Tumgik
#bir omuz gerek bana
gunesinibekleyen · 2 years
Text
Bazen laf arasında söylenen bazı sözler vardır o an farkedilmez ama aslında çok şey anlatır
10 notes · View notes
istekligurbetci · 2 days
Text
Ne yapacaktım bu arsız yüzsüzle ben… Nereye varacaktı bu işin sonu? Çat kapı gelmiş, kapıma dayanmıştı. Benden beni istiyordu.
-“Deli değilim. Sadece seni istiyorum. Senden cesaret aldım. Senin güzelliğinden, senin istekli hareketlerinden…” dedi boğuk sesiyle… Yaklaştı. Burun burunaydık. Kekeledim,
-“Ben… Ben… Ne istiyorsun benden? Yapamam… Evliyim ben… Kocam…” diyebildim. Hala kendimi frenlemeye, içimdeki azgın kısrağı dizginlemeye çalışıyordum umarsızca…
Cevap vermedi. Omuz başlarımdan tuttu yumuşakça… Okşadı… Şeytan tüyü vardı bu adamda… Ürpererek gözlerimi yumdum, elimde olmadan bir iç geçirdim. Aralanan dudaklarıma o güzel etli dudaklarıyla bir öpücük kondurdu. İncitmekten korkuyordu sanki… Otobüste sertliğiyle kalçalarımı delmeye çalışan, vapurda pantolon kumaşının üstünden zorla penisini elime tutuşturup içimdeki volkanı kaynatan o azgın değildi sanki…
Onun yumuşak hareketleri şimdi alabildiğine daha da tahrik ediyordu beni… Nazikçe belimden tutup kenardaki hayli geniş deri misafir koltuğuna götürdü, bir köşesine oturtturdu. Bacaklarımı koltuğun üstüne uzattı. O da yanıma ilişti. Ayağımdaki yüksek topuklu lame ayakkabıları çıkardı. Dar ayakkabının içinde büzülen ayak parmaklarımı, topuklarımı çorabımın üzerinden hafif hafif ovaladı. Gözlerim kapandı verdiği rahatlama hissinden… Sırtımı koltuğun kenarlığına dayayıp, hiç itirazsız, minnetle kendimi onun parmaklarına bıraktım… Mest olmuştum. Ayaklarımı okşayan parmaklar yukarıya çıkmaya başladı okşaya okşaya… Dizlerimi geçti elleri… Eteğimin altına girince irkildim, gözlerimi açıp kendimi çekmeye çalıştım.
-“Şşştt… Rahat ol… Çekinmene gerek yok. Mesleğim bu benim…” dedi fısıltıyla…
Sesi de bacaklarımı okşayan parmakları gibi içimi okşuyordu. Gönüllü masörümün uzman ellerine bıraktım kendimi ben de… Çorabımın dantel konçlarını okşayan eller çıplak tenimi okşuyordu şimdi… Zevkten ürperiyordum sürekli… Kocamın altında bunca yıllık sevişmede böyle tahrik olduğumu hatırlamıyordum. Sihirbaz gibiydi. İki eliyle iki çorabımı okşayarak aşağıya sıyırmaya başladı.
Az sonra bacaklarım çıplak, iki çorabım da yerdeydi. Az önce çorabımın üstünden okşadığı tenimi şimdi çıplak vaziyette okşuyordu. Bir ayağımı tuttu iki eliyle, yukarıya kaldırdı. Ağzına götürdü. Ayak parmaklarımı ağzına sokup emiyor, diliyle aralarını, tabanlarımı yalıyordu. Sıcak ve ıslak dili öyle zevk veriyordu ki… İnlemeye başlamıştım. Yine de o zevkin arasında söylenmekten kendimi alamadım,
-“Hey, ayaklarım terli Selim… Ne yapıyorsun sen?” diyebildim. Gözleri üstümdeydi ayaklarımı yalarken… Bacaklarımda, yukarıya kaldırdığı bacağımın aralık bıraktığı mini eteğimin altından görünen ıslak külodumda, bluzumun dekoltesinden yarıya kadar görünen memelerimde dolaşıyordu yakan bakışları… Başparmağımı ağzından çıkarıp yanıtladı beni… Başını kaldırıp
-“Benim için dünyanın en güzel lezzeti bu…” dedi. “En güzel, en afrodizyak kokusu… Sabaha kadar yalayabilirim ayaklarını…” Kıkırdadım elimde olmadan…
-“Delisin sen… Bırak artık onları… Madem yalamak istiyorsun…” Oturduğum yerde gerindim, kalçalarımı oynattım, eteğimi elimle hafif yukarıya çektim, ıslak külodumu gösterdim ona… Şehvetten boğuklaşan sesimle,
-“Yalanacak başka yerlerim de var… Ayaklarımı bırak…” dedim. Gülümsedi. Ayağımı bıraktı. Dudaklarıyla okşayarak yukarıya çıktı. Gür, siyah saçları eteğimin altına girdi. Islak dudaklarını uyluklarımda hissedince zevkten kıvrandım. Külodumun üstünden amıma bastırdı ağzını… Eteğimi yukarı kaldırıp ne yaptığını görmek istedim. Elini bacaklarımdan ayırmadan dişini tanga külodumun lastiğine geçirdi, aşağı doğru çekiştirdi. Kalçalarımı oynatıp külodumu çıkarmasına yardımcı oldum.
Az sonra külodum dişlerinin arasında bana bakıyordu. Başını sallayıp külodu fırlattı. Oyuncağıyla oynayan yavru köpek gibi hırladı neşeyle… Güldüm ben de… Islak amıma yumulmasını beklerken o yine aynı sakinlikle yukarıya, dudaklarıma yöneldi. Hasretle öpüştük. Hafif nane kokuyordu soluğu ve ağzı… Zevkle o nane kokulu dudaklarını emdim. O da benim kırmızı rujlu dudaklarımı emdi, yaladı. Boynuma geçti. Oradan aşağıya… Bluzumun düğmelerini açtı teker teker… Çıkarıp attı. Sütyenimi de onun yanına fırlattı.
Üstümde sadece bir mini etek haricinde hiçbir şey kalmamıştı. Çıplaktım. Zevkten, şehvetten kıvranıyordum. Eteğimi de çıkardı. Çırılçıplak uzanıyordum deri koltukta… Klimanın serinliğiyle soğuyan deri koltuğun serin temasıyla ürperiyordum. Bir yandan derinin serinliği, bir yandan içimdeki seks ateşinden tenimdeki tüyler kabarmış, diken diken olmuştu. İri memelerimin uçları parmak gibi olmuş, sertleşmişlerdi.
Aşığım hala giyinikti. Yanıma ilişmiş, tepeden tırnağa çıplak vücudumu seyrediyordu içercesine… Ben de elimi uzatıp kaliteli yumuşak kumaştan gömleğinin düğmelerini açmaya çalıştım. Parmaklarım göğsünün kıllarına temas etti. Düğmeleri kemerine kadar açtım. Ben okşadıkça karnındaki baklava kasları kasılıyordu. Nefis görünüyorlardı, okşama isteği uyandırıyordu. Ben onun karın kaslarını okşuyordum, o ise avuçlayıp bıraktığı koca memelerimden başlayıp kasıklarıma kadar geziniyordu uzun parmaklı elleriyle tüy gibi…
Gömleğini çıkaramadan birden eğildi, kasıklarıma kapandı. Vahşice amımın dudaklarını kemirmeye, içini yalamaya başladı.
-“Aaahhh…” diye kıvrandım.
Dilini içime sokuyor, adeta diliyle ırzıma geçiyordu. Parmaklarını zevk sularımdan ıslanan amımda ıslatıp çıkardığı dilinin yerine sokuyor, oradan çıkarıp arka deliğimi okşuyordu ıslak ıslak… Delirtiyordu beni… Bacaklarımı ayırabildiğim kadar ayırıyor, parmaklarımı saçlarına geçirmiş, dilini içime daha çok soksun diye, kuytularımı, kenarlarını yalasın emsin diye kıvranıyor, şekilden şekle giriyordum koltuğun üstünde…
Bacaklarımın arasına girmişti tamamen… Gözlerini gözlerimden ayırmadan yalayıp, emip duruyordu. Her dil darbesinde zevkten kasılıyor, kıvranıyordum. Karnım göbeğim zevk dalgalarıyla dalgalanıyordu. Kendimi kaybetmiştim zevkten… Şehvet çığlıkları atıyordum. Sonunda dayanamadım, saçlarına asılıp dudaklarını amımdançekmeye çalıştım,
-“Ohh… Bırak artık… Hadi….” diye yalvardım. Başını kaldırdı, amımı yalamaktan ıslanmış dudaklarında bir gülümseme,
-“Ne istiyorsun Gül?” dedi sakince…
-“Ne isteyebilirim şapşal?” dedim. “Seni istiyorum. Gir artık içime… Dayanamıyorum…”
-“Yapamam Gül…” demez mi bana? Dirseklerime dayanıp yarım doğruldum koltuğun üzerinde…
-“Nasıl? Ne demek yapamam? Ne diyorsun sen?”
-“Yapamam işte… Sen evli bir kadınsın… Kocan var… Seni sikemem…”
Gözlerindeki muzip parıltıları fark edince anladım ki oynuyor benimle… Dalga geçiyor, sevişmeden önce söylediğim sözleri tekrarlıyor. Çırılçıplak bedenimle doğruldum, hala giyinik duran sevgilime sımsıkı sarıldım. İsterik bir kadın olup çıkmıştım birkaç saatin içinde… Yalvardım ona…
-“Lütfen… Alay etme benimle… İstediğimi biliyorsun…” Elimi pantolonun önüne götürdüm. Taş gibiydi kabarıklığı… “Sen de istiyorsun, bak, taş gibi olmuş. Sabahtan beri bunun için koşturmadın mı peşimden? Yalvartma beni…”
-“Ne istediğini söyle bana… Onu yapayım…”
-“Sev beni… Okşa… Kadının yap…”
-“Onu yapıyorum zaten… Seviyorum, okşuyorum… Sen ne istediğini açıkça söyle bana…” Gözleri parlıyordu çıplaklığımı izlerken… Anlamıştım ne istediğini…
-“Sik beni… Beni sikmeni istiyorum… Oldu mu? Ohhh… Amıma geçir bu koca şeyi… Amcığıma… Orospun yap beni… Hadi aşkım… Çok istiyorum… Beni yatırıp becer… Akşama kadar seninim… Akşama kadar sik beni burada… Kölen olurum senin… Ne istersen yaparım… Yeter ki sik beni…” Gözlerimden yaş akıyordu istemsizce… Öyle istiyordum ki onu…
-“Ne istersem ha? Peki… Gül… Madem sikmemi istiyorsun… Sikerim seni… Ama başlamadan şu çorapları geçir ayağına… Çoraplarınla sikmek istiyorum seni…”
Yaşlı gözlerle bakıp çorapları araştırdım. Ortada, yerde duruyorlardı. Ben sözünü ikiletmeden hemen kalkıp onları giyerken Selim de üstündekileri çıkarmaya başladı. Çorapları, yüksek topuklu ayakkabılarımı giyip ona döndüğümde o da çırılçıplaktı. Önündeki oku beni gösteriyordu. Otobüste arkama dayanan, beni kudurtan alet şimdi gözlerimin önündeydi.
Eliyle işaret etti sikini… Ne istediğini biliyordum. Hemen önünde diz çöktüm. Ellerime sığmayan koca aleti taparcasına dilimle, dudaklarımla sevmeye, okşamaya, yalamaya başladım. Bir anıt gibi havaya yükseliyordu kalın siki… Göbek deliğinin hizasına kadar yükseliyordu upuzun… Uzunluğunun yanı sıra bileğim kadar kalındı da… Yalaya yalaya bitmiyordu.
Kasıklarındaki siyah kıvırcık pırıl pırıl parlayan kılları kesmemiş, uzun bırakmıştı. Yumruk gibi başını ağzımın içinde dilim ve damaklarımın arasında ezerken parmaklarımın ucunu o siyah kıllara dolayıp çekiştiriyor, altında koç yumurtası gibi sarkan torbalarını okşuyordum bir yandan… Bu kez inleme sırası ondaydı. İntikamımı alıyordum. Az önce beni azgın bir orospu gibi, yarak diye yalvartmasının hesabını soruyordum dilimin ucuyla…
Dayanamadı sonunda… Saçlarımı çekiştirip duran, başımı öne arkaya çekiştirip ağzımı kadınlık organıymış gibi siken ellerini yolarcasına saçlarıma geçirdi, ayağa kaldırdı. Islak dudaklarıma yumuldu. Vahşice öpüştük. Islak siki bacaklarımın arasında yolunu arıyordu. Doktorun masası yanı başımızdaydı. Elinin tersiyle masanın üzerinde ne varsa sıyırıp yere fırlattı. Sert hareketlerle kalçalarımdan tutup masaya oturttu beni… Bacaklarımı ayırıp arasına girdi. Arzudan titreyerek misafirimi bekliyordum.
Fazla bekletmedi. Yalanmaktan parlayan sikinin yumruk gibi başını amıma dayadı. İstekle dudakları aralanan amımı zorlayarak girmeye başladı içime… Boynuna sarıldım sımsıkı… Gözlerim kapalı, dudaklarımı ısırarak, içime giren kalınlığın verdiği dolgunluk hissinin zevkine varıyordum. Bitmek bilmedi sanki içime girmesi…Amımı yara yara girdi… Girdi… Sonunda kabarmış klitorisimde onun uzun kasık kıllarını hissettim. Az sonra kasıkları klitorisimi ezmeye başlamıştı bile…
İçimde, ıslak vajinamda heybetli kalınlığı, klitorisimde gıdıklayan, huylandıran kasık kılları, gidip gelmeye başladı yavaşça… İnliyordum sürekli… Şehvetten başım dönüyordu. Bacaklarımı beline dolamıştım. Kendimi masaya sırt üstü bırakmış, göğsünü, karın kaslarını, masaya dayanıp destek alan kol kaslarını, pazularını okşuyor, zevkten geberiyordum.
-“Nasıl? Güzel sikiyor muyum? Israr ettiğime değdi mi? Memnun musun hayatından?” diye sorup duruyordu beni sikerken… Başımı sağa sola sallıyor, ona laf yetiştirmeye çalışıyordum,
-“Ooohhh…. Evet… Evet… Çok memnunum… Çok güzel sikiyorsun… Aaahhh…. Harikasın erkeğim… Aşkım… Çok zevk veriyorsun… Delirtiyorsun beni… Ooohhh…. Koca sikin amımı geriyor, bitiriyor beni… Aygırım benim… Hadi… Devam et… Böyle sikmeye devam et… Siikkk… Oooohhhh….”
Arada belimdeki bacaklarımı çözüyor, sikmesine ara vermeden omzuna alıyordu bacaklarımı… Jartiyer çoraplarının üzerinden bacaklarımı okşuyor, ayak parmaklarımı çorapla beraber koca ağzına alıp ısırmaya çalışıyor, tabanlarımı yalıyordu. Çorapla sikilmek hoşuma gitmişti. Kendimi aşağılık bir fahişe, zevk düşkünü birorospu gibi hissetmeme yol açıyordu bu manzara… Daha da tahrik oluyordum.
Ne kadar pompaladı beni bilmiyorum, hatırlamıyorum. Kaç kez boşaldığımı da… Sürekli zevk dalgalarında, zirvelerde dolaşıyordum. En son kalçalarımdan tutup kaldırdı, masaya domalttı beni… Memelerim masa üstündeki deri sümende ezilirken bacaklarımı araladım. Arkamdan amıma geçirdi koca sikini… Uzun boyuyla üstüme kapaklandı kalçaları gidip gelirken, sırtıma, omuzlarıma minik ısırıklar atmaya, yalamaya başladı. Alttan ellerini memelerime atmış, pençeleriyle avuçlamış, sıkıyordu bir yandan da… Boynumu yalarken beni etkileyen boğuk sesiyle uyardı beni…
-“Geliyorumm…” diye hırladı. Artık amım sızlamaya başlamıştı. İçimden sular fışkırıyor, bacaklarımdan süzülüyordu. “Nereye?” diye sordu.
Anlayamadım önce… Dizlerim titriyordu artık… Sonra sorusunun amacını anladım,
-“İçime…” diye haykırdım. “İçime boşal… Korunuyorum. Döllerini hissedeyim içimde… Hadi…“
Son bir kez amıma dipledi sikini… Saçlarımdan tutmuş, kısrak yelesi tutar gibi kendine çekip bağırarak sıcak spermlerini püskürtmeye başladı. O sıcaklığı hissedince ben de son kez kasılmaya, en lezzetli orgazmlarımdan birini yaşamaya başladım.
-“Hızlan… Hızlan…” diye hırıldadım. “Sokup çıkar yarağını… Ben de geliyorum… Hadi… Pompala beni… Geçirr… Sik beni aşkım… Erkeğimm…”
Sonunda sakinleştik. Üstüme kapandı, masayla onun ağırlığı altında eziliyordum. İnleyince kalktı üstümden, koltuğa attı kendini… Ben de belimi tutarak doğrulmaya çalıştım. İyi sikmişti beni piç… Koltuğa, onun yanına gidip başımı kucağına koydum, uzandım. Kasıklarımda hala orgazmın zevk şimşekleri çakıyor, kasılıp duruyordum. Bacaklarımı sımsıkı bitiştiriyor, o tatlı duygunun, şehvetin bitmesini istemiyordum.
-“Güzel miydi?” diye sordu her erkek gibi… Alacağı yanıttan emin, mağrur… Başımı kaldırıp yakışıklı yüzüne baktım, istediği yanıtı verdim ona,
-“Bir de soruyor musun?” dedim. “Harikaydı. Çok güzel siktin beni… Bitirdin… Zevkten öldürdün… Her yerim titriyor şu anda…” Ellerimi çoraplı bacaklarımda, çıplak kasıklarımda, tüysüz, parlayan üçgenimde dolaştırdım yorgun argın… Vurdura vurdura örselediği, tenini kızarttığı hassas am dudaklarım az önce içinden çıkan koca yarağın etkisiyle hala açık duruyordu. Elimi attım, koltuğa süzülen spermleri bulaştı elime… Parmağımın ucundaki kremsi beyaz kalıntıyı dilimin ucuyla yaladım, kekremsi tadını dilimin hücrelerinde tattım, ağzımın içinde dolaştırıp yutkundum. Gülümsedi,
-“Dur bakalım… Kendini koyverme hemen… Bana sözün var… Akşama kadar sikeceğim seni…” Elimi uzatıp göğsündeki kılları okşadım,
-“Delisin sen… Yorulmadın mı? Belki iki saat oldu sevişmeye başlayalı… Ben bitmiş vaziyetteyim.”
-“Anlamıştım zaten… O aptal kocan seni bir postada bırakıyor değil mi? Bu sikilesi güzelliği bir kere sikmekle yetiniyor bence… Seni aç bırakıyor, eminim…” Eğilip dudaklarımdan öptü. Mutluydum. Kollarımı açıp gerindim.
-“Eh, doğru söze ne denir? Aynen dediğin gibi… Bankadan geç gelir, erken gelse siki kalkmaz, kalktığı zaman da bir postada bırakır, kendi boşalır, bana aldırmaz çoğu zaman… O ilk balayı günlerindeymiş. Zaman geçince eski hızı kalmadı kocamın… Bugün otobüste gördüğün koca, nadiren isteklendiği günlerden birindeydi…” diye dert yandım aşığıma…
-“Merak etme Gül… Bugün seks yapmaya doyacaksın. Yeter diyeceksin…” Güldüm,
-“Yeter diyeceğimi zannetmiyorum ama, bir başlayalım bakalım…” dedim. Başımı çevirip konuştukça sertleşen, eski dikilitaş halini alan sikine bir öpücük kondurdum. Başını dudaklarımın arasına alıp dilimle yaladım. Bir yandan gözlerine bakıyordum. Onun bakışları odada geziniyordu. Dip taraftaki paravanla ayrılmış muayene bölmesini, sedyeyi gördü, gözleri parladı. Başımı tutup sikini ağzımdan kurtardı.
-“Gel bakalım Gül hanım… Şu sedyeye yat da, seni güzel bir muayene edeyim.” Kıkırdadım,
-“Peki doktor bey…” diyerek hevesle kalktım.
Üzerimdeki jartiyer çoraplarını düzeltip sedyenin yanına gittim, çırılçıplak uzandım. Selim doktorun tiril tiril beyaz, ütülü önlüğünü çıplak bedenine geçirip stretoskopu boynuna takmış, beni bekliyordu. Öyle komik görünüyordu ki, durmadan kikirdiyordum. Doktor gömleğinin iliklenmemiş önünden kaslı çıplak bedeni, baklava şeklini almış karın kasları, kasıklarından göbeğine doğru yükselen uzun siki görünüyordu. Selim ise tüm ciddiyetiyle streteskopu kulağına geçirmiş, ben güldükçe inip kalkan iri göğüslerimde gezdiriyor, dinlemeye çalışıyordu.
-“Lütfen gülmeyin hanımefendi… Çok ciddi bir hastalığınız var, siz gülüp duruyorsunuz…” diye tersledi beni…
-“Yaaa… Neymiş rahatsızlığım doktor bey? Yaşayacak mıyım?” diye sordum doktoruma… Streteskop memelerimden karnıma, oradan kasıklarıma inmişti şimdi… Yine o ciddi tavrıyla,
-“Hanımefendi… Siz seksüel blumia hastalığına yakalanmışsınız… Bakılmadığı için çok ilerlemiş. Durum kötü…”
-“Peki çaresi yok mu doktor bey? Neymiş bu hastalık? Kurtulacak mıyım?” diye arka arkaya sordum.
O sırada streteskopun soğukluğunu am dudaklarımda, içinde hissedince kıvrandım. Ürperdim. Aklıma titiz ve ciddi doktorum, patronum geldi. Şu anda büyük olasılıkla mikrop bulaştırıyorduk doktorun alete… Ve bembeyaz önlüğü erkeğimin çıplak bedeninde duruyordu.
-“Açlık hanımefendi…” dedi doktorum… “Sekse aç kalmışsınız. Doyuran olmamış sizi… Ama ben sizi iyi edicem.” Sertleşmiş sikini elime tutuşturdu. “Bundan günde beş kere yerseniz, iyileşirsiniz. Fitil olarak günde beş kere amınıza alacaksınız bunu…”
-“Mmmm…” dedim. “Hemen mi başlamam gerekiyor doktor bey?” diye sordum gülmeme engel olmaya çalışarak…
-“Evet… Hemen… Vakit kaybetmeyin… Şu anda başlamamız lazım tedaviye… Yoksa yaraksızlıktan öleceksiniz…” dedi.
Bir hamlede sedyenin üzerine çıkıverdi. Bacaklarımı araladı. Üstünde sadece doktor önlüğüyle, bacaklarımın arasında dikilip çıplaklığımı seyretti bir an… Gözlerim kısılmış, bekliyordum. Havaya kalkmış aletini üstten bastırıp yaklaştı, bacaklarımın arasına yerleşip bir hamlede amıma soktu…
-“Aaahhh…” diyerek çığlık attım. “Fitil canımı yaktı doktor…” diye dert yandım. Gidip gelmeye başlamıştı.
-“Merak etmeyin… Önce acır, sonra iyileşirsiniz. Zevk alırsınız. Bakın, doktorunuz da zevk alıyor. Nasıl, güzel mi fitil? Acıyor mu şimdi?” diye konuşuyordu aletini sokup çıkarırken…
-“Oohhh… Geçti doktor… Acımıyor artık… Çok güzel ilacınız varmış… Yerim ben bu fitili… Harikaymış… Ohhhh…”
Elimi doktor önlüğünün altından sokup sırtını okşuyor, kabalarından tutup kendime çekiyor, feryat figan doktorumun kocaman fitilini amıma alıyordum. Dakikalarca sürdü fitili almam… İkimizin zevk inlemeleri, altımızdaki sedyenin şikayetçi gıcırtılarına karışıyor, Selim amıma kökledikçe duvara vuran sedyenin sesi tok tok sesler çıkarıyordu. Kendimizi öyle kaptırmıştık ki, duymuyorduk bile sesleri…
Sonunda bir posta da orada, sedyenin üstünde boşaldı içime… Doktorun kullandığı banyoya gidip temizlenmek istedim. Duşun altındayken Selim geldi yine kalkmış aletiyle… Doymak bilmiyordu adam… Bir kez de kaygan köpüklerin eşliğinde sahip oldu bana… Akşama kadar kapalı muayenehanenin her yerinde sikiştik… Sonunda akşamüzeri zorlukla yolcu ettim. Ben de evin yolunu tuttum.
Otobüste kalabalığın içinde Leyla gibiydim. Ne ter kokularını duyumsuyordum, ne de fırsattan istifade orama burama değdirenleri umursuyordum. Dizlerim titriyordu yorgunluktan… Eve kendimi zor attım. Biraz sonra da kocam geldi. Yemeğimizi yedik.
Zavallım, hala sabahki olayın etkisindeydi, kalkmış sikini gösterip sevişmek istedi. Son perdeyi de kocamla kapadım. Bir posta da o attı. Sikilmekten gevşemiş amımı fark etmedi bile… Doğaldı, seyrek yaptığından anlamaması… Aldırmadım, zevk almış gibi yaptım, kocam bacaklarımın arasında gidip gelirken inleme sesleri çıkardım. Sonunda da o gelirken dört dörtlük bir orgazm taklidi… O banyoya giderken ben içimde kocamın dölleri, kafayı vurup ölü gibi uyudum.
Asıl sürprizi üç gün sonra yaşadım. Doktor gelmiş, hasta kabulüne başlamıştı. Yoğun bir gündü. Öğle tatilinde ben yemeğe çıktım, o raporları bitirmek için bilgisayarın başına geçti. Öğleden sonra tekrar aynı yoğunluk… Akşam son hastayı gönderdikten sonra her zamanki gibi eve gitmek için toparlanmaya başlamıştım ki, doktor içeriye çağırdı.
Merakla yanına gittim. Koltuğa oturmam için işaret etti, oturdum. Masanın üzerinde duran büyük bilgisayar ekranını görmem için bana çevirdi. Ekranda bir videonun son sahneleri vardı. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Videonun sesini açtı bu arada… Odayı benim çılgın gibi orgazm feryatlarım doldurdu anında… Selim üstünde doktorun önlüğüyle, doktorun geniş deri makam koltuğunda oturmuş, ben de kucağına oturmuş, çılgınca oturup kalkıyordum. Selim de alttan koca aletini sokup çıkarıyordu. Hiç gizli kamera diyemezdiniz. Öyle ustalıkla bir açıya yerleştirilmişti ki, sanki özel çekim yapılmış gibi duruyordu.
Ne diyeceğimi bilemedim. Donup kalmıştım. Neden sonra gözlerimi ekrandan ayırabildim. Bitmiştim ben… İş yaşamım, belki de evliliğim… Aptal gibi etrafıma bakınıp gizli kamerayı nereye koyduğunu bulmaya çalıştım kısa bir an… Sonra da doktorumla göz göze geldik. Titreyerek ölüm fermanımı bekledim. Sonunda konuştu doktor…
-“Gül, geçen ay bir Pazar günü arkadaş kurdu güvenlik sistemini… Hırsızlığa karşı bir önlem… Sana haber vermeyi unuttum. Hareket sensörlü, HD kalitesinde gizli kamera… Saatlerce kayıt yapabiliyor. Nasıl, görüntü kalitesi çok güzel değil mi? En ince detaylarına kadar görebiliyorum…”
-“E… Evet… Çok iyiymiş…” diye kekeleyebildim. Ayağa kalktı. Yüzüm kıpkırmızı, yerin dibine geçmeyi isteyerek koltuğa gömülmüş vaziyetteydim. Bir sessizlik oldu. Beklediğim fırça, hakaret, kovulma gelmiyordu bir türlü… Başımı masadan yukarıya yavaşça kaldırdım korka korka… Gözüm doktorun önündeki kabarıklığa ilişti önce… Sonra da biraz daha kaldırınca bana istekle bakan yüzünü gördüm. Gözleri parlıyordu.
-“Senin tüm güzelliğini yakalamış. Harikaydın…” dedi.
Rahatladım. Derin bir nefes alıp kendimi arkaya bıraktım. Gülümseyerek,
-“Sanırım bana kızmadınız…” dedim.
-“Yoo… Tam aksine… Seni ne kadar beğendiğimi biliyorsun. Kocan var, yeni evlisiniz diye asılamıyordum sana… Hep seni sikmek istedim. Karımı sikerken seni hayal ettim hep… Bugün benim bayram günüm…” dedi.
Anlaşılan bundan sonra yeni bir yaşam başlayacaktı benim için… Kocam, Selim, Doktor arasında, merkezinde benim olduğum bir seks üçgeni… Masanın üzerindeki telefona uzanıp kocamın numarasını çevirdim. Açtı.
-“Aşkım, ben bugün geç kalacağım. Çok önemli bir hasta bekliyoruz. Sen beni bekleme istersen. Yemeğini ye. Benim ne zaman geleceğim belli olmaz… Doktor bey beni eve bırakır…” dedim.
Ben telefonu yerine koyarken, doktor masanın etrafından dolanıp yanıma geldi. Bacaklarımı okşayarak eteğimi yukarıya sıyırdım, tanga külodumu, jartiyer çorabımın dantellerini gösterdim ona… Doktor telaşlı hareketlerle pantolonunu aşağıya sıyırırken benim akşam mesaim başlıyordu
Tumblr media
32 notes · View notes
huseynmammad · 3 months
Text
İşin içinden çıkamadığınızı hissettiğiniz anlar olur bazen. Tüm dünya size karşı birleşmiş, üstünüze doğru geldiğini sandığınız anlar. Nereye kaçsanız kalbinizin acısını geçiremeyeceğini bildiğiniz, kalbinize mütemadiyen batırılıp çıkarılan bıçakların dinmeyen bir acı verdiğini bilirsiniz. İnsanı en çok yıpratan da bu acı halin ne zaman geçecek olduğunu bilemeyişidir. Yani belirsizliktir. Belirsizlik insanı içten içe mahveder. Çekilen onca acıya dayanabilecek gücü bulursunuz da belirsizliğe karşı elinizi kaldıracak kuvvet dahi bulamazsınız. İçinizden "Keşke 1 hafta sonra, 1 ay sonra yahut da 1 yıl sonra geçecek ama o zamana kadar dayanmak zorundasın deseler." dersiniz de ortaya çıkan kimse olmaz. Siz ve içinizde kopan fırtınalar dışarıya sakin bir deniz gibi sürur eder. Ve en çok geceler ortak olur derdinize. İçinizi açabildiğiniz, gözyaşlarınızı gösterebildiğiniz tek zaman odur çünkü. Kendinizi güçlü bir duruşla ayakta tuttuğunuz gündüzün yorgunluğu gece olunca yere yıkar sizi. Biri su istese verecek güç dahi yoktur. İnsan bazen sorgular. Neden bu kadar acı, belirsizlik beni buldu diye. Oysa düşünemez sadece onda olmadığını.. Dünyanın yalan olduğunu bilen herkes için olur böyle haller. Bazen aşık olmuş biri, bazen işinde iflas etmiş biri, bazen sıradan bir şekilde yaşamını idame ettiren biri ve bazense şöhret ve zenginlik içinde olan biri. İnsana has bir boğulma hissidir bu. Dönemsel gelen de vardır, daimi bu hüzne gark olan da. Fakat bu saydıkarımın içinde çıkış kapısını bilen kişiler topluluğun az bir kısmını kaplarlar. O çıkış kapısı en kolayı ama en zorudur da. Allah'ın kapısı. En kolayıdır dedim çünkü bir abdest alıp elleri birleştirmeniz kadar yakındır. Zordur dedim çünkü hiçbir adım atmak istemeyiş hissi insanı yerine saplar. Burada gidin dua edin edebiyatı yapmayacağım kimseye. Ama bilmenizi istediğim bazı şeyler var. Yahut hatırlatmak istediğim. Bilin ki kimsenin gözyaşlarınızı görmediği anda gören biri var. Kimsenin İçinizdeki fırtınaları göremediği anda gören biri var. Kimsenin ağlamanız için omuz vermesi gerektiğini anlamadığı anlarda anlayan bir var. Siz ne kadar uzak hissetseniz de size çok yakın biri var. Herkesin artık yeter biraz mutlu ol deyip sizden uzaklaştığı anlarda hep sizin ona yaklaşmanızı bekleyen biri var. Sen bana bir adım gel, ben sana 10 adım geleyim diyen biri var. Herkesin size nefretle baktığını düşündüğünüzde, kulum bana yaklaşsa da yaralarını sarsam diyen bi Allah var. Her şeyin geçici olduğunu hatırlatan, dünyanın sonu geldiğinde ona yaklaşan kulları için hazırladığı, akılların almadığı, hüznün, kederin, öfkenin, nefretin olmadığı yerler inşa eden Allah var. Şimdi evvel olarak bu yazıları yazan aciz kul ben, ahir olarak da bu yazıları okuyan sen. Çıkış kapısını hatırladık. Ne yapacağımız kendimize kalmış. Ama unutmayın ki yazdıklarım boyunca Allah ile konuşursanız dünyada bu çektiğimiz haller tamamen geçecek demedim. Çünkü bu hayatın imtihan olduğunu unutmamak gerek. İmtihan deyince akıllara lütfen sadece fakirlik, açlık, savaş gelmesin. Çünkü aşk acısı çeken birirnin akıttığı gözyaşları, hüznün ellerinden kendini kurtaramayan bir gencin kalp sancısı, Evlatlarını nasıl en güzel şekilde yetiştireceğini düşünürken boğulan bir anneninn sıkkınlığı, sevgisiz büyümüş birinin yarım kalmışlık hissi, sevilmek isteyen birinin hissettikleri hep imtihan. İmtihanları küçümseyen, yargılayan biri olmaktan hep kaçın. Kimse sınanmadığı imtihanın kazananı değil. Belki acısını küçümsediğiniz bir insanın acısı size yüklense onun kadar ayakta dahi duramayabilirsiniz. Şimdi uzun uzadıya yazdığım yazılardan sonra içinizde kopan fırtınalaraın, sakinleyip güneşle beraber gökkuşağı açan huzurlu anlara kavuşmasını temenni ediyorum. Belki yazımın tamamını okuyacak sadece birkaç kişi olacak ama bu temennim herkes için. Herkese sakin bir huzur temenni ediyorum. Bu yazıdan haberli ya da habersiz herkes için.. Sevgiyle kalın, acı vermeyen bi sevgiyle..
36 notes · View notes
izlerimm · 1 year
Note
Uzak mesafe ilişkisine nasıl bakıyorsun?
Benim için zor aşırıcı bir insan olduğum için sevdiğim insanın yanımda olmasını isterim yani kötü oluğu zaman yanında olmak, hasta olduğunda.. Anılar biriktirmek isterim. Sevgisiz büyüdüm onun için temas hoşuma gidiyor sarılmak olsun ya da bi omuz saçların sevilmesi.. Güvenim yok bana birşeylerin yanımdayken gösterilmesi bundan emin olmam gerek daha çok neden var ama böyle diyeyim..
26 notes · View notes
umuthalavar · 11 months
Text
Oturuyorum, oturuyorum, oturuyorum... geziniyorum boş boş İnternet sayfalarında. Ne yapıyorum bilmiyorum... bazen kendimi böyle bırakıyorum. Fakat geçmiyor. Ne geçmiyor bilmiyorum... Bir şey mi bekliyorum, bilmiyorum. Tek bildiğim bazen böylece durakalırım... sonra yine kendimi ben kaldırırım. Çünkü bu hayatta kimse size sizden daha iyi omuz olamaz. Gözyaşımı da ben silerim, derdimi de ben dinlerim. Yorulduğumda kendimde dinlenirim. Ben artık biliyorum. Bana bir ben gerek bir de başımı koyacağım bir seccade. Bildiğini kabullenmek de ayrı bir süreçtir. Bunu da öğrendim. Şimdi kendimden geliyorum. Yorgunluğumdan, kırgınlığımdan, suskunluğumdan, sızan yaramdan geliyorum. Kimsenin görmediği, gördüğünde fark etmediği bir yerden geliyorum.
...
5 notes · View notes
liberavianimam · 6 months
Text
11.11.2023 | 22.49
Uzun zaman oldu.
Hem de çok.
Çok değişti her şey,bazı şeylerin aksine.
O bazılar,bazılar hiç değişmedi,bazen bile değişmedi.Aynı kaldı ve aynı kalacak.
Kelimelerle aram iyi fakat aralarından hangilerini seçeceğimi bilemiyorum,hangisi daha iyi özetler durumu bilemiyorum.Uzatmalı mı uzun uzun yoksa kısa mı kesmeli kesik kesik,hiç mi hiç bilemiyorum.
Karar veremiyorum,seçemiyorum.Aslına bakarsan seçenekler arasında kaybolup gidiyorum,sanrıların arasında yitip giden düşüncelerim gibi.
Kayıp gidiyor,tutamıyorum.
Tutmak için de çabalamıyorum.
Kendimi bildim bileli...Ki ben kendini bilen bir insan değilim,bilemiyorum belki de beni,beni tanıyanlara sormalı.Ya beni tanıyan biri var mı ki?Tanıyanlar,tanıdığını sananlar ne kadar bilir beni?Böyleyim ya da böyle olmaya itildim,belki de ben tercih ettim.Kendiyle çelişirken insanları inandıran,umutsuzluğun dibini boylarken diğerlerine hâlâ bir umut var diye vaatler sunan,insan içinde ne gülmeyi ne ağlamayı becerebilirken başkalarına ağlayacak bir omuz olan biriyim.Soğuk,buzdan duvarları olan,güven problemlerini aşamayan,kendi ördüğü duvarlara çarpa çarpa yosun tutan,uzak,sessiz,ciddi,meşgalesiz,hayatın içinden dışına doğru akışında savrulan kişinin tekiyim.
Zihninde cam parçaları,kalbinde kırıklar,kursağında hevesler,sırtında izler taşıyan,taşımaktan boynu bükülen,dik duruşunun altında sürekli ezilip büzülen biriyim.
Soruyorum arada da kendime hâlbuki,böylesi bir hayat yaşanmaya değer mi?Yazık değil mi,israf değil mi?
Kaçıyorum sonra,önce insanlardan,sonra kendimden.Arkama bakmadan,önümü görmeden,nereye gittiğimi dahi bilmeden körü körüne kaçıyorum.Öyle kaçıyorum ki nereden geldim ve nereye gidiyorum,bilmiyorum.
Unutuyorum,hatırlamaya değer bulmuyorum.Hatırlamak neydi?Ah işte bir bilsem lakin onu da hatırlamıyorum.
Siliyorum beni,diğerlerini,herkesi ve ardından her şeyi.Sonra çarpıyorum.Öyle kuvvetli çarpıyorum ki sarsılıyorum.Zemin ayaklarımın altından ne ara kaydı,bilmiyorum.
Çuvallamış olsam gerek,sanırım kaçmayı dahi beceremiyorum.Oysa ben neyden kaçıyordum,nereye kaçıyordum ve nereye varıyordum?Bir yere varabiliyor muydum,bir şeye?Varmak neydi?Varlığım niyeydi,kimeydi?
Düşüyorum...
Ne kadar düştüğümü bilmiyorum.Düşmek ölçülür müydü?Gözlerimi bembeyaz bir odaya açıyorum.Beyaz?Boş,bembeyaz bir oda?Bildiklerimi unutuyorum,bilmek neydi?Nasıl bir eylemdi?Eylem neydi,neredeydim?Önemi var mıydı?
Sonra biri geliyor ve diyor ki "Bildiklerimizi unutalım,yeniden öğrenmeye varım.Hatalarımı doğru kabul eder misin,doğrularımı hata?Ellerimi tutarsan,buradayım."
Kimdin,nereden gelmiştin,neden gelmiştin?
Bembeyaz odayı kirletmeye müsait çamura bulanmış avuçlarıma baktım.Tutmak istediğin eller bunlar mıydı?
Niye?
Önemi yoktu.
Yerimden kalktım ve ellerini tuttum.Yerim sen oldun.Tutundum ve kurtuldum.Neyden kurtulduğumu unutmak istedim,daha sıkı tutundum.Korkularımdan kaçmak istedim,korktum.Korktukça sıkı sıkıya tutundum,sonra korkularım sen oldun.
Ya sen olmasaydın?Ben olur muydum?Ben,ben olur muydum?
Kendimi buldum.
Asırlardır kapatıldığım parmaklıklar kayboldu,üzerimdeki devasa fanus kaldırıldı,renklerle tanıştım,nefes aldım.Sonra anladım,anladıkça yaşadım.Yaşamaya çalışıyorum.Bana çiçekli bahçeler vaat ettin.Güneşli günler,neşeli hikayeler.Ümitler yeşerttin.Yaşamayı öğrettin.Beni bana sevdirmek istedin,oysa senden güzel bir şey görmedim.
Bir tek seni sevdim.
Seni belledim,seni öğrenmek istedim.Kalbinin ritminden,tenindeki benlere kadar bilmek istedim.Ezberledim.Beni anlatacak kelimeleri bilmiyorum,seni anlatacak sözcüklerin var olduğunu ise zannetmiyorum.Var olduğumuz kadar yokuz da aslında.Her muhteşem şeyde olduğu gibi.Her zıt maddede olduğu gibi.Varsan varım.
Hayat zor,farkındayım.Benim hayatımı ise kolaylaştıran sensin,hayatıma en büyük zorluk senken hem de.Zorsun,zorluyorsun çünkü bağımlılık yapıyorsun.Daha ve daha fazlasını istememe sebep oluyorsun.Yetemiyor değilsin lakin yetiremiyorum.
Yediremiyorum da uzak kalmayı kendime ya,deliriyorum.
Güneşten uzak çiçek,denizden ayrı balık gibi bitiyorum.Sığınmak istiyorum,sarılmak istiyorum.Kafamdaki tek ses kalbinin ritmi olsun,değdiğim şey tenin,yaslandığım yer göğsün olsun istiyorum.Her şey dursun,sen devam et istiyorum.
Yetişemiyorum.
Erişemiyorum kollarına,sana.
Elimde bir tek hayaller kalıyor,delirmemek için kurduğum delirten hayaller.Onlar da olmadığında tükeniyorum.
Anlaşılmak istiyorum.Anlatmak değil.Konuşmayı hiç değil,bu satırları yazmayı değil,bakışlarımlara bağırmayı değil.
Hissedilmeyi istiyorum.
Hisset istiyorum.Yanımda ol,olamadığında varmış gibi yap istiyorum.Yaşama hevesim olan,nefeslerimi daraltmasın istiyorum.Kokusunu soluyamadan uyuyamadığım insan uykularımı bölmesin istiyorum.
Seni istiyorum ya,bütünüyle.Tüm açgözlülüğümle,doyumsuzluğumla,her şeyini istiyorum.
Benim ol,bende ol istiyorum.
Çok zor buldum,aramıyorken buldum.Kolay kaybettim ve kazanana dek kendimi yitirdim.Tekrarını göze alamam.Sensiz tek bir sabaha dahi uyanamam.Sen olmadan,hayalin olmadan yapamam.Hayallere sarılmadan tek sensiz bir ana katlanamam.Çünkü bu benim devam etme sebebim,hâlâ umut edebilme nedenim.
Seni çok zor geri kazandım.İlerisi için ne olur hayat bizden ne alır ya da bize neler verir bilemiyorum,sen olduktan sonrası ile de inan hiç ilgilenmiyorum.Tek bildiğim seninle olan anlarımda mutlu ve huzurlu olduğum.Seninleyken hayatı biraz daha yaşamaya değer bulduğum.Yaşadığımız her bir ana sıkı sıkıya sarıldığım,yaşayacaklarımız için heyecanlandığım,plan yaptığım,düşünmeden duramayıp o anların hayallerine sarıldığım.
Geçmişte yapamadığım için pişmanlık duyduğum her şeyi fazlasıyla yapmaya çalışıyorum.Kendimin en iyi versiyonu olmak için çabalıyorum.Senin için,bizim için yapıyorum;yapmaya çalışıyorum ve bu beni mutlu ediyor.Çabamın karşılığını senden aldığım sevgiyle görüyorum,görmek istiyorum.
İyi ki döndün,yuvana hoş geldin sevgilim.
Bir dahakine ya beni de götür ya da gitme.
Senin unutup normal hayatlarımıza devam edelim dediğin her şey,her saniye benim hayatımın kendisi.
Beni hayallerimden,heveslerimden etme.
Matmazel
@yildiztozu
2 notes · View notes
dilaraaksoykaleminden · 10 months
Text
Umut Fakiri
Sevgilim, sensizlik şimdi ölüm soytarısı kalbimin kuru yaprak temsili kalıyor hayatımda... Ne yaptıysam olmadı; Ne kadar çok sen biriktiyse de kalbimde; kaderin rüzgar saçları seni bir türlü bana vermedi.
Şair der ya hani; "bekliyorum, öyle bir havada gel ki vazgeçmek mümkün olmasın..." O her hava, o her yanlış sokak ve o her sensizlik sıkı bir çalışma ile sensiz bırakmaya devam edecekse beni; Tanrımdan rica ederim. Şimdi, şu an, şu salise kalp otağımın kirli merhabaları tükensin aşka. Tek seni, hep seni, faili meçhul sensizliğimin iklim kaçıran sen dolu yanı beni vuracaksa da hep seni isterim.
Bugün de sensiz geçti. 365 günün eğer sensiz akmaya devam edecekse tükenmesini kaderden istirham ederim. Geçmesin tek bir salise bile; sensiz... O kadar çok sensizlik birikti ki bu uğurda ben tükendim.
Sevgilim, aşkın mesafeli yokluklarında tükenir çığlıklarımın hiçbir masraftan kaçınmaz yokluk dolu acısı Sevgilim; bana seni ver. Yokluğunda kaybolmaktan yoruldum. Seni ararken o her yolda kendimi kaybetmekten yoruldum...
Sevdiğim, Nazımlar ağlıyor aşkın mutsuzluğunda. Bizim için... Kaç bin dönümlük arazide yine yokluğun bekçi, bilmek istemiyorum. Yıkık şairlerin hezimet dolu aşkları kendilerinin olsun. Seninle mutlu olmak istiyorum.
Bir omuz vuruyor kader, bir tekme savuruyor şu an; savruluyorum acıya. Kurtarmaz mısın? Kaç yaprak döküldü bu aşkta, sonbahardan evvel. Önümüz yaz, sevmek gerek.
Seviyorum seni sevgilim; sesim Kaç bin sensizliğe ulaşırsa o kadar sen versin Tanrım bana. Küllerim, hakiki bir bitiş bu geceye; beni kalbinin hücresinde sakla. Kaç yıl verirlerse yatar çıkarım seni sevmelere; cezai ehliyetim aşkına düşmekte...
Dilara AKSOY
3 notes · View notes
adl1bbed · 1 year
Text
Clear and Muddy Loss of Love - Bölüm 19: Deniz dutluğa döndü | kalbi kırık bir insan
"Baishi neden öyle düşünüyor?"
Gongyang Huai Qi Yan'ı süzdü. Gözlerindeki duruluğun sahte olmadığını gördüğünde, göğsünden yeşim kolyeyi çıkardı, "Neden sana verdiğim kolyeyi geri verdin?"
Qi Yan'ın dudaklarının kenarları kıvrılırken sakince gülümsedi, "Üç yıl önce, başkente gelip seni göreceğime söz vermiştim, ama tesadüfen o gün malikanede değildin. Kapıcıya bu eşyayı iletmesi ve Baishi'ye şunları demesi için zahmet verdim: Qi Yan sözünü unutmadı. Ama onun yerine yanlış anlamana neden olmuşum. Görünüşe göre üzerine iyice düşünememişim."
Gongyang Huai'nin yüzünden bir pişmanlık ifadesi geçti, "Benim hatam, o gün o ziyafete gitmemeliydim. Yalnızca senin gelişini kaçırmakla kalmayıp bana verdiğin katlanır yelpazeyi de kaybettim..."
"Eğer Baishi beğendiyse, bahar sınavından sonra başka bir tane veririm."
Gongyang Huai yeşim kolyeyi Qi Yan'a uzattı, "Bu eşya bizim talebeler olarak dostluğumuzun simgesi. Tiezhu, lütfen sende kalsın."
Qi Yan onu bir gülümsemeyle kabul ettiğinde, Gongyang Huai son derece mutlu olmuştu. Sokaklarda edindiği bu arkadaşı statüsünden dolayı ondan uzaklaşmamıştı!
Gongyang Huai, "Tiezhu başkentte nerede kalıyor?" diye sordu.
"Kenar mahallelerde bir konak kiraladım."
"O zaman bana adresini yazıp ver, sınavdan sonra gelip seni göreceğim."
Qi Yan başını salladı. Gongyang Huai neşeyle devam etti, "Ben güz vilayet sınavlarında Yayuan unvanını aldım, senden ne haber?"
"Şans eseri, Ji vilayetinin Jieyuan'ı oldum."
Gongyang Huai yumruğunu Qi Yan'ın omzuna vurdu, ardından mutlulukla, "Yapabileceğini biliyordum!" dedi. Yeniden Qi Yan'ın kehribar rengi gözlerine baktı ve sessizce, "Gözlerin biraz daha iyi oldu mu?" diye sordu.
Qi Yan başını iki yana salladı. Gongyang Huai'nin yüzünde endişeli bir ifade belirmişti, "Nasıl olacak? Sınav sorularının gece boyu yazman gerekecek kadar uzun cevaplar gerektirdiğini duydum, sen..."
Bunu duyduğunda, Qi Yan şöyle dedi, "Elimden gelenin en iyisini yapıp gerisini kadere bırakacağım. Baishi'nin endişelenmesine gerek yok."
... ...
Sınav alanının kapıları açılana kadar bir süre daha sohbet ettiler. Ardından ikisi omuz omuza içeriye girdi.
Wei Krallığı'nın başkent sınavının tamamlanması üç gün sürerdi. Sınav olacak talebeler girerken dış giysilerini çıkartmalı ve eşyalarını kontrol için gözetmene vermelilerdi. Bunu geçtikten sonra, bir plaka ve üç mum alırlardı. Özel bir odaya kapatılıp üç gün sonra cevapların yazıldığı parşömenler toplandıktan sonra salınırlardı.
Sınav alanından çıktıktan sonra hasta düşmek talebeler için normal bir olay sayılırdı. Eğer Qi Yan maskeli kişi tarafından verilmiş kadın kimliğini baskılayan tuhaf hapları almamış olsaydı, kesinlikle bunu gizleyemezdi.
Qi Yan soru parşömeni açtı, baştan sonra okudu, ardından sınav için verilmiş boş kağıdı sarıp dikkatle sandığına yerleştirdi. Gözlerini kapatıp iki saatini düşünmeye ayırdıktan sonra, nihayet mürekkebi hazırlamaya başladı.
Kalın kağıdı masaya yaydı, üzerine bir tahta bloğu koyup tutturdu ve yazmaya başladı.
Tek seferde altı sayfayı doldurmuştu, sonrasında yorgun halde iki kaşının arasına masaj yaptı.
Birçok bölmede mumlar yakılmıştı. Qi Yan dışarıdaki gökyüzüne baktı. Mürekkep kuruduğunda parşömeni dikkatle sardı, sandığına yerleştirdi, ardından kendine yemek hazırlamak için ayağa kalktı.
Tüm bölmeler ışıklarını birer birer yakıyordu, tabii karanlık kalan Qi Yan'ın odası dışında.
Ana gözetmen Xing Jingfu durduğu platformdan onu fark etti. Gidip kontrol etmesi için bir devriye muhafızını gönderdi.
Muhafız bölmenin kapısını tıklattı, "Neden ışığını yakmadın? Mumlarda bir sıkıntı mı var?"
Qi Yan bu soruyu yatağa gitmek üzereyken duymuştu. İlk başta bir süre öylece dikildi, ardından duvarları yoklayarak kapıya doğru gitti.
Asker elindeki meşaleyi salladı. Qi Yan gelen ışığı azaltmak için kol yenini kaldırdı, "Subay da-ge, bu talebe küçükken ciddi bir hastalık geçirdi. Geceleri görüşüm köreliyor ve parlak ışıklara bakamıyorum, özürlerimi sunarım."
Asker bunu duyduğunda meşaleyi indirdi. Ateşin zayıf ışığında Qi Yan'ın kehribar rengi gözlerine ve içlerindeki aciz boşluğa baktı.
Askerin ağzı hafiften açık kalmıştı, sessizce karşılık verdi, "Büyük sınav için yalnızca üç gün verilir. Eğer bu yüzden sorularını tamamlayamazsan, başkalarına sıkıntı çıkarma."
Qi Yan ellerini birleştirip saygıyla eğildi ve, "Subay da-ge'ya uyarısı için çok teşekkür ediyorum," dedikten sonra, el yordamıyla yatağına gitti.
Asker geri dönüp bunu rapor etti. Xing Jingfu kaşlarını çattı, ardından sınav adaylarının kayıt listesini taradı ve Qi Yan'ın adını buldu.
Qi Yan'ın memleketi ona hemen Jingjia ilk yılda yaşanan veba salgınını hatırlatmıştı. Qi Yan'ın aslında Ji vilayetinin Jieyuan'ı olduğunu okuduğunda, ona karşı bir sempati beslemekten kendini alamamıştı.
Askere şöyle söyledi, "Sabah güneş doğduğunda onu uyandır. Bu talebenin mütevazı bir geçmişi var, Jin vilayetindeki felaketten sağ çıkmış. Bahar sınavına gelebilmesi gerçekten azımsanacak bir başarı değil."
"Anlaşıldı."
Üç uzun ve zorlu gece-gündüz geçti. Artık başkent sınavının perdeleri kapanıyordu. Ana gözetmenden öğrencilere kadar herkes bitkin görünüyordu.
Sınav alanının dışında çok sayıda hane hizmetçisi bekliyordu. Yakın mesafede tahtırevanlar da dizilmişti.
Qi Yan kalabalıktan sıyrıldı, ardından sırtında talebe sandığıyla kendi başına oradan ayrıldı. Sıkı sınav koşulları sebebiyle, kâbuslarını bastıran hapları içeri sokamamıştı. Geceleri uzandığında aslında hiç uyumamıştı.
Son üç gün onu gerçekten yormuştu.
Birkaç gün dinlendikten sonra, Qi Yan yanında yeşim kolye ile Gongyang malikanesine geldi. Bu sefer harika bir şekilde karşılanmıştı. Gongyang Huai'nin babası çalıştığı yerde kalıyordu, bu yüzden onun yerine büyük genç efendi Gongyang Bai* onu ağırladı.
Ç/N: 柏 bai - selvi/sedir
Gongyang Bai, Jingjia üçüncü yılda yapılan imparatorluk sınavında başarılı olmuş bir adaydı. Şimdi ise büyük arşivden sorumlu bir alimdi. Erkek kardeşi, Qi Yan'a derin bir hayranlık besliyordu, bu yüzden Gongyang Bai Qi Yan'ın derinliğini sorgulamak istemişti.
Beklenmedik şekilde, Qi Yan genç yaşına rağmen bireysel bir duyarlılığa sahipti. Ayrıca edebiyat yeteneğiyle dolup taşıyordu. Daha da kıymetli olan ise, üslubu ve tavırları hem mütevazı hem de nezaketliydi ve keskin bir adap duygusu vardı. İkisi sohbetlerine o kadar dalmışlardı ki Gongyang Huai araya girip bir kelime edemiyordu.
O gece Gongyang Bai babasına rapor verdi: Qi Yan edebi yetenekle dolu ve şan şöhrette gözü yok. Gerçekten iyi bir dost.
Bu sayede, Gongyang Huai'nin cezası artık kalkmıştı. Her gün Qi Yan'la başkenti turlayıp ziyafetlerde arkadaşlar edindiler, ne kadar harika bir zamandı.
Göz açıp kapayıncaya kadar, bahar sınavının üzerinden bir ay geçmişti. Sınav alanının kapıları sıkı sıkı kapalıydı. Yüksek koruma altındaki sınav salonunun içinde, üç gözetmen iki sınav kağıdı üzerine sonu gelmeyen bir tartışmaya girmişti.
Adayların isimlerinin üzeri bantlanmış olsa da iki yardımcı gözetmen, Lu Boyan'ın el yazısını tanıyordu. İkisi de onu birinci olarak kabul etmeyi teklif etmişti.
Fakat, ana gözetmen Xing Jingfu, başka bir adaydan daha çok memnun kalmıştı. Yüzleri kıpkırmızı olana kadar tartışmışlardı.
Xing Jingfu Lu Boyan'ın sınav kağıdını sertçe masaya çarptı ve öfkeyle konuştu, "İki efendi tarafından seçilen kâğıt süslü yazılmış olsa da, özlü değil. Politika tartışmaları makalesinin derinliği ise bir yusufçuğun suya dokunması kadar. Son derece çekingen. Yazı, yazarını yansıtır— Bu yetkilinin gözünde, bu genç adam büyük sorumluluklar alamaz!"
Personel Bakanı Deng Hongyuan, sertçe karşı çıktı, "Efendi Xing, pek haklı değilsiniz. Bu adayın iyi bir eleştiri gücü ve yüce bir tutkusu var, yalnızca deneyimsiz. Efendi Xing yüksek bir makamda bulunuyor, bir adayın sizin kıstaslarınıza uymaması normal bir şey."
Xing Jingfu birkaç kez soğukça homurdandı. Arkasını döndü ve bir cevap kâğıdını aldı, ardından ikisinin önünde havaya kaldırdı, "Ben öyle düşünmüyorum! Bu cevap kâğıdındaki yazı basit ve sade olsa da, direkt konuya geliyor. Bu adayın derin düşünmesi ve içtenliği satırların arasında anlaşılıyor. Bu kağıtta bir çocuğun masum kalbi canlı bir şekilde görülüyor. Krallık şimdi barış içerisinde; meclis yeni yetenekleri kullanıyor ve bu gereken yeteneğin ta kendisi! Bu yetkili bu konuda geri adım atmayacak!"
İki yardımcı gözetmen sıkıntılı bir şekilde bakıştı. Xing Jingfu'nun sesi bir kez daha duyuldu, "Siz iki efendi başkent sınavından sonra saray sınavının da olduğunu unutmayın. En sonunda, her şey Majestelerinin kararına bakacak."
... ...
Beşinci ayın beşinci günü. Uğurlu bir gün.
Güneş daha yeni yükselmişti. Sınav alanına giden kapılar içeriden itilip açıldı.
Dört akademisyen ellerinde kırmızı bir kâğıt ve yapıştırıcı ile dışarı çıktı.
Dün geceden beri kapının önünde bekleyen talebeler vardı. Akademisyenler üzerinde üç yüz isim yazılı altı kâğıdı tek tek halka açık panoya astı.
O sırada, bir grup haberci en iyi on iki öğrenciye kırmızı kitapçıkları iletmek için yola çıkmıştı.
Kenar mahallelerdeki ufak konakta, Qi Yan masanın önünde yalnız başına oturuyordu.
İki kâse uzun süre saklanabilen erişte masaya yerleştirilmişti. Temiz beyaz erişteler bir tutam koyu yeşil soğan ezmesi ile garnitür edilmişti.
Bugün Çimenli Ovalar'ın ikinci prensesi, Qiyan Nomin'in doğum günüydü. Xiao-Die soğanların çiçek açtığı mevsimde doğmuştu. Yeşil soğan ezmesi, Çimenli Ovalar kökenli bir baharattı ve koyun eti onunla beraber en iyi tadını verirdi.
Yıllar önce, ne zaman doğum günleri gelse, Furong iki kızı için Wei Krallığı geleneklerine göre birer kâse erişte pişirirdi.
Qi Yan karşıdaki kâseye çubukları yerleştirdi ve son derece sessiz bir şekilde fısıldadı, "Meimei, gege bu erişteleri kendi elleriyle yaptı. Tadı annemizin yaptığı kadar güzel mi?"
Qi Yan karşıdaki boş koltuğa bakarken gülümsedi, kendi kâsesini eline aldı ve yemeye başladı.
"Meimei, gegen Wei Krallığı meclisine girmek üzere. İzle beni."
Jiejie bu saltanata diz çöktürecek ve Wei Krallığı'nın taze kanını akıtacak; ailemiz, Anda ve Çimenli Ovalar'ın adına.
Qi Yan hırsla iki dolu kaşık daha yedi, ta ki yanakları şişip boğazı acıyana kadar.
Diğer kâsedeki soğan ezmesine bakarken gözleri kızardı. Gözyaşları sessizce süzülmeye başladı.
Shifu şöyle demişti: eğer intikam istiyorsa taştan bir kalbi ve çelikten bir yüreği olmalıydı. Yıllar boyu ağlamasına izin verilmemişti.
Qi Yan bambu yemek çubuklarını sıkı sıkı tuttu. Titreyerek kendini ağzındaki erişteleri yutmaya zorladı.
Baba, anne, meimei, Anda...
Hepiniz, sadece izleyin. İzleyin.
Wei Krallığı'nın her yanından savaşın dumanları yükselirken, Nangong ailesi kanlar içinde kalırken, bu devasa kanlı borcunu nasıl ödetiyorum izleyin!
Kâsedeki eriştelerin dibi gözükmüştü, fakat Qi Yan'ın gözyaşları durmuyordu. Sonunda, masaya kapandı ve hıçkırarak ağlamaya başladı.
Bu hıçkırıklar oldukça bastırılmıştı, sanki asla başkaları tarafından duyulmaması gerekiyormuş gibi.
Önceden de böyle ağlamış olması gerekiyordu. Çimenli Ovaların prensi Qiyan Agula, aslında o kadar dayanıklı biri değildi. İntikam için yaşamak fikrine tutunmamış olsaydı, bugüne kadar yalnız yaşamaya cesaret edemezdi.
Ama Qi Yan'ın dayanıklı olması gerekiyordu. Saray sınavından sonra, meclise sızdığında, bir daha böyle kendini kaybetme lüksü olmayacaktı.
Ağladı ve ağladı, Qi Yan sonunda ıslak gözleriyle uyuyakaldı...
Rüyasında Çimenli Ovaları gördü.
Akan Ateş ve yavrusu yakınlarda sakin sakin otlanıyordu. O ise kız kardeşi ve Andası ile dağın eteklerine rahat bir şekilde uzanıyordu.
Qi Yan yanındaki iki kişinin artık olmadığını açık bir şekilde biliyordu. Sıcak gözyaşları bir kez daha sımsıkı kapalı gözlerinden aktı.
Acı kalbini parçalıyordu. Yine de inatla gözlerini kapalı tuttu, uyanmayı reddediyordu.
Davul ve gongların vuruş sesleri uzaklardan duyulduğunda, Qi Yan'ın bu rüyayı sonlandırmaktan başka çaresi kalmadı. Doğruldu. Önündeki dokunulmamış erişte kâsesi çoktan soğumuştu.
Haberci kolunun güçlü bir salınışıyla gonga vurdu, ardından yüksek ve net bir şekilde seslendi, "Jin vilayetinden Efendi Qi burada mı kalıyor? Güzel haberler getirdim~ efendi Qi'yi başkent sınavında yüksek bir derece yaptığı için tebrik ediyorum!"
Qi Yan yüzünü yıkadı, ardından kapıyı itip açtı ve evden dışarıya yürüdü. Aralıklı bambu çitler boyunca, halktan insanların haberciyi oraya kadar izlediğini görebiliyordu.
Bahçe kapısını itip açtı. Giriş kapısını çevrelemiş insanlar ona dostça gülümsediler.
Qi Yan bir anlığına dalmıştı. Haberci gülümseyerek, "Siz genç efendinin Jin vilayetinden Qi Yan, efendi Qi olup olmadığınızı sorabilir miyim?" diye sordu.
Qi Yan başını salladığında, haberci gonga üç kez vurdu. Yüksek sesle duyurdu, "Tebrikler, Jin vilayetinden Qi Yan, efendi Qi, başkent sınavında birinci oldunuz!"
2 notes · View notes
emptygoofy · 7 months
Text
Oneshot#3
Lian yeni eve alışmaya çalışıyordu, diğer beş kişinin de yaptığı gibi. Şu zamana kadar ağabeyini kaybettiğinden beri yalnız yaşamıştı. Bir evi değil odası olmuştu. Hepsi tamamen garip geliyordu, diğerlerine nasıl güveneceğini bilmiyordu, neden bu evde olduğunu da... Gerçi beleşten bir evi olmuştu pek de sorgulamasına gerek yoktu. Daha başına neler gelebilirdi ki? İşinden de ayrılmıştı. Aslında bu Drake denen garip çocuk ve Adrian'ın sayesinde olmuştu. Gerinip odasından çıktı, ev oldukça sessizdi. Mutfağa terliklerini sürüye sürüye gitti. Kendisine kahvaltı hazırlayabilecek hali yoktu o yüzden omuz silkerek tabakta olan üzümü yemeğe başladı. Kapının açılıp kapanan seslerini duyunca pek oralı olmadan yemeğe devam etti. Muhtemelen biri markete falan gitmişti. Ayak sesleri ona yaklaştığında kaşlarını kaldırarak arkasını döndü. Siyah kapüşonlu, göz altları uykusuzluktan morarmış Drake'i karşısında gördüğünde şaşırdı. Gerçi fazla şaşırmaması lazımdı, o istediği yere istediği her şekilde girebiliyordu değil mi?
"İşinden ayrılmışsın." istemsizce kaşları çatıldı. 
"Bunu nereden bi--" bir an duraksadı Lian. Dudaklarına minik bir gülümseme yayılırken üzümü ağzına attı. "Beni mi takip ediyorsun?" Drake soğukkanlılıkla gözlerini ona dikti.
"Hayır." dudaklarından minik bir kıkırtı çıktı Lian'ın. Drake merakla başını yana eğerken tezgaha oturup bir üzüm daha ağzına attı. 
"Pek iyi yalancı değilsin bana karşı." Drake ifadesizce omuz silkti ve bir adım attı ona doğru. "Belki de sana yalan söylemek istemediğimdendir." 
"İşimden ayrılmamı sen sağladın." Drake tekrar omuz silkip masada duran muzu aldı ve soyup ısırdı. Lian iç çekip onu izlemeye devam etti. 
"Bütün kayıtlarımı da silmeyi başarmışsın." Drake'ten bir tepki göremeyince ekledi. "Ama hepsini sildiğini düşünmüyorum."  kaşlarını çatıp ona döndüğünde zafer niteliğinde sırıttı Lian. 
"Ne demek istiyorsun sen?" 
"Demek istediğim... Videolarımı kendine saklıyorsun." Drake hafifçe kızarıp gözlerini kaçırırken tezgahtan indi. "Sorun değil Drake. Bunu sorun etmiyorum en azından sen güvenilir birisin." Drake kaşlarını çatıp ona baktı. 
"Benim güvenilir olduğumu nereden biliyorsun?" Lian omuz silkti. "Biliyorum işte." ona fazla şey borçlu gibi hissediyordu. Sürekli arkasını topluyordu. Pek fazla göstermese de önemsediğini biliyordu. Daha ilerisi için hazır olup olmadığı konusunda kafası karışıktı. Tekrar birini kaybetmek istemiyordu. Bir defa daha yıkılamazdı... Uzanıp Drake'in yanağından öptü ve kulağına fısıldadı. 
"Teşekkür ederim Drake. Her şey için..."
0 notes
Text
Kedimi veterinere götürdüm işlem bir buçuk saat sürecek şimdi gidin biz sizi ararız dediler. Ben burada beklerim ehehehe falan yaptım yok hiç gerek yok falan dediler. Anestezi de vereceklermiş bana bir buçuk saatlik ağlancak omuz lazım seri elden ele :(((
1 note · View note
ihsaniye · 1 year
Text
jilet yiyen kız ya da devrim yolunun iyi photoshop’tan geçmesi
Tumblr media
beni tanıyan dostlarım bilir ki, aktivizmle uzaktan yakından alakam yoktur. belli politik ideallerim olsa da bunları gerçekleştirmek için genelde hiçbi şey yapmam, ama yapana da engel olmam. olsun diye en çok uğraştığım şey muhtemelen iett’nin yaptığı, ancak ekrem imamoğlu’nun başkan olmasıyla yapmayı bıraktığı oyuncak çekilişlerinin geri gelmesiydi; onu da her hafta iett’yi etiketleyip tivit atarak alnımın akıyla başardım. allahın bi yerden alıp bi yerden verişi olarak yorumlanabilecek bi şekilde, aktivist olmayı başaramasam da teoride fena değilimdir. yani iyi düşünürüm, ama gerçekleştirmem. hiç unutmam; lisedeki futbol takımımızda yıllarca kalecilik yaptıktan sonra geçirdiğim bir omuz sakatlığı sonucu eldivenlerimi bırakmam gerekmişti, ve ben de daha uygun bir pozisyon olacağını düşünerek forvete geçmiştim. yeni pozisyonumdaki ilk maçımda, havadan gelen bi pası ayağımın tersiyle önüme almak gibi manyak bi hareket yapmaya yeltenmiş, ancak fizik kurallarıyla ters düşmem sonucu, ters takla atarak kendimi yerde bulmuştum; hem topu kaybetmiş, hem de iyi giden atağı mahvederek takım arkadaşlarıma rezil olmuştum. sorun farklı değildi: düşüncem iyiydi ama yine uygulamada sıçmıştım. yerden kafamı kaldırdığımda kaptanımız hakan’ı şaşkın gözlerle yanıma gelirken gördüm. elimden tutmasını, beni kaldırmasını ve sonra popoma vurarak gidişimi izleyeceğini hayal ediyordum. ancak hayaller, sevgili dostlarım, gerçeklerle her zaman barışmayabiliyor: zira hakan o gün ne elini uzattı ne de popoma vurdu. gelip “ihsan, sen bu oyunu kaleden izleye izleye öğrenmişsin, ama siktir git sahada zaten 7 kişi var” dedi ve uzaklaştı. tepkimi göstermek için sahadan çıkarken topa son bi vuruş yapıp kaleye sokmaya çalıştım, ancak top yan okulun bahçesine uçtu ve ben de kaçarak halı sahadan çıktım. üstümü değiştikten sonra yoldan bir çiğ köfte dürüm aldım ve eve doğru yürümeye başladım. yürürken olanları düşünüyor, bir gözden geçirme yapıyordum. tahmin ediyorum ki hakan’ın bu sözlerinden alındığımı ya da kalbimin kırıldığını filan düşüneceksiniz sevgili dostlarım; ama tam aksine, hakanın teorik bilgime yaptığı övgüyü düşündükçe çiğ köfteyi daha bir iştahla yiyordum. sonuçta futbolu kafamda çözmüştüm, oynamasam ne olurdu. sözün özü, hayatımın her alanında kafamdaki planı kusursuz kurabilsem de onu gerçekleştirmede hiç başarılı değilimdir. bana o kafamın içindeki hali yeter çünkü, potansiyelken mükemmeldir ve pratiğe dökme işi artık angaryadan başka bi şey değildir. bunları bu kadar kolay söylediğimi görüp de, kendimle ilgili bu yargılara hiç sorgulamadan ulaştığımı sanmayın, zira hikayemin konusu tam da bununla ilgili.
gayet güzel bir bahar sabahında, bi kampüsteki dersimden çıkmış, öbür kampüsteki dersime hızlı adımlarla giderken, kampüs meydanında bi eylem olduğunu gördüm. her zaman yaptığım gibi, eylemdekilere birkaç saniye boyunca “evet sizi onaylıyorum ama vaktim yok, derse yetişmem gerek” bakışı attıktan sonra yoluma devam ettim. ancak tam bu anda aklıma içi boş olan suluğum geldi ve onu doldurmak üzere, üniversitemdeki en sevdiğim şeylerden biri olan su sebiline vardım. suluğumu bedava suyla doldururken bakacak bir şey bulamayıp tekrar kafamı eyleme çevirdim, ve izlemeye başladım. renkler, sloganlar, afişler her zamanki gibiydi; ÇİRKİN. bundan önce gördüğüm eylemlerden hiçbir farkı yoktu. ancak farklı olan bi şey vardı, eylem sözcüsünün tam arkasında duran kızıl saçlı afet. size onu tam olarak tarif edebilir miyim bilmiyorum, ama şunu diyebilirim ki onu gördüğüm an kafamda ahmet kaya’nın “jilet yiyen kız” şarkısı çalmaya başlamıştı: saçları şıra köpüğü desem, kaşları bıçak izi kırmızı. işte o, böylesine bir kadındı. ve sonumuz kuşkusuz cehennem olmalıydı. bu düşüncelerle ona kitlenmişken elimin ıslanmasıyla irkildim, onu izlerken suluğumu taşırmıştım. artık dolu olan suluğumdan bi yudum aldım ve “dersin g.tüne koyayım” diyerek eylemin etrafındaki çembere katıldım. onunla mutlaka tanışmalı, en azından instagram’ını bulabilmek için etraftaki tanıdıklarımı kestirmeliydim. kaderin cilvesi mi dersiniz, yoksa yalnızca bir tesadüf mü bilmem; eylemcilerin halaya durmasıyla beklediğim fırsatı çok geçmeden elde ettim.
halaydan ve sonrasından detaylıca bahsetmeme gerek yok. sadece şunu diyebilirim ki, kardeş türküler eşliğinde çekilen bu halay sadece ideolojik bir halk dansı değildi, jilet yiyen kız’la tanışmam için gereken duble yollu, sıfır asfaltlı, yap işlet devlet modeliyle inşa edilmiş bir köprüydü. serçe parmaklarımızın birbirine dolandığı bu ahenkli rakstan sonra, jilet yiyen kız artık sadece bir telefon uzağımdaydı. gece gündüz onu düşünüyor, whatsapp fotoğrafını zoomlayıp bırakıyor, kampüsün neresinde bir kalablık sesi duysam, kırmızı kolsuz üstü slogan yazılı atlet gibi olan eylem şeyi giyen insan görsem gözlerim onu arıyordu. böyle böyle günler geçti, ancak ilerleme kaydettiğim söylenemezdi. bu günlerde ona birkaç defa haftalık keşif listemden beğendiğim şarkıları atsam da, aldığım yanıtlar hiç onun da bana yanık olduğunu gösterir türden değildi. “iyiymiş”, “güzelmiş” gibi çok sıkıcı yanıtlar veriyordu. ama buna rağmen, bir insan sarrafı olan ben, onun bir “dry-texter” ya da kurumesajcı olabileceği düşüncesine sarıldım; bu demek oluyordu ki bu iş mesajlaşmakla olmayacaktı. onu mutlaka yüz yüze görmeliydim. bir akşam vakti cesaretimi topladım ve ona “haftasonu uygunsan buluşalım mı” diye mesaj yazdım. ben hamlemi yapmıştım ve artık oyun sırası ondaydı. çok geçmeden bana haftasonu kadıköy’de eylem olduğunu, örgütçe orada bulunmalarını gerektiğini söyledi. ben de buna kırılmadığımı ve onu onayladığımı belli edercesine “ok iyi eylemceler :))” şeklinde şakalı bir mesajla yanıt verdim. bunu ona belli etmesem de mesajı okuduğum gibi leonard cohen dinlemeye başlamıştım. ancak jilet yiyen kız, “istersen sen de gelebilirsin” diyerek beni de eyleme davet edince, yine kalbimden vurulmuştum. halayda gerçekten onu etkilemiş olmalıydım. leonard cohen’i durdurdum ve hemen “this is kardeş türküler” playlistini açtım. fırsat bu fırsattı, her ne kadar aktivist olmayan bir insan olsam da, işin ucunda jilet yiyen kız vardı ve vakit, halay vaktiydi.
eylem yerine vardığımda vakit kaybetmeden metreler öteden gözüme kestirmiş olduğum o’nun yanına gittim. bana döndü, “aa hoşgeldin” dedi ben de “hoşbuldum” dedim. tam nasılsın diye soracakken elime beyaz fon üzerine büyük puntolar kullanılarak siyah renk times new roman’la yazılmış “kahrolsun”lu çirkince bir pankart tutuşturdu, ve “seni gördüğüme sevindim” dedi. ve daha benim “bu ne böyle yaa, daha renkli bi şeyler yok muydu” dememe kalmadan kalabalığın içinde kayboldu. sloganlar, pankartlar, polis müdahalesi derken yaklaşık bir saat sonra eylem bitmişti. elimde pankartla kalakalmıştım, daha kötüsü jilet yiyen kızı yarım saat önce gözden kaybetmiştim ve kadıköy’ün yabancısı olduğum için ne yapacağımı da bilmiyordum. sessizce oradan ayrılmaya yeltenmiştim ki, birinin beni adımla çağırdığını duydum, bu elbetteki o’ydu. beni birer bira içmeye davet etti; bira içerken bizden, okuldan, sosyalizmden konuştuk. “devrim” dedi kafa salladım, “lenin” dedi gözlerimle onayladım, “marks” dedi “katı olan her şey buharlaşıyor abi” dedim ve tırt kişiliğimi ondan gizlemeyi başardım. sabırsız okuyucularım için o gecenin devamını özetlemem gerekirse, diyebilirim ki birbirimizin yasak bölgelerine indik, tüyleri ısırgan kırmızı.
bu ateşli gecenin sabahında zengin bir kahvaltıdan sonra bana “seni bir yere götürücem bugün, sürpriz” dedi ve yeniden kadıköy sokaklarına koyulduk. ben az bilinen süper bi kafeye filan gidicez diye beklerken, beş dakikalık yürüyüş sonrası bir börekçinin önüne gelmiştik. börekçi de olsa sevdiceğimin beni getirdiği bir börekçiydi, bunu hemen romantize etmeliydim: “beni börekçiye mi getirdin çenn” diyerek onu öpmeye eğildim, ancak büzüşmüş dudaklarımı karşılıksız bırakarak eliyle “özgür sosyalistler” yazan tabelayı işaret etti; camda bir sosyalizm semineri duyurusu asılıydı, anlamıştım ki sevdiceğim beni davasıyla tanıştırmak istiyordu. sosyalizmi belgesellerden takip eden ve marşlarla, kocaman meydanlardaki kızıl bayraklarla filan bilen ben, dernek binasına girdiğimde adeta şoke olmuştum.
halkların devrimini ateşleyecek, bizi kapitalizmin boyunduruğundan kurtaracak örgütün merkezi biri çay ocağı olan iki odadan ve diğer odadaki beyaz plastik sandalyelerden oluşuyordu. sosyalizm zor zamanlardan geçiyor olmalıydı. jilet yiyen kız elime karton bardakta çay tutuşturdu ve birlikte semineri dinlemeye başladık. semineri veren insan altmışlarındaydı ve yazları ananemlerin yanına, kayseriye gittiğimde karşılaştığım yaşlılardan tek farkı yıllar boyu tütüne maruz kalmaktan sararmış, levent kırca bıyıklarıydı. sizlere yalan söyleyecek değilim dostlarım, konuşmacının sık bıyıklarını delice kıskanmıştım; köse olmasam da bıyıklarım her zaman seyrek çıkmıştır ve hep böyle bıyıklara özenmişimdir. bıyık güzeldi, ancak geri kalan her şey bana babamların köyünün kahvesini hatırlatıyordu. artık konuşmayı dinleyemiyor, insanları ve odayı inceliyordum. bizim yaşlarımızdaki birkaç gencin dışında dinleyicilerin hepsi 60larındaydı ve birçoğu sandalyelerinin yanlarında boş karton bardaklarla uyukluyordu. derneğin kaloriferi de yoktu ya da çalışmıyordu, o yüzden herkes içerde montlarıyla duruyordu ve bu çok çirkin bir görüntü oluşturuyordu; dedemin her zaman dediği gibi, bazen sarımsağın seyreği sıkından iyidir ya da mont dışarda güzeldir. insanların durummu böyleydi, duvarlarda ise a4 kağıtlara renksiz olarak anlaşmalı ozalitçilerde bastırılmış, sosyalizm önderlerinin düşük çözünürlüklü resimleri, ve aynı eylemdeki gibi kötü fontlarla yazılmış sloganlar yer alıyordu. sosyalizmin grafik tasarımla alıp veremediği neydi anlamıyordum, bu pankartlar kimin elinden çıkıyordu? acaba sosyalizmi içerden sabote eden birileri mi vardı? ya da grafik tasarım bir burjuva alışkanlığı mıydı? gördüklerimle çok fena öfkelenmiştim, yerimde duramıyordum. sevdiceğime dönüp “bu ne hal papatyam, kremlin meydanı’ndan, stalingrad’dan bu hale nasıl geldik!” dedim. biraz sesli söylemiş olacağım ki, tüm derneğin dikkati üzerimde toplanmıştı.
bu benim anım olmalıydı. yavaşça ayağa kalktım ve sesimi olabildiğince kalınlaştırıp, “bu ne hal yoldaşlar, devrim jpg’ci olmuş png’ye düşman! bu marks’ın hali ne, pikselleri sayılıyor; bu halka bir renkli kartuşu bile fazla mı gördünüz? hadi onu geçtim times new roman ne ya, paper mı yazıyoruz? devrim yapıyoruz, devrim!” diye, motivasyonel bir konuşma gerçekleştirdim. ben konuşmamın herkesi gaza getirmesini, içlerindeki devrim aşkını ateşlemesini beklerken; kulaklarımda odaya hakim olan huzursuzluğun sessizliğini duyuyordum, çıt çıkmıyordu. bunun belki de bir değişimin işaretçisi olduğunu düşünerek sözlerime devam etmeye çalışsam da, çok geçmeden anladım ki, bu huzursuzluğun sebebi bendim. sessizce yerime oturdum, biraz şiddetli oturmuş olmalıyım ki plastik sandalyem kaydı ve kendimi yerde buldum. herkes beni izliyordu ama kimse kaldırmak için bile yanıma gelmiyordu. kafamı jilet yiyen kız’a çevirdim ama o bile beni tanımazlıktan geliyordu. artık burada istenmediğimi anlamıştım, sanırım devrim, konu grafik tasarım olduğunda eleştiri kabul etmiyordu ve istenmediğim yerde duramazdım. son kez o’na döndüm ve “katı olan her şey buharlaşıyor, ama benim sana olan aşkım asla, terket buraları benimle gel jilet yiyen kız, seninle aşk devrimi yapalım, aşk” diyerek son kez şansımı denedim. ancak o bana bakmak için kafasını bile çevirmedi. kaybetmiştim. times new roman yine kazanmıştı. yoldan çiğ köfte aldım ve eve yürümeye başladım. anlamıştım ki devrim de diğer her şey gibi kafamdayken güzeldi. spotify’dan leonard cohen açtım ve çiğ köftemi yemeye başladım.
1 note · View note
bungoustraydogs-tr · 3 years
Text
Bungou Stray Dogs Dazai, Chuuya, 15 Yaş: 5. Bölüm
Tumblr media
Wattpad Linki
Ve böylece bir ay geçip gitti.
Günler ve geceler geçti, gözyaşları ve kahkahalar şehirde tekrar ve tekrar yankılandı. “Arahabaki Vakaları” olarak isimlendirilen olayların suçlusu Randou’ydu. Hain Randou’nun evi yakıldı ve eşyaları denize atıldı. Normalde hainin yakınları mafyanın prosedürleri gereğince titizlikle soruşturulurdu ancak Randou’nun hiç yakını yoktu.
Ceset, bölgenin ortak mezarlığında yakılmadan önce bir haftalığına dışarıda bırakıldı.
Güçlü, tuzlu meltem denizden mezarlığa esti.
İnsanların yerleşim yerlerinden uzak, terk edilmiş, tenha bir mezarlıktı. Bir grup isimsiz mezar, uçurumda boydan boya diziliyordu. Uçurumun hemen dibindeki deniz, mezarlara tuzlu rüzgarını estiriyor, kederli bir ortam oluşturuyordu.
Mezarların birinin üstünde bir başına, rahatsız bir pozisyonda oturan çocuk vardı.
“Ne yalan söyleyeyim ölü halinle bile sinir bozucusun.” Dedi Chuuya kendi kendine, asık suratıyla. “Mafya, hayattayken topladığın tüm belgeleri attı. Sayelerinde araştırmak pek kolay olmayacak. Sekiz yıl önce gizlice girdiğin askeri tesiste neden Arahabaki oradaydı… bir ipucu bulmam gerekiyordu.”
Chuuya’nın bakışlarının önünde yeni, beyaz bir mezar taşı duruyordu. Bir yerlerden tedarik edilmiş eski taşın bazı yerleri kırılmış ve çatlamıştı. Altındaki yalnız bir karahindiba açmış, rüzgarda sallanıyordu.
“Gerçi hayatta olsaydın bile bahse varırım bu tuhaf hikayeyi kimselere anlatmazdın…”
Bacaklarını iterek, Chuuuya mezardan zıplayarak indi. Ellerini cebine koydu ve Randou’nun mezarını ardında bırakarak yürümeye başladı.
“Yine gelirim…”
Uçuruma sırtını dönerek uzaklaşmaya başladı. Ancak bir çocuk önüne çıktı, yolunu kesti.
“Demek buradaydın? Seni arıyordum Chuuya.”
“Shirase…”
Çocuk gümüş saçlıydı. Atari salonunda Chuuya’yı arayan üç Koyun üyesinden birisiydi.
“Bana soracak bir şeyin mi var?” diye sordu Chuuya.
“Senden özür dilemeliyim.” Gümüş saçlı çocuk omuz silkti. “Önceki tartışmamız için… atari salonundaki hani. Dediklerini düşündüm. Bizim yüzümüzden her istediğini yapamazsın. O sırada gerçekten birkaç suçluyu mu yakalamak istiyordun? Ve yine de biz Koyun’un intikam planına öncelik verilmesi için direttik. Sen haklıydın. Planlarımız için sana bel bağlayan bizdik ve hata yaptık.”
Chuuya yüzünde şaşkın bir ifadeyle arkadaşını dinledi.
Gümüş saçlı çocuk konuşmaya devam etti.
“Koyun’ların sorunun nerede olduğunu biliyoruz.” Kıkırdayarak dedi çocuk. “Bu yüzden hep beraber konuştuk ve bir karara vardık. Dinler misin?”
“Öyle mi?” dedi Chuuya, afallamış bir sesle ve yürümeye başladı.
“Eh, madem beraber karar vermişsiniz dinlerim tabi.” Chuuya yavaşça nefes aldı ve çocuğun yanına yürüdü. “Bu olanlar yüzünden biraz yorgunum. Mola zamanlarımızı sıklaştırmayı istiyorum. Yürürken konuşalım, nasıl bir planmış?”
Çocuğu geçtikten sonra Chuuya, tembel adımlarla uçurumun kıyısından yürümeye başladı. Denizden esen rüzgar güçlüydü, mezarlıktaki otları hışırdattı.
Güçlü bir şey Chuuya’nın arkasına pat sesiyle vurdu.
Chuuya öne eğildi.
“Çözümümüz bu.”
Chuuya yavaşça arkasına döndü. Gümüş saçlı çocuk sırtına bastırıyordu.
“Seni…”
Gümüş saçlı çocuk çekildi, Chuuya sendeledi ve düştü.
Yeni bir hançer sırtına saplanmıştı. Derinlere saplanan hançerin altından taze kan akıyordu.
“Sürekli tedbirli olduğundan görüş alanının dışından saldırmak zorundaydım. Böylece yer çekimini kullanacak vaktin kalmayacaktı.” Gümüş saçlı çocuk gülümsedi. “Değil mi, Chuuya? Seni gayet iyi tanıyorum. Ne de olsa uzum zamandır birlikteyiz.”
“Ne… yaptığını sanıyorsun…?” Chuuya kalkmaya çalışırken acıdan inledi. Ancak kol ve bacakları çabasıyla birlikte zayıfça titredi.
“Çok hareket etmemeni tavsiye ederim. Bıçağa fare zehri sürmüştüm.” Gümüş saçlı çocuğun gülümsemesi biraz daha büyüdü. “Zaman geçtikçe uzuvların uyuşacak ve normal halindeki gibi etrafta gezinemeyeceksin. Yazık sana, güçlü olmasaydın bu kadar zalimce bir şeyi yapmazdım.”
“Neydi… bu…?”
Chuuya yarasını tutarken zar zor arkasına dönüp çocuğa bakabildi.
“Buyrun-“
Gümüş saçlı çocuk parmağını sallar sallamaz onlarca asker mezarın etrafına dizildi, namlularını Chuuya’ya doğrulttu.
“Bu adamlar… GGS’nin askerleri mi…?”
Tam donanımlı paralı askerler Chuuya’yı yığıldığı yerde, uçurumun kıyısında kuşattı.
“Kararımız budur… Koyun GGS ile birlik oldu.”
Çocuk konuşmasını bitirir bitirmez askerlere elini salladı. Silahlanan diğer çocuklar ortaya çıktı. Namlularını Chuuya’ya doğrulturlarken hepsinin yüzündeki ifade aynıydı.
“Rezil birisisin Chuuya.” Gümüş saçlı çocuk gülümseyerek Chuuya’ya baktı. “Bu kez hepimiz fark ettik. ‘Ya bir dahaki sefer Chuuya gerçekten mafyaya katılmak isterse?’ diye düşündük. Böyle bir şey olacağını herkes kolayca görebilirdi. Ve olsaydı Koyun’un hayatta kalmasının hiçbir yolu yoktu. Katliamımızı yapabiliyorduk çünkü Chuuuya’nın dehşet verici yeteneğine güveniyorduk. Onlarca hayata sırf bir kişinin keyfi yüzünden boyun eğdirilemez. Buna ‘kırılganlık’ denir. Küçücük bir deliği açıp akan sel suyunun koca kaleyi yok etmesi gibi, bir organizasyonun kırılganlığıdır… anlatması zor ama sen anlamışsındır. Değil mi Chuuya?”
“Anladığım tek şey… arkadaşlarımın bana ihanet etmesi….” Chuuya soluk yüzüyle inledi. Yüzü ter kaplıydı, zehir bedenine yayılıyordu.
“Bu açıdan bakarsak GGS sadakatini bir hevesle değiştirmeyecektir. İşe yaradıkları sürece güvenilebilirler. Güçlü Liman Mafyasıyla uğraşmaktan çok daha zekice bir yol.”
Chuuya zorla nefes aldı ve etrafını çevreleyenlere baktı. Çocuklar GGS’nin arasına karışmıştı ve silahlarını hazır tutuyorlardı. Chuuya’nın birkaç dakika önceye kadar arkadaşı sandığı çocuklar şimdi korkutucu bir canavarmış gibi kendisine çatık kaşlarla bakıyorlardı.
“Doğru ya…” Chuuya acıyla nefes aldı. “Her şey benim suçum… ne sinir bozucu ama…”
“Sana minnettarım Chuuya.” Gümüş saçlı çocuk cebinden silahını çekti ve Chuuya’ya doğrulttu. “Koyun, hiç akraban olmadığı için seni aldı. Ama yaptığımız bu iyiliğin bedelini yeterince ödedin. Bu yüzden Chuuya… Koyun’a son iyiliğini yapabilir ve öldükten sonra artık dinlenebilirsin.”
Gümüş saçlı çocuk ağzıyla askerlere bir işaret verdi. “Öldürün.”
Namlular aynı anda ateş aldı.
Chuya kendisine vuran ilk mermiyi durdurabildi ama çok fazlaydılar. Koyun Chuuya’yı öldürmek için kaç kurşun gerektiğini biliyordu. Chuuya’yı hedef alan mermiler yağmur gibi yağdı.
Chuuya kımıldamadığı uzuvlarıyla yuvarlanarak mermilerden kaçındı. Kurşunlar, yabani otların bittiği yerde delikler açmıştı.
Etrafını çevreleyenlerle arasına mesafe açtıktan sonra Chuuya ayakkabı tabanlarına yer çekimini uyguladı. Bedeni zemine gömüldü, çevresi çatlamaya başladı. Mermilerin deldiği toprak yer çekimine dayanamadı.
Toprak uçurummuş gibi kolayca kırıldı.
Chuuya kum ve toprak içinde uçurumla beraber düştü.
Uçurumun altında haşin dalgalar denizden çarptı.
“Uçurumun altına kaçtı!” Gümüş saçlı çocuk bağırdı. “Zehir yeteneğini zayıflatsa bile onu öldürecek kadar kuvvetli değildi! Oyalanmayın da bulun şunu! Ne olursa olsun öldürmemiz gerek!”
***
Beyaz dalgalar uçurumun altındaki kayalara vurdu.
Chuuya sanki yalın ayak yol yürüyormuş gibi sendeledi.
“Siktir…” dedi Chuuya, iki eliyle yarasını kapatırken. “Yara derin…”
Chuuya sırtındaki yaraya odaklandı. Hançerin saplandığı yere yer çekimiyle hafif bir kuvvet uygulayıp yavaşça çekti, hançer denize düştü.
Tüm bedenine yayılan zehir ne yazık ki hem yeteneğini hem fiziksel kuvvetini zayıflatmıştı.
Şüphesiz ki Koyun yenilmez Chuuya’yı nasıl yeneceğini biliyordu.
Tabi bileceklerdi. Randou’nun karşısında durduğu zamanın aksine Chuuya ellerini Koyun’da saklayamazdı. Saklaması imkansızdı ne de olsa arkadaşlardı.
Askerler uçurumun tepesinde bir şeylere bağırıyor, gelişigüzel koşuşturuyordu. Uçurumun altında, Chuuya silah seslerini duyabiliyordu. Çok geçmeden askerler Chuuya’nın etrafını kuşatacaklardı. Chuuya’nın hayatta kalmasına göz yummaları mümkün değildi. Koyun’un saklanma yerlerini, gizli cephaneliklerini ve her üyenin suç kayıtlarını biliyordu.
Chuuya’nın dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı.
“Lidermiş… götüm…” dedi Chuuya dalgalar kayalara vururken. “Organizasyona en çok benim zararım dokundu…”
Chuuya kendisini taşların üstüne kaldırdı. Birbirleriyle dip dibe duran ağaçlarla kaplı bir yamaca çıktı. Koruda yürüdü, arada sırada durakladı ve ıslak bedenini sürüklüyormuşçasına ilerledi.
Aniden önünde bir gölge belirdi.
Ufak tefek bir gölgeydi. Chuuya etrafı sarıldığını sanarak sert bir ifadeye büründü. Ama gölge biraz farklıydı.
“Hey, Chuuya. Zor zamanlar geçiriyor gibisin. Yardım lazım mı?”
Dazai’ydi.
“Dazai? Burada ne yapıyorsun?” Chuuya kısık sesle mırıldandı.
“İş. Mafyaya katılacağımı söylediğimde Mori-san sevinçten havalara uçtu. Boşa harcayacak vakit olmadığını söyleyip bu birimin komutasını bana verdi ve ilk işimi yapmaya zorladı.”
Azımsanmayacak kadar çok insan Dazai’yi takip ediyordu.
Duygusuz mafya üyelerinden oluşan grubun her bir üyesi koyu kıyafetler giyiyor ve siyah silahlar tutuyordu. Merhametsiz makinelere benziyorlardı.
“Bakıyorum da mafyanın azılı düşmanları GGS ve Koyun ittifak kurmuş. Tam işbirliği yapamadan onları işlerini bitirmemiz lazım. Bu iş de bana verildi. Eh, zor sayılmaz gerçi. Öğle yemeği vakti gelmeden bitecek.”
Chuuya yarasına bastırdı, ağır bir nefes aldı ve konuştu. “Amacın… ne…?” Dazai Chuuya’ya baktı. “Beni tesadüfen buldun demedin mi? Şimdi ne yapacaksın… beni mi kurtaracaksın, iyilik mi yapacaksın?”
“İyilik mi? Seni mi kurtaracağım? Pek sayılmaz. Senden nefret ediyorum. Buraya gelmemizin tek nedeni düşmanlarımızı öldürmek.”
“Öldürmek…” Chuuya donup kaldı. “Koyun da dahil mi?”
Dazai birkaç saniyeliğine Chuuya’ya sessizce sırıttı.
Sonra ağzını açtı ve iğneleyici bir tonda konuşmaya başladı. “Evet. Stratejimiz yüzünden hepsini öldürmek zorundayız çünkü tehlike arz eden düşman organizasyonundalar. Ancak iş arkadaşlarımdan birisi… diyorum ki düşmanın iç işlerini daha iyi bilen birisi onları nasıl zayıf düşüreceğimizi söyleseydi planımızı yeniden gözden geçirebilirdik.
“İş arkadaşının… tavsiyesi huh?” dedi Chuuya soğuk bir ifadeyle.
“Aynen. Liman Mafyasından bir iş arkadaşım söyleseydi… Düşmanın tavsiyesine güvenemem ama müttefikiminkine güvenebilirim. Ne de olsa böyle bir organizasyondayım, değil mi?”
Chuuya sustu.
Çünkü Dazai’nin ne demek istediğini anlamıştı.
“Demek amacın buydu…” dedi Chuuya boğuk sesiyle. “Anlaşma yapmaya mı geldin?”
“Peki sen ne yapacaksın?” Dazai soruyu geçiştirerek gülümsedi. “Eh, sanırım ataride bana kaybeden birisinin kaderi mafyaya katıldığımda layıkıyla kullanılmakmış.”
Chuuya acı verici bir nefes alarak Dazai’ye baktı. Terlemeye ve bacakları titremeye başlayınca bile gözlerini çekmedi. Cevap Dazai’nin yüzünde yazılıymış gibi öylece baktı.
Uzaktan askerlerin ayak ve silah sesleri duyulabiliyordu. Zaman kalmamıştı.
“Koyun’un üyeleri… daha çocuk. Onları öldürmeyin.” Dedi Chuuya ağır nefes alıp verirken. “Bana iyi… bakmışlardı.”
“Tabi.” Dedi Dazai gülerek. “Duydunuz mu millet? İş zamanı. Önceden konuştuğumuz gibi küçüklere zarar vermeyin. Gidelim, şunlara gecenin terörü mafyayı gösterelim.”
Dazai asil bir tavırla ormana doğru yürüdü. Mafyanın siyah takımlı üyeleri sessizce itaat etti, Dazai’nin emirlerini bekleyen ölüm çiçekleriymiş gibi koruda kayboldular.
Geriye giden figürlere baktığında Chuuya aniden fark etti.
“Anlıyorum.” Dedi Chuuya. “Atarideki telefon görüşmesinden… Koyun’un benden şüphelenmesine kadar… her şeyi… planlamış mıydın?”
Atari salonunda Dazai Koyun rehinlerini bırakması için Mori’yi aramıştı. Sonrasında Koyun Chuuya’nın dönmesini beklemiş ama o, suçluyu bulmaya öncelik vermişti. Arkadaşlarına gerçek amacını açıklamamıştı. Sonuç olarak Koyun, güvenliklerinin Chuuya’nın canının istemesine bağlı olduğunu fark etmişti.
Her şey Dazai’nin planına göre ilerlemişti.
Dazai Koyun’un kovaladığı Chuuya’nın yerini ve durumunu tahmin etmişti. Sona tasarladığı planını Mori’ye anlatmış ve destek birliklerine komutalık görevini almıştı. Reddedemeyecek duruma gelene kadar bekleyip Chuuya ile bir anlaşma yapmıştı.
“O piç… şeytan…”
Chuuya yarasını tutarken kalktı ve Dazai’nin gözden kaybolmasını seyretti. Kömür karası çocuğun yarattığı geleceğin görünmez işaretlerini aradı.
Ve konuştu:
“…Elinden geleni ardına koyma.”
72 notes · View notes
bensutsevmem · 3 years
Text
İyi ki doğdum.
Bugün 33. yaşıma adım atıyor ve doğum günü yazılarının 15. yılını kutluyorum.
Vay canına.
32, vakti gelene kadar içten içe hep “en iyi yaşım olacak” diye hissettiğim, hayatımın kalben, madden ve manen en özgür ve niyeyse en tadından yenmeyecek yılı olmasını beklediğim fakat onun yerine tamamı bir pandemiyi, yarısı da bir yalanı yaşayarak geçen, evden çalışmanın keyfine varmanın yanı sıra sosyalleşememenin ve insanlara sarılamamanın getirdiği iç sıkıntısına artık dayanamadığım, yine de her şeye rağmen son düzlükte yüzümü hiç olmadığı kadar güldüren ve beni sonunda kendime, zamana ve kadere yeniden inandıran kocaman bir cümbüş oldu. Hevesle beklenen 32. Hayatımın bunker’ı. Hayatımın eagle’ı.
Hazırsak başlıyorum.
Eylül güzeldi. Küçük kutlamalar, büyük hayaller, planlar, barışmalar, sevişmeler, tanışmalar, tatiller, “Mutfak masasını azcık çekersek bu eve ancak 3 kişi sığabiliriz Duygu ama ben 3 çocuk istiyorum benimle Kütük Evler’de yaşar mısın?” ve “Şu seramik yemek takımlarını seç artık bir de aile ağırlamak için ayrı yemek takımı seçmek lazım, şu Selin’in baktıklarına mı baksan Duygu?” ile başlayan sonbahar, kış sonunda yerini bir anda hak etmediğim bir saygısızlığa, inanamadığım bir kabalığa ve anlam veremediğim bir terbiyesizliğe bıraktı.
32 yaşımda yaşadığım ve her fırsatta “alelade bir flört olmadığı” dile getirilen ilişkimden bana geriye yalnızca sağ kaşımda belli belirsiz ve alelade bir yara izi kaldı.
Bu yıl Nisan ayında ölüm yerine aşı geldi ve sonunda ajandada boş yer bırakmayan günler geri döndü. İtiraf etmeliyim ki sosyalleşmeyi bırakmak ne kadar zorduysa, yeniden insan içine karışabilmek de bir o kadar zor oldu. Karantinasına güvendiğimiz insanlar kategorisine o kadar alışmıştım ki, açık alan dahi olsa yeniden insan dolu bir ortama maskesiz dalabilmek ilk başlarda garipti. Sonra her şey gibi buna da alıştık tabii. İnsan ne de kolay alışıyor. Bu serüveni hiçbir kayıp yaşamadan buraya kadar getirebilmiş olmaya buradan da tekrar şükürler olsun.
Bu yaşımda ilk defa uzun zamandır çok istediğim bir şeyi yapma fırsatım oldu. Hep derdim ki keşke imkanım olsa da her hafta kendime, gün boyunca oturup seyredebileceğim taze çiçekler alabilsem, evimin bir köşesine koysam. Ben taze çiçek çok severim. Bir çoğunun adını bilirim, bazen sırf keyif olsun diye çiçekçi gezerim. Fakat tahmin edersiniz ki hayatımın büyük bir kısmında bu lükse ayıracak param, geri kalanında da evde onları seyredecek vaktim olmadı. Bu yıl ilk defa yıldızlar doğru hizaya geldi, şans kapıyı çaldı ve her iki imkan bir araya geldi. Ben de her hafta kendime gidip neşeyle taze çiçekler aldım ve bundan inanılmaz bir mutluluk duydum. Ne yazık ki bunun yanında, beyaz güllerin verdiği mutluluğu bana çok görenler oldu. Öğrendim ki, kendi iç huzuru olmayan insanlar sizin huzurunuzu da bozmanın bir yolunu illaki buluyor. Bozamasa da, en azından deniyor. Etrafımdakiler kendi eksikliklerini bana yansıttıklarında bunu kişisel algılamamam gerektiğini zaten biliyordum ama bunun nasıl yapılacağını 32’imde yaşayarak öğrendim.
Bu yıl bir bakıma, her şeye rağmen kavuşmalar yılıydı. Önce Almanya geldi, sonra Londra. Hemen ardından California. Sonra Paris bi’ uğradı, derken Houston damladı. Hepsi de koşa koşa geldi sarıldı, ilkbahar ve yaz ayları tadından yenmedi. Bir tek Kanada, İsviçre, Hollanda ve Hastings gelemedi ama olsundu. Onlara da biz giderizdi. En sevdiklerine bir telefon uzakta dahi olsan istediğinde sarılmanın, rakı tokuşturmanın, gözünün içine bakmanın kıymeti bu yıl bir kere daha anlamlandı. Daha da önemlisi, 32. yılımda gözden uzak olanın gönülden ırak olmadığı bir kere daha kanıtlandı.
Ben 32 iken, iki kuzenim birden evlendi. Bu evliliklerden biri beni yeniden “olacağı varsa olur”a inandırdı. Zaten 32′imde etrafımda sürekli ya birileri evlendi, birileri hamile kaldı ya da ikinci bebeğini doğurdu ve ben hayatımda ilk defa birinden çocuk yapmayı istemişken yine “Bu O değilmiş demek ki” ile baş başa kaldım. Sonrasında öğrendim ki, insan bir şeylerin neden “olmadığını” olsaydı “nelerden mahrum kalacağını” gördüğünde anlıyor.
Bu yaşımda bir adam kısa bir süreliğine dahi olsa yağmur hakkındaki bütün fikrimi değiştirdi. Öğrendim ki yağmurun romantik olması için “illa altında olman gerekmiyor.” Bundan iki yıl önce, tamamen yağmursuz bir Şubat gününde, rastgele bir rakı masasında aldığım bir habere oturup damlalarca ağlamıştım. Tam öğrendiğim anda değil tabii, daha sonra. Bu yıl hayat, yine yağmursuz bir günde, hiç çaktırmadan bana inanılmaz bir şans verdi ve yıllar önce yarım kalan her şey, tam da yağmurlu bir günde, yıllar sonra tamamlandı. Anladım ki gerçekten de yaşanan her şeyin bir sebebi ve yaşanması gereken her şeyin zamanı var ve ta 32 yaşımda zamanı gelen bu hikayeye tekrar tekrar şükürler olsun. Çünkü ben 2 haftada 2 yıllık, 3 günde 3 aylık nasıl mutlu olunur, desteklenmek, birinin sana güvenmesi, inanması ve daha da önemlisi bunu dile getirmesi ve hissettirmesi nasıl bir histi, dudakta zaman nasıl dururdu, tende uyumak neden bu kadar güzeldi ve tutku nasıl bir şeydi tekrar baştan öğrendim bu yaşımda. Temmuz ayı püfür püfür esti resmen. Bütün ruhum, aklım, kalbim, bedenim, İstanbul, Bodrum yeniden filizlendi ama hiç kimse görmedi. Tek bir adam gördü yeşil mavi, bir de üzerine güldü gamze gamze. Beni de güldürdü üstelik. Unutmuştum, hatırladım. Unutmuştu, hatırladı. Uzun uzun sustuk birlikte. Sonra anlattım dinledi, anlattı dinledim. Hiç gitmeyecekmiş gibi sarıldı. Sonra da gitti. Ama o kadar güzel gitti ki önce bi’ gidemedi. Dönüp gelmedi de ama bir parçası kaldı benimle. Şimdi bazı günler ruhumun bir köşesinde, muhteşem gün batımları izliyoruz sarılıp birlikte.
32. yılımda, 6 senedir emek verdiğim işimden, tam da yıl dönümümü kutladığım ay/hafta/gün ayrıldım. “Ofise döndüğüm gün bu ofisi bıraktığım gün olur umarım.” diye diye, gerçekten de 1,5 yıl sonra ofiste çalışmaya döndüğüm günün sabahını istifamı verdiğim gün ettim. Son iki yıldır konfor alanımdan çıkabilmek için çırpınıyor, karşıma böyle bir fırsat çıkması için deli oluyordum ve sonunda gönlüme göre olan ben onu aramaktan vazgeçmişken geldi ve beni buldu. 6 yılın sonunda, bu vesile ile, aslında hiç beklemediğim şekilde ve beklemediğim insanlar tarafından çokça sevildiğimi ve hiç fark etmediğim kadar kıymetli olduğumu öğrendim. Bu yıl, sonunda, o konfor alanından da çıkmayı başardım. Üstelik geldiğim yerde öyle güzel karşılandım ki, sen, sen ve sen üçünüz, iyi ki varsınız çocuklar. Daha henüz iki ay oldu biliyorum, ama sizsiz nasıl olurdu bilmiyorum.
Ağustos ayında hayatımın iplerini öyle bir elime aldım ki, sonunda kimsenin benimle gurur duymasına, beni telkin etmesine veya benden önce bana inanmasına ihtiyacım kalmadı. Yarım değildim ama yeni tamamlandım. Aç değildim ama yeni doydum.
Bu yaşım bana yepyeni dostlar, yepyeni hiç kimseler ve yepyeni bu kimdiler kattı. 32 yaşımda ilk hole in one’ımı yaptım, tenis raketimin kordajını yenileyip tekrar bir korta ayak bastım, 10 yıl sonra ilk defa yeniden ayağıma bir çift kayak takıp kendimi bir tepeden aşağı bıraktım, ehliyet aldım ve aslında araba kullanmayı bildiğimi öğrendim, ilk Covid aşımı oldum ve ilk Noel yemeğimi verdim. Bu yıl sonunda anneme 60 yaşı için bir doğum günü kutlaması organize edebildim, yine tam benim istediğim gibi olmadı tabii ama olsun, buna da alıştım. Yeniden resim yapmaya başladım, üstelik bu sefer korkaklığı bırakıp bunu insanlarla paylaşmaya da karar verdim. Ne çok elini uzatan oldu, gerek tanıdıklarım, gerek onların tanıdıkları sonra hiç tanımadığım insanlar aldı evlerine koydu benim elimden çıkan renkleri. 32 yaşımda 4 yıl sonra yeniden, kendime has bir ifade yöntemi sahiplendim.
Bu yılın en korku dolu anı “tadında bırakalım” dediğim an oldu. En huzurlu anım ilk defa gittiğim bir evin balkonunda oturup günü batırdığım an, en pişmanlık duyduğum an ise “Salı sabahı alınmayan duş” oldu. Başkaları adına en utandığım an, eski sevgilimin arkadaşları ile tanıştığım gece masada benden bir önceki kadına dair espriler yaptıklarını anladığım an ve hiç yaşamamış olmayı dilediğim tek an ise bana “benim kalibremdeki insanlar” dendiği an oldu.
32’imde bazı yaşadıklarımla gurur duydum, çoğu yaşadığıma şaşırdım, daha çoğuna sevindim, bazı yaşadıklarıma üzüldüm, üzüldüklerimi unuttum, unuttuklarımın yerine bambaşka şeyler hatırladım, hatırladıklarımı yeniden yaşadım ve yaşadıklarımı yeniden geldim buraya yazdım. Velhasıl 32 yaşım yine kendine has çalkantıları, hevesleri, hayal kırıklıkları, yalnızlıkları, kahkahaları, şımarıklıkları ve sevinç gözyaşları ile bir çırpıda geçti gitti. Bir şeylerin zamanı bitti, başka şeylerin zamanı geldi ve yine bir yaş daha göz açıp kapayıncaya kadar bitti. Yani aslında hayal ettiğim gibi bir yaş olmasa da, her şey yine olması gerektiği gibi oldu.
Bu yaşı neşeli, dayanılır ve ekstra mutlu kılan ve bana düştüğümde el uzatan, zorlandığımda omuz atan, kendimden şüphe ettiğimde bana inanan herkese kocaman öpücükler, hepiniz benimkilerden çok daha iyi yıllar hak ediyor ve 33’üme bekleniyorsunuz. Hepinizi - şimdilik uzaktan - öperim.
Dee.
9 notes · View notes
Text
***
'...Elimi uzatıp Ulaş'ın ateşine baktım. Bu sıcaklıktan fazla olduğunda Kutay'a haber verecektim. Elimi çektiğimde gözlerini açtı. "Neden buradasın, kız çocuğu?" diye sordu.
Sesi beklediğimden daha dinç çıkmıştı ve şaşırmıştım. Omuz silkip ellerime baktım. "Bana 'Bir gün sen de benim başımda beklersin' demiştin... Başında beklemek hiç eğlenceli değil," dedim ve bakışlarımı onun ellerine çevirdim, yaralanmıştı. O güzel parmaklarının çıkmış olduğuna hâlâ inanamıyordum.
"Neden?" diye sordu, sesi çatlamıştı.
Yüzüne baktım. Dudaklarında ve burun kemerinde yaralar vardı. "Bir çocuğun kahramanına zarar verilirse o çocuk çok üzülür de ondan," dedim.
Kaşlarını çattı ama burnu acımış olacak ki hemen gevşetmek zorunda kaldı. "Ben, senin kahramanın değilim, kız çocuğu. Görüyorsun ya, daha kendimi koruyamıyorum."
"Her savaşı kazanacak değilsin ya. Kahramanlar ölümsüz değiller. Onlar da zarar görebiliyorlar. Hem sonunu düşünen kahraman olamaz," dedim.
"Yine de senin kahramanın değilim," diye diretti.
"Evet, öylesin!" deyip güldüğümde gözlerini benden çekti. Gülümsemem de hemen kayboldu. Onun canı yanıyordu, bense gülüyordum.
"Canın yanıyor mu?" dedim eski halime dönerek kısık bir sesle. Bu sırada elini kaldırmaya çalıştığını fark edince elini tuttum. "Mecbur kalmadıkça elini kullanmaman gerek."
"Saçlarım gözüme geliyor," dedi.
Elimi yavaşça uzattım ve yüzüne düşen saçlarını çekinerek kenara ittim. "Seninkileri de çek," dedi huysuz bir sesle.
Kâküllerim uzadığı için neredeyse gözlerimi kapatıyordu ve belli ki bu, onu rahatsız ediyordu. Kâküllerimi geriye çekip tel tokayla tutturdum. Ulaş'a geri döndüğümde o da önüne döndü.
"İstediğin bir şey var mı? diye sordum.
"Uyu, kız çocuğu."
"Uykum yok."
Kaşları çatıldı ve bu kez gevşemediler. Bu sefer canı acımamış mıydı, yoksa acıyı umursamamış mıydı? Birincisi olmalıydı, çünkü uyumamama neden bu kadar sinirlensindi ki?
Ortamda sessizlik olurken alnındaki ter damlacıkları dikkatimi çekip duruyordu. Bir de ateşini kontrol etmem gerekiyordu tabii. Tereddütle elimi uzattığımda 'Ne yapıyorsun?' der gibi gözlerime baktı. Elimi alnıyla buluşturup, "Ateşini kontrol etmem gerek," diye açıkladım.
"Var mıymış?" diye sordu.
Elimi çekmeden, "Varmış ama yokmuş," dedim.
"O nasıl oluyor?"
"Şuan ateşin var ama Kutay bunun normal olduğunu söyledi. Yani yokmuş da diyebiliriz," dedim gülümseyerek. Başını hafifçe salladı, elime değen saçları gıdıklanmama sebep olmuştu.
"Elini çekmeyecek misin, kız çocuğu?"
"Affedersin dalmışım," diyerek elimi çektim ve şirin olmaya çalışarak gülümsedim. Rezil olduğumda verdiğim tepki genelde bu olurdu. "Şey... uyumalısın artık."
Bunu söylediğimde gülümsedi, gerçekten gülümsedi. Tütüncü, bana samimi bir şekilde gülümsemişti! Bugünde bir tuhaflık vardı sanki. Önce ismimi söylemiş, şimdi de içten bir şekilde gülümsemişti.
"Öyle diyorsan, kız çocuğu" deyip gözlerini kapattı yavaşça.
Ellerimle yanaklarımı kapattım. Yavaşça bana doğru dönüp gözlerini açtı. "Ne yapıyorsun?"
"Hiçbir şey."
"Tam bir kız çocuğusun, kız çocuğu."
"Deme öyle!"
***
20 notes · View notes
tumitutscanlation · 4 years
Text
Heavenly Blessing – 194. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 194: İsimsiz Hayalet İsimsiz Bir Çiçek Sunuyor
Xie Lian’ın hisleri, kindar ruhların çığlıklarıyla boğulmuştu ve bir anlığına kendisine gelemedi, bu nedenle de dikkati dağınık bir halde cevapladı.
“…Bana öyle hitap etme.”
Ne zaman birisinin ona böyle seslendiğini duysa, sanki ona bir şey hatırlatılıyormuş gibi hissediyordu, bu da onu özellikle sinirlendiriyordu, her duyduğu zaman kalbi tekliyordu.
Ancak Wuming. “Ekselansları sonsuza dek Ekselansları olacak.” Dedi.
Xie Lian ona baktı. Elbette siyah cübbeli savaşçının yüzünü göremiyordu, sadece gülümseyen maske vardı. Ancak diğeri de ona baktığı zaman sadece bembeyaz maskeyi görüyordu.
Xie Lian soğuk bir şekilde konuştu. “Eğer bana böyle hitap etmeye devam edersen ruhunu parçalarım. O kadar güçlü olduğunu sakın düşünme.”
Siyah cübbeli genç başını eğdi ve konuşmadı.
Xie Lian sakinleşti. “Lang-Er Koyunun etrafını tara ve bir ritüel gerçekleştirmek için rün çizilebilecek en uygun yeri bul.”
“Emredersiniz.” Diye cevapladı Wuming.
Xie Lian gözlerini kapattı, duraksadı, ardından tekrar açtı ve siyah cübbeli savaşçıya baktı, kaşlarını çattı. “Neden hala buradasın.”
Siyah cübbeli savaşçı yanıtladı. “Yer belirlendi. Peki ne zaman?”
“Zaman mı?”
“Ölülerin ruhları daha fazla bekleyemezler; en kısa zamanda lanetleyecek birisini bulmamız gerek, geciktirmeden.”
Sahiden de uzun süre bekleyemezlerdi. Bir süre sessiz kaldıktan sonra Xie Lian konuştu. “Üç gün.”
“Neden üç gün sonra?” Wuming sordu.
Bir nedenle, Xie Lian ne zaman onunla konuşsa çok kolay sinirleniyordu. “Üç gün sonra dolunay olacak. O gün İnsan Yüzü Hastalığı yaratmak gücünü belirgin ölçüde artırır. Çok soru soruyorsun, git.”
Wuming başını salladı ve ses çıkartmadan geri çekildi. Xie Lian tekrar gözlerini kapattı ve eliyle alnını kapattı, baş ağrısını rahatlatmasını umuyordu. Tam bu sırada, arkasından soğuk, dalga geçen bir kıkırdama duydu.
Bu aşina kahkahayı duyunca, sanki Xie Lian’ın tüm kanı dondu. Hemen arkasını döndü ve sahiden de, arkasında yüzünde ağlayan-gülen maske ile kar beyazı şekli gördü, geniş kollu gömü giysileri giyiyordu, elleri saklanmış, sunağın üzerinden onu izliyordu.
Yüzü Olmayan Beyaz!
Xie Lian kılıcını çekti ve saldırdı ve beyaz giysili adam ÇIN! sesiyle birlikte, iki parmağıyla kılıcı yakalamıştı.
İç çekti. “Tam da düşündüğüm gibi. Bu kıyafetler sana da yakışıyor.”
Eğer maskeleri çıkartmazlarsa ikisi baştan aşağıya, tümüyle aynıydılar. Bir süre boğuştular, iki beyaz cübbeli adam çarpıştı, kendileri dışında hiç kimse dışarıdan onları ayırt edemezdi.
Yüzü Olmayan Beyaz, Xie Lian’ın tüm saldırılarından kolayca kaçınırken sordu. “Ekselansları, neden ebeveynlerini o kadar ıssız, tuhaf topraklara gömdün, onlara hakaret etmeyesin?”
Xie Lian’ın kalbi dondu. “ANNEMLE BABAMIN CESETLERİNE DOKUNDUN MU? CESETLERİNİ YOK ETTİN Mİ??”
“Hayır, tam tersine.” Dedi Yüzü Olmayan Beyaz. “Onlara düzgün, kutsal bir cenaze vermene yardım ettim.”
Bunu duyunca Xie Lian şaşırdı ve Yüzü Olmayan Beyaz ekledi. “Onları Xian Le’nin Kraliyet Anıt Mezarlarına taşımana yardım ettim ve hatta kadavralarını binlerce yıl boyunca koruyacak ender ve seçkin cübbelerle giydirdim. Yani, onları bir sonraki ziyaretinde, hala hayattalarmış gibi yüzlerini görebileceksin.”
Xie Lian’a Kraliyet Anıt Mezarının yerini ve içeriye nasıl gireceğini söyledi. Bunu normalde kral ve Baş Rahip tarafından Xie Lian’a bizzat söylemeliydi, ama ikisi de söyleyemeden önce ölmüş veya ortadan kaybolmuştu.
Xie Lian hem şaşkın hem de şüpheciydi. “Kraliyet Anıt Mezarına nasıl girildiğini nereden biliyorsun?”
Yüzü Olmayan Beyaz gülümsedi. “Ekselansları hakkındaki her şeyi biliyorum.”
Xie Lian küfretti. “Bir bok bildiğin yok!”
Hala dudaklarından böyle bayağı kelimeler çıkmasına alışamamıştı. Yüzü Olmayan Beyaz sanki aklından geçenleri okumuş gibi onu baştan aşağıya süzdü ve nazikçe konuştu. “Merak etme, sorun yok. Bundan sonra, seni hiç kimse geri çekilmeye zorlamayacak, hiç kimsenin senden gereksiz beklentileri olmayacak ve kesinlikle seni tanıyan hiç kimse olmayacak. Bu yüzden de, canın ne istiyorsa özgürce yapabilirsin.”
Bunu duyunca, Xie Lian’ın aklı şaşkınlıkla doldu.
Bu canavarın burada ne işi vardı?
İyi niyetini paylaşmaya gelmişti.
Evet. Her ne kadar kulağa saçma gelse de, Xie Lian’ın içgüdüleri ona bu yaratığın iyi niyetini dile getirmek için geldiğini söylüyordu. Konu ister ailesine düzgün bir cenaze vermek, ister onu cesaretlendirmek olsun, hepsi bu amacından öte geliyordu.
Xie Lian’ın onunla önceki karşılaşmasına göre çok, çok mutlu, aşırı mutlu olmalıydı. Böyle bir Xie Lian’ı görmek sanki onu inanılmaz derecede hoşnut ediyordu ve farkında olmadan daha nazik ve kibar oluyordu. Bu nezaketi bir anlığına Xie Lian’ın minnetle gözyaşlarına boğulmak istemesine neden olmuştu, ama daha çok tiksinti uyandırmıştı.
Xie Lian buz gibi konuştu. “Bu kadar çabuk sevinme. Senin gibi bir yaratığın bu dünyada barınmasına izin vereceğimi sanma. Yong An’ı haritadan sildikten sonra senin için geleceğim. Kendini hazırla!”
Yüzü Olmayan Beyaz ellerini açtı ve omuz silkti. “Açık kollarımla bekliyorum. Beni öldürmek niyetiyle gelsen bile, yine de seni bekleyeceğim. Sahiden beni öldürecek kadar güçlendiğin zaman, varisim de olabileceksin. Ancak –”
Maskenin altındaki gülümseme solmuş gibiydi. “Yong An’ı sahiden yok edecek misin?”
“Ne demek istiyorsun?” Diye sordu Xie Lian.
“Hamleni şimdiden yapabilirdin, neden üç gün daha beklemeyi seçtin? Yoksa, aklın tereddütle mi doldu? Yoksa, krallığının düşmesi ve ailenin ölümü bile, yine de sana intikam arayacak cesareti vermeye yetmiyor mu? Ekselanslarının bir diğer başarısızlığına daha mı şahit olacağım yoksa?”
‘Başarısızlık’ kelimesi kulaklarını deliyordu. Xie Lian kılıcını kaldırdı ve atıldı, ama takılarak yere düşmüştü.
Yüzü Olmayan Beyaz bir şekilde kılıcını almıştı ve önceki nazik tonu küçümsemeyle dolmuştu. “Şu anda neye benzediğini biliyor musun?”
Xie Lian göğsündeki kar beyazı çizmeyi yakaladı, ama ne kadar ittirirse ittirsin bir santim kımıldatamıyordu. Ayağı tarafından katı bir şekilde yere mıhlanmış, kalkamıyordu.
Yüzü Olmayan Beyaz hafifçe öne eğildi. “Somurtkan bir çocuk gibisin. Henüz kararını veremedin.”
“Kim demiş!” Xie Lian öfkeyle haykırdı.
“O zaman şu anda ne yapıyorsun?” Diye sorguladı Yüzü Olmayan Beyaz. “Lanetin nerede? Ölülerin nerede? Annen ve baban, askerlerin, halkın, onlara böyle bir tanrı dayatılması ne yazık! Onları hayattayken bile koruyamadın ve şimdi öldükleri halde intikamlarını alamıyorsun! İşe yaramaz bir pisliksin!”
Ayağını yere bastırdı ve Xie Lian’ın ağlayan-gülen maskesinin kenarında bir anda kanlar sızdı; boğazından fışkırıyorlardı.
Yüzü Olmayan Beyaz kılıcı tutan elini indirdi ve yeşim gibi siyah ucu Xie Lian’ın boğazına dayandı, lanetli kelepçenin izlerinde geziyor, Xie Lian’ın anılarını canlandırıyordu.
“Sana yüz kılıçla delinmenin nasıl bir his olduğunu hatırlatmam mı gerek?”
Boğucu dehşet hissi Xie Lian’ın nefesini kesti, hareket edemeyecek kadar çok korkuyordu. Onu korkuttuktan sonra, Yüzü Olmayan Beyaz tekrar dost canlısı oldu.
Çizmesini çekti ve yerde korkuyla donakalmış olan Xie Lian’ın oturmasına yardım etti, çenesini tuttu ve onu belli bir yöne doğru bakmaya zorladı.
“Gel, bak. Artık böyle görünüyorsun.”
Bakmaya zorladığı şey saygınlığı bozulmuş sunağın üzerindeki, saygınlığı bozulmuş ilahi heykeldi.
“Bu hale geldiğin için kime teşekkür etmelisin?” Diye sordu Yüzü Beyaz. “Ben miyim sanıyorsun?”
Xie Lian’ın zihni sanki bir kez daha zorla yıkanmış gibiydi, ve sürekli yeni şeyler içeriye doluyordu, kafası gittikçe daha çok karışıyor, gittikçe daha da şüpheci bir hal alıyordu. Öfkesini bile unutmuştu.
Dalgın bir halde merak etti. “…Amacın ne? Neden bana musallat oldun?”
“Sana söyledim.” Diye cevapladı Yüzü Olmayan Beyaz. “Sana yol göstermek ve seni eğitmek için geldim. Sana öğreteceğim üçüncü şey şu: eğer sıradan insanları kurtaramıyorsan, o zaman onları yok et. Ancak üstlerine bastığın zaman sana saygı duyacaklardır!”
O bu sözleri söyledikten sonra Xie Lian aniden başının çatlayacakmış gibi ağrıdığını hissetti ve başını ellerinin arasına alarak çığlık attı.
Kindar ruhlar yüzündendi!
Sayısız kindar ruh beyninin içinde çığlık atıyor ve inliyordu, Xie Lian’ın başı o kadar ağrıyordu ki yere yuvarlandı. Yüzü Olmayan Beyaz ise ona gülmeye başladı.
Nazik bir sevgiyle konuştu. “Daha fazla bekleyemezler. Üç gün içerisinde, eğer İnsan Yüzü Hastalığını serbest bırakmazsan, eğer onlara lanetleyecek bir hedef vermezsen, o zaman lanetledikleri sen olacaksın. O zaman ne olacak biliyor musun?”
Xie Lian dondurucu siyah kılıcın bir kez daha ellerine bırakıldığını hissetti ve kulağında bir ses çınladı.
“Artık geri dönme şansın kalmayacak.”
Zonklayıcı ağrı en sonunda kısmen solduğunda, Xie Lian ellerini indirip gözlerini açtığında, yıkılmış Veliaht Prensin Sarayında artık sadece o vardı. Tıpkı onun gibi görünen diğer beyaz giysili adam, uzun zaman önce kaybolmuştu.
Bilinmeyen bir zaman geçti ve gece çöktü. Veliaht Prensin Sarayının içi loş ve ışıktan yoksundu. Xie Lian bir şeyin farkına varırken kalbi hızla çarptı.
Üç günlük sürenin ilk günü geçmişti.
Tam bu esnada, salonun karanlığında, beyaz bir dokunuş parlamış gibiydi. Tuhaf bir görüntüydü ve Xie Lian dönmek için baktı, ama o beyazlığın tam olarak ne olduğunu gördüğü zaman, maskenin altında gözbebekleri küçüldü.
O şeyi tuttu ve buyurdu. “Bu… Bu çiçeğin burada ne işi var?”
Taze, nazik ve zayıf küçük bir beyaz çiçek, kararana dek yanmış ve uzuvları yitmiş ilahi heykelin sol eline koyulmuştu. Tezatlık kar gibi lekesiz görünmesine neden oluyordu, ama aynı zamanda da özellikle kasvetliydi. Sanki ilahi heykel, tüm o yaraları bu küçük çiçeği korumak için almış gibi görünüyordu.
Xie Lian neden bu sahneyi görmenin onu bu kadar kızdırdığını bilmiyordu ve bağırdı. “HAYALET! ORTAYA ÇIK!”
Bir an sonra, beklenildiği gibi eğri kılıcıyla siyah cübbeli savaşçı belirdi. O daha konuşamadan Xie Lian buyurdu. “Bu çiçek ne? Kim yaptı bunu? Sen mi?”
Wuming hafifçe başını eğdi ve gözleri bir anlığına Xie Lian’ın elindeki boğularak ezilecekmiş gibi görünen çiçeğe kaydı, ardından en sonunda sessizce konuştu. “Ben değildim.”
“O zaman kim yapabilir??” Diye haykırdı Xie Lian.
“Neden Ekselansları çiçeği görünce bu kadar sinirlendi?” Diye sordu Wuming.
Xie Lian’ın yüzü karardı ve çiçeği yere attı. “…Böyle şakalar midemi bulandırıyor.”
Wuming ise. “Neden Ekselansları bunun şaka olduğunu düşünüyor? Belki de sahiden burada Ekselanslarına inananlar vardır.” Dedi.
 Çevirmen: Nynaeve
121 notes · View notes
firetulip · 4 years
Text
Tumblr media
Bize bir ilçe lazım sevgilim. Bıktım büyük şehir kalabalığından. Öyle kalabalık bir ilçe de değil haa! En sessiz ilçenin en sessiz köyü belki de. Bir de bahçe gerek. Uzanırız bahçeye, veririz omuz omuza okuyabildiğimiz kadar kitap okuruz. E okumadan olur mu? Sonra çay demlerim ben sana. Ben açık severim bilmiyorum sen nasıl içersin. Ama izin verirsen öğrenmeme derecesini bile ayarlayabilirim.. Şimdi ben böyle hayaller kuruyorum. Hiç olmayacak hayallerimi bile güzelleştiren sen; kızmıyorsun değil mi bana?
85 notes · View notes