Zer buved der cîb mâr û meyl-i û der cân vebâl
La'l-i âteş reng ber kef der dil-i û ahger-est
[Altın insanın cebinde bir yılandır, yılana ise muhabbet duymak cana ziyan getirir, ateş renkli yakutu elinde tuttuğunu zanneden kişi, aslında kalbini yakmaktadır bilmez.]
Şerh:
Şeyh Sa'dî-i Şîrâzî [kuddise sirruhû] Gülistân'ında şöyle der:
"Mal, rahat yaşamak içindir, yaşamak servet toplamak için değildir. Bir âlime sordular, 'Mesut kim, bedbaht kim?' Âlim şu cevabı verdi, 'Mesut o kimsedir ki yedi ve yedirdi. Bedbaht da o kimsedir ki biriktirdi, biriktirdi, sonra da terketti. Bütün ömrünü mal mülk yolunda harcayan, kazanıp yiyemeyen o değersiz adamın namazını kılma."
İnsan, Allah Teâlâ'dan hayırlı rızık istemeli ve kendisine verilen ihsanların geldiği yeri her an hatırlamalıdır. Kalbini mala mülke bağlamadan yaşamalı ve gerçek rızık sahibine şükrederek yönünü O'na çevirmelidir.
aklın temelinde, gönlün derininde olması gereken en yerleşik fikirlerden biri de bu dünyadan her an kalkıp gidebilecek olma fikridir. her an, yarım bir nefes sonra dahi, gidilebilir. yapılan işler yarım kalır, söylenen sözler değiştirilemeyecek izler bırakır, aksiyon hâlindeki fâni fiiller azaba sebep olur. uzun emel sahibi olmadan bakmak lazım o yüzden dünyaya. uzun süreli dünyalıklar gütmemek gerek mesela.
sakin bir yolcu, ayakta değil ama oturuyor da sayılmaz. lakin sen kimini ayakta kimini oturuyor sanarsın.
geçen sene bu vakitler ne ile meşgul isek aradan 1 sene geçti yine aynı dünyalıklar ile meşgulüz. sabahına bir deprem ile uyandık, kimileri uyanamadı. uyanık olan mı şanslıydı uyuyan mı anlamadık fakat dersler çıkarmalıydık. Allahu teala kavimleri helak eder haşa zulmetmez;
“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allâh, çoğunu da affediyor.” (eş-Şûrâ, 30) "
işlenen günahların mukabilinde gelen bu musibetler belki insanlar ıslah olurlar diyedir, ilahi bir ikazdır peki biz bu ikazı nasıl anladık? biz hangi dersleri çıkardık? ahirete çabalamamıza vakit verilmişken biz ömrümüzü neyde tükettik? kalbimizi nefse feda ettik mi? dünya nimetlerinde daldık mı? gafilleri taklit ettik mi? şehvetin kölesi olduk mu? maddecilik zihniyetinde boğulduk mu? bu soruları bir bir sorup muhasebenin neticesine varıp gayretimizi hak yoluna adamamız gerekiyor. 6 şubat bana her daim bu muhasebeyi hatırlatacak,,
deprem günü çektiğim iki fotoğraf biri yeğenime hazırladığım mini kardan adam diğeri babamın iş yeri. Rabbim yaşadıklarımızdan ders çıkarabilmeyi, çıkardığımız dersleri devam ettirebilmeyi bizlere nasip eylesin.
Sonra kendimizi nasıl kaybettiğimizi görse Resulullah ﷺ?
Hedef ve ideallerimizden nasıl vazgeçtiğimizi? Adaletimizi, merhametimizi, ahlakımızı ve değerlerimizi nasıl ihmal ettiğimizi, dünya ve dünyalıklar için kardeşliğimizi nasil katlettiğimizi, mal, makam, mevki ve servet peşinde nasıl da birbirimize dü��tüğümüzü, paramparça olduğumuzu ve eridiğimizi görse Efendimiz?
Unutmayalım! Resulullah'a açamadığımız bir hayat, ona gösteremediğimiz bir ev, ahirette başımızı derde sokacaktır!
Bu zamanın en zor imtihanı iyi insan olmaktır. Dağılmadan, dökülmeden, savrulmadan yaşayabilmektir. Küçük dünyalıklar için bükülmemek, dimdik durabilmektir. Yalana tenezzül etmemek, hak neyse onu söylemektir. Rızkını helalinden kazanmak, kazancına haram ve hile bulaştırmamaktır.
Ahhh yazmazsam deli olacaktım… bir zamanlarımın deli olmak için bahanesiydi. Bahanemdi ama ben uydurmadım. Sait Faik Abasıyanık uydurdu. O uydurdu ben içimi yazdım. Sonra bir baktım yazmıyorum. İçim mi bitmişti de yazmıyorum? Ne bileyim… Yazacak kadar hiç yalnız kalmadım belki de. Belki de söz uçar yazı kalır, yazmayayım da kalmasın dedim. Belki haksızlık ettim yazmadıklarıma, belki de çok haklıydım yazmadıklarım için. Çünkü yazdıklarım da ne oldu ki? Aman ben yazmadan da deli ederim, yazarak zaten deli ederim.
Su başında durmuşlar; kedi, güneş, çınar birde Nazım Hikmet. Bende oturmuş onları izliyorum. Aha orada ayaklarımın altında. Ben zaten Hallacı Mansur’dan önce aldım dünyalıkları ayağımın altına, tabii fark edene. Desen ki nedir bu dünyalıklar? Aha derim yer yüzü ayağımın altında, gökyüzü kafamda şapka. Benim yüzüm onun yüzü, bense onun yüzünden. Neyse Şu başında durmuşlar, su serin, çınar ulu, güneş sıcak, kedi uyukluyor, Nazım şiir yazıyor, ben ayaklarımı sallıyorum. Suyun şavkı vuruyor bize…
Namaz kıldığın zaman son namazını kılan bir kimseymişsin gibi kıl. Yarın özür dilemeni gerektirecek bir sözü bugün söyleme ve başkalarının elinde olan nimetlerden ümidini kes.
Gelin tövbe ve samimiyetle kapanalım secdeye. Bir dostla son kez vedalaşıyor gibi sıkıca sarılalım. Bilseydi insan ne zaman öleceğini, yaşayabilir miydi? Oysa ölüm hiç ölmez ki. Ansızın çalınan bir kapıyla misafir olabilir hanenize ölüm serinliği…
Bir insan hayal edin. Namaz vakti geçmek üzereyken yarım yamalak bir abdest alır. Koşarak namaza durur. İçinde namazını geciktirmesinin endişesi vardır. Kıldığı namazdan, okuduğu duadan ve de kimin huzuruna vardığından gafildir. Ağzından çıkan yüreğine ulaşamadan kaybolup gider boşlukta. Kulağı; yavrusunun ağlayışında, komşularının dedikodusunda ya da televizyonun sesindedir. Allahın huzuruna vardığını iddia ederken dünyadan ayrılamamaktadır. Okuduğu dualar ağız alışkanlığı olduğu için, zihni başka şeylerle meşgul olur. Namaz gittikçe zevk almaktan çok meşakkate dönüşür. Yapılan hareketler anlamsız kalır hatta tüm bunlar jimnastikten öteye geçemez. Namazın ardından tespih çekmeye, yaratanına dua etmeye bile zaman ayıramaz. Dünyalıklar onu çepeçevre kuşatmıştır artık. Zamanın hızına ayak uyduramaz.
Bir insan daha hayal edin. Namazın, yaratıcısı ile buluşma olduğunun idrakindedir. Her zaman son defa rabbiyle buluşuyor gibi düşünerek severek, isteyerek, heyecanla gider bu buluşmaya hatta bir sonrakini hasretle bekler. Çünkü insan ancak sevdiğinin yanında onunla hemhal ederken mutlu olur. Huşu ile kılınan namaza giden yol, huşu ile alınan abdestten geçer.
Kişi edeple selam eder önce kıblegahına. Bükülen boynu yalvarır adeta yaratanına. Derin bir sessizlik başlar içinde. Dünya kelamı uzaklaşıverir. En son anlamsız bir gölge olarak kalır sadece. Tüm bu sessizliği ise kalbin Allah Allah diyen hıçkırıkları bozar. O anda bir heyecan kaplar bedenini. Kelimelerin ritmi bozulur. Yer ve gök katılır bu ahenge. Dünyadan kopuş başlamıştır artık. Göklerin kapısı bu sefer miraca hazırlanan kula açılır. Secdeye dikilen gözler sulanmaya başlar. Miraca çıkan kul rabbiyle baş başadır artık. Kelimeler kifayetsiz kalır. Kıyam, ruku ve secde ancak şimdi anlam kazanır. Allahtan başkasına boyun eğmeyen kul, rabbine ruku ederken eğer boynunu. Allahtan başkası için yere kapanmayan baş, ancak yaratanına secde ederken kapanır. İnsan namaz esnasında kendinden soyutlaşır, yaratanına yakınlaşır. Sanki son namazıymış gibi.
Namazın ardından çekilen tespih taneleri bir ilmek gibi düğüm olur inceden. Duayla taçlandırılan namaz bir dahaki buluşmanın müjdesini verir adeta. Başlar edeple kalkar secdeden. Bir inşirah neşesi doğar kirlerden arınan yüreklere.
Allah bizleri razı olduğu gibi yaşayanlardan, yaptığı ibadetleri kabul olunanlardan eylesin.
İslami sohbet ve Tefsir sohbetlerine katılmak için, ücretsiz ve kolay bir şekilde giriş yapabileceğiz Mobil chat web sitemize bekleriz.
MuslumanlarFm Radyomuzu dinlemek için, islami radyo‘ya tıklayınız.
Bazen kendimi Morpheus'u arayan Neo gibi hissediyorum.
Öyle ki evren önüme çeşitli yemler atıyor. Hansel Gratel hikayesindeki fasulyeler misali evrenin ipuçlarını izliyorum. İlerlediğim yol Neo'nun aradığı cevapları içeren çetrefilli bir yol. Ne diyordu ona Morpheus?
'Unutma sana verebileceğim tek şey gerçek, fazlası değil!'
Gerçek nedir? Gerçek bilmek midir? Yoksa bildiğini yaşamak mı?
Ben gerçek üzerine çok düşündüm. Hala da düşünüyorum. Pek bir cevap verebilmiş değilim. Ama yaklaştığımı düşünüyorum. Aradığım şeyi kendim olarak bulamayacağımı biliyorum. Çünkü kendim dediğim tüm o çağrışımlar, tepkimeler dünyası bana sadece yansımaları verebiliyor. Kendim dediğim kişi kusurlu biri.
Aradığım cevabı verecek şey kusursuz bir şey. Neo bunu Morpheus'dan beklemişti. Onu kendi İsa'sı ilan etmişti adeta. Neticede Morpheus onu tavşan deliğinden geçirdiğinde Neo'nun elde ettiği şey bildiği sandığı her şeyin aslında koca bir yalan olduğu gerçeğine ulaşmaktı.
Sahiden öyle mi? Bildiğim her şey yalan mı? Bilen kim? Kendim dediğim kişi mi? Benlik mi?
Benliğin bildiği, içine aldığı tüm şeyler birer yanılsamadır. Benlik evdeki ampül gibidir. Tek ışığın kendisi olduğunu sanan bir kendini beğenmişlik halidir. Ne acı... Dışarıda güneş varken bir ampulün ışığına aşık hale geldik...
Ne mecazlar ama değil mi? İnsanın aklını başından alan kelimeler... Ne demiştim? Bazen kendimi Neo gibi hissediyorum diye. Bazen de Neo'sunu arayan Morpheus gibi hissediyorum.
Neo..
Morpheus'un hayran olduğu, cevapların sahibi mesih. Neo Matrix'in içindeyken onun İsa figürü Morpheus iken gerçek dünyada İsa'ya dönüşen Neo oluyor. Yaşam da böyle değil mi? Gerçeği ararken karşımıza çıkan her şey bizim için potansiyel gerçek değeri taşıyor. Yanılsamalar arasında kendi hakikatimizi arıyoruz. Kurtarıcımızı.
İnsan sahne ışığının altında kendi yazdığı benlik oyununu oynadığı bir simülasyonda yaşıyor. Ben'im dediği tüm o dünyalıklar arasında bir oyunda olduğunu unutmuş durumda. Hayal dünyasında bir hayale dönüşmüş durumda. Yarattığı yanılsamalara gerçek kılıfı giydirip kendi deliriumunu yaşıyor.
Bir tiyatrocu tiyatroda olduğunu unutup oynadığı rolü gerçeği sanırsa ne olur? Buna vereceğin cevap kendi hayatının cevabı olacaktır.
Ben mi?
Ben henüz bir cevap veremedim. Verecek hale ulaşırsam sanırım bu dünyadaki son günüm olacak...