Tumgik
#gözlemlemek
jupiterliyazar · 8 months
Text
İyileşeceksin. Farkında olarak şimdi. Kendini gözlemlemeye başlayacaksın. Duygularını değiştirerek, görmezden gelerek değil. Bir ve bütün olarak güçlü bir inançla ruhunu görerek.
54 notes · View notes
ruhsalseyler · 3 months
Text
Ruhsal Gelişim Nedir?
0 notes
noor-kazem · 1 year
Text
Tumblr media
بدلاً من القياس والإيقاع ، فأنني أتكون من الظلام والمادة والطاقة. وعلى الرغم من أن العينين تعملان جنبا إلى جنب للمراقبة ،أمسك بالكلمة نفسها - النفي والنوبات القلبية تتشبث بحنجرتي مثل العصارة الصفراوية السوداء ؛ ظهور السماء ونقضاتها ؛ الارتجاع الحمضي يحترق إلى أجل غير مسمى .
Instead of measure and rhythm, I am composed of darkness, matter, and energy. And though the eyes run together to observe, I catch the same word—denials and heart attacks clinging to my throat like black bile; the appearance of the sky and its contradictions; Acid reflux burns indefinitely.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Ölçü ve ritim yerine karanlık, madde ve enerjiden oluşuyorum. Ve gözler gözlemlemek için bir araya gelse de aynı kelimeyi yakalıyorum - inkarlar ve kalp krizleri kara safra gibi boğazıma yapışıyor; gökyüzünün görünümü ve çelişkileri; Asit reflü süresiz olarak yakar.
160 notes · View notes
acid-gramma · 15 days
Note
30unda değerin düşer zırvası sadece yeterince güzel olmayan kadınlar için geçerlidir. Çok güzel ve aynı zamanda hayatını yoluna sokmuş başarılı bir kadını 32 yaşında falan diye herhangi bir erkeğin reddedeceğini düşünüyorsanız en hafif tabirle safsınız toysunuz demektir… fakat bu profil ve takipçilerinin yaş ortalaması zaten oldukça genç o yüzden tuhaf değil bu düşünceler. Söylediğimin örneğini hem çevrenizde hem ünlülerde vs gözlemlemek kolay fakat 30 eşiği bu aralar sosyal mecralarda çok konuşulduğu için genç kızlar da sahiplendi bu incel söylemleri. Yeterince güzelseniz isterseniz 40 olun arkadaşlar, kul köle olurlar kapınızda. Net.
olay 32 yasinda 35 yasinda degersiz olman cop olman falan degil. kadinin en guzel en farkindalik sahibi kisiliginin oturdugu yaslar o yaslar aq. sorun o yasta ideal partnerini bulma ihtimalinin azalacak olmasi. sana kul kole olacak erkegi istemeyeceksin.
begendigin yasitin ya da senden hafif buyuk degerli erkekler evli ya da ciddi iliski sahibi olmus olacak. kapilmis olacaklar diye ozetliyoruz. ya da bosanmis cocuklu sorunlu tipleri cekeceksin. 23-25 yaslarindaki oglan cocuklari sana kucuk deneyimsiz ve toy gelecek (cunku sana gore gercekten oyle kalacaklar)
kaldi ki ben SAHSEN erkek olsaydim partnerimin 35 yasinda (ama cok guzel fasa fiso olup) her seyi deneyimlemis gozu acilmis belki beni kiyaslayabilecegi cok erkekle birlikte olmus olmasindan dolayi(cinsel degil kisiliksel) kadini tercih etmezdim. onun yerine ben de 20li yaslarda birlikte buyuyup gelisecegimiz deneyimleri birlikte yasayacagimiz gidilmemis ulkelere birlikte gidilecek ilk arabali sinemasini benimle yasayacak orda burda guzel anilar yetistirme potansiyeli olan kadini secerdim aq. hem o bana daha cok baglanirdi (if i treat her right) hem de daha cok sey paylasilirdi. bi ozelligi olurdu iliskinin. azicik empati yapinca insan vallahi buyuk resmi gorebilio ya
16 notes · View notes
vintages-s · 9 months
Text
Susmak zihni susturmak mı? Yoksa gönül alanında yol alabilmek için Hakk a odaklanmak mı? Susmak, durmak, seyirde olmak, gözlemlemek mi? Yoksa olumsuz yaratımı engellemek mi?
Susmak sadece ses çıkarmamak mı? Yoksa fark ettiğin açılımın, idrakin, şahitliğin peşinden gitmek mi?
25 notes · View notes
ashwynblog · 3 months
Text
"Taşlar, zamana meydan okuyan sessiz şahitlerdir. Onlar doğanın yavaş ve sabırlı bir şekilde şekillendirdiği eserlerdir. Her bir taş, kendi benzersiz hikayesini anlatır. Sertlikleriyle güçlü olduklarını simgelerken, yuvarlak hatlarıyla da zamanın akışını hatırlatır. Taşlar, bize dayanıklılığı ve direnci öğretirken, aynı zamanda dikkatlice incelenmeyi gerektiren derinliklerini keşfetmeyi hatırlatır. Taşlar, doğanın sanat eserleridir ve onları gözlemlemek, iç huzuru bulmak ve doğanın büyüsüne tanıklık etmek demektir."
3 notes · View notes
jnjo · 2 months
Text
neredesin, blog aç falan diye darlamayın diye baştan bildiriyorum na buradayım. ama sadece izlediğim filmler üstünden gevgevlerim var, aşırı amatörcedir, kendimi geliştirmeye çalışıyor ve düşünce olarak gelişimimi gözlemlemek için arşiv gibi kullanıyorumdur bydır.
4 notes · View notes
aynodndr · 3 months
Text
Tumblr media
Çok sevdiğim bir şiirdir ne çok şey anlatıyor, tekrar paylaşmak istedim...
PUSLU KADINLAR
Hafiften “kısık” sesli kadınlar vardır hani.
Bakışları derin.
Kendine özgü aurasıyla, ortaya çıktığında.
Kalabalığın arasında kolayca seçilen.
“Dönüp baktıran” kadınlar.
Ağlamasını, gülmesini.
Oturup kalkmasını izlemek,
Herhangi bir konuda rastgele anlattıklarını dinlemek keyiflidir.
Çevrelerine yaydıkları enerji farklıdır onların.
Ruhları farklıdır.
Vücut dilleri özgüvenli,
Ahenkli, çekicidir.
Bazen zarafetin doruklarında.
Bazen yosmalığın sınırlarında dolaşırlar.
Tizleştiğinde çatallanır bu kadınların sesi,
“Hızlı” yaşamaktan mı,
Uykusuzluktan, yorgunluktan mı,
Neden böyle olduğu bilinmez;
Gizemlidirler.
“Puslu kadınlar” derim ben onlara.
İçlerinden bazıları, adeta “askeri” bir disiplin altında yaşar…
Bazıları, gününü gün eder.
Yaşam tarzı kendine özgüdür hepsinin.
Değişken ya da tutarlı olabilirler.
Ama sesleri tizleştiğinde mutlaka çatallanır.
Gözlerinde nedeni belirsiz bir buğulanma vardır hep.
Gülerken ağlamaları,
Ağlarken gülmeleri vardır.
Görünmeyen ufuklara dalıp gitmeleri vardır.
Duydukları bir şarkı,
Gördükleri yağlıboya resim,
Yerdeki yaprakları birbirine katıp telaşla uçuşturan esinti,
Yağmurun başlaması
Onları alıp, uzaklara götürür.
Eski sevgililerinin buruk hatırasına daldıkları sanılır çoğu zaman.
İlgisi yoktur aslında.
Düşündükleri hayatın kendisidir.
Zamanın nasıl geçtiği,
Beş yıl sonra, on beş yıl sonra, neleri yapıp neleri yapamayacaklarıdır.
Hataları, günahları ve sevaplarıdır.
“Puslu” kadınlar kendileriyle yüzleşmeye meraklıdır.
İroniyi çok severler;
Kendileriyle dalga geçmeyi,
Ve gülmeyi.
Şen şakrak kahkahaları kapalı mekanlardan sokaklara taşar sık sık.
Çünkü “gülebiliyor olmanın” kıymetini bilirler.
Sevmekte çok başarılıdırlar.
Nasıl “kadın” olunur,
Nasıl mutlu edilir,
Nasıl can yakılır,
Bir erkeğin yanındaki, hayatındaki boşluk nasıl doldurulur
Çok iyi bilirler.
Hem tecrübeleriyle,
Hem sezgileriyle,
Karşılarındakinin beynini okurlar.
Hayatta her duruma karşı hazırlıklıdırlar.
Kalpleri birden fazla kez kırılmıştır.
Ama kırılmaya alışamamış.
Kırılma korkusunu aşamamış.
Çocuksu ve naif bir ruhları vardır öte yandan
Olanca güçleriyle sahiplenmeleri,
Savunmaları,
Başkalarıyla (aslında kendileriyle) savaşmaları vardır.
Kıskançlıkları,
Kaprisleri,
Ara sıra “arızaya bağlamaları” vardır.
Hem “kazanan” hem “kaybeden” sıfatını yakıştırabiliriz onlara.
Belki de bu yüzden
Puslu kadınlara saygı duyarım ben.
Yaşamışlıklarına,
Derinliklerine,
Sahip oldukları mutlak yeteneklerine,
Saygınlığı, kimseyi kandırmadan, göz boyamadan
“Kendileri gibi” davranarak avuçlarının içinde tutmalarına,
Toplumu eğitmelerine, erkekleri yontmalarına,
En güzel şarkıları sadece onların besteleyebiliyor olmasına,
Bu şekilde “kadınlık” kavramını onurlandırmalarına
Büyük saygı duyarım.
Puslu kadınların birçok ismi vardır benim için.
Kimi yerde Sezen’dir onun adı.
Kimi yerde Ayşe, Fatma…
Başka kültürlerde başka adları vardır.
“Amy” diye seslenenler çıkmıyor artık ama.
Bazen yıldızların ışığı erkenden sönüveriyor, üzülüyorum.
Mümkün olduğunca uzun yaşamalarını istiyorum.
Onları gözlemlemek, öğrenmek,
Onları yaşamak…
Bütün duyularımı onlara açıp, kana kana içmek için.
Puslu kadınları çok seviyorum ben.
Onlar hem çok özeldir, hem de…
En nihayetinde
Senin gibi biri.
Deniz Uğur
#Üfleyincegeçmiyorbazıyaralar
5 notes · View notes
Text
2024 yılı konserleri, biletleri ve genel durum hakkında bir yazı.
Tumblr media
Hepimizin malumu 2024 senesinde ülkemizde daha önce de konser vermiş birçok önemli Rock/Metal müzik grubunun etkinliği gerçekleşecek. Yaz aylarına kadar olan süreçte duyurulan diğer gruplar hariç “Scorpions” (açıklandığı saat biletler tükendi, ikinci gün planlandı. Bu etkinliğin biletleri de dakikalar içerisinde tükendi), “Megadeth” (aynı gün tükendi), “Judas Priest” konserleri açıklandı. Bu kadar büyük gruplar söz konusu olunca her zaman bilet bulma, bütçe ayarlama konusunda sıkıntılar yaşardık ama saatler hatta dakikalar içerisinde biletlerin tükenmesine pek alışık değiliz. Duyuru yapılması muhtemel başka gruplar için de birçok söylenti mevcut. Organizatörler gelen yoğun ilgiden şaşkın, dinleyiciler anında tükenen biletlerden dolayı sinirli. Grupların bu konuda bir görüşü var mı, soru işareti? Muhtemelen süreçle alakalı bir rahatsızlıkları yoktur. Bunlar kendilerini artık neredeyse yarım asırdır birçok farklı şekilde kanıtlamış gruplar. Geniş kalabalıklara hitap etmeye, “sold out” konserlere alışıklar, haklı olarak da konforlarına düşkünler. Yaşlılar (!), dolayısıyla da seyircide “bir daha göremeyiz kaygısı” var.
Hal böyleyken ortalıkta birçok asılsız ve yanlış bilgi dolaşmaya başladı. “Karaborsa”, “konserler neden statlarda yapılmıyor?”, “yabancılar”, hatta “kara para aklama” vs. gibi konu başlıkları türedi. Bunlara iki taraftan da yeterince fazla cevap verildi diye düşünüyorum. Ben de ucundan organizasyon işlerine girme eğiliminde olduğum için organizasyon tarafının yaşadığı zorlukları artık daha iyi şekilde algılayabiliyorum. Yılların dinleyicisi olduğum için de bu taraftaki öfkeyi hissedebiliyorum. Bu sebeple konuyla alakalı kendi fikirlerimi ve bundan sonra yapılabilecekleri not almak istedim. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bir tık fabrika ayarlarına dönüp özet geçmem lazım diye düşünüyorum. Kalıpların dışına çıkan bir alt kültürü anlatırken onu bir kalıbın içerisine almak, tanımlamaya çalışmak, tam ortasında olduğun bir şeyi tepeden görmek sıkıntılı durumlar fakat “biz” neyiz ya da neydik kısaca hatırlayalım…
Metal müzik 70’lerden günümüze her zaman isyanın, özgürlüğün, farklı yaşam tarzlarının ve kültürlerin sesi oldu. İnsanlar günlük yaşamlarındaki öfkelerini, hayal kırıklıklarını, yorgunluklarını bu müzikle aşmaya çalıştı, içindeki ve dışındaki canavarlarla, kem gözlülerle, garip bakışlarla, şeytanlarla, ejderhalarla bu müzikle savaştı. Metal müziği konuşurken asla standart bir müzik türü konuşması yapamazsınız. Bu müzik, bunu yapan insanlar ve dinleyen insanlar asla hafife alınmamalıdır. “Metalci” sadıktır. Dinlediği müziği geçici bir hevesle değil mezara girene kadar dinler. Dinlediği grubun albümünü sadece dinlemez, onun içerisinde yaşar. Sevdiği grubun sadece konserine gidip eğlenmez, orayı yıkar! “Metalci”, hayatla, düzenle, sistemle kavgası olandır. Toplum dayatmalarını, inanç baskılarını, kalıpları, tabuları ezer geçer. Buraya kadar yazdığım son derece eksik bilgileri ve tanımlamayı da ezer geçer! Bu dahil bütün genellemeler onun için yanlıştır!
Tumblr media
Dünya değişiyor (Galadriel girer…). Metal müzik çıkmış olduğu köklerin dışına taşarak fakir, zengin, genç, yaşlı ayırt etmeden toplumun her kesiminden insana hitap etmeye başladı. Sanayi işçisi öfkesini “Slayer” dinleyerek attı, özel sektör çalışanı “Anthrax”la. Umutsuz genç “Katatonia” dinledi, Yeditepeli “Limp Bizkit”, Ahmet ucuz bira satan bir barda “Megadeth”le sarhoş oldu, Mehmet kiraladığı chaletde “Judas Priest” açtı. Artık konserlerin dolmasındaki neden sadece eski neslin yetiştirdiği yeni jenerasyon, nüfus artışı, yabancılar vs. değil, metal müziğin toplum içerisindeki başka sınıflar arasında da yayılmasıdır. Bunu özellikle son on sene içerisinde gözlemlemek mümkün. Dünya geneli için de benzer şeyler konuşabiliriz. Gerçekler er ya da geç ortaya çıkar. Metal müzik “gerçek müzik” icra edilen bir alandır ve insanların kulakları, beyinleri, kalpleri artık neyin ne olduğunu ayırt edebiliyor. Metal müzik popüler olduğu 80’lerden beri ilk defa bu kadar hızlı bir ivmeyle yükseliyor. Her şeyde olduğu gibi bunun da olumlu ve olumsuz sonuçları var…
2000’ler ortası yirmili yaşlardaki ben ve arkadaşlarım, yaz aylarında gerçekleşecek bir konser ya da festival açıklandığında heyecandan yerimizde duramazdık. (Tıpkı şimdiki gibi.) Ne zaman biletler çıkacak? Nerede satılacak? Para, hız, azim, irade… Okul dersler her şey unutulur, dertler bunlar olurdu. “Guns N' Roses”, “Judas Priest”, “Metallica”, “Rock’n Coke”, “Sonisphere” festivalleri, “Uni Rock”lar, “Rock the Nations”lar… Neler yaşadık neler… Bizim durum şükürler olsun iyiydi ama para öyle her yere (konsere, kasete, CD’ye, tişörte, oyuncağa vs.) harcanmaz kültüründen geldiğimiz için harçlıklarımız kısıtlı, ailelerimiz patron şirketlerinde çalışan insanlardı. Para biriktirilir, tabiki yetmez. Rica minnet aileden eşten dosttan borçlar alınır, sözler verilir, dertler anlatılır, dükkana ya da gişeye koşulur, o biletler bir şekilde alınırdı. Şimdi gerçekleşmesi mümkün olmayan festivaller vardı. Her zaman tek tek, her gruba ayrı para vermek yerine birçok grubun katıldığı festivallere belli bir ücret verip günler boyunca tıpkı ecnebiler gibi “Metal”e doyardık. Ülke çok iyi durumdaydı, her şey süperdi, aman şahane yaşardık diye bir iddiam yok ama hiçbir zaman bu kadar kötü durumda değildi derdim kesinlikle var… Şimdilerde yirmilerinde ki bir genç eğer ailesinin maddi imkanları çok iyi boyutlarda değilse, bu saydığımız bütün konserlere gidemez noktada. Konserler arasından seçim yapmak zorunda. Seçse de yetmeyecek, o konserin biletine yetişmesi lazım. Yetişse de yetmeyecek artık gerçek sıralar yok, sanal sıralarda internet hızları ve yazılımlar arasında bileti kaybolup gidecek. Standart alan dışında diğer kategorilerde bu konserlerde hızlı bir şekilde tükendi. Peace sells… But who’s buying? (Galadriel çıkar…) 
Tumblr media
Hayat zor. Artık ortalama bir genç metal müzik dinleyicisi daha fazla çalışmak zorunda, daha fazla kazanmak zorunda, daha fazla odaklanıp diğer dinleyici arkadaşlarının önüne geçmek zorunda. Sadece bunlar yetmez. Belki bu seneyi kurtardı. Seneye de işlerin yolunda gitmesi lazım. Krizlerden, salgınlardan, hayatın getirdiği değişkenlerden etkilenmeden parayı kazanmanın bir yolunu bulup önümüzdeki sene gerçekleşecek olan bilet yarışında yerini garantilemeli. Bu sayede eğer “Metallica” konserini kazanırsa dört sene sonunda yurtdışında “Wacken” festivaline kabul edilebilir ve geleceğin çok iyi bir metalcisi olarak ülkemizi en doğru şekilde temsil edebilir… Şakası bir yana biz bu “yarışa” aslında çok adapteyiz. İyi okullar, iyi meslekler, iyi paralar… Yarış, koş, donan, asla durma! Hayatımız boyunca bize bu empoze edilmeye çalışıldı, gerçekler acıydı. Biz bu müziği tam olarak bu tarz tatsızlıklardan kaçmak için dinlediğimizden, kendimizi “yarışın“ ortasında bulmak biraz can sıkıcı olmuyor değil.
Yurtdışı festivallerinde gözlemleme fırsatı bulduğum kadarıyla, oradaki yirmili yaş ve altındaki gençler metal müzik konserlerine katılmayı abileri, ablaları kadar tercih etmiyor. Genelde orta yaş ve üstü bir ekip görüyorsunuz festivallerde. Bunun çeşitli sebepleri olabilir. Çocuklar henüz daha ekonomik bağımsızlıklarını kazanmamış durumda, şehirden uzak festival alanlarında konaklama zorlukları çekiyorlar vs. Fakat onlar için önemli değil. Ne de olsa kaygısız bir şekilde birkaç sene sonra o festivallere katılabilecek, istediği grubu zorlanmayacağı fiyatlarla dinleyebilecek, isterse dünyanın başka yerlerindeki konser ve festivallere de katılabilecek, aramızdaki yerlerini alacaklardır. Bu onlar için sadece çok da zor olmayan bir tercih meselesi. Bugün olmazsa yarın. Yarın olmazsa seneye, aman canım… Zaten sürekli festival var, zaten gruplar sürekli buraları turluyor, zaten sürekli yeni ve iyi gruplar da çıkıyor. Vur asayı şenlendir…  
Tumblr media
Peki, neden, nasıl böyle oluyormuş? Müthiş ekonomik durumları, devasa kayıt stüdyoları, konser ve festival alanları, sektörleşmeleri, şirketleşmeleri, devletlerinin sanata olan destekleri, acayip iyi hayal güçleri ve coğrafi konumlarının müsaitliği sebebiyle icra edilen harika albümler ve çıkan gruplar sayesinde mi elin çocuğu bizimkilerden daha iyi şartlarda metal müziğe hakim olabiliyor? Kesinlikle evet, tabiki evet. Fakat bunların hepsi sonuçlar. Buraya gelinene kadar emin olun oralarda da yaşanan süreçler, ödenen bedeller var. Malesef huyumuzdur; gidişi yaşamadan sonuca ulaşmaya çalışmak. Bizim toplum olarak belki de iç özlemimizdir. Çok daha iyi yerlerde olmuştuk evet ama o noktalara tekrardan, hemen geri dönemeyiz. Yeni bedeller ödemek, belki baştan başlamak, bir şeyleri göze almak lazım. Ekonomiye ve sisteme lanet (evet lanet olsun bu ayrı bir konu…), organizatöre küfür, mekanlara şikayet, küslükler, yakarışlar… Bunlarla bir yere varacağımızı düşünmüyorum.
Metal müzik evrenseldir. “Müzik” evrenseldir ve fakat gözlemlediğim her ülke, her millet kendi grubuna, kendi insanına önem vermeyi asla ihmal etmiyor. Bu gelişimi birbirlerine sırt çevirerek, birisi diğerinin ayağına taş koyarak, “sen Abdülhamit’i savundunlar”la, sen Kadıköy, ben Taksim diyerek vs. yaşamamışlar. İstisnalar tabiki vardır fakat Avrupa, Asya, Güney Amerika, dünya… vatandaşları, ülkelerindeki metal müzik gruplarına sahip çıkıyor, yerli festivallerini el üstünde tutuyor, yeni çıkış yapan gruplarını destekliyor. Biz de bu konuda ne kadar başarılı olursak, ileride o kadar rahat ederiz diye düşünüyorum. Sürekli dışarıdan al, hiçbir şey üretme, sadece tüket felsefesi sayesinde zaten her konuda şu anki durumdayız. Şartlar ne olursa olsun üretmek, duyurmak lazım. Bu bizim elimizi kuvvetlendirir, başımızı yeniden dikleştirir. Dış basında ve buraya gelmeyi düşünen grupların ajanslarında dikkat çeker. Yerli grupları, festivallerimizi destekleyelim. Katılımı arttıralım. İnanın henüz benim bile bilmediğim gerçekten çok iyi metal müzik icra eden yerli gruplarımız var. Avrupa gruplarından yetenek, ruh ve istek anlamında hiçbir eksikleri yok, fazlaları var. Benim bu söylemim yeni bir şey değil. Yıllardır bunu bağıran büyüklerimiz oldu, devam da ediyorlar. Bunu bir noktada artık gerçekleştirmemiz gerektiği için “yine yeni yeniden” bahsediyorum.
Tumblr media Tumblr media
Metal müziğe “hakim” olduk evet. “Bir daha gelmezler”, “ölürler”, “bak bu kaçmaz”, “ama ben hiç izlemedim ki” diyerek gidebildiğimiz ölçüde “oldschool” kafa metal müzik gruplarının konserlerine canımızı dişimize takıp gidiyoruz. Yine gidelim ama burayı da, kendi ülkemizi, gruplarını ve festivallerini de ihmal etmeyelim. İhmal ettiğimiz sürece çok sevdiğimiz, dinlemekten bıkmadığımız, gıpta ile baktığımız yabancı gruplar belki daha az belki daha sık üzerimize gelmeye devam edecek. Maliyetler artıyor, Alım gücü düşüyor, para el değiştiriyor. Gruplar gelecek, sadece şanslı bir azınlığın dinleme fırsatı bulabildiği etkinlikler yapacak. Gözden uzak gönülden ırak olur. Sevgili “metal” müziğimiz, isyanın sesi, başkaldırının son kalesi bize ihanet içerisindeymiş gibi hissetmeye başlanılacak. Onlara ulaşabildiğimiz tek yer olan albüm kapaklarına şüpheyle bakılacak, eski tatlar belki de alınamayacaktır. Kimse de bu konuda hiçbir şey yapamayacaktır. Senden başka hiç kimse, hiçbir şey yapamaz! Çok mu distopik geldi? Umarım öyledir. Bunlar hiç yaşanmasın, çok kötü, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek senaryolar olarak kalsın, kimse konserleri Maçka parkından dinlemek zorunda kalmasın… Metal müzik, Metal müzik olarak kalsın.
Uzun lafın kısası son tahlilde bana sorarsanız eğer, iç piyasamızı yükseltelim. Dikkat çeken yerli festivallerimizi ve gruplarımızı tekrardan canlandıralım. Bunları yapmak, hemen seneye gerçekleşmesi muhtemel olan yabancı grupların konserlerinin biletlerini ucuzlatmaz ya da daha iyi şartlarda biletlerine, konserlerine ulaşmamızı sağlamaz ama en azından ilk etapta bize, “Türkiye çok güzel”, “seyirci harika”, “teşekkürler”, “lahmacun çok güzel”, “baybay” konuşmalarından başka bir şeyler katar. Değişimin başlangıcı olur. Türk metal müziğini, hepimiz için her anlamda ileriye taşır. Özlediğimiz stat konserlerinin gerçekleştirilmesi belki yeniden gündeme gelir. Havaalanlarını, geniş arazileri tekrardan “metal” ile buluşturur. Organizasyonların alternatifleri çoğalır. Önümüze bakalım. Biz, bize bakalım. Özümüze, kültürümüze sahip çıkalım, Teke’yi sevelim, metalle kalalım. Gözlerinizden öperim :)
Tumblr media
3 notes · View notes
doriangray1789 · 11 months
Text
OT GÎBÎ YASAMAK...
(Linkedin de az once paylastim) 
Aramizda ot gibi yasayanlar var bir de üzerine basmaya korktuklarim.... bir de onların 'çimtiryakisi' diye bir grup varmış. Sanırım onların hayatı 'otopilot' modunda geçiyormuş!..
Aramızda ot gibi yaşayanlar var dedim ya, hayal edebiliyor musun? Tam da öyle, bazı insanlar hayatları boyunca sanki otun üzerinde oturuyor gibi geçiriyorlar günlerini. Sabahları kalkıyorlar, işlerine gidiyorlar, akşamları eve dönüp televizyonlarını açıyorlar ve oturma odasında ot gibi sessizce oturuyorlar. Belki de onların asıl yetenekleri, en uzun süreli sessizlik yarışmasında birinci olabilmek!
Hayatın karmaşasından uzak, sakin ve sessiz bir hayat sürmeyi tercih ediyorlar. Ne stres, ne heyecan, ne de macera arıyorlar. Onlar için dünyanın koşuşturmacasından uzaklaşmak, dışarıda olup bitenleri gözlemlemek ve tabii ki oturmak en büyük zevkleri. Kim bilir, belki de onlar birer 'otoloji' uzmanıdır ve oturmanın tüm inceliklerini öğrenmişlerdir.
Hatta aramızda ot gibi yaşayanlar için yeni bir hobinin potansiyeli olduğunu düşünebiliriz. 'Otu seyretme' yarışmaları, 'ot terapisi' oturumları veya 'ot masajı' gibi aktiviteler onların hayatlarına renk katabilir. Belki de dünyada en iyi 'ot fotoğrafı' çeken kişi onlardan çıkabilir!
Tabii ki, herkesin hayat tarzı farklıdır ve bazıları ot gibi yaşamayı tercih edebilir. Eğer sen de aramıza katılmak istersen, oturmanın püf noktalarını öğrenmek için 'otolog' birine başvurabilirsin. Kim bilir, belki de ot gibi yaşamanın sırrını keşfettikten sonra sen de aramızda en iyi ot gibi yaşayanlardan biri olabilirsin!
KENDINE BENI LAYIK BULAMAIN MI?
burasi sosyal medyanin en asosyal yeri...  haklisin sira disiyim koltuklanmis, konserve kalibina alinmis biri degilim, büyük rolü yapin ve  kaybolan ruhlardan degilim...  kendime yeten bir lisanim var ve bu dili konusmaktan cok mutluyum... EVDEN UZAKLASMA SAKIN kurlara ve çim biçenlere dikkat et...
youtube
7 notes · View notes
ruhsalseyler · 3 months
Text
Ruhsal Büyüme Nedir?
0 notes
kaanozer · 1 year
Text
Igor Stravinsky, Altı Derste Müziğin Poetikası
Tumblr media
İnsanın konumunun derin alt üst oluşlar geçirdiği bir zamanda yaşıyoruz. Modern insan değerleri anlama yetisini ve orantı duygusunu gitgide yitiriyor. Temel gerçekleri anlamadaki bu başarısızlık çok ciddi. Bu, kaçınılmaz olarak insan dengesinin temel yasalarının ihlaline götürür bizi. Bu yanlış anlamanın müzik alanındaki sonuçları şunlar: Bir yanda, müziği küçültüp köleleştirmek ve kolay faydacılığın ihtiyaçlarına uyarlayarak vülgarize etmek için aklı müziğin yüksek matematiği diyeceğim şeyden başka yöne çevirme eğilimi var; bunu az sonra Sovyet müziğini incelerken göreceğiz. Öte yanda, aklın kendisi rahatsızlık duyduğu için, zamanımızın müziği ve özellikle kendisine saf diyen ve öyle olduğuna inanan müzik, içinde patolojik bir kusurun semptomlarını taşıyor ve yeni bir ilk günahın tohumlarını saçıyor. Eski ilk günah, asıl olarak bir bilgilenme günahıydı; yeni ilk günahsa deyim yerindeyse, her şeyden önce bir kabul etmeme günahı; gerçeği ve ondan kaynaklanan yasaları, temel dediğimiz yasaları onaylamayı reddetme günahı. Öyleyse müzik alanında bu gerçek ne? Yaratma etkinliği üzerinde ne gibi yankıları var?
Unutmayalım, “Ruh nerde isterse orda soluk alır”* denmiştir. Bu önermede her şeyden önce dikkat edilmesi gereken, “istemek” sözcüğüdür. Demek ki ruha bir irade gücü bahşedilmiştir: Spekülatif irade ilkesi bir gerçektir.
İşte tam bu gerçeğe sık sık karşı çıkılmıştır. İnsanlar zanaatçının eserinin haklılığını değil, ruhun soluğunun ne yöne gittiğini sorgulamaktadır. Böyle yapınca, ontoloji hakkındaki duygularınız ya da kendi felsefe ve inançlarınız ne olursa olsun, ruhun (bu kapsamlı sözcüğü ister büyük ister küçük harfle başlatın) özgürlüğüne saldırdığınızı kabul etmeniz gerekir. Hıristiyan felsefesine inanıyorsanız, bu durumda Kutsal Ruh kavramını da reddetmek zorunda kalırsınız. Agnostik ya da ateistseniz, en azından özgür düşünür olmayı reddetmek zorunda kalırsınız.
Şuna dikkat edin, dinleyici dinlediği eserden zevk aldığında buna karşı çıkılması asla söz konusu değildir. Müzikseverlerin en az bilgili olanı, bir eserin dış yüzüne hemen sarılıverir; genellikle müziğin özüne bütünüyle yabancı nedenlerle eserden zevk alır. Bu zevk onun için yeterlidir ve haklı çıkarılması gerekmez. Ama eğer dinlediği müzikten hoşlanmamışsa, müzikseverimiz sizden hoşnutsuzluğuna bir açıklama getirmenizi isteyecektir. Özü gereği dile getirilemeyecek bir şeyi açıklamanızı talep edecektir.
Ağacı meyvalarına bakarak yargılarız. Öyleyse meyvalara bakın, köklere burnunuzu sokmayın. Bir organın işleyişini görmeye alışkın olmayanlara o organ ne kadar acayip gözükse de, işlevi organı haklı çıkarır. Snob çevreler, Montesquieu’nün bir karakteri gibi, “İnsan nasıl İranlı olabilir” diye hayret eden kişilerle doludur. Bunlar bana hep, hayvanat bahçesinde ilk kez bir hecin devesi gören köylüyü hatırlatır. Köylü hayvanı uzun uzun incelemiş, hayretle kafasını sallayarak oradan ayrılırken, “Gerçek değil bu” demiş.
Öyleyse bir eser, işlevlerinin engellenmemiş oyunu yoluyla açıklık ve haklılık kazanır. Bu oyunu kabullenmekte ya da reddetmekte özgürüz ama onun var olduğu gerçeğini sorgulamaya kimsenin hakkı yoktur. Her türlü yaratımın kökeninde yatan spekülatif irade ilkesini yargılamak, ona karşı çıkmak ya da onu eleştirmek açıkça yararsızdır. Saf haliyle müzik, özgür spekülasyondur. Bütün çağların sanatçıları bu kavramı sürekli olarak kanıtlamışlardır. Kendi payıma, onların yaptığı gibi yapmaya çalışmamak için bir neden görmüyorum. Kendim yaratılmış olduğum için, ister istemez yaratma arzusu duyuyorum. Bu arzuyu harekete geçiren ne; onu verimli kılmak için ne yapmalıyım?
Yaratım sürecinin incelenmesi fazlasıyla nazik bir iş. Aslında bu sürecin iç işleyişini dışardan gözlemlemek olanaksız.
Sürecin evrelerini başka birinin eserinde izlemeye çalışmak boşuna. Aynı şekilde, insanın kendini gözlemlemesi de çok zor.
Gene de, bu özünde kararsız konuda size yol gösterme şansına sahip olmak için yapabileceğim tek şey içgözlemi yardıma çağırmak. Müzikseverlerin çoğu, bestecinin yaratıcı hayal gücünü harekete geçiren şeyin, genellikle ilham diye adlandırılan bir tür coşkusal rahatsızlık olduğuna inanır.
İnceleyeceğimiz doğuş sürecinde ilhama verilen bu olağanüstü rolü yadsımak gibi bir düşüncem yok; yalnızca, ilhamın hiçbir şekilde yaratma ediminin önkoşulu olmadığını, tersine, kronolojik bakımdan ikincil bir tezahür olduğunu öne sürüyorum.
İlham, sanat, sanatçı gibi birçok -en azından puslu- sözcük, içinde spekülatif ruhun soluk aldığı, her şeyin denge ve hesap işi olduğu bir alanı açık seçik görmemizi önler. İlhamın kökünde bulunan coşkusal rahatsızlık ancak daha sonra ortaya çıkabilir. Bu coşkusal rahatsızlık üzerine ileri geri konuşan insanlar ona bizi şoka uğratan ve terimin kendisine gölge düşüren bir anlam yakıştırıyorlar. Bu coşkunun, henüz yaratma ediminin nesnesi olan, sonradan sanat eseri haline gelecek o bilinmeyen varlığın hakkından gelmeye çalışan yaratıcının bir tepkisi olduğu açık değil mi? Adım adım, halka halka, eseri meydana getirme başarısına erişecektir. Söz konusu coşkuyu ortaya çıkaran, işte bu keşifler zinciri ve tek tek keşiflerdir. İştahın yol açtığı salgı akışı gibi neredeyse fizyolojik bir refleks olan bu coşku, yaratım sürecinin evrelerini her zaman yakından takip eder.
Her yaratım, kökeninde, keşfin önceden tadına varılmasının ortaya çıkardığı bir tür iştahı varsayar. Yaratma edimindeki bu önceden alınan tat, ele geçirilmiş olmasına rağmen henüz anlaşılmayan, bilinmeyen bir varlığın sezgisel kavranışına eşlik eder. Ancak sürekli tetikte olan bir tekniğin uygulanmasıyla kesin şeklini alabilecek bir varlıktır bu.
Dikkatimi çeken müzikal öğeleri düzenleme düşüncesinin bile bende uyandırmaya yettiği bu iştah, ilham gibi rastlantıya bağlı bir şey değil, sürekli olmasa da doğal bir ihtiyaç kadar alışılmış ve periyodik bir şeydir.
Bir taahhüde ilişkin bu önsezi, zevkin bu önceden tadına varış, modern bir fizyologun diyeceği gibi bu şartlı refleks, beni çekenin keşif ve güç görev düşüncesi olduğunu gösterir açıkça.
Eserimi kağıda geçirme eyleminin kendisi, hamuru yoğurma dediğimiz şey, benim için yaratma zevkinden ayrılması olanaksız bir şeydir. Kendimi göz önüne aldığım sürece, ruhsal çabayı psikolojik ve fiziksel çabadan ayıramıyorum; bunlar benim karşıma aynı düzeyde çıkıyor, bir hiyerarşi oluşturmuyorlar.
Günümüzde genel olarak anlaşıldığı şekliyle sanatçı sözcüğü, bu adın yakıştırıldığı kişiye en üst düzeyden entelektüel bir itibar, saf akıl olarak kabul edilme ayrıcalığı veriyor. Benim görüşümce bu gösterişçi terim homo-faber** rolüne bütünüyle aykırıdır.
Bu noktada şunun hatırlatılması lazım: Payımıza hangi uğraş alanı düşmüş olursa olsun, entelektüel olduğumuz doğruysa, düşünüp taşınmak yerine icraatta bulunmamız gerekir.
Filozof Jacques Maritain’in hatırlattığı gibi, ortaçağ uygarlığının güçlü yapısında sanatçılar zanaatçılarla aynı düzeydeydi. “Ve sanatçının bireyciliği her tür anarşik gelişmeye kapalıydı, çünkü doğal bir toplumsal disiplin ona dışardan birtakım sınırlayıcı koşullar dayatıyordu.” Sanatçıyı icat eden, onu zanaatçıdan ayırarak yücelten Rönesans’tır.
Başlangıçta sanatçı adı, Sanat Ustaları denen felsefeci, simyacı, sihirbaz gibi kişilere verilirdi; ressamlar, heykeltraşlar, müzisyenler, şairler yalmzca zanaatçı olarak anılma hakkına sahiptiler.
Çeşit çeşit aletleriyle Can verir ince zanaatçı Mermere, bakıra, bronza
der şair du Bellay. Montaigne de Denemeler’inde “ressamlar, şairler ve öteki zanaatçılar” diye sayar. 17. yüzyılda bile, La Fontaine ressamın birini zanaatçı diye selamlar ve bu yüzden de bugünkülerin çoğunun atası sayılabilecek huysuz bir eleştirmenden iyi bir azar işitir.
“Yapılacak iş” düşüncesi benim için malzemenin düzenlenmesinden ve işin fiilen yapılmasından alman zevkle o kadar yakından bağlıdır ki bir mucize gerçekleşip eserim bana tamamlanmış haliyle verilseydi, bir aldatmaca yapılmış gibi utanıp sıkılırdım.
Müziğe karşı bir görevimiz var: Onu icat etmek. Savaş yıllarında bir gün Fransız sınırını geçerken bir jandarmanın bana mesleğimi sorduğunu hatırlıyorum. Ona gayet doğal bir ifadeyle mesleğimin müzik icat etmek olduğunu söyledim. Bunun üzerine pasaportumu kontrol eden jandarma, orada neden “kompozitör” yazdığını sordu. Ben de ona “müzik icat etme” ifadesinin benim mesleğime sınırları geçebilmem için verilen belgelerde yakıştırılan terimden daha iyi uyduğunu anlattım.
İcat etme hayal etmeyi gerektirir ama onunla karıştırılmamalıdır. Çünkü icat etme eylemi, şanslı bir buluş yapılmasını ve buluşun tam olarak gerçekleştirilmesini gerektirir. Hayal ettiğimiz şey somut bir biçim almak zorunda değildir, eyleme geçmemiş bir halde kalabilir. Oysa icat, gerçekleştirilmiş halinin dışında tasavvur edilemez.
Demek ki bizi burada ilgilendiren, kendi halindeki hayal gücü değil, yaratıcı hayal gücüdür; tasarlama düzeyinden gerçekleştirme düzeyine geçmemize yardım eden yetenektir.
İşimi yaparken aniden beklenmedik bir şeyle karşılaşıp tökezlerim. Bu beklenmedik öğe dikkatimi çeker. Onu bir tarafa not ederim, zamanı gelince yararlı bir şekilde kullanırım. Şansın ortaya çıkardığı bu olanağı, genellikle fantezi denen hayal gücünün kaprisleriyle karıştırmamak gerekir. Fantezi, insanın kendini kaprise terk etmeye baştan karar verdiği bir durumu ima eder. Biraz önce sözünü ettiğim beklenmedik öğenin yardımı bundan bütünüyle farklı bir şeydir. Yaratım sürecinin süredurumuna içkin bir biçimde bağlı bir işbirliğidir bu ve çıplak iradenin kaçınılmaz sertliğini yumuşatmak üzere tam yerinde gelen talep edilmemiş olanaklarla doludur. Böyle olmasıda iyi bir şeydir.
“Zarif bir şekilde teslim olan her şeyde,” diyor bir yerde G.K. Chesterton, “bir direnç bulunmalı. Yaylar büküldüğünde güzeldir çünkü bükülmemeye çalışırlar. Merhametin etkilediği adalet gibi azıcık baş eğen katılık, dünyadaki bütün güzelliktir. Her şey dosdoğru büyümeye çalışır ama ne mutlu ki hiçbiri bunu başaramaz. Dosdoğru büyümeye çalışın, hayat sizi bükecektir.”
Yaratma yeteneği bize hiçbir zaman tek başına verilmez; her zaman gözlem yeteneğiyle el ele gider. Gerçek yaratıcı, çevresindeki en sıradan, en iddiasız şeylerde bile her zaman dikkate değer bir şey bulabilme hüneriyle ayırt edilebilir. Güzel bir manzarayla ilgilenmek zorunda değildir; çevresini nadir ve değerli nesnelerle kuşatması gerekmez. Keşif yapmak için yola düşmek zorunda değildir: Bunlar her zaman elinin altındadır.
Etrafına şöyle bir bakması yeter. Aşina şeyler, her yerde bulunan şeyler onun dikkatini çeker. En küçük rastlantılar ilgisini uyandırır ve çalışmalarını yönlendirir. Parmağı kaysa, önemser; yeri geldiğinde bir anlık hatanın görmesini sağlayacağı umulmadık bir şeyden kazanç sağlayabilir.
İnsan rastlantıyı kendisi düzenleyemez: Ancak onu gözlemler ve ondan ilham alabilir. Rastlantı belki de bize gerçekten ilham veren tek şeydir. Hayvanların yeri eşelediği gibi, besteci de hedef gütmeden doğaçlama yapar. İkisi de eşeler durur, çünkü bir şeyler bulup çıkarma saplantısına teslim olmuşlardır. Bu araştırma bestecinin hangi dürtüsünü tatmin eder? Nedamet getiren biri gibi bazı kuralları mı yerine getirmeye çalışmaktadır? Hayır, o kendi zevkinin peşindedir. Çaba göstermeden bulamayacağını çok iyi bildiği bir doyumu aramaktadır. İnsan kendi kendini sevmeye zorlayamaz ama aşk anlamayı gerektirir, anlamak için de insanın gayret sarf etmesi lazımdır.
Bu, ortaçağda saf aşkı savunan ilahiyatçıların ortaya attığı sorunun aynısıdır. Sevmek için tanımak, tanımak için sevmek: Burada bir kısırdöngü içinde değiliz; bir sarmal içinde yükseliyoruz; yeter ki ilk çabayı göstermiş ya da sadece olağan bir egzersizden geçmiş olalım.
Şunları yazarken Pascal’ın da aklında özellikle bu vardı: Alışkanlık “otomatı kontrol eder, o da mekanik bir biçimde zihni kontrol eder. Zira, yanlış anlamaya hiç yer yok; zihin olduğumuz kadar otomatız da…”
Aldığımız kokunun izinde, zevkimizin peşinde eşelenmeyi sürdürürken, birdenbire bilinmeyen bir engele takılırız. Sarsılırız, şok geçiririz ve bu şok, yaratıcı gücümüzü artırır. Gözlemleme ve gözlemlediğinden bir şey çıkarabilme yetisi, kendi çalışma alanında en azından kazanılmış bir kültüre ve doğuştan bir beğeniye sahip kişilere özgüdür ancak. Tablo alıp satan bir sanatseveri düşünün: Tanınmamış bir ressamın tablolarını ilk alan kişi oluyor, bu ressam yirmi beş yıl sonra Cézanne adıyla ünleniyor: Bu sözünü ettiğim doğuştan sahip olunan beğeni için açık bir örnek oluşturmaz mı? Seçiminde ona rehberlik eden başka ne olabilir ki? Bir koku alma yeteneği; bu beğeniyi türeten bir içgüdü: Düşünceden önce gelen, bütünüyle kendiliğinden bir yetenek.
Kültüre gelince, toplumsal alanda eğitimi incelten, akademik öğretime destek olan ve onu tamamlayan bir tür terbiyedir o. Bu terbiye beğeni konusunda çok önemlidir ve beğenisini sürekli geliştirmezse anlayış gücünü yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak yaratıcı için elzemdir. Zihnimizin de bedenimiz gibi sürekli egzersize ihtiyacı vardır. Onu işlemezsek, körelip gider.
Beğeninin tam değerini ortaya çıkaran ve ona uygulama yoluyla değerini kanıtlama fırsatı veren, kültürdür. Sanatçıya bir kültür kabul ettirilmiştir, o da bunu başkalarına kabul ettirir. Gelenek böyle yerleşir.
Gelenek alışkanlıktan bütünüyle farklı bir şeydir; en yerleşik alışkanlıktan bile, çünkü alışkanlık, tanımı gereği, farkında olmadan edinilir ve mekanik olma eğilimindedir; oysa gelenek, bilinçli ve düşünerek kabullenme sonucunda oluşur. Gerçek bir gelenek, geri getirilemeyecek bir geçmişin kanıtı değil, şimdiki zamanı canlandıran ve bilgilendiren hayat dolu bir güçtür. Geleneğe girmeyen her şeyin intihal olduğunu öne süren paradoks, bu anlamda doğrudur.
Gelenek geçmişin yinelenmesini ima etmek şöyle dursun, sürüp gidenin gerçekliğini varsayar. Kuşaktan kuşağa geçen bir yadigar, insana ahfadına aktarmadan önce ürün vermesini sağlama koşuluyla intikal eden bir miras gibidir.
Brahms Beethoven’den altmış yıl sonra doğdu. İkisi arasında her bakımdan büyük bir uzaklık vardı. Aynı şekilde giyinmiyorlardı ama Brahms Beethoven’in hiçbir giysisini ödünç almadan onun geleneğini izledi. Bir yöntemi ödünç almanın bir geleneğe uymakla hiçbir ilgisi yoktur. “Bir yöntem, bir başkasının yerine konur; bir gelenekse, yeni bir şey üretmek üzere ileri götürülür.” Gelenek böylece, yaratımın sürekliliğini sağlar. Biraz önce verdiğim örnek, istisna değil, değişmez bir yasanın yüzlerce kanıtından biridir. Doğal bir ihtiyaç olan bu gelenek duygusu, bir bestecinin yüzyıllar ötesinden eski bir ustayla kendi arasında bulunduğu akrabalığı doğrulamak istemesiyle karıştırılmamalıdır.
Operam Mavra, eski Rus-İtalyan operasında gittikçe daha çok beğendiğim vokal üslupla konvansiyonel dil ve melodik eğilimlere duyduğum yakınlıktan doğmuştur. Bu yakınlık bana, tamamen doğal bir şekilde, müzik çevreleri dikkatlerini tamamen müzikli drama çevirmiş oldukları için günümüzde kaybolmuş gibi görünen bir gelenek yolunda rehberlik etmiştir. Bu müzikli dram ne tarih açısından herhangi bir geleneği temsil eder, ne de müzik açısından herhangi bir gerekliliği yerine getirir. Müzikli dram modasının patolojik bir kökeni vardır. Ne yazık ki Pélléas et Mélisande’ın alçakgönüllülüğü içinde taptaze olan müziği bile, Wagner’ci sistemin tahakkümünü sarsan birçok niteliğine rağmen bizi düzlüğe çıkaramamıştır. Mavra’nın müziği Glinka ve Dargomiski geleneği içinde kalır. Bu geleneği yeniden kurmak gibi en küçük bir niyetim olmadı. Yalnızca, Puşkin’in, konusunu kullandığım öyküsüne çok iyi uyan canlı opéra-bouffe tarzında sıram gelmişken şansımı denemek istedim. Mavra, model aldığı eserlerin ortaya çıkmasından yüz yıl sonra müziğimin konuştuğu dilin yeniliğiyle, yarattıkları geleneğin böyle bir tezahürünü hiçbirinin geçerli kabul etmeyeceğinden emin olduğum bestecilerin anısına ithaf edilmiştir. Müzikli dramın gürültü patırtısı içinde sesleri boğulan ve aşağılanan müzikli diyalogların üslubunu yenilemek istemiştim. Böylece, Rus-İtalyan geleneğinin tazeliğinin zevkine yeniden varabilmek için yüz yılın geçmesi gerekti. Bu gelenek, yaşanan anın ana çizgisinin dışında varlığını sürdürmüş ve içinde her zaman, şişirilmiş kibrin boşluğunu saklayamadığı müzikli dramın zehirli havasından bizi kurtarabilecek, iyi deveran eden, sağlıklı bir hava taşımıştır.
Dile düşmüş Gesammt Kunstwerk kavramıyla kavga çıkarma peşinde oluşum nedensiz değil. Yalnızca geleneğe dayanmayışından, sonradan görmelere özgü kendini beğenmişliğinden dolayı kınamıyorum onu. Davasını çok daha fazla zayıflatan şey, kuramlarının uygulanmasıyla müziğin kendisine müthiş bir darbe indirilmiş olması. Ruhsal bir anarşinin yaşandığı her dönemde, ontoloji duygu ve beğenisini kaybeden insan kendi durumundan ve alın yazısından dehşete düşer ve böyle anlarda her zaman, artık bir dini olmayanlara din hizmeti veren gnostisizmlerden biri beliriverir; tıpkı uluslararası kriz dönemlerinde gazeteleri istila eden kâhinler, Hint fakirleri ve falcılar gibi. Wagnerism’in huzurlu günleri geride kaldığı ve işleri yeniden yoluna koymak için üzerinden yeterince zaman geçtiği için bunları artık daha rahat konuşabiliyoruz. Sağlıklı kafalar Gesamtkunstwerk cennetine zaten hiçbir zaman inanmamış, onun cazibesine her zaman gerçek değerini vermişti.
Müziğin böyle bir dramatik sistemi benimsemesine hiç gerek görmediğimi söylemiştim. Bir şey daha ekleyeceğim: Bu sistem, müzik kültürünü yükseltmek şöyle dursun, durmadan onun altını oymuş ve sonunda en paradoksal bir biçimde değerini düşürmüştür. Geçmişte insanlar kolay müzik eserleriyle eğlenmek için operaya giderdi. Sonraları, dram seyredip esnemek için gider oldular. Kendi yasalarına yabancı kısıtlamalar yüzünden dramlar içinde insafsızca felç edilen müzik, Wagner’in büyük yeteneğine rağmen, en dikkatli dinleyiciyi bile bitkin düşürmekten geri kalmamıştır.
Böylece, hiç çekinmeden saf duyusal haz olarak görülen müzikten, birdenbire, kahramanlık gereçleri, savaşçı mistisizm cephaneliği ve kirli sofulukla bezenmiş sözleriyle Sanat-Din’in kasvetli saçmalıklarına ulaştık. Öyle ki müzik hor görülmekten kurtulduğunda kendini edebi çiçekler altında boğulmuş buldu. Dramı simgelerden oluşan bir yamalı bohçaya, müziğin kendisini de bir felsefi spekülasyon nesnesine çevirmeye meyleden bir yanlış anlamaya karşı, şükürler olsun ki müzik, kültürlü kamuoyuna sesini duyurmayı başardı. Spekülatif ruhun nasıl raydan çıktığını ve müziğe daha iyi hizmet etme kisvesiyle ona nasıl ihanet ettiğini de böylece görmüş olduk.
Karşıt ilkeler üzerine kurulmuş müzik, ne yazık ki, zamanımızda henüz değerinin kanıtlarını göstermemiştir. Wagner’ci modanın en yükseklerde olduğu bir dönemde, birkaç vatandaşıyla birlikte Fransız opéra comique tarzında seçkinleşen ve o zor zamanlarda dram sanatının sağlıklı geleneğini sürdürebilen Chabrier’nin kendini Wagner’ci ilan etmesi ilginçtir. Şu bir grup gözalıcı başeserde varlığını sürdüren, söz konusu gelenek değil midir:
Gounod’nun Le Médecin malgré lui, La Colombe ve Philémon et Baucis’i; Léo Delibes’in Lakmé, Coppélia, Sylvia’sı; Bizet’nin Carmen’i; Chabrier’nin Le Roi malgré lui ve L’Etoile’i; Messager’nin La Béarnaise ve Véronique’i, yakınlarda bunlara bir de genç Henri Sauguet’nin Chartreuse de Parme’ı eklendi.
Büyük Verdi’nin damarlarına bile sızan müzikli dram zehirinin ne kadar keskin ve yapışkan olduğunu bir düşünün.
Geleneksel operanın bu ustasının, birçok otantik başeserle bezenmiş uzun hayatının sonunda, kariyerini Wagner’in en iyi eseri olmadığı gibi Verdi’nin de en iyi operası olmayan Falstaffla noktalamış olmasına nasıl üzülmeyiz?
Verdi’nin en iyi eserini bize Rigoletto, Il Travatore, Aida ve La Traviata’yı veren dehanın bozulmasında bulan genel görüşe karşı çıktığımın farkındayım. Bu büyük bestecinin eserlerinde tam da yakın geçmişin elit çevrelerinin küçümsediği şeyi savunduğumu biliyorum. Bunları söylemek zorunda kaldığım için üzgünüm ama şunu iddia ediyorum ki. örneğin söz konusu elit çevrelerin acınacak bir hafiflikten başka bir şey görmediği La donna è mobile adlı aryada, Ring’deki*** retorik ve bağırış çağırıştan daha fazla cevher ve gerçek buluş vardır.
Kabul edelim etmeyelim, Wagner’ci dram sürekli gösteriş yapar. Parlak doğaçlamaları senfoniyi ölçüsüzce şişirir ve ona Verdi’nin her sayfasında çiçek açan hem alçakgönüllü hem de soylu buluşlardan daha az gerçek cevher kazandırır.
Derslerimin başında, düzen ve disiplinin gerekliliğine sürekli geri döneceğimi söylemiştim; şimdi aynı temaya dönerek sizi biraz yoracağım.
Richard Wagner’in müziği, müzikteki özgül anlamıyla, kurulmuş olmaktan çok doğaçlamadır. Aryalar, gruplar ve bunların bir operanın yapısı içindeki karşılıklı ilişkileri, eserin bütününe, içsel ve esaslı bir düzenin dışsal ve görülebilir tezahürü olan bir tutarlılık verir.
Wagner ile Verdi arasındaki karşıtlık, benim bu konudaki düşüncelerimin iyi bir örneğidir. Verdi laternacıların repertuvarına havale edilirken, Wagner’i tipik bir devrimci olarak selamlamak moda olmuştu. Düzensizlik kültünde yücelik bulunan bir dönemde düzenin sokak köşeleri müzünün eline terk edilmesinden daha anlamlı bir şey olamaz.
Wagner’in eserleri, doğrusunu söylemek gerekirse, düzensizlik eğilimine değil, düzensizliği telafi etmeye çalışan bir eğilime tekabül eder. Sonsuz melodi ilkesi bu eğilimi mükemmel bir şekilde sergiler. Bitmesinin hiçbir nedeni olmadığı gibi başlamasının da hiçbir nedeni olmayan bir müziğin aralıksız oluşumudur bu. Bu durumda sonsuz melodi, uyumlu bir cümlenin müzikal seslendirilişi olduğunu söylediğimiz melodinin saygınlığına ve tam da işlevine bir hakaret sayılır. Wagner’in etkisiyle, şarkının hayatını koruyan yasalar ihlal edildi ve müzik melodik gülümsemesini yitirdi. Wagner’in tarzı belki bir ihtiyaca cevap verdi ama bu ihtiyaç müzik sanatının olanaklarıyla bağdaşmıyordu; çünkü müzik sanatında, onu algılayan organın sınırlılıklarına tam olarak uyan bir ifade kısıtlaması vardır. Kendisine kısıtlamalar getirmeyen bir besteleme tarzı, katışıksız fanteziye dönüşür. Ürettiği etkiler tesadüfen eğlendirebilir ama bunların yinelenmesi mümkün olmaz. Yinelenen bir fanteziyi havsalam almıyor çünkü yinelenmesi fanteziye ancak zarar verebilir.
Bu fantezi sözcüğüyle ilgili olarak, birbirimizi doğru anlayalım. Bu sözcüğü, belli bir müzikal biçime bağlı anlamıyla değil, insanın kendini hayal gücünün kaprislerine bırakmasını varsayan anlamıyla kullanıyoruz. Bu, bestecinin iradesinin isteyerek felce uğratılmasını da varsayar. Zira hayal gücü yalnızca kaprisin anası değil, yaratıcı iradenin de hizmetçisidir. Yaratıcının işlevi bu hizmetçiden aldığı öğeleri elekten geçirmektir, çünkü insan etkinliği kendi üzerine sınırlar koymak zorundadır. Sanat ne kadar kontrol edilir, sınırlanır, üzerinde çalışılırsa, o kadar özgür olur.
Kendi açımdan, çalışmaya başlarken önümde açılan olanakların sonsuzluğu karşısında her şeyin mübah olduğunu hissettiğim zaman, bir tür dehşet duygusuna kapılırim. En iyi sinden en kötüsüne kadar her şeye izin varsa, hiçbir şey bana direnmiyorsa, o zaman hiçbir çaba tasavvur edilemez, temel olarak kullanabileceğim hiçbir şey yoktur, sonuç olarak her girişim boşunadır.
Bu durumda kendimi bu özgürlük uçurumunda yitirmem mi gerekiyor? Bu sonsuzluğun fiili gerçekliği önünde beni eline geçiren bu başdönmesinden kurtulmak için neye sarılabilirim?
Yenilmemem gerek. Dehşet duygusunun üstesinden geleceğim ve kromatik aralıklarıyla gamın yedi notasının, güçlü ve zayıf vurgulamaların elimin altında olduğunu, bütün bunlarda beni biraz önce korkutan tedirgin edici ve başdöndürücü sonsuzluk kadar geniş bir deneyim alanını önüme seren somut ve sağlam öğelere sahip olduğumu düşünmem güvenimi tazeleyecek. Her oktavda oniki sesi ve bütün olası ritmik çeşitlemeleri emrinde tutan bileşimlerin bana insan dehasının hiçbir zaman tüketemeyeceği zenginlikler vaat ettiğinden emin olarak, köklerimi bu alana salacağım.
Sınırsız özgürlük yüzünden içine düştüğüm sıkıntıdan beni kurtaran, burada söz konusu olan somut şeylere her zaman hemen dönebilmemdir. Kuramsal bir özgürlük karşısında elimden bir şey gelmez. Sonlu, belirli bir şey verin bana; yalnızca sahip olduğum olanaklar ölçüsünde müdahalelerime cevap verecek bir malzeme verin. Böyle bir malzeme bana kendini sınırlılıklarıyla birlikte sunar. Ben de ona ister istemez sınırlılıklarımı yüklerim. Hoşumuza gitse de gitmese de burada zorunluluklar dünyasındayız. Şimdiye kadar hangimiz sanatın bir özgürlük dünyasından başka bir şey olduğunun söylendiğini duyduk? Sanatın sıradan etkinliklerin sınırları dışında olduğu düşünüldüğünden, bu tür sapkınlık her yerde yaygındır. Başka her şeyde olduğu gibi sanatta da ancak dirençli bir temel üzerine bina kurulabilir: Baskıya sürekli boyun eğen şey, hareketi sürekli olanaksız kılar.
Demek ki benim özgürlüğüm, giriştiğim her işte kendime yüklediğim dar çerçeve içinde dolaşmaktır.
Daha da ileri gideceğim: Etkinlik alanımı ne kadar sınırlarsam ve kendimi ne kadar çok engelle kuşatırsam, özgürlüğüm de o kadar büyük ve anlamlı olacaktır. Sınırlamayı azaltan gücü de azaltır. İnsan kendini ne kadar kısıtlarsa, ruhuna pranga vuran zincirlerden de kendini o kadar kurtarabilir. Bana yaratmamı emreden sese önce korkuyla karşılık veririm; sonra, yaratım sürecine katılan ama henüz onun dışında duran şeylerle silahlanıp kendime güvenimi tazelerim; sınırlamanın keyfiliği ise icranın kesinliğini sağlamaya yarar.
Bütün bunlardan varacağımız sonuç, amacımıza ulaşamama kaygısıyla dogmalaştırma yapmanın kaçınılmazlığıdır. Bu sözcükler canımızı sıkıyor ve sert geliyorsa, dile getirmekten sakınabiliriz. Gene de bunlar kurtuluşun sırrını taşıyor: “Açık ki,” diyor Baudelaire, “retorik ve vezin teknikleri keyfi olarak icat edilmiş tiranlıklar değil, bizzat ruhsal varlığın düzenlenişinin gerektirdiği bir kurallar koleksiyonudur ve bunlar hiçbir zaman özgünlüğün kendini tam olarak göstermesini engellememiştir. Tersine, özgünlüğün çiçek açmasına yardımcı olmuşlardır demek çok daha doğru olur.”
* Aziz Yuhanna’ya göre Ahit, 3:8.
** Çalışan insan.
*** Wagner’in dört operasından oluşan Der Ring des Nibelungen dizisi kastediliyor. İlk kez 1876’da dördü bir arada Bayreuth’ta temsil edilen bu operaların adları: Das Rheingold, Die Walküre, Siegfried ve Götterdämmerung’dur.
Igor Stravinsky Altı Derste Müziğin Poetikası
İngilizce çevirisinden özgün metinle karşılaştırarak çeviren: Cem Taylan Pan Yayıncılık
9 notes · View notes
yantekerlek · 1 year
Text
"Genel olarak, Müslüman erkeklerin karakterini gözlemlemek için birçok fırsatım oldu ve önyargılı insanların, düşüncelerin bize inandırmak istediğinden çok daha iyi ve dürüst olduklarını samimiyetle şahit oldum. Ticartte ve diğer işlerde bile, bir Türk'le iş yapmak; diğer milletlerle, hatta din kardeşlerimizle iş yapmaktan daha iyidir."
ida pfeiffer | doğu'ya seyahat
5 notes · View notes
se-a-ser · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
serinin ilk filmini öylesine izleyip beğenmiştim. aylar sonra bir baktım meğer ikincisi hatta üçüncüsü varmış treni kaçıran iki yabancının sabah trenine kadar sohbet ederek dolaşmalarını konu alan filmde gençler tekrar buluşma sözü vererek ayrılıyorlar. filmlerde olur ya "9 years later" diye yazar ve biz oyuncuların 9 yıl yaşlandırılmış hali üzerinden devam ederiz. işte bu filmin devamı gerçekten de 9 yıl sonra çekiliyor ve oyuncuların, mekanın, zamanın değişimini gözlemlemek çok farklı bir his veriyor
1 ve 2 çok güzel 3 berbat... hatta 3. filmi seyredip serinin tılsımı bozmayın derim
17 notes · View notes
geceolalim · 1 year
Text
Bazen insanların aslında ne kadar hassas olabileceğini görüyorum. Hiç tanımadığımız birinin çok farklı hikayeleri olabiliyor. Hatta bazen tanıdıklarımızı da tanımıyoruz. Biz sadece karşımızdaki kişinin bize gösterdiği kişiyi biliyoruz. İnsanları çözmeye çalışmak bazen çok sıkıcı ve yıldırıcı olabiliyor ama her seferinde yeni bir yönünü keşfedip onları gözlemlemek eğlenceli. Yine de hiçbir zaman tamamen anlayacağımız biri olamaz bence. Sen ne kadar kilit açarsan aç, onun farklı kapıları da var.
7 notes · View notes
metehanaksoy · 9 months
Text
Entelektüel Olma
Entelektüel bir kişi olmak, bilgi birikimi ve düşünsel yetenekleri gelişmiş, eleştirel düşünebilen ve geniş bir perspektife sahip olan birisi olmayı ifade eder. Entelektüel olmak için aşağıdaki detayları dikkate alın:
Geniş ve Çeşitli Bir Okuma Alışkanlığı: Kitaplar, makâleler, edebi eserler ve farklı anlatımlı yazılar okuyarak bilgi hazinenizi artırın. Farklı disiplinlerden ve kültürlerden eserler okuyarak düşünerek zenginleşebilirsiniz.
Sürekli Öğrenme ve Araştırma: Entelektüel biri olmak için merak duygunuzun güdülediği şeyleri sürekli olarak inceleyin, keşfedin. Yeni bilgileri edinmeye ve mevcut bilgileri güncellemeye önem verin.
Eleştirel Düşünme Becerisi: Olayları, konuları kavrayabilmeyi sorgulayabilme ve eleştirel bir bakış açısına sahip olmak önemlidir. Farklı perspektifleri değerlendirme, düşünceyi değiştirme becerisine sahip olun.
Sanatsal ve Kültürel İlgi: Sanat, müzik, sinema, tiyatro gibi farklı kültürel alanlara ilgiyi gözlemlemek estetik bir anlayış geliştirebilir ve kültürel çeşitlilikten beslenebilirsiniz.
Sosyal ve Politik Meselelere İlgi: Çevre, insan hakları, politika gibi toplumsal olaylarla ilgilenmek için dünyada olup bitenler hakkında bilgi sahibi olun. Toplumsal meseleler hakkında düşünce yürütme ve aktif katılım, yaşama dair bir bakış açısının önemli bir parçası.
Kendi Fikirlerinizi Geliştirme: Entelektüel bir kişi olmak, sadece amaçlı yolcuları takip etmek değil, aynı zamanda kendi fikirlerinizi geliştirmek ve ifade etmekle de ilgili. Eleştirel düşünceyi kullanarak, bağımsız ve orijinal düşünceye sahip olun.
Farklı Disiplinler Arası Bağlantılar Kurma: Farklı bilgi alanları arasında bağlantılar kurarak disiplinler arası bir bakış açısı geliştirme, gelişmenize katkı sağlar. Örneğin, edebiyatla tarih, bilimle felsefe arasında açıklamalar kurabilirsiniz.
Tartışma ve Diyaloğa Açıklık: Başkalarını anlamak ve genel tartışma ve diyaloğa açık olmak.
Zaman Yönetimi: Entelektüel biri olmak için zamanınızı iyi yönetin. Okuma, araştırma ve öğrenme için düzenli bir zaman ayırın.
Açık Zihinli Olma: Yeni fikirlere ve bakış açılarına açık olun. Farklı bakış açısına karşı hoşgörülü bir tutum geliştirin ve önyargılardan kaçının.
3 notes · View notes