Tumgik
#bu o kadar üzücü ki biliyor musun
bozusuruz · 2 years
Text
APTAL YA
#aptalsın sen#bu kadar güzel olduğun için#aotalsın yemij ederim aptalsın yasin#ve sana gitme desem de gideceksin seni sevdiğim hakkında 1 değil 100 tane paragraf yazsam teki bile durdurmayacak seni#çünkü beni sevmiyorsun#bu o kadar üzücü ki biliyor musun#belki senin de böyle üzüldüğün başkası vardır#ama sen cidden aptalsın ben de aptalım#senden kat kat fazla aptalım#çünkü hala bir şeyler bekliyorum beklediğim hiçbir şey yok dedim naptığımı bilmiyorum dedim ama var o kadar çok var ki#seni o kadar çok bekliyordum ki#ben seni artık görmeyeceğim ama sen gör olur mu#bakma gör ne kadar sevdiğimi anla belki o zaman duvarına bir pencere koymayı akıl edersin#ama zaten eğlenmiyorum oyun oynamıyorum dediğimde anlaman gerekiyordu#senin diğerlerinden farklı olduğunu ya da benim seni diğerleri gibi sevmediğimi bilmen lazımdı#ama beni saatlerce ağlatan bu ufak detaylar senin şu an umrunda bile değildir mutlusundur#çünkü benden kurtuldun artık okulda sana bakıp gülümseyecek salak salak şarkı atacak bir ekin yok arkadaşlarım da bakmaz#kesin mutlusun#olsun#mutlu ol#bu benim için sorun değil sana bu yüzden asla kızmayacağım senden asla nefret etmeyeceğim aptalsın diyorum ama#asıl kendime söylüyorum onu#yoksa sevmezsen sevme ben de unuturum seni kolay olmaz ama illa unuturum#senin unutacağından çok sonra belki ama ne önemi var#zaten senin belki 1 haftaya hiç düşünmeyeceğine eminim#1 hafta bakacaksın hala bakıyor muyum diye kontrol edeceksin ama ortalıkta bile görünmeyeceğim#sonra tamam kurtuldum diyip geçeceksin#BEN O 1 HAFTADA NELER YAPACAĞIM HABERİN VAR MI NASIL ÜZÜLECEPİM#yok#olmasın zaten
10 notes · View notes
fatmaarya · 1 year
Text
Kalbim gün geçtikçe küsüyor galiba çok özledim seni haksız yere o kadar suçlanmama rağmen bu kalbim hala utanmadan ve usanmadan seni seviyor. Çok yoruldum bu kadar iğrenç bir dönem geçirirken yanımda ol isterdim . En azından sen yanımda olunca çoğu sıkıntımı iki üç saatliğine de olsa unutuyordum . Soruyorum şimdi kendime ne yaptım da bu haldeyim olmuyor aklıma gelen ihtimali ne sana yakıştırabiliyorum ne de kendime yedirebiliyorum. Benim sevdiğim adam yapmadığım bir şeyden dolayı beni suçlamaz ki. Sonra aklıma şu ihtimal geliyor acaba sadece ayrılmak için bahane mi buldu veya sevmedi mi beni . Eskiden üzülünce daha çok yemek veya abur cubur yerdim , şimdi hiç bir şey yiyemiyorum sürekli miğdem bulanıyor. O kadar kötü bir his ki istediğim şeyi yiyip içiyim geçmiyor. Acaba beni çok kötü biri olarak mı görüyorsun. Hiç üzülmediğimi falan mı düşünüyorsun. Her gün boynumda olan kolyeyi takamamak ,bana aldığın şeylere dokunmamak ne kadar kırıcı ve üzücü biliyor musun . Sevgi Bir yandan çok güzel bir yandan da çok kötüymüş biliyor musun . O kadra çok güzelliğine dalmışım ki sevginin aniden yere çakılınca farkkettim.
5 notes · View notes
menittebeazzikra · 4 years
Note
Namaz kılmayı sevmiyorum :(
Neden sevmiyorsun ? Kılmış olduğun her rekat başına sabahında 100 tl verilecek olsaydı ve kıldığın 5 vakit namaz için uyandığında yastığının altında 4 bin tl para olsaydı sever miydin meselâ ? Hm... hâlbuki Âllahu Teâla Hazretleri istese değil 4 bin 400 bin para da verebilirdi lâkin dünyaya sineğin kanadı kadar değer vermedi . Ve namaz kılmana karşın verilecek mükafatlar hiçbir maddi menfaatle kıyas dahi edilemez.
Çünkü namazı bize Âllah celle celâlühu lutfetti. Bize O emretti. O istemişse başımız gözümüz üstüne diye namaz kılmalıydık. Hiçbir menfaat hiçbir cennet hiçbir iyilik ve güzellik O'nun emrinden daha güzel O'nun lütfundan daha hoş değildir... bunu böyle belleyelim. Yani Rabbimiz Teâla Hazretleri kılınan bu namazın karşılığında hiçbir şey vâdetmemiş olsa dahi O bizim Rabbimiz olduğundan ve zikredilmeye lâyık yegâne ve eşi benzeri olmayan tek İlah olduğundan bizim yine O'nu namaz ile zikretmemiz gerekirdi...
Hiçbir şey olmasa dahi bazı insanlar nankördür ya hani.. kendisine iyilik edene defalarca, senelerce teşekkür edip o iyiliğe karşı minnet duyan katbekat iyilik ederken, bize her şeyi veren, yedirip içiren, nefes aldıran, en sevdiklerimizi yaratan ve daha sayamayacağımız sonsuz nimetlerini bize bahşeden Âllah celle celâlüha teşekkür mahiyetinde dahi olsa bir namazı nasıl kılıp etmeyiz hiç düşündün mü ?
Bizi 8 saatliğine 10 saatliğine çalıştıran, askerde başımızda bize sürekli emirler yağdıran; patronumuza, komutanımıza hemde bizim cinsimizden insan olmasına rağmen o ne derse o saatler içerisinde onu yaparken, bir insan bir iş yeri sahibi olarak onun dediklerini hemen yapıp oradan oraya koştururken birkaç bin tl için... bize sonsuz nimetlerini bahşeden ve ahirette katbekat fazlasını vâdeden Rabbimiz celle celâlühu için neden O'nun emirlerini bi patronun emirlerine koşturduğumuz gibi koşturmayız hiç düşündün mü ?
Bu İslam sen olsan da olmasan da galiptir. Biz burada çırpınsakta çırpınmasakta Âllah celle celâlühu dinini galip kılacaktır. Dinini yayacak ve tüm dünyaya hakim kılacaktır. Elhamdülillah inandık iman ettik diyoruz ama bir tesettürü başımıza üzerimize geçiremiyorsak, bi namazı abdesti beceremiyorsak, bi Kuran okumayamayıp saatlerce instagramda dolaşabiliyorsan biz neden varız hm ? Biz nasıl Müslümanız ? Ahirette sormazlar mı bunca nimetin hesabını.... ne demek sevmiyorum ne demekk.......... imanımız öyle zayıflamış, ruhumuz öyle tökezlemiş ki namaz gözümün nurudur diyen Peygamberin Ümmeti Sallallahu Aleyhi Vessellemin namazı sevmiyorum diyen Ümmeti olmuşuz.... çok yazık bize... ameller Ona da arzediliyor biliyor musunuz. Ve o bu yazıyı bu ahvâli görüp işitince ne kadar üzülecek tahmin edebiliyor musunuz ? Edemezsiniz, edemeyiz... Çünkü dünyalık şeylerle perdelenmiş gönüller Onun ümmetim ümmetim diye ağlayıp haykırmalarını hissedemez... Gelin namazı nasıl daha iyi kılarım diye bir araştırmaya girelim bugünden başlayarak... namazı neden kılıyorum ve namazın önemi nedir diye araştıralım, okuyalım, öğrenelim...
Bu çok üzücü bir cümle biliyor musun. Bitane arkadaşın sana küçük bir hediye aldığında ona karşı onca teşekkür ederken Allah'a sana yarattığı nimetler için ve verdiği 24 saat için O'na 1 saatini ayırmayı çok görüp teşekkür mahiyetindeki o güzelim namazı kılmıyorsan bu çok üzücü bir durumdur...
Hem ayrıca ister bize zor gelsin, ister kolay bu namaz bu güzelim salah bize bir emirdir ve biz bunu sevsekte sevmesek de kılmakla mükellefiz... Bu güzelim namaz biz zevk alalım havalara uçalım mutluluktan bi hâle gelelim diye değil Âllah celle celâlühu emretti diye, İslam'ın en büyük şiarı, dinin direği ve O'nun rızası için kılıyoruz, kılmakta zorundayız.... ister güzellikle kılar alışır bir süre sonra öyle iyi hissedersiniz ki artık siz namazı değil namaz sizi kılar... İsterseniz de kılmazsınız ahirette Allah muhafaza çok büyük azaplara düçâr olursunuz mazallah..... Çok okuyalım, çok öğrenelim fakat iyi şeyler öğrenelim...... hemen şimdi şehadet getirip tövbe edelim ve bu düşünceleri aklımızdan çıkaralım inşaÂllah... Selametle
174 notes · View notes
bungoustraydogs-tr · 4 years
Text
Bungou Stray Dogs Drama CD- Welcome To the Hot Springs- Side Dedective Agency Türkçe Çeviri
Tumblr media
Ses dosyasını buraya tıklayarak dinleyebilirsiniz.
Kunikida: Atsushi, hala konaklama yerine gelemedik mi? Atsushi: Özür dilerim, Kunikida-san, ryokana* birazdan varmış oluruz. Ranpo: Ah~, çok yoruldum! Ajansın- hayır, tüm Japonyanın en değerli insanını bu kadar çok yürüterek ne yapmaya çalışıyorsun, Kunikida? Kunikida: Özür dilerim Ranpo-san, yakında orada olacağız. Ranpo:  Birazdan! Sürekli ve sürekli “birazdan” demiyor musun? Beni daha çok yürütmeye mi çalışıyorsun? Kunikida: Hayır! Hayır, erm… Ranpo: Söylemem gerekiyor ki daha fazla yürüyemem… Kunikida: Erm, eğer daha fazla yürüyemeyeceksen… kenji, ranpo-san’ı taşıyıver. Kenji: Tamam. Sorun değil. Ranpo: O zaman, teşekkür ederim! Atsushi: Ranpo-san, kenji-kun özür dilerim. Kunikida: Sorun değil ama neler oluyor Atsushi, azıcık yürüdükten sonra ulaşırız dememiş miydin? Atsushi: Demiştim, harıtaya göre 5 dakika yürüdükten sonra gelmemiz gerekiyordu… ah! Kunikida: Ne oldu? Atsushi:  Üzgünüm, gideceğimiz yer yürüyerek 5 dakikalık mesafede değil ama otobüs durağına kadar 10 dakika sürüyor, bu yüzden otobüs durağına 5 daki- Ranpo: Ehhhh? 10 dakikalık otobüs mesafesini mi yürümemiz gerekiyor? O kadar yürüyemem! Kunikida: Yürüyüp yürüyememen önemli değil, zaten birisinin sırtında taşınıyorsun… Ranpo: Mm, Kunikida-kun, bir şey mi dedin? Kunikida: Hayır. Ama zaten yola koyulduk yürümeye devam etmekten başka çaremiz yok. Atsushi: Herkesten özür dilerim. Kenji: Sorun değil! Tanizaki: Atsushi-kun, bu mesafe benim için de sorun değil. Atsushi: Teşekkürler, Kenji-kun, Tanizaki-san. Kunikida: Daha fazla geç kalamayız. Tanizakı, haritayı sen takip et. Tanizaki: Tamam Atsushi: Kunikida-san, lütfen bekle. Kunikida: Ne var, Atsushi-kun? Zaten programdan geri kaldık. Ayrıca benim için en affedilmez olan şey de programımın bozulması. Buna rağmen hala burada zaman kaybetmek mi istiyorsun? Atsushi: Erm, ama… Kunikida: İyi, ne yapacaksan hızlıca yap. Atsushi: Şu andan itibaren, Dazai-san kayboldu… Kunikida: Mmm? Dazai burada değil mi? Oh, gerçekten de yolculuğun başından beri bir çok şey konuştuk ama hala o egzotik sesi duymadık! Dazai, neredesin? Dazai! Dazai: Kunikida-kun~~~~~~~~~~~~~~~~ bana mı seslendin?~~~~~~~~~~~~~~~ Kunikida: Hmm? Sesi nereden geliyor? Tanizaki: Nehirde yüzen şey… Dazai-san mı? Dazai: Kunikida-kun! Kunikida: Ne, nehrin yüzeyindeki… Agh, yine olmaz. Dazai: Beni mi arıyordun? Kunikida: Dazai! Hemen buraya gel! Dazai!!!! — Vahh, ne hoş bir oda! Baksanıza! Manzara da çok güzel! Ah, nehri de görebiliyoruz! Atsushi: Ah, bu nehir Dazai-san’ın akıntıya kapıldığı nehir. Dazai: Ah~~ bu soğuk nehir bedeninin vücut ısısını yavaşça düşürecek kadar güzel~ Kunikida: Böyle korkutucu şeyleri aşıkmışsın gibi söyleme! Tanizaki: Ah, bu odada herkes rahatlayabilir! Ranpo: Herkes mi? Kunikida, mükemmel bir dedektif olduğum için kendime ait bir odam yok mu? Kunikida: Ah, özür dilerim, Ranpo-san. Ryokan sahipleri başkanın eski bir arkadaşı ve sadece bir oda tutarsak bedava kalabilmemizi sağlayacak kadar da naziklerdi. Ranpo: Mmmm? Öyle mi? O zaman başka şansımız yok. Atsushi: Bu yüzden Yosano-sensei ve Naomi gelemedi, kadınların girmesi yasaktı. (yazık be) Kunikida: Doğru, kadınlar ve erkekler aynı odada kalamaz. Tanizaki: Naomi seyehate katılamamasının çok üzücü olduğunu söyledi. Ranpo: (Naomi’yi taklit ederek) “Abimle aynı yatakta uyumak istiyorum.” Gibi şeyler söylüyordu. Tanizaki: Heh, eh?? Hayır, hayır. Ranpo: Ah, bu doğru. Tanizaki-kun genellike Naomi’yle aynı yatakta uyuyor. Tanizaki:Eh! Sen bunu nereden biliyorsun… Kunikida:  Ranpo-san, lütfen buraya gelir gelmez ajans üyelerini kışkırtmayın. Neyse, şimdi onsene* gidelim. Zaten planımızın çok gerisindeyiz, rahatlayıp sohbet etme zamanı değil! Atsushi: “Rahatlayıp sohbet etme zamanı değil!” onsene rahatlamak için gelmedik mi zaten… Kunikida: Bana laf yetiştirme Atsushi. Her şey plana göre gitmeli. Dazai: Hapşu! Hapşu! Üzrime yapışan giysiler beni rahatsız ediyor. Kunikida: Çünkü buraya gelirken nehre atladın! Dazai: Çok soğuk… Kunikida: (iç çeker) Herkes bu salak donmadan önce onsene girsin! Dazai: Ne naziksin… — Kunikida: Tamamdır, herkes onsene girsin. Atsushi: Nanzarayı seyredebiliyoruz, mükemmel! Kenji: Onsen çok güzel! Tanizaki: Atsushi-kun, hemen gir! Atsushi: Tamam. Kunikida: Bekle, sırasına göre yapmamız lazım. İlk önce yıkanmalıyız. Sonra onsenin içine bir anda girmemeliyiz. Önce ayaklarımızı koyup kan dolaşımını hissetmeli sonra belimizi ve göğsümüzü son olarak da omuzlarımızı sokmalıyız. Böylece kalbimizi ve vücudumuzu zorlamamış oluruz. Ranpo: Ahh, bu onsen çok güzel! Dazai: Yorgunluğu alıp götürüyor~ değil mi, ranpo-san? Kunikida: Az önceki dediklerime ne oldu?! Atsushi: Ah, Kunikida-san, ben dinliyordum. Dediklerini anladım. Söylediğin için teşekkürler. İlk ayaklardı, değil mi? Kunikida: Benim için bunları yapmana gerek yok Atsushi. Bunları söylemen beni daha da incitecek. Dazai: Gulugulugulu, güzel değil mi? Burada olduğumuz sürece mutluyuz gulugulugulu… Kunikida: Suya dalma!!! Atsushi: N-neyse, Kunikida-san onsene girerken bile gözlüklerini mi takıyorsun? Yıkanırken çıkartman gerekmiyor mu? Kunikida: Gözlüklerim bedenimin bir parçasıdır. Atsushi: Ö-öyle mii… Kunikida: Atsushi benim gözlüklerini sorun ediyorsan Dazai’nin bandajlarıyla sorunun yok mu? Atsushi: Dazai-san’ın… eh’ suya bandajlarla mı girdi!? Erm, Dazai-san, üstünde hala bandajların var! Dazai: Bandajlarım bedenimin bir parçasıdır. Atsushi: Ö-Öyle mi? Dazai: Jem bir kerecik “birbirimize karşı açık olmak” hoş değil mi? Kunikida-kun? Atsushi-kun? Atsushi: Doğru. Kunikida: Bandajlarla kaplıyken nasıl bize karşı açık olmuş oluyorsun?! Atsushi: Hahaha. Kunikida-san bunu dese de apaçık mutlu gözüküyor. Ah, Tanizaki-san ve Kenji-kun, o tarafa gidelim mi? Kenji: Ah, Atsushi-san — Kenji: Ne güzel bir onsen Atsushi: Evet, kenji-kun Tanizaki: Atsushi-kun biliyor muydun? Buradaki onsenin yaraları iyileştirmek gibi etkileri olduğu söyleniyor! Atsushi: Ehh, ama ajans üyeleri olarak yaralanırsak Yosano-sensei bizi hemen iyileştiriyor. Onsene ihtiyacımız yok ki! Tanizaki: Yosano-sensei mi?!?! Ama atsushi, ah, eğer ölümle dip dibe değilsen, Yosano-sensei, ah, seni iyileştiremez ki? Atsushi: Ah, evet, doğru. Tanizaki: Ah, ve eğer yaraların çok ciddi değilse, ah, o zaman öldürücü bir hasar- Atsushi: Sen… iyi misin? Tanizaki: AH, AH, AHHHHHHHH! HAYIIIIIIIIR1 BANA DOKUNMA!!!! AHHHHH! AHH!! Atsushi: Psikolojik bir travmayı tetikledim gibi hissediyorum. — Kunikida: Yıkanma zamanı geldi. Atsushi: Ah, kunikida-san yıkanacak… arkasını ovalamada yardım etmeliyim… Kenji: Kunikida-san, arkanı yıkamada yardım edeyim! Kunikida: Ah, neyin ne zaman yapılacağını iyi biliyorsun Kenji. Atsushi: Ah, o zaman gidip Dazai-san’a yardım etmeliyim… eh, Dazai-san nereye gitti? Dazai: Mmm,tamam, bir gün yine onsene gelelim. Atsushi: Ah, hemen yıkanmayı bitirmiş… Hep Kunikida-san ve Dazai-san bana bakıyor, yıkanırken onlara yardım etmeliydim. — Kunikida: Ah, çok rahatladım. Ovalamakta  iyisin, kenji Kenji: İneklerin yıkanmasına sürekli ben yardım ederdim. Kunikida: İneklerin mi? Kenji: Bunu yapmak bana Ihatov köyünü hatırlatıyor. Kunikida: Benim sırtımı ovalarken inekleri düşünüyorsan açıkcası biraz tedirgin oluyorum. Kenji: Bu yüzden tüm gücümü kullanacağım. Tüm gücünle ovalama başlasın-! Kunikida: A-acıtıyorsun Ken-kenji, Kenji!  Çok güçlüsün! Gücünü kontrol etmezsen omurgam kırılacak! Kenji: Tamam. Atsushi: Hahaha. Eğlenceli bir ortamdayız. Tamam, bir kere daha kaplıcaya gireceğim. Rampo: -mırıldanır- Atsushi: Ah, Ranpo-san lastik ördekler getirmiş! Ranpo: Hmm, bunlarla oynamak eğlenceli oluyor! Hem ördeği suyla doluyken sıkarsan, bam! Artık bir su tabancan var, haha. Atsushi: Eğlenceli gözüküyor! Lütfen bana da ver! Ranpo: İyi, sırf sana özel denemene izin vereceğim. Atsushi: Çok teşekkür ederim! Ahahaha! Gerçekten de eğlenceliymiş!! Ranpo: Mmm! Atssuhi: Bir kez daha deneyebilir miyim? Hee, eh, yo! Ahahaha! Gerçekten muhteşem bir şey! Kunikida: Atsushi… biliyorum keyifli zaman geçiriyorsun ama az önce… ve hala daha yüzüme su sıçratmaya devam ediyorsun!? Atsushi: Eh! Kunikida-san! Özür dilerim! Kunikida: Ha… Aha… Atsushi bile saçma davranıyor… Dazai: Aman, aman sence burası güzel değil mi Kunikida-kun? Bir kaplıcaya geldiğimizde yapman gereken şey kendini rahatlatmak olmalı- gulgulugulu… Kunikida: Suya dalma! Hayır, iyice rahatlamalarına izin vermem lazım, değil mi? Dazai: Değil mi? Gulugulugulu Kenji: pattapattapattapatta!!! Tanizaki: Mm, ah! Ah, bekle, sıcak, sıcak su yüzüme g-geliyor. Kenji: Bu hamam yüzmemize yetecek kadar geniş! Burayı beğendim!! Kunikida: Ne yapmaya çalışıyorsun Kenji? Kenji: pattapat- Ranpo-san dedi ki bu kadar büyük bir kaplıcaya rastlamak çok sık olmazmış, burada yüzmeye ne dersiniz~ Kunikida: Ranpo-san! Ranpo: Hoş olmaz mı, Kunikida? Burada hiç müşteri yok. Kunikida: Mmm, tamam o zaman, Ranpo-san öyle diyorsa…  ne de olsa tatilde asla tereddüt etmemizi söyleyen bir söz var. Ranpo: Aynen! Bu yüzden Kunikida sen de yüz! Kunikida: Eh? Ben de mi? Ranpo:  Tatilde tereddüt olmaz, değil mi? Kunikida: Mm, mm, sanırım… Ranpo-san iyi vakit geçirirken onu bozamam. A-anladım. Ranpo: Ağır hareket ediyorsun… modunda değil misin? Kunikida: Eh! Ranpo-san’ın keyfini kaçıramam. Eğer böyle davranacaksa, düşünce tarzımı değiştirmem gerek! Kunikida Doppo, yeteneklerimi göstereyim! Ranpo: O zaman, hazır-başla!! Kunikida: Heh! Serbest stil! Kurbağalama! Sırtüstü! Kelebek! Serbest stil! Kurbağalama! Sırtüstü! Kelebek!  Nasıldım, Ranpo-san?! Nasıl yüzdüm- Ah, eh? Ranpo-san? Ranpo-san? Ranpo: Ya~ Kunikida çok masum! Kunikida: Hey Ranpo-san, ne zaman çıktın? Dazai: Gulugulugulu gezide insanlarla dalga geçmeyi seviyor, gulugulugulu Kunikida: Sen neden suya batıp duruyorsun?! ---- Atsushi: Ah~ Lezzetli! Tanizaki:Yediğimiz yemekler oldukça lüks, Naomi'nin de denemesini isterdim. Kenji:Onsen'e gittik, lezzetli yemekler yiyoruz. Karnımı iyice doyurduktan sonra, huwa~ şimdi uykum var. Atsushi: Bekle, bekle Kenji-kun. Çok yakında odamıza gideceğiz, lütfen biraz daha dayan. Kunikida: Neden bu kadar gürültüsünüz! Koridorda sessiz yürüyün! Tanizaki: Ah, özür! Atsushi: Haha! Kunikida-san okul gezisinde öğrencilere yol gösteriyormuş gibi davranıyor! Kunikida: Beğen ya da beğenme, ben aslında öğretmenim! Atsushi: Konusu açılmışken, doğru ya... Kunikida: Geçmişte olanlar önemli değil. Odamıza gidelim. Tanizaki: Ah! Odamızın ortasında asılı bir ceset var!!! Ranpo: Ünlü bir dedektiften beklenildiği gibi! Onsen ryokan gibi yerlere geldiğimde bir cinayetle karşılaşıyorum. Trajik bir kader de denilebilir. Kunikida: Ben de odaya ilk dönenin neden sen olduğunu merak ediyordum. Ne yapıyorsun Dazai! Atsushi, Kenji, Dazai' yi indirin. Kenji&Atsushi: Peki Kenji: Heh Atsushi: Bana bu tarafta yardım edebilir misin? Bir, iki- Kunikida: Ne yapıyorsun? Dazai: Yaa~ Tavandaki kiriş o kadar harika duruyordu ki yukata düğümüyle gücünü test etme gereği duydum. Ama sonra ayağım kaydı ve boynum tesadüfen ipe asılıverdi. Kunikida: Ne biçim bir durum bu? Kendine çeki düzen ver, Dazai. Dazai: Ah, gerçekten de kendimi düzeltmeliyim! Sadece güzel bir kadınla birlikteyken ölebilirim! Kunikida: Neden bu kadar dsiplinsizsin? Ayrıca düzenlice serilmiş futonu darmadağın etmişsin! Ranpo: Ahaha! Durum buysa futona direk atlamamız gerek! Kunikida: Bekle, Ranpo-san!!! Ne yapıyorsun?! Ranpo: Ohh! Futon ve yastıkların herbiri yumuşacık, bu yastık- hah! Tanizaki: Ah! Bekle, ne yapıyorsun Ranpo-san?? Ranpo: Hehe, yastık savaşı! Atsushi-kun ve Kenji-kun, hep beraber! Savaşalım~ Atsushi: Eğlenceli gözüküyor! Öyleyse, hah~ Ranpo: Ohh, epey iyisin! Sıra sende Kenji-kun! Kenji: Oh, anlıyorum. Yastık savaşı yapıyoruz! Öyleyse- Kunikida: Hepiniz durun! Kenji: İşte geliyorum! Kunikida: Duh! Gahhhhh.... Atsushi: Kenji-kun'un tüm gücüyle fırlattığı yastık tam Kunikida-san'ın yüzüne geldi... Ranpo: Çok şanslısın Kunikida! Top yüzde*! ÇN: Yakantopta topun yüze gelmesi durumunda söylenen bir söz. Kunikida: Kenji, senin yeteneğin insanüstü güç, dikkatli ol! Kenji: Tamam! Kunikida: -iç çeker- Öyleyse yastık savaşını bitirin ve yatmaya gidin. Sonra ışıkları kapatacağım. Ranpo: Kunikida-kun~ Etraf tamamen karanlık olursa uyuyamam. Kunikida: Ranpo-san, durumun buysa lütfen daha önce söyle. Tamam öyleyse, küçük lambayı yakalım. Küçük lambayı yaksam olur mu, Ranpo-san? Çn: Geleneksel ryokanlarda ışık bir düğmeyle kısılarak ayarlanır. Kunikida burada parlaklığı ışığı kısarak azaltmaktan bahsediyor.) Ranpo: Mm! Kunikida: Öyleyse uyuyalım. Dazai: Kunikida-kun~ Etraf tamamen karanlık olmazsa uyuyamam~~ Kunikida: Neden daha önceden söylemedin! Dazai: Yah, sorun olmadığını düşünüyordum. Tıpkı beklediğim gibi karanlık olmazsa- Kunikida: O zaman kafanı futonunun altına sok! O zaman karanlık olur! Dazai: Tamamdır! Kunikida: Öyleyse ışıkları kapatıyorum!!! Dazai: Kunikida-kun~ Kafamı futonun altına soktuğumda ayaklarım açıkta kalıyor, böyle çok soğuk! Kunikida: Bu tarz önemsiz sorunlarla kendin uğraş! Atsushi: Erm... Kunikida: Ne var, Atsushi? Tamamen karanlık olursa sen de mi uyuyamıyorsun? Atsushi: Benim için çok da önemli değil ama ışıklar sürekli kapanıp açılırsa uyuyamam. Kunikida: Eh, anlaşıldı. Öyleyse ışıkları kapatıyorum, herkes uykuya dalsın. Tamam mı? Dazai: Bu arada, Kunikida-kun~~~ Kunikida: Bu sefer ne var? Sazai: Sadece sana seslenmek istedim. Kunikida: Çabuk uyu!!! --- Atsushi: Biraz uyudum, tuvalete gittim aniden uyanık hissediyorum. Ah, anlaşılan gece de onsene girebilirim. Hadi bir kez daha gidelim. Atsushi: Eh! Sıcak suda dikilen iki ayak var! Bir hikayeye benziyor (animenin 1. Bölümüne gönderme) ama neler oluyor burada! Dazai: Buah! Atsushi-kun! Çok gürültüsün!! Tüm bedenimle onsende eğleniyordum ama çok yüksek sesle bağırıyorsun! Atsushi: Aniden dikili ayaklar gören herhangi birisi de bağırırdı! Ayrıca ne biçim onsene girme yöntemi bu?! Dazai: Onsene nasıl girdiğim benim kişisel özgürlüğüm! Atsushi: Tabii, kişisel özgürlüğün... Ne zamandır bu şekilde duruyorsun? Dazai: Mm, yaklaşık on dakikadır. Atsushi: O-o-on dakika mı??? O kadar uzun durursan ölürsün! Dazai: Hehheh, ölürsün mü dedin... hayatta değil miyim? Atsushi: Ne tür bir dayanma gücü bu... Dazai-san'ın neden intihar etmekte asla başarılı olamadığını anlıyor gibiyim. Dazai: Ahh, Atsushi-kun çok gürültülü olmaya başladı, yıkanmama izin ver. Atsushi: Dazai-san yıkanıyor, belki bu sırtını keselemesine yardım etmek için iyi bir şanstır! Atsushi: Ah, erm, Dazai-san... Dazai: Ne? Atsushi: Sırtını yıkamada yardımcı olayım. Dazai: Oh, teşekkkürler. Atsushi: Ahh... Dazai: Sorun nedir, Atsushi? Atsushi: Hayır, erm... bandajların hala bedenine sarılı. Dazai: Önceden bandajlarımın bedenimin bir parçası olduğunu söylemiştim. Onları umursama ve kesele. Atsushi: Tamam, eh, eh, öyleyse Bu şekilde ovalayacağım. Normalden farklı hissettiriyor, ne diyeceğimi bilmiyorum. Bilmiyorum, hayır, pek çok şey söylemeliyim... Ama söze nasıl başlasam? Bilmiyorum... Dazai: Atsushi-kun! Atsushi-kun! Atsushi: Huh! Evet? Dazai: Uzun zamandır aynı yeri ovalıyorsun. Diğer kısımları da yıkamama yardım eder misin? Atsushi: Ahhh, ö-özür dilerim! --- Dazai: Huu~ Çok rahat, değil mi, Atsushi? Atsushi: Öyle, Dazai-san. -iç çeker- sonuç olarak hiçbir şey konuşmadım. -karnı guruldar- Agh! Dazai: Oh, bu nedir? Acıktın mı? Atsushi: Eh, ah, evet... Dazai: Mmm, ben de biraz acıktım. Doğru ya, benimle gel. Atsushi:Eh, Dazai-san, nereye gidiyorsun? Dazai-san? Dazai-san, ryokanın mutfağına izinsiz girmek sorun olmaz mı...? Dazai: Endişelenme, yakalansak bile biz müşteriyiz. Azarlanmaktan korkuyorsan, günahkar bir zorba bile bize fırça atamaz. ('Günahkar bir zorba' Dazai Osamu"nun yazdığı Koş, Melos! (走れメロス) kitabına gönderme.) Atsushi: Günahkar bir zorba, erm neyden bahsediyorsun? İyi niyetleri sağolsun, müşteri olsak bile... Dazai: Ah, böyle ufak şeyler umrumda değil. Hmm, buzdolabına bir bakalım, oooh. İşte pilav, kavonozda sıcak su var, ooh! Bunlarla Atsushi-kun'un en sevdiği yemeği yapabiliriz -chazuke! Atsushi: Chazuke!!! Dazai: Bundan söz açılmışken Atsushi-kun, ilk tanıştığımızda da chazuke yemiştik. Atsushi: Faturayı ödeyen kişi Kunikida-san'dı gerçi... Dazai: Atsushi-kun hep minik şeylere kafasını takıyor! Bir bakalım, kase kase~ pilavı koyalım, tavada kızartılmış somon, biraz yosun serpelim, sonra sıcak çayı dökelim~ Atsushi: Lezzetli görünüyor! Artık yiyebilir miyim? Dazai: Bu kadar vahim olma Atsushi-kun. En azından biraz susam serp~ Atsushi: Ahhh~ Dazai: Öylese yiyelim! Atsushi: Evet! Afiyet olsun! Ah, Ah! çok sıcak! Dazai: Hahaha Atsushi-kun, tek seferde çok fazla pirinç yiyorsun. Atsushi: Hayır ama çok lezzetli!!! Atsushi: Yemek için teşekkürler. Dazai: Atsushi-kun, başta "Sorun olmaz mı?" diye sormuştun ama ikinci bir kase istemekten çekinmedin. Atsushi: Çünkü gerçekten lezzetli... Dazai: Hehehe... öyleyse odamıza geri dönelim. Atsushi: Ah, erm, az önce bunu söylemek istemiştim ama söylememiştim. Bana baktığınız için çok teşekkür ederim. O gün, Dazai-san ile karşılaşmamış olsaydım çoktan bir suç işlemiş olabilirdim... belki de açlıktan ölmüş olurdum... Ama ajansa katılmama izin verdiniz, herkesle tanıştım, bugün ise beni tatile bile görürdünüz. Çok minnettarım. Dazai-san, ajansa katılmama izin verdiğiniz için çok teşekkür ederim!!! Dazai: Huuu.... Zzzzz... Atsushi: Eh, uyudun mu? Dazai-san, Dazai-san? Dazai: Ah, onsene girdikten ve karnımı doyurduktan sonra uykum geldi... Gözlerimi bu şekilde sonsuza kadar kapatabilseydim, ne kadar güzel olurdu. Atsushi: Neyden bahsediyorsun, neyse, erm, dediklerimi duydun mu? Dazai: Heh, duydum. Atsushi: Huu, iyi. Dazai: Çok lezzetli olduğundan bir kase daha yedin. Atsushi: Bu arka plandaki bir şeydi, asıl anlatmak istediğim o değil! Dazai: -esner- Atsushi-kun, geç oldu. Uyu. Atsushi: Tamam... Dediklerimi duysaydın daha mutlu olurdum ama ne düşündüğümü sesli bir şekilde söylemek de hoş hissettiriyor, değil mi? --- Kunikida: Oi, ne zaman uyanacaksın? Atsushi: Mm, eh, ah! Kunikida-san, günaydın! Kunikida: Çabuk kalk ve üstünü değiştir. Atsushi: Tamam da neden ki? Kunikida: Nedenini mi soruyorsun. Artık ryokanı temizlemeliyiz! Atsushi: Temizlik mi??? Ranpo: Aniden neden temizlik yapmamız gerektiğini sorduğundan ünlü bir dedektif olarak nedenini açıklayayım. Ryokanın sahibi başkanın arkadaşı. Dün ryokanda bedavaya kaldık ve bugün temizlik yapmak zorundayız. Anlıyorsun, değil mi? Atsushi: Evet, sanırım. Ranpo: Kunikida, ünlü dedektifin temizliğe yardım etmesini söylemeyeceksin, değil mi? Kunikida: T-tabii ki hayır. Ranpo-san'ın bizi denetlemesi yeter. Ranpo:Tamam o zaman, sorun yok. Kunikida: Ranpo-san'ı temizlik yapması için zorlamayı plânlamamıştım. Kenji'nin insanüstü gücü var bu yüzden beş kişi yeterli olur. Atsushi: Beş kişi demiştin ama... Dazai-san burada değil. Kunikida: Ne? Eh, sadece bir dakikalığına gözlerimi başka tarafa çeviriyorum ve... Neredesin Dazai? Tanizaki: Ah, Kunikida-san, nehirde Dazai-san'a benziyen bir şey var... Dazai: Gidiyorum ben! Kunikida: Ne demek "Gidiyorum ben!" Kaçma! Dazai! Oi, Dazai!!! Dazai!!!!
115 notes · View notes
epifizz · 4 years
Text
Ölü Damlalar
-Biraz eğ başını.
-Eğemem.
-Tamam ben eğiyorum senin yerine. Su da amma soğukmuş.
-Öyle mi? Farkında değilim.
-Tabi ki değilsin… Neyse bu çok salakça.
-Neden? Gayet iyi gidiyordun.
-Hayır, bu iyi bir konuşmaya başlama şekli değil.
-Nasıl başlamak istersin?
-Bilmiyorum, aslında bakarsan daha önce hiç gerçek bir konuşmaya başlamadım.
-Nasıl yani hep sustun mu?
-Hayır o anlamda demedim, kafan çok kalın.
-Ve ağır, evet kafam ağır hissediyor musun bunu?
-Evet.
-Ee bana nasıl tanıştığımızı anlat.
-Tanışıyor muyuz?
-Elbette, hani sen o kafeye girdiğin anda büyülenmiştim.
-Ne, gerçekten mi?
-Evet nefesim kesilir gibi olmuştu, soğuk suyun altına girdiğinde o buz gibi bedenin sıkışır da tüm havayı çaresizce yutmak ister ya.
-Sadece soğuk suyu hissediyorsun değil mi?
-Hissetmiyorum.
-Gerçekten konuşmaya başlayınca batırıyor muyum?
-Sanırım, kafandaki salınımları bir doğaçlamadan çıkarıp konuşmak adına bir zorunluluğa hapsedince çok şey kaybediyorlar. Bu eksiklik yalnızca sendeki kelimelerin güzelliği gibi olamadığı için öyle geliyor sana.
-Güzel kelimelerim mi var?
-Duymuyor musun?
-Hayır bir süredir kelimeler konuşmuyor, sadece ölüler…
-Doğru.
-Bana biraz kendinden bahset.
-Tanışmıyor muyuz?
-Sanmam, tanışsak nefesim kesilirdi.
-Ben… Ben… Bilmiyorum kendimde anlatacak bir şeylerim yok sanırım. Kendimi koca bir boşluğun nefes alışı gibi hissediyorum yalnızca. Bir şeylerin akıp geçtiğini görebiliyorum ama onlara dokunmak için yaşamak gerek.
-Kelimeler! Akan kelimeler.
-Öyleler mi? Hiç kayarken ses çıkarmıyorlar, hayret doğrusu.
-Onlar senin sesini kullanırlar, yoksa tamamen ölüdürler. Anlatacağın bir tek bu mu? Bir nefes alış mı?
-Nasıl tanıştığımızı anlatabilirim?
-Kafede olan mı?
-Hayır o geçen haftakiydi, şimdi toprağına orkide ekmişler.
-Kökleri?
-Çürümüş kökleri, ben bir iş yapmıyormuşum gibi herkes pişmanlıklarını yıkamak peşinde. O kadar suyla kök falan kalmaz.
-Nasıldı pişmanlığı?
-Birkaç güne tüm çiçekleri dökülmüştü, kenarından başlayan sarı hatlar bir alev gibi yayılmıştı pembe yaprakların üzerine. Onun toprağa karışmış olması üzücü.
-Benekler?
-Ah evet alevlerin o merkeze doğru kayışını yine aynı ton benekler süslüyordu. Sıçrama gibi. Kaldır şu kolunu!
-Doğru ya… Tamam kaldırıyorum.
-Su da soğukmuş.
-Sözlerimi tekrar ediyorsun, sudan anladığın yok senin.
-Neden anlarım?
-Bu noktaya kadar geldiysen, yaşamaktan anlamışsındır bir şeyler. Anlat bakalım.
-Ne anlatmamı istersin?
-Hayalini anlat.
-Senin yaptığın gibi mi?
-Hayalinde değil, hayalini.
-Benim, benim çokça hayalim vardı. Ama çok geçmeden bunların gerçekleşemeyeceğini anladım, hayat kafamdaki gibi işlemiyordu ve her adımımda arkada kalan ayak izlerim beni eksiltiyordu. Zaman geçtikçe kırışıyor, kamburlaşıyor ve kimsesiz kalıyordum.
-Kimsen yok mu?
-Raporu hatırla; hani kayıtlarda hiçbir yakını, haber verilecek tek bir kişi yok diyordu görevli.
-Kimsen yok yani?
-Hayır… Onları nasıl kaybettim hiç bilmiyorum, hiç bulmuş muydum bunu merak ediyorsun. Tuhaf, insanın noksanlığı hep geçmişe gömülü bir sahipliği anlatır ancak insanlar öyle değildir, hiç sahip olmadığın insanlar seni kimsesiz yapar.
-Gözlerin ne renk acaba?
-Görmüyor musun?
-Yeşil, yeşil olmalı gözlerim. Bu burunla yeşil gider.
-Mavi de olur gibi.
-Saçlarımın beyazından öyle diyorsun, onlar kestane rengindeydi.
-Ya, güzel kokarlar mıydı?
-Hayır pek güzel bakmazdım onlara, güzel hissetmeye çalışmak korkutucu.
-Neden?
-Çünkü o zaman güzel olamayacağımı keşfederim.
-Burnun güzel.
-Gözlerim de kesin yeşildir o zaman.
-Bir önemi yok artık.
-Acaba sesin neye benziyor?
-Duymuyor musun?
-Kelimeler benim sesimi kullanırlar.
-Benimkiler de mi?
-Evet hepsi öyle kayar, kimse kelimelerin bendeki sesi dışında konuşamaz bunu denese bile ben duyamam.
-Kelimeler bir hapis gibi o zaman, kimseyi konuşturmuyor sadece kendini dinletiyor.
-Evet… Kelimeler sessizce kayıyor.
-Hayat hakkında bir şey daha biliyorum.
-Ya neymiş o?
-Zaman, bak her yerde izleri var bende. Bu kesiği bence 93 yılında yaptım, kendi satranç takımımı oymak istiyordum.
-Yaptın mı?
-Bilmiyorum.
-Oynamayı biliyor musun?
-Unuttum, bende artık bir hatıra yok.
-Kötü hatıralar da mı?
-Onların bazıları duruyor, şu gözümün altındaki mor şişliklere bak. Bu uyku kaçıran anılar bedende hiç unutulmuyor.
-Yeterince sularsak çürür belki kökleri.
-Sen onu mu yapıyorsun? Bedende kalan son anıları da suyla çürütüyor musun?
-Hayır o toprağın işi, her filizlenme gibi bu güzelliği de o kapmış.
-Kıskanıyor musun toprağı?
-Evet, burada herkes toprakları ziyarete geliyor.
-Toprağı değil, ona karışan hatıraları.
-Fark etmiyor; önce onun zamana nasıl gömülü olduğunu unutuyorlar, hep aynı anılara ve zamanlara kısılıyor. Sonra da…
-Sonra da ne?
-Daha konuşuyorum lafımı bölme! Bölmüyorum, düşünmek için kelimelerimle zaman kazanıyorsun.
-Sonra da sesini unutuyorlar çünkü seslerin yankısı hep ilk sönen oluyor. Sonra onun hislerini unutuyorlar geriye sadece kendi hisleri kalıyor, ne isterlerse o an onu hissediyor o da.
-Evet soğuğu hissetmiyorlar.
-Aslında hep orada bir yerde duruyor tüm varlığı, ancak ulaşılmaz oluyor toprak doluyor her yanında. İnsanlar toprağa bakarken onu o kadar çok düşünüyor ki, toprak onun etine karıştığı oranda anılara da karışıyor. Minik bir toprak parçasına sevgi duyuyorlar, artık ondan ayrı onu düşünemez oluyorlar.
-Beni de bu mu bekliyor.
-Çoğumuzu bu bekliyor, bazılarımızı da yakarlar.
-Beni yakacaklar mı?
-Sormadım ama sanmam.
-Toprağa karışmayı daha çok seviyorum.
-Biliyorum çünkü ben seviyorum.
-Kimsesiz olman güzel.
-Neden?
-Şu noktadan sonra zaten kimsen olmuyor, kendinle bile değilsin. Burası kalabalık olsa gürültüden konuşamazdık. Haydi döndürelim bir de seni.
-Amma da ağırsın.
-Tüm bu yük bir anda kalkmıyor.
-Neyin yükü?
-Bilmiyorum söylerken bunu düşünmemiştim, yaşamın sanırım.
-Yaşamak korkutucu bir yük.
-Sen ne bilirsin ki yaşama dair.
-Pek bir şey değil; dudaklar daha renkli olur, gözlerse sanki yerinde duramaz, göğsü inip kalkar yaşamın ve oradan saçılan kızıl tüm solgunluğun üzerini örter. Ama o hep altta bir yerdedir, solgun olan ancak tüm o ölümü çağrıştıran yaşam kızılıyla dolunca işte hayat dediğimiz şey olur.
-Yine cesetlerden bahsediyorsun.
-Yaşamın cesetlerden başka ardında bıraktığı ne var ki? Tüm o zaman cesedi anlar, anılar sanki şimdinin hatıraları mı? Yaşamın rengi beyaza vuran pembeliktir.
-Ancak yağmur yağınca toprak da kokar.
-Kül de olabilir, bazı anılar söner.
-Biraz ucubesin değil mi?
-Öyle mi düşünüyorsun?
-Sen öyle düşünüyorsun.
-Ever çünkü salakça bir konuşma bu, boşver kim duyacak bunu ben mi?
-Ne? Sabun annem gibi kokuyor.
-Kafan karıştı.
-Dur. Tamam. Ne? Ucube. Orkide nasıl kokar?
-Tamam şimdi düzeldi, kelimeler dağıldı. Bir an çok gerçek oldu her şey.
-Tek gerçeğimiz anlar zaten.
-Evet bir konuşmaya odaklanırken, iş yapmak zor. Her şey dağılınca çok çekilmez oluyor bu sohbetler.
-Hayır, sen sadece dinliyorsun.
-Güzel bir sohbetti ama.
-Eh, gerçekleşmemiş olması pek bir şey kaybettirmedi bana.
-Gerçekleşmesini dilerdim.
-Eminim dilerdin (!)
Mırıltılar kesildi ve geriye suyun kendine saplanma sesleri kaldı. Nemden kabarmış ahşap kapıyı aralayıp bağırdı.
-YIKAMAYI HALLETTİM GELİP ÖLÜYÜ ALABİLİRSİNİZ.
49 notes · View notes
Text
Bugün senden gerçekten vazgeçtim. Evet zaten gittiğini kabullenmistim. Ve bir daha olmayacağını da. Ama bu bahsettiğim farklı bir vazgecis.
Mesela şuan sezen aksu dan vazgeçtim dinliyorum. Kendime ayrıldığımızdan beri yasakladigim beni üzecek şarkılar dinlememe kuralını cigniyorum. Çünkü bugün farklı bir gün. 18 gün olmasına rağmen beni ağlatmayi başarması nasıl oluyor anlamıyorum. Ama artık sana yenilmek istemiyorum. Seni sevmek istemiyorum. Benimle olmanı istemiyorum. Her gün senin hayalinle konuşmaktan bıktım . Saatlerce aslında olmayan birisiyle iletişim kurmaktan sıkıldım artık. Ve seni hayallerimden çıkartıyorum. Hayatımdan çıkarttığım gibi.
Ne kadar üzücü. Deli gibi aşık olduğum kisi..
Şarkıyı dinleyip devam edicem.
Kokun hala benimle biliyor musun. Senden habersiz aldığım son günlerde benim giymeme rağmen hala deli gibi sen kokan tisortunle hala benimle. Ve hala o kadar güzel kokuyor ki.
Ama artık sen hiç bir şeyi bilmeyeceksin. Gerçek olmasan da bilmeyeceksin. Çok zordu bunu yapmak. İnan çok zordu. Kapında köle olmaya razı ben için o kadar zor ki. Ama geçecek biliyorum. Öldürmeyen acı güçlendirir. Yüreğim şuan yaralı evet ama bu bundan sonra bunu atlattıktan sonra daha güçlü olacağı anlamına geliyor. Ve inan bana atlatiyorum. Sana yazıyormuş gibi yazmamın sebebi seninle son konuşmam olması. Artık bende olmayacaksın. Hoşçakal sevgilim.
3:52 16.02.21
2 notes · View notes
echofairy351 · 3 years
Text
AŞK’I EN İYİ ZAMAN ANLAR
Bütün duyguların yaşadığı bir ada varmış . Bu ada da Üzüntü, Mutluluk, Bilgelik ve daha nicesi tabiki de  Aşk da burada .Bir gün adanın sular altında kalacağı haberi gelir ve herkesin tekne hazırlanması söylenir. Aşk adada en son kalan duygu olmuş çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş. Ada ne zaman batmaya çok az kala Aşk yardım istemeye karar vermiş . Yanından geçen kocaman bir gemisi  Zenginliğe seslenir; 
“Zenginlik ! beni de teknene alır mısın? “ der bunun üzerine zenginlik 
“Üzgünüm Aşk, teknemde bir sürü altın ve gümüş var senin için yer yok.”  der ve gider. Bu sefer Aşk ihtişamlı bir yelkenliyle kibri görür ve ona seslenir 
“ Hey Kibir ! beni de yelkenline alır mısın ?” 
“Üzgünüm Aşk çok ıslak ve yapış yapışsın yelkenlimin kirlenmesini istemiyorum.” der ve oda Aşk ‘ın yanından geçer gider .Aşk bu sefer üzüntüyü görür ve seslenir 
“Hey üzüntü bana yardım eder misin ?”
“Üzgünüm Aşk çok üzgünüm yalnız kalmak istiyorum.” der ve oda gider . Bu sefer Aşk son bir umut Mutluluğa seslenir 
“Hey mutluluk! yardım eder misin ?”
Fakat Mutluluk o kadar  mutludur ki Aşk’ı duymaz bile .
Aşk tam ümidini kaybedicekken bir ses gelir bu Aşk’tan bile daha yaşlı birine aittir 
“Hey Aşk ben sana yardım ederim gel “ Aşk ona yardım eden kişiye o kadar minnettardır ki kim olduğunu öğrenmeye yemin eder .
Aşk’a yardım eden duygu Aşk’ı bir adaya bırakınca yoluna devam eder .
O ada da Aşkla beraber Bilgelik de vardır. Aşk bilgeliğin yanına giderek sorar 
“ Sen beni getiren kişiyi tanıyor musun ?” diye bilgelik gülümser ve 
“ Seni getiren kişi ZAMAN’DIR “ der  .Aşk bunun üzerine şaşkınlıkla sorar 
“ Zaman mı ? Peki bana neden yardım etti ?”
“Çünkü Aşk’ın ne kadar büyük, kudretli üzücü , mutlu ,zengin , kibirli , bilgeli bir o kadar da zaman alıcı bir şey olduğunu en iyi Zaman biliyor “ 
2 notes · View notes
ahlals · 4 years
Text
  Yıpranmış yerler, yorgun suratlar…
 Arkamda , karanlığıma sığınmış bir adam konuştu.  Hissizce yaşadıklarıma bakıyordum, yaşadıklarım  önümde yaşamadıklarım arkamda terk edilmişlerdi. Küf kokuyorlardı , çünkü onları paketlerinden dahi açmadan yok etmiştim.  Önüme seriliydi işte tüm görüntüler, tüm kaybolmuş gerçekler.  Toprak parçası tepeciğinden aşağı doğru kayıp kokuşmuş, soğuk bir cesedin üstündeki beyaz örtüyü kirleten yüz karası olmaya düşmüştü.  Herkes, kendi çığlıklarında boğuluyordu.  Orada algılayabilmek için çok uğraştım, güçtü. Çok fazla güçtü.  Kaybolmuşluğun, unutulmuşluğun ilk adımını atmıştık.  Onu, kapalı olduğu kutunun içinden bile hissediyordum.  Kalbim, günler öncesinde durmuş kalbiyle senkronize olmuş, beraberce atıyordu. Onu durduğu yerden yakalamak istercesine at sürüyordu peşinden.  Son anda   yetişemeyeceğini anlayınca duraladı, durağı kaçırdık, diye mırıldandı.Ağlayan yüzlerin yerini bezginlik aldı.  Kimse ölümden korkmazdı. Kelimenin kattığı anlamı hissettiğinde bilirdi insan neye atıldığını sadece.  Neden burada olduğunu algılayamadan yaşadılar ve şimdi o tattıkları su tadındaki yaşama duyusunu istekleri dışında alınacağını fark ettiler. İhtiyaçları  kana kana içmek için suydu. Tatsız ama tatlı bir bardan serinleten su.  Her şey, onlardan bağımsızdı.
   Ölüm , unutulmakla , ortadan kaybolmak arasında bir çizgide ilerlerken insanlar onun yalnız olduğunu görmüşlerdi.  İyi yürekli birisi, çıkıp ona eşlik etmeyi teklif edene dek , ölüm tek başına sonsuzluk yürüyüşünü tamamlamaya çalışıyordu.  Yolu bitemeyince, ölüm sıkıldığını hissettiğinden o adamın teklifini kabul etti.  Saatlerce yürüdüler boş , ince , uzun bir yolda.  İkisi de alacakları yoldan habersizce , sonsuzlukta ip kalmış bu yolda dümdüz gittiler. Bir kez bile sola ya da sağa sapmaları gerekmemişti.  Ölüm o kişiyle çok ilgilendi , onu sevdi, dostu saydı.  Saatler günlere , günler haftalara , haftalar aylara dönüştü.  Ölüm gittikçe aynı yerde saymaya zorlandıklarını düşünedururken iyi niyetli insan durdu.  Karşıda , çıkmaz sonsuzluğun ortasında kapı belirmişti.  Ölüm , şaşırdı .  Öyle afallamıştı ki neyle uğraştığını ,neyle baş başa kaldığını bilemeden insana baktı.  İnsan gülüyordu , sanki önündeki neyin nesiydi biliyordu oysa hiç bitmeden tükenmeden, yürüyen ölüm bununla ilk kez karşılaşıyordu. ‘Sende kimsin ?’  Ölüm çıkmayan sesiyle fısıldadı, korkmuştu, çok ürküyordu gelecek cezadan.  ‘Yoksa , yapmamam gerekeni mi yaptım ? İnsanla konuşmam günah mıydı ?’ Düşünüyordu, etraf karanlıkken o ikisi parıl parıl parlıyordu.  İnsan kapıya ilerlerken ölüm uzanıp onun kolundan tutup geri çekti.  ‘Orası nereye çıkıyor biliyor musun ? Ben bilmiyorum. ‘ Adam durdu ve ölüme baktı. ‘ Beni getirmen gereken yerdeyiz.  İyiyle kötünün sapacağı o yoldayız artık.’dedi adam.  Ölüm adamı takip ettiğinde adam kapının eşiğinde onu durdurdu. ‘Senin yerin burası değil, daha alacağın çok yol var. Eşlik edeceğin çok insan olacak.’ Ölüm zaman kavramını yitirmiş şekilde sordu. ‘Ne zaman bitecek ? Ne kadar sürecek? Kimlere eşlik edeceğim?’ Adam , artık yaklaşan kapıya göz attı, gülümsemesi bir kez olsun yüzünden eksilmemişti. “Zamanları geldiğinde , o insanlar seni bulacak.’ Ve ölüm daha çocuk merakını geçiremeden adamla kapısı yok olmuştu.  Ölüm durup düşünmek istedi ama ilerlemesi gerekiyordu.  Yürümeyi kesmek istiyordu , bunu da ancak yürüyerek yapabilirdi.  Ölüm gitti, insanlar bazen onu gördü geçti ; bazen uzanıp ona yanaştı ve arkasından takip etti.  Kimisi onun yolculuğunun , o sonsuzluğun bir gününe dahil oldu, kimisi yıllarca onun safında yer aldı.  Ölüm insanlar ona eşlik ettikçe görebildiğini fark etmişti.  İnsanlar gelmişti ve yol gittikçe kısalıp forma kavuşmuştu.
 Ölüm hem sonsuzluğu bitiyor diye seviniyordu , hem de kayıp giden yoldaşlarına üzülüyordu.  Onlar orada yokken kat etmesi  güçleşiyor, yorucu hal alıyordu.  Ölüm , neden bu yola çıktığını öğrenmek istedi, neden insanların ona eşlik etmesi gerekiyordu bilmeliydi.  Bir gün bilge bir kadınla tanıştı. ‘Şimdi ne olacak ?’ diye sordu kadına , kadın başını eğmiş biçimsiz ölüme bakmadan arkada kalanları izliyordu.  ‘Sen ne kadar yanımda kalacaksın?’  Kadın ölüme nihayet baktığında ölüm suskunlaştı, genelde insanlar ona bakmaya çekinirlerdi, özellikle zaman ilerledikçe bu sıklaşmış, sohbetler kesilmişti. Hepsi kendi pişmanlıkları içinde merhamet dileniyorlardı.  Ölümün canını sıkıyordu bu durum.  ‘Bilemem.’demişti bilge kadın yol almaya başladıklarında. ‘Ne demek bilemem , ama buraya gelirken iki insanın senin her şeyi bildiğini söylediklerini duydum.’  Bilge kadın , ölümün bu hayıflanmasına karşılık yavaş adımlar atarak ona eşlik etmeyi sürdürüyordu.  ‘Bilirim tabii,  Güneş’in her gün hangi saatte doğacağını , hangi saatte batacağını bilirim.  Yemeklerin sağlıklı olanıyla, zehirli olanlarını bilirim.  Hastanın hastalığını, o hastalığını nasıl tedavi edeceğimi bilirim.’
 ‘Öyleyse , neredeyiz biliyor musun?’
  ‘Hayattayız , hatalarımız sağımızda günahlarımızla kavga ederken sevaplarımızın tarlada çiçek açtığı solumuzla birlikte yol alırız.” Ölüm hiç duymamıştı hayat nedir diye.  Kaşlarını çatıp bilgiliğinden şüphelenmeye başladığı kadına tehditkarca baktı. ‘Hayat mı? O da ne? Maytap mı geçiyorsun benimle?’
  ‘Hiç öyle olur mu efendim. Hayat şudur : insanlara , doğaya  -ağaca , kediye, kuşa, bitkiye , börtü böceğe- , havaya , suya bahşedilen süredir.  Onların da zamanı geldiğinde çıkacakları yol vardır. Bizimkinden farklılardır sadece o kadar.’
  Ölüm yolun üstünde dinlenmek için çıkan taşa oturdu, kadın da onun ilerisine oturdu. ‘Bilmediğini söylemiştin.’ Ölümün hüznünü gören bilge kadın başını eğmiş, vereceği cevabı düşünüyordu. ‘Evet , bilmiyorum.’ Ölüm sinirlenmeye başladığını hissederek kadına bağırdı. ‘Az önce anlattın ya?’
 ‘Evet anlatım, bildiklerimi aktardım size. Neredeyiz derseniz, bildiğim hayattır dedim.  Ne yapacağız derseniz , yolculuğa çıkacağız dedim. Ancak, nereye gideceğiz derseniz, bilemem ki.’
  ‘Neden bilemezsin?’
 ‘Çünkü ona beni götürecek olan sizsiniz efendim.’
 Ölüm o günden sonra yüzyıllarca dönüp durdu yolculuğundan , yolu kısaldıkça kısaldı ama hiç sona ermedi. Bir gün geldiğinde tüm insanların ona eşlik edeceğini ama bunun ne zaman veya niçin olacağını kimse söylemedi, o da öğrenmeye çalışmadan yürüyüp devam etti.
 Bir gün umalım da ailemiz ona yolunu gösterip çıkışına ulaştıran parçası olsun diye dua ettirdi. Ölüm ölmedi, susmadı, yok olmadı, yaşamadı ya da susamadı. Ölüm yorulmadı da.  Ölüm yoluna vebam etti, bir gün biter umuduyla giriştiği amansız yoluna.  Yanındaki kimi insanı sevdi saydı, kiminin yüzüne bakmamasına gücendi, kimine selam vermedi. Sonuçta, elbet yollarının hedefe vardıklarında ayrılacağını biliyor gibiydi hepsi.
 
 Bu , onun ölüme arkadaşlık etmeden önce anlattığı son hikaye olmuştu. Şimdi üstüne yavaş yavaş dökülen toprağın altında kalan bedenin gülüşünü duyduğumu zannettim.  Etrafı kaplayan o boğucu sis ağır düzende topraktan kendisini kaldırdı.  Yüzler dağılmıştı, o orada yüzsüzce yatıyordu. Bunu komikle üzücü arasına sokabilirdim ama olayımın trajikomik yanı yoktu.  O orada yalnız başına , ölüme eşlik ediyordu.Bense burada izliyordum.  Ağlayamadan, gözümü dahi kırpmadan.
 Canım yanıyordu, yanında gitmek istiyordum, onunla beraber ölüme yoldaş olmam şarttı. Nasıl benden önce gitmeye cüret edebilirdi ?  Ölümün onu tutuşunu, yanına çıkarışını gözümün önüne getirdim.  Üstündeki eski kıyafet karanlık yüzünü gizlerken soruyordu :  ‘Ne kadar yolum kaldı?’ Ve o , başını ölümden döndürüp çevresine baktı, bana gülümsedi. ‘Daha yolumuz uzun duruyor.’  Ölümün hüznünü duyumsadım.  O hüzün beni boğmaya çalışıyordu, ileri atıyordu.  Tam olarak da bunu yaptım.  Önümdeki etten duvarları itip yıkmaya çalışarak ön safa ulaştım.  Şaşkın gözler, yorgun suratlardan benimkine bakıyorlardı.  Mutlu yüzdeki alaylı gülümsemeye.  Toprağı durdurmak isterce tümseğin yanına gittim ve tutundum.  Ölümden korkmuyordum. Ölüm arkadaşım, yoldaşım olabilirdi.  Beni canlı canlı onun yanına gömseler dert etmezdim. Ama onu ölüme verme zamanım değildi.  Beni alabilirdi ama daha onun zamanı değildi. Mezarı kazan kişiler, yaptığımı görseler belki de benden nefret ederlerdi ; belki emeklerini öylece yok edemediğim için tebrik ederlerdi.  Yine de onlar için yaptığım hiçbir şey yoktu.  Birisi kollarımdan tutup geriye çektiğinde , tekmelerimin hedefi hiçbir yerdi . Ruhum yok oluyordu. Silikleşiyordum. Onun yarını yoktu.  Onun bundan sonra yarını olmayacaktı ama şu an görünüşe göre ben binlercesine de sahip olabilirdim. Yarınlarımı ona vermek istiyordum. “Gitme,” Haykırdığımı fark etmedim bile. “Onun güzel arkadaşlığına uyup gitme.  Ben de düzelebilirim.  Lütfen onun laflarına, sorularına kanıp gitme.”  Boş çukur doldurulmadan beklenemeyeceği için benim etkim sadece sonda kalanı fitillemeye, birisinin yere diz çöküp ağlamasına neden olmuştu.  Bu hikayeyi daha önce duyan herkes , diye düşündüm, onun gitmeyeceğini düşünürken onu çoktan uğurlamıştı. Yere düşen adamla, ben dışında.
-Alıntılar, Ahlal Günay
Tumblr media
4 notes · View notes
fioredellamorte · 3 years
Text
İçimde anlamlandıramadığım bir hüzün, tükenmişlik hissi var. Aslında bakıldığında gözle görülür üzücü bir şey yok, eski olaylar ya da karantinanın hissettirdiği soyutluklar bilmiyorum hangisi veya ikisi birden mi? Kişiliğim bölünmüş gibi; bir yanım kendini geliştirmek için bitmek bilmeyen bir motivasyona sahipken diğeri dibe yakın. Kendini iyi hissetmeye zorlamak işleri daha da kötü yapacak olsa da tamamen salmama vicdanım el vermiyor, dersler de öyle. Değiştim, birçok açıdan iyi değişimler yaşamış olsam da kötü bir değişim de yaşadım; dersler, artık hoşuma gitmiyor, önceden test kitabı almak beni mutlu ederdi, canım sıkılınca ders çalışırdım ama bu online dersler beni bu konuda 180 derece değiştirdi nefret ediyorum artık. Karantinanın başında bu olayı olabildiğince avantaja çevirmeyi çok denedim ama artık dayanamıyorum, umutlu olmaya çalıştıkça daha da beter bir hal alıyor her şey. Zihnim bir boşluk ve ben başı boş savruluyorum orada. Kendimi tutup kurtaracak yine benim ama elim kolum bağlı gibi hissediyorum. Açıkçası o kadar çok şey hissediyorum ki ben bile çözemiyorum bazen neler döndüğünü içimde, oysa kendimizi en çok biz anlarız değil mi? Değil, koskocaman bir yalan bu ama şu doğru, daha biz anlamıyorken bizi başkalarının anlamasını nasıl bekleriz, niye bekleriz? Kafam karman çorman, tüm benliğim öyle aslında. Neden bilmiyorum. Çözmem lazım ama düğüm olmuşum, çözmeye sabrım yeter mi onu da bilmiyorum. Açıkçası şu and bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğim :’) yazının gidişatından da belli değil mi? Birbirini tutmayan, aralarında bağ bulunmayan cümleler ama zihnimden ne geçiyorsa onu yazıyorum, evet zihnim bundan da karmaşık durumda. Elimizde olmayan şeyler için üzülmemeliyiz, bunu biliyorum ama bazen ‘acaba elimde miydi?’ diye düşünmeden edemiyorum, ‘şu şartta olsaydık elimde olurdu’ demekten, ‘o şartları elde edebilir miydim acaba?’ diye düşünmeden duramıyorum. Biliyor musun? Gerçekten çok ağlayan biri olarak ağlayamıyorum bile. Çok garip hissediyorum ama bir şey hissedip hissedemediğimi hissedemiyorum. Bir gün kendimi iyi görürken ertesi gün yerden yere vuruyorum, kendime çok acıyorum ama asla acımıyorum. Benliğimle çakışıyorum, kendimle kapışıyorum. ne olursa olsun kelimelerle oynamaktan kendimi alamıyorum. Böyle mi rahatlıyorum bilmiyorum ama başka türlü de rahatlayamıyorum. Her şeyden, herkesten uzaklaşmak istiyorum belki de en çok kendimden. neden böyleyim, kim böyle yaptı beni, ben miyim yani şimdi bu durumdan sorumlu olan yoksa sadece sorunlu olan mıyım? O nefret ettiğim yağmurlar başlamış da hiç bitmeyecekmiş gibi, bir gün illa ki ıslanmak zorunda kalacakmışım gibi hissediyorum. Beni korkutan şey ıslanmak değil aslında kuruyamamak.saçmalıyorum belki, belki de gereksiz bir mantık var cümlelerimde umursamamayı bile o kadar çok umursuyorumki aslında şu an neden konuştuğumu ben de bilmiyorum, ben müziği dinliyorum ellerim yazıyor benden izinsiz, uzattıkça uzar bu yazı ama yeter bence bugünlük bu kadar iç dökmek. Her şeyin fazlası zarar olduğu gibi benim de fazlam zarar
1 note · View note
desolatepear · 4 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Before the world comes to an end, please make me listen.
A catastrophy well suited to a flower in full bloom...
While everyone wishes, no one believes in eternity.
...Even so, they certainly dream about tomorrow.
Short-lived days and... this tragedy night
Edit:1
Ben hep böyleydim biliyor musun. Aslım buydu yani ama kendimi o kadar inandırdım ki çevremdekilere o kadar uyum sağladım ki olmak istediğim kişi için kendimi o kadar zorladım ki ben bile böyle biri olduğumu unutmuşum yüzüme vurulunca bu kadar canımın sıkılmasında bile kendi kendime ben öyle değilim diye düşündüğümden ama öyleymişim ilk boş kalınca da yeniden eski halime dönüverdim yine o inanılmaz kafa karışıklığı nöbetlerinden biri bu galiba aslında şunu yazarken bile cümleleri havalı hale getirirken salisiyeler içinde bi niyet analizi yapıp gerçek durumumu tartıp sonra kendimi ikna edip bu defa başka açıdan kendime kızıp yine kendimi ikna edip daha da başka açıdan kendimden tiksinip döngü bu hiç bitmiyor düşüncenin biri biterken ardına hemen öbürü geliyor kıymetsizlikten de değildi ama soyut bir takım şeylerin altında eziliyorum galiba üstelik şimdilerde bunun benim bi zarafetimden dolayı filan değil de herkeste olan bende de olan sıradanlıktan dolayı olduğuna ikna oldum artı ben de bir de kompleksler neyim. Düşündüklerini değiştiremem artık ama sosyal medyada takip ettiğimiz kişilerden bu kadar etkileniyor olmamız çok üzücü neyse. Bir şey yapmaya halim yok.
2 notes · View notes
yusamarie · 4 years
Text
yirmi iki mayıs iki bin yirmi.
son iki gündür her şey o kadar güzel ki, o kadar güzelsin ki alaska. gerçekten bunu tarif edemiyorum ama çok fazlasın işte. her şey için çok fazlasın bana. seninle ilgili en en en ufak bir şey bile beni mutlu ediyor. mojo pin ile öne çıkarılanlarına eklemişsin beni mesela, bunlar basit mevzular ama aşırı mutlu ediyor beni. ki o şarkıyı çok fazla seviyorum. artık jeff dinlemeye başlaman mutlu etti ayrıca. sen, sen gerçekten çok başkasın.
dalga geçeceğini falan düşünüyorum ama inanmamama rağmen burç uyumlarımıza baktım biliyor musun? her sayfada farklı diyordu ama en güzel olanı kabul ettim kendimce. sessiz, sakin, uyumlu bir ilişki olarak tanımlıyor genelde. aslında düşündüğümde de zıt düştüğümüz bir şey yok neredeyse. varsa da kabul etmiyorum, keyfimi bozmasın.
şu birlikte yaşama olayı da ayrı hoşuma gidiyor zaten. bunu çok istiyordum biliyor musun? ama belki hoşuna gitmez diye sormaktan çekinmiştim ama o mesajı yukarıdan okuduğum anda çıldırdım resmen. kısaca her şey çok güzel ve sen de çok güzelsin ve ben çok mutluyum. iyi ki varsın alaska, iyi ki hayatımdasın. sanırım kötü veya daha üzücü konularda daha çok bir şeyler yazabiliyorum. bilmiyorum ama mutluluğumu tam anlamıyla yansıtamıyorum sanırım. fakat uzun zaman sonra her şeyi tam istediğim seviyede ilerleyen bir "isim koymaya gerek duymadığımız" ilişki içindeyim. söylediklerim gerçekten çocukça gelebilir belki, ya da abartıyorumdur ama iyi hissediyorum işte. çok doğru hissettiriyorsun bana. dediğim gibi, ilk defa birisini böylesine bekledim ve şu anda onunla beraber olmak tabii ki de mutlu ediyor beni.
sanırım keyfim yerindeyken buraya yazınca oldukça saçmalıyorum? "mutluyum, mutluyum, mutluyum" diye tekrarlıyorum sürekli ancak senin gibi güzel ifade edemiyorum kendimi işte. umarım anlıyorsundur beni. sürekli rezil olacağımı düşünüyorum böyle olunca. ama zaten yediğim tüm boklardan sonra bununla rezil olmam pek de umurumda değil, evet.
alaska,
seni çok seviyorum, deliriyorum bak bu gece aşırı mutluluktan.
iyi ki varsın.
2 notes · View notes
aksipisi · 4 years
Text
Giuseppe Corte bir günlük tren yolculuğunun ardından, bir mart sabahı, ünlü sağlık merkezinin bulunduğu şehre geldi. Biraz ateşi olmasına rağmen, istasyonla hastane arasındaki yolu elinde küçük valiziyle yürüyerek gitmek istedi.
Hastalığı henüz başlangıç aşamasında olmasına rağmen, sadece o hastalığın tedavi edildiği ünlü sağlık merkezine başvurması tavsiye edilmişti. Hastanede tek bir hastalığın tedavi ediliyor olması, doktorlara bu konuda olağanüstü bir yetkinlik veriyor ve kurumdaki işleyişin oldukça akılcı ve etkili bir şekilde gerçekleşmesini garanti ediyordu.
Giuseppe Corte hastaneyi uzaktan fark edince -bir broşürde fotoğrafını gördüğü için orası olduğunu hemen anlamıştı- çok iyi bir izlenime kapıldı. Yedi kattan oluşan beyaz bina, biraz otel izlenimi uyandıran, düzenli girinti ve çıkıntılarla bezenmişti. Etrafıysa yüksek ağaçlarla çevriliydi.
Giuseppe Corte, kısa bir muayenenin ardından daha ayrıntılı tetkikler için yedinci, yani en üst kattaki ferah bir odaya yerleştirildi. Mobilyalar, tıpkı halılar gibi açık renkli ve temizdi, koltuklar ahşaptı, yastıklar rengarenk kılıflarla kaplanmıştı. Odanın penceresi şehrin en güzel mahallelerinden birine bakıyordu. Her şey sakin, rahat ve iç ferahlatıcıydı.
Giuseppe Corte hemen yatağına girdi, başucundaki gece lambasını yaktı ve yanında getirdiği kitabı okumaya başladı. Kısa süre sonra bir hasta bakıcı gelip bir şey isteyip istemediğini sordu.
Giuseppe Corte’nin bir isteği yoktu, ama yine de sağlık merkeziyle ilgili şeyler sorarak genç kızla muhabbet etmek istedi. Böylece hastanenin tuhaf bir özelliğini öğrendi. Hastalar, durumlarının ağırlığına göre binadaki katlara yerleştiriliyorlardı. Yedinci, yani en üst kat, durumu en hafif olanlar içindi. Altıncı kat ağır olmayan, ancak yine de ihmal edilmemesi gereken hastalara ayrılmıştı. Beşinci katta durumları ciddi olan hastalar tedavi ediliyor ve böylece en alt kata kadar gidiliyordu. İkinci katta ağır hastalar vardı. Birinci katta ise artık ümidin kesildiği hastalar yatıyordu.
Eşi benzeri görülmemiş bu sistem, verilen hizmeti hayli kolaylaştırmasının ötesinde, durumu hafif olan hastanın, can çekişen birinin yakınlığından rahatsız olmasını engelliyor ve her kata eşit bir havanın hâkim olmasını sağlıyordu. Diğer taraftan, tedavi de kusursuz bir şekilde derecelendirilmiş oluyordu.
Yani hastalar, aşağı indikçe hastalık derecesinin gittikçe arttığı yedi bölüme ayrılmıştı. Her kat, kendi kuralları ve gelenekleriyle kendine has küçük bir dünya gibiydi. Her bölüm farklı bir doktora verildiğinden, genel müdür enstitüyü tek yöntemde birleştirmiş olsa da, tedavi yöntemleri birbirinden farklılaşabiliyordu.
Hasta bakıcı odadan çıkınca ateşinin düştüğünü sanan Giuseppe Corte, pencereye gidip dışarı baktı; ilk kez gördüğü kenti seyretmek için değil, alt katlardaki diğer hastaları görebilme umuduyla bakmak istemişti dışarı. Binanın girintili çıkıntılı yapısı böyle bir gözlem için elverişliydi. Giuseppe Corte bilhassa, çok uzakta izlenimi veren ve sadece yan taraftan görülebilen birinci katın pencerelerine gözlerini dikti. Ancak ilgisini çeken hiçbir şey göremedi. Bu pencerelerin çoğu gri panjurlarla sımsıkı kapatılmıştı.
Corte, yandaki pencereden birinin kendisine baktığını fark etti. İkisi de artan bir sempatiyle uzun uzadıya baktılar birbirlerine, sessizliği nasıl bozacaklarını bilmiyorlardı. En sonunda Giuseppe Corte cesaretini topladı ve "Siz de mi yeni geldiniz?” diye sordu.
“Ah, hayır,” diye yanıt verdi öteki, “iki aydır buradayım ben...” Bir süre sustu, sonra konuşmayı nasıl devam ettireceğini bilemeyerek ekledi: “Aşağıya, kardeşime bakıyordum.”
“Kardeşinize mi?”
“Evet,” diye cevap verdi yabancı. “Hastaneye birlikte yattık, ama tuhaf bir şekilde onun durumu hızla ağırlaştı, düşünsenize şimdiden dördüncüde.”
“Ne dördüncüsü?”
“Dördüncü kat,” diye açıkladı adam. Bu iki kelimeyi öyle bir acıma ve dehşet içinde söylemişti ki, Giuseppe Corte neredeyse korkuya kapılmıştı.
“Dördüncü kattakilerin durumu o kadar ağır mı?” diye sordu çekinerek.
Öteki, başını yavaşça sallayarak, “Ah Tanrım,” diye karşılık verdi, “henüz o kadar umutsuz değiller, ama sevinilecek bir durumları da yok?”
“Peki, o halde.” diye yine sordu Corte, kendileriyle ilgisi olmayan üzücü olaylardan bahseden kişilerin umursamazlığıyla, “dördüncü kattakilerin durumu bu kadar ciddiyse, o zaman birinci kata kimleri yerleştiriyorlar?”
“Ah, birinci katta sadece can çekişenler var. Doktorların artık orada yapabileceği bir şey yok. O katta çalışan tek kişi papaz. Doğal olarak...”
Giuseppe Corte, sanki bir an önce söylediklerinin onaylanmasını ister gibi, “Birinci katta az hasta var, değil mi?” diyerek araya girdi. “Pencerelerin hemen hemen hepsi kapalı.”
“Şu an az hasta var, ama sabah kalabalıktı,” diye cevap verdi yabancı adam, hafif bir tebessümle. “Panjurların kapalı olduğu yerde, az önce biri ölmüştür. Geri kalan her katta panjurların açık olduğunu görmüyor musun?” Ardından, “Özür dilerim,” diye ekledi, yavaşça geri çekilerek, “sanırım hava biraz soğumaya başladı. Ben gidip yatayım. Görüşmek üzere, görüşmek üzere...”
Adam pencerenin önünden kayboldu, pencere sertçe kapandı, sonra içeride bir ışığın yandığı görüldü. Giuseppe Corte hâlâ pencerenin önünde durmuş, dikkatle birinci kattaki kapalı panjurlara bakıyordu. Pür dikkat panjurlara bakıyor, insanların ölümle pençeleştiği bu korkunç birinci katın kasvetli sırlarını hayal etmeye çalışıyordu; o kattan böylesine uzak olduğunu bilmek içini rahatlatıyordu. Bu sırada, akşamın gölgeleri iniyordu kentin üzerine. Sağlık merkezinin binlerce penceresi teker teker aydınlanıyordu, uzaktan bakıldığında kutlama yapılan bir saray sanmak mümkündü burayı. Sadece birinci kattaki, boşluğun dibindeki onlarca pencere kör karanlıktı.
Yapılan genel sağlık taramasının sonuçları Giuseppe Corte’nin içini rahatlatmıştı. Genellikle kötümserliğe yatkın olduğundan ciddi bir karara içten içe kendini hazırlamıştı, doktor onu birinci kata göndereceğini söylese buna şaşırmayacaktı. Ancak genel sağlık durumu iyi olmasına rağmen ateşi düşmüyordu. Oysa doktor samimi, cesaretlendirici şeyler söylemişti. Söylediğine göre, bir hastalık başlangıcı vardı ama çok hafifti; iki ya da üç haftaya kadar tamamen geçmiş olacaktı.
Bunun üzerine Giuseppe Corte, “Yani yedinci katta kalmaya devam edecek miyim?” diye sormuştu, endişeli şekilde.
“Elbette!” diye karşılık vermişti doktor, eliyle dostça sırtına vurarak. “Nereye gideceğinizi düşünüyordunuz? Yoksa dördüncü kata mı?” diye gülmüştü, sanki en saçma ihtimali ima edercesine.
“Böylesi daha iyi, böylesi daha iyi,” dedi Corte. “Biliyor musunuz, insan hastalanınca aklına hep kötü şeyler geliyor...”
Giuseppe Corte gerçekten de kendisine ilk başta verilen odada kaldı. Yerinden kalkmasına izin verilen nadir öğle sonralarında hastane arkadaşlarının bazılarıyla tanışma fırsatı yakaladı. Tedavinin gereklerini titizlikle yerine getirdi, bir an önce iyileşmek için elinden geleni yaptı, ama yine de durumu hep aynı gibiydi.
Yaklaşık on gün geçmişti ki yedinci katın başhemşiresi Giuseppe Corte’nin yanına geldi. Gayet arkadaşça bir ricada bulundu: Ertesi gün hastaneye iki çocuklu bir kadın gelecekti. Corte’nin yanındaki iki oda boştu, ancak üçüncü bir oda yoktu. Acaba Bay Corte, aynı ferahlıkta başka bir odaya geçmeye razı olur muydu?
Elbette Giuseppe Corte hiç zorluk çıkarmadı; bu oda ya da başka bir oda, hepsi aynıydı onun için; hem belki bu sefer daha hoş bir hasta bakıcıya düşebilirdi.
Başhemşire hafifçe eğilerek, “Size gönülden teşekkür ederim,” dedi, “itiraf ediyorum, sizin gibi birinin soylulara özgü nazik davranışı beni hiç şaşırtmadı. Bir itirazınız olmazsa bir saate kadar odanızı değiştireceğiz. Şimdi alt kata inmem gerekli,” diye ekledi alçak bir tonla, sanki çok önemsiz bir ayrıntıdan bahseder gibi. “Maalesef bu katta hiç boş oda yok. Ama kesinlikle geçici bir süre için,” diye alelacele açıkladı, Corte’nin birden yerinden doğrulup itiraz etmek için ağzını açtığını görünce, “kesinlikle geçici bir çözüm. Burada bir oda boşalır boşalmaz, sanırım iki ya da üç güne kadar, tekrar üst kata dönebilirsiniz.”
Giuseppe Corte küçük bir çocuk olmadığını göstermek için gülümseyerek, “Aslına bakılırsa,” dedi, “bu değişiklik pek hoşuma gitmedi.”
“Ama bu değişikliğin herhangi bir tıbbi gerekçesi yok; neyi kastettiğinizi çok iyi anlıyorum, iki çocuğundan ayrı kalmak istemeyen bir kadının ricası söz konusu sadece... Lütfen,” diye ekledi gülümseyerek, “aklınıza başka hiçbir sebep gelmesin.”
“Pekâlâ,” dedi Giuseppe Corte, “ama bu durum yine de iyiye alamet değil gibi geliyor bana.”
Böylece Corte altıncı kata geçti, bu taşınmanın sağlık durumuyla herhangi bir ilgisinin olmadığını bilmesine rağmen, kendisiyle sağlıklı insanların normal dünyası arasına artık net bir engelin girdiği düşüncesiyle huzursuz hissediyordu. İlk sığındığı yer olan yedinci katta, insanlarla bir şekilde iletişimde kalınabiliyordu; hatta o kat, alışkın olduğu dünyanın bir uzantısı sayılabilirdi. Buna karşılık, altıncı katta hastanenin kendine özgü yapısına dahil olacaktı: Burada doktorların, hemşire ve hastaların bile düşünce yapıları hafiften değişiyordu. Buraya, durumları ciddi olmasa da gerçek hastaların alındığı kabul ediliyordu. Giuseppe Corte, yan odalardaki komşularıyla, hastane personeliyle ve bakıcılarla yaptığı ilk konuşmalardan, yedinci katın hasta olmayanların, başka bir ifadeyle hastalık hastalarının eğlenmesi için ayrılmış bir yer olarak görüldüğünü öğrenmişti; fakat altıncı kata geldiğinizde, deyim yerindeyse, gerçekten başlıyordunuz.
Kısacası Giuseppe Corte, üst kata, hastalığının durumuna bakıldığında olması gereken yere dönebilmek için hiç şüphesiz bazı zorluklarla karşılaşacağını anladı; yedinci kata dönebilmek için, çok çaba sarf etmeyecek olsa da, karmaşık bir düzeneği devreye sokması gerekiyordu; sesini çıkarmazsa, kuşkusuz kimse onu yeniden üst kata, “neredeyse sağlıklı olanlar” katına çıkarmayacaktı.
Giuseppe Corte bu yüzden sahip olduğu hakları göz ardı etmemeye, alışkanlığın cazibesine kapılmamaya karar verdi. Aynı kattaki arkadaşlarına, onlarla sadece birkaç günlüğüne bir arada olacağını, bir kadın hastanın ricası üzerine kendi rızasıyla bir kat aşağı indiğini ve bir oda boşalır boşalmaz tekrar üst kata çıkacağını vurgulamaya özen gösteriyordu. Diğer hastalar onu ilgisizce dinliyorlar, sıkılıyorlar ve söylediklerine pek inanmıyorlardı.
Giuseppe Corte’nin inancı, yeni doktorunda onayıyla iyice pekişmiş oldu. Bu doktor da Giuseppe Corte’nin pekala yedinci katta kalabileceğini kabul ediyordu; hastalığının seyri ke-sin-lik-le ha-fif-ti (durumun önemini belirtmek için bu sözcükleri heceliyordu) ancak yine de onun altıncı katta daha iyi tedavi edilebileceğini düşünüyordu.
Ne var ki hasta. “Yine aynı hikayeleri anlatmayın bana” diye araya giriyordu kararlıca. “Benim yerimin yedinci kat olduğunu söylediniz, ben de yedinci kata dönmek istiyorum.”
“Kimse aksini söylemiyor zaten,” diye yanıt veriyordu doktor, “benimki sadece bir öneri, o kadar, hem de dok-tor olarak değil, ger-çek bir ar-ka-daş olarak! Durumunuz, tekrar ediyorum, çok hafif, hatta öyle ki hasta olmadığınızı söylemek abartı olmaz, fakat bana göre sizinkini benzer durumlardan ayıran nokta hastalığın yayılması. Şöyle açıklayayım: Hastalığınız kötü huylu değil, ancak çok geniş bir alana yayılmış; hücrelerin bozulma süreci,” Giuseppe Corte hastaneye yattığından beri bu uğursuz ifadeyi ilk kez duyuyordu, “hücrelerin bozulma süreci, eş zamanlı olarak organizmanın geniş bir bölümünü etkileyebilmesi için, kesinlikle henüz başlangıç aşamasında, hatta daha başlamamış bile olabilir, yine de bir eğilim söz konusu elbette, ama yalnızca bir eğilim. İşte sadece bu nedenden dolayı bana göre burada tedavi yöntemlerinin daha özgün ve yoğun olduğu altıncı katta daha etkili bir tedavi görebilirsiniz.”
Günlerden bir gün, sağlık merkezinin genel müdürünün meslektaşlarıyla süren uzun çalışmaların ardından hastaların sınıflandırılmasında bir değişiklik yapılmasına karar verdiği haberi iletildi Corte’ye. Hastaların her birinin derecesi, deyim yerindeyse yarım derece kadar düşürülmüştü. Her katta hastalar��n durumlarının ağırlığına göre iki kategoriye ayrıldığı kabul edilerek (bu sınıflama sadece ilgili katın doktorları tarafından yapılıyordu) bu iki grubun alt bölümü bir kat aşağı aktarılacaktı. Örneğin, altıncı kattaki hastaların yarısı, yani durumları biraz daha ağır olanlar beşinci kata inmek zorunda kalacaklardı; yedinci katta bulunan durumu daha az hafif olanlarsa altıncı kata geçecekti. Bu haber Giuseppe Corte’nin hoşuna gitmişti, çünkü böyle bir genel taşınma esnasında, yedinci kata dönmesi epey kolay olacaktı.
Ne var ki, bu beklentisini hemşireye açtığında acı bir sürprizle karşılaştı. Yeri değişecekti, ancak yedinci kata çıkmayacak bir alt kata inecekti. Hemşirenin nasıl açıklayacağını bilmediği nedenlerden dolayı Corte, altıncı katın “ağır” hastaları arasında sayılmıştı, bu yüzden beşinci kata inmek zorundaydı.
İlk şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra Giuseppe Corte öfkeden deliye döndü; kendisini kandırdıklarını, alt katlara taşınmaktan bahsedilmesine bile tahammül edemediğini, evine döneceğini, hakları olduğunu ve hastane yönetiminin doktorların koyduğu teşhisleri böyle görmezden gelemeyeceğini haykırdı.
Giuseppe Corte bağırmaya devam ederken onu sakinleştirmek için bir doktor geldi. Ateşinin yükselmesini istemiyorsa sakinleşmesi gerektiğini söyledi, sonra en azından kısmen de olsa bir yanlış anlaşılma olduğunu açıkladı. Giuseppe Corte yedinci kata yerleştirilirse yerini bulmuş olacaktı, bunu bir kez daha teyit etti ancak bu konuda, çok şahsi de olsa, biraz farklı bir görüşü olduğunu da ekledi. Aslına bakılırsa hastalığının yayılmacı seyri dikkate alındığında, Corte, bir bakıma altıncı derece de sayılabilirdi. Bununla birlikte, Corte’nin nasıl altıncı katın ağır hastaları arasına yerleştirildiğine doktor da bir açıklama getiremiyordu. Büyük ihtimalle, o sabah kendisine telefon edip Corte’nin durumunu soran hastane sekreteri söylediklerini yanlış yazmıştı. Belki de hastane yönetimi, onu alanında uzman ancak fazla hoşgörülü bir doktor olarak gördüğünden, bu husustaki kararını azıcık “kötüleştirmişti.” Sonuç olarak doktor, Corte’ye sakin olmasını, daha fazla karşı çıkmadan yer değiştirmeyi kabul etmesini önerdi; önemli olan hastalıktı, hastanın nerede yattığı değildi.
Tedaviye gelince -diye ekledi doktor- Giuseppe Corte’nin yakınmasına hiç gerek yoktu. Alt kattaki doktor şüphesiz daha deneyimliydi; aşağı doğru inildikçe doktorların hünerlerinin arttığı, en azından hastane yönetimine göre, su götürmez bir gerçekti. Dahası oda yine böyle rahat ve şıktı. Geniş bir manzaraya bakıyordu, fakat üçüncü kattan aşağısı, çevredeki ağaçlar nedeniyle görünmüyordu.
Akşam olunca ateşi yükselen Giuseppe Corte, doktorun özenli gerekçelerini gitgide artan bir yorgunlukla dinliyordu. En sonunda, bu çirkin taşınma kararına karşı gelme gücünün ve özellikle de isteğinin tükendiğini fark etti. Ve karşı çıkmadan, kendisini bir alt kata taşımalarına izin verdi.
Beşinci kata geldiğinde, Giuseppe Corte’nin zavallıca olsa da tek tesellisi doktorların, hemşirelerin ve hastaların ortak görüşüyle durumunun buradaki herkesten daha hafif olduğunu öğrenmekti. Bu katta yatarken kendini açık ara en şanslı kişi sayabilirdi. Ancak diğer taraftan, kendisiyle normal insanların dünyası arasına tam olarak iki engelin girmiş olduğu düşüncesi onu için için huzursuz ediyordu.
Bahar devam ederken hava da gitgide ısınmıştı, fakat Giuseppe Corte ilk günlerdeki gibi pencereden dışarı bakmaktan hoşlanmıyordu artık; böylesi bir korku tamamen saçmalık olsa da, artık iyice yaklaştığı, pencereleri sımsıkı kapalı birinci katı görünce tuhaf bir ürpertinin birden tüm bedenini sardığını hissediyordu.
Hastalığında herhangi bir değişiklik yok gibiydi. Ancak beşinci katta üç gün kaldıktan sonra, sağ bacağında egzama çıktı. ilerleyen günlerde de iyileşmedi. Önceki hastalığından -dedi doktor- tamamen farklı bir illetti bu; dünyadaki en sağlıklı insanda bile görülebilirdi. Hastalığı birkaç gün içinde alt edebilmesi için yoğun bir gama ışını tedavisi görmesi gerekiyordu.
“Gama ışını tedavisi burada yapılamaz mı?” diye sordu Giuseppe Corte.
“Elbette” diye karşılık verdi doktor, gayet memnun halde, “hastanemizde her şey mevcut. Fakat tek bir sıkıntı olabilir...”
“Nedir?” diye sordu Corte, belirsiz bir önseziyle.
“Sıkıntıyı lafın gelişi söyledim,” diye düzeltti doktor, “söylemeye çalıştığım, ışın tedavisi cihazları sadece dördüncü katta var, günde üç kez oraya inip çıkmanızı hiç tavsiye etmem.”
“O zaman tedavi göremeyecek miyim?”
“Bu durumda yapılacak en iyi şey, egzamanız geçinceye kadar dördünce kata inmeyi kabul etmeniz.”
“Yeter!” diye öfkeyle haykırdı Giuseppe Corte. “Yeterince indim zaten aşağıya! Gebersem de dördünce kata gitmeyeceğim!”
Doktor, onu daha fazla sinirlendirmemek için sakin bir sesle, “Nasıl isterseniz,” dedi, "ama tedavinizi üstlenen doktor olarak, günde üç kez aşağı inip çıkmanızı korkarım yasaklamak zorundayım.”
İşin kötü tarafı, iyileşmek şöyle dursun egzama gittikçe yayılıyordu. Giuseppe Corte rahat edemiyor, yatağında sürekli dönüp duruyordu. Bu şekilde öfkeyle üç gün geçirdikten sonra, sonunda söylenenlere razı oldu. Kendiliğinden gidip doktordan ışın tedavisinin uygulamasını ve alt kata götürülmesini talep etti.
Aşağı katta Corte, dışarı yansıtamadığı bir zevkle, herkesten farklı olduğunu gördü. Bölümdeki diğer hastaların durumu kesinlikle çok daha ciddiydi, yataklarından bir dakikalığına bile çıkamıyorlardı. Oysa Corte, hemşirelerin iltifatları ve şaşkınlıkları arasında, kendi odasından çıkıp ışın odasına kadar yürüyerek gitme lüksüne sahipti.
Durumunun son derece özel olduğunu yeni doktora ısrarla vurguladı. Sonuçta yedinci katı hak eden ama dördüncü katta yatan bir hastaydı. Yara geçer geçmez de tekrar üst kata çıkmak istiyordu. Başka hiçbir yeni bahaneyi kabul etmeyecekti asla. Kurallar gereği yedinci katta bulunması gerekiyordu.
O sırada muayenesini bitiren doktor, “Demek yedinci kat,” dedi gülümseyerek. “Siz hastalar hep abartırsınız zaten! Halinize şükretmenizi ilk ben söyleyeyim o zaman; klinik çizelgeden anlaşıldığına göre hastalığınızın seyrinde büyük bir kötüleme olmamış. Ancak bu durumunuzla, yedinci kattan söz etmek arasında -samimiyetimden dolayı beni bağışlayın- oldukça büyük bir fark var! Sağlığı en az kaygı verici olanlardan birisiniz, bunu kabul ediyorum, ama yine de hastasınız!"
“Tamam, peki,” dedi Giuseppe Corte, “o zaman siz beni hangi kata koyardınız?”
“Bunu söylemek o kadar kolay değil, çok kısa muayene ettim, karar verebilmek için en az bir hafta sizi izlemem gerekli.”
“Yine de,” diye ısrar etti Corte, “az çok bir fikriniz vardır”
Doktor onu rahatlatmak için dikkatle düşünüyormuş gibi yaptı bir an, sonra başını sallayarak yavaşça şöyle dedi: “Doğrusu, sizi memnun etmek için bir şey söylüyorum, pekâlâ, sizi altıncı kata koyabiliriz! Evet, aynen öyle!” diye ekledi, kendini de ikna etmek istercesine. “Altıncı kat gayet uygun olabilir.”
Böylece doktor, hastayı rahatlattığını sandı. Oysa Giuseppe Corte’nin yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirmişti; son katlardaki doktorların kendisini kandırdıklarını anlamıştı; daha yetenekli ve daha dürüst olduğu anlaşılan bu yeni doktor içinden -belli ki- onu yedinci kata değil, beşinci kata ve hatta belki bu katın da alt bölümlerine yerleştiriyordu! Bu beklenmedik hayal kırıklığı Corte’yi afallatmış, o gece ateşi hayli yükselmişti.
Giuseppe Corte, hastaneye yattığından beri en rahat dönemini dördüncü katta geçirdi. Doktoru son derece içten, titiz ve kibardı; saatlerce sadece havadan sudan konuşmak için bile sık sık yanına uğruyordu. Giuseppe Corte de onunla seve seve gevezelik ediyor, avukatlık yaptığı yıllardan ve hayatından bahsediyordu. Hâlâ sağlıklı insanlardan biri olduğuna, iş dünyasıyla bağını koruduğuna ve gerçekten toplumsal olaylarla ilgilendiğine ikna etmeye çalışıyordu kendini. Ne var ki, başaramıyordu. Konuşulan konu dönüp dolaşıp yine hastalığına geliyordu.
Küçük de olsa iyileşme arzusu Giuseppe Corte’de neredeyse saplantıya dönüşmüştü. Gama ışınları her ne kadar egzamanın yayılmasını engellemiş olsa da, hastalığı tamamen ortadan kaldırmaya yeterli olmamıştı. Giuseppe Corte bunu doktorla her sabah uzun uzadıya konuşuyordu. Bu sohbetler sırasında güçlü durmaya, hatta alaycı bir tavır takınmaya çalışıyor, fakat başaramıyordu.
“Söyleyin bana, doktor,” dedi bir gün, “hücrelerimin bozulma süreci ne durumda?”
Doktor, “Ah, ne biçim sözler bunlar!” diyerek şakacı bir tavırla azarladı onu. “Nereden öğrendiniz bunları? Hiç yakışmıyor, hiç yakışmıyor, hele bir hastaya hiç! Bir daha sizden böyle sözler duymak istemiyorum.”
Corte, “Tamam, ama,” diye direndi, “soruma cevap vermediniz.”
“Peki, hemen vereyim,” dedi doktor kibarca. “Sizin ürkütücü ifadenizle yanıt vermek gerekirse, hücrelerinizin bozulma süreci en az düzeyde. Ancak belirtmeliyim ki inatçı.’
“İnatçı mı? Yani kronik mi demek istiyorsunuz?"
“Söylemediğim şeyleri söyletmeye çalışmayın bana. Sadece inatçı demek istiyorum. Zaten hastaların çoğu bu durumda. Oldukça hafif vakalar bile genellikle etkin ve uzun bir tedavi süreci gerektirir.”
“Peki, ne zaman kendimi daha iyi hissedeceğim, doktor?”
“Ne zaman mı? Bu tür vakalarda bir öngörüde bulunmak epey güç... Ama dinleyin,” diye ekledi, biraz düşündükten sonra “görüyorum ki iyileşme konusunu tam bir saplantı haline getirmişsiniz... Sizi kızdırmayacağımı bilsem ne öneririm biliyor musunuz?”
“Söyleyin lütfen doktor...”
“Durumu gayet açık ifade edeceğim, o halde. Ben bu hastalığın en hafif haline bile yakalanmış olsaydım ve bu alandaki belki de en iyi yere, bu sağlık merkezine gelseydim, daha ilk günden itibaren, anlıyor musunuz, ilk günden itibaren en alt katlardan birine yatmaya çalışırdım. Hatta direkt olarak...”
“Birinci kata mı yatardınız?” dedi Corte, zoraki bir tebessümle.
"Ah, hayır,” diye alaycı bir yanıt verdi doktor, "birinci kata yatmazdım! Ama üçüncü hatta ikinci kata yatardım. İnanın bana, alt katlarda tedavi çok daha iyi, oradaki sağlık teçhizatı neredeyse eksiksiz ve modern, personel daha uzman. Bu hastane kimin, biliyor musunuz?”
"Profesör Dati’nin değil mi?”
"Aynen öyle, Profesör Dati’nin. Burada uygulanan tedavinin mucidi odur, bütün tesisi o tasarladı. Buna rağmen, kendisi, yani hepimizin üstadı Dati, birinci katla ikinci kat arasında ikamet eder. Yönetici gücünü oradan gösterir. Ancak size garanti ederim, etkisi üçüncü katın ötesine ulaşmaz, oradan ötesinde emirleri sanki un ufak olur, etkisini yitirir, yön değiştirir; hastanenin kalbi alttadır ve en iyi tedavi için de alt katta olmak gerekir.
“O halde,” dedi Corte, titreyen bir sesle, "bana tavsiye ettiğiniz şey...”
“Eklemek istediğim bir şey daha var,” diye devam etti doktor, aldırmadan, “sizin özel bir durumunuz olduğunu ve hatta taburcu bile edilebileceğinizi eklemek istiyorum. Gayet önemsiz bir şey, ama elbette can sıkıcı, hatta zamanla ‘moralinizi'de bozabilir; biliyorsunuz ki iyileşmek için ruh sağlığı oldukça önemli. Size uyguladığım ışın tedavisi yarı yarıya başarılı oldu. Neden? Belki tamamen tesadüf eseri böyle olmuştur, belki de ışınlar yeterince yoğun olmadığı için. Buna karşın, üçüncü katın ışın teçhizatı çok daha güçlü. Egzamanızın o teçhizatla iyileşme ihtimali çok daha yüksek. İyileşmeye başladığınız anda, en zor süreci atlattınız demektir. Yukarıya doğru çıkmaya başlayınca artık geri dönmek zorlaşır. Kendinizi gerçekten iyi hissettiğinizde, buradan yukarıya çıkmanıza kimse engel olamayacak, ‘hak ettiğiniz’ şekilde beşinci, hatta altıncı ve yedinci kata bile çıkabileceksiniz...”
“Sizce bu iyileşmemi hızlandırır mı?”
“Hiç şüphe yok. Sizin yerinizde olsam ne yapacağımı söyledim sadece.”
Doktor her gün gelip Giuseppe Corte’ye bu tür konuşmalar yapıyordu. En sonunda egzamanın verdiği sıkıntılardan yorgun düşen hasta, içgüdüsel olarak isteksiz de olsa doktorun tavsiyesine uymaya karar verdi ve bir alt kata taşındı.
Corte üçüncü kata inince, burada durumu daha endişe verici hastaların tedavi ediliyor olmasına karşın, hem bölümdeki doktorların hem de hemşirelerin çok daha neşeli olduklarını fark etti hemen. Hatta bu neşenin her geçen gün daha da arttığını gördü; meraklandı ve hemşireyle biraz arkadaşlık kurunca herkesin nasıl bu kadar neşeli olabildiğini sordu.
“Ah, siz bilmiyor musunuz?” diye cevap verdi hemşire, “üç gün sonra izne çıkıyoruz.”
“İzne mi çıkıyorsunuz?”
“Evet. Üçüncü kat on beş günlüğüne kapatılacak, personel de gidecek. Her kat sırayla izne gider.”
“Peki ya hastalar? Onları ne yapıyorsunuz?”
“Hasta sayısı az olduğu için iki katı birleştiriyoruz.”
“Nasıl yani? Üçüncü katla dördüncü katın hastalarını mı birleştiriyorsunuz?
“Hayır, hayır,” diye düzeltti hemşire, “üçüncü katla ikinci katı birleştiriyoruz. Buradakiler bir alt kata inecekler.”
“İkinci kata inilecek yani?” dedi Giuseppe Corte, yüzü ölü gibi bembeyaz kesilmişti. “Ben de mi ikinci kata inmek zorun dayım?”
“Elbette. Bunda tuhaf olan ne var ki? On beş gün sonra döndüğümüzde, tekrar bu odaya geleceksiniz. Bence bunda korkacak hiçbir şey yok.”
Oysa Giuseppe Corte’yi -gizemli bir önsezi onu uyarıyordu- acımasız bir korku almı��tı. Madem personelin izne çıkmasını engelleyemezdi, bu durumda daha yoğun ışın tedavisinin iyi geleceğine inanarak -egzaması neredeyse tamamen geçmişti- taşınma işine karşı çıkmaya cesaret edemedi. Gelgelelim, hemşirelerin dalga geçmesine aldırış etmeyerek yeni odasının kapısına, “Giuseppe Corte, üçüncü kat hastası, geçici oda,” yazılı bir levha asılmasını istedi. Sağlık merkezinde daha önce böyle bir şey yapılmamıştı, fakat doktorlar, Corte gibi sinirli biri için küçücük bir engellemenin bile büyük sarsıntılara yol açabileceğini düşünerek bu duruma itiraz etmediler.
Aslında sadece on beş gün beklemek söz konusuydu, ne bir gün fazla ne bir gün eksik. Giuseppe Corte, saatlerce hareketsiz yatarak, gözlerini eşyalara dikip inatçı bir açgözlülükle sayıyordu günleri; ikinci katın eşyaları üst kattaki gibi modern ve sevimli değildi, buradaki her şeyin boyutu daha büyük, çizgileri daha ciddi ve keskindi. Ara sıra kulak kesiliyordu, çünkü bir alt kattan, can çekişenlerin katından, ölüme “mahkûmlar”ın bölümünden, belli belirsiz can çekişme hırıltıları duyar gibi oluyordu.
Elbette tüm bunlar cesaretini kırıyordu. İç huzurunun azalması adeta hastalığını artırıyor, ateşi yükseliyor, günden güne bitkin hissediyordu. Pencereden -yazın ortasına gelindiğinden artık pencereler hep açık tutuluyordu- şehrin ne çatıları ne de evleri görülebiliyordu, sadece hastaneyi çevreleyen ağaçlardan oluşan yeşil duvar vardı.
Yedi gün sonra, bir öğleden sonra saat ikiye doğru, ansızın başhemşire ve üç hasta bakıcı girdi içeri. Yanlarında getirdikleri sedyeyi iterek, "‘Gitmeye hazır mıyız bakalım?” diye sordu başhemşire, neşeli bir tavırla.
"Gitmeye mi?” dedi Giuseppe Corte, boğuk bir sesle, “şaka mı yine bu? Üçüncü kattakiler haftaya dönmüyor mu?”
“Ne üçüncü katı?” dedi başhemşire, anlamamış gibi. “Sizi birinci kata götürmem söylendi bana, bakın işte.” Alt kata götürülmesiyle ilgili, bizzat Profesör Dati tarafından imzalanmış bir belge gösterdi.
Bunun üzerine Giuseppe Corte’nin cehennemi andıran korkusu, öfkesi açığa çıktı; hiddetli haykırışları bütün bölümü çınlattı. Hemşireler, “Sakin olun, lütfen sakin olun!” diye yalvardılar, “burada durumu iyi olmayan hastalar var!” Ancak Corte’nin öfkesi bir türlü yatışmıyordu.
En sonunda o bölümü yöneten doktor koşup geldi, son derece kibar ve saygılı biriydi. Durumu öğrendi, belgeye baktı ve Corte’yi dinledi. Sonra kızarak başhemşireye döndü, bir yanlışlık yaptıklarını, kendisinin böyle bir emir vermediğini söyledi, bir süreden beri hastanede inanılmaz bir karışıklık vardı zaten, hiçbir konu hakkında bilgi verilmiyordu kendisine... Personele gerekli şeyleri söyledikten sonra, nazikçe hastaya dönüp yürekten özür diledi.
“Ancak maalesef,” diye ekledi doktor, “maalesef Profesör Dati bir saat önce kısa süreliğine buradan ayrıldı, iki gün sonra dönecek. Son derece üzgünüm, ama onun emirlerini göz ardı edemeyiz. Eminim, bu işe en çok o üzülecek... Olacak hata değil! Nasıl olmuş, anlamıyorum!”
Giuseppe Corte acınacak bir şekilde titremeye başlamıştı. Kendine hâkim olma yeteneğini büsbütün yitirmişti. Bir çocuk gibi korkuya yenik düşmüştü. Ağır, umutsuz hıçkırıkları odada çınlıyordu.
Corte böylece, o uğursuz yanlışlık sonucu son durağa gelmiş oldu. Hastalığının seyrine göre, en sert doktorların bile yedinci olmasa da rahatlıkla altıncı kata verilebileceği kanısında olmalarına rağmen, şimdi can çekişenlerin katındaydı! Durum o kadar gülünçtü ki bazen Giuseppe Corte’nin içinden kahkahalara boğulmak geliyordu.
Sıcak öğleden sonra yavaş yavaş şehri terk ederken, Corte yatağına uzanmış, sterilize edilmiş absürd levhalardan, cehennemi andıran buz gibi koridorlardan ve ruhsuz bembeyaz insan suretlerinden oluşan gerçek dışı bir dünyaya geldiğini düşünerek, pencereden ağaçların yeşilliğini izliyordu. Pencereden gördüğünü sandığı ağaçların bile gerçek olmayabileceği geldi aklına; hatta yaprakların hiç kıpırdamadığını görünce buna iyice ikna oldu.
Bu düşünce onu öyle rahatsız etmişti ki, zili çalıp hemşireyi çağırdı, yatarken kullanmadığı miyop gözlüklerini istedi ve ancak o zaman biraz sakinleşebildi: Merceklerin yardımıyla, dışarıdakilerin gerçek ağaçlar olduğunu ve yapraklarının hafif de olsa ara sıra rüzgârdan kıpırdadığını gördü.
Hemşire odadan çıkınca on beş dakika boyunca sessizlik oldu. Altı kat, altı korkunç duvar, resmi bir yanlışlık sonucu da olsa, acımasız ağırlığıyla Giuseppe Corte’ye hükmediyordu şimdi. Kim bilir kaç yılda, evet artık yılları hesaba katmak gerekiyordu şimdi, kaç yılda bu dik ve sarp kayalığın tepesine tırmanmayı başarabilecekti?
Ama oda neden böyle birdenbire kararmıştı? Daha öğle sonrasıydı. Tuhaf bir halsizliğin tüm bedenini sardığını hisseden Giuseppe Corte, büyük bir gayretle yatağın başucunda duran komodinin üzerindeki saate baktı. Üç buçuğu gösteriyordu. Başını diğer yana çevirdi ve panjurların, gizemli bir emre itaat ederek yavaş yavaş indiğini, ışığın yolunu kapattığını gördü...
1 note · View note
Text
ben başka bir şey demiycektim sana,teklif var ısrar yok.ama bunları bil istedim
benim kimseyle uğraşacak sabrım ve zamanım yok. gerçekten tek istediğim huzurlu mutlu bir hayat ve güvendiğim, inandığım, beni olduğum halde kabul eden insanlarla güzel bir gelecek yaşamak. fazlasında gözüm olmadığı gibi bana güvenmeyen insanın hayatımda da yeri yok, sıfır sıkıntı. konduramadığın davranışlar karakterimin bir parçası. değişmem, daha iyi birisi olmam ama yaptığım hatalar sevdiğim bir insanı üzüyorsa bir daha tekrarlamam,hayatımda en önem verdiğim şeylerden biri güven. yalan demiyorum bak, güvenmek. yalan söylenirse affederim,affederiz. yalanların boyutu ciddi zararlar vermediği sürece , kişiyi üzmediği, veya onun hayatında değişikliğe sebep açmadığı sürece hep affedilebilir bana göre. Ben de yalanlar söyledim zorda kaldıkça.sevmiyorum söylemeyi,ama sıkışırsam mecbur kalıyorum. ama bu yalanlar hiç bir zaman sevdiklerimi üzmedi,onların hayatında bir şeye sebep olmadı. genellikle benim hayatım hakkında yalanlar söylerdim zaten. o da aramız bozulmasın,sevdiğim insanları kaybetmiyim diye. ama güven.. çok zor kazanılır.benim birine ciddi anlamda güvenmem demek, o kişiyi kalbimden daha yakın hissetmek demek. dikkat ettin mi bilmem. sarılmak benim için çok özeldir. herkese sarılmam. burağa bile sarılmadım, şansım varken. istesem sarılırdım,istemedim. kardeşlerime bile sarılmam. sana sarıldım. neden ? sarılmak güzel şey. kalbinin o kadar yakınına gelmesine izin verdiğin birinden kötülük bekleyemezsin.güvenmek demek çok değer vermek demek.çok çok güvendiğim az kişi var hayatımda.şöyle de bir şey var. beni en çok o güvendiğim insanlar üzer. bir şey demiyorum,bana yapılan onca hatanın içinde,beni o kadar üzen hataların içinde yine de susup bir-ikisine sesimi çıkartıyorum. bana batan o kadar davranışın oldu ki ,alındığımı belli etmedim.sen busun çünkü,ben seni böyle sevmişim.canım da çok yanmıştı. güvenim sarsıldı ama seni başkasına değişmedim. sesimi çıkartmadığım için bilmezsin sen hatalarını,nelere alındığımı. içime atmayı seviyorum ben.bazen patlıyorum,sonra yine içime atıyorum. ben böyle birisiyim, böyle seviyorum. belli edemiyorum bazen sevdiğimi ama çok değer veriyorum özellikle sana.şimdi onca anı onca hatıra. sen gelip bana seninle samimi olmak istemiyorum diyorsun. İnanki benlik sıkıntı yok hazal.olmayalım tamam. ben seni hayatımdan silip atabilirim evet.ama seni atsam onca anıyı atamam.o anılar ne yaparsan yap unutulamaz çünkü.ben o anıları zaten unutmak istemiyorum, hepsi çok güzel anılar.ben seni hep böyle kabul ettim,böyle sevdim böyle güvendim ve seninle geleceği kurdum mesela.ilerleyen günlerde hayatımda baştacı insanlardan biriydin.iyi tamam hadi aramıza mesafe koyalım,onca güzel şeyi silip atalım.geçmişi nasıl düzelticez? geleceği? seninle olan anılarımı bir anlık atabilirim,sonrasında? benim kıyamadığım tek kişisin belkide.başkası olsa çoktan kapatmıştım bunu.sence benim için birine ‘hayatımdan defol git o zaman’ demek ne kadar zor? zor bile değil. sana diyemiyorum. neden? güven yüzünden. sen bana güvenmeyerek çok hevesimi kırdın.ben sana o kadar şey yapmış olayım hadi.farzet ki yapmış olayım. sen bunu yaparak bana en kötü tekmeyi attın zaten.gerisinde ne konuşsam boş. ben sana en kötü cümleleri söylerim ağlatırım seni.ama sana olan güvenimi yitirmedim yitirmem.sen bana karşı bitirmişsin.ne diyebilirim ben daha sana. demem,demek istemiyorum. yerin bende apayrı ama başka güvenecek insanlar biliyorum.onlara şans tanırım. belki onlarla daha iyi anlaşırız ve belki onlar bana çok güvenirler. şimdilik bana çok değer veren, hayatında en değer verdiği kız ben olan kişilere o şansı tanıyacağım. mesela sena. ben senayla senin yüzünden kaç kez kavga ettim sence? bak çok iyi hatırlıyorum biz birbirimize arada böyle uzun mesajlar atardık ya sevgi mesajları kfkfdmdmfd. o mesajların birinde demiştin ki ‘keşke senayla yakın olduğun kadar benimlede olsan’ o zamanlar sena en değerlimdi. ben sana öyle bir değer verdim ki.senayı gömdüm senin için. sırf seninle aram bozulmasın diye senayla bozuldu.ben istedim öyle olmasını.eskiden sen senayla yakın olunca hep senayı kıskanırdım.şimdi sena sana yazınca bir de seni çok kıskanıp kavga ediyorum. seni kıskandığım için.o kız yine de bana senden katlarca daha fazla değer verdi. onca şey yaptım ona.çok üzdüm lan ben onu.çok kırdım gururunu.ama o öyle mi? beni böyle kabul ettiği için hiç değişmedi bana olan sevgisi. bana hep hazalla yakınsın beni unutuyorsun diye kızardı. açık açık söylerdim ‘hazalı senden çok seviyorum,hazal bende apayrı.’ ulan kız üzülürdü ‘peki yine de küsmeyelim lütfen’ derdi. sen bana samimi olmayalım diyosun üzülüyorum ama o pekiyi diyemem işte. kaybetmem seni.anla artık gerçekten o kız bana dünya değeri verdi.hala veriyor.şımarttı. benim onunla eskisi gibi olamamamın 2 nedeni var. birisi güvenimi kaybetmemdi. diğeri de sen. sen senanın yerini bir hayli tutmuştun.ona gerek kalmıyordu artık sen varken.attığı mesajlar çok güzeldi.hiç duygusal biri değilim ama hep gözlerimi dolduran mesajlar atardı,her gün,cevap vermesem bile.sen öyle mesajlar atmazdın, ama ne bileyim seninle konuşmayı daha çok seviyordum.seni seviyodum çünkü.sen mesajlarıma saatlerce bakmazken ben yine seninle konuşuyordum, wp duvarım çok doludur, gerçekten boş olmaz mesajlar düzenli atılır (boş olmadığı için telefonum alındı zaten,o kadar mesaj vardı ki,bide bunun arşivi var..en son sana ss atmıştım 86 kişi arşivdeydi, arşive atmadıklarımı sorma hiç).onca insan beni düşünüp sorarken ben seni düşündüm.mesela melisa girdi hayatıma.senin yüzünden sayılabilecek bi kavga ettik evet.ama kavga diyemem.biz melisayla hiç küs kalmadık çünkü.daha bilmediğin detayları var.ama iyi ki ettirmişsin o tartışmayı.ondan sonra aramız güllük gülistanlık oldu.çok seviyorum melisayı çok,sen sayesinde.yine melisaya karşı en çok seni sevdim tabi.herkesten çok değil,senden daha çok sevdiğim birileri var tabi. ama sen baya baya değerlisin baya baya. senin için nasıl önce beril ece geliyorsa benim içinde birileri geliyor biliyon zaten kimler onlar.ama varya ben seni o kişilere bile değişmedim.onlarla küstüm,senle küsmemek için.ben ne yaptım. ben sana seni üzmem diyorum,yapmayacağım bir daha o hataları diyorum güvenmiyorsun. bu konular açılıcaksa açalım,sen beni daha çok üzdün.kanıtlayabilirim de.ama üzmek istemiyorum seni.o kadar garip geliyor ki bana bunu demen. aramıza mesafe koyalım.. bu sözü ben sana ne zaman söylerim biliyor musun? bana çok aşırı kötü bir ihanet edersen,yüzüme gülüp arkamdan benden nefret ettiğini söylersen,beni 2 günlük birine satıp unutursan ve en önemlisi burağı ,hoşlandığım ve hakkında bir şeyler düşündüğüm erkeği (bkz:bekir,eren vs.) veya en değerlimi elimden almaya çalışırsan derim sana bunları.ama asla beni üzdüğün için demem.alırım karşıma konuşurum yapmazsın bir daha olur biter.yaparsan da canın sağolsun be gülüm.üzeceksen sen üz beni.ağlat,küfret,ağır konuş,üz. seni kimseye değişmedim. ne 7 yıllık kardeşlerime,ne senaya,ne sudeye, ne suennura ne ona ne bunahadi koyalım istiyorsan mesafeyi,ama anlayacaksın bir gün seni ne kadar çok sevdiğimi..kimse sana bir eda can gözüyle bakmaz unutma.ben sana kızamıyorum,küsemiyorum.bir de şey duygusu var. benim için önemli olan insanları kaybedince bir kaç gün etkisini atamıyorum.bir de suçlanırsam. bir duygu geliyor,çok üzücü bir duygu.öyle durgun oluyorum ki görsen eda değil bu dersin. ismail bana yapmadığım bir şey için  kızınca üzüldüm, bu duygu sardı. yapsam zaten senin haberin olurdu. ki o mesajları atmam için elimde bir teknolojik alet olması gerekir, o da yoktu.sen benim herşeyimi biliyosun.herkes bi üstüme geldi, o duygu 5e katlandı.baran tuncer o bu şu neyse.onlar gelse ne,gelmese ne.allah var onlar gelmediler üstüme zaten melek gibi sordular sadece,hiç bir şey demediler ama ismail,burak,tuğçe sorunca üzüldüm.o duygu sardı.yaşayan ölü gibi oldum.ama şey var bide bende. mesela bir olay yaşanırsa o zaman üzülmüyorum, gülüyorum. bir kaç saat sonra bu duygu sarıyor beni. mesela buraklada ayrılınca hiç üzülmemiştim.sonra üzüldüm. bir de karne günü tam kadroyduk ve tüm sevdiklerim yanımdaydı,21 kişi (kadromuz) (sınıf 39 kişi ama).onların desteğiyle ayrı bi mutluydum.onlardan ayrılınca bir ayrılık duygusu bide bu olay duygusu bastı.mutsuzken uyurum,eve gidince bir uyudum.bir de mutsuzken günlük yazarım.kalkınca günlük yazdım.öyleydi yani. ismailin azarından sonra hiç takmayıp biz saitlerle 10-11 kişi gezdik.keyifler yerinde tabi.sınıfa geldik sonra başharfi anonim olan sınıf arkadaşım dedi ki ‘knk hazal geldi hesabı sen çalmışsın onla ilgili bişeyler dedi’ dedi.ama okuldan gelince yazılı kanıt olsun diye sordum. bu sefer de ‘hazallar geldi hesabı çalan edaymış falan dediler kamerayı açmışsın galiba kanka’ dedi bak öyle bişeyler.ben okuldan sonra bizimkilerle oturdum telefondan da dicaprio hesabına girdim önce ardaya yazdım ismaillerde bunu çağırmışlar çıkışta da bişey olmuş mu diye merak ettim ama arda ne blm bu dünyada tanıdığım en iyi insanlardan ben ardayı 827837283727 kere sattım başım sıkışınca. çocuk benim yüzümden sadece benim yüzümden uzaklaştırma aldı okuldan atılıyordu ağladı ve bana ‘canın sağolsun’ dedi hiç kızmadı. yoklamada ismini sildi diye hocaya söyledim o yüzden de disipline gitti ama bende sildiğim için bende gittim .d ve bana ‘tamam beya sıkıntı yok’ dedi. hiç suçu ve ilgisi olmadığı halde 6.sınıfta benim olayım için dayak yemeyi göze aldı ve benim başımı kurtarmak için  hocaya yalan söylediler.o yüzden ben kardeşlerime çok bağlıyım ve biz birbirimizi asla satmayız. ben satarım satıyom da onlar beni satmaz. ama arda satabilir sadece. o da asla satmazdı ama gerçekten benim yüzümden başı hep belaya girdi ve son olayda onun da başı yandığı için suçun bi bölümü de onda olduğu için satar beni o dsjhf neyse illk ardaya sonra o kişiye sonra sana yazdım.okulda hazal demişti sanalda hazallar dedi.hazallar diyince de kafam karıştı.sen misin değill misin düşündüm ama okulda hazal dediği için sinirlenip sana yazdım.suçlama falan yok olay bu.hatta ss alıp wpden kendime attırdım,telefon verilince direk atıcam bak sana tarihiyle.güvenmiyorsun ama dimi. atmama gerek yok ne değişicek.yine güüvenmiceksin.ama artık bana güvenen insanlara pas vereceğim.seni sevdiğimi unutma.yolun açık olsun. onca hatıranın hatrına yazarsın bir gün canın sıkılırsa,burdayım her zaman :) ve son sözüm,
hazal sen bende sebep olduğun acıyı bilmiyorsun,evet. davranışların acıtıyor. sözlerin kırıyor. ve asıl sıkıntı kırılan tek şey kalbim değil. madem sen de onlar gibiydin, neden anlar gibi yaptın?
7 notes · View notes
osadecebiri · 5 years
Text
Sadece Kendin Olursan Başarılı Olursun - Part 1
Uzak kalmak iyi geldi. Bilgisayardan, internetten, telefondan, uzak kalmak yaradı. Şimdi daha farklıyım, eskisinden daha iyi ve daha canlıyım. Düşündüğümde çok şeyler düşünüyorum, günün her saati hayatı, insanları, kendimi sürekli düşünüyorum. Nereden nereye geldim, nereden nereye gidiyorum, insanın kendine olan saygısı bazen gidiyor ve bazen de geliyor. Karışık. Hayat kolay değil ve hiçbir zamanda kolay olmayacak, sürekli ağlayacaksın ve güldüğün zamanlar az olacak, eğer komedyen değilsen ve eminim komedyenlerinde ağladığı günleri çoktur. Ağladığım günleri aklıma getirdiğimde şimdi gülüyorum, çünkü çoğu geçti ve bitti. Üzülmeye değer şeyler değilmiş meğerse, nedense insan o an çok acı çekiyor ve zamanla artık acının böyle bitmesi, insanı hayrete düşürüyor. Şimdi ise daha farklı, beni ağlatan beni acıtan şeyler beni güçlendirdi, her biri tecrübe, her biri öğrenim oldu. İnsanın mücadelesi hiçbir zaman bitmez, doğduğu an itibaren başlar, ölene kadar devam eder. Çoğu insan küçüklüğünü bilmez, nasıl yürümeye başladığını, konuşmaya başladığını ve kaşık tutmayı öğrendiğini, hep bir mücadele ve hep bir öğrenim, ne kadar basit ve ufak gelse de o zamanlar zordu, tıpkı şu an bize zor gelen şeyler gibi ve zamanı geldiğinde şu an zor gelen şeyler bile basit gelecek, alışacağız. Sevgisizliğe, yalnızlığa, tek başına olmaya 'kendin olmaya' günler, aylar ve yıllar geçerken insan anlıyor aslında yeteri kadar 'kendimiz olamıyoruz' ve sürekli bizi kendimizden uzaklaştıran, bizi olduğumuzdan farklı birisi yapan engellerimiz var. Hayatı çok düşünüyoruz, insanları çok düşünüyoruz bizi düşünmeyen insanları, bize fazla şeyler sunmamış hayatı, kendimizi düşündüğümüzde ise kendimizi suçluyoruz. Kendimizi ne kadar tanıyoruz? Kendimizi ne kadar biliyoruz? Kendimiz için mi yoksa başka biri veya başka bir şey için mi yaşıyoruz? İnsan kendisini sevmeli başta ve ben kendimi sevmiyordum şimdi ise sevmeye başladım.
Kendim olmaya başladığımda yalnızdım, çünkü kimseye ihtiyacım yoktu, ne bir aileye, ne bir arkadaşa, ne bir sevgiliye ve hiç kimseye. Beni ben yapan şeyler, benim içimden gelen ve istememi sebep olan şeylerdir. Hiç kendinize sordunuz mu 'ben ne istiyorum?' ne istediğinizi bilmeniz gerekiyor, bunu sizden başkası bilemez, insan başkasının bilmesini ve anlamasını bekliyor. Beklediği şey ise kendisi ve kendi hayatı oluyor, sürekli erteleniliyor hayaller ve istekler değişiyor. İlk önce kendini bilmek zorundasın, kendini tanımak zorundasın, bugün başla ve geçmişe git neler yaptığını düşün. Şuan üzgün müsün? Şuan mutlu musun? Ben şuan ikisi de değilim. Beni mutlu eden şeyleri düşündüğümde şuan çoğu şeyler beni mutlu bile etmiyor. Değişiyor. Demek ki, insanın istekleri, hayalleri, benliği tıpkı hayat gibi günler sonra değişiyor, aynı havalar gibi. Sadece bazen yoruluyorum her şeyden ve bazen de bir bakıyorum halen yorulmamışım, anlamsız. Bizi en çok bize anlamlı gelen şeyler biz yapıyor, çünkü aklımız hep bir anlam istiyor ve yüklüyor. Sigara bazı kişiler için çok anlamlıdır, en ihtiyacı olunduğunda yanında olur ve eline alıp yaktığında bu anlamlı gelir, hayatım boyunca hiç sigara içmedim fakat insanları gördüm, bizi biz yapan o anlamsız şeyler aslında biz anlam yüklediğimizde anlamlı oluyor. Ne yazık ki, insan o an kendisi olamıyor çünkü kendisi olsaydı kendisine zarar vermezdi, insan o sırada bir mücadele içinde ve anlamsız şeylere anlam yüklemek ile uğraşıyor. Bizi en çokta yoran bu. Kendimizden uzaklaştıran, kendi mutluluğumuzdan, kendi sağlığımızdan, kendimizden. Bizi mutsuz eden şeyleri düşünelim, birisini seviyoruz ve o ise sevmiyor, ya da çok seviliyoruz fakat sevemiyoruz. Hep zıtlık. Hep olumsuzluk. Hep engeller.
Bir düşünün, sorun kendinize 'ben nasıl biriyim?' bunun cevabını en iyi siz bilebilirsiniz. İyi birisi misin, yoksa iyi birisi olmaya mı çalışıyorsun? İyi olmak istiyor musun, bunun için uğraşıyor musun? Burada derine inmek zorundasın ve bunu sadece sen yapabilirsin, fakat o kadar da zorlanma çünkü iyi birisin. Nasıl biri olduğunu tahmin edebilirim, özünde insansın sonuçta benim gibi. Geceleri ağlar mısın? Çoğu zaman ağlar mısın? İnsan ağlarken her zaman 'kendini bulur'. Gözyaşlarımın aktığını yüzümde hissettiğimde, her zaman yalnız olduğumu bilirim ve bazen insanlar sadece ağlar, her şey ağır gelmiştir, o an ne yaşanmışsa o yükü dindirmek için ağlarız. Bitmesini isteriz hayatın, gitmesini isteriz insanların ama derine indiğimizde biz aslında en iyisini istedik, en güzelini hak ettik. Ben hak ettim. İyi bir aileyi, iyi bir hayatı fakat hiçbir zaman iyi bir başlangıcım olmadı, geç kaldım. Geç kalmak iyi değil. İnsan kendin olmayı kendine anlamlı gelen şeylerden oluştuğuna inanır. Geç uyanmak ona anlamlı gelir ve buna alışır, insanların yaptığı çoğu şey aslında kendine anlamlı geldiği için yapmıştır ve bu anlamı yaşadıklarımızdan alırız. Bir günde neler yaşıyor insan? Bizi iyi hissettiren şeylere o kadar bağlıyız ki, o şey bize zarar veriyor olsa bile sadece iyi hissettirdiği için kabul ederiz. Zayıfız, zayıfım. Bazı şeyleri bırakamıyorum, çünkü çok iyi hissettiriyor fazla yemek yemek bana ne kadar zarar veriyor olsa da, yemek benim büyük bağlılığım. Peki ben şuan bunun farkındayım ve ben şuan kendim miyim? İnsan çoğu şeyin farkında, onu üzen ve onu kıran, onu parçalayan her neler ise bunları biliyor. Biliyorum, senin bir mücadelen var. İçki içiyor musun? Halen onu mu düşünüyor musun? Geceleri yastığının üstüne gözyaşların dökülüyor mu? Duşta, odanda, kimsenin olmadığı zamanlarda ağlar mısın? Peki sen nasıl birisin? Ben ise senin çok iyi birisi olduğunu düşünüyorum. Çok güzel güldüğünü, çok güzel baktığını, haklı olduğunu, sevdiğini ve sevildiğini. Bir gün hepsi geçecek, ama bunun için 'kendin olmalısın.' Yaşadıklarının bir anlamı var ve onlar senin yüklediğin anlamlar, her birini kabul ediyorsun. Üzgün isen bunu kabul ediyorsun, kızgın isen, şaşkın isen, mutsuz isen her ne yaşıyorsan buna sen izin veriyorsun. Yalnız mısın? Üzgünüm.
Çoğu şey beni üzüyor. Acı çektiğimi söyleyebilirim. Düşünmeyi bırakamıyorum. Her zaman iyi şeyler düşünmüyorum, beni üzen ve aklımı dolduran düşüncelerim var, bunu yaşıyor olabilirsiniz. İnsanlar, sizi üzüyor olabilir onların sahip oldukları bazı şeyler vardır ve sizde yoktur. Bir eşya, bir yetenek veya bir kişilik. Hiç başka birisi olmak istediniz mi? Ben istedim. Bazı insanlar benden üstünmüş gibi geliyor, benden daha iyiymiş gibi. Üzücü. Kendimi kolayca ezebiliyorum, sadece bazı insanlar şanslı ve ben ise değilim, gerçek şu ki bende bazı insanlara göre şanslıyım. Komik. Üzücü şekilde komik. Yorgunum. Kendim olamıyorum. Değişiyorum. İnsanlar beni değiştiriyor ve başka şeyler istememe sebep olarak beni zorluyor, çoğu zaman hiç gücümün kalmadığını düşünüyorum. Sonra ise en büyük yanılgıya düşüyorum aslında her şeye ben izin veriyorum, çünkü her şey benim elimde. Başarılı olabilirim, öğrenirim, tekrar deneyip ve pes etmeden devam edebilirim. Sadece istemem yeterli, bunun için kendimi dinlemem gerekiyor. Başarılı olabilmem için 'kendim olmam' gerek, az yemeliyim, beni engelleyen her neyse uzak durmalıyım, beni üzen, beni şımartan, beni acıtan ve kendim olmama izin vermeyen şeyleri bırakmalıyım. Bunun için insanlara ihtiyacım yok, onlar benim aklımı karıştırıyor. Sadece kendim olmalıyım çünkü sadece kendin olursan başarılı olursun. Neden mi? Çünkü insanlar yanında olamazlar, sen en ihtiyacın olduğunda yanındaydın, ağladığında, acı çektiğinde ve sen her zaman yanındaydın, güldüğünde ve mutlu olduğunda her zaman, hem de her gün, şuan bile. Gülümse. Kazanıyorsun.
9 Aralık 2018
8 notes · View notes
perfectcold · 6 years
Text
Devamlılığı olan yazı
Ellerim üşüyor. Ellerimle çay bardağını tutuyorum. Ellerimi sıcak bir çayla ısıtabiliyorum. İçim? İçimi ısıtacak hiçbir şey bulamıyorum. Bulamazken aynı zamanda çakmağı ateşliyorum. Tütün bile özgür. Dumanına istediği gibi yön verebiliyor. Beynim mi? Aklım mı? İkisini de kontrol edemiyorum ne yazık ki. İkisi de emir almıyor. Yönetilmeye öyle karşılar ki. Bir yandan iç sesim soruyor; emir almaya bu kadar kapalı iki organım nasıl manipüleye mazur bırakabiliyor kendini. Bu ara cevabına erişemediğim sorularla başım dertte. Hatta başım derdin kendisi. İçimi betimleyesim var. Bir çeper var. Öyle sıkı ve boşluksuz ki. İlaç kabul etmiyor. Şevkate yer yok. Nasıl barışacağım onunla? Bilmiyorum. Çeper sadece dışarıya karşı koruyor. Ama içerde hapis kalmış şeyler var. İşte onlar uzlaşması çok zor hisler. Birkaç meşale var. Orantısız bir biçimde dağılmışlar içimin çeperine.
Biraz da şöyle hissediyorum. Kendimi bir boşluğa kapattım. Boşlukta uyumaya karar verdim. Rüya görüyorum. Rüyamda kendimi bir boşluğa hapsettiğimi görüyorum. Kendimi hapsettiğim o boşlukta uyumaya karar verdiğime ve rüya görmeye başladığıma tanık oluyorum. Hangisi gerçek dünya? Hangisi rüya? 
Ne diyordum..Çeper. Parçalanıyorum içimde. O kadar yıkıma rağmen çeper hiç darbe almıyor. Bir yerden kırılsa; o boşluktan hemen biraz şevkat zerkedeceğim ama..Yok. Kış olduğu için minnettarım. İçimde öyle bir ateş var ki; sanırım daha fazlasını kaldıramazdım. Çok güçsüz bir cümle bu kurduğum. Geçmişe dönüyorum. Aslında orada yaşıyorum daha çok. Ne yıkımlar, ne darbeler. O zamanlarda içimdeki meşale sayısı rakamlarla ölçülemiyordu. Şimdi gelecekteyim. Ki beni çok ilgilendirmeyen bir zaman dilimi bu. Hala varım. Hala nefes alıyorum. Nasıl ve ne biçimde olduğuna takılmazsak, yaşamayı becerilmişim belli ki.
Ben öldüm biliyor musun? Bedenimi geleceğe taşıyan da ben değilim. O kim? O bir insan mı? O bir ilahi güç mü? Bilmem. Geçmişte bıraktım ruhumu. Asıl yaşayan şey ‘’ ruh ‘’ bunu bilirim. Bedenimi terkettim uzun zaman önce. Yine geçmişe dayanıyor tabi. Geleceğe taşınan bedenimi çok ruhsuz ve donuk buldunuz. Haberiniz yok tabi ruhsuz olduğumdan. Nereden bilesiniz ki? Hemen klon işine girdiniz. İşte belli vasıflar, sıfatlar, misyonlar yüklediniz üstüme. Ve beni tekrar yarattınız. Size çok acı bir gerçekten bahsedeyim mi? Karşınızdaki sadece sizin ürününüz. İçsel eksiklerinizi bana yüklediniz. Tepki verebilecek bir ruhum olmadığı için istediğinizi yapabildiniz üzerimde. Siz istiyorsunuz diye varettiniz beni. Ne kadar acı. Üzgünüm koca bir yanılsamayı yaşadınız ve yaşamaya devam ediyorsunuz. Eğer bir gün; sizi o kadar değerli görürsem, dünyanızı yaşamaya değer bulursam, saf yaratıklar olduğunuza inanırsam, işte belki o zaman ruhumu sizin zaman diliminize taşıyabilirim.
Ellerim ısınmamaya başladı. Oysa çay hala sıcak. Bu iyiye işaret değil, bilirim. Deneyimledim. Sevdiğin adama sarılırken üşümek gibi. Daha korkunç bir his aklıma gelmiyor. Daha korkunç hisler olabileceğine eminim. Ama şu an en korkutucu olan bu. Bedenindeki sıcaklığı geçiren iletkeni bozulmuş bir sevgili. Kollarının altında güven duymadığın bir yürek. 
Nedensellik ilkesiyle başımı yedim. Her şey olur. Bırak. Olmayanın içinde de olmak eylemi var. Kimi kandırıyorsun? Hiç kandırdın mı birisini kendini kandırdığın kadar? Bunlar zor sorular. Kendine sorabilmeyi ne kadar başarıyorsun? Öyle yüzlerle yüzleştim ki içinde bulunduğum tiyatronun sonuna bile üzülemedim. Çok üzücü bir sondu. Ama ben üzülemedim. Neden mi? O anlarda hala şaşırabildiğim bir olgu var diye seviniyordum. Çölde havuz bulmak gibi bir ganimet o, bilesin. Hakkını verdim ve gülümsemekle meşgul oldum. Bu ara kafama takılan çok şey var biliyorum da. Dünyaya Sinem Sal olarak gelmem gerekirdi. Olmadı. Ondan bir tane var. ‘’ O ‘’ olarak doğmuş olmalıydım. Buna da taktım mesela. Ayrı mesele. 
Aidiyet hissiyle çok şiddetli diyaloglar geçti aramızda. Hatta keşke biraz pataklasaydı dedim. Vursaydı ağzıma yüzüme de konuşmasaydı. Nasıl dokundu bilemezsiniz. Size gelene kadar o kadar çok şey var ki. Ne bileyim bir karpuzun ne zaman yenebileceğini biliyorsunuz. 
DEVAMLILIĞI OLAN YAZI.
2 notes · View notes
oxygetube · 3 years
Text
İnsanları kaybetmek mi yoksa kendimi kaybetmek mi daha çok acıtıyor bilmiyorum, bildiğim şeyleri duyuyorum? ve kendi kendime konuşuyorum, deli olmamaya çalışıyorum, soğukkanlılığımı koruyorum ve güçlü olmaya çalışıyorum, güçlüyüm ama aynı zamanda zayıfım, eğer bu mantıklı olsa bile, arkamdaki gizem hiç hoş değil ya da heyecan verici, iç karartıcı , üzücü, eylemlerim, yalanlarım, güdülerimle hep aklımda yalnız kalacağım, her zaman insanları kaybedeceğim çünkü kendimle savaşım asla bitmiyor, beni kendimden kurtarmaları için insanlara yaslanıyorum, ne zaman Gerçekte beni kurtarmanın tek yolu beni öldürmek, bunalımlarım beni o kadar uzun süre rahatlattı ki, bir dereceye kadar düşkün oldum hatta alıştım, bu karaktere dönüştüm, hatta ben miyim? istediğim bu muydu? Emin değilim, kabuslar, uykusuz geceler, çılgın düşünceler, hepsinin bir rolü var, hafifletebilecek biri vardı biliyor musun, tüm bunları hafifletebilecek biri.
0 notes