Tumgik
#imgeler kitabı
yorgunherakles · 2 years
Text
nitekim buddha "ânı kaybetmeme'yi tavsiye etmektedir, çünkü ânı kaybedenler gözyaşı dökeceklerdir."
mircea eliade - imgeler ve simgeler
13 notes · View notes
dramatik-buluntular · 7 months
Text
“SAYFA GÖRÜNTÜLENEMİYOR” DENEN O YERDEYDİK"
Brecht bir gün Hitler’e ses çıkarmayan sanatçılara seslenir:
"Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına çiçek resimleri yapıyorsunuz ve bunun adına da sanat diyorsunuz"
Bertold Brecht’in bu uğultulu seslenişi bugün hâlâ devam ediyor, hem de yükselerek. O günden bugüne hiçbir şey değişmedi. Sıcak ve soğuk savaşlar hep oldu. Krizler, ekonomik, toplumsal, sosyal bunalımlar hiç hız kesmedi. İnsanlar, mekânlar ve zaman değişti ama kötülüğün hep zirvede olması ve güçlünün güçsüzü ezmesi karşısında insanların büyük çoğunluğunun suskunluk bulutlarının altına sığınarak yaşamayı seçmesi hiç değişmedi.
İnsan kavramına peş peşe vurulan çekiç darbelerinin çıkardığı otomatik sesler ve etrafa sıçrayan sistem kanı; sermaye sınıfının atığının boşaltılmasıdır. Bu manzara dünyanın birçok ülkesinde (üçüncü dünya ülkeleri başta olmak üzere) devam etmektedir. Vahşi kapitalizmin işleyişi böyledir. Bazı yerlerde sadece kapitalizm bazı yerlerde de vahşi kapitalizm denmesi de yanlıştır. Çünkü kapitalizm doktrin olarak zaten vahşidir. Varlığı o kelimeye dayanmaktadır. Marx’ın seslenişi hâlâ devam etmektedir.
Manzara böyleyken, hiçbir şey olmamış, yaşam dolu evler söndürülmemiş, ışıklar hiç sönmemiş, göz göre göre karanlıklar gelmemiş, katliamlar olmamış, faşizmin saraylarından aşağıdakilere zulmün mızrakları savrulmamış gibi… Çiçek resimleri yaparak buna sanat demek, ne büyük bir aldanış, değil mi?
Yaşamsal olan her şey edebiyat ve sanatı mutlak ilgilendiriyor. Sanat, emeğe bandırılmış fırçaların ve dağlardan getirilmiş sözcüklerin sahne aldığı bir tepki gösterme yöntemidir. Slogan da bir tepki yöntemidir. Bağırmak, toplanmak, yürümek, kötülüğün karşısında olmak, örgütlenmek… Hepsiyle beraber, hepsini de içine alarak; en sonuç getirici tepki yöntemi sanattır. Çünkü sanatta estetizm vardır. İmgeler, hayal gücü ve yola çıkmış düşler vardır, dikkatleri bu yöne çeviren.
Bu sıkıcı, sevimsiz kavramsal sözlerden sonra; kitaplar, yazarlar ve şairler bağlamında küçük değinilerle kısa bir yolculuk iyi gelir sanırım. Bu iki kasaba veya iki şehir arasında bir tren yolculuğu da olabilir veya Akdeniz’de bir yelkenliyle şiirsel bir yolculuk. Etrafımızda hakiki hislerin bizi yalnız bırakmadığı içsel ve varoluşsal bir yolculuk.
Bilinç akışı tekniğinin en iyi ustalarından biri olan James Joyce’un üç kitabını ıstırap dolu bir sabırla okudum belirli zaman aralıklarıyla. Istırap diyorum çünkü okuduğum en karmaşık yazarlardan biridir Joyce. Onu okurken düşünceler ırmağına dalmak ve sık sık eski sayfalara dönüp imgelere yeni baştan şekil vermek gerekiyor. "Ulysses" bunların en zoruydu. Brosh’un “Vergilius’nun Ölümü” kitabından sonra dünyanın en zor ikinci kitabı diyebilirim. Bu kitabı okumaya başlayıp da azimle sonunu getirmeye çalışmak büyük bir çılgınlık. Onlar öpülesi insanlardır. 700 küsur sayfadan oluşan ve Dublin’de geçen 24 saati anlatır. Bambaşka ve tatlı bir kamaşmayla beyni yoran bir roman tekniği ile yazılmış ve çeviri açısından da büyük güçlükler oluşturmuş bir kitap. Gözlerine, belleğine ve sabrına güvenen o öpülesi insanlar, sizler ne güzelsiniz.
Joyce’un "Dublinliler"i Ulysses’e kıyasla daha yalın ve anlaşılır bir dille yazılmış öykü parçacıklarından oluşur. Romanda olay ve aksiyon sevenlerin tercih etmeyeceği ancak gerçek edebiyatseverler ve okurlar için önemli bir kitaptır.
Yine Joyce’un "Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi" ise iki solukta bitirilebilen bir yarı biyografi kitabı. İlk iki kitaba göre çok daha sade ve akıcı. Modernizm akımın temsilcilerinden olan Joyce’un bu kitabının bazı bölümlerinde post-modernizm esintileri de görülmektedir. Mistisizm, Hristiyanlık, kilise ve azılı geleneğin baskıladığı genç bir karakterin “sanatçı kimdir” sorusu karşısında afallayarak kendini bulmaya çalışması kitabın bence en önemli bölümüdür.
Ahmet Cemal tarafından çevirisi kırk yılda bitirilen ve yine bilinç akışı tekniği ile yazılmış olan Hermann Broch’un “Vergilius’nun Ölümü” adlı eseri Roma’nın en büyük şairi olan Vergilius’nun ölmeden önceki son 18 saatini anlatıyor. Orada kendisiyle yüzleşmesi, hayatının amacı ve sanatıyla hesaplaşması ön plana çıkıyor. Şairin, edebiyatçının o acı verici sorgulaması ve hesaplaşması başlar: “Ne işe yaradı eserim?” diye sorar kendine Vergilius. Kitabın çevirmeni Ahmet Cemal kitaba yazdığı önsözde şunu vurgular:
“Roma’da iktidar sahipleri ve halkın bir kesimi tarafından daha kendisi hayatta iken onca yüceltilmiş şiirleriyle, gerçekte acılarla, kargaşayla ve adaletsizliklerle dolu bir dünyada aslında neyi değiştirebilmiş olduğunu sorgular. İç monoloğun akışı boyunca bu sorgulama, şiir sanatından yola çıkarak sanatın geneline yayılır ve ‘Sanat neyi değiştirebilir?’ sorusunda odaklaşır.”
Sanatta ve edebiyatta; insanlık adına sorgulamalar, hesaplaşmalar ve sistem eleştirisi yapan örnekleri çoğaltabiliriz. Ülkemizde de özellikle birinci dünya savaşından sonra bazı akımlar sanata ve edebiyata sokulmuştur. Bütün dünyada faşizmin ve savaşların korkunç sonuçlarının ortaya çıkmasıyla toplumcu gerçekçilik akımı; şiir, roman, resim ve sanatın birçok dalında kendini göstermiştir. Garip, ikinci yeni, Maviciler de 1940 ve 2000 yılları arasında yerini almıştır. Toplumcu gerçekçiliğin temsilcilerinden Nazım Hikmet, iyi bir şair ve aynı zamanda iyi bir devrimciydi. Marksist devrimciliğini çıkardığımızda belki de sadece şiiriyle bu kadar yüksek derecede anılmayacaktı. Ama o hem sanatı hem de devrimci kimliğiyle en güzel şekilde ortaya koymuştur memleketindeki insan manzaralarını. Ona vatan haini dedikleri gün bütün sosyalistler ve devrimciler vatan haini sayılmıştı. Biz bugün vatan haini olmaya devam ediyoruz. Mahpuslarda yatarak bedel ödeyen ve sürgünlere yollanarak en güzel yıllarını feda eden Nazım, onu vatan hainliği ile suçlayanların Amerikan emperyalizminin işbirlikçileri olduğu gerçeğini haykırmıştı ve azılı kapitalizmin piyonlarına karşı “Hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu.” diye en yüksek perdeden seslenmişti. Nazım’ın seslenişi gerçeği parçalarcasına hâlâ devam ediyor.
Zor yılları başka bir yerinden tuttu İkinci Yeniciler. Absürt ve anlaşılmazdılar. Çok anlamlı kelimeler, anlam oyunları, anlamsızlık, kıstırılmışlık, kolu kanadı kırık imgeler, postmodernizm. Ete kemiğe bürünen bir başkaldırı ve genellikle ideolojik altyapıya dayanan bir isyan olmaksızın yazdılar… Bir keresinde şiir tıkanmıştır diyen Turgut Uyar’a yanıtı 2000’li yıllara kadar kimse veremedi. Çünkü ikinci yeniden sonra istisnalar hariç her şair ikinci yeniyi taklit etmiştir. Ama İkinci Yeni de Brecht’e yanıt verememişti. "Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına absürt resimler yapıyorsunuz ve bunun adına da sanat diyorsunuz." Brecht’in seslenişi bugün hâlâ devam ediyor, hem de üzerine ıssızlık sosu ekilerek.
Nobel ödüllü Orhan Pamuk çok iyi bir yazar ama çok iyi bir fikir-düşünce adamı değil. Neredeyse bütün kitaplarını okudum. Yazma ve öyküleme konusunda her biri birer altın kaynak. Yazı ormanında zor şeylerin üstesinden gelmesini bilen ender yazarlardan. Bu oldukça belirgin ve tartışılmaz. Onu biraz Marcel Proust’a benzetirim. Onun gibi çok iyi bir anlatıcı. Ama kala kala aklımda en çok Masumiyet Müzesi’ndeki Füsun’un donu kalmış. Füsun’un çiğnediği sakız ve sigara izmariti de yabana atılmaz.
Bu ülkenin en iyi yazarı (dünyanın da sayılı birkaç yazarından) Yaşar Kemal’dir. Bütün kitaplarında hem edebi hem de toplumsal açıdan en iyi resitalleri o sunmuştur. Şair olsaydı daha da zirveye çıkacağından eminim. İnce Memed’leri okuyup da etkilenmeyen kimse yoktur sanırım. Bütün akımların ortalama bir karışımı vardır onun kitaplarında. O yazıyı siyasallaştırırken, toplumsal mesajlar verirken; gerçekçilikten uzaklaşmadan, edebiyattan kopmadan yapmıştır bunu. Ta eskiden bugüne zulme başkaldırma yeteneği olmayan Anadolu insanına her ne kadar kızgın olsa da, zulmün ve kötülüğün temsilcileri olan ağalara ve beylere şöyle seslenmiştir: “Ağalar biter de ince memedler bitmez.” Bunu söylerken örgütlülüğü de ekleyerek söylediğini zannediyorum. Çünkü ancak o zaman anlam kazanır bu söz. Yaşar Kemal’in seslenişi hâlâ devam ediyor.
2023 yılındayız. Şiir ve yazı nerede olmalı? Batan gemi metaforu devam ediyor. Çünkü bunca yıkıntı, yoksulluk, sömürü, felaket ve kötülüğün hâlâ sürüyor olması, işçi ve emekçi sınıfının yeterince örgütlü olamaması, birliktelikten gelen gücünü kullanamamasının yaşama bıraktığı umutsuzluk irini; sanat ve sanatçının yüzüne de yerleşmiştir. Edebiyat bir korkaklar yığını haline gelmiştir. Evet, çok iyi anlatıcılar var. Zaten her yer anlatıcı dolu. Ama tepkisel yürüyüşlerde, mitinglerde, alanlarda ne bir şair ne bir yazar görürsünüz, birkaç sinemacı hariç. Çünkü bütün vakitlerini küçük burjuva normuna bürünerek, kısıtlı konformist hareketlerle, sevimli salonlarda hâlâ çiçekli resimler yapmaya devam ediyor sözde sanatçılar. Onların adına “Salonsalcılar” diyorum.
Eğer gerçek bir şair, yazar veya sanatçı olarak anılmak isteniyorsa; “sanat sanat için mi yoksa toplum için mi” çıkmazına düşmeden, her ikisini de önemseyerek, edebilikten kopmadan ama bizi öldüren şeyin ne olduğunu asla unutmadan bir yumruk gibi taşımalıyız yürek ve zihin işçiliğinin akşamında oluşan sözcükleri ve onların cesur renklerini. Sanatçı ve edebiyatçı, sistemin ürettiği iktidarların değil, direnenlerin yanında olmalıdır. Yoksa ekrana düşen tek sanat eseri “sayfa görüntülenemiyor” olacaktır. O sayfa toplumların körlük sözleşmesidir.
“Salonsalcılar” adlı eski, sevimsiz, biraz postmodern, toplumcu, absürt, gerçekçi, garipçi, hiçinci, olmayan üçüncü yenici ve mavici bir şiirle sizi baş başa bırakıyorum ve sır (t) çantamı alıp kısa bir süreliğine uzaklaşıyorum dünyadan, yeni sözcükler toplamak için.
“SALONSALCILAR”
geç kaldınız, yalnızlık az önce başladı salonda adım atacak yer yok his yoğunluğundan
toplum bükücüleri, cehennem uzmanları yer göstericiler, oturma ustaları, koltukçular hiçlik bilimcileri, yedek peygamberler, anayasa yapıcıları, vicdan tacirleri, çıkma İslamcılar, çakma devrimciler, sömürene sonsuz sadakatle bağlı oldukça kullanışlı kusursuz bayrak sevicileri, umutsuzluğun itaatkâr tasarımcıları, şeklen ahlakçı ruhen ayakçılar, şiir baronları, lirik koro, harf tamircileri ve üst düzey orijinal cümle kurucuları her biri, her biri elinde başkaları için hazırladığı mağlubiyet defteriyle cebelavi sokağının bütün çocukları orada
sizi gidi mutlular!
yedek şefkat ve acı çekme korkusu kokuyor içerisi öpüşmek için şımarttığım dudaklarımı sakladım iç kanama geçiren bir kıyı karşıladı gölgemi herkesin ağzı nasıl da hazır keskin nişancı sözcüklere gülüş mesafesi sıfır, göz gözü görmüyor salonda sis yoğunluğundan
sizi gidi aşksızlar!
merhamet kısa boylu bir kelime üstelik saat sekizi acımasızca geçiyor hem siz ertelenmiş bir ıstırap görünce başka yöne çevirmeyin kafalarınızı hem şimdi siz niye geldiniz ki bu saatte sürekli unutup dururken bizi neyin öldürdüğünü
kısa bir sessizlikten sonra herkes yüzüne taktığı mezarlıkla “ama ve çünkü” lerle dolu çekmesine geri döndü bense mahkûm olma arzumu büyüterek içimde tebessüm ederek ayrıldım göğsümde yanıp sönen katarsis yoğunluğundan
13 notes · View notes
doriangray1789 · 1 year
Text
SESLİ DÜŞÜNCE
BATICILIK
Elimiz ne kadar kavradıysa, aklımız da o kadar kavradı. Kavradıkça, kavram değişti. Şimdi aklımızın kavradığını, elimiz kavrayamıyor. Benim için gericilik ve ilkellik, ilk paradigmaya dönüş isteği ve bu istek çevresinde örgütleniştir. Peki ilericilik 2. Paradigma mıdır? Değildir elbet. İlerici olmayı, gericiliğin taban tabana zıttından ibaret sanmak gericilik olmasa bile oldukça ilkel bir düşüncedir. Peki ilericilik nedir? Bu soruya kelli felli cevaplar verebiliriz. Fakat formülize etmek gerekirse; İlericilik kendine ait özü, ‘’şimdi’’ ile entegre etme becerisi geliştirmek ve bu beceri çevresinde örgütlenmek demektir. Koşulsuz batı-cılığı ilericilik sananlar, baksınlar bakalım içinde ''öz'' var mı? İlericiliği geride sananlar, baksınlar bakalım ''us'' var mı? Batıcılık, sanıldığı gibi oryantalistliğe karşı bir alternatif değildir. oryantalizme karşı refleksif bir savunma olarak ortaya çıkmış ama kendine özgü bir söylem geliştirmeyi başaramamıştır. oryantalistler batı kimliğini oluştururken gereksinim duydukları ötekiyi doğuyu dişileştirerek oluşturmuşlardı. bunun en bariz örneği de feministlerin haremdeki kadın prototipiydi. oksidentalistler ise bunun tersini yaparlar. batıyı maddi olarak güçlü ama maneviyatı çürümüş bir şey olarak algılayıp doğunun bilgeliğini erkekleştirirler. 1900lerde doğu yaşlı ama hasta olmayan bir erkektir, batıysa baştan çıkaran bir bakire. yaşlı adam zamanla hastalaşır ve batı dişiliğini kullanarak onu yönetmeye başlar. örneğin ahmet mithat efendi 1889'da osmanlı delegesi olarak katıldığı stockholm şarkiyatçılar kongresinde oryantalistlerin, doğulu kadının sedir üzerine gelişigüzel uzanıvermiş, incili terlikleri ayağının yanıbaşında duran, saçları çıplak omuzlarına dökülen, birey olmaktan uzak bir şekilde erkeğininin kölesi haline gelmiş kadın imajından duyduğu rahatsızlığı belirterek, bu kadınların sadece baştan çıkaran birer cariye olarak algılanmaması gerektiğini aksine osmanlıyı yöneten ve oluşturan bir çok erkeğin bu kadınlar tarafından yetiştirildiğini vurgulayan oksidentalist bir konuşma yapar.ve dönüşte yazdığı avrupa'da bir cevalan isimli 1000 sayfalık eserinde avrupa'da gördüğü fahişeler gibi iffetsiz kadınlardan duyduğu rahatsızlığı dile getirerek bu kadınların yetiştireceği toplumun sağlıklı olmayacağını söyler. aynı şekilde balerinlerin giydiği kıyafetlerden de rahatsız olmuştur ama pariste bir otelde çağırdığı berberin ve yıkanmasına yardım edecek hizmetçinin kadın olması üzerine en başta biraz bozulmuşsa da onların işlerini çok iffetli bir şekilde yaptığını görerek bunu problem etmemiştir. Eskiler buna “ garbiyatçılık” derlermiş… tekrar oksidentalizme dönecek olursak,( bu sözcük ian buruma ve avishai margalit'in "occidentalism" adlı kitabı ile dünyada yaygınlık kazanmıştır.) oryantalizmle birbirinin zıt olmadığını şu noktaya dikkat ederek de fark edebiliriz. bir batılının gözünde doğuya atfedilmiş bazı belirli imgeler vardır ve gidip gezince çoğu zaman aradığını bulur. bir doğuluda da durum böyleyse de doğulunun batıyı gezmesi bir prestij kazancıdır çoğu kez. bunun en dramatik örneklerinden biri de bengladeşte yakın bir zamana kadar kimliklerde "london returned" ibaresinin yer almasıdır. türkçede de "avrupa toprağı çiğnemiş" şeklinde bir kullanım vardır yine bununla benzeşen. görüldüğü gibi oksidentalizm daha çok doğunun batıya duyduğu bir kompleksin dışa vurumu olup, oryantalist çerçevede şekillenir.
Tumblr media
11 notes · View notes
eserozetlerim · 1 year
Text
Ataol Behramoğlu Şiirleri
New Post has been published on https://eserozetleri.com/ataol-behramoglu-siirleri/
Ataol Behramoğlu Şiirleri
Ataol Behramoğlu Şiirleri, Türk edebiyatının önde gelen şairlerinden biridir. 1937 yılında doğan Behramoğlu, şiirlerinde toplumsal ve insani konulara yoğunlaşmıştır. Edebiyatımızda önemli bir yeri olan şair, çok sayıda şiir kitabı yayınlamıştır. Bu yazıda, Ataol Behramoğlu Şiirleri hakkında bilgi verilecek ve kısaca değerlendirilecektir.
youtube
Ataol Behramoğlu Şiirleri
Ataol Behramoğlu Şiirleri, Türk Edebiyatındaki eşsiz eserler arasında yer almaktadır.
“Karanfil Sokağı” (1962)
Ataol Behramoğlu’nun ilk şiir kitabı olan “Karanfil Sokağı”, 1962 yılında yayınlanmıştır. Şairin bu ilk kitabında, toplumsal konuları işlediği şiirler yer almaktadır. Kitap, Türk edebiyatının toplumsal gerçekçilik akımının önemli örneklerinden biri olarak kabul edilir.
“Kan Ve Gül” (1968)
Behramoğlu’nun “Kan Ve Gül” adlı ikinci şiir kitabı, 1968 yılında yayınlanmıştır. Şair, bu kitapta da toplumsal ve politik konulara odaklanmıştır. Kitap, zamanının siyasi ortamına eleştiriler getirdiği için dönemin iktidarları tarafından sansürlenmiştir.
“Üçüncü Şahıs” (1973)
“Üçüncü Şahıs” adlı şiir kitabı, 1973 yılında yayınlanmıştır. Behramoğlu, bu kitapta, toplumsal konulara biraz daha öznel bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Şair, aynı zamanda doğa, insan ilişkileri ve aşk gibi konuları da işlemiştir.
“İstasyon İnsanları” (1982)
Behramoğlu’nun “İstasyon İnsanları” adlı şiir kitabı, 1982 yılında yayınlanmıştır. Kitapta, şair toplumsal konuların yanı sıra, insanın iç dünyasını da işlemiştir. Şiirlerinde insanın yalnızlığı, karanlık ve umutsuzluk gibi konulara yer vermiştir.
“Yaşadığımız Dünya” (1996)
“Yaşadığımız Dünya” adlı şiir kitabı, 1996 yılında yayınlanmıştır. Behramoğlu, bu kitapta da toplumsal sorunları işlemiştir. Şair, insanın doğayla olan ilişkisine de dikkat çekmiştir. Kitap, Behramoğlu’nun en önemli şiir kitaplarından biridir.
Ataol Behramoğlu’nun şiirlerinde, insanın toplumsal ve insani sorunlarına odaklandığı görülür.
Ataol Behramoğlu Şiir
Şair, Türk edebiyatında toplumsal gerçekçilik akımının önemli temsilcilerindendir. Şiirlerinde genellikle günlük hayatın içindeki sıradan insanların yaşamlarını ve sorunlarını işler. Ayrıca doğa, aşk, yalnızlık gibi konulara da yer verir.
Behramoğlu’nun şiirlerinde sade bir dil kullanımı vardır. Şiirleri anlaşılır, akıcı ve etkilidir. Şiirlerinde sıklıkla tekrarlanan imgeler vardır. Örneğin, “gökyüzü”, “rüzgar”, “deniz”, “ağaçlar”, “yol”, “gece” gibi imgeler, şiirlerinde sıkça kullanılır.
Ataol Behramoğlu, Türk edebiyatında önemli bir yere sahiptir. Şiirleri, insanın iç dünyasına dokunan, toplumsal sorunları işleyen ve güçlü bir duygusal etki bırakan niteliktedir.
Ataol Behramoğlu’nun en önemli şiir kitapları arasında şunlar yer alır:
Karanfil Sokağı (1962)
Kan ve Gül (1968)
Üçüncü Şahıs (1973)
İstasyon İnsanları (1982)
Yaşadığımız Dünya (1996)
Kapı Açık (2004)
Ayrılık Sevdaya Dahil (2017)
Behramoğlu’nun her kitabında farklı bir konuya ve yaklaşım tarzına yer vermesi, şiirlerinin zenginliğini arttırmaktadır. Behramoğlu’nun şiirleri, Türk edebiyatının önemli yapıtları arasında yer almaktadır.
Ataol Behramoğlu Şiirleri
Ataol Behramoğlu Kimdir?
Ataol Behramoğlu’nun şiirleri sadece Türk edebiyatında değil, dünya edebiyatında da saygı görmektedir. Şiirleri, birçok dilde çevrilmiş ve yurt içi ve yurt dışında birçok ödül kazanmıştır. Behramoğlu’nun, Türk şiirinin geleneksel anlatım biçimlerinden farklı bir dille, toplumsal gerçekçiliğin çerçevesinde şiirler yazması, Türk şiirinin gelişimine önemli katkılarda bulunmuştur.
Ataol Behramoğlu, sadece şiirleriyle değil, aynı zamanda düşünsel yapısı ve toplumsal duruşuyla da edebiyat dünyasında saygı görmektedir. Şair, Türkiye’deki sosyal, siyasal ve kültürel hayatın sorunlarına dair görüşleri ve eleştirileriyle de tanınmaktadır.
Sonuç olarak, Ataol Behramoğlu, Türk edebiyatının önemli şairlerinden biridir. Şiirleri, toplumsal gerçekçiliğin çerçevesinde, sade bir dil ve güçlü imgelerle yazılmıştır. Şairin eserleri, sadece Türk edebiyatında değil, dünya edebiyatında da saygı görmektedir. Ataol Behramoğlu, Türk şiirine yaptığı katkılar ve toplumsal duruşuyla edebiyat dünyasında önemli bir yer edinmiştir.
0 notes
birininhezeyanlari · 2 years
Text
Tumblr media
bu kitabı okuyalı epey olmuştu. şu linkteki @selcandy hanımefendinin blogunda kitapla tekrar rastlaştık. okuma listemde başka kitaplar vardı fakat bunu önceledim. okudum da. zaten kitap bir kaç defa okunmayı hak edecek edebi değere haiz. kitaba tekrar döneriz ancak hanımefendiye hem kitabı tekrar anımsatıp okumamıza vesile olduğu için, hem bloğundaki kedicikli postlarıyla içimizi ısıttığı için, hem de zihin açıcı textleriyle beynimize hitap ettiği için teşekkür ederim. ayrıca tarot kartlarında da gayet isabetli tahminleri olan biri olduğunuzu anlayarak bi' tarotunuzu alırım demek istiyorum! çoğu insan tarotun bir fal türü olduğunu düşünür. oysa tarot semboller üzerinden anlamın bir nevi konsantre edilerek dışavurulma halidir. jung jargonunda da semboller, rüyalar, psikoloji, bilinçdışı, ruh, imgeler, arketipler, psişe... gibi gibi kavramların sıkça kullanıldığını görürüz. tabii jung'a göre semboller bilinçdışı tarafından oluşturulmuş imgelerdir. (bkz. dört arketip/insan ve sembolleri) neyse efenim, tarot bilmedigim bir konu olduğu için elime yüzüme bulaştırmadan müsadenizle şöyle kapatayım; tarot kesinlik içermez ama tahmini bir doğruluk içerebilir! tekrar kitaba dönecek olursak poe'nun kitabını okumadan önce hayat hikayesine bir göz atın derim. böylelikle kitabı daha bir anlaşılır gözle okuyacaksınız. kitap bir bütün değil, farklı farklı hikayelerden oluşmaktadır. dokuzyüz küsür sayfa olan kitap tam bir gotik eser. kitaptan küçük bir alıntıyla post'u sonlandırmak isterim. (syf.447) gözlerimi açmak istiyor, fakat buna cesaret edemiyordum. etrafımı görmeye korkuyordum. korkunç şeyler görmekten değil, hiçbir şey görememekten korkuyordum.
19 notes · View notes
bathraz · 4 years
Link
O kitabı okuduğunuza emin misiniz?
 “23 Mart 1983 sabahının ilk saatlerinde, Hasana Kikica Sokağı 14 numaranın üçüncü katındaki dairemin kapısının vurulmasıyla uyandırıldım. Kapıyı açtığımda on kadar Yugoslav Gizli Polisi içeriye daldı.”
Hayatının altı yılını hapiste geçirmesine neden olacak Saraybosna Davası’nın nasıl başladığını Aliya İzzetbegoviç, hatıratı Tarihe Tanıklığım’da böyle anlatmaya başlıyor.
‘Tarihe Tanıklığım’, Türkiye’de 2003 yılında Klasik Yayınları’ndan çıktı.  Şu anda 23’üncü baskısında. Yine aynı yayınevinin bastığı İzzetbegoviç’in ‘Doğu ve Batı Arasında İslam’ 37’inci, ‘Özgürlüğe Kaçışım’ 32’inci baskılarında. Kitaplar tüm dünyada en çok Türkçe’de satmış.
Yani, Türkiye’deki her muhafazakar/dindar okur yazarın kütüphanesine muhakkak bu kitaplardan en az biri girmiştir.
İzzetbegoviç, Türkiye’deki muhafazakarlar için “Aliya” dır, “Bilge Kral”dır, örnek bir Müslüman lider ve Avrupa’nın ortasında yalnız bırakılmış halkını büyük mücadelelerle katliamlardan kurtarmış bir kahramandır, çok sevilir, takdir edilir, onun veciz sözleri sık sık hatırlanır, hatırlatılır, yazılarda, konuşmalarda, tweetlerde, whatsapp yazışmalarında kullanılır.
Ama kitapları ne kadar okunmuştur, söyledikleri, yaptıkları ne kadar anlaşılmıştır sorusunun cevabı epey meçhul.
Aliya İzzetbegoviç, bütün titrlerinden önce bir düşünce adamıydı ve bir fikir suçlusuydu.
Onun bir siyasi lider yapan Saraybosna Davası da bir ifade hürriyeti davasıydı.
Davaya konu olan 40 sayfalık İslam Deklarasyonu’nu Aliya 1969’da kaleme almıştı. Deklarasyonun muhatabı İslam dünyasıydı. İçinde Yugoslavya’nın adı dahi geçmiyordu.
Ama alıngan Yugoslav devleti, kitapçığı Yugoslav Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin toplumsal düzenine yönelik karşı-devrimci bir tehdit olarak algıladı, Aliya’yı da karşı-devrimci bir grup kurmakla suçladı.
Bu suçlamalarla ülkenin her yerinden yüzlerce kişi gözaltına alındı.
100 gün boyunca mahkemeye çıkarılmadan sorgulandılar.
Aliya, kitapta Yugoslavya’nın adının bile geçmediğini, deklarasyonun muhatabının İslam dünyası olduğunu anlatmaya çalıştı, örnekler verdi.
Gerçekten de deklarasyonda şimdi bile İslam dünyasının duymaya çok ihtiyacı olan şöyle eleştiriler yer almaktaydı:
“Belirli İslam ülkelerinde fedakar dost veya azılı düşman aramak ve bulmak alışkanlığımız oldu ve bu durumu dış siyaset olarak isimlendirdik. Ne gerçek dost ne de hakiki düşman olmadığını anladığımız ve kendi sorunlarımız için “düşmanın felaket planlarını” değil, kendimizi suçlu gördüğümüz zaman, daha az hayal kırıklığı, sorunların azaldığı, olgunlaşmamızın başladığı bir dönem yaşarız.”
“Ben olsam, Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere “eleştirel düşünme” dersleri koyardım. Batı’nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafının kaynağı budur.”
Ama yine de kendisi ve arkadaşları hakkında, Yugoslav Ceza Yasası’nın “devlete karşı fesat tertibi” ve fikir suçlarını düzenleyen maddelerinden ağır cezalar istenmesini engelleyemedi.
En ağır ceza da devleti yıkmaya çalışan örgütün lideri olarak Aliya için isteniyordu.
Halbuki Aliya, tutuklananların çoğunu ilk kez mahkemede görmüştü.
İddianame yayınlanmadan sosyalist Belgrad rejimin gazeteleri çoktan Aliya’yı “milliyetçi, karşı-devrimci ve devlet düşmanı” ilan etmişlerdi.
Kitaptan okumaya devam edelim:
“Bütün toplumlarda şiddet ve adaletsizlik vardı. Komünist zulmün kendine özgü doğası ise yasa ve biçim kılıfı altına gizlenmiş olan hukuksuzluğudur. Bu ikiyüzlülük yaygın bir kafa karışıklığına yol açmıştır. Bazı insanlar, bu tür sistemler altında neyin doğru, neyin yanlış olduğunu hiç bilmeden yaşar ve ölürler. Basına, yetkililere, resmi açıklamalara safça inanarak, yanlışlığı ve adaletsizliği istemeden ve bilinçsizce destekleyerek sürekli hayal aleminde yaşarlar. Bu tür insanların, insanı dehşete düşüren şu safça açıklamayı yaptığı sıkça duyulur: ‘Tamam ama gazetelerin söylediği bu.’ Diktatörler ile cahil, aptallaştırılmış kitleler birbirlerini besleyerek el ele giderler.”
Uzun ve komik mahkeme oturumları sonrası nihayet karar açıklandı. Aliya İzzetbegoviç 40 sayfalık bir kitapçık için 14 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı:
“Kalbim çarpıyordu ama başımı dik tuttum ve aldırmaz bir tavır takındım. Kamera uğradığım şoku kaydetmek için oradaydı ama kaydedebildiği tek şey benim tavana bakışım oldu.”
Karar ertesi gün Oslobodonje gazetesinin manşetindeydi:
“Düşmanlara 90 yıl hapis”
Tarihe Tanıklığım’dan okumaya devam:
“Rejimin bu denli sert davranmasının hiçbir rasyonel açıklaması yok. Bu çoktan çöküşe geçmiş olan bir yönetimin umutsuz bir hamlesi miydi? Güçlü rejimler insanları söyledikleri sözler nedeniyle mahkum etmezler; zayıf olanlar  korkarlar ve varoluş sürelerini uzatabilme çabası içinde şiddete başvururlar. Halka gelince, onlar siyasi mahkumları çoğunlukla kendi bencil nedenlerinden dolayı suçlu kabul ederler. Bu bir tür savunma mekanizmasıdır. Halk, yasa ve düzenin korunmasına sahip olmadığı bir toplum içinde yaşadığı gerçeği ile barışamaz. Çünkü bunu yaptıkları takdirde, nasıl sessiz kalabildikleri sorusu ile yüzleşmek durumunda kalırlar.”
Fakat sessiz kalmayanlar da vardı.  
Davanın ve suçlamaların düzmece olduğunu savunan Sırp, Hırvat, Sloven ve Boşnaklardan oluşan Belgrad’ın en tanınmış 20 aydını, Yugoslavya Cumhurbaşkanı’na bir mektup yazmış ve şöyle demişti: “Bu dava modern Yugoslavya adli tarihinde ibret alınacak bir vakıa olacak, ifade ve düşünceye verilen cezanın arketipi olarak hatırlanmaya devam edecektir.”
Ama çağrılar, eleştiriler, tepkiler devlete geri adım attırmadı. Yıllar geçmeye devam etti. Aliya hapiste yeise kapıldı, bir daha çıkamayacağını düşündü.
Nihayet üç yıl sonra bir hukukçu olarak salt hukuki argümanlarla yazdığı 30 sayfalık itiraz dilekçesiyle başvurduğu Yugoslavya Federal Mahkemesi, cezanın “devlete karşı fesat tertibi” maddesinden olan kısmını iptal etti, sadece bir düşünce suçu mahkumiyetine dönüştürdü, böylece cezası 14 yıldan 9 yıla düşürüldü.   Yine de çok uzun yıllar hapiste kalması gerekiyordu.
Çünkü Yugoslav Ceza Kanunu’nun fikir suçlarını düzenleyen 133’üncü maddesine göre “devletin düzenine sözle, yazılı olarak ya da imgeler yoluyla saldıran ya da tahkir edenler 10 yıla kadar hapis cezasına” çarptırılıyordu.
Aliya, Tarihe Tanıklığım’da düşünce suçu için şöyle yazıyor:
“Okulda insanlık tarihinin, insanın yazmayı öğrenerek “tarihsel bir hayvan” haline geldiğini öğrenmiştik. Yani insan ancak konuşmayı, düşündüklerini söylemeyi öğrendiğinde insan türüne dönüşmüştür. Ve sonra ona konuşmayı yasaklayan, utanç verici düşünce suçunu ve ifade suçlarını tasarlayan ve insanı tarih sahnesine ilk çıktığı zamanların karanlığına döndüren birileri çıkmıştır.”
Hapishanede geçen yıllar boyunca Aliya içeride, ailesi ise dışarıda cezalandırıldı.
Bunu kızı Sabina’nın 1985’de kendisine yazdığı mektuptan anlıyoruz:
“Bu sabah pasaportumu geri istemek için İçişleri Bakanlığı’na gittim. Aslında oraya bunun için defalarca gitmiştim...Fakat bir kez daha bana başvurumun geri çevrildiğini, ve yakında yazılı bir kararın elime geçeceğini söylediler. Sadece sebepleri öğrenmek için, pasaportsuz kalmaya razı olabilirdim... Ama öyle görünüyor ki, hem pasaporttan hem de nedenlerden mahrum kalmaya devam edeceğim.”
40 sayfalık bir kitapçık için tam beş yıl sekiz ay hapis yattıktan sonra 1988 yılında Yugoslavya Cumhurbaşkanı’nın affıyla serbest kaldı.
İki yıl sonra Bosna Hersek’in Cumhurbaşkanı seçildi:
“1990 seçimlerinden muzaffer çıktığımda, en sık sorulan sorulardan biri komünistlere karşı, bana ve arkadaşlarıma yaptıklarından dolayı herhangi bir misillemede bulunulup bulunulmayacağıydı. Herhangi bir misilleme olmayacağı biçiminde karşılık verdim. Ve olmadı da. Davada yer alanların hepsi hayatlarını normal bir biçimde yaşamaya ve görevlerini yapmaya devam etti. Hatta bazıları mevkilerini bile muhafaza ettiler. Bir politikacı olarak onları affettim. Ama bir insan olarak değil.”
Fakat bir fikir suçlusu olduğunu hiçbir zaman unutmadı. Birkaç yıl sonra patlak verecek Bosna savaşının ortasında bile fikir ve medya hürriyeti konusunda hassas oldu:
“1994’de Saraybosna’daki bir konferansta halktan biri bana sansürü sorumuştu. ‘Sayın Cumhurbaşkanım neler yazıldığını biliyor musunuz, sonuçta savaş zamanındayız. Buna neden izin veriyorsunuz. Neden sansürü devreye sokmuyorsunuz?’ Yaşadığım onca şeyden sonra asla bu tür yasaklara taraftar olmayacağımı söyleyerek karşılık verdim. Bu yalnızca bir ilke sorunu değildir, aynı zamanda bir verimlilik sorunudur. Yasakların ve basının insanları ikna etmek konusunda yapabilecek bir şeyi olmadığına inanıyorum. Kuran’ın da en güzel ve en veciz ayetlerinden birinde bu noktaya işaret ettiğini hatırlattım: ‘Dinde zorlama yoktur.’ Eğer bu biraz daha geniş yorumlanacak olursa, ‘inançlarda, düşüncelerde herhangi bir baskının söz konusu olamayacağı’ sonucu çıkar. Eğer tehditlerle, dayaklarla, polis ve hapishanelerle düşüncelere set çekmek mümkün olsaydı, bu en çok komünistlere uyardı, çünkü bunlar herkesten çok onların kullandığı yöntemlerdi. Komünist sistem deneyimi ve onun yenilgisi, bunun mümkün olmadığını  bir tür tarihsel deney içinde gayet güzel göstermiştir.”
Gerçekten de öyle yaptı. Savaş boyu ve iktidarı sırasında Bosna’da hiçbir gazeteci tutuklanmadı, hiçbir gazete ya da dergi kapatılmadı.
Çünkü Aliya’ya göre özgürlük ve kalkınma arasında doğrudan bir ilişki vardı. Yine Tarihe Tanıklığım’a koyduğu 1999 yılında yaptığı bir konuşmada bunu şöyle anlatmıştı:
“Otoriter rejimler özgürlükleri baskı altında tutarak, sağlıklı uzlaşmaları engelleyerek, ideolojik ölçütler koyarak, bunlara karşı durabilecek yetenekli insanları toplumsal çalışmalardan alıkoyup ikinci plana iterler ve her şeyin vasat bir seviyeye indirgenmesini sağlarlar. Sonuç ise özgür ülkelere kaybetmek şeklinde ortaya çıkar.”
Avrupa’nın ortasında katliama uğramış bir Müslüman cemaatin lideri olmasına rağmen,  bu onun hamasete, kendi kendine hayranlığa, Batı düşmanlığına kaymasına da neden olmamıştı.. Sorunların tespitinde oldukça realistti.
1997 yılında Tahran’da yapılan İslam Konferansı Örgütü toplantısında yaptığı konuşma salonda bir anda buz kesmesine neden olmuştu. Bu konuşmasını da Tarihe Tanıklığım’a koydu:
“Çok açık konuştuğum için beni bağışlayın. Güzel yalanların yardımı olmaz ama acı gerçekler bir ilaç olabilir. Batı çöküntü içinde ya da dejenere olmuş değil. Kendi kendini kandıran komünizmin “çürümüş Batı” propagandası, bunu acı bir şekilde ödedi. Batı çürümüş değil. Güçlü, örgütlü ve eğitimli. Okulları bizimkilerden iyi, kentleri bizimkilerden temiz. Batı’da insan haklarının düzeyi yüksek ve fakirler ile sakatlara toplumsal yardım iyi örgütlenmiş durumda. Batılılar çoğunlukla sorumlu ve dakik kişiler. Onların ilerlemelerinin karanlık yönünü de biliyorum ve bunun gözümden kaçmasına izin vermiyorum. İslam en iyisi ama biz en iyisi değiliz. Bunlar iki farklı şey ve her zaman onları karıştırıyoruz. Batı’dan nefret etmek yerine onunla rekabet etmeliyiz. Kuran bize bunu emretmiyor mu; “Hayırlı işlerde yarışınız.”
İnsan, Tarihe Tanıklığım’ı yeniden okuyunca, Türkiye’yi Aliya’yı “Bilge Kral” olarak gören insanların yönettiğine, bu kitabın Türkiye’de 23 baskı yaptığına inanası gelmiyor.
Onun fikirlerini ve hayatıyla ortaya koyduklarını anlamak ve ondan ders çıkarmak bir tarafa bugün Türkiye’de Aliya’nın komünist Yugoslavya’da yaşadığı hukuksuzlukların benzerleri her gün birilerine yaşatılıyor.
40 sayfalık kitapçıklar yüzünden bile değil, köşe yazıları hatta birkaç cümlelik tweetleri yüzünden insanlar hapiste yatıyor. Devleti yıkmaya çalışmakla suçlanıyor. Dışarıdaki ailelerine pasaport verilmiyor.
Ama yeniden Tarihe Tanıklığım’ı açıp bakmaya neden olan artık rutinleşen bu uygulamalar olmadı.
Geçen hafta bir zamanlar Aliya’nın belgesellerinin yayınlandığı muhafazakar bir kanalda komşularını listeleyip, öldürme planı yapmaktan gülerek bahseden dindar kadınları izlerken, düşman bellediklerini, eşleri ve çocuklarıyla tehdit eden karakterleri dinlerken insanın aklına ister istemez ilk olarak Bosna geliyor, bir sabah kalktıklarında Sırp komşuları tarafından öldürülen Boşnaklar geliyor.
Haydi bu sözlerin sahiplerini yok sayalım, marjinal sapmalar olduklarını düşünelim. Böyle bir şeyin bu ülkede yaşanmasını pek mümkün görmeyelim.
Ama Bosna’yı bilen, Aliya’yı dilinden düşürmeyen büyük bir kalabalık da bu sözlere sessiz kalarak ulvi bir dava, haklı bir sebep için bunların yapılabilir olduğunu zımnen onayladı. Halbuki bu sözler, ilk olarak Bosna’da olan bitenleri bilenleri, Aliya’yı sevenleri yerinden zıplatması gerekirdi.  
Evet, Aliya’yı anlamak zor, onun gibi yapabilmek kolay değil. Onun yapmayın dediği hataları yapmak, ona reva görülen, kınadığımız muameleri başkalarına reva görmek de mümkün.
Ama en azından onun düşmanlarına benzemek bu kadar kolay olmamalı.
Gerçekten arkanızdaki kütüphanelerde duran o kitapları okuduğunuza emin misiniz?
2 notes · View notes
yenikitapnet · 3 years
Text
Sessiz Ev - Orhan Pamuk #ekitap #kitap
Tumblr media
Sessiz Ev'de Orhan Pamuk, dağılmakta olan bir ailenin hikâyesi üzerinden Cumhuriyet ve modernleşme tarihimizin barındırdığı gizli çatışmaları ve şiddeti araştırıyor. Orhan Pamuk, yayımlanışından otuz yıl sonra bu yeni baskıda romana bölüm başlıkları koydu ve anlatıdaki bazı tekrarları ayıklayarak kitabı yeni okurlar için daha okunaklı hale getirdi. Biri tarihçi, biri devrimci, biri de zengin olmayı aklına koymuş üç torun İstanbul yakınlarındaki Cennethisar kasabasındaki evinde babaannelerini ziyaret ederler. Dedelerinin yetmiş yıl önce siyasi sürgün olarak kasabaya geldiğinde yaptırdığı bu evde bir hafta kalırlar. Bu sürede, babaannelerinin doksan yıllık anılarla yüklü geçmişi ağır ağır aralanırken, dedenin Doğu ile Batı arasındaki uçurumu bir çırpıda kapatacağını sandığı büyük bir ansiklopediyi yazışı hatırlanır. Evde sessiz gözlemleriyle kuşaklar arasında köprü kuran tanıklar, bahçe duvarlarının ötesinde ise aile ile ilgilenen tutkulu gençlerin hareketleri vardır. Orhan Pamuk'un ikinci romanı olan Sessiz Ev, yayımlandığında büyük heyecanla karşılanmış, pek çok dile çevrilmiş ve ödüller almıştı. "Pamuk'un gençlik dönemi şaheseri..." -New York Review of Books- "Önemli sorular soran değişik bir kitap - hem klasik hem modern. Çehov'un Vişne Bahçesi'ni hatırlatıyor." -Le Monde- "Orhan Pamuk, gerçek bir romanın işareti olan dilsel bir yoğunlukla, değişik açılar ve perspektiflerden bir olaylar dizisi kuruyor: Renkler, topografya, imgeler, zengin ayrıntılar..." -Abidin Read the full article
0 notes
dusunumsel · 4 years
Text
Bir Serüvenin Analizi: Matrix
Tumblr media
Carl Gustav Jung, geliştirdiği kolektif bilinçdışı ve arketip yaklaşımları ile rüyalardan mitolojiye değin pek çok alanda yer alan evrensel simge ve sembollerin mantığına ışık tutmuştur. Jung’un yaklaşımına göre insanlar, farklı coğrafyalarda yaşasalar da farklı kültürlere mensup olsalar da ruhlarında ve benliklerinde ortak bir gücün etkisi mevcuttur, bu ortaklıklar benzer değerler yaratmalarına sebebiyet verir. Jung, bu müştereklikleri değerlendirirken “kolektif bilinçdışı” kavramını kullanır. Buna göre; her insan dünyaya birtakım bilgilerle donanmış olarak gelir. Bu bilgiler her insanda aynıdır ve kolektif bir sistem oluşturmaktadır. İnsan doğarken belirli bazı düşünme, hissetme, algılama ve davranış eğilimlerini de beraberinde getirir. Bu eğilimlerin ve gizil imgelerin gelişimi ve anlatım bulma yolları, bireyin kişisel yaşantısı ve deneyimleri tarafından biçimlendirilir nihayetinde içinde doğduğu dünyanın genel bir imgesi doğduğu anda içinde de vardır. Dolayısıyla Jung’a göre evrensel boyutta ortaya koyduğu benzerliklerin altında ortak bir akıl sistemi yatmaktadır. Kolektif bilincin çalışma mekanizmasının asli unsuru ise arketiplerdir. Arketip, ilk örnek anlamına gelir.  Arketipler evrenseldir ve her insan aynı temel arketip imgelerine sahiptir. Bu imgeler genellikle rüyalarda, mitolojide ve simgelerde karşımıza çıkar. Joseph Campbell ise bu ortak sembolizm içerisinden “kahraman” arketipine yoğunlaşarak anlatılardaki benzerlik ve döngüleri irdelemiş, vardığı noktada farklı kültürlerin benzerlik arz eden ve döngüsel anlatıma sahip hikâye, destan ve anlatılarına “monomit” adını vermiştir. Monomitik döngü, kahramanın ayrılma, erginleme ve dönüş aşamalarının yer aldığı ve alt başlıklarında bütün bu sürecin detaylandırıldığı bir döngüdür. Campbell’in modeli günümüz hikaye anlatım tekniklerine doğrudan etki etmiştir. Gerek senaryo teknikleri gerek edebiyat alanında bu teknikler uygulanmaktadır. Campbell’in 17 madde ile sıraladığı döngüyü sinema alanında kullanan en bilindik isim ise şüphesiz Hollywood’da senaryo danışmalığı yapan Christopher Vogler’dir. Vogler, Campbell’in 17 maddelik izleğini 12 maddeye indirgemiştir. Kimi yorumcular ise 8 ve 10 maddelik hale getirerek daha temel hususları ele almışlardır. Senaryo yazım teknikleri ile ilgili çok satan kitaplar yazmış olan Syd Field şöyle demektedir: “Senaryo formu basittir; hatta öyle basittir ki, birçok insan onu karmaşıklaştırmaya çalışır.” Esasen Field’in kastettikleri Campbell’in keşfine bakılarak biraz daha iyi anlaşılır. Duygular, simgeler, rüyalar, yaşantılar vs. konusunda bu denli ortaklığın söz konusu olması, insanın hangi hikayelerden etkileneceğine dair bir ipucu içerir. Yine Field’in dediği gibi: “Çatışma yoksa drama da yoktur.” Çatışma, metnin temelidir. Campbell, çatışma sürecini parçalara bölerek detaylandırmıştır. Sinema tarihine bakarsak Campbell’in bu yönteminden hareketle çekilen birçok film ve yazılan birçok senaryo görürüz. Özellikle Hollywood sineması olarak adlandırdığımız ana akım sinema bu formülden hareketle ilerler. Sanat sineması ve kurguyu çok fazla bozan deneysel denemeler dışında sinemada Campbell’in yöntemi veya bu yöntemden hareketle oluşturulan yöntemlerin kullanılmasının birkaç sebebi mevcuttur. Birincisi bu izleğin kökeninin çok eskiye dayanması ve destanlarda, anlatılarda vs. sıklıkla karşılaşılan bu şablonun kanıksanması ve hatta hikaye anlatımı denildiğinde işin doğasının böyle olması gerektiği fikrinin kabul görmesidir. Diğer önemli husus ise ana akım sinemanın anlaşılır olması gerekliliğidir. Ortak şablonlu filmler insanlarda anlamakta güçlük çekeceği bir şey izleyeceği kaygısını ortadan kaldırmaktadır. Sinemanın bir sanat olup olmadığı ayrı bir tartışma olsa da kimilerine göre bu denli endüstriyelleşen sinemanın sanat olamayacağı gibi bir durum söz konusudur. Özellikle ana akım sinema endüstrisinde basitliğin hedeflenmesi, daha çok insanın sinemaya gidip, daha çok patlamış mısır tüketmesi gözetilen bir durumdur. Diğer bir önemli nokta rastlantısallığın bir anlam içermeyişidir. Biz seyirci olarak bir film izlerken olaylar ve anlam ararız. Olan biteni anlamaya, kafamızda oturtmaya, sonra bunlardan bir sonuç çıkartmaya çalışırız. “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” olayların ve anlamın net bir biçimde resmedildiği bir şablondur. Dolayısıyla Campbell’in keşfi sinema için çok işlevseldir. Tüketim kapitalizminin en önemli özelliği bir formül icat edip o formül ile ortaya koyulan ürünleri satmak üzerinedir. Birçok senaryo yazım tekniğinde Campbell’in araştırmasının ihtiva ettiği alanlar ve içerikler formülleştirilmiştir. Sinema, görsel bir alan olması sebebiyle edebiyattan farklı olarak daha zengin bir yapı arz eden göstergebilimsel bir dil kullanır. Sinemada anlamı yaratan yalnızca sözcükler değildir. Görsel doyumun da sağlanabildiği bu büyülü alanın kült haline gelmiş bir filminden hareketle Campbell’in yaklaşımını anlamaya çalışalım. Wachowski Kardeşlerin meşhur filmi “Matrix” Campbell’in şablonunu çözümlemek için büyük bir olanaklılık sunuyor. Yıllardır çok beğenildiğini bildiğim için önyargı ile yaklaştığım bu filmi izlemem bu raporu yazmam vesilesi ile oldu. Bu sayede filmi sadece izlemek değil analiz etmek gerekliliği doğdu. Analizin merkezini Campbell ve sinemada daha çok yararlanılan Vogler’in yaklaşımı oluşturacak olsa da filmin felsefesine değinmenin de icap ettiği aşikar. Peki “Matrix” kült bir film haline dönüştüren ne?
Matrix: Milenyumun Eşiğinde
Milenyuma girmeden evvel sinema dünyasında “American Beauty, Eyes Wide Shut, Fight Club, Matrix” gibi kültleşmiş filmler peşi sıra vizyona girdi. Bu filmler dönemin ruhunu, sancılarını görmek adına önemlidir. 2000’li yıllara girdiğimizde teknolojik olarak bambaşka boyutlara ulaşacağımız, robotlar ve yapay zekanın dünyayı ele geçireceği gibi iddialar çok öncelere dayanmakta, bilimkurgu janrında birçok eser geleceğe dair olası senaryoları sıralamaktaydı. 2000’li yılların gelişi bir çeşit ‘Jetgiller’ çağının habercisi olarak görülüyordu. Tabi bu hızlı teknolojik gelişimin yarattığı toplumsal dönüşümler de sinemaya yansımaktaydı. Seksenler ve doksanlarda yoğun bir biçimde sürdürülen postmodernite tartışmaları, enformasyon çağının hız kazanması, teknolojik gelişmeler mevcut gerçekliğin ne kadar gerçek(!) olduğuna dair soruları beraberinde getirdi. Yaşam bir simülasyondan mı ibaretti? Ekranlardan yağan imajlar neticesine gerçek dünya ile imgeler arasında ayrım yapmak giderek zorlaşıyordu. Yönetmen kardeşlerin bir hayli etkilendiği Baudrillard’a göre: “Her türlü ‘düşsel ve ‘gerçek’ ayrımı artık bitmiştir. Ve gerçek bir daha asla geri dönmeyecektir. Artık, kendi kendini aynı yörünge çevresinde dolanan modeller aracılığıyla yineleyen ve farklılık simülasyonu üretmekten başka bir şey yapmayan ‘hiper-gerçek’ dönemidir.” Baudrillard’ın bahsettiklerini kitlelere anlatan manifestoyu ise Wachowski kardeşler “Matrix” ile yazmışlardır. Filmde, bütünü vermeyen, asla bütüne götürmeyen, bireyi türlü özdeşleşmelerle dev bir yanılsamaya tutsak eden ‘parçalılık hali’ işlenmiştir. Filmin felsefi göndermelerinin beraberinde psikanalitik göndermeleri de mevcuttur. Zizek’e göre: “Matrix, tek kelime ile Lacancı –büyük Öteki-, sanal sembolik düzen, gerçekliği bizim için yapılandıran şebekedir. Bu ‘büyük Öteki’ boyutu, sembolik düzende öznenin yapılandırıcı yabancılaştırılmasının boyutudur. ‘Büyük Öteki’ ipleri elinde tutar, özne konuşmaz, sembolik yapı tarafından konuşturulur.” Film ile ilgili daha birçok analiz mevcut. Fakat bizim esas meselemiz bütün bu analizlerin ötesinde çağlardan beri süregelen bir yapının birçok ‘yenilik’ ile birlikte ele alınan “Matrix” filminde dahi mevcut olması.
Kahramanın Sonsuz Yolculuğu ve Matrix
Campbell’e göre anlatı “yola çıkış, yücelme ve dönüşten oluşmaktadır. Bu üç aşamanın alt başlıkları vardır. Serüven “maceraya çağrı ile başlar.” Bu aşamada kahramanın içten gelen bir ses veya dışarıdan bir davet ile maceraya çağrıldığını görürüz. Dış çağrı genellikle bir haberci aracılığıyla yapılır. Haberci hareketin başlamasına önayak olur. Haberci yalnızca bir insan olmak zorunda değildir, her şey olabilir, önemli olan habercinin kahramanı harekete davet etmesidir. Filmde, gündüzleri nizami ve sakin bir hayat süren Anderson geceleri ‘Neo’ takma adına sahip bir ‘hacker’a dönüşmektedir. Neo kimliği bir nevi Anderson’un alter egosudur. Anderson olarak ne denli baskılanmış, düzenli ve müesses nizama uygun davranıyorsa Neo ile o kadar illegal işler yapmaya meyillidir. Anderson olarak yaşamanın verdiği dehşeti uykusuz kalmak pahasına Neo olarak alt etmeye çalışmaktadır. Bilgisayarına sızan biri tarafından bir mesaj alır, “beyaz tavşanı izle.” Mesaj, ekseriya bir çocuk kitabı olarak adlandırılan ‘Alice Harikalar Diyarında’ya bir göndermedir. Alice, maceraya tavşanı takip ederek dalmıştır ve macera Alice’i başka bir aleme sürüklemiştir. İkinci aşama ise “çağrının reddi”dir. Haberci tarafından iletilen davet, kimi zaman hemen kabul görmeyebilir. Kahraman adayı maceranın sorun yaratabileceğini sezinleyebilir veya daveti ciddiye almayabilir. Campbell’a göre davetin reddi kişinin kendi çıkarından vazgeçmemesi anlamına gelir. Neo, bir bilgisayar korsanı olduğu için bilgisayarının ele geçirilmesi veya kontrol edilmesi fikrini çok şaşırtıcı bulmamıştır. Dolayısıyla gelen mesajı pek önemsemez. Kapısı çalınır ve yasadışı bir tahsilatı gerçekleştirir. Gelen insanlardan biraz kafa dağıtması için bir partiye davet alan Neo teklifi kabul etmeyecek gibi gözükürken, grupta yer alan bir kadının kolundaki tavşan dövmesi dikkatini çeker, bilgisayarına tekrar bir mesajın düşmesi ile beraber partiye gider. Partide mesajı bilgisayarına yollayan Trinity ile karşılaşır ve Trinity Neo’yu bu kez yüzyüze maceraya davet eder fakat Neo yine reddeder. Üçüncü aşama “doğaüstü yardım” aşamasıdır. Bu bölümde kahraman adayına mücadele edeceği güçler ile ilgili çeşitli yardımlar yapılır. Bu yardım genellikle karşılaştığı bir yardımcı tarafından sunulur. Yardım bir nesne olabileceği gibi bir fikir ya da ipucu da olabilir. Gece bitmiş ve yeni gün başlamıştır, Neo tekrar Mr. Anderson kimliğine dönmüştür. İş yerinde patronunun onun hakkındaki şikayetlerini ve özel biri olmadığına dair azarlarını dinlemek zorunda kalan Anderson, aldığı ihtarları ciddiye almasa bile çaresizce patronunu dinlemek zorunda kalır. Anderson, sıkıntı içinde küçük çalışma odasına döner. Bir kargo gelir ve paketin içinden bir cep telefonu çıkar, Anderson henüz şaşırmaya dahi fırsat bulamamışken telefon çalmaya başlar. Küçük bir kuşkunun ardından telefonu açan Anderson’a ileride tanışacağı Morpheus ajanlar tarafından yakalanacağını ve ajanların şu an orada bulunduklarını söyler. Bu aşamada Anderson geceleri olmak istediği Neo karakteri ile kendi kimliği arasında bocalamaktadır. Telefondaki sesin yönlendirmesi ile kaçmaya çabalayan Anderson kaçmayı beceremez. Doksanların sonu ve iki binlerin başında Foucault’un “panoptikon” olarak adlandırdığı denetim mekanizması sinemada kendine çokça yer bulmuştur. Joel Schumacher’in yönettiği ‘Phone Booth’ adlı film telefondaki ‘her şeyi gören ses’in yönlendirmeleri üzerine bina edilmiş bir filmdir. Bu tarz filmlerde gerilimi yaratan temel öğe kahraman ile kurduğumuz özdeşliktir. Sonraki aşama “ilk eşiğin aşılması”dır. Eşik, normal hayat ile kahraman olma sürecinin başlayacağı hayat arasındaki geçiş anıdır. Dönüşümün hemen öncesidir. Kahraman adayı için sıradan dünya ile güçlü hale geleceği dünya arasında kat edilmesi gereken kısa bir mesafe kalmıştır. Anderson kaçmayı başaramaz ve yakalanıp sorgulanır. Sorguda kademeli olarak terk ettiği sinikliği iyice kaybederek sorguculara hareket çeker. Anderson, yavaş yavaş alter egosu diyebileceğimiz Neo’ya dönüşmektedir. Vücuduna bir takip cihazı yerleştirilen Anderson, olan biten her şeyin bir rüya olduğu süsü verilerek serbest bırakılır. “Balinanın karnı” sonraki bölüme verilen isimdir. Kahraman her yönüyle bu bölümde kimlik kazanır, dönüşümü bu bölümde gerçekleşir. Campbell’a göre büyülü eşikten geçişin bir yeniden doğum alanına geçme olduğu fikri, rahim imgesi olan balina karnı ile simgelenmiştir. Mağara, kuyu, lahit, tapınak, oyuk veya derin bir uyku hali dönüşümü simgeleyen birer sembol olarak kullanılabilir. Bu bölümde kahraman yeniden doğar. Hem ruhsal hem bedensel yönden değişime uğrar. Anderson artık Neo’ya dönüşümünü tamamlamıştır. Bu bölümde Morpheus ile tanışmak üzere yola çıkar. Morpheus, Neo’dan bir tercih yapmasını isteyerek iki hap uzatır (filmin en meşhur sahnelerindendir) haplardan biri evine gitmesine, diğeri ise maceraya devam etmesine sebep olacaktır. Neo devam eder ve gerçek sandığımız fakat gerçek olmayan, gerçekmiş gibi sunulan dünya yerine gerçek dünyayı seçer. Artık sahte dünyadan gerçek dünyaya yeniden doğmuştur. “Yola çıkış” burada tamamlanır ve “Erginleşme aşaması” başlar. Erginleşmenin ilk aşaması “sınavlar yoludur. Kahraman, sembolik doğum sürecinden sonra kendini olgunlaştıracak bir dizi sınavdan geçer. Zira kahramanı öldürmeyen her şey güçlendirmektedir. Kahramanın kendine güveni artar, olumlu bir değişim yaşar. Sınavlar yoluyla sınanan kahraman hem zeka hem de güç açısından bir dönüşüm yaşar ve kahramanlığı onaylanır. İlk eşiğin aşılması ve yeniden doğan kahramanımız Neo artık daha zorlu bir yola girmiştir. Gerçek dünyada karşılaşacağı zorluklar için bilgisayar ortamında hazırlanmış fakat gerçekten farkı olmayan bir dizi eğitim ve sınavdan geçer. Bu zorlu sınavların amacı karşılaşacağı güçlüklerle baş edebilmektir. Bir sonraki aşama “tanrıça ile karşılaşma”dır. Kahraman, bu bölümde karşı cins ile karşılaşır. Karşı cinse yoğun duygular besler. Karşı cins kahraman için hem bir ödül hem de kahramanı tamamlayan bir unsurdur. Filmde Tanrıça Trinity’dir. Trinity, Neo’nun macera çağrılmasından itibaren aktif bir rol oynamaktadır. Neo’nun bu yola girmesindeki en büyük etkendir fakat karşılaşmaları daha önceden olmuştur. Seyirci ise bu bölümde ikilinin yakınlaşacağına dair ima ile karşılaşır. Dolayısıyla daha önce karşılaşmış olsalar bile duygusal bir yakınlaşmaya dair işaretler bu bölüme denk düşmektedir. Sonraki aşama “Tanrılaşma”dır. Bu kısımda kahramanın önceki hali simgesel ölür ve kahraman bütünlenmiş ve zaaflarından arınmış bir halde ruhsal olarak yeniden doğar. Neo aldığı eğitime ve başarılı olduğu sınavlara rağmen halen kendine inanmamaktadır. Bunda kahinin dediklerini de etkisi vardır. Ona aslında tek inanan da Morpheus’tur. Morpheus’un Neo yakalanmasın diye kendini ajanlara yakalatması Neo’nun Tanrılaştırma dediğimiz kısmın nedenidir. Morpheus’u kurtarma operasyonunda da yetenekleri açığa çıkmaya başlar. Bu bölüm ile birlikte “erginlenme” aşaması sona erer. “Nihai ödül” kısmında kahraman soyut ya da somut olarak bir ödüle kavuşur veyahut bir kabiliyet elde eder.  Kahramanımızın nihai ödülü aradığı şeyi bulmaktır. İçindeki onu rahatsız eden duyguyu gidermektir. Ajanlarla teke tek mücadele edecek kadar da kendine inanır, güçlenmiş ve davası uğruna savaşmıştır. Artık istediği şeye kavuşmuştur; monoton, tek düze, emirlere uyulan sıkıcı, hiyerarşik hayattan kurtulmuştur ve Anderson olmaktan kurtulmuş ve bütünüyle Neo olmuştur. Bu sürecin ardından geri dönüş başlar. Geri dönüş ile beraber “dönüşü reddetme” aşaması gerçekleşir. Kahraman artık aydınlanmış ve her türlü sınavla baş ederek erginleşmiştir. Gerçek dünyaya, başladığı yere hemen geri dönmek istemez çünkü alışkanlıklarını terk etmek ya da yücelmiş olmanın getirdiği rehavet kahramanı kuşatır. Filmde ise Neo’nun savaşı daha bitmemiştir.  Nihai ödüle ulaştığında geri dönmek yerine daha da ilerlemektedir. Artık baş edemeyeceği güçteki ajanlardan kaçması gerekirken o kalıp savaşmayı seçer. Eve dönüş ise “büyülü kaçış” bölümünde gerçekleşir. Bu eşik başarıldığında kahraman artık iki dünyanın ustası olmuş olur. Neo, düşmanları ile kıyasıya mücadele etmektedir. Diğer taraftan süreç içinde dava arkadaşları haline gelen Trinity ve Tank, Neo’ya yardım etmeye çalışmaktadırlar. Telefonlarla Neo’ya kaçacağı yeri bildirirler. Neo buradan zor da olsa kurtulur. Sonraki kısım “dönüş eşiğinin aşılması”dır. Kahraman bu bölümde bir isteksizlik yaşar. Mükemmelleşen kahraman gözünü daha büyük problemlere diker. Neo görevini tamamlamış ve ödülünü de almıştır fakat bu sırada esas problemin de çözülmesi gerektiğini herkesin bu sahte dünyadan kurtulması gerektiği kanısına varır. Gerçek dünyanın yok edilmeye çalışan insanları kurtarılmalı ve Matrix yok edilmelidir. Dönüş eşiğini aşan kahraman hem sıradan dünyanın hem de erginlendiği dünyanın ustası olur. “İki dünyanın ustası” olarak idealleşmiştir. Artık kahramanımız Neo iki dünyanın da ustasıdır. Bir çeşit “übermensch” olan Neo başka bir bilinçtedir. Son bölüm “yaşama özgürlüğüdür.” İki dünyanın ustası olan kahraman artık ölüm korkusunu aşmıştır ve bu aşkınlık beraberinde özgürlüğü getirir. Artık kahraman olarak gerçek dünyaya geri döner. Neo’nun korkularını yenmiş, pasifliğinden kurtulmuş, kendini bir amaca adamış ve bu sayede yaşama özgürlüğüne kavuşmuştur. Filmdeki son sözler şöyledir: “Orada olduğunuzu biliyorum. Artık sizi hissedebiliyorum. Korktuğunuz biliyorum. Bizden korkuyorsunuz. Değişimden korkuyorsunuz. Geleceği bilmiyorum. Buraya, size bunların nasıl biteceğini söylemeye gelmedim. Buraya, size nasıl başlayacağını söylemeye geldim. Bu telefonu kapatacağım. Ve o insanlara görmelerini istemediğiniz şeyi göstereceğim. Onlara sizin olmadığınız bir dünya göstereceğim. Kuralları ya da yöneticileri olmayan, sınır ya da engel tanımayan bir dünya. Öyle bir dünya ki, orada her şey mümkün. Bundan sonra neler olacağı da size bıraktığım bir seçim…” Read the full article
0 notes
surejaya · 4 years
Text
Mucizevi Mandarin
Tumblr media
Mucizevi Mandarin by Aslı Erdoğan
Dünya okurlarınca "geleceğe kalacak elli yazar" arasında sayılan Aslı Erdoğanın ilk öykü kitabı: Mucizevi Mandarin. Yalnızca Türkçede değil çevrildiği yabancı dillerde de aynı ilgiyi uyandırmış bir kitap. Hoyratlığın karşısındaki ince ve güçlü bir direnç…· Yitik gözün boşluğunda· Mektup, size· Giderken· Aynanın dibine yolculuk (imgeler)· Unutulmuş topraklar· Geçmiş ülkesinden bir konuk· Bir aşk öyküsü· Hüzünlü kahveler· Mucizevi mandarin· Sırp lokantası ve Michelle· Varlık · Gökyüzü· Unutulmuş topraklar"Yaşlı ve çirkin bir mandarin, karşılığını parayla ödeyeceği zevk gecesi için olağanüstü güzel, ama taş kalpli bir fahişeye gitmiş. Sabaha karşı, yaşlı adamın uykuya dalmasını fırsat bilen genç kadın, soyguncu dostlarını çağırmış. Ne var ki mandarin, tilki uykusundan fırladığı gibi olanca gücüyle karşı koymaya, dövüşmeye başlamış. Haydutlar hem kalabalık, hem de işinin ehliymiş. onu kolayca köşeye sıkıştırmışlar. Ancak ne kadar vururlarsa vursunlar, bu zayıf, çirkin bedende yara açılmadığını, can alıcı darbelerin iz bırakmadığını görmüşler. Bıçaklarını, kılıçlarını çekmişler, ama en keskin bıçak, en acımasız kılıç bile mandarine hiçbir şey yapamıyormuş. Sonunda korkup kaçmışlar. Dövüşü izleyen kadın, yaşlı adamın mucizevi gücünden etkilenmiş, bir kez daha, bu sefer aşk adına sevişmek istemiş. Onu hayranlıkla, arzuyla, şefkatle okşamaya başlamış. Gelgelelim güzel kadının her donuşunda mandarinin bedeninde yeni bir yara beliriyormuş, dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar. İçten bir ilgi ve şefkat görene dek gizli kalmışlar. Sonunda mandarin kanlar içinde kadının kollarında yığılmış, ölmüş. Bir zamanlar izlediğim Mucizevi Mandarin adındaki bir balenin, eski Çin efsanelerinden alınma öyküsünü, ilk sevişmemizden hemen sonra Sergioya anlatmıştım. Nedense anlattıklarımdan pek hoşlanmadı, ama bu öykü benim en sevdiklerimden biridir.
Download : Mucizevi Mandarin More Book at: Zaqist Book
0 notes
sercelerinsarkisi · 7 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
“Değişen hiçbir şey yok ama yine de her şey başka bir biçimde varolup gidiyor. Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu, ama aynı zamanda onun tam tersi. Sonunda başımdan bir serüven geçiyor, kendimi sorguya çekince kendimin, kendim olmaklığımın ve burada bulunmaklığımın başımdan geçtiğini görüyorum. Geceyi yarıp geçen benim. Bir roman kahramanı gibi mutluyum.”
*
“Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.”
Merhaba 👋 Kitabı sahaftan veya kütüphaneden aldığınızda bazen sizden önce okuyan kişinin bıraktığı küçük bir sürpriz ile karşılaşabiliyorsunuz.. (Bkz. ikinci fotoğraf ☺)
Bulantı, 1938 yılında yayınlanmış, varoluş felsefesi üzerine kült bir roman.. Uzun, detaylı, üzerinde sizi düşündüren betimlemelere sıkça yer verilmiş.. Zaman zaman güzel tespitler ve yaşadığımız aynı “bulantı”lar olsa da satın alırken kitap yorumlarına çok önem veren birisi olarak fazla beğendiğimi söyleyemeyeceğim.. Nedeni:
 “Varolan her şey, nedensiz ortaya çıkar, zavallılığı yüzünden varoluşunu sürdürür ve rastgele ölür. Kendimi geriye doğru verip gözlerimi kapıyorum. Ama o anda, imgeler kendilerini toparlayıp sıçrıyor ve kapalı gözlerimi varoluşla dolduruveriyorlar. Varoluş insanın sıyrılamadığı bir doluluktur” 
Buna katılmıyorum.. 
Her daim kitap ile.. @okuyorumla
26 notes · View notes
nearasaburda-blog · 5 years
Photo
Tumblr media
ŞOK İNDİRİMORAN%65 KAZANCINIZ : 7.10TL ETİKET FİYATI : 13TL İNDİRİMLİ FİYATI : 5.90 STOK 'DA 100 ADET var Marka: Altın Kitaplar WATSAP sipariş hattı:05423532462 besliyoruz Yazar:William Alexander Çevirmen: TuğçeKanbur Sayfa: 192 Sayfa Boyut: 13.50x19.50 cm Kağıt: 2. Hamur Kağıt SATIŞ KODU :  N&B000069 HOŞ GELDİNİZ NE ARARSAN BURDA %10 ile %70 varan indirim burda 100TL alışveriş kargo BEDAVA ödeme şekli ptt hesap: 17163518 / Garanti cep bank ödeme/ Fastplay ÖDEME siparişleriniz 1ile 3 gün iş gun de TESLİM ÜRÜNÜ TANITIMI Rownie aylar önce ansızın ortadan kaybolan ağabeyi Rowan’ı bulmak için çaresizce izini sürer. Bu uğurda büyük tehlikelere atılmaktan çekinmez. Karşısına korkunç ve garip yaratıklar, Zombey’in katı kuralları ve amansız muhafızlar çıkar. Her şeye karşın Rownie kararlıdır; ağabeyini bulmak ve tekrar aile olabilmek için sonuna kadar mücadeleye hazırdır. Önyargıları boşa çıkaran karakterlerinin yanı sıra kardeşlik bağlarını, iyiliğin ve dostluğun önemini vurgulayan Zombey’den Kaçış, yarattığı fantastik dünya, kullandığı imgeler ve etkileyici hayal gücü ile türünün önde gelen örnekleri arasına girmeyi hak ediyor. “Sürükleyici ve baştan çıkarıcı.” - Kirkus Reviews “Zombey’den Kaçış’ı elimden bırakamadım ve bu kitabın bitmesini hiç istemedim! Yazarın hayal gücü hem olağanüstü hem de özgün. William Alexander, biraz daha lütfen!” - Ursula K. Le Guin, Yerdeniz Serisi’nin yazarı Yazar Hakkında: Oberlin Koleji’nde tiyatro ve halkbilimi, Vermount Üniversitesi’nde ise İngiliz Dili çalıştı. Şu an Minneapolis, Minnesota’da yaşıyor ve burada yazarlık ve öğretmenlik yapıyor. Kısa öyküleri pek çok dergide yayımlanmıştır. Diğer eserleri: Weird Tales, Lady Churchbill’s Rosebud Wristlet, Interfictions 2, 2008’de Yılın En İyi Kitabı ödülünü alan Fantasy ve 2012’de National Book Award ödülü olan Zombey’den Kaçış’tır. Ona willalex.net’ten de ulaşabilirsiniz. https://www.instagram.com/p/B4Ky_u3Jfyf/?igshid=1u405m9o3cxji
0 notes
yorgunherakles · 3 years
Photo
Tumblr media
13 notes · View notes
65745755 · 5 years
Text
Tumblr media
sanat, akılla kavranabilen ve açıklanabilen bir şey değil, duyumsanabilen, hissedile bilen, sarsan, etkileyen, ruhun toprağını sürüp yumuşatarak ona iyiye, güzele yönelme yeteneğini kazandırmaktır diyor tarkovski. tarkovski. bilim gibi, onu da anlayabilmek için gerekli olan bir eğitim değil, belli bir ruhsal inceliğe kavuşmuş olmaktır. sanatçı imgeler yoluyla hayatın anlamına, sonsuzluğa, güzelliğe ve inceliğe daha yakın olmamızı sağlayan, bakışımızı genişleten kişidir ve bu imgeler ona tanrı'nın hem bir lütfu hem de cezasıdır, o bunların taşıyıcılığını ve yalnız kendine değil, insanlara yönelik dışavurumunu yapmak zorundadır. sanat insana akıl değil gıda verir, öğretmez, inceltir. eğer insanı daha iyi kılabilseydi sanat, 4000 yıllık sanat tarihi boşuna mıydı, melek olmuştuk hepimiz şimdiye. "güzel, gerçeği aramayanların ya da onu sakıncalı bulanların gözünden gizler kendini" ve bu yüzden elbette herkes sanat eserlerini hakkıyla anlayıp yargılama seviyesine ulaşamaz, goethe "iyi bir kitabı okumak onu yazmak kadar zordur" derken nice haklı. büyük bir eser tıpkı varoluşun kendisi gibi bütün çelişkilerini kendinde tutarlılıkla barındırandır bu yüzden eserin tümü bunca yüce ve etkileyicidir. ispanyol sanatını betimlemesi ne güzeldi, her ülkenin kendi sanatının tarihi ve yazgısıyla nasıl alakalı ve iç içe olduğunu vurgulaması. sanatta imge, anlatılan göze sokulurcasına açık değildir ve olmamalıdır, bu sevimsiz ve sığ bir durumdur çünkü sanatçının kavradığı da öyle değildir, bir anlık bir aydınlanmanın içinde taşıdığı tüm hercümerçli gerçekliğin dışavurumudur söz konusu olan, vahiy gibi bir şeydir.
0 notes
oddats · 5 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
Deniz Gül, Artunlimited issue 51, 2019
Bu metin 2019 yılında ArtUnlimited’de yayımlanmıştır. (Sayı: 51)
2009 Nisan’ında, kafamın gürültüsünden ve ruhuma çöken karanlıktan kurtulmak istercesine yazdığım -kustuğum- metinleri anlamıyordum. Sanırım 27 yaşına dek sırtımda taşıdığım anlamla ilişkim bu noktada koptu.
Neydi bu metinlerin ardındaki düşünce?
İki yılın sonunda 5 Kişilik Bufet olarak derlediğim bu karmaşık metnin çığlıkları, kusmukları, kekelemeleri, takıntılı tekrarları, birbirine dolaşan sesleri nasıl oluyor da sütü kaynayan bir masayı ve ardından gelecek olan iki sergiyi ve kitabı, Bicol’ü, Manyel’i, Raziye’yi, Loyelow’u doğuruyordu? Şimdi geriye dönüp bu düşünceyi izlemeye çalışıyorum.  
Her şeyden önce üç kitabın da -beraberinde nesneler ve yerleştirmeler üzerinden de açtığım- bellek, bilinçdışı ve erk ilişkilerini dilde, dil sürçmeleriyle aradığını söylemem gerekir. Bunlar, herhangi bir anlatıya yeltenmeyen, kendini edebi bir role sokmamış deneysel metinler. Elbette şiirsel/anlatısal özellikleri gövdelerinde barındırıyor. Yine de en büyük özellikleri, kendilerini kurmakla değil kırmakla uğraşan metinler olmaları. Bu metinler açık metinlerdir, ancak dışa değil, içe açık. İçe açıklık, içe dönüklükten farklıdır. Sözcükler ve sesler bu içe açıklıkta kendilerini yerlerinden etmekle, kendilerini baştan çıkarmakla uğraşırlar. Sanatsal form arayışının anlatıya baskın geldiği, neyin söylendiğiyle değil, kurmacanın nasıl çalıştığıyla ilgilenen yapılardır. Bir şeyler anlatmaya çabalamak yerine anlık görüngüler, anlık imgeler, anlık girdaplar oluşturuverirler. Metin eklemelerle oluşmaz, oyuklarla belirir. Bu oyuklar çoğu zaman aşındırmalar sonucu olur ve sürecinin izlerini ele verir; yahut bıçakla, çekiçle oyulan heykeller gibi müdahaleye tabiidir. Sözcükler, kavramlar, sesler, metaforlar kendilerinin ya da birbirlerinin ayaklarına dolanırlar, üst üste binerler, çıkmaz bir daireyi tavaf ederler, ahşap bir binanın yırtılmış tavanı gibi metnin içine göçükler oluştururlar.
Hiçbir hedefe yönelmezler; hiçbir projenin hiçbir araştırmasının hiçbir buluntusunun hiçbir nükteli söylemi değillerdir.
*
Buradaki kompleks yapıyı biraz açmak gerekli. 5 Kişilik Bufet, B.İ.M.A.B.K.R., Loyelow birbirini takip eden bir dizi üretimler serisi. 5 Kişilik Bufet metninde mobilyalara E1 (Erkek 1), K1 (Kadın 1) gibi jenerik isimlerle kilitlenmiş sesler, tek kişilik birer oda olan dolaplarından çıkmak istercesine mobilyalara fiziksel, birbirlerine ise sessel kuvvetler uygularlar. Bu sesleri taşıyan bedenler tabut, kasa, vitrin, kapı ve kuzguncuktur. Beden, bilinçdışının ve belleğin imgelerince aşina olduğumuz nesnelerdir. Özneler ise, çarptıkları mobilyalarda yansıyan seslerin iç içe geçtiği, kakafoniden ayrışamamış; E1, K1 sembolizminde kalmış; toplumsal bilinçdışı ve bellekle örtünmüş bir bütünden kopamayan ve dolaplarından çıkamayan “arada” birimlerdir. Bu aradalık henüz enine boyuna bir kendilik değildir. Keza, 2011 Temmuz’unda Arter’in 4. katına adım atmış birinin gözüne ilk çarpan bu birbirinden ayrıştırılamama halidir. Mobilyalar, ölçüleri her ne kadar birbirinden beşer, onar santim farklı olsa da ilk bakışta gül kaplama ahşap vücutlarıyla asker gibi dizilirler. Homojen bir yapı söz konusudur. Metindeki sesten sıyrılarak derin bir sessizlikle mekâna yerleşen bu bedenler farklılıklarını ele vermezler. Emre Baykal bu aradalığı, “5 Kişilik Bufet mahrem, kendi içine kapalı, küçük mekânların klostrofobisi ile dışarı çıkmanın, kendi içinden dışarı taşmanın agorafobisinin bir arada yaşandığı bir deneyim alanı” ve “birbirleriyle yenişemeyen iç ile dış” olarak tanımlar. Mobilyaların içi boştur, kapıları hafif aralıktır. Mekânın içinde bir ev kurmazlar, mekânın içinde bir iç kurarlar.
*
5 Kişilik Bufet’te (5KB) birbirlerinden ayrışamayan öznelerden üçü, iki yıl sonrasında gelen B.İ.M.A.B.K.R. metniyle isimlerini bulurlar: Beyaz İlmekli Manyel, Albay Bicol, Kornatlı Raziye. Bu kişiler isimlerinin baş harfleriyle kodlanırlar; sanki bir cinayete kurban gitmişler, sanki bir ordudan ihraç edilmişlerdir. Kim olduklarının önemi yoktur.
Metin, bu üç kişinin ağzına çarpar. 5KB’nin bir günah çıkarma ayinini andıran mobilyalarında oluşan kaotik, kimsenin sesinin birbirinden ayrışamadığı ses dünyası biraz olsun kendine mesafelenmiştir. 5KB’nin balçık vücudundan ayrışma istemi başlamıştır. Konuşan kişiler belirginleşmiştir. Ancak bu kişiler hala birer ağızdan öteye geçmezler. Metin hala kapalı bir metindir ve bol miktarda kod yüklüdür. Metinde geçen sesler (örneğin “KK”), sözcükler (örneğin “Uçuk”), kavramlar (örneğin “Sızı”), Alaaddin’in cininin lambadan çıktığı gibi metinden çıkarlar ve nesneleşirler. Ayakkabısından sökülmüş tabanlara damga (Taban, 2013), gömleklerinden yırtılmış yakalara ilmek (Yaka, 2013), dikiz aynalarına şiir (Dikiz, 2013), apartmanlara altın yaldız isim olurlar (Apartman, 2013). Yırtma, sökme, yer değiştirme vb. hareketleri fiziksel olarak gerçekleştirerek aynı zamanda bellek ve biçim olurlar. Aynı zamanda toplumsal bilinçdışının tipolojilerini üretirler: Elini kirletmeyen beyazlık (efendi), erki uygulayan subaylık (arabulucu), lekeyi temizleyen kadınlık (köle)… Beyaz İlmekli’nin, Kornatlı’nın ve Albay’ın kuvvetleri öyle dizginlenemezdir ki, sergi mekânı olan Galeri Manâ’yı bir buçuk aylık süreçte üç kez ele geçirirler; mekân üç kez dönüşür. Birbirlerinden ayrışamadıkları, kavramlarla, izlerle, izleklerle bağlandıkları için bu üçlü, kitabın sayfalarında birbirini nasıl şutlayıp kendilerini caiz kılıyorlarsa, fiziksel mekânda da bunu yaparlar. 5KB metninde tabutun tabutluğu, kasanın kasalığı gibi tanımlı görüngüler, B.İ.M.A.B.K.R. metninde akışkan imgelemlere dönüşür. Bu akışkanlık aynı zamanda yersizleşmeyi beraberinde getirir. B.İ.M.A.B.K.R.’nin nesneleri de keza mekânla yersizyurtsuz bir ilişki kurarlar. Sürekli olarak mekândan kovulurlar. Kornatlı Raziye’nin Galeri Manâ’nın ikinci katındaki yerleştirmesi her an taşınmaya hazır, istiflenmiş bir evi andırır. Malzeme ve kavram kararlarında da bu böyledir. Raziye’nin vajinası, Manyel’in duvarına asılmış bir portredir (Fötr, 2013). Albay’ın bilgisayarında tuttuğu dokümanların kod isimleri Beyaz İlmekli’nin yakalarında (Yaka, 2013), Kornatlı’nın ayakkabılarında fişlenir (Taban, 2013). Vatanın namusu için sınıra mayın döşeyen Bicol (Mühimmat, 2013) ile kızlık zarını diktiren Raziye (Namus, 2013) namus kavramının farklı yer-yurtlarıdır. Para lastiklerinin uç uca destelendiği iki jileti buluşturan ince hat (JİTEM, 2013) Manyel’in yer-yurdunda duvarı en yükseklere tırmanırken, Albay’ın yer-yurdunda kapı sürgüleri arasında destelenir ve yere uzanmış toprağın ortasından geçen bir sınır olur (Mühimmat, 2013). Beyaz İlmekli Manyel tıraş olmayı seven bir beyazdır ve cebindeki paraları destelemek için cebinde bol miktarda para lastiği taşır. Albay Bicol ise para lastiğini tabanca yapar ve karşısındakine fırlatır; lastik ivme alır.
B.İ.M.A.B.K.R.’de el değiştirme, yer değiştirme, bir özneye aitken bir başka özneye ait olma ve devşirilme oldukça sıktır. 5KB’nin birbirinden ayrışamayan nesne bedenleri, B.İ.M.A.B.K.R.’de dağılmışlardır. 5KB’de beden, izleyicilerin içine girip çıkarak çoğaltacakları bir tapınak edasında mekâna tek parça yerleşirken, B.İ.M.A.B.K.R.’nin oluş halindeki özneleri, nesnelerini birer izlek makinasıymışcasına kendilerine tabi tutarlar. Albay Bicol’ün KK’sı bu bağlamda mekânı ele geçiren bir çarklı, bir panoptikon olarak yorumlanabilir.
Loyelow’da ise bu katmanların üzerine yenileri ekleniyor. Beklenmedik bir şekilde dil kendi gizini çözüyor. Daha şeffaf, daha okunabilir, daha kendine yaklaşmış bir metinle beraberiz.
Loyelow, adı tepeden inme baş harflere muktedir merkeziyetçiliğe karşı kendine ad vermiş biri. Bir başka özelliği ise metnin akışında bir ağız olmaktan çıkıp, sokaklarda ve ona yansıyan kentte ve kentin imgelerinde dolaşımda oluşu. Artık vücuttan kopmuş bir ağızdan değil, aynı zamanda bir kulaktan bahsediyoruz. Aynı zamanda yanan bir omurgadan, ağlayan bir candan, omuzlarda taşınan çıplak bir bedenden ve cesetten söz edebiliyoruz. Loyelow, önceki akrabalarının aksine inleyen ya da gizleyen değil, dinleyen ve gözleyen biri.
Metin, B.İ.M.A.B.K.R.’ye sızmış bir derin devlet gibi kendi pisliğini örtmekle uğraşmıyor. 5KB ve B.İ.M.A.B.K.R. kendi ağzına bilediği, içselleştirdiği tüm personalarını artık kendinden dışarı atıyor. Dolayısıyla kolektif bilinçdışı ve bellek Loyelow’u çevreleyen dehlizlerin, tünellerin, tepelerin hayaletleri olarak yakaya Orhan, Veysel, Asım gibi karakterlerle yapışıyor. Loyelow, E1, ya da K.R. gibi ağzını torba yapıp kendine dolaşmıyor; yeraltında halay çekilen düğün salonlarına dolaşıyor, mezarlıklara dolaşıyor. Önünde beliren toplumu ve kenti kendinden ayrışmış bir şekilde deneyimliyor.
*
Loyelow’un nesneleri 5KB ve B.İ.M.A.B.K.R.’de olduğu gibi malzemede, görüngüde ya da bellekte homojenlik göstermez. Mekâna hakim olan beyazlık, hiza, mobilya dokusu, ya da gömlek yakaları, apartman isimleri, süt kokusu gibi belleğin zillerini çalan uyaranlar aynı potada erimezler. 2016 Eylül’ünde The Pill’e girildiğinde karşılaşılan nesneler gözü o duvardan bu uzama çarpıtan yatay/dikey akslarda belirir. Yerden 5 cm. yükseklikteki hortum, yerden 25 cm. yükseklikteki neon ışıkları, yerden 10 cm. yükseklikteki oyuncak araba, yerden 15 cm. yükseklikteki sini tepsisi, yerden 70 cm. yükseklikteki lavabo… Bir dolambaç olan hortum mekânın derinliğini, eksiltilmiş bir matris olan karolar ise mekânın dikeyliğini gözetleyen ekseni oluşturur.
Loyelow’un mekânsallaşan bedeni heterojen bir bedendir. Ne doku, ne malzeme, ne renk, ne şekil, ne de bellek birliği olan nesneler başlı başına birbiri üzerine etki yapan kuvvetlerdir artık. Loyelow’un bedeni kendini, kuvvetlerin birbirine uyguladığı etki alanında, yani yatay ve dikey akslarda, farklı derinlik ve yüksekliklerde oluşturur. Kuvvetlerin kendine özgü doku, renk ve biçemleriyle belirlediği uzam, izleyicinin bakışını mekânda bir tenis topu gibi sektirir.
*
Kendi içinde kuvvetler bütünü olarak nesneye özneden bağımsız olarak bakmakta fayda var. Sanırım 2009 - 2016 yıllarını kapsayan sanatsal pratiğimin yukarıda anlatmaya çalıştığım özne oluşla halleşme şekli, özneden sıyrılıp kendiliğe giden bir yolu da zaman içinde kendine açtı. Burada nesne oluşa nasıl bakabiliriz?
Bilinçdışının ya da öznelerin, 5KB’de, B.İ.M.A.B.K.R.’de ve Loyelow’da nesnelere sızan bellekleri; örneğin beyaz don ipliğinden mıhlanan kuzguncuk (E1, 2011), buzlu cam ardında tüm gün dönen açık bir TV (Buzlu Cam, 2011), anıt bir vitrin (Vitrin, 2013), Atatürk rozetli bir ayakkabı topuğu (Topuk, 2013), fayans karolarından bir tetris (Uzay Mavi, 2016), yahut içi pilavla doldurulmuş çay bardakları (Ku, 2016) her ne kadar bu coğrafyaya ait bilgiyle kavranabilir olsalar da bu bilgiden ayrışmanın yollarını ararlar. Bu anlamda değişen dokuları, kavramdan malzemeye araştırdıkları katmanları, değişen sınırları ve ürettikleri sentezler ile temsili değillerdir.
Biraz daha detaylı bakalım.
Beyaz don lastiğinden E1’e mıhlanan kuzguncuk, don lastiğiyle ip atlayan çocukları akla getirir. Gergin beyaz ipin önerdiği hapishane demirlerine tutulmuş iki el, don lastiğine değdiği anda titreşecektir. E1’in 5KB metninde duyduğumuz sesinin fiziksel mekanda bu don lastiği titreşimleriyle buluştuğu an, kuzguncuğun öznesinden yittiği andır. Anlık imgelem, anlık dehliz, anlık girdap fiziki olarak vuku bulur. Bu bağlamda yapıt yerine yapıt fikriyle ilgilenmek, hem fiziksel mekânda hem de metnin espasında parçalı, atlamalı ya da senkronize çarpışabilecek tüm bu durumların dağınıklığı ya da örgütlülüğünü gerektirir diyebiliriz. (E1, 2011)
İçi pilavla doldurulmuş çay bardakları, her biri ayrı terleyerek birer kozmos yaratırlar. Burada pilav ve çayı unuturuz. Nesne amorf, tanıdık olmayan bir görünüme bürünür. Pilavı küflenmiş haliyle tanıyamayız. Cam bardağı, pilavla birleşerek kendileşir. Cam bardağı terleyerek başkalaşır. Her bir detayda nesnenin kendini tayin etme, oluşturma süreci başlar. (Ku, 2016)
Ortasında bir süt havuzu olan masayı masa olarak tanımak artık mümkün değildir; ya da mümkündür. Süt kaynadıkça kaymak tutar. Etrafa koku yayılır. Kaymak tutan doku sertleşir, ahşabın uzantısında mermer görünümünü alır. Süt tüm gün kaynar ve buharlaşır. Yüzeyde masanın sınırı olarak beliren düzlem yavaş değişimlerle çökmeye başlar. Günün sonunda masanın ortasında bir boşluk oluşur. Masanın masa olarak algılanan formu ortasından göçer, masanın sınırı değişir. Masa başkalaşır. (Masa, 2011)
Alçıdan dökülmüş leğenin taşıyamadığı su leğenin tabanını delerek mekâna akmaya başlar. Su leğenin tabanını erittikçe, leğenin leğen oluşu başlar. Leğen işlevsizleşir. Burada nesne, tanımlı belleğin virtüel bir şekilde şimdiyle varoluşuyla şekillenir; leğenin bilindik nesneliğine dair bellekte delikler oluşur. Nesne akışkanlaşır, tanıdık anlamından anlamsızlaşır. (Sızı, 2013)
Genç Kahin (2016) bu anlamda bu oluş halini durdurarak bunu tersten yapar. İşlevi suyun akışını şekillendirmek olan hortum galeri mekânında içi alçıyla dolu şekilde yerde uzanır. Yakından bakıldığında üzerinde hiçbir oynama/sanatsal müdahale görülmez. Bu, herhangi bir hortum değildir, oysa hortumdur ve hortumun temsili değildir. Bir duygulam yaratır. Görünen sadece hortumun iki ucundaki beyaz alçı kesitleridir ki bunu görmek için yere eğilmek gerekir. Yere eğilince bambaşka bir uzam açılır. Loyelow Fields’dan, Ku’ya ve Uzay Mavi’ye başka bir ölçekte görülür Loyelow’un bedeni. Nesnelerin mevcudiyetleri onlara tepeden bakan öznelerin bakışlarından kurtulur, kendi uzamlarında algılanır; kendilikleriyle buluşur.
*
Nesne, öznenin nesnesi olduğunda, yahut bir işlev için var olduğunda, belleğin ve temsiliyetin hegemonyasıyla sarıldığında, özne ve erk ilişkilerine maruz kalan bedenlerimiz de nesne olurlar. Bu metinlerde önerilen bedenlerin nesneleşme isteği maruz kaldıkları yoğun ilişkisellikler olabilir. Bu yıllardır bana yöneltilen bir soru. Metin mi önce geliyor, nesne mi? Metin mi nesneyi doğuruyor, nesne mi metni? Bu yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan denklemi bizi bir yere götürmez. Fakat, metnin tekrarlarından usanan nakaratları, metnin bir noktasında düşünceyi katmanlıyor ve nesneyi öneriyor diyebiliriz. Bu bağlamda 5 Kişilik Bufet’in oluşumu iki yıl kadar sadece yazarak gerçekleşti. Sonrasında ise süreç bir spiral. Düşüncelerin nasıl mayalandığı ve katmanlandığı… Bu katmanlamaya, metnin de, öznenin de, malzemenin de, sesin de nesne olduğunu önererek ufak bir pencere daha açıp konuşmamı sonlandıracağım…
Nesne yönelimli ontolojide, özne ve nesne dualite halinde değildir. Burada “tekinsiz” devreye girer. Timothy Morton bunu basit bir örnekle anlatır. Kişi yer değiştirdiğinde, yeni yerde kendini deneyimleme biçimi ilk birkaç gün yoğun bir şekilde sekteye uğrar. Kişi bütünlüğünü ve normalini kaybeder, duş alırken, elektrik prizine telefon şarjını takarken, etrafındaki kokular keskinleşirken ve nesne dünyası ona “normal”in mesafesini aşmış, daha yakın gelirken. Bu bağlamda sorar, kişinin kendi dünyası, aslında yersizleşen nesneler midir? Tersten bir okuma ile, yer başlı başına bir yersizleşmeye varır.
5KB’nin B.İ.M.A.B.K.R.’nin ve Loyelow’un ev içlerine benzemeyen ancak nereye benzediğini kestiremediğimiz yerleri de rastlantısal mekânlar değillerdir. Galeriye/sanat mekânına ayak bastığımızda karşılaştığımız nesne dünyası normalin mesafesini aşmıştır. Öte yandan bu karşılaşma yoğun bir yer hissini beraberinde getirir. Bu yer, aynı zamanda nesnenin zamanı ile belirlenir. Sütün kaynama süresi, hortumun içinde artık akmayan suyun engellenen akış süresi gibi.
Örnekler çoğaltılabilir. Bu noktada, hem metinlerde hem de yerleştirmelerde zaman ve yer hissini doğuran, yani “yerleyen” ve “zamanlayan” nesnelerin, görünen ile kaybolan, var olan ile dönüşen arasında ve birbirleriyle ilişkide bir bilinç ürettikleri söylenebilir. Bu bilinç, 5KB’den Loyelow’a hayali özneler özneleşme serüvenlerini sürdürürken esas olanın nesnenin nesneleşme serüveni olduğunu bize söyler. Bu bağlamda öznenin kendiliğine doğru özgürleşmesinin eş zamanlı olarak nesnenin de özneden özgürleşmesiyle mümkün olabileceği önerilebilir.
İşlevsizleşmek, sınırın geçişkenliğine ve esnekliğine bakmak, zamanla başka bir ilişki kurarak anda oluşanı gözlemlemek, hatta zaman olmak, tekrarlara ve aşınmalara kulak vermek, bir nesne olabileceğimizi düşünmek ve bir tabut nasıl davranır şu gül kaplama vücudu olmasa diye hülyalara dalmak vs. vs.
*Bu metin 2017 Eylül’ünde Salt Galata’da Protocinema ve İbrahim Cansızoğlu’nun oluşturduğu Kiralık Satılık programı kapsamında sunulmuştur.
0 notes
hicranizm · 7 years
Photo
Tumblr media
Bir kitabı okurken çoğu zaman adı bile insanı hüzünlendirebiliyor. Peki hüzünlü mü? Hem de fazlasıyla! Dinlediğiniz müziğe dikkat edin okurken. Yoksa, insanı mıh gibi yerinde çakılı bırakıyor :) "Seni algılayışım aynı ya da ayrı yerlerde oluşumuza göre değişiyor. Yani, sen diye tanıdığım iki kişi var. Benden uzakta olduğunda bile, benim için varsın. Varlığının bu şekli çok-biçimli: Sayısız imgeler, geçişle, anlamlar, bildiğimiz şeyler ve yerlerden oluşmakta, ama her şeyin altını ��izen şeyse, her yere yayılmış yokluğun. Sanki sen bir mekana dönüşmüşsün, hatların da ufuk olmuş. İşte o zaman bir ülkede yaşar gibi yaşıyorum içinde. Sen her yerdesin. Fakat bu ülkede asla seninle yüz yüze gelemiyorum." John Berger / Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü
3 notes · View notes
olumsuzsozler · 7 years
Photo
Tumblr media
ANLAR  (Arjantin-1985) Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,   İkincisinde, daha çok hata yapardım.   Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.   Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,   Çok az şeyi   Ciddiyetle yapardım.   Temizlik sorun bile olmazdı asla.   Daha çok riske girerdim.   Seyahat ederdim daha fazla.   Daha çok güneş doğuşu izler,   Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.   Görmediğim bir çok yere giderdim.   Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.   Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.   Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.   Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.   Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.   Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.   Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,   Gitmeyen insanlardandım ben.   Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.   Eğer yeniden başlayabilseydim,   İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.   Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.   Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,   Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.   Ama işte 85'indeyim ve biliyorum…   ÖLÜYORUM…    
Jorge Luis Borges
╚►Sözler Gif Linki:
Tumblr media
Jorge Luis Borges Sözleri:   (1899-1986) Kimse yok senin yanında. Jorge Luis Borges   Bana, kendim olmak yetiyor. Jorge Luis Borges En büyük intikam kayıtsızlıktır.  Jorge Luis Borges Hayatın kendisi özlü bir sözdür.  Jorge Luis Borges Yankıyım, unutuşum, hiçliğim ben.  Jorge Luis Borges Konuşmak, bir şey söylemek değildir.  Jorge Luis Borges Ben de zaten bir düşüm, gelip geçici... Jorge Luis Borges   Dünün insanı, bugünün insanı değildir.  Jorge Luis Borges Yapayalnız bir güneşin de anısıyım ben. Jorge Luis Borges   Nesneler, insanlardan daha çok yaşarlar. Jorge Luis Borges Uyumak, dünyadan çekip almaktır kendini. Jorge Luis Borges Bir şeyi görebilmek için onu anlamak gerekir. Jorge Luis Borges Üstümüzde bir yerde büyümekte gaddar tarih. Jorge Luis Borges Cennet bana hep bir kütüphane gibi gelmiştir.  Jorge Luis Borges Önemli olan okumak değil, yeniden okumaktır.  Jorge Luis Borges Yaşam öylesine zavallı ki ölümsüz olmaya değmez. Jorge Luis Borges İnsan, ölülerle konuşurken, ölü olduğunu unutuyor.  Jorge Luis Borges Ve zaman büküyor ikimizi de, Biz farkında olmadan... Jorge Luis Borges Devlet nesnel, her türlü kişisellikten uzak bir kavram. Jorge Luis Borges Gerçekler hayal değildir, ama hayaller gerçek olabilir. Jorge Luis Borges   Kör ve yalnız bir adam yazmaktan başka ne yapabilir ki?  Jorge Luis Borges Hayatının sahibi olan insan, ölümüne de sahip çıkmalıdır. Jorge Luis Borges   Doğaüstü olan bir şey iki kez yinelenirse korkunçluğunu yitirir. Jorge Luis Borges Aşık olmak, hata yapabilen bir tanrı'sı olan bir din yaratmaktır.  Jorge Luis Borges Zamana direnebilenler yalnızca zaman içinde yer almayanlardır. Jorge Luis Borges Bir din için ölmek, onun için yaşamaktan kesinlikle daha kolaydır. Jorge Luis Borges Yeryüzündeki bütün aynaları gördüm; hiçbiri, beni yansıtmıyordu. Jorge Luis Borges Önemli değil mutluluğum ya da mutsuzluğum benim. Ben ozanım... Jorge Luis Borges Ne arar insan tavanarasında dağınıklığı artırıcak bir şeyden başka?  Jorge Luis Borges Cennetin bir çeşit kütüphane olacağını her zaman hayal etmişimdir.  Jorge Luis Borges   Sessiz sözcükler söyleyerek dua eden biri değil de, düşünen biri gibi. Jorge Luis Borges Evrensel tarih belki de birkaç metaforun değişik vurgularının tarihidir. Jorge Luis Borges Ne zaman aynadaki yüze baksam, bilmiyorum hangi yüz bana bakıyor. Jorge Luis Borges   En parlak başarılar sözcüklerle perçinlenmezse ışıltılarını kaybederler.  Jorge Luis Borges Tek bir insanın yaptığı, sanki bütün insanlar tarafından yapılmış gibidir. Jorge Luis Borges Bazıları, yazdıklarıyla övünebilir, bense okuduklarımla gurur duyuyorum. Jorge Luis Borges   Okumak, yazmaktan öte bir iştir; daha uysal, daha uygar, daha entelektüeldir... Jorge Luis Borges   Son yaklaştıkça, anımsanan birtakım imgeler kalmaz artık yalnızca sözcükler kalır.   Jorge Luis Borges Eğer evrenin gerçek bir görüntüsüne sahip olabilseydik, belki de onu anlayabilirdik.  Jorge Luis Borges Bazı gerçeklikler zihne o denli yakın ve açıktırlar ki onları görmek için bakmak yeterlidir.  Jorge Luis Borges İnsan belleğinin ulaşamadığı Düşler ülkesine. Aklımın almayacağı parçalar kaldı bende...  Jorge Luis Borges Kendi ölümümü düşünüyorum, kusursuz ölümümü, gömülecek kül kasesi ve gözyaşı olmayan.  Jorge Luis Borges Diktatörlük rejimleri, baskı, biat ve gaddarlık doğurur. Ama en kötüsü, aptallığı yaygınlaştırmasıdır. Jorge Luis Borges Cennet ve cehennem bana oldukça aşırı geliyor. İnsanların yaptıkları bu kadarını hak ediyor olamaz. Jorge Luis Borges Yalnızlık bana acı vermiyor: insanın kendisini ve kendi davranışlarını hoşgörmesi zaten yeterince zor. Jorge Luis Borges Ölümsüzlük anlamsızdır; insan dışında bütün yaratıklar ölümsüzdürler, çünkü ölümden habersizdirler. Jorge Luis Borges   Belki çağdaşlarımız -her zaman- bize fazlasıyla benzerler, yenilik arayacaksak eskilerde daha kolay buluruz. Jorge Luis Borges Tanıdığım bir kitabı tekrar okumanın bana, yeni bir kitap okumaktan daha fazlasını kazandırdığına inanıyorum. Jorge Luis Borges Edebiyat iletişimdir. İletişim ise hakkaniyeti gerektirir. Edebiyat, en nihayetinde kavuşulan çocukluğun ta kendisidir?  Jorge Luis Borges Ne kadar uzun ve karmaşık olursa olsun, her hayat esasen tek bir andan ibarettir – kişinin kim olduğunu öğrendiği an.  Jorge Luis Borges Sil baştan yaşama şansım olsaydı eğer, oturup saymazdım eski yanlışlarımı. Kusursuz olmaya çalışmaz, rahat bırakırdım yüreğimi. Jorge Luis Borges Edebiyat karşınıza ilginizi çekebilecek ya da bugün ilgi duymasanız da yarın okuyabileceğiniz başka bir yazar çıkaracak kadar zengindir.  Jorge Luis Borges Eğer uzay sonsuzsa biz de uzayın herhangi bir noktasındayız demektir. Eğer zaman sonsuzsa biz de zamanın herhangi bir noktasındayız. Jorge Luis Borges Okur önemli çünkü kitap açılıp okunana kadar ölüdür. Ben kitapları yazıyorum fakat eğer anlaşılmazsa o kitap ölü olmaya devam edecektir. Jorge Luis Borges Zaten önemli olan okumak değil, yeniden okumaktır. Şimdi batmış olan basımevleri insanoğluna en büyük kötülüğü yaptı, ve gereksiz metinleri başdöndürücü bir hızla çoğalttı. Jorge Luis Borges ANLAR (Arjantin-1985) Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,   İkincisinde, daha çok hata yapardım.   Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.   Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,   Çok az şeyi   Ciddiyetle yapardım.   Temizlik sorun bile olmazdı asla.   Daha çok riske girerdim.   Seyahat ederdim daha fazla.   Daha çok güneş doğuşu izler,   Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.   Görmediğim bir çok yere giderdim.   Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.   Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.   Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.   Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.   Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.   Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.   Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,   Gitmeyen insanlardandım ben.   Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.   Eğer yeniden başlayabilseydim,   İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.   Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.   Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,   Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.   Ama işte 85'indeyim ve biliyorum…   ÖLÜYORUM…      Jorge Luis Borges
youtube
.............................................. ╚►Facebook: https://www.facebook.com/Pusulasoz ╚►Tumblr: http://pusulasozler.tumblr.com/ ╚►Twitter: https://twitter.com/pusula1sozler ╚►Twitter: https://twitter.com/SozlerOlumsuz ╚►Pinterest: https://tr.pinterest.com/szler/ ╚►Site arşiv: https://pusulasozler.tr.gg/ ╚► https://www.youtube.com/channel/UCAX5hFduX25sE6MAETi9raw ╚►Sözler Gif: https://i.hizliresim.com/qdkQOD.gif ..............................................
2 notes · View notes