Tumgik
#pozitivist
lolonolo-com · 3 months
Text
Pozitivist Felsefe 2022-2023 Bütünleme Soruları
Pozitivist Felsefe 2022-2023 Bütünleme Soruları 1. Aşağıdakilerden hangisi hakikatle ilgili temel teorilerden biri değildir? A) Hakikat yerine “olasılık”ı koyan teori B) Hakikatin gerçeklik teorisi C) Hakikatin uygunluk teorisi D) Hakikati “tutarlılık” olarak tanımlayan teori E) Hakikat yerine “güvenceyle iddia edebilirlik”i koyan teori Cevap : B) Hakikatin gerçeklik teorisi 2. • Metafiziği…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
bazenmahir · 1 month
Text
"Materyalizm ve Ampiryokritisizm" kitabı, Sovyet filozof ve devrimci Vladimir ilviç Lenin tarafından yazılmıştır. Bu kitap, pozitivist felsefe ile marksist materyalist felsefenin çatışmasını ele alır ve Lenin'in filozofik görüşlerini açıklar. Kitaptan öğrenmeniz gereken bazı önemli noktalar şunlar olabilir.
Marksizm ve Bilim: Lenin, materyalizm ve ampiryokritisizm arasındaki felsefi tartışmayı, bilim ve düşünce arasındaki ilişkide marksist bir bakış açısından ele alıyor.Bilimin nesnel ve sınıflandırılmış doğasını vurgulamaktadır.
Kitap, pozitivist felsefenin eleştirisiyle başlar ve ardından ampiryokritisizmin eleştirisiyle devam eder. Lenin, bu felsefi akımları eleştirirken, marksist materyalizmin bilimsel temellerini savunur.
Bilimsel Gerçeklik ve Diyalektik: Lenin, marksist materyalist görüşü desteklemek için bilimsel gerçeklik ve diyalektik materyalizmi vurgular. Bu, doğa ve toplumun gelişimi üzerine etkileyici bir teori sunar.
Kitap, felsefi tartışmaları analiz ederken eleştirel bir yaklaşım benimser. Lenin, doğa bilimleri ve felsefe arasındaki ilişkiyi incelerken, marksist materyalist yaklaşımın önemini vurgular.
7 notes · View notes
epifizz · 5 months
Note
Celal Şengör yine bir şekilde gündeme gelmeyi başardı. Bu defa da Fransız ihtilali insanlık için bir felaket, aklı öldürmüştür ve iktidarı ayak takımına verirsen dünya böyle olur dedi. Senin bu konudaki görüşün ne?
Şengör'ün bunu gündeme gelmek için söylediğini sanmıyorum, elitist bakışını hiç gizlemediği için bu düşüncelerinde samimi olduğu kanaatindeyim. Genelde bu ihtilal burjuva devrimi olarak adlandırıldığı için sağ kanattan yana bir sempati yaratacağı düşünülürken aslında devrimin karakteri ve solun tarihsel bakışı içerisinde solcularca daha çok sahiplenilen bir olay olduğu reddedilmez bir gerçektir. Çünkü burjuvazi bence yükseliş ivmesine dair çok önemli bir ivme kazanmamış ama taban kesim gerçek bir politik güç kazanmıştır.
Şengör'ün dünya görüşünü anlıyorum ancak bu benim hiç katılmadığım bir bakış. Özellikle akademinin elit ve ayrıksı bir grup olarak kalması belki bir boyutta akademinin maddi kaygılarla kaybedebileceği yolların ortadan kalkmasını sağlar, bu bir gerçek. Ama aynı oranda akademiyi gerçeklikten, hayattan koparan bir boyut da getirir. Şengör'ün toplumdan soyutlanmış ve artık döneminin geçmiş biri olduğunu söylemek bu noktada aleni olan bir gözlemi yenilemek olacaktır bence. Bu bakış Fransız ihtilalini değil, Britanyanın reformlarını bir başarı sayar genellikle. Bu bakış açısını sergileyen kaynakların Şengör'ün okumalarında daha merkezi olması da normal çünkü daha pozitivist ve ampirik bir dip dalganın politik konumlanması bu esasında. Benim kendi görüşümün, bireysel tarihlerimiz göz önüne alındığında Celal Şengör ile yan yana gelmesi olanaksızdır. Kendisi halihazırda yüksek ekonomik bir çevreden geliyor bense kendisinin deyimi ile o ayak takımının kazandığı başarımların açtığı yol sayesinde kendisini eğitmiş bir insanım ve bu çoğunluğun eğitimsiz, barbar ya da irrasyonel olduğu yorumunu tamamen reddediyorum.
Kitlelerin daha itkisel ve duygusal kararlar vermeye meyilli olması sonucu popülizmi partlattığını da düşünmüyorum. Daha doğrusu buradaki problemin kökeninin halktan başladığını düşünmüyorum. Çünkü halka dönük bir "eğitim" değil öğretim çabası olsaydı, tüketimin fordist damızlığı olarak değil üretimin değerli bileşenleri olarak teşvik edilselerdi ya da politik güçler yönetme değil hizmet gayesi içerisinde olsaydı kitlelerin irrasyonel bir yığın olarak kalmaya devam edeceğine emin değilim. Elbette Kant gibi herkesin ulaşabileceği tek bir üst rasyonalite bulunduğunu düşünmüyorum ancak Şengör gibi eğitim ve düşünme olanaksızlığı olduğunu da sanmıyorum.
Ki bence Şengör'ün şu anki konumu bu noktada bana baya ironik geliyor. Kendi alanında akademik başarısından bağımsız, bu medyada sahip olduğu her şeyi bilen aydın imajını eleştirdiği o popülizme borçlu. Şu anki kitlenin irrasyonel ve duygusal olduğu kesin zaten bu yüzden bu kaba adam, bu rasyonel akıl yürütmeler yapmak yerine duygusal saldırılar yaparak birkaç bilgi ile bilir gözükmediği konularda üste çıkan adam, bu her konuda ahkam kesip üstten bakan adam tam da bu kitlenin irrasyonel ve duygusal hassasiyetlerine dokunduğu için bu popülist dalgayı arkasına almış medyatik yaşamını sürdürmektedir. Yani üst tabakadan gelen bu adam bu ayak takımının bir eseridir yine de. Dünyanın geldiği bu ölü aklın, felaketin ifadesidir. Ve bu akıl yine bu bakış ile kitleleri bir hayvanı evcilleştirir gibi eğitmek, yönetmek ve onu işe yaradığı oranda fazlası olmayacak şekilde kullanmak isteyerek avamın vehametini imtina ile daim kılar. Ne çark ama!
15 notes · View notes
doriangray1789 · 9 months
Text
(Yazı taslağı)
ATEİZM
sizin inandiklariniza inanmayan... ama baska bir suru inanclari ve erdemleri olanlar... İnanıyorum’un tersi inanmıyorum-> dinlerin ortaya çıkmasından bu güne dek süregelen tartışma
insan kendi varoluşuna bşr kutsiyet affetmesi, düşüncenin ve beynin gelişmesi ve dinlerin orataya çıkışı… Burada kronolojik bir sıra izlemeyeceğim ya da seri halinde bşr yazı da yazmayacağım  Sadece bir kaç olguyu ortaya atacağım…
evrenin varolmasının ilk nedeni tanrı ya da ilahi bir güç mü? nihai amaç, akıllı!! ve ahlaklı!! bir yaratık olan insan, tanrının eserimi? yoksa evrimsel seleksiyon şeklinde tesadüflerin eserimi? Ölümden sonra bşr hayatın varlığı inancı ? gibi belli bazı konularda diyalektik bir tartışma…
hemen hemen tüm felsefe ekolleri ve öğretileri gibi ateizm'in kökleri de eski yunan'a uzanır. maddeci yapı belirten çeşitli felsefe okullarının bağlıları, ontolojik yorumları sonucunda ateist bir inanç sergilemişlerdir. "gölge etme başka ihsan istemem" sözüyle yaygın bir ünü bulunan diyojen bunlardan biri ve felsefe tarihinde kâfir diye nitelenen ilk kimsedir. atom kuramcısı demokrit, onun izleyicisi leocippus, sofist'lerden gorgias ve protegoras, kendi adıyla anılan ekolün kurucusu epikür, öne sürdükleri materyalist görüşler bağlamında birer ateist olarak göze çarparlar. rönesans'tan sonra batı'da varlığını hissettiren din-dışı eğilimler ve özellikle de evrenin, doğanın ve insanın, insan toplumunun dinden bütünüyle soyutlanarak yorumlanması sonucu ortaya çıkan görüşler, ateist tutumlara büyük katkılarda bulunmuş, onlara bolca kullanabilecekleri veriler sağlamıştır. nitekim, dinden ve törelerden bağımsız bir siyasetin oluşturulması savını öne süren makyavel, ateizm'i bu alana sokarken; birer ateist olmadıkları hâlde dekart, david hume ve kant gibi kimselerin akılı dinden bağımsız kılma çabaları ve bu doğrultuda öne sürdükleri düşünceler çağdaş ateizm'e tutanaklar hazırlamış oldu. pozitivist yorumlarla oluşturulan bilimsel kuramlar ve evrene yönelik rasyonalist bakış açılarının oluşturduğu ortam, feuerbach'ın öne süreceği düşünceler için çok elverişliydi. xix. yüzyılın en önemli ve sonraki dönemler bakımından da en etkili ateisti olan bu düşünür, tanrı'nın insana özgü ülkülerin bir yansıması olduğunu, insanın özgürlüğünün tanrı'yı inkârla gerçekleşebileceğini öne sürmüş; dini insanın etkinlik alanına indiren bu görüşten yola çıkan marks ise, ezilenlerin egemenliğiyle birlikte dinin de yok olacağı varsayımıyla ateizm'i doruk noktasına çıkarmıştır. bu çizgiyi kemâline ulaştıran nietzsche ise, "tanrı'nın ölümü" adlı kitabında, insanın kendisini bütünlemesi ve özünü bulması için göstermesi gereken en insanca tepkinin ateizm olduğunu söylemiştir. darwin, geliştirdiği kuramla yaratıcı-tanrı kavramını dışlarken; freud, tanrı inancının çaresızlık içindeki insanın çocukluk durumuna dönerek koruyucu bir babaya sığınma ihtiyacından doğduğunu öne sürerek, psikolojik çerçevedeki inkârı gündeme getirmek yoluyla ateizm'e bir başka boyut kazandırmıştır. yüzyılımızdaysa, ateizm'i jean paul şartre, albert camus gibi varoluşçular temsil ettiler. bunlar, insanın evrende bir başına olduğu ve kendi değerlerini belirlemek özgürlüğüne sahip bulunduğu düşüncesinden yola çıkarak, bu özgürlüğü kabulün kaçınılmaz sonucu olarak tanrı'nın inkârına gitmektedirler. agnostizm (bilinmezcilik) ve pozitivizm (olguculuk) gibi ateizm'i andıran görüşler, açıkça "tanrı yoktur" demeyip de "bilinemez" "tartışılması bilimsel değildir" türünden ifadeler kullandıklarından konumuzun dışında kalmaktadır. islâm literatüründe, dehriyye* diye adlandırılan ateizm, kronolojik bakımdan iki ayrı safha halinde irdelenebilir. cahiliyye dönemi dehriliği ve islâm sonrasındaki dehriyyun... kur'an-ı kerîm'de: "dediler ki: o (hayat dedikleri) şey, dünya hayatımızdan başkası değildir; ölürüz, diriliriz, ve bizi ancak dehr (zaman) helâk etmektedir.' halbuki onların bu sözlerinde hiçbir ilimleri yoktur. onlar ancak zanda bulunuyorlar. " (el-casiye, 45/24) haberiyle bildirilen cahiliyye dehriliği, yaratılmayı inkârla zaman ve maddenin ebediliğini öne süren bir inançtır. felsefî anlamdaki islâm sonrası dehrilik ise, muhtemelen, sâsânîler döneminde yaygın bir inanç olarak gözlenen "herşeyi değiştiren ve herşeyden kuvvetli olan, tüm olayları oluşturan ve yönlendiren büyük güç, ilâhî zat olan hürmüz değil, yalnızca sınırsız zamandır" temel inancı üzerine oturtulmuş bulunan zurvanig'in karşılığı ve uzantısıdır. bu inancın sahipleri allah'ı inkâr ederek, bütün oluşları zaman, dehr ya da felek adını verdikleri akışa bağlamaktaydılar.
3 notes · View notes
necaattin58blog · 2 years
Text
(Bu mutabakat metni; 7 Temmuz 1992 tarihinden itibaren başlatılan Yeni Oluşum Hareketi’nin (Büyük Birlik Hareketi’nin ilk safhası) Türkiye’nin milli güçlerine hitaben yayınladığı Milli Mutabakat Çağrısıdır.)
MİLLİ MUTABAKAT ÇAĞRISI:
Tumblr media
Yeni bir dünya kuruluyor. İnsanlık yeni bir çağa adım atıyor.Biz bu çağın neresindeyiz?
Son iki asırda tarihimizin en düşkün dönemini yaşadık. Geri bırakılmışlığımıza “az gelişmiş” damgası vuruldu. Bütün dünyada Müslümanlar kendilerine yabancı bir avuç diktatörün zulmü altında ezildiler. İmanlarını kaybetmeleri için bin türlü iğva ve zorlama ile karşılaştılar. Bütün bunlara rağmen ekmel dinimiz İslamiyet’in şerefiyle onurlarını ayakta tuttular.
Tumblr media
Herşey mümkün. Herşey bizlerin ferasetine ve basiretine bağlı. Müslüman milletler yeni çağda, tıpkı eskisi gibi güç merkezlerinin çevresinde hayat alanı arayabilirler. Ya da kendileri güç merkezi olabilirler, kendi tarihlerine hükmedebilirler.Bir yanda halkı Müslüman olan ama yönetimleri dışa bağımlı bir çok Ortadoğu ülkesi zillet içindeyken, öte yanda bu zilleti parçalayabilecek Müslüman Türk topluluklarının yeniden dirilişine sahne olabilecek bir ufuk önümüzdedir.
Dünya küçülüyor; hızlı nüfus artışı ve tabii çevrenin süratle kirlenmesi, azalan iktisadi kaynaklar milletlerarası rekabeti şiddetlendiriyor. Adâletsiz, güçlünün zayıfı ezdiği bir dünyada gelecek, huzur ve barış getirmeyecek. Milli kimliklerini yeni keşfeden etnik guruplar gecikmiş ve saldırgan bir kabilecilikle yaşadıkları bölgeyi ateşe boğuyorlar. Güçsüzlere yaşama hakkı tanınmıyor. İşte bu noktada Türk Milliyetçiliği kendini yenileyerek tarihi fonksiyonunu icra edebilir; Âleme Nizam Verme ülküsünü kanatlandırabilir. Milletimizin medeniyet meydana getirmiş olması ona bu görevi kaçınılmaz olarak veriyor.
Bizler sadece kendimiz için değil, uçuruma yuvarlanan insanlık için de yeni çağın tarihini yapmak zorundayız. Dünyaya adaleti, huzuru, insanlık şerefini getirmek zorundayız. Tıpkı eskiden olduğu gibi…
TÜRKİYE…
Tarihimizin karardığı iki asır boyunca her çareye başvurarak ayakta kalmaya çalıştık; başardık… Koskoca bir imparatorluğun mağlup çıktığı savaştan, kendi azim ve irâdemizle bağımsız bir devlet kurduk. Bu başarının bedelini, milletine yabancı iktidarların tahakkümü altında yaşayarak ödedik.1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine bina edildiği esaslar yeni çağın eşiğinde yerle bir olmuştur. Türkiye, artık güvenliğini güç dengeleri içinde arayamaz. Bu intihar demektir. Güç dengelerine şirin görünmek için halkına dayattığı, batıcı-laik politikaları sürdüremez. Bu yeni dünyadaki yerini milletinin rızası ve gücüyle, şahsiyetiyle kazanacaktır. Milletimizi güçlü kılan, bin yıldır olduğu gibi, İslamiyet’tir.Rejimin tepden inmeci-seçkinci-laik geleneği artık sona ermiştir. Rejimin pozitivist-laik politikaları ancak şahsiyetsiz, köksüz, milletine değil, kendine bile hayrı olmayan bunalımlı, yabancılaşmış bir azınlığa kaynak olmuştur. Laikliğin din ve devlet işlerini ayırma politikası değil; ekmek-su gibi dini için yaşayan Müslüman halkı yönetimden uzak tutmak çabaları olduğu, artık üstü örtülemeyen bir hakikat halini almıştır. Müslüman Türk Milleti yeni çağdaki onurlu mevkiini, bir avuç oligarşik azınlığın heva ve hevesiyle, milletinden uzak ve zayıf şahsiyetiyle değil, kendi iradesi ve gücüyle elde edecektir.Türkiye iktidara gelen partilerin değiştiği ama yöneten azınlığın değişmediği dönemlerin sonuna gelmiştir. Bu asalak azınlığın milletimizin sırtına yüklediği kambur artık iyice sırıtmaktadır. Milletimizin kendi gücü ve iradesiyle layık olduğu mevkii alacağı yeni çağda, bu asalak azınlığın hayat alanı kalmayacaktır. Bu mevkiye bin yıldır güç aldığımız kutlu kaynağımız İslamiyet’le varacağız.
Tumblr media
GÖRÜŞÜMÜZ;
Allah’ın birliği ve yüce Peygamberimizin risaleti dışında hiçbir mutlak hakikat tanımıyoruz. Aşağıda serdettiğimiz görüşler bizim aklımızın, idrakimizin, hayatı ve dünyayı kavrayışımızın ürünüdür. Bütün samimiyetimizle bu doğruların yanında başka doğruların da yer alabileceğine, zamanla değişebileceğine ve tenkid edilebileceğine inanıyoruz.
1). Hz. Adem atamıza ve Hz. Havva anamıza nisbetle bütün insanlar kardeştir. Bu inanç ve kabul, insanlık anlayışı bakımından sağlam bir ahlaki temel teşkil etmektedir.Kâlu Belâ’dan beri müslümanız. Doğduğumuzdan beri Türk milletinin bir ferdi olarak yaşıyoruz. Birincisi mutlak hakikati, ikincisi hayatın hakikatini ifade etmektedir. Zaman ve mekan içindeki muhteşem manzarasıyla bir tayf halindeki insanlık kemal nişânı olan kültürle ayakta durur. Bu zengin tayftan, “Çokluk İçinde Birlik” prensibine ulaşıyoruz.Anadolu coğrafyasında yeşeren ve bin yıldır bu coğrafyayı şekillendiren değerlerimizi, tarih ve kader birliği olarak kavrıyoruz.Türk, Anadolu’da bin yıldır hükümran olan ve İslamiyet’le bir araya, aynı hedefe yönelen büyük bir milletin adıdır. Fatih, Selahaddin Eyyûbi, Sokullu, Mimar Sinan, Mevlâna, Mehmet Âkif bu coğrafyaya İslamiyet’i nakşetmiş Türk ulularıdır. Milletimizle, bin yıldır İslamiyet’in şerefiyle şereflendiği; İslam sancağını zirvelere diktikleri için iftihar ediyoruz. Bu tarihin ve kader birliğinin bu topraklardan yükselecek yeni bir hamleye sağlam bir başlangıç teşkil ettiğine inanıyoruz.
2). “Çokluk İçinde Birlik” prensibini, Allah’ın birliği ve risalet dışında, her türlü farklılığın, her türlü görüş ve kavrayış biçiminin meşru kabul edilmesi olarak anlıyoruz. Mutlak hakikatler dışında çoğulcu ve sivil bir İslam anlayışına inanıyoruz. İslamiyet’i bulunduğu yerden total bir ideoloji olarak görenler, İslam anlayışlarının tek ezeli ve ebedi hakikat olduğuna inananların yanıldıklarını, kendi idraklerini putlaştırdıklarını düşünüyoruz. Bu inanç etrafında kendilerini değişik isimlerle niteleyen İslami cemaatlerin Müslümanların birliğine engel teşkil ettiğini düşünmüyoruz. Ancak gurup taassubunu, kendi dışında yer alan Müslümanları tekfire kadar giden sertlikleri İslam’ın özüne aykırı buluyoruz.Günümüzde evrenselleşmiş çoğulcu ve katılımcı yaklaşımların, cihanşumül değerlerin bütün ülke, toplum ve zihniyetler tarafından karşı konulmaz kabuller olduğunu müşahade ediyoruz. Müslümanların aynı gayeler etrafında bir araya gelmeleri ve kendi tarihlerinin faili olabilmeleri için gerekli ortamın teşekkül ettiğine inanıyoruz.
3). Siyaset’in Müslümanların kendi aralarında ve dışlarında yer alan dünya içinde Allah’ın emir ve yasaklarını hakim kılma gayeleri için başvurulması gereken vasıtalardan biri olduğuna inanıyoruz. Siyaseti hiçbir zaman gaye edinmeyeceğimizi, kutsal gayelerin vasıtası olarak, ama önemli ve gerekli bir vasıtası olarak gördüğümüzü söylüyoruz.Siyasetin sunduğu imkanların, “meşveret” ve “şura” prensipleri etrafında, Müslümanlar tarafından alabildiğine kullanılması gerektiğini düşünüyoruz.
4). İnsanların yanılmazlığı esası üzerine inşa edilmiş lider karizmalarını ve lider sultalarını, İslam’a aykırı bulduğumuz için reddediyoruz. Bunun yerine ilim sahibi olanların, gönülleri ve zihinleri aydınlatanların toplum içinde layık oldukları mevkiye getirilmeleri gerektiğine inanıyoruz.
5). Türkiye’de mevcut hukuk sisteminin ve demokratik prensiplerin, siyasi mücadele için gerekli çerçeveyi verdiğini, sınırlamaların demokratik mücadele ile kaldırılabileceğini düşünüyoruz. Bu sebeple siyasi görüş ve teşekküllerin gayeleri için şiddete başvurmalarını yanlış buluyoruz.
Tumblr media
ÇAĞRIMIZ;
Yukarıda serdettiğimiz görüşlerin de içinde yer aldığı ve tartışmaya açıldığı bir zeminde “Çokluk İçinde Birlik” ilkesi etrafında, Allah’ın birliği ve Peygamberimizin risaletine inananlar arasında bir “Milli Mutabakat” arıyoruz. Bu mutabakatı sağlayacak esasların belirlenmesini, çerçevenin çizilmesini istiyoruz.
Bunun için herkes elinden geleni yapmalıdır. Hareketimiz ve yeni oluşum için ortaya çıkışımız bütün milli güçler tarafından bir ‘vesile’ addedilmelidir.
Bir ihtilal, bir işgal, bir dış baskı vs. olmadan da ülkemizdeki milli güçlerin sivil toplum içinde kendi yollarını kendilerinin aydınlatabileceği, açabileceği bir oluşumu hazırlamaları mümkündür. 
Yarın, artık bugündür.
İnsanlarımız, umut dolu bir çağın eşiğinde başkaları tarafından yapılan bir tarihin akışı içinde sürüklenirken birbirlerine küsme, birbirlerini mahkum etme lüksüne sahip değildirler. Küfrün, riyanın, ahlaksızlığın başını alıp gittiği, kendi çocuklarımıza bizimkinden daha kötü bir dünya bırakmanın muhtemel göründüğü gezegenimizde Müslümanlar birlik olup geleceklerini kurmak zorundadır.İhtilafı rahmet olarak niteleyip, “Milli Mutabakat”ın oluşacağı zemini bütün samimiyetimiz ve dürüstlüğümüzle kurmaya azmettiğimizi beyan ediyoruz.
Tumblr media
Çağrımız bütün insanlaradır. 
3 notes · View notes
futbolpenceresi · 2 months
Text
SERLOK HOLMES GIBI DUSUNMEK
ŞERLOK HOLMES GİBİ DÜŞÜNMEK https://www.kitapyurdu.com/kitap/mastermind-amp-sherlock-holmes-gibi-dusunmek/362799.htm
Hayal gücü bilgiden önemlidir. Albert Einstein
Hayal gücü gözlem ve deneyime ait olanı alır ve onları birleştirerek yeni bir şey ortaya çıkarır. S136
Fenyman bunun için şöyle bir deyim kullanıyor: ”Sımsıkı deli gömleğine kıstırılmış hayal gücü.” Deli gömleğinden kastı, fizik kanunları, Holmes’a göre bu esasında aynı şey, o ana kadar edindiğin bilgi ve gözlem tabanı. S138
Bilim tarihini ve bilim etkinliğinin başka yönlerinin olduğunu hesaba katmayan pozitivizmin aksine, Pierre Duhem, Émile Meyerson, Alexandre Koyré ve Thomas Kuhn gibi önemli bilim tarihçileri ve filozofları, bilim tarihindeki önemli keşif ve gelişmeleri pozitivist olmayan bir tutumla ele alırlar. Bu düşünürler, bilimsel etkinlik kuramsal bir etkinliktir; kuramsal etkinlik olguları belirler savlarıyla, kuram yüklü gözlem ve deneyi savunurlar ve kuramlara bir sözlük işlevi yüklerler. Hatta kuram sadece önce gelmekle kalmaz, gözlem ve deneyin yapısını da belirler. Şu halde, bilim yapılırken ilkin kendisine dayanılan bir ontoloji ya da evren tasarımı vardır; bundan dolayıdır ki, bilim tarihinde değişik dönemlerde başka başka bilim tasarımları olmuştur.
Her zaman en bariz olan çözümün peşinden gidilirse, doğru cevap asla bulunamayabilir. S150
İkinci dönem; olağan bilim dönemi olarak tanımlanmaktadır. Bu dönemde kabul edilen paradigmayı destekleyen araştırmalar ve çalışmalar yapılır. Bu dönemde bilim kesintisiz ilerleme sürecindedir. Olağan bilim döneminde araştırmalar çoğalır, fakat bu arada çözülemeyen sorunlar, uyuşmazlıklar da ortaya çıkar.
Doğal zihin yapımız bizi geride tutuyor olabilir ama basit bir gizli tetikleyici, zihnimizi tamamen farklı bir yöne çekmek için yeterlidir. S.155
Yaratıcı düşünceyi teşvik etmenin, Lestrade’ın yaptığı gibi direkt kanıta bakarak bir sonuca varmamanın püf noktası her anlamda mesafedir. S.155
Aktivite değişikliği, söz konusu konuyla alakasız görünen bambaşka bir işle meşgul olmak, hayal gücünün devreye girmesi için gereken mesafeyi yaratmayı sağlayan en önemli şeydir. S. 161
Hatta bu aktiviteler içinde bir tanesi var ki, resmen bu iş için biçilmiş kaftan. Ve çok basit: Yürüyüş. S.163
İster fiziksel ister sinirsel düzeyde olsun, mekanlar anılarla birleştirilir. Bazı yerler orada nasıl bir aktivite gerçekleştiriyorsa direkt onunla ilişkilendirilir ve bu şablonu kırmak epey zordur…
Bütün gün aynı masada oturup çalışıyorsanız ve kafanız bir konuya takıldıysa o masadan kalkmadan meseleye taze bir bakış getirmeniz hayli güç olacaktır. S.170
Bakış açısı ve fiziksel konum değişimi, basit bir şekilde farkındalığı tetikler. Bizi, dünyayı yeniden değerlendirmeye, olaylara farklı bir açıdan bakmaya zorlar. S.173
Evet, bu, dışarıdan bakıldığında tam bir zaman kaybı gibi görünebilir. Ne de olsa yaptığınız şey hiç de faydalı bir işe benzemiyor. Ama kendi zihniyle baş başa kalarak harcadığı o dakikalar aslında Dalio’yu daha verimli, esnek, yaratıcı ve sezgili biri yapacak. Kısaca onun daha iyi bir karar alıcı olmasına yardım edecek. S. 178
Yapılan son derece önemli çalışmalardan birinde araştırmacılar, katılımcıların bir konsepti yalnızca o konsept doğru olduğu takdirde tutacak örneklere bakarak test ettiklerini ve konsepti geçersiz kılacak detayları bulmakta başarısız olduklarını gözlemlemişler. Sonuç ortada, bir varsayıma ait delilleri incelerken muhteşem bir dengesizlik sergiliyoruz: En çok doğrulayıcı, olumlu delillerin üstünde dururken, tezi yanlış çıkartan, olumsuz deliller üstünde hiç durmuyoruz neredeyse. S. 221
Ben, bu son alıntıdan bir süredir çalıştığım iş yerindeki Bilgi İşlem Merkezinde bir TEST GRUBU kurulması ve test uzmanlarının farklı bir zihin yapısına sahip olması gerektiği tezimin desteklendiği sonucunu çıkarıyorum. Test uzmanlarının, “Armudun Sapı, Üzümün Çöpü Vardır” düşüncesini içselleştirmiş, her şeyde bir “arıza” arayan zihniyet yapısına sahip çalışanlardan oluşması bu insanların “negatif” enerjisinin faydaya çevrilmesini sağlayacaktır.
Basit bir yürüyüşün ne kadar zihin açıcı olduğunu defalarca yaşayarak gördüm. Uzun süre düşündüğüm, bir türlü tatmin edici bir çözüm bulamadığım problemlere çıktığım yürüyüşlerde farklı çözümler buldum.
Bill Gates ve Microsoft için sözü edilen bir anektodta Bill Gates hatırlı kişilere şirketini gezdirmekte, bilgiler vermektedir. Bir odaya girdiklerinde oradaki çalışanın ellerini ensesinde kavuşturup, ayaklarını sehpaya uzatıp pencereden bahçeyi seyrettiğini görürler. Konuklardan biri bu çalışanın ne iş yaptığını sorar. Bill Gates, o “hayaller kurar, ona bunun için yüklü bir ücret ödüyoruz”, der.
Bir projenin, örgütün bir sürü dişlisi vardır.Ama bazıları büyük, bazıları küçük, bazıları hızlı, bazıları yavaştır. Bill Gates, şirketindeki 10 çalışanın, şirketin yarısından çoğuna bedel olduğunu söylemiştir. Liyakat sahibi şirket CEO’ları, örgüt liderleri, ülke liderleri de benzer ağırlığa sahiptirler.
Ülkelerin, şirketlerin gelişmesi, geri kalmasını belirleyen birçok faktör vardır. Ama bu faktörlerin içinde en önemlisi, ülke/şirket için anlamlı hedefler belirleyip ülkenin/şirketin potansiyelini bu hedef doğrultusunda güdüleyip işe koşan liderler (LİDER/DEVLET KAPASİTESİ) baş sırada yer alır. Bu liderler Daron Acemoğlu’nun önemini vurguladığı kapsayıcı kurumların kapsayıcılığını harekete geçirerek ülkenin/şirketin üretici güçlerinin tamamını işe koşar ve maksimum üretkenlikle üretime katılmalarını sağlar.
Akıllı liderler armudun sapı, üzümün çöpü ile uğraşmaz. Bilimin rehberliğinde, öncelikleri ve ağırlıkları gözeterek kontrolü altındaki üretici güçlerin potansiyelinin tamamının gerçekleşmesini sağlarlar. Ol hikayet budur.
0 notes
yorgunherakles · 4 months
Text
kendi dini­ni de aklileştiren aydınlanma kalıntısı pozitivist anlayış, yaban düşünce, ya da totemizm gibi ilkel dini biçimler kar­şısında huzursuzluk duyar ve bunları bizim bildiğimiz in­sanlıktan ayrı bir düzleme aktarmak ister.
murat belge - marksist estetik
0 notes
bernamegeh · 7 months
Text
Cesare Lombroso Hayatı ve Eserleri
Cesare Lombroso (d. Ezechia Marco Lombroso; 6 Kasım 1835 – 19 Ekim 1909), Yahudi asıllı İtalyan kriminolog ve hekim. İtalyan Pozitivist Kriminoloji Okulu’nun kurucusu, genelde kriminolojinin babası olarak bilinir. Lombroso, 6 Kasım 1835’te Verona, İtalya’da doğdu. Babası bir avukat, annesi ise bir öğretmendi. Lombroso, 1853’te Pavia Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdi. 1858’de tıp doktoru…
View On WordPress
0 notes
zaturecicegi · 8 months
Text
ANLAM DENİZİNDE BiR NİDÂ (TOPLUMSAL GELİŞİM )
Toplum her şeyden önce sosyolojik bir yapıdır. Ele alınan asli sorun, çözmek zorunda olduğumuz tek sorun zamanın farklı hızlarında hareket eden toplumsalı çözümlemektir.
Toplumsal olaylar söz konusu olduğunda hızlı ve yavaş olanı birbirinden ayırmak pek mümkün olamaz. Nitekim toplumsal eğilimlerin altında yatan olaylar; ekonomi, siyaset, kültür ve hiyareşilerden beslenir. Bilhassa bu beslenme diyalektiktiği sürekli göz boyar. Göz boyadığı için hızlı ve yavaşı birbirinden ayıramaz.
Toptancı bir anlayışla diyebiliriz ki, toplumun tüm kuram ve kurumları arasında oluşturucu bir diyalektik vardır. Zira her çağın; bir zaman ve süreç döngüsüne tabi olduğunu da biliriz. Her toplum doğar, gelişir, zirveleşir ve belkide yıkılır...
Bu değişimler her defasında daha güçlü bir toplumun oluşturulmasını sağlar.
Şöyle ki, bir sistem veya toplumsal yapı, inşa sürecinde yüklendiği işlevi en iyi şekilde yerine getirme iddiasındadır ve bu iddiasını olabildiğince dürüstçe temsil eder. Bu temsil faal hale gelince, sistem-toplum zirveye hızla yol alır. Toplum zirveleşince kendisini koruma amacıyla savunmacı bir pozisyon alır ve tutuculaşır.
Bu tutuculaşma ve koruma; mikro düzlemin makro düzleme düz çizgisel, salt ilerlemeci tarih anlayışına ve gerisindeki determinist-pozitivist felsefelere karşı durur. Zira bu karşı duruş "çıkış ve kökenleri açıklanan sosyolojik toplumsalı anlamsızlaştırır". Bu anlamsızlaştırma ise yıkımı başlatır. Böylece yapı yıkılmaya maruz kalır ve yıkılır, yıkılan yapının yerine yeni bir yapı inşa etmeye kalkışılır. Ve böylece yeni yapım olayı faal olmaya yeltenir.
Toplum dinamik bir yapıya sahiptir; sürekli değişir ve sorunları da değişir. Ona göre izlenilmesi gereken yol "sürekli dönüşümü sağlayabilmektir".
Yeni oluşum eski oluşumdan kopuk gelişmez. Bilakis toplum kopuk kopuk gelişen bir oluşum değil tam tersine kollektif bir bilinçle oluşan bir oluşumdur. Toplumsal yaşamın alışkanlığı bir bütündür, kopuk aşamalarla yaşayabileceğimizi sanmamalıyız...
Zira Ludwig Wittegentein'ın da dediği gibi; "Temellere inmek hep unutuluyor. Soru işaretleri yeterince derine konmuyor".
Toplumun gelişimini gerçek aynada görebilmek için doğru temellere inmeyi unutmamalı ve soru işaretlerini yeterince derine koymalıyız.
Sonuç olarak toplumsal gelişim tıkır tıkır işlenen bir sistemin ahlaki söylemler ağının "üst yapısı" değil, gündelik yaşamın rutin mantığıdır.
0 notes
dipnotski · 10 months
Text
Jean Cavaillès – Mantık ve Bilim Teorisi Üzerine (2023)
Jean Cavaillès, ufuk açıcı eserlere imza atmış bir matematik felsefesi dehasıydı. Cavaillès ‘Mantık ve Bilim Teorisi Üzerine’ adlı bu yapıtında, bilimsel düşüncenin -mantıksal veya ontolojik- kökenini belirlemeye yönelik felsefi çabaları değerlendiriyor. Cavaillès’nin bilimin felsefeye ihtiyacı olmadığına dair pozitivist iddialar ile filozofların gerçek bilimsel olayları inatla umursamamaları…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
andythemightymouse · 1 year
Text
https://soundcloud.com/user-151508550/vulgar-pozitivist-varolussal-sancilar?ref=clipboard&p=a&c=0&si=8128edf703344087b7c10b8afd3459ce&utm_source=clipboard&utm_medium=text&utm_campaign=social_sharing
Vulgar Pozitivist Varoluşsal Sancılar
Su hiç eskimiyor.
Taş hiç eskimiyor.
Güneş hep tertemiz.
Evren bizi siklemiyor.
Hayatla kirlenmiş iletişim
Sosyoloji, tarih ve biyoloji
Matematik, mantık, demogoji
Kim neyi neden yanlış anlamış
Filozofi
Halbuki
Herşey sonsuz ihtimallerden haberli
Bir insan yerine göre davranmıyor
Değişken kıstaslar temelsiz
Hiç kimse kendisi gibi değil
Determinizm özgürlüktür
Determinizm demokrasi
1 note · View note
lolonolo-com · 3 months
Text
Pozitivist Felsefe 2023-2024 Final Soruları
Pozitivist Felsefe 2023-2024 Final Soruları 1. Aşağıdaki görüşlerden hangisi H. Spencer’ın pozitivizmi ile ilgili değildir? A) Toplum, tıpkı bir organizma gibi gelişir. B) Bilim, görünüşün bilgisini araştırır ancak görünüşün ötesinde ve görünenin bağlı olduğu kuvvetler de vardır. C) Ahlak evrimin sonuçlarından biri değildir. D) Evrim sadece tabiatta değil insanla ilgili her alanda geçerlidir. E)…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
alyrenn · 1 year
Text
 Merhaba ben Ali Eren SALKIM. 20 yaşında bir Türküm.
Kendimi; seküler, pozitivist, hafif nihilist, anti sosyal ve biri olarak tanımlarım fakat pozitivist olmamın yanı sıra bazı konularda sadece akılcı olmayı tercih ederim. Hayatımı; sağlık, para, kişisel gelişim ve bu tarz alt dallara uzanmış şeylere adamış durumdayım.
Hobilerim genelde beni yatıştıracak ve ruh sağlığımı iyi yönde etkileyecek şeylerdir. Arkadaşlarımla derin konularda uzun sohbetler etmek, yüzmek, çizim yapmak, kitap okumak, podcast ve müzik dinlemek (lo-fi ve klasik), fotoğraf çekmek, yürüyüş yapmak ve dizi izlemek (breaking bad ve better call saul favorilerim) en sevdiklerimdir. Nadir de olsa tuval üzerine aklımda canlanan yerleri resmederim. Ayrıca terlik giymeyi çok severim.
Tek yeteneğim doğru düşünmek, bu yüzden bilgim olduğu konularda tartışmaktan asla korkmam ama konuşmaktan da pek haz almam çünkü insanlarla konuşmak beni yorar. Genelde olan biten aklımdadır ve öyle kalması için de uğraşırım çünkü çoğu düşüncemin etik olduğu söylenemez. Hümanizm ve feminizm gibi akımların revaçta olduğu bir dönemde bu tarz düşünceleri dile getirmek bu akımlarla aklını yitirmiş bireylerle uğraşmanıza sebep olur, dolayısıyla susmayı yada sadece konuşmaya değer gördüğüm kişilerle konuşmaya çalışırım.
1 note · View note
epifizz · 1 year
Note
selam canım epi, nasılsın? şu sıralar bölümümle (psikoloji) alakalı araştırma önerisi yazma gayretindeyim ve ne kadar çok yazarsam o kadar iyi benim için.. acaba senin bana önerebileceğin bir konu var mıdır? araştırmalarını veya merak edişlerini seviyorum o yüzden senden bir öneri almak beni çok mutlu eder fakat yoksa da en azından nasıl olduğunun cevabını almış olmak bile yeterli benim için:)
Psikolojinin hangi alt dalında araştırma önerisi yapacağına göre değişir diyelim önerim. Çok geniş bir alandayız çünkü bildiğin gibi: Psikodinamiğin açıklığı ile felsefeye de sıçranabilir, bilişselcilik ile çok daha pozitivist konular da oturtulabilir veyahut sosyal psikoloji ya da hayvan psikolojisi gibi noktalarda tamamen subject değiştirmemiz gerekebilir ki bunların hepsi başka bir uzmanlığı talep etmektedir en nihayetinde. Bu sebeple kapsamı ne kadar dar tutarsan öneri yapmam da, senin kendi yolunu çizmen de o kadar kolay olur diye düşünmekteyim.
2 notes · View notes
hetesiya · 1 year
Text
Yerlilik: Bir Aşındırma Denemesi
Tumblr media
Ulus Baker
GİRİŞ: BİR ZAMAN MESELESİ
Belki de çıkış noktamızı Orhan Koçak’ın dile getirdiği bir öğütten almamız iyi olur: Türkiye aydınının özellikle “fenomenoloji” okumaya çağrılması gerektiği yönündeydi bu öğüt ve açıkça söylemek gerekirse, Birikim’in elinizdeki “Yerlilik” sayısının fikir babası Tanıl Bora’ya yönelikti. Fenomenoloji neydi peki – klasik anlamıyla Marksist, yapısalcı ya da pozitivist yöntemlerden farklı olarak işin içine bir öznellik ve öznel zaman boyutu katmaktı. Hangi yapıların veya olguların yaşamı oluşturduğunu ve yönlendirdiğini düşünmeye girişmeden önce, bilinçlilik hallerini soyutlamayı ve kavramayı başarmaktı. Toplumsal ve bireysel hayatın “simgelerine” -felsefi kavramlara varıncaya dek- öznelliğin kurucuları muamelesi yapmaktı. Herhalde bir “yerlilik” dosyasının kaçınılmaz saikleri bu türden bir “fenomenoloji” olmalıdır.
Yine de, fenomenolojinin bazı kalıplarını kırıp parçalamak zorundayız. Sosyal bilimcilere miras bıraktığı “kimlik”, “aidiyet”, “kimlik bunalımı” gibisinden mefhumlar çağdaş insan bilimleri için artık taşınamaz bir yük haline gelebiliyor. Üstelik bir nevi neo-pozitivizm çerçevesinde büyük bir aymazlıkla kullanılabiliyorlar. “Yerlilik” meselesinin bu türden öznellik giysilerine bağlı olduğu da besbelli. Artık katlanılamayacak bir varsayım, insanların bir aidiyete, bir kimliğe, sembolik de olsa onları rahatlatacak bir “biz” duygusuna sahip olmak için yırtınıp durdukları fikridir. Doğa, uluslar, kavimler, hattâ ırklar filan yaratmaz, yalnızca bireyler üretir ve bu bireyler kollektif aidiyetlerini ancak “sonradan” bulurlar. Önemli olan, işte bu “sonradan”ın ne anlama geldiğidir, kimlik ya da aidiyet duygusunun kendisi değil.
Lévi-Strauss gibi bir etnolog, kendine ait özel nedenlerle (yani Sartre ile atışmasında) kendini “tarih”e ayarlamış bir bilinçlilik halinin tehlikesinden bahsedebiliyordu: Tarih istediği yere götürür insanı, ama orada bırakmak şartıyla. Tarihçiler, tarihsel zihin yapılarını araştırırken, Pierre Nora ile Mona Ozouf’un yaptıkları gibi, “lieux de mémoire”dan, hafıza yerlerinden söz etmek zorunda hissederler kendilerini. Her halükârda zamanla, geçmişle ilgili bir sorunumuz var - ve “yer”, “yerlilik” gibisinden bir fikri bu zaman sorusuyla yüzleşmeden verebilecek halimiz yok.
Cemil Meriç “Türkiye aydınının” dünyayı, yani Avrupa fikriyatını Marksistlerden öğrendiğini söylediğinden beri “muhafazakâr” fikriyat artık “yerlilik” düşüncesini temel hedef olarak almalıydı. Ama bu türden her düşünce, geçmişiyle ortak olmak, onunla birlikte oturmak isteğine dayanır. Heidegger’e, Freud’a varıncaya dek, fenomenoloji bunu kolayca gösteriyor bize. Oysa tartıştığımız meseleyi biraz daha derinden, fenomenolojinin, kimlik meselesinin çerçevesinin ötesinde ele almaya girişirsek, “yerlilik” iddiasının ardında, çok daha güçlü “çıkarlarla”, “duygularla” karşılaşmaktan kaçınamayız. Bu tür muhafazakârlığı harekete geçiren duygular ve tutkular geçmişin değerlerinin korunmasına, ayakta tutulmasına yönelik olmaktan çok, “geleceğe” yöneliktirler: muhafazakâr, özellikle “modern” çağın insanıdır, eski, “geleneksel” denen toplumlarda “muhafazakâr” yoktur. Bunun nedeni ise çok kolay anlatılabilir: gelenek, eğer gerçekten gelenekse, zaten kendini koruyacak güce sahiptir ve insanların onu korumak, muhafaza etmek için beyinlerini zorlamaya çok ender durumlarda ihtiyaçları olur. Muhafazakârlık ancak gelenek ortadan kalkarak tarihsel bir hayal perdesinin ardında kaldığı andan itibaren mümkün bir duygusal yaşantıdır. Fenomenolojik “geçmişe özlem” değerinin altında gelecek üzerinde kurulacak bir hâkimiyet güdüsü yatar. Muhafazakâr, geçmişe yönelik değildir, geleceğe yöneliktir: çocuklarım, toplumum, gelecekte de benim yaşadığım gibi, benim arzuladığım gibi yaşasınlar...
Muhafazakâr fikriyat, toplumsal yaşantı içinde sosyal ve politik bir tavır haline gelince, bu “dram” traji-komik bir hâle bürünür. Geçmişin “değerlerini” korumak, “ataların mirasını” savunmak çok kolay ırkçılığa ve faşizme yol açan tutkulara dönüşebildiyse, bunun nedeni, bir muhafazakârın kafasındaki “geleneğin” büyük bir kısmının devlet, aile, vatan, ülke, millet, halk gibi göreli terkiplerden oluşmasıdır. “Yerlilik” fikri de bu terkiplerden pek bağışık değildir.
BİR FİZİK MESELESİ
Daha şimdiden fenomenolojinin sosyal bilimlere (ama aynı zamanda gündelik siyasal düşünceye de) miras bıraktığı bazı mefhumları terk etmiş ve işin fiziğine adım atmış oluyoruz. Tuhaf bir örnek, şu “fikriyat ithali” iddiasında beliriyor. Sanki bütün tarih insanların, kurumların, bilimlerin, teknolojilerin, yöntemlerin, hukuksal ya da siyasal sistemlerin “büyük güçlerinden” başka bir şey gösteriyormuş gibi, hiç değilse “fikriyat”ın bunların dışında kalması gerekiyormuş gibi davranılıyor. Tanzimat’tan beridir, “fikir ithali”nden başka bir şey yapılmadığı halde, hâlâ bir “yerlilik” varsayımı, hiç değilse bir “miras” olarak dile getirilip duruyor. “İthal fikir” denen şeylerin karşısında sanki “yerli malı” herhangi bir “fikir” varmış gibi, düşünce akımları, özellikle radikal sayılabilecek eleştiriler üretmeye elverişliyseler, “yerli olmamak”la pek kolayca suçlanıyorlar. Bu durumun yalnızca Türkiye’ye özgü olmadığını, Avrupa muhafazakâr kültürünün de, başı sıkıştıkça başvurduğu bir ideolojiden ibaret olduğunu söylemek yine de pek rahatlatıcı değildir: “Der Klassenkampf ist eine vom Aussland eingeführte Theorie” (1937, Krupp); “La Lucha des clasos es une Teoria importado del estranjero” (General Franco, 1936); “La lutte des classes est une théorie importée de l’étranger” (Clemenceau, 1922); “Class struggles is a theory imported from abroad” (W. Churchill, 1941) ... Yani, Türkiye’de de, şu ya da bu tarihlerde, olur olmaz kişilerin ağzından hep duyduğumuz bir cümle – sınıf mücadelesi dışarıdan ithal edilmiş bir kuramdır... Bu sözlerin şu ya da bu tarihte dile getirilmediği herhangi bir ülke veya lisan gerçekten yok gibidir. Kaçınılmaz bir şekilde, neyin “yerli”, neyin “yabancı” olduğu konusundaki kafa bulanıklığının kimlere ait olduğunun farkına varıyoruz.
Türkiye’de “sol” düşüncenin de bu “yerlilik” fikriyatından tam anlamıyla bağışık olduğu söylenemez – Foucault gibi “postmodernist” tabir edilen birinin eserinin “ithali”ne bir “lüks” gözüyle bakan bir “yerlilik” davetine aşinayız. Bu düşünürün acımasızca eleştirdiği bütün o Napolyoncu kurumları ithal etmek üzere üç yüz yıl inanılmaz ve sürüncemeli “modernleşme” çabalarına girişen sanki bu “ülke” değilmiş gibi – modern ordu sistemini, okulu, hapishane ve cezaevini, sağlık teşkilâtını ithal ederken sanki onları düzenleyen “fikirler” de ithal ediliyormuş gibi... Bu kurumların “içkin eleştirisi”ne geçit vermemek için...
Fenomenolojinin göremediğini fizik görebilir, çünkü zamanın ne olduğunu daha güçlü bir şekilde haberdardır: “Yerli olmak” zamanda, fiziksel olarak tanımlanmış bir yerde olmaktan başka bir şey değildir – salt derisinin içinde “yerlilik duygularını” tadabilen insanların da var olduğunu unutmamak gerekir.
BİR EKONOMİ-POLİTİK MESELESİ
Descartes’tan, çok çok Kant’tan beridir düşünmek artık bir “öznenin” işidir – nesneler artık kolay kolay hakikati garantilemiyorlar. Marx’ın çok keskin bir gözlemiyle, “ekonomi-politik” Adam Smith ve Ricardo’dan önce, kesin olarak söylemek gerekirse yoktur – çünkü onlardan önce zenginlikler “büyük ve önemli nesnelerde”dir – fizyokratlarda olduğu gibi “toprakta”, “hazine”de, “akarsularda” filan. Bu iki adam, işin içine “kartezyen” bir şeyler sokarak ekonominin nesneler düzenini tam anlamıyla tersine çevirirler: ekonomik “değer”den bahsedecekseniz, artık nesnelere bakmayı bırakın – “özneye nasıl göründüğüne” bakın. Böylece “üreten özne” diye bir şey doğacaktır – değerin kaynağı öznelliktir, öyleyse zamandır, mekân filan değil. Kârın aşikâr öznelliği – değerin gerçekleştiği sarmal süre, başka bir deyişle “birikim”. Marx’ın eleştirisi, ekonomi-politiğin iki mucidinin bu “öznelliği” pek de adam gibi değerlendirmedikleri, bir noktada bıraktıklarıdır: en az iki öznelliğin konulduğunu göremiyorlar – emeğin ve sermayenin öznelliklerini. Böylece, çoğu zaman bir “mekân” (fabrika, arazi, beden) olarak da tanımlanabilecek olan sermayenin aslında “kristalleşmiş emek”ten başka bir şey olmadığını da anlamıyorlar.
Emek-gücünün sahibi olarak “işçi sınıfı”nın “yerli” olmaması, “uluslararası” olması kaçınılmazdır öyleyse. Endüstriyel kapitalizm kuşkusuz bu insanlar çoğulluğunu “yerlileştirmeye”, “vatan sahibi” kılmaya çabalayacaktır. Yine de Marx Hegelci bir “fenomenolojik” bakıştan kurtularak işin “fiziğine” baktığı anlarda, işlerin böyle yürümediğini, endüstri kentinin, üzerinde çalışılan toprağın pek de bir “vatana” benzemediğini söylemekten geri kalmayacaktır. Mesele bir “indirgemecilik” sorusu değildir: proleterleşmenin ve devrimin iki büyük modeli vardır – fabrika sistemine “yerleşik”, köylüden dönüşme Avrupa işçisiyle, “göçmen” Amerika işçisi... Her ikisinin de “yerlilik” hissiyatıyla hareket edemeyecekleri oldukça açıktır. Sonuçta kapitalist, yalnızca “çalışılacak yer”in değil, “oturulan yer”in, evin de sahibi değil midir?
Bugün artık “dünyanın sahipleri”nden bile bahsedebiliyoruz. Kendilerini çok daha kolay gizleyebilen “sahipler” bunlar. Kapitalizmin “modernleşme” sürecinin farklı ülkelerde ve coğrafyalarda, farklı zamanlarda ve biçimlerde gerçekleştiğine kuşku yok. Ama emeğin “öznelliğinin” koşulları, bütün “milliyetçi”, “muhafazakâr” ideolojilere karşın (hattâ bunların günümüze dek hâkim oldukları söylenebilir) herhangi bir “yerlilik” duygusunu fiktif bir nostalji duygusunun eşliğinde olmaksızın uyandırabilecek gibi görünmüyor. Marksist düşüncenin “yerliliğe” olanak vermediği yönündeki düşünce her durumda doğruluğunu koruyor. Bunun bir eleştiri hedefi haline getirmek ise, özellikle geç kapitalizm koşullarında, gerçekten gülünçtür.
Ekonomi-politik “yer” ya da “yurt” mefhumlarını tanımıyorsa bu onun bir eksikliğine değil, işlere “hayali mefhumlardan” daha derin bir düzlemden bakabilmesine yorulmalı. En azından II. Dünya Savaşı sonrasındaki kapitalist birikim modelinin sonuna yaklaşıldıkça beliren kaçınılmaz süreci, “yerleşik” proletaryanın yeniden yerinden yurdundan olduğunu, “göçmen emeği”nin uluslar-ötesi kapitalist sistem için yeni bir model oluşturmaya başladığını görmek gerekir.
Demek ki, ekonomi-politikten geçecek bir düşünce “yerlilik” mefhumunun, özellikle sol dil için pek de verimli olmadığını, tam anlamıyla bir “zayıf düşünce”ye delalet ettiğini söylemek gerekiyor.
BİR TARİH MESELESİ
Düşünce dünyasının bugün artık bir zamanlar Marx’ın Ruge’ye yazdığı mektupta dile getirdiği gibi, acımasız bir eleştiriye, “kutsal” sayılan her şeyi tepeden tırnağa eleştirmeye, kısacası bir “fikirler terörüne” ihtiyacı var. Muhafazakârlık ve “yer yurt” mevzuları hiçbir zaman bu düşünce terörünün kapsamı dışında tutulmamalı. Günümüz düşüncesinin en büyük “teröristlerinden” Gilles Deleuze’ün iki sözü, bizi “yerlilik” meselesini bir tür “olanaksız zaman” mefhumuna bağlamaya davet ediyor: “Il est toujours un peu tard pour parler du temps” (zamandan bahsetmek için her zaman biraz geçtir) ve “il y a dans l’Histoire quelque chose de paysanne” (Tarih’te köylü bir taraf vardır). Sorun, açıkçası, kent-kır ayrımını artık iyice geride bırakıyor. Jacques Brel’in “İhtiyarlar” şarkısındaki gibi, “yeterince uzun yaşadığınızda Paris taşradır.” Tarih ve zaman sorusu, böylece her türlü “yerlilik-yurtluluk” meselesinin derininde yatmaya devam ediyor. “Kayıp zaman”dan, Proust’tan bahsetmiyorum – “yerlilik-yurtluluk” duygularının başvurduğu zaman modeli daha çok, “olanaksız geçmiş”e göndermektedir. Bütün hafızanın “şu andalığının” yerini geçmişe köprüler atıp duran hafızasız bir beklenti, bir “geçmiş özlemi”, bir nostalji alır. İstiklâl Caddesi boyunca dolaşıp duran tramvayla birlikte gezinen, “kötü edebiyat”ın yeni tarzı olan “tarih arşivciliği” ve fantezisi tarafından beslenen, özellikle 12 Eylül sonrasındaki “yerel tarihler” yayıncılığının amatörlüğünde biçim kazanan bir “olanaksız zaman” vurgunluğu söz konusudur. Tarihçilikte “yerellik” oranı arttıkça “köylülük” de artar. Bu köylülük tarih ve nostalji amatörünün, belge toplayıcının, ispatçının köylülüğüdür, “kır tarihçisinin” değil.
Bu açıdan bakıldığında, İstanbul’un şu kaotik kültürü “yerliliğin en üst derecesi” gibi görünecektir. Matbuat hayatının en sevimli ve çok okunan kitap türleri arasında herhalde amatör etnik tarihçilik ya da yerel yaşamları terennüm eden anı yazıcılığı da bulunuyor. Geçmişe köprüler atıp durmakta pek de masum olmayan bir taraf vardır: “anıların sahibinin” arzularına göre, Bakırköy’ün, ya da Ankara Kalesi’nin “geçmişi” ’50’lere, ’60’lara, ya da ’30’lara rastgelebilir. Atılan köprünün öteki ayağının aslında geçmişte herhangi bir noktaya tutunamayacağı anlamına gelir bu. Bir “nostalji ideolojisi” haline büründüğünde “yerli olmak” bir vaziyet alış olmayı bırakır, “yerli olanın” öznellikten sıyrılarak “nesnelere”, sararmış fotoğraflara, eski aile mektuplarına, folklorik unsurlara zerk edildiği fiktif bir değerler sistemine dönüşür. Her şey fiktiftir – çünkü 30 yıl öncesinden anımsanan “manzara”, kimbilir hangi yıkıcı oyunlarla birlikte kendinden önceki başka bir manzaranın “yok edilişiyle” mümkün olmuştur. Zamandan bahsetmek için, her zaman gerçekten “artık çok geç”tir.
MESELENİN SOSYOLOJİK MANZARASI
“Kimlik”, “aidiyet”, “bunalım” türünden mefhumların toplumsal bilimcilerin “yerlilik” ihtiyacını daha ne kadar doyurabileceğini bilmiyorum. Ama en basit “toplumbilimsel hayal gücü” bile, bu mefhumların birer “veri” olmadıklarını, olsa olsa bazı duygusal üretimlerin, pekâlâ “görünmez” ya da “görünür” güçlerce manipüle edilebilecek ürünleri olduklarını gösteriyor. Bir taraftan “yerliliği” kapsamanın bir tür “çoğulcu düşünce”nin temel kriteri olduğu varsayılıyor, öte taraftan bu varsayımdan türetilen söz konusu mefhumların ne kadar “genel” soyutlamalardan ibaret oldukları gözden kaçırılıyor. “Gecikmişlik”, “zamansızlık”, kısacası “Türkiye’deki kimlik sorunu” etrafındaki bir konferansında Nilüfer Göle’nin İstanbul ile, sözgelimi bir Hong Kong arasındaki “benzerlikleri” şaşılacak bir durum olarak algılamasına yol açan da, akademik ve modern eleştirel sosyal bilim anlayışlarının bu türden “genel” ve “soyut” mefhumlara o kadar bel bağlamasıdır herhalde. İstanbul ile Hong Kong birbirlerine “benzerler”, çünkü tek bir global kapitalizm gövdesi içinde ortak bir kaderi paylaşırlar. Şimdiye dek paylaşmadılarsa, bundan sonra ve artık hep öyle yapacaklar. Marksist analizin temel mefhumlarının “sosyalizmin kurumsal çöküşü”yle artık başvurulmayan arkaizmlere benzetilmeye başlaması gerçekten dünyanın anlaşılırlığının epeyce azalmasına yardımcı olmuştur.
SONUÇ: YERLİLİĞE KARŞI OTONOMİ
Sosyal bilimler, hattâ kendisini bunalım içinde hissetmekten neredeyse gizli bir haz duyduğu sanılabilecek Marksist-sosyalist düşünce, özellikle Türkiye’de bir “yabancılık” kuşkusuyla karşı karşıya kalındığında pekâlâ şu “yerlilik” düşüncesine saplanma tehlikesine marûz kalabilir. İçeriden ya da dışarıdan “suçlayanlara”, “modern kapitalizme eklemlenme süreci” adı verilen bir kronoloji içinde “acaba onların ne kadar ‘yerli’ oldukları” sorgusunu yöneltmekten kaçınabilir. Modernleşme aslında “kapitalizmin modernleşmesi” olmayıp kendi başına ele alınabilecek bir şey olsaydı, onun “evrensellik” iddiasının da, karşısına dikilen “geleneksellik” ve “yerelliğe geri dönüş” iddialarının da ne kadar çürük olduklarının farkına varamayabilirdik. Türkiye’de “yerel” olsun, “ökümenik” olsun, İslâm kültürünün de ne kadar “yerlilik”ten kopuk olduğunu göstermeye yanaşamayabilirdik. Bugün Kemalizm adı verilen, şimdiye kadar kâh anti-emperyalizm, kâh Batıcı “modernleşme” olarak tanımlanan şeyin üç yüz yıl boyunca bir taraftan coğrafyası parçalanarak ufalan, öte taraftan kapitalizmin modern ve yinelenen kurumlarıyla kendi içine doğru çöken bir ülkenin baskın duygularının bir bileşkesinden başka bir şey olmadığını da göremezdik. Gördüğümüz, yalnızca insan topluluklarının bir taraftan sömürülmekte, göçe zorlanmakta, yoksullaşmakta oldukları, öte taraftan özerk öznelliklerini üretmekten ve direnmekten asla geri kalmadıklarıdır. “Yerlilikten uzaklık” suçlamasını yerinden yurdundan her an edilebilecek göçebeleşmiş insanlara yöneltmek konusunda ise, daha fazla söyleyebileceğimiz bir şey kalmıyor geriye.
ÇERÇEVE(44-45)
Yer-yurt ve ütopyanın
“büyük göçü”
1. Karanlıkta kalmış olduğu söylenen Homerosçu çağlardan klasik çağın sonuna, yani Yunan kent uygarlığının yıkılışına kadar yaşam köküne kadar “politik”tir – yani “polis”i varsayar... Öyle ki, Yunancada “vatandaş” anlamına gelen sözcük, “polites” “polis”den, tanımlanmış bir kent adından türer. Babası II Filippos’un asla dert etmediği bir mesele olan Persler’i, belki de Yunanlı oratörlerin “öç” istemiyle ve hocası Aristo’nun dürtmesiyle Doğu’nun “barbarları”nın üzerine atılıveren Büyük İskender, zaferinin sarhoşluğuyla kendini hem Yunanlılar hem de Mısırlılar ve Persler için de “Tanrı”, dolayısıyla kral ilân etmek istediğinde, Yunan kentleri bunu anlamayacak, İndüs civarlarında çoğu geriye dönmek isteyeceklerdi. Hiçbir Yunanlının kafası, birinin gezme dışında kendi kentinden başka bir yerde yaşayabileceği fikrini kolay kolay kabul etmemektedir. İskender onları, özellikle memlekete dönme konusunda en dirayetli olan Spartalıları “toprak ayaklı” olmakla suçlar.
2. Romalılarda ise “vatandaş” kelimesi (civis) tam tersine bir köktür – “kent” anlamına gelen “civitas” sözcüğü ondan türer. Öyle ki Romalılar emperyal Roma’nın “özgür” vatandaşı vatandaşlığını “hemşeriliğinden” ayırdedecek bir söze sahiptir: civis meus, hemşerilerim, benimkiler, bizim oradakiler...
3. Salt semantik açıdan yürütülecek bir çözümlemeye elbette tam anlamıyla güvenemeyiz. Ancak Yunanlı tarihçiler, özellikle Thukydides, ardından “emperyal” dönemde yaşamasına rağmen Strabon, halkları hep yaşadıkları kente, topluma bağlayan bir adlandırma tarzını tercih ediyorlardı: Kos adalılar, Mısırlılar, İranlılar, kent modelini benimsesinler benimsemesinler, hep kentlerinden yola çıkılarak adlandırıldılar. Öyle ki, “xenoi”, yabancılar dendiğinde bunun anlamının ne olduğu Yunanlılar açısından açıktır – o kentin “vatandaşlığınca” kapsanmayacaktır...
4. Sezar’ın Galya Savaşı ya da Tacitus’un De Germania’sı ise “yerliliği” ve “yabancılığı” bambaşka bir tarzda tanımlıyorlar: Roma uslûbunca, barbar kavimler ister yerleşik isterse göçebe olsunlar, kendi kavim adlarıyla tanımlanırlar – Romalılar’ın dünyayı yollarla ve savaş cepheleriyle tanımlamalarını sağlayan bir yersizlik yurtsuzluk dile hep hâkim görünüyor.
5. Kutsal Kitap ve İbrani tarihi, çok daha tuhaf bir üçüncü modeli oluşturuyor: Buna göre bir kavmin, bir halkın yeri, çobanları tarafından götürüldüğü ve bırakıldığı yerdir. “Yer” ile bağ aslî değil, ikincildir – Tanrı sürüsüne yaşayacağı bir toprak parçasını “vaadeder”. Yunanlılarda ve Romalılar’da Tanrılar yeryüzünün önceki sahipleridirler ve insanlarla Tanrılar arasındaki ilişkileri bu ilk mülkiyet belirler. İbraniler’de Tanrı’yla halkı ya da sürüsü arasındaki ilişki ilktir, her şeyi belirleyecek olan bu ilkel bağdır.
6. Her durumda ister siyasî (Yunan, Roma), ister dinsel-teokratik “üst-söylemler”, “yerliliği” temellendirebilmek konusunda oldukça aciz görünüyorlar. Yerlilik ya da mutlak dışlama, ya da Roma durumunda olduğu gibi emperyal dağınıklığın üzerine geçirilen idari-askerî bir kılıf-aygıt çerçevesinde, geriye kalan ne olabilirse odur ve tümüyle günlük yaşamın alanına terk edilmiştir.
7. Ortaçağların sürekli “kavim hareketleri” ve “göç dalgaları” ile başladığı, “yerliliğin” tek “resmî” olanağının olsa olsa bir “göksel krallık” ideolojisinde temellendirilebileceği bir ortam yaratmıştı. Belki de katlanılabilir tek rejim, feodalite, yepyeni türden “yerellik sağları”nı oldukça ince kültürel formlarda işlemeye dayanıyordu bu yüzden: bir “toprak” ve “yerleşiklik” düzeni...
8. Toplumsal tarih bakımından çok ciddiye alınamasa bile, çok özel bir “vatandaşlık” kavrayışı – kozmos vatandaşlığı, kosmopolites, antik kent uygarlığının dağılmaya yüz tuttuğu bir çağda, oldukça kapalı “felsefi tarikatler” çerçevesinde formüle edilmişti: Stoacılar... Kozmopolitanizm, kainat ölçeğindeki yerlilik kuşkusuz “ruhsaldı”... Stoacıların çoğu zaman Doğu kökenli ve “yabancı” oldukları, Yunan kentlerinin artık çözülmeye yüz tuttukları anlaşılıyor. Stoacılarda “siyaset”in yasaklanmış olmasına rağmen, bir yüzyıl geçtikten sonra Roma “imperium”unda önde gelen filozofları gırtlaklarına kadar siyasî meselelere batmış halde buluyoruz: Cicero, Seneca, imparatorluğa kadar yükselen Marcus Aurelius... Klasik Stoacının genellikle çift-dilli olduğunu, dili bir “yurda” bağlayan (belki de Heideggerci iddiayı kısmen destekleyen) her şeyden kuşku duyduklarını ve bütün dilsel olguları bir tür “mübadele” olarak algılamaya başladıklarını not etmek gerekiyor. Fenike, Kartaca ve Diaspora sonrası Yahudilik benzeri bir “yersizlik-yurtsuzluk” dinamiğini oluşturuyorlar. Bunlar kendilerini “deniz üzerinde” kurabilen kavimler... Böylece kozmopolitliğin iktisadî altyapısını oluşturanların onlar olduğu söylenebilir.
9. Bir “idea” olarak kozmopolitanizmin hiçbir zaman tam anlamıyla başarıya erişemeyecek bir ütopya olduğu tarihsel bir hakikat olarak anlaşılabilir. Ama tarihin her döneminde dirençli bir güç ve ideal oluşturması da zaten bundan geliyor. Özellikle ortaçağlarda ve reform döneminde, köylü savaşlarında – Tanrı’nın krallığını, İsa Mesih’i “hic et nunc”, hemen burada ve şimdi talep etmek... Ütopya vaadedilmiş toprağı hemen ve burda şimdi istemek idealidir. Ama “gerçek”, dolaysızca yaşanan yeri unutmaya dayanmadığı ölçüde de “dünyevi” bir heterodoksiden bağımsız değildir. Ütopya gücünü kaybederek kurumsallaştığı, “gerçeklik kazandığı” ölçüde cemaat haline gelir ve “yerlileşir”.
0 notes
binbirkitapnet · 1 year
Text
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları
Tumblr media
Koskoca bir yılı daha arkamızda bırakıyoruz. 2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları ile bu yılı bitirmek istedik. İşte 2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve 2022 Yılının En Çok Dinlenen Şarkıları
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları
Ülkemizde maalesef kitap okuma oranı düşük olsa da her yıl okuma oranı artış gösteriyor. 2022 en çok okunan kitaplar incelendiğinde okurların daha çok edebiyat kitaplarına yöneldiğini görüyoruz. Dünya ve Türk edebiyatı klasikleri en çok okunanlar arasında zirvede.  Klasik eserler haricinde bilim kurgu, fantastik, kişisel gelişim, felsefe türünde kaleme alınan eserler de oldukça popüler. Yeni nesil gençlik kitapları da elbette 2022 yılında en çok okunan kitaplar M. Barış Muslu – Anne Beni İyileştir
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları Bu kitabı yazmasam olmazdı! İtiraf edeyim beş sene önce bana böyle bir kitap yazacaksın deseler pek de inanmazdım.  Neden mi? Çünkü gayet batı tarzı bir eğitim almış, dünyada materyalizmin merkezi kabul edilebilecek Amerika’da liseyi ve üniversiteyi bitirmiş, iflah olmaz bir pozitivist olarak bu kitapta size benim de evrenle ilgili algımı, hayata bakış perspektifimi tamamen değiştiren yepyeni bir bilgiden söz ediyorum. Doğrusu ben NeuroFormat sisteminin çocuklar ve çok küçük yaşlarda çıkan sorunlar üzerinde katkısının sınırlı olacağını düşünmüştüm. Çünkü sistem, birçok rahatsızlıkta bu rahatsızlıkların sebebi olan kaynak travmaların bulunup temizlenmesine dayanmakta. Tabii ki bahsettiğim şekilde çocuklar ve erken yaştaki sorunlar için bu zordu. Ama öyle şeyler oldu ki gördüklerim benim bile beklentimin onlarca hatta yüzlerce kat üzerine çıktı. Alerjilerden cilt sorunlarına, özgüven eksikliğinden hiperaktiviteye ve öğrenme güçlüğüne hatta otizme kadar, yüzlerce çocukta muazzam sonuçlara şahit olduk. Sevgili anneler, size mesajım şu: Çocuğunuz hastaysa tek çare sizde olabilir. Hayır, bahsettiğim bir sevgi klişesi değil. Elbette sevgi çok önemli ama ben küçük iyileşmelerden değil gerçek ve kalıcı bir çözümden bahsediyorum. Detayları öğrenmeye, çocuğunuzu iyileştirmeye, hayata bakış açınızı değiştirecek yepyeni bir dünyaya adım atmaya hazır mısınız? R. İdeli – Eflâl
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları Wattpad’de on milyondan fazla okunan ve popüler kültürde büyük bir kitleye sahip olan R. İdeli, Eflâl kitabı ile kimsesiz genç bir kadının, sırların ardına saklanan hayatını aydınlığa kavuşturuyor. Ana karakterin yeni bir aile edinmesini, duygusal gelişimini, bu süreçte öğrendiği dersleri ve zor bir aşk için aştığı engelleri keyifli bir dille aktaran yazar, okuyucuyu ağlatırken güldürüyor.   Geçmiş, bazen mutlu bir an bazen acı bir tebessüm. Bazı zamanlarda ise adı konulamayan duygunun adı...   Eflâl... Ölüme ve insanlara karşı gardını almış genç bir kadın…  Korkuyla attığı her adımın, hayatından çaldığını fark edemeyecek kadar kimsesiz üstelik. Lâl... Ölesiye nefret ettiği insanlardan kaçıp sığındığı limanda, belki hayatının aşkını bulacak belki de en büyük hayal kırıklığını yaşayacak.   Eflâl, onaylanmayan bir evliliğin meyvesidir ve henüz dünyaya gelmeden, hikâyesine ölümün gölgesi düşmüştür. İşi, dostları, abisi… Hepsi onu “öldürülmek” düşüncesinden bir nebze de olsa uzaklaştırmaktadır. Tabii, bir de Karan Akdoğan… Aslında kimsesiz olduğunu anlayan Eflâl’in, kimsesi olan genç adam… Aralarındaki bazen minnet, bazen şefkat, bazen ise karşı konulmaz bir sevgidir. Ancak Eflâl’in baş etmesi gereken ölüm gerçeği, onu Karan’ın yanında da rahat bırakmaz.   Eflâl, gerçeklerle yüzleşmeye karar verir. Kime ve neye inanacağını bilmeden kendini hiç de tahmin edemeyeceği gerçeklerin içinde bulur. İlber Ortaylı – Zaman Kaybolmaz
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları "Zamanın kaybolmuşu yoktur. Yaşanan her şey, müspet, menfi, bizi inşa eder. Yalnız bizi değil, bizden sonraki kuşakları da… Yaşadıklarımızı anında belki en iyi şekilde inşa edemeyiz. Ama, onları değerlendirdiğimiz vakit; gelecek daha emin olur. Hayat “gemi”mi bilmiyorum; “gemicilik” olduğu gerçektir. Yaşandıkça ve akılda tutuldukça daha iyi seyrüsefer ederiz. Herkes kendi talihinin mimarıdır. Yaşadıkları, an be an insanı oluşturur ve arkasında bıraktıkları, farkına varmadan önüne geçer. Kader, gaipten yazılmaz. İnsan, kaderini kendi yazar." İlber Ortaylı   Yaşam tecrübesini paylaşmayı seven, zamanı koklayan ve her yaşında kendisine ayrı ödevler çıkaran, İstanbul âşığı nadide bir entelektüel İlber Ortaylı. O, Türk tarihçiliğinin dünyadaki en önemli isimlerinden biri olarak sadece tarihseverler için değil, ömrünü güzel biçimde yaşamak isteyenlere de bir rehber oldu daima. İlber Ortaylı’nın yaşamöyküsünü okurlara sunan Zaman Kaybolmaz, nehir söyleşi lezzetini her yaştan okura tattırırken bir tarihçinin çocukluğunu, eğitim hayatını, yetiştiği iklimi, çevresindeki mizaçları, tutkuya dönüşmüş meşgalelerini, değişen şehirlere ve ülkelere dair gözlemlerini, kısacası hayatın bütününe olan yaklaşımını da ortaya seriyor. Bu anlamda bir tecrübeler kitabı olarak da okunabilir. Zaman Kaybolmaz’ın sayfalarını çeviren tüm okurlar; İlber Ortaylı’nın engin anılar yumağını çözerken kendi hayatlarına eşsiz pratikler kazandıracak, yaşama daha farklı bir pencereden bakma imkânı bulacak, böylece daha anlamlı bir hayatın peşinden gidecekler hiç şüphesiz… İhsan Oktay Anar – Tiamat
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları İhsan Oktay Anar’ın derin denizlerde kurduğu âlemde, o belirsiz, kımıltısız siluetin hem içinde hem dışında, olağanüstü bir hikâyede, hikâyeyiz. İclal Aydın - Üç Kız Kardeş
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları Bir zamanlar, bir ülkenin en güzel denizine bakan bir evde üç kız kardeş yaşardı. İsimleri Türkân, Dönüş ve Derya idi. Babaları Sadık Bey ve anneleri Nesrin Hanım’la birlikte geceleri kucak kucağa oturur, gelecekte onları bekleyen şahane yılların hayallerini kurarlardı. Türkân, Dönüş ve Derya’nın, Ayvalık’ın çam kokulu sokaklarında geçen masal gibi çocukluğu, onları yetişkin dünyasının acımasızlığına hazırlamamıştı belki. Hiçbir hayatın, hiçbir seçimin göründüğü kadar kolay olmadığını, bazen en büyük, en akla gelmeyecek sırların en güvendiklerimizin kalbinde saklandığını, en korkulacak hastalıkların gün gelip geçmişi derleyip toplayabileceğini anlamak zaman istiyordu. Ve zamanın ilaç olmadığı bir yara var mıydı dünyada? Ayvalık’ın denize uzanan taş sokaklarından, nice yaşamlar görüp geçirmiş zeytin ağaçlarından, hayatın kaynağından akan suyundan, eski evlerinden doğmuş bir aile hikâyesi Üç Kız Kardeş. Bir mutsuzluk hikâyesi değil; neşeli günleri yâd ede ede iyiliğe dönüşün hikâyesi. İyileşmenin yolculuğu… Matt Haig - Gece Yarısı Kütüphanesi
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları Nora Seed berbat halde. Kedisi öldü. İşinden kovuldu. Abisi onunla konuşmuyor. Kimsenin ona ihtiyacı yok. Art arda alınmış kötü kararların sonucunda bir kütüphanede buluyor kendini. Zamanın hiç akmadığı bir gece yarısı kütüphanesinde, sonsuz sayıda kitabın ortasında... Kitapların her birinde Nora’nın farklı bir hayatı yazılı. Başka kararlar verseydi yaşamış olabileceği hayatlar. Farklı kariyerler, farklı eşler, farklı arkadaşlar, farklı şehirler arasında gidip gelen Nora’nın aklı sorularla doluyor. Mutluluk sadece önemli sandığımız seçimlerde mi gizli? Yanlış giden her detayın sorumlusu gerçekten biz miyiz? Hayatı yaşanılır kılan ne? Yanlış bir karar insanın tüm hayatına mal olabilir mi? İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden Matt Haig; Nora’nın pişmanlıklara, ihtimallere ve yeniden seçme imkânına dair çıktığı bu yolculukta, ona eşlik edecek okurlara sürükleyici ve insanın en temel sorunlarını konu alan bir kurgu sunuyor. Engin Geçtan – İnsan Olmak
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları İlk kez yayımlandığı 1983'ten günümüze defalarca baskı yapmış ve okurla kurduğu yapıcı ilişkiyi kanıtlamış olan bu kitabında Engin Geçtan insan olmanın ikilemini şöyle anlatır: "Çağdaş toplumlar kendine özgü bir olguyu da birlikte getirmiştir. İnsan eskisinden çok daha fazla sayıda insanla, çok daha kısa süreli, daha yüzeysel ilişkiler kurma eğilimindedir. Bu, soğuk bir günde karşılaşan bir grup kirpinin öyküsüne benzer. Kirpiler ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri birbirine batar. Birbirlerinden ayrıldıklarındaysa soğuktan rahatsız olurlar. İleri geri hareket ederes sonunda dikenlerini batırmadan birbirlerini ısıtabilecekleri en uygun uzaklığı bulurlar." Sinan Akyüz – Elveda Aşk
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları “Sen…” dedi kekeleyerek, “sen… deli misin?” Süreyya buruk bir şekilde gülümsemiş, birden gamzeleri ortaya çıkıvermişti. “Değilim,” dedi düşünceli bir sesle, “inan bana deli değilim! Ama şükürler olsun ki sana âşığım. İçimde fokurdayıp duran bir sen varsın. Sadece içimdeki senin bu telaşına engel olamıyorum. Karşında durmuş böyle saçmalıyorum.” Güzide kalakalmıştı. İlk defa hazırcevaplığı bir işe yaramıyordu. Titrek bir sesle, “Bu yaptığın,” dedi, “iş mi senin? Böyle bir zamanda birine âşık mı olunur?” Süreyya bu sefer tatlı tatlı gülümsedi. “Ne yapayım? Savaş çıktı diye bu hikâyem yarım mı kalsın?” Güzide birden öyle savruldu ki… O savrulmanın etkisiyle arkasını dönüp oradan hızla uzaklaşırken, “Nerden biliyorsun?” diye söylendi. “Belki de yarım kalan hikâyeler güzeldir… Nigel Warburton – Felsefenin Kısa Tarihi
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları Felsefe gerçekliğin doğası ve nasıl yaşamalıyız sorularıyla başlar. Felsefenin Kısa Tarihi, görünüş ve gerçek, benliğin doğası, tanrının varlığı ve hem birey hem de toplumun bir üyesi olarak nasıl yaşamamız gerektiği gibi felsefenin ana temalarına odaklanıyor. 2000 yıllık Batı felsefesini Sokrates’ten hayvan hakları hareketine kadar ana hatlarıyla sunuyor. Warburton çoğumuzun gözünü korkutan ve anlaşılmaz bulduğu felsefeyi herkesin anlayabileceği ve günlük hayatında kullanabileceği bir konu haline getiriyor. Batı felsefesinin büyük düşünürlerini kronolojik sırayla tanıyacağınız, zevkle okunacak mükemmel bir giriş kitabı.   Batının düşünce tarihiyle ilgilenmek isteyenler için en uygun başlangıç noktası.  Publishers Weekly   Felsefe öğrenmek isteyenler için paha biçilmez bir klasik. Felsefenin sanıldığı kadar karışık ve zor olmadığını, tam tersine güzel bir zihin alıştırması olduğunu kanıtlıyor. Oxford Times   Batı felsefesi tarihinde bir gezinti, öğretici ve eğlenceli. Sacramento News and Review Maral Atmaca – Ötanazi Okulu
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları Ötanazi Okulu,adını bile ölümden almışkaranlık bir girdaptır.   Kimi ruhlar masumiyetin kokusunda çiçek açacak, kimi ruhlar ise günahın tortusunda solmaya yüz tutacaktır. Yeşil, olmaması gereken bir ailenin, hayatın ve okulun içinde yaşam mücadelesi vermektedir. İdammahkûmlarının içinde yer aldığı Ötanazi Okulu gibi karanlık bir okulda hayata tutunmak Yeşil için hiç kolay değildir. Sırlarla dolu bir kalbin taşıyıcısı olmaya zorlanan Yeşil’in kalbi birçok kişi tarafından istenmektedir. Bu kişilerden biri de bizzat öz babasıdır.   Babası, Yeşil’in kalbi için okula gizemli bir suikastçı gönderdiğinde işler daha da kızışmaya başlayacak, Yeşil için bu korkutucu savaşta galip gelmek beklediğinden çok daha zor olacaktır.   Fakat unutulmaması gereken bir şey vardır: Önemli olan ölüme gönüllü olmak değil, ölümün bile ötesinegeçen bir cesarete sahip olmaktır.   Yaralasar serisi ile okurların büyük ilgisini kazananMaral Atmaca, Ötanazi Okulu ile okurları aksiyon dolubir dünyaya ve aydınlatılmayı bekleyen karanlıkdehlizlere davet ediyor.   “Bir kalp ne kadar değerli olabilirdi ki?Benim kalbim ölüm kokuyordu.” Ayşe Kulin – Hayal
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları Yazar olmanın hayalini kurduğumda kaç yaşındaydım tam hatırlayamıyorum ama okul öncesinde, evdekilerden harfleri öğrenip yazarlığa özendiğime göre, altı yaş civarında olmalıydım. Neredeyse bir yarım asır bu hayalin peşinde koştum; yazar hanesine rastlatmak için çevirip durdum, feleğin çemberini.   Elinizde tuttuğunuz HAYAL’in satırları, beni, yazmaya tutkun bir genç kadından bir yazara evrilten birikimin, tesadüflerin, olayların dökümünü verirken, kahramanlarımın roman kişilerine dönüşme nedenlerini de anlatıyor; sizi kitaplarımın arka bahçelerinde bir gezintiye çıkarıyorum. Stephen Hawking – Zamanın Kısa Tarihi
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları Yaklaşık kırk dile çevrilen ve dünya üzerindeki her 750 kişiden birinin edindiği Zamanın Kısa Tarihi çağımızın en büyük zihinlerinden biri olan Stephen Hawking’in sorularına yanıt aradığı bir kitap: “Evren nasıl başladı ve başlamasını olanaklı kılan şey neydi? Zaman her daim ileri doğru mu akar? Evrenin bir sonu ya da sınırı var mı?  Uzayda başka boyutlar var mı? Her şey sona erdiğinde ne olacak?”    Elinizdeki bu baskı Hawking’in 2016 yılında kitabını son kez gözden geçirdiği ve bir Ek yazdığı genişletilmiş baskıdan dilimize kazandırılmıştır. Hawking’in bu ekte de belirttiği gibi, evrenin başlangıcından 300.000 yıl sonrasını araştıran ve Hawking’in varlığını ileri sürdüğü uzayzaman dokusundaki kırışıklıkları tespit eden kozmik mikrodalga ardalan ışınımı uydularının (WMAP ve Planck) verileri ve LIGO deneyinin kütleçekim dalgalarını saptaması gibi yeni gelişmeler ışığında Zamanın Kısa Tarihi güncelliğini koruyor. Yusuf Atılgan – Aylak Adam
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı, yayınlandığı günden bu yana edebiyatımızın en sevilen, üzerinde en çok tartışılan romanlarından biri oldu. Roman, 60’lı yılların başında bizimle birlikte tüm dünyada da konuşulmaya başlanan kentli aylak aydın bireyi konu alıyordu. Bugün artık çağdaş klasiklerimiz arasında yer alan Aylak Adam’ın dikkat çektiği entelektüel sorunlar güncelliğini koruyor. Yeni kuşaklar için, yeni baskısıyla Can Yayınları’nda. Seray Şahiner – Ülker Abla
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları Hem benzersiz hem de fazlasıyla tanıdık biri Ülker. Kocasından şiddet görmüş, gidecek yeri olmadığından bu eziyeti yıllarca sineye çekmiş bir kadın. Derken, bir gece evini terk eder. Yeni bir yaşam alanı ararken can havliyle bir hastaneye sığınır ve orada kalabilmek için kimsesiz insanlara refakatçilik etmeyi iş edinir. “Ağlayanın bir, gülenin bin derdi var,” diyen Ülker, keskin mizah duygusunu savunma sanatı olarak kullanıp hayatta kalmanın yollarını arar. 2012 yılında Hanımların Dikkatine ile Yunus Nadi Öykü Ödülünü, 2018 yılında Kul ile Orhan Kemal Roman Ödülünü kazanan Seray Şahiner, Ülker Abla ile Türkçe edebiyata yeni bir ses, çok güçlü bir kahraman armağan ediyor! Mümin Sekman - Rağmenciler: Akacak Azim Damarda Durmaz!
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları Hayatta iki türlü insan vardır: saydıcılar ve rağmenciler. Saydıcılar; şartlar daha farklı olsaydı, elinde daha iyi imkan olsaydı, başka biri olarak doğsaydı neler yapabileceğini anlatır. Saydıcıların söylenme sebebi, rağmencilerin başarı nedenidir. Rağmenciler kayıtsız ve şartsız mücadele insanıdır. “Yapamazsın” diyenlere rağmen, kendi korkularına rağmen, engelleyen ailelere rağmen, duyarsız eşlere rağmen, ayrımcılığa rağmen, yöneticilere rağmen, yoksulluğa rağmen buz kıran gemisi gibi ilerler. Bu kitap rağmenci karakter ve kafa yapısını anlatıyor. Acıyı akılla işleyenlerin, zorluklara göğüs gerenlerin, yedi kez düşse de sırtı yere gelmeyenlerin hikâyeleri var. Yazar kritik bir sorunun peşinde: Mücadeleci insanlar, hayatın en acımasız zorluklarıyla nasıl başa çıkıyor? Dirençli, dayanıklı, yılmayan insanların zihni nasıl çalışır? Hayat üniversitesi, zorluklarla mücadele fakültesi, azmin zaferi anabilim dalından dersler alacaksınız. Hepimiz biraz rağmenciyiz. Siz nelere rağmen başardınız? İleri doğru koşarken sizi geriye çeken eller kimindi? Herkese ve her şeye rağmen tek bir hayalin peşindeyseniz, bu kitap sizin için. Kötü günlerde ruhunuzu yükseltip, size kim olduğunuzu hatırlatacak. Destek göremeyenler. Kendi göbeğini kesenler. Boyun eğmeyenler. Rağmenciler. Bu kitapta birleşin! “Yapamazsın” diyenlerden başka kaybedecek kimseniz yok. Dünyayı ne kapitalizm kurtaracak ne de sosyalizm, tek kurtuluş yolu var: Rağmenizm! Michael Ende – Momo
Tumblr media
2022 Yılının En Çok Okunan Kitapları ve En Çok Dinlenen Şarkıları Momo, büyük bir kentin tiyatro harabelerinde yaşayan küçük bir kızdır. Buldukları ya da kendisine hediye edilenler dışında hiçbir şeyi yoktur. Read the full article
0 notes