. Hah işte onu kızımıza da yap olur mu? Belki de oğlumuz yapar kız kardeşine, korur onu. Kavga etmiş olsak bile asla belli etmeyelim onlara, onların yanında sarılalım hep, öp beni. Ama kavgalarımızı da yaşayalım. Kıskanırsın belki beni iş arkadaşımdan. Görüşmemi yasaklarsın birileriyle. Biliyorum, beni sevdiğin için yapıyorsun bütün bunları. Hatta büyük kavgalarımız da olsun, annemin evine giderim belki ahahah belki de sen gidersin. Ama asla ayrılmayalım, asla bırakma beni. Sıkıntılı günlerimiz olsun, hem maddi hem manevi yönde. Ama sen varsın bize hiçbir şey olmaz. Biz beraber olduktan sonra her zorluğun üstesinden geliriz. Yakınlarımızı kaybederiz belki. Beraber üzülürüz, sabaha kadar beraber ağlarız. Çocuklarımızı evlendiririz bir gün, belki de evlenmezler; genç onlar, kararlarına karışılmaz. Emekli olunca dünyayı dolaşmaya karar veririz belki, yıllarca hayalini kurduğumuz ama bazı sebeplerden dolayı yapamadığımız şeyleri yaparız. 70 yaşına gelsek bile hayallerimiz vardır hala, hala beraber yapacak çok fazla şey… Sinemaya gideriz yine de, belki yaşlılığa yeniliriz uyuyakalırız filmi izlerken. Ama aşığız birbirimize hala, yıllar eskitemedi bizi. Sokağın ortasında öpersin beni yine de. Gençler imrenerek bakar bize, biz de böyle olalım diye umutla bakarlar birbirlerinin yüzlerine. 90 yaşına gelsek bile alışkanlıklarımız değişmesin. Hala yüzümü boynuna gömerek uyurum ben, hala saçlarımın kokusunu içine çekerek uyursun sen. Hala öperek uyandırırız birbirimizi. Belki sahne değişir, çocuklarımız değil torunlarımız olur aramıza girerek uyuyan, gök gürültüsünden korkup boynumuza sarılan. Vallahi ne yalan söyleyeyim, torunlarımız çocuklarımızdan daha güzeller. Onlara eski anılarımızı anlatırız. Dudaklarıma kondurduğun ilk öpücük aklıma gelir, şefkatle bakarım yüzüne gülümseyerek, yanağını okşarım. İlk kavgamızın nedeninin saçmalığına güleriz dakikalarca, kahkahalarımız birbirine karışır yine. Yaşlandık diye kalbimiz de yaşlanmadı ya canım, aşığız hala. Hala öpersin sen beni. Hala sarılırsın içinden geldiğinde. Yemek yapmayı öğrenmişim artık, sen öğretmişsin senelerce. Ben yemek yaparken sarılırsın arkamdan. Ben de omzunu öperim yine. Pasta da yaparız, ama bu sefer torunlarımız için. Onlara kurabiye yapmayı öğretiriz belki. Ölüm bizi ayıracak elbet. Şansımız varsa beraber ölürüz. Yine normal bir gecedeymişiz gibi, yine yüzümü gömerim boynuna, yine yüzünü gömersin saçlarıma. Uyuyakalırız belki, ölüm uykusu bu sefer.
26 notes · View notes
tumitutscanlation · 4 years
Text
Heavenly Blessing – 163. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 163: Gizemli Baş Rahibin Kafa Karıştırıcı Bilmecesi
Xie Lian’ın kalbi hızla atmaya başladı ve hatta parmakları bile hafifçe titriyordu. Ancak kendine hakim oldu ve hiç ses çıkartmadı, sadece başını biraz kaldırarak Hua Cheng’in kulağına fısıldadı. “…San Lang, kımıldama. Oradaki ses benim ustamınkine benziyor. Fark edilmememiz gerek…”
Her ne kadar çok benzese de, emin olamazdı, sonuçta sesleri birbirine benzeyen insanlar hiç yok değildi. Ayrıca, Baş Rahibi yüz yıllardır görmemişti, bu yüzden pekala yanlışta hatırlayabilirdi. Eğer fevri bir harekette bulunmaz ve olayları sadece sakince gözlemleyebilirlerse belki bir şeyler öğrenebilirlerdi. Hua Cheng de başını hafifçe eğdi, beline sarılmıştı. “Pekala… sen de hareket etme.”
Kayalar ve toprak her yönden onları eziyor, bedenlerini birbirlerine sımsıkı yapışmaya zorluyordu, yüzleri birbirlerininkine sürtünürken, kulakları sıcaktı. Her ne kadar uygun bir zaman olmasa da, bir düşünce Xie Lian’ın zihninde belirdi, Beraber gömülmek, kulağa o kadar da kötü gelmiyor. Tam bu sırada ses aniden tekrar duyuldu. “Peki diğer ikisi? Onlar nereye kaçtı?”
‘Diğer ikisi’? İki kişi daha mı vardı?
Xie Lian yakından dinlemek ve konuştuğu kişinin kim olduğunu öğrenmek istiyordu ama tuhaf olan, ‘Baş Rahip’ – şimdilik ona baş rahip diyecekti – sorusunu sorduktan sonra hiçbir cevap gelmiyordu.
Sahiden de tuhaftı. Bu mesafeden hem Xie Lian hem de Hua Cheng ‘Baş Rahip’in sorusunu duyabiliyorlardı ve sesi de yüksek sayılmazdı, avazı çıkana kadar bağırmıyordu, yani diğer kişi de çok uzakta olamazdı. Eğer cevap veriyorsa en azından bir şeyler duymaları gerekirdi. Ancak duyulan hiçbir şey yoktu.
‘Baş Rahip’ tekrar konuştu. “Çabaları için onlara teşekkür et, ama artık önemsiz meselelerle ilgilenmeye gerek yok, onlardan bir şey çıkmaz. Şu anda çok daha önemli bir işimiz var.”
Neler oluyor?, Xie Lian merak etmişti, Bu apaçık bir cevap aldığını ve birisiyle konuştuğunu gösteriyor?
‘Baş Rahip’ neredeyse kendi kendine konuşur gibiydi veya havayla. Ürpertici bir resim Xie Lian’ın zihninde belirdi ve hemen bu düşünceyi silkeledi, başka bir ihtimal daha olduğunu düşünüyordu, bu da bu kişinin sesini ‘Baş Rahip’ten başka hiç kimsenin duyamıyor olduğuydu.
Zihnindeki şüphe gittikçe güçlendi ve daha da dikkatle dinlemeye başladı, zihninde ‘Baş Rahip’in söylediği sözleri evirip çevirirken ‘Baş Rahip’ ekledi. “Herkes dağın içinde mi? Her şekilde, önce onları Ocak’a götürelim, onlarla teker teker ilgilenmek için bir şeyler düşüneceğim. Ne kadar hızlı olursa o kadar iyi, iki gün içerisinde oraya varmaları gerek.”
Ocak!
Ve o ‘iki gün’ içerinde. Mesafe Kısaltma Rünleri Tong Lu Dağında kullanılamıyordu, nasıl iki gün içerisinde oraya gideceklerd? Ve ‘onlarla ilgilenmek’ de ne oluyordu?
Bir an duraksadıktan sonra ses devam etti. “Diğer ikisini çağır, hep beraber Ocak’a gidelim. Ekselansları Veliaht Prensle yüzleşirken hiçbirimiz eksik olmamalıyız. Şimdilik hala uyanmadı. Eğer uyanırsa… bu kez ne yapacağını kestirmek güç.”
Xie Lian şok oldu. Ondan mı bahsediyorlardı?
Tam bu sırada dağdan patlayıcı bir ses yükseldi. Xie Lian, ‘Baş Rahip’nin sorguladığını duydu. “Neler oluyor?”
Dağın içinde, o da sormak için Hua Cheng’e sordu. “Neler oluyor?”
“Dışarıda bir şey oldu.” Diye fısıldadı Hua Cheng.
Xie Lian daha cevap verememişti ki Hua Cheng alnını onunkine yasladı. Xie Lian’ın sağ gözünde, diğer taraftaki Yin Yu ve Quan Yi Zhen’in bulunduğu mağara bir kez daha belirdi. Ve biraz önceki sesin kaynağı. Yin Yu en sonunda Quan Yi Zhen’i taş duvardan çıkartmış, çalışkan bir şekilde yere indirmiş ve rahat bir nefes vermişti. Ancak beklenmedik bir şekilde bilinçsiz Quan Yi Zhen aniden ayağa fırlamış ve Yin Yu’nun yüzündeki maskeyi çıkartmıştı!
Quan Yi Zhen aslında biraz önce sadece bayılmış taklidi yapıyordu!
Xie Lian şimdi tekrar düşününce, Quan Yi Zhen Yin Yu’nun düşünürken volta atma alışkanlığına oldukça aşina olmalıydı, konuşma tarzına, vururken ki gücüne de ve belki Yin Yu küreği ona doğru attığı anda, çoktan maskenin altındaki yüzü biliyordu. Sadece Quan Yi Zhen gibi birisinin böyle bir aldatmaca yapması oldukça şaşırtıcıydı. Her ne kadar basit bir numara olsa da, yapan kişi Quan Yi Zhen olunca sanki yer yerinden oynamış gibi geliyordu, bu yüzden de hiç kimse tahmin etmemişti.
Maskenin altındaki dehşete düşmüş ve belli belirsiz solgun yüzlü Yin Yu, elbette şaşkınlıktan dona kalmıştı. Quan Yi Zhen ise ölümüne heyecanlıydı, kanla kaplanmış kafasıyla zıplıyordu. “SHIXIONG!”
Yin Yu ise sanki inanılmaz korkunç bir şey görmüş gibi görünüyordu, dudakları büzüldü, ardından aniden başını kollarının arasına aldı. “BİRİSİYLE KARIŞTIRDIN!”
Bağırdıktan sonra fırladı. Koşarken onu durdurmak için arkasındakine yıldırım gönderdi. “BANA YAKLAŞMA! BENİ TAKİP ETME!”
Quan Yi Zhen de arkasından fırladı, yıldırımı tümüyle görmezden gelmişti, sadece bağırdı. “SHIXIONG! BENİM!”
Yin Yu heyecandan konuşuverdi. “LANET OLSUN, SEN OLDUĞUN İÇİN KORKUYORUM YA ZATEN! BENİ TAKİP ETME!”
İkisi tüm yol boyunca koşup dövüştüler, dağın yıldırımlardan yıkılmasına neden oluyorlardı. Kenardaki Baş Rahip ise şaşkındı. “Orada ne yapıyorlar? Bu sesler de ne?”
Hala onunla konuşan kimse yoktu ama Baş Rahip cevabını almış gibiydi. “Anlıyorum. Zamane gençleri fazla enerjik. Ben önden gidiyorum. Ocak’a yaklaştığın zaman beraber devam edelim.”
Gidecekti. Bunu duyunca Hua Cheng Xie Lian’ın kulaklarını tekrar örttü ve Xie Lian gözlerini kapattı. Bir an sonra her yerden vahşi titremeler duyuldu ve bedenlerinin yapıştığı taş duvar en sonunda parçalandı. İkisi beraber zıpladılar, ayakları tekrar yere bastığı zaman bir kez daha taze hava soludular. Ancak dışarısı da boş bir mağaraydı; ne Baş Rahip vardı ne de gizemli ikinci kişi, bedenleri tümüyle ortadan kaybolmuştu.
Xie Lian ve Hua Cheng bakıştılar. Yakalamak için acele etmişlerdi ve daha mağaranın sınırından ayrılmamışlardı ki koşturan siyah cübbeli bir adama denk geldiler. Yin Yu’ydu bu. Toprak Ustası küreğini salladı ve ikisine doğru delirmiş gibi koştu. “CHENGZHU!!! Ekselansları!!!”
Hemen arkasından, aldığı darbeler yüzünden kanla kaplanmış olan Quan Yi Zhen de geldi. Hua Cheng başını kaldırmaya tenezzül etmedi ve sadece parmağını şıklattı. BUM sesi yükseldi ve Quan Yi Zhen hemen korunmak için kollarını kaldırdı ancak Hua Cheng’in kullandığı hamleyi yumruklarıyla savuşturamazdı. Duman dağıldıktan sonra Quan Yi Zhen’in durduğu yerde büyük, yuvarlak gözlü, oldukça masum görünen bir daruma bebeği vardı. Ancak o zaman Yin Yu delirmiş koşusuna bir son verdi, yaklaşırken terini sildi. “Çok minnettarım Chengzhu.”
“Gerçekten korkmana gerek var mıydı?” Diye sordu Hua Cheng.
Yin Yu hala biraz sarsılmış haldeydi ve acı bir şekilde gülümsedi. “Gerçeği söylemek gerekirse, şu anda ne zaman Ekselansları Qi Ying’i görsem, sadece olabileceği kadar uzağa kaçmak istiyorum.”
Xie Lian bunu duyunca aslında komik buldu ama sempati duymaktan da kendini alamadı. Görünüşe göre Quan Yi Zhen’in ‘kişiliği’ Yin Yu’nun kalbinde acı bir gölgeydi. Daruma bebeği hala yerdeydi, kocaman gözleriyle kimse ona dikkat etmeden bir ileri bir geri sallanıyordu. Xie Lian ona acıdı ve tam gidip alacaktı ki yerler aniden sarsıldı, onun bedeni de sarsıntı nedeniyle devrildi, neredeyse daruma bebeğinden daha çok sallanıyordu. Hızla kendisini sabitledi. “Neler oluyor? Deprem mi?”
Her ne kadar Xie Lian’ın yardıma ihtiyacı olmasa da, Hua Cheng yine de kolunu tutarak ona destek oldu ve Yin Yu’ya döndü. “Tünel aç ve gidip bir bak.”
Yin Yu hemen kendisine geldi ve onayladı. “Derhal!”
Ardından Toprak Ustası küreğini kaptı, hızlı ve kısa öz bir şekilde tüneli kazdı. Güneş ışığı içeriye sızdı; Yin Yu bakınca yüzü şaşkınlıkla dolmuştu. Xie Lian sordu. “Ekselansları Yin Yu, bu deprem mi yoksa dağ mı devriliyor?”
“İkisi de değil!” Diye cevapladı Yin Yu. “Dağ ruhu… koşuyor!”
Koşuyor mu? Xie Lian ve Hua Cheng bakıştı, ikisi de dışarıya bakmak için koştu.
Sahiden koşuyordu! Dağın dışarısında, tüm doğa, manzaralar hızla geride kalıyorlardı, neredeyse renkli rüzgarlar gibiydiler. Görünüşe göre, sanki çok hızlı bir atın sırtındaydılar veya delirmiş gibi koşan bir devin omuzlarında!
Tepeler, nehirler, yeşil alanlar, orman, hepsi yol açmak için ezen bu dağ ruhunun ayaklarının altında çiğnenmişlerdi. Açılan delikten rüzgarlar esiyordu ve saçlarıyla kurdeleler rüzgarda dans etmekteydi. Yin Yu belirtti. “Koşma hızına bakılırsa, muhtemelen Ocak’a varması sadece iki gün sürecek…”
İki gün mü? Bunu duyunca Xie Lian bir anda anladı.
Şaşmamalıydı! ‘Diğer kişi’nin cevaplarını duyamamalarına şaşmamalıydı ve Baş Rahibin diğerlerini iki gün içerisinde Ocak’a getirmesini istemesine de.
Çünkü o sırada ‘Baş Rahip’ başka bir kişiyle konuşmuyordu, bu dağın ruhuna hitap ediyordu!
Hua Cheng de anlamış olmalıydı. “İyi. Onun gücünü kullandığımız için artık yavaş yürümemize gerek kalmayacak. Oraya vardığımız zaman taş duvardaki kişi bir kez daha kendisini gösterecek. O zaman ne istediğini öğreniriz.”
Xie Lian ise oldukça kasvetli görünüyordu. Hua Cheng fark etti ve sordu. “Gege sorun ne?”
“Henüz uyanmadı, derken ne demek istedi?” Diye sordu Xie Lian.
Biraz öncesinde ses ‘şimdilik hala uyanmadı. Eğer uyanırsa… bu kez ne yapacağını kestirmek güç.’ demişti, Xie Lian ekledi. “Eğer o sahiden benim ustamsa ve benden bahsediyorsa, tüm bunlar ne anlama geliyor?”
“Gege, şimdilik buna kafa yorma.” Dedi Hua Cheng. “İlk olarak, o adam senin ustan olmayabilir; ikincisi, ‘veliaht prens’ sen olmayabilirsin.”
“Ama ya bensem?” Xie Lian ısrar etti. “Temelsiz birkaç çıkarımda bulundum, beni dinleyip mantıklı olup olmadıklarını söyleyebilir misin?”
“Pekala. Gege, söyle hadi.” Dedi Hua Cheng.
Xie Lian bildirdi. “O adamın ustam olduğunu varsayıyorum, üç dağ ise: Yaşlılık, Hastalık ve Ölüm, Doğum yok. Dağ ruhlarıyla iletişim kurabiliyor. Kendisi bir insan, ama onunla konuşan kişi dağ ruhu. Konuşmalarında ‘diğer ikisi’nden bahsettiler ve onlar da diğer iki dağ ruhu olabilir. Dört kişiler. Düşündüm ki, üç dağ ruhu da insan benliği barındırıyor? Veya belki de, ilk başta insandan dönüştüler, ve Baş Rahip kayıp ‘Doğum’du!”
Gittikçe daha çok düşünüyordu, nefes alıp verişi hızlanmıştı ve devam etti. “Tong Lu Dağı bir zamanlar Wu Yong Krallığının bir parçasıydı. ‘Doğum, Yaşlılık, Hastalık, Ölüm’ bir dörtlü; tesadüfen, Wu Yong’un Veliaht Prensinin de dört Koruyucu Tanrısı vardı; ve aynı zamanda ben büyürken Xian Le’de de dört Baş Rahip vardı! Krallıklarda normalde bu kadar çok sayıda Baş Rahip olur mu? Geçmişte hiç düşünmezdim, ama şimdi sayılarının çok fazla olduğunu fark ediyorum. Sence tesadüf mü? Veya bunların altında daha derin bir anlam mı gizli?”
Hua Cheng cevapladı. “Başka bir şey olduğunu sanmıyorum. Belki de sadece öyle denk gelmiştir. Dört Meşhur Masal da dört tane değil mi? Dört Musibet olmadığı için birisi zorla terfi ettirildi ayrıca.”
Ancak Xie Lian hala kendi düşünce dizini takip etmekteydi. “Haklısın, eğer benim dört ustam Wu Yong’un Veliaht Prensinin dört Koruyucu Tanrısı olsaydılar, neden Xian Le’ye Baş Rahip olmak için gelsinler ki? Neden beni eğitmeye gelsinler? Kendim hakkında farkında olmadığım bir şey mi var? Yoksa, ben aslında…”
Ele geçirilmiş gibi bir şey söyleyecekti ki Hua Cheng onu omuzlarından tuttu, ikna edici bir şekilde konuşuyordu. “Mümkün değil! Sana yemin ederim, sen sensin. Başka hiç kimse değilsin. Güven bana. Bu kadar derin düşünme ve olmayan şeyler hayal etme.”
Ebeveynleri dışında, Xie Lian’ın en yakın ve samimi olduğu kişi Baş Rahipti. Her ne kadar Baş Rahip onu sık sık azletse ve Xie Lian’ın konumu bildiği için mesafeli davransa da, yine de, iyi bir öğretmendi. Aniden tanıdığını sandığın bir kişinin başka birisi olabileceğini öğrenmek kolay kabul edilebilir bir şey değildi. Hua Cheng sesini yumuşattı. “Pekala gege. Dikkatle düşün, Xian Le’nin Baş Rahibi nereden gelmişti?”
Xie Lian mırıldandı. “…Emin değilim.”
Sahiden, ustasının nereden geldiğini hatırlayamıyordu. Bir an düşündükten sonra, Xie Lian tekrar konuştu. “Baş Rahip, ben doğmadan önce de Baş Rahipti, tek bildiğim adının Mei Nianqing olduğu, ama elbette sahte bir isimdi. Geçmişte de böyle düşünürdüm; Baş Rahip inanılmaz birisi, nasıl hiç yükselmedi? Eğer biraz önceki oysa, o zaman bu dünyada geçirdiği zaman, benimkinden bile daha fazla.”
“Her seferinde tek bir sorunu çözeceğiz.” Dedi Hua Cheng. “Unutma, eğer bir şey olursa, ben buradayım. Hep yanında olacağım.”
Xie Lian ona baktı, donakalmış ve konuşamıyordu. Bir an sonra yüzünde küçük bir gülümseme belirdi.
Yin Yu’nun varlığı normalde zaten silikti ve tüm bu zaman boyunca konuşmadığı için de onu direk olarak unutmuşlardı. Ancak şimdi söze girmişti. “Chengzhu, diğerlerini bulamamız gerekiyor mu?”
Onlar çıkmışlardı, ancak Pei Ming ve diğerlerinin hangi köşede dağ ruhu tarafından sindirildiğini kim bilirdi? Xie Lian hızla cevapladı. “Evet! Hadi onları bulalım. Lütfen bekle Ekselansları Yin Yu.”
“Ekselansları, bana Ekselansları demenize gerek yok… ben artık Üst Cennetten bir cennet mensubu değilim.” Dedi Yin Yu.
Xie Lian gülümsedi. “O zaman sen de bana adımla hitap edebilirsin, bu kadar nazik olmana gerek yok. Ben de uzun zamandır veliaht prens değilim.”
Yin Yu, Xie Lian’ın arkasında durmakta olan Hua Cheng’e bir bakış attı ve hızla cevapladı. “Ben… cüret edemem. Hitap edemem. Etmemeliyim.”
“Neden endişendin böyle?” Dedi Xie Lian ve birkaç adım attı, Quan Yi Zhen’in daruma bebeğini almaya hazırdı ki aniden gökten bir kişi düştü ve hemen önüne indi, kemiklerin kırılma çıtırtısı havada yankılandı.
 Çevirmen: Nynaeve
115 notes · View notes
elbetunuturuz · 3 years
Text
Çok severiz. Kopamayız. Belki günün her saati aynı insanı düşünürüz. Narsist olması, egoist ve ya bize kaba davranması. Bencil olması bunları değiştirmez. Bu sefer oturup bunu düşünürüz. “ neden böyle bir insanı düşünüyorsun. Neden seviyorsun ? Değer mi ?” Aslında bunun cevabını biliyoruz. Değmez. Alma verme dengesi bozuk olan bi ilişkiye ne kadar çaba gösterirsen göster gereğinden fazla yapılan her şey anlamsızdır. Tek kişinin çabasıyla olacak iş değil bunlar. Biliriz.. biliriz ama kabullenemeyiz. Sonra çevremizdeki insanlardan dinleyerek, onların hikayelerini ve ya nasihatlerini dinleyerek bir şeyleri anlamaya çalışırız. Zordur çünkü sevdiğin insanın seni böylesine kötü etkilerken hep onu düşünmek sevmek.
Hep aynı şeyi söylerler. Bir insanı unutmak için kendi hayatınıza odaklanın. Kendinizi sevin. Her şeyden önce kendinize değer verin. Ama bilmezlerki bunu yaşayan insanın kendini sevmesi ne kadar zordur. Ne yapacağımızı söylerler ama nasıl yapacağımızı söyleyemezler. Bizde acılarımızı kendimiz sırtlayarak öğreniriz. Ne kadar sevsende hayatta kendinden değerli kimsenin olmadığını anlıyorsun. Kendini sevmek başkalarını daha az sevmek değildir. Kendini sevmek herkesi ve her şeyi daha çok sevmektir. Çünkü kendini sevmeyen her insan hiç bir şeyi tam sevemez. Kendisini eksik görüyorsa karşısına çıkan şeylerde eksiktir.
Hiç düşündünüz mü ? Neden her insana farklı davranıyoruz ? Bazen yapmayacağımız şeyleri yapar, olmadığımız bir kişiliğe bürünüp farklı davranırız. Bunu anlamlandıramayız. Ta ki kendimizi ayna olarak görene kadar. Evet... aslında hepimiz ayna görevi görüyoruz. Hayatınızdaki her kişiye aslında onu yansıtıyorsunuz. Adamına göre muamele yapmak böyle bir şey sanırım. O genel hayatında sinirli bi insan olduğu için siz ona sinirlersiniz ya da o insan hep sinirli kişileri çekiyordur kendine. Demem o ki kendimizi sorgulamanın anlamı yok. Çünkü her an herkese ve her şeye karşı farklı düşünüp davranabiliriz. Çünkü biz aynayız. ve eğer çoğunlukla kötü ve narsist insanları çekiyorsak kendimizde düzeltmemiz gereken şeyler var demektir. Belkide psikolojik olarak böyle insanlara alışmışızdır o yüzden normaleştirmişizdir. Bu yüzden hep aynı insanları çekiyoruzdur. Eğer karşındaki eksikse aslında o senin eksikliğindir.
3 notes · View notes
epifizz · 3 years
Note
Selam Epi, ara sıra kendime olan güvenimi kaybedip yaptığım söylediğim herşeyden şüphe ettiğim ( öyle söylemese mıydım, onu öyle yapmasa mıydım, saçma oldu vs ) dönemler yaşıyorum. Yine o dönemlerden birindeyim ve içinde bulunduğum durum nedebiye çok fazla yeni insanlarla tanışıp onlarla yeni işler yapmam gerekiyor. Son bir haftam çok zorlu geçti. İnsanın kendinden başka dayanağı yok ve ben kendimi desteklemek konusunda çok sıkıntı çekiyorum. Kendimi güvenli duvarların arkasına cekmek istiyorum. Bilmiyorum belki ara sıra herkes böyle dönemlerin içinden geçiyordur ama çok yorulduğumu hissediyorum. İçimi dökmek istedim. Teşekkür ederim.
Psikolojide bu durumun en güzel izahlarından birini Winnicott verir. Buna kendisi “kalabalıklar içerisinde yalnız kalabilme kapasitesi” demekte olsa da biz onun bu kişinin sosyal yönüne yaptığı vurguyla aslında çok da ilgilenmeyeceğiz, burada bize ışık tutacak olan bu kapasitenin gelişim mekanizmaları ve onun yapısı.
Winnicott, şizo-paranoid evrenin, hatta ayna evresinin de öncesine, bebeğin daha kendisinin farkında olmadığı o döneme yoğunlaşır. Bebek elbette bilinçlidir ama kendisini ayrıksı olarak görmez bu yüzden tam anlamıyla kendi algısı da olmaz, dışarıyı da bilmez bu yüzden tam anlamıyla dışarı algısı da olmaz ve bu dönemde kendisinin tabiri ile “çevre olarak anne”yi deneyimler. Anne ne öteki ne dışsal bir nesnedir, bu dönemde nesne yalnızca çocuğun edimleridir ve Lacan’da ayna evresiyle kırılmayı ne denli gerekli gibi görsek de Winnicott birincil ayrılmadan öncesinin önemini de vurgular: Deneyimin ve algının bütünlüğü için, ötekinin içselleştirilmesi.
Ötekinin içselleştirilmesinin birçok işlevi sıralanabilir ama bu kısa bilgilendirmenin ardından bizim odaklanacağımız noktaya gelirsek, kişi bu içselleştirilmiş öteki ile bakım verenin bütünleşik deneyiminin gelişimi ile kendi kendini onamayı başarabilir. Biz doğduğumuzda ne iyiyi ne kötüyü, ne doğruyu ne de yanlışı biliyoruz sahip olduğumuz niteliklerin sosyal yapı tarafından nasıl kodlandığını sürekli teyitlerle almak zorundayız. Oyunlar bu teyitlerin güvenli yoluyken bazen de ihlallerin sert bedelleriyle öğreniriz çocukluğun meraklarını. Öğrendiğimiz bu şeylerin niteliği esasında biz ve bizim yaptığımız şeyler için de geçerlidir esasen. “Bir şeyde iyi miyiz?”, “Başarılı mıyız?”, “Doğru karar mı verdik?”... “İyi”, “başarılı”, “doğru” bu niteliklerin hepsi sosyal kabullerin bir uzantısıdır ve bir ayna olarak ötekinden bize yansıyarak kendilik algımızı oluşturur ve bizi destekler. İşte içsel ötekinin varlığı bunu daima dışarıya dönük teyitlere tabi olmadan, gelişimimiz içerisinde bir noktada bütünleştirdiğimiz ve içselleştirdiğimiz ötekilerle kendi başımıza temin etmemizin anahtarıdır. Bu yalnız kalabilme, bağımlı olmama becerisidir bu sebeple aynı zamanda.
Psikolojide bunu genelde birincil narsistik dönemin fiksasyonuna yorarlar, Winnicott’un gelişim hattının da bu noktada çok önemli olduğuna inanıyor bu konuda bize ışık tutabileceğini düşünüyorum. Bu noktada zayıf gelişimlerin varlığının da pekala telafi edilebeleceğine, ve içeriden kendini doyuran bir ötekinin bakışının sonunda sizi rahatlatabileceğine  güveniyorum. Umarım o sesi duymak için gerekli adımları atarsınız, güzel akşamlar.
1 note · View note
1dream100life · 4 years
Text
#erkekleryerinibilsin #kadınaşiddetehayır #sevgi #kadın #ırkçılığahayır
Sevgi üzerine - 1
Bir bebek doğdu. Şimdi ve şuanda.. Ben bu yazıyı yazarken, siz bu yazıyı okurken, belki de trafikte yavaş yavaş giderken.. Her an binlerce bebek doğuyor. O minik gözlerini açıyor dünyaya sağlıkla. Duyduğu sesleri anlamaya çalışıyor. İlk defa duyduğu sesleri.. Göremediği anlamaya çalıştığı o bulanık görüntülerde bilmediği tanımadığı siluetler hareket ediyor. Nereye geldiğini bile bilmezken ne olduğunu daha anlayamamışken birileri elini tutuyor, öpüyor, kucağına alıyor. Bebek hiçbirini anlamıyor. Sesin şiddetinden korkuyor kimi zaman. Tanıdık sesler duyuyor aradan.. Babasının, annesinin seslerini.. Beslenme, barınma, korunma gibi temel ihtiyaçları var sadece. Zaten temel ihtiyaclarının dışındaki şeyleri de bilmiyor ki, büyüdükçe biz öğretiyoruz. Doğruyu, yanlışı- kötüyü, iyiyi.. Anne babası da değil sadece..bütün bi dünya öğretiyoruz. Hayatımıza bakış açımızda büyümemizde en temel doğruları öğrenmemizde anne ve babalarımızın katkısının herkesten fazla olduğunu kabul etmek gerek. Ama ailemizin bize öğrettikleri nelerle karşılaşacağımızı bilmediğimiz bi yolda bize yardımcı olacak pusula görevini görüyor. Takıldığımızda o pusulanın gösterdiği yöne gitmek için tüm uğraşımız. Ancak bizi hayata asıl hazırlayan pusula değil. Çıktığımız yolda karşılaştığımız zorluklar, fırtınalar ve tabiki kişiler. Kişi dediğimi öyle yıllarımızı paylaştığımız kişiler akrabalar arkadaşlarla kısıtlamayalım. Anlık olarak bize bir anımızı hatırlatan, yanlış / doğru herhangi bi hareketle dikkatimizi çeken biri de olabilir. Gün içinde kaç kişiyle yüz yüze geliyoruz kim bilir? İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerde yaşıyorsanız bi de toplu taşıma kullanıyorsanız yüz binlerce insanla yüz yüze geliyorsunuz farkında olmadan. Hepsinin, karşılaştığınız o insanların hepsinin bize bi öğretisi var aslında. Biz görmemeye o kadar alışmışız ki bunun farkında bile değiliz.
Neyse biz yeni doğan bebeğimize dönelim. Hatırladınız değil mi o minik elli, en ufak gülümsemesi ile insanı mutlu eden meleğimizi ? Bu bebek temel ihtiyaçları arasında bir şey daha ister çevresindekilerden. Tek bi ihtiyacı daha vardır ki beslenmek gibi vazgeçemeyeceği, bir ömür hep arayışında olacağı bir duygu... Evet duygu. Sevgi ister bu bebek. Hem içinde olan hem de görmek istediği bi duygudur sevgi. Sevgi öğrenilmez. Sevgi hep içimizde olan bi duygudur. Bizler sevmek için geliriz dünyaya. Köpeği, kediyi, çiçeği, insanları severiz. Sevginin kötü hiçbir yansıması doğuştan yoktur içimizde. Sevgi o kadar içimizdedir ki yeni dünyaya gelmiş olan bebek tatlı bi ses duyduğunda hemen dikkat kesilir, yumuşak bir dokunuşla rahatlar. Ona duyulan sevgiyi hissettiği için rahatlar. Sevmek öğrenilmez de sevgiyi nasıl gösterdiğimizi işte hayat yolculuğumuzda öğreniriz. Hatta ailemizin verdiği pusulanın sevgiyi göstermeyenleri bile mevcut ne yazık ki.
Peki sevgiyi göstermeyi bilmeyince ne oluyor? Yada sevgiyi yanlış göstermeyi öğrendiğimizde? Bugün verdiğimiz o mücadelelerin hepsini vermek zorunda kalıyoruz. Şiddet çıkıyor ortaya. Sevginin naifliğini bilmeyen o insanlar içlerindeki o güzel duyguyu da unutuyorlar. Sevgiyi çıkar ilişkisinin bi sonucu, hizmet ettiren, kendisine boyun eğdiren ve susturan bir şey olduğunu düşünüp ona itiraz edene şiddet gösterme hakkı olduğunu düşündürtüyor. İtiraz etmesine bile gerek yok hatta onun istediği gibi olmadı mı karşısındakinin hizmeti, hemen başvuruyor şiddete. Öğrendiklerinin sevgiyle ilgisi olmayan ama gözleri kör, en vahşi duygulara esir olmuş bu benlik, namus adı altında öldürüyor sözde sevdiğini (!).
Sadece şiddet mi sevginin yanlış gösterimi? Peki ya ayrımcılık? Sonradan öğrenilen o millet, ırk, renk, din, hatta siyaset kavramlarının sevgiyi yok edici güçlerini ne zaman farkedeceğiz? Bir kişinin diğerinden sırf farklı milletten diye nefret etmesi, farklı bir renkte diye ona uygulanan şiddeti uygun görmesi, farklı bir düşünceye - inanışa sahip diye dışlanması ve dahası.. Sevgi ile ilgisi var mı sizce de tüm bunların ? Gerçekten seven bi insanın bunları yapabileceğine inanıyor musunuz?  Açıkçası ben inanmıyorum. Hiçbir farklılık ayrıma sebep olamaz ve ayrımın olduğu yerde de sevgi barınamaz.
İşte dünyaya yeni gelen bir bebek sevgiyi hissedebiliyorken bu kavramların hiçbirini tanımıyor. Kıskançlığı, intikamı, yalanı öğrettiğimiz gibi şiddeti, ayrımı, nefreti de öğreten biziz. En saf ve doğal hali ile mükemmelliğe en yakın noktada yer alan duyguyu unutturacak kadar kötülüğü yayıyoruz dünyaya. Neden yapıyoruz bunu?
Hayat yolculuğuna çıkarken ailemizin verdiği pusula yanlış olabilir. Bu yanlışlığın onlarla da ilgisi olmayabilir. Ama biz insanız. Biz düşünen - öğrenen- fark eden bir varlığız. Yanlışı, yanlış olarak devam ettirmek zorunda değiliz. Sevgi bitmez. Sevgisizliğin gözlerinizi kapatmasına kulaklarınızı tıkamasına izin vermeyin. Sadece sevgiyi istediğimizde tekrar hissedebileceğimize inanmamız gerek . Eğer sevgiyi duymak isterseniz kalbinizi dinlemekten korkmayın. Yeni doğmuş bir bebek düşünün. Onun gibi dünyadaki hiçbir şeyi göremediğinizi hayal edin. Sadece sezgilerinizle hareket etmelisiniz. Çok zor değil mi? İçinizde hemen yükselen beni bırakma diyen korkular, güvensizlikten doğan kaygılar rahatsız etti sizi.. İşte o bırakmak istemediğiniz sizi rahatsız eden duyguların hepsi kötü tecrübelerinizden kaynaklı ve siz o kötülüklere bağlı kaldıkça kötülük devam edecek. Şiddet haberleri, kadın cinayetleri, savaşlar, ayrımcılık, protestolar, iç savaşlar... Hepsi daha da devam edecek. Çocuklarımız daha kötü insanlarla görüşecek. Daha bencil, daha bireysel ama olaylara daha yabancı, daha duygusuz, daha umursamaz bir topluluk haline geleceğiz.
Böyle bir dünyaya çocuğunuzu bırakmak ister misiniz?
Sizce de artık iyi bir dünyayı haketmedik mi?
1 note · View note
osadecebiri · 5 years
Text
8 Paragraf
"Gözlerimi kapattım. En güzel yerleri, en güzel insanları ve en iyi halimi hayal ettim. Daha mutluydum, daha iyiydim ve her şey yolundaydı... Olması gerektiği gibi."
Her şey ağır gelmeye başladığı anlar vardır. Ben şuan bu anı yaşıyorum. Yüzlere bakıyorum. Sahte yüzler görüyorum ya da bana öyle geliyor, bilmiyorum. Kendimi taşıyamıyorum.
"Beni görenler benim en iyi halimi gördüğünü düşünüyor olmalılar, gülüşümün içinde bir sürü gözyaşı var. Sayamıyorum. Bunun hakkında fazla bir şey söyleyemem. Sadece şunu bilmeniz yeterli; beni tanımıyorsunuz. Ben sadece birisiyim."
Bir kişi nasıl olmalı? Nasıl durmalı? Nasıl bakmalı? Nasıl davranmalı? Herkes bu soruların cevabını verse o kişi kendisi olmaz, bu sorulara cevap verenlerin istediği kişi olur. Peki öyleyse en mantıklı cevap; kendisi olsun olmalıdır. Bir insanı olduğu gibi kabul etmek zorundayız. Her kişinin kendi doğruları vardır. Kendi yanlışları, kendi inançları, kendi düşünceleri vardır. Hepimizi ayıran, farklı kılan budur ve eğer biz beraber olmak istiyorsak bu farklılıklara karşı saygılı olmak zorundayız. Bizi zıtlaştıran saygısızlıktır. Kaba sözler, özgürlük kısıtlayıcı davranışlar, sevgi olmayan ve empati yoksunu saygıyı öldüren kişiliğimiz yüzünden kaç kişiyi kırdığımızı, ayırdığımızı, haksızlığa uğrattığımızın farkında mıyız?
"Küçük bir çocukken dünya hakkında çok merak ettiğim ve ilgilendiğim şeyler oldu. Ülkelere baktım, dünya haritası içindeki çizgilere baktım, ne kadar nüfusleri olduğunu ve hangi dilleri konuştuklarını öğrendim. Biraz büyümeye başladıktan sonra insanlar ilgimi çekmeye başladı. Nasıl oldukları, nasıl davrandıkları, nelere inandıkları, neleri düşündükleri hep ilgi alanımdı. İnsanlar bizim iyi bir kişi olmamız için en büyük örnektir. Her şeyi başkalarından öğreniriz. Hayat ve hayatlardan. En büyük düşünürleri öğrendim. Sokrates bile der ki; bir şey biliyorsam o da hiçbir şey bilmediğimdir. Daha bilmediğimiz çok şey var. Daha bilmediğim çok şey var. Günler geçtikten sonra değil, günler geçecek iken değil, o an ve şimdi nasıl yaşıyorsak budur önemli olan..."
Karanlıkta mı iyidir her şey yoksa aydınlıkta mı? Bazı insanlar güneşi sever. Bazı insanlar gecenin o hareketli ışıklarını, o sade parlayan yıldızları. Ben hangisini mi seviyorum? Bilmiyorum. Çoğunlukla geceyi seviyorum ama gündüzün o parlak ışığına hayranım. Belki de her şeyi olduğu gibi seviyorum, ayırmıyorum. Her şey nasıl görünüyorsa o haliyle güzel diyorum. Bu beni nasıl birisi yapıyor? Sade birisi mi? Şeffaf birisi mi? Yoksa saf birisi mi? Belki de herkesten farklıyımdır.
"Boşluk. Bazen hissettiğin tek şey boşluk olur. Yüzüne yansır. Gözlerine yansır. O boşluk başkalarına yansıttığın durgunluğundur. Sayamadığın kadar düşüncelerin ve hislerin vardır, kilitlenmişsindir. Konuşmak istemezsin, çünkü zaten o an kendi kendine konuşuyorsun, yani aklındaki sesine anlatıyorsun. Seni kimse duymuyor. En çok kırıldığın anlar gözlerinin önünden geçiyor. Seni üzmüş ve kırmış o sözleri duyuyorsun. Gözlerin doluyor. Gülümsemiyorsun. Herkes seni izliyor. Bir şey söylemiyorlar. Kendinde olmadığın zamanlar onlara yararlı ya da iyi olmadığın zamanlar oluyor. Sahteler. Onlar hiç kimse, sen ise sensin. Yalnız olmadığın halde yalnızsın. Anlatmak zor çünkü anlamayacaklar. Boş veriyorsun. Boş verdikçe her düşünceden sonra, her histen sonra anlamak zordur hayatı, belki yarın daha iyi bir gün olur..."
Karışık. Her şey benim için karışık. Dünya, insanlar, benliğim. Sorularım var. Cevaplarım var. Hafif değilim, doluyum. İnsanlara güvenmiyorum. Güvenilir değiller. Sözlere inanmıyorum, çünkü yerinde kalmıyor ve hava da uçup gidiyor. Nedendir diye düşündüğümde bazen anlayabiliyorum fakat bazen de çok anlamsız geliyor. Sevgiyi, saygıyı, kıymeti ve iyi olan her şeyi bozdular ve belki de insanlar ne yapacağını bilemiyorlar. Kayboldular. Evet, bende kayboldum. Herkesi, her şeyi kırdılar ve evet bende kırıldım. Çok kez. Belki de bu yüzdendir karışık olmam. Kırıklardır belki. Bilmiyorum. Sadece gözlerimi kapatıyorum. Kimse beni izlemiyormuş gibisine dans ediyorum. Umursamıyorum. Uzaklara bakıp hayallerime dalıyorum ve orada çok mutluyum...
8 Temmuz 2019
41 notes · View notes
dilaraozeel · 5 years
Text
Sormuyorum artık işte kim niye böyle yapıyor diye. Bugün bir kez daha öğrendim insanlara güvenmemeyi. Çünkü insanlar karaktersiz. Çünkü insanlar iyiliği, sevgiyi, haketmiyor. Bencilce davranıyor. Düşünmüyor karşısındaki insanı bi'gram bile olsa.. "Seviyorum" diyor bahaneler üreterek ayrılıyorlar. Nasıl bir karakter? Nasıl bir insanlık? Yemin ediyorum aklım almıyor. Cidden insanlar neden bu kadar düşüncesiz oldu? Kendisine saygısı olmayan hiçbir insanın başkasına da saygısı olmaz. Yanlışlar yapa yapa doğruları öğreniriz. Tabiki yanlışlar olacak hayatımızda. Ama bu kadarı da fazla değil mi? Zevk için insanların üzülmesi, kırılması umursanmaması ne kadar doğru? Ben bugün adamlığın cinsiyetle alakali olmadığını bir kez daha öğrendim. Ne yazık ki adamım diye dolanan insanların, insan olduklarını bile düşünmüyorum. Benim yüreğim bu konuları kaldırmıyor. Gerçekten sevginin her şeyin ilacı olduğunu, insanları sevgi kurtaracak diye düşünüyorken şimdi bu satırları yazmak... Ben utanıyorum ben.. İnsanlığımdan...
2 notes · View notes
belkidebirharfimben · 5 years
Text
Korku nübüvvetin delilidir
Efendim, yaşı küçükler bilmez amma, seride ilk gözağrımız Unbreakable/Kırılmayan'dır. 2000'de gösterime girmiştir. Erken tevellüdünden mütevellid Split/Parçalanmış ve Glass/Cam filmlerinin abileridir. Dile kolay, Split ile arasında onaltı, Glass ile arasında ondokuz yaş vardır. Epeyce kıdemli bir abileridir yani. Ne demiş atalarımız: "Mazinin 'spoiler'ı olmaz." Evet. Biz de mezkûr hakikatten cesaret alarak bu ağır abinin konusunu bir parça kârilerimize aktaracağız. Aktaracağız ki sonrasında diyeceklerimiz havada kalmasın. Öhöm! Başlıyoruz: Aslında bütün mevzuu çıkaran Samuel Jackson'dır. Yani nam-ı diğerle Glass’dır. Adı Glass olsa da kendisi klas bir abimizdir. Stil sahibidir. Özellikle saçları şekildir. Kınamayın arkadaşlar. Mevlam herkesi başka türlü imtihan ediyor. Biraz içlice 'Oh!' çekse kemikleri çatırdayan bu abimiz de bir gün hazin durumunu tefekkür ederken der ki: "Ulan, vay, benim gibi üzerine 'kırılacak eşya' yazılması gereken biraderler varsa âlemde zıtları da olmalıdır. Hacivat Karagöz’süz olur mu? Herşey zıttıyla kaimdir. Peki acaba hiç kırılmayan bu âdemoğlu nereyedir? Kendisi durumunu bilmekte midir?" Yıllar geçip de ses çıkmayınca Glasscığımız "İş başa düştü!" deyu kendi çapında bir arama gayretine düşer. Fakat efendim, süreç sayesinde öğreniriz ki, her yeri kristal bardak hassasiyetinde olan esas oğlanımızın kalbi taştan bile serttir. Allah Allah! O ne katliamlar! O ne bedeller! Şairin görse "Bir kırılmayan uğruna ya Rab ne kırılabilirler batıyor!" diyeceği türden ne şerirlikler! Neyse, uzatmayayım, en nihayet Ferhat Şirin'ini, Mecnun Leyla'sını, Glasscığımız da Unbreakable'nı bulur. Bulur da iyi mi yapar peki efendim? Hayır. Düpedüz başına bela bulur. Unbreakable, kendisini bu seride evvelden de zor ölmesiyle meşhur Bruce Willis temsil etmektedir, kemiklerinin kırılmadığını keşfettiği sevinçli günde büyük bir kalp kırıklığı da yaşar. Dostu sandığı Glass'ın şeytana papucunu ters giydirecek bir hinoğluhin olduğunu öğrenir. Vay, aman, ne olacaktır şimdi? Onca iyiliğinden sonra bu kristal enişteye ne yapılacaktır? Yağma yok. Kahraman dediğin prensipli olur. Devlete memur alınır gibi adam kayırma olmaz kahramanlıkta. Çaaaat! İşini yapar. Fişini çeker. İşte bu kadar. Yıllar sonra Newyorklu bir âşık yaşananları şöyle anlatır: "Artık sen bakarsın Glass nezaretinin duvarlarına./Bense koşarım kapşonumla kahramanlığın yollarına." Filmin üzerine kurulu olduğu tema 'zıtlık'tır. Kainatta herşeyin ancak zıttıyla bilindiği düşünülünce çabuk kavranır bir tarafı da vardır bu temanın. Sıcak soğukla bilinir. Sert yumuşakla bilinir. Islak kuruyla bilinir. Sanki karşıtı olmayan şeylerin bilinebilirliği de yoktur. İnsan da kusurları sayesinde Cenab-ı Hakkın kemalini anlar. Yani âdemoğlunun Rabbisini tanıması da yine bir tür zıtlık ilişkisi içinde, ama 'karşıtlık' değil 'yoksunluk' bağlamında, mümkün olur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Hak Teala'nın, hâşâ, karşıtlık bağlamında zıttı, misali veya benzeri yoktur. Fakat onun sonsuz kemalinden yoksun masivası vardır. Gölgelerinin tonuyla nurunu tarif eden mahlukatı vardır. Bunlar Rablerinin karşıtı değil dilencileridir. Onun sayesinde varlardır. Ona rağmen değillerdir. Evet, eser elbette her yeriyle "Beni ustam yaptı!" diye söyler, fakat aynı zamanda "Ben usta değilim!" cümlesini de haykırır. Sanatının güzelliğiyle ustasına yaptığı işaret haktır. Ancak işaretin ustalığın yerine geçmemesi de eksikleriyle mümkündür. Bir baskı makinesi kitap basar ama yazar olamaz. Çünkü yazarlık için kitap basmaktan da ötesi lazımdır. Tabiat, Rabbisinin bir sanatı olarak, çok yönleriyle ona işaret eder. Fakat 'onun gibi olmadığı' yönleriyle de Rabbisiyle arasındaki mesafeyi bildirir. Su kabarcıklarındaki yansımasının gerçek güneşle karıştırılmaması bütün özelliklerine sahip olmaması sayesindedir. Bu türden bir farklılığın işaret ettiği zıtlık 'karşıtlık' değil 'arızilik'tir. Gölge ışığın zıttı değil yoksunudur. Kıyaslama yeteneği, sadece varlığı bilmenin değil, marifetullahın da yollarını açmıştır insana. Hatta Bediüzzaman'ın Ene Risalesi'nde izah ettiği üzere: Emanet ayetinin bir yüzü de bu 'kıyaslama yeteneğine' bakmaktadır. 'Benim-senin-onun' diyebileceği vehmî alanlar oluşturabilen insan, bu kurgu kabiliyeti sayesinde sınırlıdaki gereklilikleri kavrar-kuşatır ve daha geniş/farklı alanlara da bu gereklilikleri taşır. Üçgen benzerlikleri gibi; Açı-Kenar-Açı, Kenar-Açı-Kenar veya başka bir tür benzerlikleri kavradığında, 'burada gerekli olanlar'ı 'oraya' da taşır. Yine mürşidimin verdiği bir misale danışırsak: Odasının temizleyeni olmadığında çabucak kirlendiğini farkeden, evrenin de bir temizleyeni olduğunu derkeder. Çünkü evren kendi odasından çok daha temiz, tertipli ve düzenli görünmektedir. Hop, yazı uzuyor, toparlamalıyım. O zaman hemen Şuara sûresine gidelim. Orada tekrarını, Kur'an'daki her tekrar gibi, çok hikmetli bulduğum bir ifade tarzı var. Sûre içinde birbirine yakın şekillerde birçok peygamberin dilinden naklediliyor. Âdeta nübüvvet makamının ortak bir çağrısı gibi. Kısa bir mealini alıntılarsak şöyle: "Kardeşleri (...) onlara şöyle demişti: Korkmaz mısınız? Ben size gönderilmiş emin bir Resulüm." Kimi meallerde 'tettekun' kelimesine 'sakınmak' kimisinde 'korkmak' kimisinde ise 'çekinmek' manası veriliyor. Lakin Ebubekir Sifil Hoca'nın bu kelimeye dair izahlarından biliyoruz ki: Daha fazlasını kapsayan bir içeriği var bu kelimenin. Tarifi ancak paragraflarla yapılabilecek bir ıstılah/kavramlaştırma var. Ancak oraya gelmeden şu da dikkatimi çekiyor benim: Bazı meallerde bu korkunun adresi olarak, parantez içi izahlarla, Allah gösteriliyor. Yani şöyle söyleniyor: "Siz (Allah'tan veya Allah'a karşı gelmekten) korkmaz mısınız?" Daha başkalarıysa naklettiğim gibi diyor: "Siz korkmaz mısınız?" Allahu'l-a'lem kaydıyla ifade edeyim: Korkunun yalnız bırakılmasından, birincisiyle uyumlu ikinci bir okuma şekli olarak, 'hayatın her detayına karşı duyulan korkuya' da işaretler çıkarılabiliyor. Çünkü nebiler kavimlerine hidayete çağırıyorlar. İnkârcı kavimler doğru bir Allah inancına ancak onları dinleyince ulaşabilecekler. Nasıl en başta onu hatırlamaya çağrılırlar? Bunu bana düşündürenlerden birisi de Bediüzzaman'ın fıtrattaki korkuyla imandaki emniyet arasında kurduğu ilgidir. Risale-i Nur'u az-çok okuyanlar bilirler ki: Mürşidim insanı Allah'a yönlendiren şeylerden birisinin 'mahlukata karşı duyduğu korku' olduğunu söyler. Evet. Korkusu vardır. Ama giderecek kudreti yoktur. Bu da emniyet arayışının kendisinden, en ileri seviyesinde de mahlukattan, ötede olmasını sağlar. Yani yarattığına karşı duyulan korkular aslında Allah'a duyulan korkunun parçalarıdır. Nasıl ki merhamet tecellileri onun rahmetinin tereşşuhudur. Korkular da öyledir. Tevhid ile korkuyu birleyemeyenler şirkin manipülatif ortamına düşerler. Herşeyden Allah gibi korkmaya başlarlar. Bu pencereden korkunun Allah'a atfı da bir parça anlaşılabilir. Yani aslında korkulan Allah'tır. Fakat Allah'ı inkâr edenler bu korkuyu esbaba dağıtmışlardır. Buradan şuraya geleceğim: Böylesi ayetlerde korku-emniyet zıtlığı içinde bir enerji de üretilmektedir. Yukarıda zıtlıkları 'bilmenin yolu' olarak gösterdiğimiz gibi burada da yine bir tür zıtlık insanı 'öğretici arayışlara' sürüklemektedir. İnsan korkaktır. Doğru. Fıtratında korkmak vardır. Yeri gelir gelecekten korkar. Yeri gelir köpekten korkar. Yeri gelir karanlıktan korkar. Hatta, yeri gelsin-gelmesin, internetten duyduğu kem haberlerin başına gelmesinden bile korkar/korkabilir. Yani korkaklık yüreğimize çok bereketli bir açlık olarak bırakılmıştır. Midemizdeki açlığın bizi gıdaya sevkedişi gibi korkaklığımız da bizi bir çeşit rızka sevkeder. Hangi rızka peki? Emniyet rızkına. Güven arayışına. Korkunun da rızkı emniyettir. Ondan yedikçe geçer. Mahrum kaldıkça gelişir. Yani arkadaşım endişeleri yatıştıran bir çağrıya kulak vermek de bir tür doymaktır. İşte bence bu ayetlerde peygamberlerin ortak tebliğ diliyle bize şu da hatırlatılıyor: Fıtrattaki açlıkları hatırlatın! İnsanoğlu fıtratındaki açlıklara çağrıldığında karşı koyamaz. Unutmaya çalışsa da unutamaz. Bastırmaya çalışsa da bastıramaz. Varlardır. Hatta elindekiler çoğaldıkça korkularının sayısı da artar. Modern insan yüzyıllar öncesindeki dedelerine/ninelerine göre daha fazla korku taşımaktadır. Neden? Çünkü bilinirliğin sınırlarının artmasıyla korkularının da sınırları artmıştır. Yaşamın devamı için devamı gereken hassas dengenin farkındalığı, yıllar geçtikçe bu farkındalıkta meydana gelen artış, insanı genişçe bir köprüden ince bir ipin üzerine indirmiştir. Ahirzaman çocukları canlılığın nasıl bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu mazidekilerden daha iyi bilirler. Fakat ne tuhaftır. Sonuçlarıyla yüzleşmede daha da çekingendirler. Toplumlar değişebilir. Zamanlar değişebilir. Coğrafyalar değişebilir. Fakat fıtrat değişmez. Nuh aleyhisselamın ümmetine dediği Hud aleyhisselamın da ümmetine dediğidir. Hud aleyhisselamın ümmetine dediği Salih aleyhisselamın da ümmetine dediğidir. Bu âdeta şöyledir: Ne halde olursanız olun. İster kayaları oyup evler yapın, ister ticarette level atlayın, ister fiziksel olarak insanlar arasında yükselin, hâlâ birşeyler korkuyorsunuz. Korkacaksınız. Bu korku değişmiyor. Korkuyu yüreğinizden çıkaramıyorsunuz. O zaman bu açlığınızla yüzleşsenize: "Siz korkmaz mısınız?" İkinci aşama: Korku varsa emniyet de vardır. Açlık varsa gıda da vardır. Şey varsa zıttı da vardır. İşte karşınızda topluluğunuzun en emniyetli kişileri: Peygamberler. Dillerinde yalan yok. Hayatlarında yanlış yok. Davranışlarında aşırılık yok. Onlardaki emniyete koşsanıza! Bunlar da bir tür 'kırılmayan'larıdır insanlığın. Günahsızlarıdır. Güven için bunlara koşmanız gerekmez mi? Hayatlarındaki denge size 'paniksiz bir alandan' haber vermez mi? Kırılmasından korktuğunuz kalpleriniz için olsun, ey âdemoğulları, bu kalp kırmayanlara gitmek gerekmez mi? İkinci ayet de sanki musırrane bunu hatırlatır: "Ben size gönderilmiş emin bir Resulüm." Korku varsa kaçılacak yer de vardır. Allah "Doğrusu hangisi?" diye telaşlandırıyorsa cevabını mutlaka 'Resuller' eliyle yollayacaktır. Korku nübüvvetin de delilidir. Evet. Arkadaşım, burada sana ne dediysem, Allahu'l-a'lem kaydıysa söyledim. Elbette en doğrusunu Allah bilir. Mürşidimin öğrettikleriyle Kur'an'ı seyr u seyahat ederken Şuara sûresinin yamacında dinlendim. Oradan kaynayan bir pınardan dudağımı ıslattım. Bana tadı böyle gibi geldi. Hata ettiysek affımızı o Rahman u Rahim'den dileriz.
2 notes · View notes
ruhumunkelimeleri · 6 years
Text
Göze al kazan yada kaybet
Bazı şeyler vardır göze almak zorundayızdır çünkü almazsak yaşanmaz ki bu hayat. Örneğin birinin bizi sevip sevmediğini onunla konuşarak anlarız, birine güvenilip güvenilmeyeceğini ona güvenip öğreniriz. Her zaman işe yarar mı? Hayır, yaramaz ama olsun yaşadık ve göze aldık her şeyi sonuçta içimizde duramazdı. Bir arkadaşım var soruyor ama nasıl güveniyim ki ben ona uzakta oturuyor ya aldatırsa diyor. Söyleyecek fazla sözüm yok tek cümleyle açıklayabilirim. Güvenirsen ve o seni aldatırsa kendine yakıştırdığı şerefidir ama güvenirsen ve aldatmazsa sizin mutluluğunuz. Bu hayatta kimse kimsede kalıcı değildir. Nice arkadaşlıklar gördüm hiç bitmeyecek sanılan şimdi tekrar dönüp baktığımda hangisinden eser kalmış ki acaba hiçbirinden. Ne sevgiler gördüm baksan uğruna can feda edilen yada edilebilecek olan ama onların bile bir noktası var her şey herkes bir yere kadardır. Kendine hiç sordun mu peki ya ben insanlara güvenemiyorum ama insanlar neden bana güvensin ki onlar neden beni sevsin? Benim onlardan farkım ne? Onlar üzüyor da ben üzmüyorum sanki dedin mi hiç kendine. Bazı olaylar vardır kendini sorgulamaktan başka çaren yoktur. Çünkü kime sorarsan sor o soruların cevapları bir tek sende vardır. Kendimden bahsetmem gerekirse ben bırak insanlara sonsuz güvenmeyi kendime bile güvenmiyorum insanız hepimiz doğrudan yanlışa kayarız, kayabiliriz. Bu kendime olan güven problemi özgüven olan değil, bu bahsettiğim ben onu ölene kadar severim diyemem mesela, sonsuza kadar yanında dururum diyemem neden biliyor musunuz? Çünkü yapmadım daha önce dediğim şeyleri yapmadım. Hep yanında kalıcam dediğim insanların yanında değilim aslında bu onların kararı onlar benimle değil ama benimde payım var bunlarda. Bazı şeylerin cevabı bizde olduğu gibi bazılarının cevaplarıda bizde değildir. Bunlarıda arayarak bulmak zorundayız. İşte bu yüzden dediğim gibi bazı şeyleri göze alarak karşılarına çıkıp konuşmak zorundayız. Git sor ona de ki; bana bir baksana sen beni seviyor musun sevmiyor musun beni arada bırakma bir cevap ver yada kızım benimle derdin ne senin bizim arkadaşlığımız böyle iki günde silinip atılacak şey mi kendine gel demeyi bilmeli ve buna cesaretimiz olmalı, olmak zorunda...
122 notes · View notes
huseyinerol3453 · 2 years
Photo
Tumblr media
Değerli dostlar, Her şeyin özü ve başı sevgidir. Çevremizdeki insanlarla her yönden güvene, sevgiye, adalete, merhamete, hoşgörüye dayalı hem gönül bağı, hem akıl bağı kurduğumuzda; Bu özel ve güzel eylemler, söylemler, düşünceler, niyetler düşünceler VB gibi meziyetler sayesinde, inanıyorum ki eşkıyalar bile evliya olur. Böyle örnek insanların hakim olduğu böyle bir toplumda, ortamda, öncelikle sevgiyle, hoşgörüyle, hakkaniyetle ve güven içinde yaşarız. Bu ortamda hayattan daha fazla zevk almayı öğreniriz. Değerli dostlar, Bizim inancımızda ve kültürümüzde Sevgi :en yüce değerdir. Her zaman, her durumda, her yerde karşılık beklemeden sevmeliyiz. . Bazılarını ana, baba gibi, bazılarını kardeş gibi, can yoldaş gibi, bazılarını Kerem-Aslı, Leyla-Mecnun,Ferhat- Şirin gibi , bazılarını Kaf Dağındaki Zümrüdü Anka gibi, bazılarını Cennet'te ki Huri niyetine, canı gönülden sevmeliyiz. Tüm zorluklara rağmen sevmeliyiz Gerekirse ölümü bile göze alarak sevmeli. Sevmek ne kadar değerli ve güzelmiş. Gerçek Sevgi; o kadar saf ve değerli ki seven en az kendini düşündüğü kadar sevdiğini de düşünür. Ne kadar bencilce gelse de kendini düşünmeyen , barışık olmayan ve yaptıkları her konuda öz eleştiri yapmayan insan diğer insanları nasıl sevebilir, nasıl diğer insanlarla gönül bağı kurabilir? Lütfen farkına vardığımız an hemen herkese karşı kendimizi en azından ,iyi niyet ve güzel temenni dileme konusunda kendimizi zorlayalım. Ön yargılardan,hurafelerden, basma kalıp klişelerden, mantıksız tahakkümden, tek düzelerden kurtulalım. Emin olun böyle yaparsak kalbimiz, beynimiz ve her hücremiz mutlulukla ve huzurla dolacaktır. Sevgi yolunda başka hiç bir eylem ve söylem olmasa bile bu duygu ve düşünceler bile Dünya'nın dengesini iyi yönde değiştirebilir Herkes sevmeli,özlemeli, arzulamalı ve gerekirse bir ömürde sürse sevgiliyi beklemeli. Sevgi yolunda çile çeken Leyla-Mecnun, Kerem-Aslılar, Ferhat-Şirinler yerine bir ömür boyu, belki de ilelebet sürecek bir sevgi, hoş görü ve mutluluk yoğunluğunda kaynayıp pişmeliyiz . Sevgimizin yoğunluğunu ,saflığını, coşkusunu ilelebet yaşatmaya azami gayret etmeliyiz. En içten dileklerimle selam ve dua https://www.instagram.com/p/CdFhdx_KBOU/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
jayblog · 2 years
Text
Kendini Sevmek Üzerine
Kendini sevmemek de bir duygudur, duyguların nasıl ortaya çıktığını hiç merak ettiniz mi? Bir düşünce oluşuyor kafamızda ve bu düşünce bir duyguya dönüşür. Kendine kızmak, kendine çirkin demek gibi davranışlar zamanla kendinden nefret etme duygusunu oluşturur. Louis Hay'in Düşünce Gücüyle Tedavi kitabından bir alıntı paylaşacağım sizinle bu kitabı okumanızı kesinlikle şiddetle öneriyorum.  "Sorunumuz ne olursa olsun, yaşadıklarımız, iç dünyamızın dışarıya yansıyan sonuçlarıdır. Kendinden nefret etmek bile, kendiniz hakkında nefret dolu düşüncelerin ürünü. "Ben kötü bir insanım" diyen bir düşünceniz var Bu düşünce bir duygu yaratıyor ve siz bu duyguya kendinizi kaptırıyorsunuz. Oysa böyle bir düşünceniz olmasaydı, böyle bir duygunuz da olmayacaktı. Düşünceler ise değiştirilebilir, düşüncenizi değiştirin. Duygularınız da ortadan kaybolacaktır." 
Aslında hepimiz yaşadıklarımızdan dolayı kendini sevmemeyi öğreniyoruz, doğduğumuzdan beri var olan bir şey kendini sevmek. Küçük bir bebek hep dünyanın onun etrafında olduğunu düşünür. Biz büyükçe çevremiz bize değersiz olduğumuzu söyler ve kendimizden nefret etmeyi öğretir. Unutmayın ki hiçbir canlı nefretle doğmaz. Nefret öğretilen bir şeydir... Özgüven ve insanların seni sevmesi, aslında her şey kendini sevmek ile ilgilidir. Kendine güzel baktığında tüm dünyaya güzel bakarsın ve tüm dünya da sana güzel bakar. Aslında her şey kafamızın içindedir. Ayna karşısına geçip kendimizle konuşmaya başladığımızda her şeyi çözmeye başlarız. Kendimizi tanırız ve neden sevmemiz gerektiğini öğreniriz. Dünyada sizden sadece bir tane var. Neden başkaları sizden daha değerli olsun ki?
Vücudumuz her gün bizi yaşatmak için, uykudan kaldırmak için savaş veriyor, hastalandığımızda savaşmak için ateşimizi yükseltiyor... Çok fazla çabalıyor ve biz de fark etmeden ona kızıp duruyoruz. Nasıl göründüğü ya da başkalarının nasıl dediğinin hiçbir önemi yok, çünkü bizi hayatta tutmak için her gün mücadele eden şey vücudumuz. Her parçası özel. O yüzden onun da bizi sevgiyle sardığı, olduğumuz gibi kabul ettiği gibi biz de onu sevgiyle sarıp olduğu gibi kabul etmeliyiz. Unutmayın ki kimse sizin duygularınızı hissedemez. Sizi dünyada en çok seven kişi bile sizin yerinize duygularınızı hissedemez. Vücudumuz da bizin için her gün bu kadar çaba sarf ederken onu göründüğü şey için/başkalarının görüşleri için suçlamak yerine kabul etmeliyiz çünkü bu bizim bir parçamız ve hiç kimsenin bizim için çabalamayacağı kadar çok çabalıyor. Aslında çirkin diye bir kavram da yok, bunlar sadece başlarının bize söylediği inançlardan ibaret. Kendi inançlarını var etmek, duygularını yönetmek de bizlerin elinde olan bir şey.
1 note · View note
boyama · 3 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Bir Ogrenme Ortamında Renklerin Cocukları Etkileyebilecegi Bes Yol
Yaklaşan yaz mevsimi ile birlikte masmavi gökyüzü ve rengarenk çiçeklerle dolu, parlak renklerin ruh halinize etkisini muhtemelen hissetmişsinizdir. Daha mutlu ve genel olarak daha olumlu hissedebilirsiniz. Fakat rengin bir sınıfta veya öğrenme ortamında ne gibi etkileri olabilir?
Küçük yaşta hafızayı geliştirerek renkleri ilişkilendirmeye başlarız, örneğin yeşil bir muzun henüz olgunlaşmadığını, sarı muzun en olgun olduğunu ve kahverengi bir muzun olgunluk spektrumunun sonunda olduğunu öğreniriz. Renk tayfını anlayarak anlamını ve etkilerini anlayabilir ve gençler olarak öğrenmemizin hayati bir parçası haline gelebiliriz.
Çocuklar günlerinin çoğunu, öğrenmelerini geliştirmek ve etkilemek için renklerin kullanılabileceği sınıfta geçirirler. Çocuklara ilham verme konusunda tutkulu olan eğitimciler ve tedarik öğretmenleri, renkleri beş kolay ve etkili şekilde kullanarak sınıfta katılımı artırmaya yardımcı olabilir. Aşağıda bir okuma yapın.
Rengin Etkisi Nedir?
Renk, beyninizin işleyişiyle öğrenmenizi etkiler ve örüntü tanıma, hafıza ve yeni bilgileri emmek için rengi kullanır. Ayrıca bilgileri daha hızlı bulmanız, karşılaştırmanız, anlamanız ve geri çağırmanız için size görsel olarak rehberlik edebilir. Özellikle renk, çocukların ruh hallerini, davranışlarını ve eğitim performansını etkiler. İşte birkaç renk ve öğrenmeyi nasıl etkileyebilecekleri:
KIRMIZI – Güçlü ve dikkat çekici, kırmızı renk uyanıklık ve heyecan yaratır. Yaratıcılığı teşvik eder ve iştahı da artırabilir.
MAVİ - Sakinlik, sadakat, barış, dinginlik ve güvenlik önerir, bu nedenle bir rahatlık hissi yaratır.
SARI – Yaratıcılığı, netliği ve iyimserliği teşvik eder, böylece olumlu duygular yaratır ve dikkati artırır.
YEŞİL – Yeşil renk doğayı ve doğal dünyayı sembolize eder. Dengeyi, büyümeyi, dinginliği, temizliği ve sakinliği temsil eder. Ayrıca stresi azaltabilir ve iyileşme hissi sağlayabilir.
TURUNCU - ​​Enerjik bir renk olarak kabul edilen ve kırmızıya benzer, uyanıklığı artırabilir. Turuncu tutku, sıcaklık, heyecan yaratır ve iletişimi teşvik eder.
PEMBE - Aşk, romantizm, bakım, sıcaklık, sakinlik ile ilişkilidir. ve hayal gücü.
Daha fazla gör: https://boyamaonline.blogspot.com/2021/09/resim-yapmay-sevmeyen-bir-cocugu-tesvik.html
Doğrudan dikkat çekmek için renk kullanın
Olumlu bir öğrenme yanıtı elde etmek için kişinin görsel algısını ve hafıza performansını arttırmada renk büyük önem taşır. Bu nedenle, belirli bir özelliği veya bir çalışmanın bir bölümünü vurgulamak için renk kullanmak öğrencinin dikkat düzeyini artırabilir: ayrıca can sıkıntısını azaltmaya ve dikkat süresini artırmaya yardımcı olabilir. 
Bununla birlikte, çok fazla renk kullanımı ilham vermek yerine aşırı uyarabilir, bu nedenle koyu ve nötr renkler arasında iyi bir denge sağlamanız gerekir. En dikkat çekici renkler kırmızı, turuncu ve sarı gibi sıcak renklerdir. Eğitimcilerin öğrenmeyi, odaklanmayı, uyanıklığı ve farkındalığı teşvik etmek için daha fazla dikkat çekici renkler kullanması gerekir. Mavi ve yeşil tonlar gibi daha soğuk renkler, konsantrasyonu, daha geniş düşünmeyi ve konuşmayı teşvik edecek sakinliği uyandırabilir.
Örneğin, Elsa boyama çok fazla renk kullanmak bebeğe rahatsızlık verecekken, bu istemeden ters etki yapar çünkü renklendirmenin çocukların beyin gelişimi için çok iyi olduğunu zaten biliyoruz.
Rengi Stratejik Olarak Uygulamak
Renk, metindeki netliği %40'a kadar artırabilir, bu nedenle öğrenme sonucunun rengi etkin bir şekilde kullanarak elde edilmesi önemlidir. Güçlü, parlak ve koyu renkler, gözü birçok yönden çekmemek ve böylece mesajın metinde kaybolması riskini ortadan kaldırmak için az miktarda veya nötr bir arka planla kullanılmalıdır. Renk bilgi verebilir ve okunabilirliği geliştirerek çocukların okudukları metnin kavramını daha iyi anlamalarına yardımcı olabilir. Daha yüksek okunabilirlik düzeyine katkıda bulunan daha açık renkli arka planlar kullanın.
Rengi sınıfta nasıl kullanabileceğinizi ve uygulayabileceğinizi düşünmelisiniz. Örneğin, yoğun bir oyun odasında çocuklar için sessiz bir yer sağlamak: yumuşak mavi tonları, yıldızlı gece tavanı ve yalnızca küçük insanların erişebileceği bir kapı kullanmak. Mavi tonları sakinliği, güvenliği, rahatlığı ve huzuru teşvik edebilir. Bu, aslında, çocuklar kendilerini durumlardan çıkarırken ve kendilerine sağlanan sessiz alanda rahatlarken duygularını yaymayı ve bunlarla başa çıkmayı öğrenebildikleri için uygunsuz davranışları azaltabilir.
Daha fazla gör: https://www.behance.net/gallery/127953233/Elsa-cizmek-icin-adm-adm-oegretici
Renk ve Özel Eğitim İhtiyaçları
Renk, özellikle ruh halleri ve davranışları açısından tüm çocukları farklı şekilde etkileyebilir. renklere karşı hassas olanlar veya görme güçlüğü çekenler. Otizm Spektrum Bozukluğu (ASD) olan çocuklar renk ve desenlerle strese girebilirler. Onları çevreleyen renk seçimi davranışlarını etkileyebilir, bu nedenle sıcak ama aşırı uyarıcı olmayan bir ortam yaratmak çok önemlidir. Otizm tipik olarak ses, ışık ve rengin duyusal uyarımına karşı aşırı duyarlılıktan etkilenebileceğinden, uyarı düzeyi kontrol edilmelidir: OSB'li çocuklar için uygun renkli bir ortam yaratmak önemlidir.
Kısmen gören çocukları desteklemek için renk kullanılabilir. Yüzeyler arasında kontrast oluşturan ve farklılaşma sağlayan renkler, boyut algısına veya nesneler veya boşluk arasındaki mesafeye karar verilmesine yardımcı olabilir. Özellikle farklı sınıfların kolay tanımlanması için bir rengin kullanım yoğunluğunun seviyesini anlamak önemlidir.
Sınıfta Renkli Mobilyalar
Araştırmalar, iyi tasarlanmış bir sınıfın okuma, yazma ve matematikte öğrenme ilerlemesini %16 oranında artırabileceğini ortaya çıkardı. Okullar veya eğitim merkezleri, kiri kolayca fark etmesini sağladığı için genellikle açık renkli mobilyalar kullanmaz. Bununla birlikte, hem araştırma hem de pratik uygulama yoluyla, rengin bir öğrenme ortamında çocukların ruh halleri ve duyguları üzerinde bir etkisi olabileceği ortaya çıktı. Bilim, İngilizce, Matematik ve hatta öğrenmeyi teşvik etmek için E-Öğrenme Alanları oluşturmak olsun, odanın amacının renk şeması seçimini yönlendirmesine izin vermek çok önemlidir. Her sınıfın önemini ayırt etmek için sandalyeler, masalar, kitaplıklar, tahtalar, tepsiler, hatta halı ve duvarlarla yaratıcı olun.
Boyama, çocuklara yaratıcılıklarını gösterme fırsatı verir. Bir çocuk kağıda çizmeden önce hayalinde yeni bir dünya yaratır. Bu yüzden onlara renk kutusunu verin ve istedikleri gibi kullanmalarına izin verin. Bu, beklentileri aşan sonuçlar getirecektir çünkü çocuğunuzu canlı ve çekici bir ürün yaratmak için renkleri nasıl birleştireceğini düşünmeye zorlar.
Ebeveynler, boyamaonline.com/elsa adresinde bulunan Elsa boyama sayfalarını görüntüleyebilir.
0 notes
sonhaberde · 3 years
Text
Çocuklara ödev yapma alışkanlığı nasıl kazandırılır?
Anne ve babalar için okul döneminde yaşanılan en tatsız sorunlardan biri de çocuklarının ödev yapma konusunda gösterdiği isteksizliktir. “Ödevini yap” demekten yorulan ebeveynler, bu konuda çocuklarıyla zaman zaman çatışmaya bile girerler.
Çoğu çocukta sürekli bir erteleme hali görülür. Şu çizgi filmi izledikten sonra, şu oyunu oynadıktan sonra, yemek yedikten sonra...
Anne ve babalar da çocuklarına ödev sorumluluğunu üstlenmedikleri için çoğu zaman kızarlar. Burada ailelerin kendilerine sorması gereken ilk soru, “Çocuğumuza sorumluluk duygusunu verebildik mi?” olmalıdır.
ÇOCUĞUNUZA SORUMLULUK VERİN
Sorumluluk kavramını, “başkalarının hakkına saygı göstermek ve kendi eylemlerinin bireysel sonuçlarına sahip çıkmak” olarak tanımlayabiliriz.Her anne-baba çocuğunu sorumluluk sahibi bir birey olarak yetiştirmek ister. Bununla birlikte unutmamalıyız ki hiçbirimiz sorumluluklarımızı daha en başında bilerek dünyaya gelmeyiz. Bunu zamanla öğreniriz ve doğal olarak yaşamın farklı alanlarında sorumluluklarımız da farklı olur.
İlkokul çağındaki çocuklardan oyun oynamayı ve ders çalışmayı ödevlerini bitirecek şekilde dengeleme sorumluluğunu duymasını beklemek son derece doğaldır. Amaç yüksek not almak, öğretmeni memnun etmek değildir.
Okul yaşamı, çocuğu hayata hazırlayan uzun bir dönemi kapsar. Hayata ilk adımdır bir başka deyişle. Hayatta etkin olabilmenin yolu, insanların olayları ve nesneleri düzenleyebilme başarısına bağlıdır. İşte okul da bunun kazanılması için çocuk adına önemli bir fırsattır. Kitaplar, ödevler, notlar, bilgiler, zaman... Tüm bunları doğru düzenlemeyi öğrenen çocuk, okul dışındaki hayatını da bu düzende ve kalitede yaşayacaktır.
OLUMLU SONUÇLARI ÖDÜLLENDİRİN
Sorumluluk duygusunu aşılamak için çocuğunuza bazı yükümlülükler vermeye hazır olmanız son derece önemlidir. Onun kendi başına iş yapmasına izin vermiyorsanız, sürekli yardım eden, fazla korumacı anne-babalardansanız çocuk sorumluluk almak konusunda zorluk yaşayacaktır. Üstelik sadece sorumluluk vermek de yetmez. Çocuğunuza bir sorumluluk verdiğinizde olumsuz sonuçlara katlanabilmeniz, olumlu sonuçları ise ödüllendirmeniz gerekir. Bu tutum çocukların sorumluluk almayı öğrenmelerine de yardımcı olur. Şunu unutmayın, sorumluluk almak belirli bir yaştan sonra başlayan bir öğrenme süreci değildir. Bu beceri, çocuğun doğduğu andan itibaren deneyimleyerek kazandığı, okul ortamında ise pekiştirdiği bir beceridir.
Sorumluluk örneği olarak çocuğunuzun günlük olarak yatağını düzeltmesi, üzerinden çıkardıklarını kirliye ya da dolaba koyması, yemekten sonra tabağını kaldırması, kendi işlerini tamamen kendi başına halletmesi birer sorumluluktur ve  bunlar için çocuğumuzu yönlendirmek, sorumluluk konusunda atacağımız ilk adımdır.
SÜREKLİ ÖDEV BASKISINDAN UZAK DURUN
Anne ve babalar olarak çocuktan istediğimiz şey, okuldan gelir gelmez hemen ödevin başına oturmalarıdır. 'Hemen ödevini yap, aradan çıkar' gibi tabirlerle, çocuğun dersi ve okulu aradan çıkarılması gereken gereksiz bişey olarak görmesine sebep oluruz. Halbuki çoğu ders, çocuğa hayatı öğretmek için bir vesiledir. Onlara dersleri ve ödevleri sevdirerek yaptırmanın yollarını bulmak, aileler olarak üzerimize düşen görevdir.
ÇALIŞMAYA TEŞVİK EDİCİ PROĞRAMLAR YAPIN
Ödev yapmak istemeyen küçük çocuğumuzu, ödevine teşvik için parka götürmek ve ona uygun bir ortam açmak etkili bir yöntem olacaktır. Ayrıyeten, ödevini yaptığı takdirde onunla açıp güzel bir film izleyeceğimizi söyleyebiliriz. Bu bir şart değil, teşvik niteliğinde olmalıdır.
DİNLENME SÜRESİ VERİN
Çocuğunuz okuldan eve geldikten sonra 30-45 dakika dinlenmesine izin verin. Bu süre, çocuktan çocuğa değişkenlik gösterse de, tekrar derse başlama konusunda ne vazgeçirecek kadar uzun, ne de dinlenmesine fırsat tanımayacak kadar kısa olmalıdır. Çalışma zamanlarını çocuğunuzla birlikte programlamanız onun bu programa uymasını kolaylaştırır. Çocuğunuz ödev yapmaya ve ders çalışmaya her gün aynı saatte başlarsa, bu davranış onun düzen alışkanlığını da pekiştirmiş olur.
ÇALIŞMA PLANI HAZIRLAYIN
Çocuğunuzun verimli çalışması için bir proğram hazırlayın.Çalışma programı planlanırken çocuğunuzun boş zamanı da olsun mutlaka. Her çocuğun oyun oynamaya, hayal kurmaya ya da arkadaşlarıyla zaman zaman bir arada bulunmaya ihtiyaç duyduğunu unutmayın.
ÇOCUKLAR ÖDEV YAPMAKTAN NASIL KEYİF ALIR ?
Çocuğunuz size soru sorduğunda, bu sorusuna yanıt verin. Ama ödevini onun yerine yapmayın.
Çocuğunuz ödevin tümünü yapmakta zorlanıyorsa, bunun çok fazla olduğunu söylüyorsa, ödevi parçalara bölün. İlk 10 soruyu yaptıktan sonra sonuçları kontrol etmesini, ardından diğer 10 soruya geçebileceğini söyleyin. Ara kontrollerde ona siz de eşlik edebilirsiniz.
Ödev yapmanın da bir öğrenme süreci olduğunu çocuğunuza anlatın. Bunu bir zorluk olarak görmek yerine, problem çözmenin getirdiği mutluluğu yaşamasını, okuduğu yeni bir hikâyenin keyfini çıkarmasını tavsiye edin. Ödevleri bittikten sonra yeni hikâyeyi size anlatmasını istemek, problemleri doğru çözdüğünde onu olumlu sözcüklerle motive etmek, bu duyguların gelişmesine yardımcı olur.
Ödevlerin öğretmeniyle arasındaki bir sorumluluk aktarımı olduğunu kavramasını sağlayın.
Ödev konusunda yaşayacağınız çatışmanın aranızdaki iletişime zarar vermesini engellemek için ödevler bittikten sonra çocuğunuzla hiç değilse yarım saat eğlenceli vakit geçirin.
Çocuğunuz ilkokula yeni başladıysa, oyunla geçen günlerden sonra okula gitmenin onun için önemli bir değişim süreci olduğunu bilin. Dakikalarca bir masada oturmak, yepyeni şeyler öğrenmek, eve gelip bir de ders yapmak bir anda adapte olunacak kadar kolay eylemler olmayabilir. Özellikle ilk dönemde son derece sabırlı olun.
YAPAMADIĞI ZAMAN CEZLANDIRMAYIN
Unutulmaması gereken önemli bir nokta da ödevini yapmadığı zaman çocuğu cezalandırmanın istenen sonucu doğurmayacağıdır. Zaten çocuk için çok da zevkli olmayan ödev yapmanın bir de ceza ile sonuçlandırılması bu alanda daha fazla sorun yaşanmasına yol açabilir. Olumlu davranışı pekiştirmek (ödevini yaptığı zamanları övmek, ödüllendirmek), istenmeyen davranışı cezalandırmaktan daha etkili bir yöntemdir. Bu yöntemi uygularken de ödev yapmanın kendi sorumluluğu altında olduğunu çocuğunuza anlatmayı unutmayın.
0 notes
bugunguncel · 3 years
Link
İyi giden dostluk, samimi sohbetler ve hoş diyaloglar… Tüm bunlar iki ya da daha fazla kişinin karşılıklı iletişim kurmasıyla ortaya çıkar. Ancak bazı nedenlerden dolayı beklenmedik durumlarla karşı karşıya kalmak mümkün. Zira en sevdiğiniz kişi tarafından cep telefonu numaranız bir anda engellenebilir. Peki birinin sizi engellediğini nasıl anlarsınız? İşte engelleyen numara öğrenme yolları.
Birinin beni engellediğini nasıl anlarım
Karşıdaki kişi tarafından engellendiğinizde telefonu sürekli meşgul çalar. Ama yine de emin olmak için sağlama yapmanız da fayda. Yapmanız gerekenleri adım adım sıraladık:
Tumblr media
Kısa mesaj göndermeyi deneyin
Karşıdaki bir kişinin sizi engellediğini birkaç yöntemle kolayca anlayabilirsiniz. Örneğin iOS ya da Android cihazlarınızdan kısa mesaj göndermeyi deneyebilirsiniz. Ancak iki sistemin çalışma şekli farklıdır. iOS’un mesajlaşma uygulaması Android’e kıyasla bu konuda daha fazla hassasiyet gösteriyor.
Eğer iOS tabanlı cihazınızdan karşı tarafa SMS gönderirseniz önünüzde iki seçenek olacaktır. Bunlardan biri ”Teslim Edildi”, diğeri ise ”Okundu”. İlki mesajınızın gönderildiğini fakat teslim alınmadığını belirtirken, ikincisi ise mesajın karşıdaki kişi tarafından alındığını gösterir. Peki engelleyen numarayı öğrenmeyi bu noktada nasıl öğreniriz?
Yukarıdaki işlemleri yapmanıza rağmen her iki bildirimle de karşılaşmıyorsanız haberler kötü demektir. Zira karşı taraf artık sizi engelledi ve ona ulaşmanız imkansız. Fakat küçük de olsa bir ihtimal daha var. Eğer karşı taraf telefonunu rahatsız etme moduna aldıysa, gönderdiğiniz mesajlar yine aynı şekilde alıcı tarafından görülmeyecektir. Ancak teslim edildi ve okundu bildirimlerini göremiyorsanız bu kesin olarak engellendiğinizi gösterir.
Android telefonlarda engelleyen numarayı öğrenme
Android işletim sistemli bir telefon kullanıyorsanız yine aynı durumla karşılaşabilirsiniz. Örneğin bazı Android telefonlar iOS gibi işlevlere sahiptir. Bazılarında ise birinin sizi engellediğini anlamak çok zordur. Dolayısıyla  Android telefonlarda farklı bir yol izlemek gerekiyor.
Başka bir telefondan ara
Engelleyen numarayı öğrenme bazen çok daha basit olabiliyor. Örneğin birini farklı bir hat üzerinden aramak en kolay çözümdür. Eğer kendi telefonunuzdan aradığınızda karşı tarafın telefonu otomatik olarak meşgule düşüyorsa; ancak farklı bir numaradan aradığınızda telefon çalıyorsa bu, karşı tarafın sizi engellediğinin en iyi kanıtıdır.
Birilerinin sizi engelleyip engellemediğini anlamak yukarıdaki yöntemler ile ile çok kolay. Ancak aralarında en kolayı kesinlikle karşı tarafı farklı numaradan aramak olacaktır. Zira yabancı numaradan aranan bir kişinin telefonu, kapalı veya meşgul değilse mutlaka çalacaktır. Aksi durumda ise telefonun kapalı olduğu anlamına gelir.
Kaynak: Shiftdelete.net
0 notes