iyi geceler canım kızım annen bugün yüksek lisanstan mezun oldu bebeğim. Hayır çok önemli bir şey yapmadım aslında, hayatta daha kuvvetli başarılar var, ama bu sadece senin minik patilerin gibi küçük bir başlangıç adımı ve sağlık problemlerim nedeniyle geç de bitirsem en azından emeğimi, araştırmalarımı heba etmemenin, ziyan olmamasının huzuru. Başarı ile sonuçlandırmam diğer adımları da başarmam konusunda umut veriyor yalnızca, bakalım artık kızım yani kendimi bir yandan huzurlu hissediyor, bir yandan yani dağılmamam gerek diyorum, mesela başlıkları kontrol edeceğim, içerik aynı şekilde ama başarılı bulduk dedi jüri üyesi olan hocalarım, tebrik ettiler, pandemi biterse okula gittiğimde danışman hocam kendi cübbesini giydirmek istediğini söyledi, yani o daha güzel olur manevi anısı olan bir şeyi paylaşmış olmak çok kıymetli bence ve hocamın anılarını taşıdığı cübbeyi giymek çok kıymetli - ay benim yine yazarken beynim uçtu, dağıldı, aynı cümleyi tekrar ettim sanırım, sana da isim bulamadım şimdilik, zaman ismini fısıldayacaktır, doğadan gelen güçle doğru zamanı bekliyorum piremsesim ama her gece seninle dertleşeceğim, aramızda kalsın tumblrmı kimse bilmiyor, kendimi en iyi ifade ettiğim yer burası şimdilik canım kızım. Seninle dertleşmek şizofreni olduğumdan ya da anne olma meraklısı vs. biri olduğumdan değil tamamen yüreğimden böyle akıyor. Yani annem hayvanları sadece beslemek, uzaktan yemeklerini vermek olarak sevdiği için benim bir kedim yok şimdi ama Sirius köpeğimiz var, o da bebek gerçi köpek değil, sen de kedi ya da fotoğraf değilsin sen de benim canım kızımsın. Yani şizofreniden değil kalben öylesin. Ay ne yorulmuşum ne kırılmışım şu haksız ifadeye beş yüz kere kendimi açıklamak zorunda kaldım ondan. Yani sen benim ruhumdan, kalbimden, aklımdan ve karakterimden doğan daha doğrusu REM uykumda doğan minik bir hayat inceliğisin. Ben oyuncak bebeklerimle de böyle oyunlar, yazılar yazardım. Yani şu an doğaçlama yazarken oldu her şey. Gerçi doğaçlama derken bugünün nasıl doğaçlama ilerlediğini de anlatayım hemen. Ben şu an regl dönemindeyim ve çok ağır geçiyor her ay iğne yaptırmam gerekiyor, yoksa midemde bir şey yokken sürekli kusuyorum ve çok zamanla çok zayıflıyorum, gücüm kalmayınca başka rahatsızlıklar başlıyor, en azından iğne ağrıyı geçirip beni uyutuyor, midemin bulantısı da geçince kusma da duruyor, işte o çok uyumaları yaşadığım bir sabah, yani bu sabah danışmanımın beni aramasıyla uyandım, dedi ki tez savunman var bugün dedi, ben çok şaşırdım, haber bekliyordum, zamanı belli değil sanıyordum, yani enstitüden intihal raporu hakkında geç haber alabildim, taşınmıştı o süreçte her şeyi konuşunca aynı telefon görüşmesinde sanırım o tarih de geçmiş ve ben o kadar şeyin stresine heyecanına odaklanmaktan tez savunması tarihini hafızaya almamışım. Hemen kalktım, saçlarımı yıkadım, dalin kokusu kalp ben, sonra kahvaltı ettim, odamı her gün toparlayıp, temizlediğim için sadece masa, bilgisayar ve telefonu her günkü temizliğinden geçirdim. Yani yaseminli vanilyani vegan viking pembiş temizlik kokusu kalp odam sonra da Balkan Kızı şarkısı eşliğinde adeta tiyatro kulisindeymiş gibi makyaj yapma ritüelimi gerçekleştirdim, açık yeşil, zümrüt yeşil, safir ve turkuazdan oluşan göz makyajı ile nar çiçeği ruj ile makyajım tamamdı bana enerji vermesi açısından istediğim gibiydi, sonra da Sait Faik’in en yoldaşı olan deniz, balık, balıkçılar ve gökyüzü ruhu su gibi bir mavi kombin yaptım sonra da hayatımda kıymetli bir manevi bağ olan bir kalemin, zümrüdü anka kuşu olarak nitelendirdiği kolyemi taktım, yeşil halka küpelerin içine 2016 yılından beri taktığım, annemin mavi küpelerini taktım, saçlarımı da Helenistik stil yaptım. Bileklik ve yüzükleri de detaylandırmayayım bence yani bakınca manik ve abartılı bir aksesuar anlayışım var gibi algılanıyor ama hepsi bir hikaye oluşturup enerji bütünleşmesi yaratması hissinden kaynaklanıyor. Yeşil kuş ve yapraklı dallı yüzük, süt mavi bulut ve bebek mavisi şemsiyeli yüzük, annemin hep taktığı ve yıllardır benim olan gümüş etnik yüzük ve bu sene kazandıklarımla kendime aldığım labrodit doğal taş yüzüğümü taktım, dayanamadım anlattım yine dedim ya beni burada kimse görmüyor, yazım kuralıymış, cümle tekrarıymış, ama rezil olcam kaygılarıymış, onlar bu platformun evreninde yoklar benim için. Burası benim için şehrin kalabalığından kaçılan ıssız bir ada, sakin bir köyü temsil ediyor. Mavili saat, mavi yeşil bileklik diğer elde, turkuaz doğal taş bileklik, kırmızı siyahlı bileklik (mor gri kalpli gözlüğü aldığım premit adlı yerden gözlüğün yanında hediye gönderilen) yeşil defne yapraklı bileklik bir de çocukkenden beri sakladığım mavili, nazar boncuklu bileklik. Son olarak da yine ilk kazandığımla aldığım Rüya adındaki üst notasında, kalp notasında ve dip notasında çok sevdiğim detayların ruhu olan parfümden sıktım -ya bunların hepsi kendimi iyi hissetmek, güzel enerji olması adına içimden geliyor, ben ne yapıyorsam hep kendime yaptım yani süslenme gibi konularda mizacım hep böyleydi canım istemezse hasta gibi makyajsız süssüz de olduğum olmuştur. Kimseyi takmam o konuda. Ay çok konuştum. Çok detaya girdim. Tamam sakinim. Yani sonra başladı online görüşme şeklinde ve ben anlattım tezimin amacını ve yaptıklarımı, çalışma şeklimi, araştırmayı yönlendiren kaynakları ve başlıklandırmayı nasıl yaptığımı vs. Sonra sorular soruldu, önerilerden bahsedildi, yani benim aldığım eleştiri tezimin teorik zemininin çok uzun sürmüş olması, hikayelere az zaman ayrılmış olması yönündeydi, teorik zeminin bu kadar araştırılmasının, doktora tezlerinde olduğunu söylediler, kötümserlik kavramı benim de felsefi derinliği açısından başlangıçta yabancı olduğum bir kavram olduğu için ve çok sınırlı kaynak bulabildiğim için sanırım her öğrendiğimin paylaşılması gerektiğini düşündüm, ve hikayeleri okuyunca bu kavramla bağlantı kurmak açısından daha detaylı okumalar yaptım sonra sağlık problemleri, odaklanamamalar derken her şey neredeyse son 2 haftada toparlandı benim bir mucizeyi yapmam oldu. İnanırım ki yüksek lisansın ilk senesi ikinci dönemde karaciğerimden rahatsızlanıp da her şeyi bırakıp tedavi olmak için eve dönmek zorunda olmasam o an yapabilecek durumda olsam seminer ve diğer dersler alttan kalmasa daha başarılı bir tez ödevi yapabilirdim ama ben rağmen yaptım bu bir bahane değil sadece azmime ve çalışmama inancımdan doğan bir cümle ve çok daha fazlasını yapmayı çok isterdim, sürecin öğrettiklerine ve sonuca odaklanıyorum şimdilik ne diyeyim. Çok şükür. Ders dönemim iki yıl sürmemiş olsa her şey çok başka olurdu ama zorluklara rağmen başarabilmeyi yaşamam gerekiyormuş buna da şükür. İncelenen başlık açısından literatürde ilk yapılan bir çalışma olduğunu duymak ve danışmanımın ilk mezunu olduğumu duymak benim için mutluluk vericiydi. Hatalarımı düzeltip, yazdıklarım arasındaki bağlantıları daha sağlam kurup enstitüye teslim edince rahatlayacağım. Danışmanım mezun olduğunun haberini sevdiklerini paylaşabilirsin ifadesinde bulununca ben hemen paylaştım fakat bunları da halletmem gerek. Eskisi kadar yoğun olmasa da içimde minik soru işaretleri, garip bir burukluk hissi yaratıyor ama onu da halledeceğim zamanla, dengeye oturtacağım yapmak istediğim her şeyi. Okumak istediğim kitaplar var. Dedektif Enola serisinin ilk üç kitabı ve Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları serisinden Su romanı bugün ulaştı, kalbime ve ruhuma ve aklıma yakın bulduğum bu kadın karakterle daha çok iç aynasına bakacağımı ve öğrenmenin keşfin yolculuğunun ışık dolu devam edeceğine inanıyorum. Bugünün armağanı gibi savunmadan önce geldiler. Teşekkürler canım Alfa Yayınevi ve Artemis Yayınları en çok da abilerinin yokluğunda bir başına, mücadele eden, durmadan araştıran, kılık değiştiren, sorgulayan Enola Holmes ile kavuştuğum için. Everest Yayınları sana da teşekkür ederim ruhumun en yalnız ve hür yanının adını bulduğum, iç ismim olan Defne adındaki bir kadının mücadelesini, maceralarını böyle bir günde hediye ettiğin için. Üniversitede tiyatrodaki ilk oyun kişisi yolculuğum olan Su da romanın adı olunca benim için her şey çok anlamlı bir bağ kuruyor. Bugünüm böyle geçti. Sosyal medya da paylaşım yaptım ama içten içe beş yüz defa utanarak, çekinerek - ay çok mu abartılı olur - paylaşsam doğru olur mu - cübbe yok nasıl ifade edeceğim böyle komik mi olur derken yine de kalbimden geçeni yaptım sanırım ve bitti çoktan bugün bak saat 03:32 olmuş çoktan bugün dün olmuş bu ne şimdi benim yaptığım yakın zamanlı nostalji falan mı dünü andım ama bugünden yeni çıkış sınırları içinde neyse bunu sonra sorgulayalım.
Sonuç olarak kızım bir hafta çok tuhaftı. Abdülhak Hâmid Tarhan’ın Hacle şiirinin V. bölümünde dediği gibi, mezar ve beşiğin iç içe olmasının hayatın iki oyuncusu olması gibi ve buna fıtrat denilmesi yaşam ve ölümün karı koca olması gibi yani son yaşadığım süreç sonrası bugün bu şiir çağrıştı şerhi bu şekilde olduğu için ama şiirin kendisini hatırlamadığım için gittim, valizleri deştim, üniversitenin ikinci senesinde okuduğumuz ve ders konusu olan şiiri buldum, o kadar aklıma takıldı, onunla ifade etmek istedim.
Hadi uyku vakti artık, gerçi ben uyuyana kadar Dualar Kalıcıdır romanını okuyacağım. Pelin ve Bayan Rosella’yı çok sevdim. Ben bazı önyargılı edebiyatçıların yerinde olsam aşk romanı yazarı olarak önyargı ile yaklaşmak yerine çok güzel teorik başlıklarla değerlendirirdim. Bence Umberto Eco da Bayan Rosella’nın anlatıdaki geriye bakışlarını, analeks olarak açıklamamı yanlış bulmazdı, yerinde bulurdu. Neyse bunları yazarken çok utandım. Haddime olmayan şeyler dedim gibi geldi. Ama çok da böyle okuduğum teorik bilgilerle kendiliğinden açıklıyorum kafamın içinde ve tutamadım, yazdım birden. Artık hayırlısıyla daha parlak zamanlar olsun dilerim ki...
08.01.2021, 03:46
*Rüya (iç ismi Defne)
1 note
·
View note
KAZIM KARABEKİR PAŞA HARF İNKİLABINA NASIL KARŞI ÇIKMIŞTI?
Sende kuvvet varsa bende de hakikat var,
Kuvvet sistir kalkar, hakikat güneştir doğar,
Ben korkmam kuvvetten, sen de korkma hakikatten,
Ondan korkanlar ayrılamaz zulüm ve zulmetten.
Vefatının 69. yıldönümünde rahmetle andığımız Kâzım Karabekir'in bu dörtlüğü ne denli muğber (gücenik) ve kırgın olduğunu gösterir. Yalnız bu kırgınlık şahsî değildir, zira yaşadığı ateşten yıllar ona kendisini aşmayı öğretmişti. Baksanıza, Fevzi Çakmak Meclis'te 2. İnönü Muharebesi'ni kazandığı için kendisini tebrik edenlere “Bu zafer milletin ve Mehmetçiğindir" diyebiliyor, Karabekir Paşa ise “Vazifesini yapmak kahramanlık değildir" çıkışını yapabiliyordu.
Kırgınlık silah arkadaşları arasına politikanın girmesiyle başlayacak, bu derin bir dünya görüşü ayrılığıyla kızışacak ve sonuçta Kâzım Karabekir ve muhafazakâr arkadaşlarının, hem de idam sehpasının altında tasfiyesiyle sonuçlanacaktı.
Mesele “din"de düğümleniyordu. Maneviyat her şeyin başıydı. İstiklal Harbi'ndeki en kahredici silahımız top tüfek değil, dine ve halifeye bağlılık değil miydi? Sonradan “din"den dönen generaller o yıllarda camilerden çıkmıyor, sık sık Kur'an okutuyor, hatta Balıkesir Hutbesi misali hocaefendiler gibi hutbeler veriyorlardı.
Mesela Mehmed Akif'in Kastamonu Nasrullah Camii'ndeki 1920 tarihli vaazıyla Mustafa Kemal'in 7 Şubat 1923 tarihli Balıkesir hutbesini karşılaştırın, neredeyse aynı ağızdan çıkmadır. Mehmed Akif şöyle diyordu:
“Ey cemaat-i Müslimîn! İşte bugün bizden istedikleri ne filan vilayet, ne filan sancaktır, doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, saltanatımızdır, devletimizdir, hilafetimizdir, dinimizdir, imanımızdır."
Peki Mustafa Kemal'in Balıkesir Hutbesi'ndeki sözleri nasıldı? Hatırlayalım:
“Millet, Allah birdir. Şânı büyüktür. Allah'ın selameti, âtıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz hazretleri Cenab-ı Hakk tarafından insanlara hakâyıkı (hakikatleri) tebliğe memur ve resûl olmuştur. (…) İnsanlara feyz-i ruhî (ruhî bereket) vermiş olan dinimiz son dindir, ekmel (kusursuz) dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor (uyuyor). Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş olsaydı bununla diğer kavanin-i tabiîye-i ilahiye beyninde tezad (onunla yine ilahi kaynaklı olan tabiat kanunları arasında çelişki) olması icab ederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i kevniyyeyi (bütün tabiat kanunlarını da) yapan Cenab-ı Hakk'tır."
Bunun yanına Karabekir Paşa'nın günlüğüne ezan-ı Muhammedî hakkında düştüğü şu sözleri koyun ve derin derin düşünmeye başlayın:
“25 Kasım 1923 Pazar- Bugünümüzü idrak, millet birliğiyledir. Terakki âleminin bu kuvvet-i tekâmülünü alalım fakat en yüce kaleler yıkılır, yıkılmayan bu muazzam abidelerin kudsî sayesinde [gölgesinde] salabetkâr (sağlam) olalım. Onun semalara fışkıran nurlu minarelerinden saçılan ilahi sesler samimiyet bağımız olsun. Bu iki kuvvet bugün henüz gözlerimizde kalan gamlı yaşı da sildirecektir."
1920-23 aralığındaki bu “dinci" söylem ile sonrasındaki “dinsiz" söylem arasındaki farkın izahı nasıl yapılmalı? Mustafa Kemal 1923'de Kur'an-ı Kerim'in Hak Kitap olduğunu bir din adamı edasıyla savunurken 1937 yılı Meclis açış konuşmasında “Gökten indiği sanılan kitaplar" sözüyle ve 1931'de gözetiminde basılan Tarih II adlı kitapta “Kur'an, Muhammed'in fikirlerini topladığı kitaptır" cümlesiyle 180 derece dönerken, sözünden dönmeyen Akif ile Karabekir'in tasfiye edilip susturulmasında şaşılacak bir taraf yoktur.
Sözünden asla dönmeyen Kâzım Karabekir Cumhuriyetin arifesinde dindar ve muhafazakâr söylemini haykırıyor, “Din ilerlemeye manidir", “Dindar kaldıkça gelişemeyiz" diyenlere karşı tezlerini cesaretle müdafaa ediyordu . 17 Kasım 1923 tarihli İkdam'da Hukuk Fakültesi talebelerine şöyle seslendiğini okuyoruz (sadeleştirdim):
“Batılılaşmakla halkın karnı doymaz. Batılılaşmakla iş ve servet te'min edilmez. Efendiler, millet batılılaşmakla değil, ancak din-i mübîn-i İslâma sarılmak suretiyle varlığını kurtarmıştır. Türk oğlunu her şeyden tecrit etseniz din-i mübîn-i İslâmdan başka dayanacak yeri yoktur."
Bomba gibi sözler değil mi? Devam ediyor Paşamız:
“Efendiler, millet her türlü mahrumiyet içinde ümitsiz bir mücadeleye niçin atılmıştı? Evvela tahkir edilen mukaddes dinini yüceltmek, ikinci olarak haysiyetini kurtarmak ve düşman ayağı altında inleyen vatan parçalarını kurtarmak için değil mi?"
Ve bombanın pimini çeker:
“Milli ve dinî mukaddeslerimize edilen hakareti iade ettik. Emsalsiz fedakârlığa katlandık. Bunu batılılaşmakla değil dinimize sarılmakla başardık."
Latin harfleri
Kâzım Karabekir'in Latin harflerinin kabul edileceği dedikodularının ilk zuhur ettiği İzmir İktisat Kongresi günlerinde kürsüye fırlayarak bizzat Mustafa Kemal Paşa'nın karşısında yaptığı konuşma onun hakikatperest tavrının parlayış anlarından biridir: “Latin harfini kabul edemeyiz" başlığıyla gazetelere intikal eden konuşmanın tarihi 2 Mart 1923'tür.
İsmini vermediği bir kuvvetin 'Türk yazısı güçtür, okunmaz!' propagandası yaptığını söyleyen Karabekir, Latin alfabesi kabul edildiği gün ülkenin hercümerce gireceğini iddia eder, diğer herşeyi bir kenara bıraksak bile kütüphanelerimizi dolduran binlerce cilt kitabın Cemil Meriç'in deyişiyle tuğla yığınına döneceğini ve bunun “en büyük felaket" olacağını belirtir. “Böylece" der, “Avrupa'nın eline güzel bir silah vermiş olacağız."
Neymiş o silah? Anlatıyor: Avrupalılar İslam alemine karşı diyeceklerdir ki, Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hıristiyan olmuşlardır." Düşmanların şeytanetkârane fikrinin bize harf inkılabı yaptırarak İslam aleminden koparmak olduğunu söyleyen Karabekir, fikrini şöyle toparlar:
“Arkadaşlar, yüzlerce yetim bugün (başında bulunduğum-MA) Şark cephesinde asker arkadaşlarımızın bizzat kendileri ve aileleri tarafından okutuluyor. En anlayışı kıt bir köylü çocuğuna bile biz bir ila üç ay arasında kendi harflerimizi ve gazetelerimizi okutabiliyoruz. Dolayısıyla bizim harflerimiz okunmaz değil, belki dünyanın en güzel şeklidir. Sonra bizim dilimizi ifade edecek hiçbir Latin alfabesi yoktur. Bugün Fransızca alfabe o kadar karışıktır ki bizim dilimizi kabil değil terennüm edemez."
Buna benzer gerekçelerle bu tür fikirlerin içimize girmesine müsaade edilmemesini rica eden Paşa, bu fena fikirlerin “başka taraflardan içimize aşılandığını" söylemiş ve onlardan kendimizi korumamız gerektiğini eklemiştir sözlerine.
Yıl 1923. Karabekir Paşa henüz susturulmadan önce bunları savundu ama o “başka taraflardan gelen fena fikirler" beş yıl sonra kendisini ve arkadaşlarını İstiklal Mahkemesi'nde susturduktan sonra uygulamaya geçirildi. Bir gün uyandık ve kütüphanelerimizin tuğla yığınına döndüğünü gördük.
Rahmetli Karabekir Paşa “Fena fikirler"ın ağına takılıp fikrini kendi eliyle ipe çekmektense fani boynunu cellada uzatmanın şerefini tercih edenlerden olmuştur. Hak rahmet eyleye…
Kur’an’ı ayak altında çiğneten ressamı tanıyor muyuz?
Size bir şey söyleyeyim mi?
Bizim ibadetimizden bir şey olmaz ancak ibadetsiz de bizden hiç bir şey olmaz!
Gafiliz. Gafleti, içinde bulunduğu ânın hakkını verememek diye tarif edebiliriz sanırım yahut kalbin, kişinin eylemekte olduğu işten başka bir şeyle meşgul olması. Namazda huzurdayız ama kimin huzurunda durduğumuzdan gafiliz. Bunun için ikâme edilen bir miraç değil namazlarımız; aradan çıkarılan bir borç gibi. Zekâtın çoğunu nasıl yapıp da verebilirim derdinden çok, azını ne yapıp da vermekten kurtarırım diye bahaneler aramayı marifet zannediyoruz.
MAKALEYİ SESLİ DİNLEMEK
İÇİN TIKLAYIN
Merhum Mahir İz Hoca dermiş ki: Kırkta bir, fukaranın senin malındaki hakkıdır, o biri verirsen geri kalan otuz dokuzu temizlemiş olursun, o biri vermediğin anda geri kaldı zannettiğin otuz dokuz da kirlenir. Peygamberimiz’in yeminle söylediği bir kaç husustan birisi zekâta tekabül ediyor: “Zekât malı eksiltmez!” Kaçımız bunun idrakindeyiz?
Giydiğimiz bembeyaz ihramın omuzlarımıza yüklediği emanet şuurunu daha ihramı çıkarmadan zayi edişimiz yine gafletten. Haccın bizi annemizden doğduğumuz gün gibi tertemiz edişini daha ülkemize dönüş uçağına binmeden kırıp döktüğümüz kalplerle, anlamsız bir dolu hatayla, günahla heba ediyoruz.
Ramazan-ı Şerif’in orta yerinde duruyoruz. Bir durup soruversek kendimize, alacağımız cevap ne olur acaba? Ben; “tuttuğu oruçtan geriye açlıktan başka bir şey kalmayanlardan mıyım”, yoksa “Ramazan’a erişip de kendisini affettiremeyene yazıklar olsun müjdesince arife gecesine geçmiş günahlarından arınmış olarak girebilecek saadetlilerden mi?” Dilimizi ve kulağımızı gıybetten, dedikodudan, yalandan, malayaniden ne kadar muhafaza edebiliyoruz imsakle iftar arasında? Gözümüzü harama nazardan sakınabiliyor muyuz? Ayağımızı gitmememiz gereken yerlere varmaktan alıkoyabiliyor muyuz? Kalbimizi kötü düşüncelerden uzak tutmayı ne kadar becerebiliyoruz oruçlu vakitlerde?
Bunları yapmamakla da bitmiyor ki canına yandığım. Dil ve kulak nehiy edilenden uzak duracak ama yetmez; emredilenle de meşgul olacak. Salavatla, zikirle, ilimle tatlanacak. Göz yasaklanana bakmayacak ama yetmez; emredildiği gibi gece gündüz Kur’ân-ı Kerim okuyarak ziynetlenecek. Ayak yasaklanan yerlere varmaktan imtina edecek ama yetmez; camilere, ilim meclislerine, zikir halkalarına varmakla izzet bulacak. Kalp kendisini ilgilendirmeyen lüzumsuz işlerle meşgul olmayacak ama orucun Rabbini her daim anmakla itminanı talim edecek. Fethi Abi merhum dermiş ki: “Dünya bizi haramından men etti, biz onun helalinden de geçtik.” Ramazan-ı şerif dediğiniz, zirvesini bu ifade ile bulan yüce ahlak ve zarif istiğnanın nazenin temrininden başka nedir ki? İmsakle iftar arasında yapmamamız gerekenlerin asgarisi belli ve ortada zaten. Peki bu bize iftardan sonra sövme, gıybet etme, dedikodu yapma, yalan söyleme, harama nazar etme, kalp kırma hakkını verir mi? Asla!
Bizim büyük yanılgımız! Ah bir anlasak, namaz seccadeyi serdiğimiz anda değil, selam verip seccadeden kalktığımız anda başlar. Bu idrak, böylelikle bizim iki namaz arasında geçen vakitlerimizi de kulluk şuuruna yükseltir. Namazın kendisini kötülüklerden alıkoyduklarından olmak da ancak böyle mümkündür; “Veyl olsun o namaz kılanlara ki...” ikazından muhafaza olmak da... Hac, ihramı giydiğimiz vakit değil; çıkardığımız anda başlar ve bizim zannettiğimiz emanetler bir yana dursun, bizatihi bizim bile kendimizin olmadığını ihtar ederek son nefese kadar sürecek bir emanet mayası tutturur kalplerimize. Evladım, eşim, malım, evim, param, aldığım nefes, karşılaştığım her insan, altında yaşadığım gök kubbe, üstüne bastığım toprak, gölgesinde oturduğum ağaç, öz canım ve son olarak kalbime emanet edilen iman nuru, dağların taşların yüklenemediği bir emanettir benim için, dedirtir insana. Zekât, kazandığımızın kırkta birini verirken değil; vereceğimizin kırkta otuz dokuzunu kazanırken fukaranın ahvalinden haberdar olmaya davet eder bizi. Böylelikle o zekâtı verirken bizim olandan ihtiyaç sahibine ihsan ediyormuşuz kibrinden, ihtiyaç sahiplerine ait olanın bizde duruşunun mahcubiyetine bürünür kalplerimiz. Bizim birilerine zekât ve fitre verebiliyor oluşumuz bizi ihsan sahibi ve cömert yapmaz; zekât ve fitre verebileceğimiz birilerinin var oluşu bize büyük bir ihsan ve nimet olur. Anlarız ki onlar bize değil; biz onlara muhtacız.
Oruç, hilalin görünüp ilk teravihin kılındığı akşam başlayan ibadetin değil; bayram sabahı başlayıp bir dahaki Ramazan’a kadar bitmeyecek kulluk zevkinin adıdır. İftardan beş dakika önce önünüzdeki masada duran bir bardak su, nasıl ki ezanı duyana kadar sizin ama sizin değilse, mübarek on bir aylar boyunca da benim zannettiğiniz hiç bir şey aslında sizin değildir. Kimselerin olmadığı yerde bile “O görüyor” farkındalığıyla helale el uzatıp bozamadığınız oruç, alır sizi öylesi bir ihsan kıvamına taşır ki, iki Ramazan arasında “o görüyor” idrakiyle harama yaklaşmaya cesaret ve cüret edemezsiniz.
İbadet; namaz, oruç, hac ve zekâttır fakat kulluk ibadetlerden ibaret değildir. Kulluk ibadetleri yapmakla biten değil, başlayan şeyin adıdır. Buyrulmuş ki: “Şaşarım yaptığı ibadete karşılık mükâfat bekleyenlerin haline, zira ibadet edebilenlerden olmak bizzat mükâfatın kendisidir.” Allah bir kişiyi ibadet edebilenlerden eylemişse onu kulluk makamına yükseltmeyi murad etmiştir. Allah katındaki değerini merak eden Allah’ın kendisini ne ile meşgul ettiğine bir bakıversin diye tevekkeli buyrulmamış. İki namaz arasındaki meşgalelerimiz, iki Ramazan arasında yaptığımız cümle işler, onun rızasını kazanma derdiyle yapılmaya başlandığı demde kulluğun eşiğine varırız. Kapı aralanır mı aralanmaz mı, ben bilmem. Var o eşiğe de varsın aralanmasın kapılar; nefsinin başköşeye buyur ettiklerinden olmaktansa onun kapı aralamayışını lütfettiklerinden olmak yeğdir.
Kırık dökük, eksik noksan ibadetlerimizden bir şey olmayacağını bilecek ve ibadete başlarken gönülden “estağfirullah” diyerek o ibadeti yapmaya layık olamayışımızın farkında oluşun mahcubiyetiyle yapacağız ibadetimizi. Her ibadetin ardından bir günahkârın gönülden tövbe edişine benzer bir yakarışla “estağfirullah” diyecek ve “Sen emrettiğin için yaptığım ve sana layık olarak yapamadığım bu ibadet için beni affet Ya Rabbi” diyeceğiz. Sen eksiği ve noksanıyla kabul buyur diye niyaz edip, El-Aman diyeceğiz; canı gönülden el aman Ya Rabbi!
İbadetimizden bir şey olmayacağını böylelikle bildikten sonra ibadetsiz de bizden hiç bir şey olmayacağını bilerek, samimi bir kalple kulluk derdine düşeceğiz. Niyaz-i Mısrî hazretlerinin Nutk-ı Şerif’inden hiç olmazsa bir tek beyti kalbimize serlevha eyleyecek ve bileceğiz ki, kulluk kul olanlarla hem-dem olmaktan; irfan dediğimiz şey ârifler eteğinden tutmaktan başka bir yolla ele geçmez!
“Savm u salat u hacc ile sanma biter zahid işin
İnsan-ı kâmil olmaya lazım olan irfan imiş”
0 notes