Tumgik
#saat gecenin ucu
saatgeceninucu · 1 year
Text
Uzun zamandır dudaklarından önce gözleri konuşan biri görmedim.
16 notes · View notes
seyyahe-iavare · 9 months
Text
Zehra'nın da okuyabileceği bir münacaat mektubu... :)
Saat gecenin yarımının da yarısına geliyor... Yine hayli zaman oldu buralarda gönlümün penceresini açıp dumanları dışarı salmayalı. Hayli yük yüklenip geldim yine ve hangi birini omzumdan indireceğimi de bilmiyorum. Zor zamanlar içindeyken daha büyük bir musibete çattık. Her halimize hamd olsun. Yorgunluk aman vermeksizin sürüyor... Bundan 5 hafta önce aklımızın hayalimizin ucu bucağından geçemeyecek bir imtihandan geçtik. Hamd olsun yine de hayata tutunduğumuz dallarımız kırılmadı... Bunlar arasında nasıl anlamsız nasıl saçma durumlar yaşadım düşününce bile asabım bozuluyor. Çok anlamsız bir şekilde hiç ilgim olmayan bir gelin kaynana çatışması ortasında kaldım ve günün sonunda ben suçlu çıktım. Umrum mu zerrece değil ama bu olayın içinde kalmak bile aşırı anlamsız çünkü zerrece meselelerin içine girmek istemedim. Hele ki öyle bir dönemde hele ki babamları buraya gelmeye ikna edemezken her sarsıntı ile ömrümden ömür giderken... Rabbim buraya yazamadığım ama gönlümüzü yoran içimizi acıtan gönlümüzü dumana boğan dertlerimiz sana âyân... Mus'ab...
Devamı gelmemiş gelmese de olur aslında biz Zehrayla telefonda konuştuk zaten bunları sonradan... Tarih de atmamışım mart olmalı depremin üzerinden 5 hafta geçmiş. Bunların üzerinden de 4 ay geçmiş ne saçma şeyler yaşamıştım sahi o dönem
3 notes · View notes
Note
yazacak kimsenin olmamasi bok gibi bir sey saat gecenin ucu olmus WhatsApp a girip girip cikiyorum kime yazsam diye hic kimse yok
iğğğrenç bi his o aç bi sakin film izle babam
0 notes
betl1101 · 2 years
Text
canın sıkkın gibi. neden seni tam ortadan bölen şeye teğet geçmiş gibi davranıyorsun? saat gecenin bilmem kaçı. hiç geçmeyecek adlı bir duvar örülüyor göğsüne. tuğlalar çok tanıdık değil mi? ucu yanan bir kağıt gibisin. yandığın için değil de kağıt olduğun için kaybetmişsin belki de. hadi uzan şöyle. buz tutmuş ellerin. ellerini taşın altına koymak değil de koyduğun taşın üstüne daha da taş konulması yormuş seni. sen de beklemişsin. bazı bekleyişlerin adı beklemek ama dünyanın bir ucundan bir ucuna volta atmak gibi değil mi? inananlar gözlerini kapatırlar. sen de bir ara inanmıştın. yerlerde sürünen bir uçma hevesi seninki. şimdi sen karşıya geçsen dahi o trafik içinden gitmez artık. kalbin sıkışıyor sanki. üstelik yana kay da diyemiyorsun kimseye. hiç tadın yok. gözlerinin içi gülerdi eskiden. eskiler ne sert bir yumruk değil mi? şu baktığın boşluğu nelerle dolduruyorsun kim bilir? bir boşluğun altında ezilmenin fizikte belki yeri yok ama sende fazlasıyla var. kaç gündür hiçbir şey yememişsin. yıkılmadım ama ama'lar diyorsun kendi kendine.
0 notes
selam-yurduna-yolcu · 2 years
Text
BU KISSAYI OKUYUNCA HAYATINIZ DEĞİŞECEK
Hikmet, belediyeye ait ekmek fabrikasında çalışan bir işçiydi. İşine çok dikkat eder, vazifesini ihmal etmemeye çalışır, kazancının helâl olmasını isterdi. Fabrikayı hemen her akşam en geç o terk ederdi. Belediyenin ekmeği biraz daha ucuz olduğu için halk çok rağbet ediyordu. Kocaman fırının içini ara sıra temizlemek ihtiyacı hasıl olur, onu da genellikle Hikmet yapardı. Dinî bir bayramın son günüydü. Ertesi gün ekmek çıkarılacaktı.
Hikmet, temizlik yapmak için fabrikaya gitti. İçeriye girip dış kapıyı kilitledi. Işıkları yaktı ve fırının kapağını açıp içerisine girdi. Gerekli temizliği yaptıktan sonra evine gidecekti. Sabaha karşı dörde doğru gelen işçiler de, gelir gelmez elektrikle çalışan fırının düğmelerini açacak, onlar hamuru yoğurup ekmekleri hazır edene kadar da fırın güzelce ısınmış olacaktı.
Hikmet temizliğe dalıp gitmişti. Bir taraftan da kendi yakıştırdığı şeyleri mırıldanıyordu. Tam o saatlerde fırının genç ustalarından olan Cengiz fabrikaya geldi. Kirlenmiş olan beyaz önlüğünü almak için uğramıştı. O akşam yıkattırıp, ertesi gün temiz temiz giymeyi düşünüyordu.Dış kapıyı açtığında şaşırdı. “Hayret, içerdeki elektrikler açık unutulmuş” diye mırıldandı. Gidip önlüğünü aldı.
Fırının önünden geçerken açık duran fırın kapağını eliyle şöyle bir itekledi. Çıkarken ışıkları söndürmeyi de ihmal etmedi.Elektriklerin sönmesiyle Hikmet hemen fırının kapağına koştu. Fakat heyhat, kapak üzerine kilitlenmişti. Var gücüyle bağırmaya başladı. Fırının kapağını yumrukladı. Çırpınması fayda vermiyor, sesini kimseye duyurması mümkün olmuyordu. Tüyleri diken diken oldu. Dehşete kapılmıştı. Uzun müddet kendisine gelemedi. Birazcık sakinleşince saatine baktı. Saat 23.05’i gösteriyordu. Yaklaşık beş saati kalmıştı. Bir anda ölümle burun buruna gelmişti. Yanmak onun için bu dünyada başlayacaktı.Yavaş yavaş ısınacaktı fırın...
Evvela terlediğini hissedecek, sonra bunalacak, sıcaklık yavaş yavaş sürekli artacak, artacak, artacak; vücudundaki yağlar erimeye başlayacak, etler kızaracak ve daha bütün bunlar olmaya başlamadan belki de o kalpten gidecekti. Belki de çıldıracaktı. Çılgın çılgın gülecekti... Ah, o en güzeliydi. Bir delirebilseydi, düşüncenin kezzap gibi yakıcılığından kurtulacaktı. Fırından yeni çıkan ekmekleri eline alınca parmaklarında duyduğu yanık acısı aklına geldi. Sadece o kadarı...
Yanığın ilk safhası bile değildi ama hemen elinden bırakırdı. Şimdi ekmekler gibi kendisi pişecekti. Birkaç gün önceydi, işçilerle acıkmışlar, küçük tüpün üstünde yemek pişirmişlerdi. Bir aralık tüpün kızgın demirine değmişti eli... Hemen nasıl da kabarmış, su toplamış, sızladıkça sızlamıştı. Sadece iki parmağın acısına dayanamamış, soğuk suyun içinde tutmuştu. Ya şimdi yanan iki parmak ucu değil, bütün vücudu olacaktı. Gözlerinin önünde filmlerde gördüğü yanan adamlar canlandı. Kendi hali daha da zordu. Bir anda yanmak değildi ki bu... Adım adım, hissede hissede... Terleye çıldıra, dövüne dövüne... İçerisinin ısındığını hissetti. Kapıyı kapatan her kimse fırını da yakmış mıydı yoksa? Bu hararet böyle sürekli niçin artıyordu? Aman Allah’ım! Beklenen an çabuk gelmişti. Saatine baktı saat gecenin 1.00’i olmuştu. Nasıl geçmişti iki saat?
Zaman su gibi akmıştı. Bir ömür gibi... Ömürleri yanmak vaktini meyve veren insanlar gibi... Elleriyle duvarlara, demirlere dokundu. Yok canım... Korkusundan fırının yanmaya başladığını zannetmişti. Demirler soğuktu işte...Biraz sakinleşti. Evini düşündü hanımı, oğlu, merak ediyor olmalıydı. Hanımını niçin azarlamıştı sanki çıkarken? Hayat arkadaşına karşı daha nazik, daha hürmetli olmalı değil miydi? Ya çocuğunu... Keşke dövmemiş olsaydı onu....
Onlardan da mes’ul olduğu için onların hesabını da verecekti Allah’a... Keşke hanımının dediğini yapsaydı. Hanımı ona: “Haydi, birlikte namaza başlayalım” demişti. Hikmet ise: “Biraz daha yaşlanalım” diye cevap vermişti. Sanki sonrasında bütün bir ömrün hesabını vermeyecek, sadece ihtiyarlığın hesabını verecekti. Niçin sanki fırına gelirken camiye girmemişti?
Müezzin gönlünün derinliklerinden geldiği belli olan sesiyle yatsı namazına davet etmiş, Allah’ın büyüklüğünü, kurtuluşun O’nun yolunda olduğunu haykırmıştı. Hiç değilse ölmeden evvel son vakit namazını kılmış olacaktı. Belki Rabbi o son vakit hürmetine affeder, diğerlerinin hesabını sormazdı. “Ah ahmak kafam” diye inledi. Halbuki beş vakit namaz kılan bir insanın hâli ne güzeldi. Kıldığı bir vakit muhakkak onun son eda ettiği vakit olacaktı ve Rabbinin huzuruna secdesiz bir alınla çıkmayacaktı. Öyle olmayı ne kadar isterdi. Ya oğlu... Yedi yaşına girmişti. Bir baba olarak onun üstüne başına, yiyip içtiğine dikkat ettiği kadar, kalbine niçin dikkat etmemişti?
Daha o yaşta her tip pisliğin televizyon ekranlarından üzerine sıçramasına nasıl da razı olmuştu? Çocuğuna Allah’ını, Peygamberini niçin sevdirmemişti? Aklı çocukluğuna gitti... Gençliğine uğradı, tek tek dolaştı o günleri... O günlerden elinde sadece pişmanlık veren, utandıran günahlar kalmıştı. En ince teferruatına kadar bütün günahları aklına geldi. Demek bütün bu tespit edilen şeylerin hesabını verecekti. Aklına bir fikir geldi, fırının içinde teyemmüm edip namaz kılmak. Toprak yoktu ki... Fakat olsun... Hiç kılmamaktan iyiydi.
Belki, bir ihtimal kabul edilirdi. Ellerini fırının içinde yere vurarak teyemmüm aldı. Namaza durdu. Her şeyin bitip tükendiği noktada başka kime dayanılabilirdi ki? Aslında her namazda öyle hissetmeliydi. Kendisini hayatında ilk defa Rabbi’yle konuşuyor gibi hissetti. Âlemlerin Rabbi’ne hamdetmeyi, O’na dayanmayı, O’ndan yardım dilemeyi, dosdoğru olmayı ilk defa böylesine anlıyordu. Bütün benliğiyle secde etti.
Eksiksiz, yüce, merhametli Sensin dedi acizliğini iliklerine kadar duyarak... Yatsıdan sonra kaza namazları kıldı. Rabbinden gelmişti ve O’na dönüyordu. Ah, dönüşün O’na olduğunu hiç unutmamış olsaydı. Yoruldukça oturup tövbe etti. Estağfirullah çekti. Nasıl da daracık yerde sıkışıp kalmıştı. Fırında olduğunu hatırladıkça vücudunu ateşler basıyordu.Cengiz ise evine gidip yatmıştı. Gece bir aralık yataktan sıçrayarak uyandı. Saatine baktı. Saat 3.15’ti. Bir rüya görmüştü. Arkadaşı Hikmet fırının içinde alev alev yanıyor, “Cengiz!” diye bas bas bağırıyordu. Nasıl bir rüyaydı bu böyle...
Birden aklına geldi. Olamaz! Fırının kapağını Hikmet’in üzerine mi kapatmıştı yoksa? Hemen üzerini giyip sokağa fırladı. Hiç durmadan koştu. Gece işçileri henüz gelmemişlerdi. Kapıyı açtı, ışıkları yaktı. Hemen fırının kapağını açıp içeriye seslendi: “Hikmet!”
İçeriden hiç ses gelmiyordu. Birkaç defa daha bağırdı. Hikmet, ağlaya ağlaya namaz kılıyordu. Öyle dalmıştı ki, adının söylendiğini duyunca irkildi. Olamazdı, yanlış duyuyor, hayal görüyordu. Fakat, yine duydu. Birisi “Hikmet” deyip duruyordu. Hem fırının ışığı da yanmıştı.Selam verdikten sonra kapağa doğru yürüdü. Karşısında Cengiz’i gördü. Fırından çıktı. Cengiz, bir anda hortlak görmüşçesine irkildi. Korkuyla: “Kimsin sen?” dedi.Hikmet’in Cengiz’e sarılmak için uzanan kolları boş kalmıştı. Hikmet hâlâ ağlıyordu. Ne demek sen kimsin? Hikmetim işte, görmüyor musun?
Dün akşam temizlemek için girmiştim. Birisi üzerime fırının kapağını kapattı dedi. “Olamaz” diyordu Cengiz. “Sen Hikmet değilsin.” Hikmet ilk önceleri Cengiz’in bu hareketine bir ma’nâ veremedi. Nasıl olur böyle söyler, nasıl olur da mesai arkadaşı kendisini tanıyamazdı?
Birden aklında bir şimşek çaktı. Hemen aynaya doğru koşup kendine baktı. Hayır, bu yüz, bu saçlar kendisinin olamazdı. Kırışmış ellerini, solmuş yüzüne, bembeyaz olmuş saçlarına götürdü. Bir gecede ihtiyarlamıştı.
Hıçkırıklarla sarsılıyordu. Bir daha aynaya bakamadı. Kendisinden kendisi korkmuştu. Yanmanın ne demek olduğunu bilseler kim bilir bir gecede ne kadar insan ihtiyarlayacağı. Yarın denilecek kadar kısa bir süre sonra yanmak ihtimali bu kadar hafife alınabilir miydi?
Başı ellerinin arasında kalakaldı...
- Kaynak: M. Fatih Yıldırım / Hikâye - Ocak 1995
BİR KERE PAYLAŞALIM ÇOK KİŞİYE DERS VERECEK BU KISSA...
15 notes · View notes
Text
Sarışın Güzelin Tek Derdi Sikilmekmiş! (Mert 26 Y., İzmir)
Merhaba ben İzmir'den Mert. 26 yaşındayım ve yakışıklı sayılabilecek biriyim. Bu olay bir sene önce yaşandı. Ben ve erkek kardeşim Emre, İzmir Karşıyaka'da bir apartmanda tek başımıza yaşıyoruz. Annem ve babam İstanbul'dalar. Ben genellikle geceleri evde olmam, dışarıda eğlenirim arkadaşlarla.
Yine bir gece arkadaşlarla gece vakti saat 23:00 gibi iskelede buluştuk. Benim bir arkadaşım vardır çok çapkındır. O gece yanında 3 tane hatun getirdi. Biz 4 erkek kızlara yavşamayı düşünürken çapkın arkadaşım dediğim Tayfun hatunları bırakıp başka yere gitti. Kızlar bize kaldı :). Kızlar içki almaya gidince, ben hemen arkadaşlara, "Sarışın benimdir, sakın sulanmayın!" dedim. Kızların adları Merve (bu benim bahsettiğim sarışın), Nazlı (bu tam bir esmer bomba), birde Ceren var, o da Kızıl saçlarıyla yakıyordu ortalığı. Benim Merve hiç abartısız 90-60-90 ölçülerindeydi. Nazlı ve Ceren de o civarlardaydı. Zaten Tayfun çürük mal getirmez yanında.
Hepsi yüzüne 1 ton boya sürmüştü. Neyse, içkileri alıp geldiler ve iskeledeki masalardan birine oturduk, başladık sohbete. Saat ilerledikçe konu aldı başını gitti. Kızlar artık konuyu sekse getirince, ben yanımda duran arkadaşa, "Bunlar yarrak istiyor!" diye fısıldadım. O da, "Aynen!" diyerek bastı kahkahayı. Kızlar ne olduğundan habersiz bizi izliyorlardı :). Artık herkesin kafası 1 milyondu. Yanımdaki arkadaşım Kerem hemen aldı Cereni, atladı arabasına bastı gitti. Amacın ne olduğunu anladığımızdan diğer arkadaşımda Nazlıyı aldı, onlarda binip gitti. Biz Merve ile başbaşa kaldık. Aslında benim amacım onunla birkaç gün çıkıp sonra işimi görmekti, ama kızın amacı başka. Neyse, ben de sıkılgan tavırlarından anladım ve direkt aldım kızı, hemen atladım arabaya.
Arabada ben Merve'ye bakmaktan yola bakamıyordum. Altında 'Süper Mini' denilen bir etek vardı. Ben o güzel bacaklara bakarken şeritten çıkmışım farkında değilim. Neyse, geldik benim eve, kardeşim de dışarıda olduğu için direk daldık içeri. Ben kapıdan girince ışığı yaktım ki, gecenin karanlığında pek belli olmayan sikim pantolonu yırtıyordu. Ben hiç saklamadım zaten kız istiyor :) Kızı iki elinden tutup yatak odasına götürdüm, dudaklarına yapıştım. O güzel dudakları ısırıyor, ağzının içinde dilimi gezdiriyordum. Deli gibi emiyordu dudağımı. Onu yatağa ittim ve bana bir bakış attı ki, bende film koptu. O an delirdim ve kızı resmen sikmekten öldürmek istedim.
Direk üstüne uzanıp göğüslerini mıncıklayarak yalamaya başladım. Memelerinin ucu semsert oldu. Bugüne kadar kaç kızı yatağa attım hatırlamam, ama bu kadar diri ve dik göğüsleri hiç görmedim. Dilimi göbek deliğinde gezdirirken, o deli gibi inliyordu. Eteğini aşağıya sıyırdım ve külodunu tek hamlede çıkardım. Kasıklarını yalamaya başladım. Amını tıraşlamıştı, süper görünüyordu. Dilimi amının kenarında gezdiriyorum, ama o zorla amını ağzıma itiyordu. Benim kafam yine attı, amının içine dilimi soktum. Deli gibi inliyordu. Direkt onu domalttım, arkadan o muhteşem kalçasını ısırıkladım. Birkaç dakika ısırıkladım onun kalçasını. Sonra ayağı kalktım onu da yatağın ucuna oturttum...
Pantolonumu çıkardı ve benimkini elinin arasına aldı. Gerçi tam olarak alamadı, benim yarrağım biraz iri ve bayağı kalındır, bu yüzden işaret parmağını ve baş parmağını birleştiremedi. Direkt ağzına verdim. Öyle iştahla yalıyordu ki, benimkisi taş gibi oldu. Ağzına boşalmamak için ağzından çıkarıp, onu yatağa sırtüstü yatırıp, bacaklarını omzuna kadar ittirdim ve bacak arasına girip sikimle amına fırçalamaya başladım. Am dudakları süper gözüküyordu. Beni delirten gözlerine birdaha baktım, "Hadi sok, bakire değilim!" deyince, birden gömdüm amına. Sıcacıktı içi. Girip çıktıkça deli gibi inliyordu. Artık memelerini sıkıp, amını çok hızlı pompalıyordum. O sırada telefon çaldı, ben hiç istifimi bozmadan elimi uzatıp telefonu açtım. Arayan Kerem'di ve arkadan, "Ahh, ohhh, evet canım!" gibisinden sesler geliyordu. "Nasıl gidiyor abicim?" dedim. Kerem de, "Süper!" deyince, ben Merve'ye bir hızla gömdüm ve "Ahhhh!" diye anırdı. Kerem telefonda kahkalar attı ve kapadı. Amından çıkarıp kasıklarına boşaldım.
Yanyana uzandık bir süre. Ben bu arada memelerini mıncırıyordum. Benim yarrak yine ayaklanınca, Merve'nin o hayran olduğum götünü sikmeyi aklıma koydum. Domalttım ve göt deliğini yalamaya başladım. Merve, "Sok götüme! Sik götümü!" diye inlemeye başlayınca, yarrağımı tükürükledim ve götüne dayadım ve bir hamlede gömdüm. Kız deli gibi bağırdı. Birkaç dakika sonra ise zevkten inlemeye başladı. "Geliyorum!" diyerek bunun götünün içine boşaldım ve sikimi çıkarıp doğru duşa gittim. O da arkamdan geldi ve yıkandık. Sonra Merve giyinip çıktı gitti ve ben de direkt uykuya daldım.
Ertesi gün arkadaşlarla buluştuk. Hepimiz halsizlikten yanıyorduk. Aralarında en az boşalan benmişim meğerse. 2 arkadaşım da kızlara 5 posta boşalmış bütün gece :) Daha sonra Merve'yi çok aradım ilişki başlatmak için, ama ulaşamadım, kendisi de beni aramadı birdaha. Meğersem orospunun tek derdi sadece sikilmekmiş!
Herkese iyi sikişmeler!
[Mert]
58 notes · View notes
Text
saat gecenin ucu ve yarin erken kalkmam gerek....neden hep boyle zamanlarda uykum kaciyo ki...
1 note · View note
nesrin-c · 5 years
Photo
Tumblr media
... BODRUM HAKİMİ MEFHARET HANIM VE HAZİN HİKAYESİ ...!!!! (Hikayenin içinde geçen iki eseri altta yorumlar bölümünde dinleyebilirsiniz...) ... Bodrum Hakimi Mefaret Tüzün ..! ... Sırlarını da götürdü giderken ... Gerçeği sadece o biliyor !!!! Kütahya'nın Tavşanlı ilçesinde 1906 yılında doğmuştu. Cumhuriyet ilan edildiğinde, 17 yaşındaydı. Atatürk'ün Türk kadınına verdiği onuru hakkıyla taşıyacak kadar güçlüydü.Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmiş ve Türkiye'nin ilk kadın hâkimlerinden birisi olmuştu. Genç Türkiye'nin mücadeleci ruhuna sahipti o. Hukukun, doğruluğun ve aydınlığın mücadelesi. En önemlisi, çağdaşlarından çok önce kendisine tanınan hakların sorumluluğunun bilincindeydi. Hiç evlenmedi, hep yalnız yaşadı. Ta ki 1951 yılında ve 45 yaşında iken, onu çok iyi anlayan ve seven, güvenebileceği bir erkek çıktı karşısına... Onunla da nişanlandı. Hakimlik mesleğinde ilk görev yeri idi Tavşanlı, çok uzun yıllardır burada yaşıyordu. Tavşanlı'da onu herkes tanırdı. Çünkü çok göze batan, hoş bir bayandı Mefaret hanım. Şık giyinirdi, oldukça kültürlü ve çok adaletli, işini iyi yapan, erkeklerin bile konuşurken çok dikkat ettikleri bir asalete sahipti.Her nedense bilinmiyor, aynı yıl Bodrum'a tayin oldu Mefaret hanım. Bodrum'da hiç mutlu olamadı, hep nişanlısını düşündü. İçine kapanıp derdine hiç kimseyi de ortak etmedi. Ailesi Bulgaristan göçmeni olarak Trakya'dan gelmişti. Babasının memuriyeti nedeni ile gittikleri Balıkesir Balya ilçesinde bir nüfus kaydı. Bodrum'a 24 Eylül 1951 yılında geldi. 45 yaşındaydı. Genç mücadeleci ruhundan bir şey yitirmemişti ama, acı ve yenilgi artık tanıdığı şeylerdendi. Sene 1954'e gelmiş, Mefaret hanım üç yıllık Bodrum Hakimi olmuş, yine Tavşanlı'daki gibi güzelliği ve bakımlı yaşaması Bodrum'luların dikkatini çekmiş burada da ünlenmişti. Nükhet Hanım, tanınmış bir Bodrumluyu (Nükhet Hanım bu kişinin adını söylemek istemedi) bile mâhkum etmekten çekinmeyen Hâkime Hanım'ın bu kararı yüzünden sabahlara kadar uyuyamamış ama Bodrum Hâkimi bu kararı vermekten bir an bile çekinmemişti. Kadın olmasına rağmen, at sırtında keşiflere gider, cesur tavırlar sergiler, işin bir an önce bitmesi ve adaletin yerine gelmesi için uğraşır dururdu! Onunla beraber çalışanlarda çok yorgun olurlardı. Bir yaz gecesi, mesai arkadaşlarına bir jest yapıp, Milas'a konser vermek üzere gelen bestekar Zeki Duygulu'nun konserine götürdü. Çok güzel bir gece yaşanıyordu, konserde. Şarkılar birbiri ardından, bazen Hüzzam, bazen Nihavent, bazen Muğla yöresi zeybekleri.. Neşe içinde eşlik ediyorlardı, sanatçıya. Ama Mefaret hanım hariç, o sadece duygulu şarkılara eşlik ediyordu gözleri dolarak. Zaman zaman da dalıp, dalıp gidiyordu.Konserin ortalarında sanatçı Zeki Duygulu, "Usludur kadınım çıldırtma beni" isimli fantazi bir şarkıyı söylüyordu. Şarkının bitiminde, Mefaret hanım birden ayağa kalkıp, "Zeki bey bu şarkıyı tekrar söylermisiniz" diye seslendi. Zeki Duygulu bu isteği kırmayıp şarkıyı tekrar seslendirdi. (Sanatçı Zeki Duygulu'nun bu şarkıyı bir daha, başka bir yerde hiç söylemediği rivayet edilir) Mefaret hanımın bu davranışına hiç bir anlam veremediler, herkes birbirine "neden bu şarkıyı tekrar istiyor" diye manalı gözlerle baktılar. Çünkü Mefaret hanım devlet ciddiyetini içine sindirmiş hiç bir zaman duygularını belli etmeyen bir bayandı. Belki de nişanlısının çok sevdiği şarkı idi bu... Hatta konserden sonrada hiç mutluluğunu ve memnuniyetini de belli etmemişti. O gece Bodrum'a dönüldü, şoför herkesi evine dağıttığında saat 3 civarı idi. Sabah yine işbaşı yapıldı, akşam konsere gidenler, birbirlerine bu hoş gecenin ardından, akıllarında kalanları anlatarak, sıcak bir ortamda mutlu mutlu çalışmaya başlamışlardı. 17 Mayıs 1954 günü öğleye doğru hakim Mefaret hanım'ın mesaiye gelmediğini anladı arkadaşları. Hemen birkaç kişi Mefaret hanımın evine şoförü de alıp gittiler. Kapıya baktılar kilitli değildi. Seslendiler, ses veren olmadı. Öyle ya Hakim hanım böyle şeylere çok kızabilirdi. Ne yapalım diye dışarıda bir süre beklediler ve sonra içlerinden birisi, ne olursa olsun ben giriyorum dedi ve içeriye girdiler. Gördüklerini, yaşayanların bugün bile unutabildiklerini sanmıyorum. Çok sevdikleri Hakim hanımları, salonda tavana asılmış olarak cansız bir vaziyette duruyordu. Çığlıklarla dışarıya fırladılar, hepsi şok halindeydi. Bodrum'da görev yapan, tüm devletin görevlileri bir bir eve akın ettiler. Meslektaşları işlerini gözü yaşlı yapmaya çalışırken, dışarıda önemli bir şeyler buldular. Ayazlık denilen evin bir bölümündeki aptesliğin önünde açık olarak, bir Kur'anı Kerim bulunuyordu. İçeride ise namaz kılındığını gösteren seccade serilmişti yere. Önce abdest alıp, sonra namaz kılıp, en sonrada eliyle yağladığı ipi boynuna geçirmişti Mefaret hanım. Hemen ailesine ve nişanlısına haber yollandı. Tavşanlı'dan da acı bir haber geldi Bodrum'a. Nişanlısı birkaç ay önce öldü dediler. Baba emekli olmuş İstanbul'a yerleşmişti, cenazenin İstanbul'a gönderilmesini rica etti yetkililerden. Görevliler birkaç saat içinde, Mefaret hanımın cenazesini hazırlayıp, devlet ait bir jeep'le yola çıkardılar. Ailesi, İstanbul'a gelen cenazeyi Fatih mezarlığına defnetti. Bodrum'da ise herkes seferber olup, bu intiharın nedenlerini araştırmaya koyuldular. Muğla'dan da yardımcı ekip istenip, aylarca çalışılmasına rağmen, hiç bir ip ucu bulunamadı. Dosyasına, nedeni anlaşılamayan intihar olayı geçti ve dosya raflara kaldırıldı. Adı : Mefaret Tüzün. İşi : Hakim, Yaşı : 48 Yıl : 1954 En yakın ihtimal olarak çok sevdiği ve ayrı düştüğü Tavşanlı'daki nişanlısının ölümüne dayanamayıp bu intiharı gerçekleştirdiği düşünüldü. Ama aradan geçen yıllarda Mefaret hanımın bir meslektaşı ile ilişkisi olduğu ve bu ilişkinin de halk tarafından öğrenildiği, dolayısı ile bu sebeple intihar ettiği dedikodusu dolaştı dillerde. Eğer bu ikinci olay doğru olsaydı, o zaman ki devlet erkanı ve adalet mekanizması bu olayı çözer ve dosyasına da koyardı. Bu konuya araştıran ve yazan birisi olarak ikinci ihtimalin olabileceğine hiç inanmadım. Hiçbir Bodrum'lu da inanmıyor. Yani 45 yaşına kadar kimse ile ilişkisi olmadı da daha sonramı kişiliğinde bir değişiklik oldu. Hem de nişanlı iken,..! Çok sevdiği, hasretine dayanamadığı nişanlısına ihanet ederek öylemi? Kimse bunu doğrulayamadı, sadece dedikodu. Ama...... şöyle olabilir.. Bodrum eskiden sürgün yeri idi ve hep sorunları olanlar gönderildi bu yarımadaya. Mefaret hanım Tavşanlı'da hakimlik yaparken, nişanlanmadan önce nişanlısı ile ilişkisi anlaşılmış ve Bodrum'a sürülmüş olabilir. Eskiden erkek ve kadın asla birbirleri ile konuşamaz, buluşamazmış. Hemen hemen herkes görücü usulü ile evlenir, hiç görmeden gerdeğe girerlermiş. O devirde bir hakim hanımın birisi ile görüşüp buluşması, çevrede ne kadar büyük etki yapabileceğini. İnsanlar belki de bu olayı Tavşanlı'dan alıp Bodrum'a getirdiler ve Bodrum'da bir meslektaşına yakıştırdılar. Tabii bu sadece tahminim. Onun ölümü, büyük yankı uyandırdı. En küçük köye kadar haberi ulaştı ve tüm Bodrumlular bundan büyük üzüntü duydular. Mefharet Hanım'ın kaybettiği anlam, hayatı mıydı, inandıkları mıydı bilinmez. Belki de o gittiği bilinmeyen ülke de, kendisinden önce oraya giden nişanlısına kavuşmayı umut ediyordu. Hiç birimiz bunu bilemeyeceğiz. BAŞKA BİR RİVAYET Mefharet Hanım 1951 yılında Kütahya, Tavşanlı'dan Bodrum'a tayin edilmiş ve 1954 yılında da intihar etmiştir. Anlatılanlara göre intihar nedeni değişiktir; kimi "nişanlısının ölümünden sonra intihar etti" der... Kimi ise bambaşka bir hikaye anlatır: "Güya, Hakim Hanım Bodrumlu bir gence idam cezası vermiş, gencin ağabeyi de Hakim Hanımı kaçırarak tecavüz etmiş, Mefharet Hanım da bunu hazmedemeyerek canına kıymıştır." Bir başka rivayete göre, Hakim Hanım, sevdiği gence idam cezası veremeyince intihar etmiştir. Aşık olduğu savcının kendisini terk etmesinin intihara sebep olduğu söylenir. Peki, kim yazıp, okumuştur bu türküyü? Mumcular'ın Çiftlik Köyü'nden, "Çelik" lakaplı Mustafa Bacaksız... Cümbüş de çalan "Çelik Usta" türkünün öyküsünü Halil Atılgan'a şöyle anlatmış: "1950'li yıllarda, benim çok hızlı olduğum, cümbüş çalıp düğünlere gittiğim dönemlerdi. Bodrum'a bir bayan hakim hanımın halkla iç içe olması, at sırtında keşiflere gitmesi, kısa zamanda dillere destan olmasını ve bodrum'da çok sevilmesini sağlamıştı. (...) Bir gün duyduk ki, hakim hanım, nişanlısının ölümünden sonra intihar etmiş. (...) Bu beni çok etkiledi, kısa bir süre sonra türküyü besteledim. Kendi aramızda çalıp söylüyorduk. Milaslı Nazmi Yükselen yaktığım türküyü duyunca, benden aldı ve plağa okudu." Mustafa Bacaksız'ın başı bu türkü yüzünden az kalsın derde giriyormuş... Bir gün Bodrum Adliyesi'nden çağırmışlar, hakim sormuş: "Sen kim oluyorsun da devletin hakimine türkü besteliyorsun? Mefharet Hanım'a yaktığın türkü herkesin dilinde!" demiş... O da, "Hakim bey, elini kaldır sana da türkü yakayım" karşılığını vermiş, hakim de onu serbest bırakmış... "Bodrum Hakimi" türküsünün hikayesi bu... !!!!... Alıntıdır..
66 notes · View notes
yapay-icgudu · 5 years
Text
Ben
Ben.
Ben gecenin içinde kanat çırpan terör, Ben gözlerini yaşartan soğan, Ben senin trenini raydan çıkaran makas, Ben anahtarı uzağa atan gardiyan, Ben tahıl kutusundaki sürpriz, Ben sırtından boşalan soğuk terler, Ben kabuslarında seni kamçılayan kanatlı kırbaç, Ben füme istiridyeyi fümeleyen duman, Ben senin sinüs dalgandaki en alt nokta, Ben sana F veren not eğrileri, Ben sana musallat olan hazır fast-food, Ben tam kafana inen su balonu, Ben ikinci makaradaki filmin sonu, Ben adalet arabasındaki taksimetre, Ben fiskeleyemediğin pire, Ben damarlarını tıkayan kolesterol, Ben begonyalarında iz bırakan sümüklüböcek, Ben seni kupür odası katında bırakan editör, Ben senin çanını çaldıracak saat temizleyicisi, Ben her dünyadaki her kültürün ihtiyaç duyduğu kahraman, Ben ayakkabına yapışan sakız, Ben seni gece saat 3`te uyandıran yanlış numara, Ben yargıç tulumunun üstündeki quartz taşı, Ben silinmez leke, Ben dahil olmayan piller, Ben senin veranda ışığını arayan pervane, Ben seni yolda bırakan bozuk buji, Ben senin alıcılarını bozan telsiz radyo operatörü, Ben ulaşamayacağın yerdeki bozuk lamba, Ben kullanılan her çekteki 10 dolar komisyon, Ben kolayca kurulan salıncak setindeki kayıp parça, Ben suçluların ayağında çıkan şeytan tırnağı, Ben gerçekten önemli bir randevu gününde oluşan sivilce, Ben elinin ulaşamadığı yerdeki kaşıntı, Ben garanti süresinin dolduğunu söyleyen tamirci, Ben otobüste yanında oturan acayip geveze, Ben ruhunun karatahtasını gıcırdatan tırnak, Ben dişine yapışan ıspanak, Ben şer bahçesindeki ot yolucusu, Ben hesabındakinden fazla tutan çek, Ben rezillik ayakkabısındaki çakıl, Ben çok imza atmaktan ucu kırılmış kurşun kalem, Ben Katran Rorschach
3 notes · View notes
estellamila · 5 years
Text
Bitmeyen yapılacaklar listem...
Artık sürekli bir şeyler yapmam ve yetiştirmem gerekiyormuş gibi bir duygu hâli içindeyim. Aslında 'gibi'si fazla, zaten sürekli bir şeyler hazırlamam ve yetiştirmem gerekiyor uzun zamandır bu böyle. Keşke benim abarttığım bir şey olsaydı :/ Ama böyle devam etmez umarım :D
Gecenin bu saatinde az önce birine mazeret sınavı için not attım, kız uyuyordu muhtemelen, iki saat önce istemiş görmemişim. Umarım uyanmamıştır, napalım artık :/
Kendi elimdeki kitabı bir kenara bırakıp yeni kitaba başladım, belki ikisini bir götürürüm.
İtalyanca ve python çalışmaya bugün başlamam gerek, tabii bir de nöroanatomi var ki en çok o gözümü korkutuyor :/
Vize başvurusu ve daha bir sürü belge hazırlama işi de var.
Okula bazı şeyleri sormak için mail atmam gerek.
Kep töreni var, hiç gitmek istemedim ama arkadaşlarımın ve annemin baskısı sebebiyle gidiyorum, bu sembolik saçma aktiviteye.
Tatilden daha çok, oyunda üst levele atlayıp daha büyük canavarla savaşıyor gibiyim. Geç kalmışlık hissi peşimi bırak. Sadece yarım gün tatil yapabildim şu ana kadar.
Bir de bugün bankadaki işimin hâllolmaması ve haftaya sarkması hâlâ sinirimi bozuyor. Ne zaman ziraat bankası reklamı görsem önce paramı verin diye bağırıyorum içimden, kendi paramı sırf yeni bir hesaba aktardım diye neden aynı gün çekemiyorum ki, dünyanın en saçma kuralı şu an benim için. Bu bankaların çöküşünü tahmini ne zamana görürüz acaba? İlk sıradan elimde patlamış mısırımla izlemek isterim çöküşlerini, çünkü hâlâ sinirimi atamadım 😤
İyi geceler herkese, buraya kadar dertlerimi (yapılacaklar listemi) okuduysanız üzgünüm, bir de bunları yapmak zorunda olmayı hayal edin :D En azından hepsinin ucu beni mutlu edecek güzel şeylere dayanıyor, kendimi bununla avutuyorum en azından.
11 notes · View notes
saatgeceninucu · 1 year
Text
Dış kapının, dış mandalı bile olamıyormuş insan bazen. Başka evlerin kapısının önüne tüneyen kimsesiz bir kedi bile olamıyormuş.
18 notes · View notes
azeturkmankurt · 3 years
Text
CUMA GÜNÜ OKUNACAK DUA
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’dan rivayet olunduğuna göre Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri buyurmuşlardır ki:
“Cum’a gününde bir saat vardır. Allah’ın kullarından bir müslim namazda iken Allah Teâlâ’dan niyaz ile bir şey isteyip duâsı o saate tesadüf ederse Allah teâlâ Hazretleri o kimsenin dileğini verir.” Böyle buyurduktan sonra mübarek küçük parmağının ucuna işaret buyurdu. (bk. Nevevî, el-Ezkâr, 80; Buhârî, Deavât, 61)
Cum’a gününün içindeki saat, küçük parmağına nisbetle parmağın ulak ucu ne kadar ise, güne nisbetle o kadar az bir müddettir ki o saat içinde her halde duâ müstecâb olur demektir.
Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri:
“Cum’a günü, ibâdet ve ezkâr ile müminlerin kalbi mesrur olacak bir bayram günüdür” buyurmuşlardır. (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağir, no: 2519)
“Size bir sûre haber vereyim mi ki, azamet semâ ile arz arasını doldurmuş, onu yetmişbin melek teşyî’ etmiştir? O sûre Kehf süresidir. Kim cum’a günü bu sûreyi okursa Allah onu ötek cum’aya kadar bu sûre ile mağfiret eder, sonun da üç gün de ziyâdesi vardır.
 Ve semâya ulaşan bir nur verilir ve Deccal’in fitnesinden muhafaza edilir. Yatacağı vakit bu sûrenin sonundan beş âyet okuyan hıfz olunur ve gecenin istediği vaktinde kaldırılır.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağir, no: 2862)
“Ey Rabbim! Perşembe günü ümmetimin erkenden yaptığı işleri bereketli kıl.” (Tirmizî, Ticâret, 41)
Hadîsin şerhinde deniliyor ki, bu günün evvelinde bir ihtiyacını tedarik etmek, nikâh akdetmek ve bunun gibi mühim işler sünnettir.
“Cum’a gününde; Yani perşembeyi cumaya bağlayan gece iki rek’at namaz kılıp Fâtiha’dan sonra onbeş defa Zilzâl Sûresini okuyan kimseyi Allah Teâlâ kabir azâbından ve kıyamet korkularından emin kılar.” (Ali el-Müttakî, no: 21356)
“Şu duâ ile cum’a günü herhangi bir saatte duâ edilirse sahibine muhakkak icabet olunur.”
“Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Ey Hannân, ey Mennân, ey gökleri ve yeri en güzel şekilde yaratan, ey Celâl ve ikrâm sâhibi!” (Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, no: 7450)
“Cum’a gününde bir saat vardır, mü’min bir kul namazda duâ ederken Allah’dan bir şey ister ve o saate denk gelirse, Allah muhakkak ona icabet eder.” Ashab-ı kiram:
“Bu saat hangi saattir yâ Rasûlallah” dediklerinde:
“İkindi namazı ile güneş batması arasındaki vakittir.” buyurdular (Tirmizî, Cuma, 2; Ali el-Müttakî, no: 21316).
Cuma namazından sonra daha oturduğu yerden kalkmadan yüz defa:
“Allah’ı hamdiyle tesbih ederim. Azîm olan yüce Allah’ı hamd ile tesbîh ederim. Allah’tan beni affetmesini isterim.” diyen kimsenin yüzbin günâhını, ana ve babasının da yirmidörtbin günâhını Allah mağfiret eder.” (Ali el-Müttakî, no: 21321)
CUMA NAMAZINDAN SONRA OKUNACAK DUA
İmam-ı Suyûtî, el-Câmi’u’s-sağir’inde rivayet eder ki:
Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kim cuma namazından sonra -konuşmadan ve kalkmadan- ihlâs sûresini, Felâk sûresini ve Nâs sûresini yedişer defa okursa Allah Teâlâ onu gelecek cumaya kadar, zarar verici şeylerden muhafaza buyurur.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, no: 8954; Ali el-Müttakî, II, 648/4985)
HER NAMAZDAN SONRA OKUNACAK DUA
Li-îlâfi Kureyş sûresini sabah ve akşam veya beş vakit namazın akabinde en az onbir kere okumaya devam edilirse biiznillahi Teâlâ kişinin hayat tehlikesinden emin kalacağını İmam Rabbânî, Mektûbat’ında haber veriyor.
Kaynak: Mahmud Sami Ramazanoğlu, Dualar ve Zikirler, Erkam Yayınları
0 notes
mertrenton · 3 years
Text
Göç
Çok canım sıkılmıştı. Kalbim kırılmıştı. Gecenin ikisiydi Tekirdağ Otogarı’na indiğimde. Hava beklediğimden daha soğuktu. Dört buçuk yıl çalışmıştım Kars’ta. Bir araba parası bile biriktirememiştim. Ama epey bir hürmet kazanmıştım. Saygı duyulan biriydim. Metin Abigil vardı. Salih vardı. Sinan vardı. Hepsi sever, sayarlardı beni. Tabii, buraya ilk geldiğimde bandoyla karşılama beklememiştim; ama biraz olsun o dört buçuk senelik emeğin, hoca olarak sayılmış olmanın ve hürmetin göstergesi olarak bir karşılık beklemiştim işte, ne bileyim. Dünyanın esasında böyle, ya da buna yakın bir yer olduğunu unutmuşum da diyebilirim. Bütün bir unutkanlık ve kış uykusu içerisinde geçen zaman, bana başka bir yaşama dair umutların olanaklarını sunmuşsa da hatırlama eylemi epey bir pahalıya mal oldu. Birkaç taksicinin kör karanlıkta durduklarını fark ettim. Hiçbirinin de nereye gideceğimi sorma niyeti ve merakı yoktu. Ağır adımlarla o tarafa ilerledim. Arkamdan biri “Bakar mısın kardeşim?” diye seslendi.
“Bu su senin mi?”
Baktım, baktım. Göremiyordum. Görünmez olmuştu karşımdaki kişi. Suyun bana ait olup olmadığını soran sözler, adamın ağzından öylesine çıkıp gitmişti. Fakat bu öylesinelik, hiç de öylesine değildi. Bir kültürün, medeniyetin doğuşu, fakat saygınlığın kaybedilişi gibiydi. Canlıydı üstelik. Yakındı; aynı zamanda uzaktandı ses. Rahatsız edici, fakat gerçekti. Bende öyle canlanmıştı her şey. Suyu önemseyecek kadar düşünceli, kim olduğumu umursamayacak kadar üstten bakışlı biri olmalı, diye düşündüm. “Olsun,” dedim. “Ne kadar mühim biri olduğumu herkes hemen fark etmeyebilir.” 
Taksiye bindim. Gece ve deniz karanlıktı. Sahil yolundaki trafik lambalarında bekleyen araçların sayısı hiç de az değildi. “Bu saatte kim, nereye gidiyor? Ne iş yapıyor bu kadar insan?” diye düşündüm. Sonra yine Tacettin Abi geldi aklıma. O, hiç bu saatlerde dışarı çıkmazdı. Bir türlü ayrılamadığım; veda etmek için sarılmak riskini göze alamayan Hakan Abi da çıkmazdı. Bir keresinde Yusuf, kaba bir hesapla Kars insanının ortalama bir ömrünün çok azını dışarıda geçirdiğinden bahsetmişti.
“Bizimkiler burdan gidirler İstanbul’a, İzmir’e, sonra dirler bu adamlar neden bu kadar kabadır, sağa sola bakınırlar? E kardeşim ne yapsın, adam görmemiş ki? Adam burada sekiz saat uyur, gündüz de sekiz saat bilfiil köpek gibi çalışır. Hava desen beş dedin miydi kararır, tipi de varsa tamam, bitti daha çıkamaz. İşten sonra eve gelir yemek yir, biraz da ailesiyle vakit geçirdi miydi ondan sonra vurur kafayı uyur. Bu adam şimdi nereden görsün kadınları kızları sokakta sağ olmuş?”
Kalacağım misafirhaneye doğru ilerledim. Kapıdaki resepsiyon görevlisi, kendinden emin biçimde rezervasyonum olup olmadığını sordu. Tabii, öyle eli boş gelinmezdi. Bir an, ağzımdan çıkacak herhangi bir nükteli söz ya da esprinin karşımdakince anlaşılmayacağı geçti aklımdan. Kendini bilen biriydim, yanımda getirdiğim tek hazine de buydu. Tek kişilik rezervasyonumun olduğunu söyledim bir ciddiyet içinde. Bana en kral daireyi vermesini beklemedim. Alelade, daha önce binlerce kişinin içinde yatıp kalktığı, sıradan bir otelin sıradan odasını verdi zaten bana. Aşınmış, fakat kaliteli malzemeden yapıldığını anladığım zemine ayaklarımı bir kez vurdum. Merdivenlere giden kırmızı halı göz kamaştırsa da detaylara takılamayacak kadar yorgundum. Tek hamlede çevirdim anahtarı kilidin içinde. Bıraktım kendimi yatağa…
Ertesi gün, öğleye doğru odanın bulunduğu koridorun başındaki masada oturan temizlikçi kadın uyuyakalmıştı. Bir ara kafasını kolundan ayıran kadına selam verdim. O da bana selam verdi. Muhtemelen doğuluydu. Beni görmüştü. Görüldüğümü fark etmiştim. Fark edilmek… Fark edilmek korkusu. Fark edilme kaygısı. İşte, insanları birbirine bağlayan şey buydu: Her şeyin temelindeki kaygı. Eksiklik. Çünkü, sıradan bir bakışın dahi içerdiği sorumluluk vardı. Bunu temizlikçi kadının bakışlarından anlayabilmiştim. Bana uzun zamandır yabancı olan bir bakıştı bu. Muhtemelen o da, hayatının belli bir kesimine kadar bu bakışa sahip değildi. Her şey şehre gelince başlamıştı. Şehrin muhtelif yerindeki herhangi bir göz kaçırma, orada mutlak kayda değer bir anlama işaret ediyordu, ne korkunç. Oysa geldiğim yerde bakışların değeri yitikti. Herkes herkesten çekinirdi. Yokmuşsun gibi, yoklar gibi davranmak kolaydı. Yoktu çünkü. Gerçekten de yoktu, eksikliklerle karıştırılmaması gereken bir yokluktu bu. Sıfır. Yine de hocalarına saygı duyarlardı. Bir. Kapıdan çıkarken resepsiyondaki kadına iyi günler diledim. Geceki kızla nöbet değişmişlerdi. O da bana yüksek sesle “İyi günler” dedi: Sanki, yeterince yüksek sesle söylemediğimi vurgulamak ister gibi, değil, Tanrım. Sesim çıksındı biraz. Kimse ağzıma bakacak değildi. Bir lütuf değildi günaydın, merhaba, nasılsın. Bir zorunluluktu artık. Hedefi haline geldiğim her bakışın taşıdığı sorumluluğun bilincine girmiştim. Bakmak istemiyordum. Kimseye görünmemeliyim. Hayır. Nerede olduğumu bilmeli. Ellerimi hissediyorum artık. Her fark ediş, aynı zamanda varlık nedeni. Bir kaygının başlangıcı. Doğum. Ne olacaktı? Yeterince cevap var mıydı bakışlara? Yeteri kadar birbirimizi anlayabilecek miydik her konuşmada? Yoksa daha çok anlaşılmamak için daha çok mu konuşacaktık? 
Ertesi gün hafta sonuydu. Pandemide, sokağa çıkma yasağı vardı. Denizi görmek arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Attım kendimi, tutamadım biraz da, ne yapayım. Kaçtım. Az çok yaşayacağım çevreye adapte olmak amacıyla, sokak arasında gördüğüm ilk kişiye laf attım. “Tekirdağ’da yasak var mı ya?” diye sordum. “Tabii ki var” dedi, elindeki ekmek poşetini göstererek: “Bak ben ekmek almaya çıktım, aksi halde ceza yazarlar,” dedi gözlerini belerterek. “Öyle benim başım döndü, hava almaya çıktım, bunlar mazeret sayılmıyor. Geçerli bir nedenin olması gerek, aksi halde ceza yazarlar. Yasak tabii var” diye ekledi altmış yaşındaki beyaz maskeli adam, beni de karşısına almıştı. Bir anda kendimi kötü hissettim. Utanmıştım. Suçluydum. Yenilmiştim sanki. Yerli olmaktan uzak, onlar gibi olmam gerekirmiş de olamayacağımı şimdiden anlamış gibiydim. Üstelik ben orada gençlerin elinden tutarken, burada bir yaşlı bana ders vermişti. Fakat bütün bunları da suçlayıcı bir tonda söylememişti. Ben öyle hissetmiştim. Çünkü gerçekten de kuralları çiğnemiştim. Kuralları kim koyuyordu? Kuralları kabul etmek onlara uyulması gerektiği anlamına gelir miydi? Evet, gelirdi. Soru sormaya da değerdi.
Pazartesi ilk iş Milli Eğitim Müdürlüğüne doğru yol aldım. Olabildiğince giyimime dikkat eden biriydim. Her ne kadar görülmeye değer bulunmasam da insan arardı. O aramasa, bakışları arardı. Ayakkabımın modeli, rengi, şekli ile paçalarımdan yükselen pantolonumun uzunluğunu belli ettiği boyumun tam bir ölçüsü, bir ayna karşısında kabaca bir ön değerlendirme. Bir göz ucu yeterdi çoğu zaman onaylamaya. Her yorum, bakışlara dahildi. “Daha dikkatli olmalı” diye düşündüm. Hata yapmamalıyım. Çünkü her an bir bakışı daha üzerime alabilirim, bu da beni onlara karşı borçlandırır. Bu borcu en iyi şekilde ödemek için iyi giyinmek zorundayım. İyi olmak zorundayım. İşimi iyi yapmalıyım. Kurallara en iyi şekilde uymalıyım. Aksi halde bunun karşılığı beklediğimden daha düşük sesle, fakat daha büyük bir yankı uyandırabilirdi. Bunu derinden hissediyordum. Geliyordu. Kendi sesimin ekosuna kulak verdim: Geliyordu, kaygı, kaygıydı bunun adı. Gözden kaçırdığım boş bir alan kalmamalıydı. Her yeri taramalıydım, fakat yerimi belli etmemeliydim. Her şey kuralına uygun olmalıydı. Mükemmele gitmeliydi her şey. Mükemmel denilen, o önceden belirlenmişlik. İsimleri kurallarının arkasında kalan yazıp çizerler tarafından belirlenenlerin uygulamasıydı mükemmellik, en mükemmel biçimde.
Atama birimindeki memur, bilgilerimi aldı. Bir an, ben de onlara kendi sınırlarımı belli etmek isteyen bir tavırla karşı koymak ister gibi bilgilerimi vermekte bir an tereddüt ettim. Geçersiz bir tavırdı bu. Bir anlamı yok. Çok çok bu mesleğe devam etmeyecektim. Dersimi alacaktım. Ders verdiğim edebiyatı kendim icra etmeye kalkacaktım. Şaka tabii. Haşa. Ne haddime. Son derece kendinden emin memur, imzalayacağım kağıttaki boş yerleri işaret etti. Görmüştüm. Hiç boşluk kalmamalıydı. İşini iyi yapıyordu. Yemeğini yanında getirmişti orta yaşlı memur. Masasının üzeri kalabalıktı. Bütün yatırımını kendine ve çocuklarına yaptığını anlıyordum. Bana nereden geldiğimi sordu, kibarca. “Kars’tan” yanıtını verdim. Bana bir öğretmenin adını sordu. Tanımıyordum. Oysa Kars küçük yerdi. Herkesi tanıdığımı sanırdım. Kars’ı avcumun içi gibi biliyordum. Böyle bir ismin dikkatimden kaçmış olması mümkün değildi. “Hayır” dedim, “Kars’ta olduğuna emin misiniz?” “Evet” dedi. “Hatta 6 yıldır orda çalışıyor.” Şaşırmıştım. Önemli değildi. Önemliydi. Değildi. Önemi çok abartıyorlar. Bir diğer memur kadın, Kars’ı merak ettiğini, orayı görmek istediğini belirtti. Acaba, o da benim gördüklerimi görebilir miydi? Sanmıyordum. Konuşmaktan sıra mı gelirdi. Herkesin, her şey hakkında bir yorumu vardı. Oysa Kars’ta yok, yoktu. Kars’ta sessizlik vardı, ağırlık vardı ve bu sessizliği delip geçen çığlıklar şeklinde fısıltılar. Kısacası bir öğretmenin geçirgen, ayırt edici, boş bir levha gibi pırıl pırıl zihinlere sahip öğrencilerine vereceği onlarca ders vardı. Öğretme arzumun da günden güne azaldığını, eskisi gibi olamayacağımı sezinlemiştim. Maaş birimine uğradım. Yeni bir banka hesabı açtırmam gerekiyor. Daha çok kazanmam, daha çok harcamam gerekiyor, ki buraya kadar geldiğime değsin. Sahi, ne için geldim buraya? Değmeyebilirdi. Hiçbir şeye değmeyebilirdi. Hiçbir şey, hiçbir şeye değmeyebilirdi. Her ay bin lira daha kenara koyacağım diye bu kadar değişiklik yapmaya hakkım var mıydı? Evet, vardı. Hakkımı kullanmıştım. Tayin hakkımı kullanarak buraya gelmiştim. Hakkımla kazanacaktım. Daha ev bakacaktım. Buzdolabı, çamaşır makinesi, TV, mutfak eşyası, çaydanlık… Bir sürü masrafa girecektim. Doğalgazı açtıracaktım. Evi temizletecektim. Ve daha burada yaşamaya alışacaktım. Aman Allah’ım, alışmak, ne korkunç geliyor kulağa! Ama evet, buna mecburdum. Çünkü ben memurdum.
0 notes
leylaymisim · 3 years
Text
pencereyi her açtığımda sigaramı içerken yanan ışıklı pencereleri sayıyorum. uyumadan önce son sigaramı yakmak için baktığımda bir iki pencere zar zor görebildim ışık yanan. üstelik saat  henüz biri beş geçiyordu. belki bazıları da benim gibi ışığı yakmayıp karanlıkta oturuyordu. sigaram bitince pencereyi kapattım. hava soğuktu. e ankara'ydı, geceydi. sonra perdeye ve ellerime lavanta kokusu sıktım. sevmiyorum şu sigara kokusunu o kadar içmeme rağmen.
yatağa geçip seni düşündüm. büyük ihtimalle senin de pencerenden ışık sızmıyor. kim bilir, bilmem kaç sokak öteyi görebilsem bunu bilebilirdim. oysa seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli.
belki de bugün önünden geçtiğim binada kalıyorsun. şimdi çıksam şu kapıdan, sokağa çıkma yasağı karışabilir mi bu aşka? kim ne diyebilir gecenin bir vakti kapına gelsem. biraz üşüdüm, bu gece beraber uyuyalım mı desem seni uykundan uyandırıp. söz erken uyanıp kapıyı çeker çıkarım. hem kendime sabah yürüyüşü sözüm var Kurtuluş'ta. istesen de kalamam. kahvaltı yapalım dersen işe geç kalırsın derim. ama birer kahve içeriz belki çıkmadan. sonra kurtuluş' ta yürürken gözlerini düşünürüm. içimden kuşları sevmek gelir. ardından bir banka otururum. burnumun ucu üşür, ama olsun gece boyunca üşümedim derim. ve biz o gece o yatakta sonsuza kadar sarılıp uyuyor oluruz, ben parkta otururken ve sen işteyken bile. bir parçamız hep o yatakta kalır, kim bilir...
ya da ben cesaretimi bir türlü toplayamayıp yatağımda ayaklarımı kalorifer peteğine dayayarak uykuya dalarım. biraz şanslıysam rüyamda seni görürüm. sabah uyanıp kahvemi içerken pencereye çıkar bir sigara yakarım. sabah oldu, benden başka kimin uyanık olduğu artık belli olmuyor diye söylenirken günlerdir yazamadığım şiiri düşünürüm. bu sırada çoktan kurtuluş’a varmış olurum.
0 notes
haberetimesgut · 4 years
Text
Yeni Yıl
Tumblr media
                   Daha on bir küsur ay önce karşıladığımız  2O19 yılı, artık kısa bir süre sonra “eski yıl”,2O2O yılı ise “ yeni yıl” olarak anılmaya  başlanacaktır. Ama insanlar, Hıristiyan’ından  Putperest’ine ,Yahudisi’nden Müslüman’ına, Mezheplisinden  mezhepsizine, dinsizinden  en ilkel yaşayan kabilelerine kadar  ne gariptir ki  eski yılı  yani 2O19 yılını   acısıyle tatlısıyle,artısıyla eksisiyle  gönderecekler,umutlarını yeni yıla yani 2O2O yılına taşıyacaklardır.. .Yıl sözcüğüne yabancı değiliz.  Ta, eski Türkçe’den beri vardır .2O19 verilerine  göre  DÜNYAMIZ, üzerinde,  beyinleri  saniyede  11 milyon  bilgi alabilen ,burun ve kulakları  yaşamları boyunca  uzamaya devam eden ,toplam damar uzunlukları  yüz bin  kilometre ,doğduklarında 3OO kemiği olmasına karşın  kemik sayıları zaman içinde  2O6  kemiğe düşen ,  kalpleri belli bir yaşam periyodunda   2 milyar 7OO milyon kez  çarpan günde en az 23 bin defa  nefes alıp veren,vücutlarında 3O ile 4O milyon arasında hücreye sahip olan ,7 milyara yakın insanının yeni yıla hazırlandığı bir dünya..Bu  yaşadığımız DÜNYADA,   bir buçuk milyar zeytin ağacının, .sadece  % 3’ü içilebilir ve kullanılabilir.suların, Bal yapan  her biri beş gözlü arıların ,6O milyar tavuğun,  hepsi de A harfiyle başlayıp A harfiyle biten  altı kıtanın,su içmeyen , aksine  denizlerinde cirit atan ,nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu bildiğimiz Yunus  balıklarının , yörüngesinde  22 bin uydunun,ömrü sadece 24 saat olan böceklerin,   plastik atıklarla dolu  deniz ve okyanusların,  saniyede 56OO metre küp su akıtan Niyagara Şelalesi’nin , nüfusu 1 milyar 4OO milyon olan Çin adlı bir devletin de  olduğunun bilincindeyiz..Bu DÜNYADA Yağmur tanelerinin yuvarlak  yağdığını , dikildikten  4O yıl sonra ancak ürün veren Sakız ağaçlarının olduğunu,, bazı çöllerine Atakama Çölü(  4OO yıldır yağış almıyor) gibi   yağış  almayan çöllerinin,, yaşamı boyunca 2OO bin bardak  süt  veren  ineklerinin bulunduğunu    kaçımız düşünmüş olabiliriz?Bakın ömürlerimizden bir yıl daha eksilmesine karşın nasıl bir hazırlık içindeyiz? Kaçımız aynalara bakarak   ağaran saçlarımızın farkındayız? Daha milyonlarca,milyarlarca yıl ömrü olduğuna  inandığımız  ve  Allah’ın  kullarını imtihan etmek için yarattığını ,,Kutsal kitabımız Kur’an’a göre  bir  gün yok olacağını  idrak ettiğimiz  dünyamız için söylenen   “O gün, Ay tutulduğu vakit,Güneş  ve Ay bir araya toplandığında işte o gün  insan nereye  kaçmalıdır?” mealindeki ( Kıyamet Suresi 8-9-1O’ncu  Ayetleri))  görmezden geliyoruz?Aslında bizlere göre bu yaşlı dünya ,  yükünü dostlarının boynuna yükleyenler açısından Ragıp Paşa’ya göre de  zor bir dünyadır.  Bu dünya aslında ucu bucağı bilinmez bir kainatın içinde olmayan ve sadece kalplere kurulmuş bir dünyadır. Bu dünya için”Ne zenginini  tok gördüm  ne fakirini  aç ve ama dünya her haliyle içinde yaşayan insanlar için değerlidir” diyen .Mevlana Hazretleri’ne ve  de  İmam Malik’e  göre de  ilginç bir dünyadır.Geçirdiğimiz yılların  ve  göndermek üzere olduğumuz  2O19 yılının  bir kılıç olduğunu unutanlar , o kılıcın kendilerini kesip biçtiğinin keşke farkında olabilselerdi. Rahmetli  Namık Kemal,vatan şairimiz de ne güzel  ifade etmiştir:.” Bu kadar adam gördüm,içlerinden hiçbiri dünyadan hoşnut değil ama hiçbiri de dünyadan gitmek istemez” İşte şurada birkaç gün kaldı.hepimiz  göreceğiz  Ama bu arada  Şair  Nedim gibi düşünenlerimiz de  mutlaka olacaktır”Kah varıp,havuz kenarında hıraman olalım/Kah gelip,kasr-ı cinan seyrine hayran olalım/Kah şarkı okuyup ,kah gazel-han olalım”.diyeceklerdir.                         Dünyamızın  güneş çevresinde  tam bir devir yapması  için geçen  zaman ki bu çağımızın son verilerine göre 23 saat 59 dakika ve 3 saniye x 365 gün 6 saatlık bir süredir. Astronomide de bir   yıl için.” Bir gezegenin  güneş çevresindeki  tam bir dolanımı için  geçen zaman” tanımı yapılır. Okullarda öğrencilere ilk verilen bilgiler  arasında  bir yılın 12 ay,52 hafta ,bir günün 24 saat  olduğu    vardır.. Yeni yıl her yıl olduğu gibi ,Ocak ayının ilk günü başlayacak ve Aralık ayının son günü saatler 24’OO’ü gösterirken bizlere veda edecektir.  İnşallah,rahmetli VATAN ŞAİRİMİZ Namık Kemal’in arzuladığı gibi , nice güzel yıllar gören ,bu aziz vatan için  ölmeyi  bin yıl yaşamaktan  hayırlı bilen çocuklar bırakmaya devam  ederiz. Ve  daha nice yıllar birlikte mutlu,beraberce,el ele,gönül gönüle  olur, Kürdiyle,Gürcüsüyle,Lazıyla,Çerkeziyle,Arabıyla,Acemiyle,içimizde yaşayan azınlıklarla  kardeşçe yaşarız.                         Yılbaşı için de benim birkaç sözüm olacaktır. Pabuçlarını dama atmaya hazırlandığımız , 2O19 yılını uğurlamak için yine  milyonlar sokaklara,caddelere,meydanlara dökülecek  ,akla gelmedik çılgınlıklar yapacak ,tanır tanımaz  birbirlerine sarılacak ,sarmaş dolaş  olacaklar   Tek arzumuz, yeni yılın   gitmeye hazırlanan eski yılı  bizlere aratmamasıdır.Yılbaşı geceleri bugüne  kadar  en garibinden en güçlüsüne kadar  bir şekilde kutlana gelmiştir. Son Cuma günü hutbesinde özellikle yerden yere vurulan Yılbaşı  aleyhine ne kadar konuşulur olsa da  yine milyonlarca  kişi tarafından  kutlanacaktır. Herkes bildiğini okumayı sürdürecektir. Özellikle biz Müslümanlar bile kutlamaya alıştığımız bu Yılbaşından  vazgeçmeyi düşünmüyoruz  Aslında  biz Müslümanlar için böyle bir gece yoktur.Bunu hepimiz biliyoruz. Bu Yılbaşı gecesi bildiğimiz  alelade bir gecedir  Genelde, bir pazartesi ve Salı  gecesi neyse odur..Ama bu geceyi Hıristiyanlar gibi  kutladılar  diyerek  hiçbir Müslümana ”Hıristiyan “ yaftası  vurmak ta  kimsenin haddine değildir.                        Yılbaşı  gecelerinin  bilinen bir numaralı menüsü gelenek haline gelen   fırında hindi,hindi ızgarası,hindi  etli pilav v,s dir. Tüyleri  parlak, esmer renkli (beyazı da var) alnı,boynu,başı tüysüz,boyu genelde  8O-9O cm ,ibikli  büyük  kümes hayvanı akla gelir.Nasıl ki Müslüman Alemi’nde özellikle Kurban Bayramları arefesinde ve bayramın ilk günlerinde  büyükbaş ve küçükbaş hayvan pazarları kuruluyorsa Yılbaşı gelmeden önce de bir çok ülkede  hindi pazarları kuruluyor Bizde de yıllardır kuruluyor.  Mazallah Yılbaşı gecelerinde hindi yedik diye de  herhalde   günaha girmeyiz.. Allah’ın yarattığı,İslamın yenilmesini haram kıldıklarının  dışındakileri  de yemeye devam edeceğiz. .  Bu yılbaşı öncesinde bir hindinin 2OO  liraya kadar satılabildiğini  gördük. Abartılı bir fiyat değil. Bir hindi 8-1O kg gelebiliyor.  Allah bilir Kütahya’da da hindi pazarları mutlaka kurulmuştur. Tavşanlı’da da  yıllar yılı kurulduğunu iyi bilirim. .                        Allah var ben ve aile bireylerim  de yıllar içinde Yılbaşı gecelerinde   hindi  yedik. Yalan  söylemeye gerek var mı?.  Gün geldi,soframızda iki hindi oldu.  Hakkını helal etsin Gülsüm Vurmaz adlı dostumuzun bazı  Yılbaşı  gecelerinde getirdiği  hindileri  büyük bir iştahla tükettiğimiz oldu.  . Çocuk dilinde” Gulü gulü” olarak bilinen bu kümes hayvanını   kesilmeden önce en az bir hafta özel olarak beslerler.  Ben hindisine  her sabah  kabuklu ceviz yutturan cami imamı bile bilirim. Rahmetli Ovacık Köylü İbrahim Hoca, Tavşanlı’nın şimdi mahalledir,Çardaklı Köyü’nün  bir zamanlar  imamıydı  Evinin avlusunda beslediği ve her gün bir ceviz yutturduğunu işittiğim bir hindisi vardı.   Kendisine  arkadaşlarla  bir kumpas kurmuştuk.    12-15   kilo ağırlığındaki bu  hindiyi (gulüyü) bir şekilde yemeğe karar vermiştik. Arkadaşlarla bizim rahmetli hocaya oynadığımız oyunu Bizanslılar bile düşünemezdi..Operasyon başarıyla sonlandırılmıştı. Ne hindiydi be kardeşim!.  Bunun günahını  biz yiyenlerden öte dünyada mutlaka  soracaklardır.  Aslında ,  Yılbaşı gecelerinin   belli bir menüsü,bir programı yoktur. Bizim  İnsanımız,istisnalar dışında   bu geceyi normal geçirdiği geceler gibi  kabul etmiştir. . Ama bir konuya katılmıyorum. Yılbaşı geceleri  bugüne kadar her vesileyle eleştirilmişse de   hep bir şekilde kutlanmıştır. Gecenin kutlanmasında  mahalli baskı her zaman hissedilmiştir.   Yıllar önce Yılbaşı gecelerinin vazgeçilmezi  hep dansözler olurdu. Dansözlerin sahneye çıkışları gecenin kırılma noktasıydı. Hacısından hocasına,  aile bireylerine kadar   o anda  herkes ekrana kilitlenirdi.,Bence,Yeni yıl etkinlikleriyle uğraşmak teferruattır. Bırakın insanlar nasıl kutlarlarsa kutlasınlar. Kutlarsın kutlamazsın bir  sorun yok.  Ama bu kadar sıkıntının,problemin içinde böyle bir Yılbaşı konusunu   abartmak kanımca yanlış ve  anlamsızdır.Bu insanlar bırakın birkaç saat te olsun dertlerinden sıkıntılarından  uzak olsunlar.      Read the full article
0 notes
juckendoff-blog · 5 years
Text
Biz ve Amaç
Tumblr media
Rüzgarın ılık ılık yanaklarımızda gezindiği bir yaz akşamıydı ve biz teslimat için her zaman üretim yaptığımız imalathaneden yeterince uzaklaştığımızı düşünerek karşı tarafa yer bildiriminde bulunduk. Patron'un huyudur bu kurulacak pusuya karşı her zaman, her teslimat teslimatın gerçekleşmesine yarım saat kalmışken sadece teslimatlar için kullanılan ve sadece son 30 dakika açık tutulan bir telefon ile kordinatları yollar işi risk almadan bitirirdi. Ürünler hazır kırmızı mitsubishinin arkasında bekliyordu ve biz son 30 dakikaya gireli sadece 4 dakika olmuştu. Ekip tetikte bekliyordu ki bu ekip görüp görebileceğiniz en iyi ekipti. Hiçbiri mükemmel değildi sadece birinin eksiğini diğeri tamamlıyordu. Arka tarafta büyük makinalıya hakim olabilecek kalıba sahip cabir abi var TATA bir pikabı gerisin geri teslimat için gelecek müşterilerin izleyeceği istakamete çevirmiş arka tarafına uzanmıştı yani her an her şey olabilir ve olduğunda o buna hazır ve nazırdı. Pikabın yanında bide orta boylu 40 yada 41 yaşlarında gömleğinin yarısı çizgili yarısında da üç beş çiçek olan ayık gezmediği belli olan, çökmüş ve ağzında ağır ağır yanan sigarası. Bu olayların, paranın pek öneminin kalmadığı pek belliydi sabri abi için, yalnız kalmamak için geliyor, içki parasını alıp gidiyordu. Patronun arkasındaydım bende ucu gözükmeyen o yolda arabanın farının viraja kadar aydınlattığı kısıma bir arabanın burnunu sokmasını bekliyordum. Sabri abi birden, "Bir araba." dedi sakin bir sesle. Bizden yaklaşık 250 veya 300 metre mesafedeydi ve bırakın kim olduğunu araba olduğu bile sabri abi ve kaçak içkiye yatırılmış o kartal gözlerin ürünü olabilirdi. Uzaktan seçmek zordu ama iki far görebiliyorduk ve bu farlar beyazdı normal sınıf arabalarda olduğu gibi sarı değil. Patron'a bunları anlattıktan sonra ona iki ihtimal sundum. Birinci ihtimalimiz, bunlar bizim beklediğimiz adamlar ve bir terslik var. İkinci ihtimal ise bunun bu dönem yaygın olan özelleştirilmiş ve gençlerin kullandığı araçlardan olabileceğiydi. Patron arkasını dönüp bana baktı ve "Biz ilk ihtimal ile ilgilenelim." dedi. Arka taraftan Cabir abi, "Bizim adamlar olsa niye orda dursunlar ki? Bizi mi arıyorlar acaba?" Patron bir yanlışlık sezmiş gibiydi aynı zamanda Sabri'nin baygınlık evresini geçmiş, yorgunluğu üzerinden bir anda atmış gözleri Patronla aynı fikirde olduğunu kanıtlar gibiydi. Arabanın farları sönmüştü ve biz bizim araçlarınki ile mesafeyi kestirmeye çalışırken Patron hızla bana " Farları söndü..." Cümlesi yarım kalmıştı, ıslığı ölüm saçan bir kurşun yüzünden ve üzerime yıkılmıştı bedeni kurşun deliğinden yüzüme bir sıcaklık damlıyor ve üzerimize yağmakta olan mermilerin arabalara çarptığında çıkardığı ses saniyeler aktıkça bulanıyor ve yerini bir çınlamaya bırakıyordu. Açık kalan gözlerine bakıyordum Patron'un, Cabir abinin silahını duyabiliyordum elinden geldiğince yeri hatırlayıp kör atışlarla karşılık veriyordu ve Sabri abi ürünleri getirdiğimiz beyaz kamyoneyin önüne yıkılıp kalmıştı. Cabir abi bağırıyordu ve sanırım yardım istiyordu fakat onu, şokun etkisi kalktıktan sonra anlayabildim.
-Cesedin altından çıkma! Mermi yağıyor!
- Tamam hıhı tamam.... Tamam abiiiii!
Nasıl çıkabilirdim ki üzerimdeki ceset bana doğru gelen kurşunlarla aramdaki tek şeydi. Öndeki, ürünlerin içinde olduğu kamyonetin ve Patron'un aracının hareket etmesi mümkün değildi artık Cabir'e doğru gitmeliydim ama bu sesler, kurşunların araçlardan sekmesi, iki ceset yanıbaşımda... Sızlanmanın bana faydasının olmadığını biliyordum. Korku eşiğini aşmış ve işin ucunda ölüm olduğunu anlayınca farklılaştığımı anlıyordum ki bu bir saniye bile sürmemiş gözüm kararmıştı. Patron'u üzerime alıp avuç içimi, ayaklarımı ve kafamı kullanarak geri geri makinalı tüfeğin koruması altına girmek için sürünmeye başladım. Araçlardan dökülen cam parçaları ellerime batıyor ve içeride kalıyordu sırtım felaket bir hale gelmiş ve bunca acıyla beraber üzerimdeki ceset her saniye biraz daha ağırlaşıyordu. Ve ilk damla düşmüştü gözlerimden kollarımı iki yana açıp kafamı yere yavaşça sermiştim. Pes etmiştim. Bu haklı bir karardı oradan çıkış yok gibi gelmişti fiziksel durumum nedeniyle. Avuçlarımdaki kesikler sızlıyor sırtımdakiler ise her sızlamada elektrik çarpması gibi acının yayıldığı bölgeyi kasıyor ve cam tanesini hissedip ikinci kez bir acı darbesine maruz kalınca gevşiyordu.
- Cabir kaç! Kaç!
- Orada kal! Gelip seni çekeceğim!
Gözlerim yavaş yavaş kapanıyor ve ben neler olduğunu anlamıyordum. Biri sesleri iyice kıstı ve burnumdan nefes alıp ağzımdan verirken içime dolan huzur taneleri ve en son geçen haftaki satıştan elde edilen kârımız ile kurulan rakı sofrasının gecenin son demlerine doğru Esma ile yatakta sevişirken kapanan gözlerimle beraber gelen o müthiş sarhoşluk ve dönen karanlıklar ülkesi. Eğer bu şey ölüm ise bu ölümü sonuna kadar yaşamak istiyorum.
Devamı gelecek...
0 notes