Tumgik
#içimizdeki büyük problem
26lal-efulim01 · 1 year
Text
Sizce insanın içini en karıştıran, en üzen, en düşündüren ve en çok yoran duygu hangisidir?
Acı, üzüntü, kırgınlık ya da çaresizlik mi? Hayır hiç biri değil. Bizi en çok üzen de, en çok düşündüren de, en çok yoran da minnetlik duygusudur. Sevdiğiniz, sevmediğiniz ya da sevdiğinizi zannettiğiniz birini düşünün. O kişi size öyle bir şey yapmıştır ki ne ondan nefret edebilirsin, ne ondan soğuyabilirsin ne de onu hayatından çıkarabilirsin.
Şöyle düşünün ; en değer verdiğiniz kişi, size sizin için en iyi şeyi yapmıştır. Mesela herkesin önünde sizi savunmuştur, size yardım etmiştir, aç karnınızı doyurmuştur. Bunlardan herhangi birisini ya da başka bir şey de yapmış olabilir.
Size yardımı yapan o kişi, bir gün gelir karşınıza çıkar ve size en kötü şeyi yapar, güveninizi zedeler. Güven kazanılabilir kaybedilebilir ya da zedelenebilir, bilemeyiz.
Sonra yine o kişi gelir sizin bir şekilde gönlünüzü alır.
Ve sonra o kişi yine sizi sarsacak bir şey yapar ve sende ondan nefret etmeye başlarsın ta ki içindeki minnet duygusu konuşasaya kadar.
Selam ben minnet duygusu. İçindeki kargaşanın farkındayım ama şunu düşün o sana asla ama asla unutamayacağın bir iyilik yaptı sen ondan nefret ettiğin zaman o iyiliğin ve yaşayacağın vicdan azabıyla ezilirsin. Hem sen onu seviyorsun nasıl ondan nefret edebilirsin ki?
Diye konuşur seninle sen ne yapsam, nasıl davransam diye düşünürken de bir bakmışsın ki içinde ki kargaşada yok olmuş ve o kişiyi affetmişsin.
Kısaca içimizdeki minnet duygusu bizim peşimizi bırakmaz, kendini her daim hatırlatır ve senin yıpranmana neden olur. İçimizdeki minnet bizim kargaşamızın ta kendisidir.
5 notes · View notes
hanargelisim · 1 year
Photo
Tumblr media
A753 ... BAŞKAN KÖR BİR KAPTAN MI! . . BİR BÜYÜK GEMİDE İLERLERKEN BİR lanet olur ve herkes görme duyusunu kaybeder. Okyanusun ortasında kendi istikametinde ilerlerken herkes aynı anda karanlığın düştüğünü söyler. Bir süre sonra durum anlaşılır. Gemi oldukça büyüktür ancak tayfa ve kaptanlar da oldukça deneyimli ve gemiye alışkındır. Bin yıllık bir mazisi vardır bu deneyim sürecinin. Kaptan bütün bilgi ve deneyimleri bu süreçten geçen her kaptanın KİŞİSEL notlarını incelemek yoluyla öğrenecek kadar kaynak sahibidir. Daha öncede karanlıklara, fırtınalara yakalanan çokça kaptan, kaptan yardımcıları, kaptansız tayfa olmuştur. . Bunca birikim ve bunca deneyim bazı zorluklar için artık sezgi gereklidir dedirtecek cinstendir. Sezgi hem bir duyum aracılığıyla yada içten gelen bir ses aracılığıyla düşünceye dönüştürülecektir. . Soğukkanlılığını korur. İlk emrini verir. Dümeni sabit tutun. Dümenci dümeni kilitler. Ardından tüm kaptanların ve tayfa yönetim kadrosunun toplamasını İSTER. Koca salonda herkes olağanüstü bir toplantı sırasında alınması gereken yerini ve pozisyonunu alır. KAPTAN konuşmaya başlar. - Biliyorsunuz ki kör olduk. Ancak talihin gözleri hala açık olabilir. Bu yüzden talihin önünde ışık olabilmek için içimizdeki bilgi ve deneyimin bir ışık yakıtı olarak ortaya konulması gerekecektir. Herkes aynı görüşte olduğunu belirten bir kör sessizliğe bürünür. Ardından devam ile, - İsmi söylenen kişi konuşmaya başlamadan önce masaya komutu aldığına dair bir kere vurarak konuşacak ve ayrıca söz almak isteyen kişi masaya iki defa vurarak sözü olduğunu belirtecektir. Konuşan kişi fikirlerini paylaştıktan SONRA diğeri konuşmaya başlayacaktır. Bir fırtına ile karşı karşıya kalsak bile bilgi alışverişi bu masa etrafında devam edecek ve her türlü problem ile nasıl baş edeceğimizi birlikte çözeceğiz. Güvertenin üstünde bulunan bu salonun pencerelerinin açılması istenir ve rüzgar bizim rehberimiz olacaktır der. . İlerler. . Ancak unutulan ayrıntı, kör eden döneminde esmesi gereken rüzgarı farklı yönden estirip, zamansız bir fırtınada koparabilir. . . HaNAR . . #thehanardevelopment #personalconstutionaltrials #hanargelisim #HaNARgelisim #hanargelisimtakvimi #ther https://www.instagram.com/p/Cqup93rA7Ym/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
belkidebirharfimben · 4 years
Text
Tevbe mübarek bir intihardır
Kıyamet sûresinin ilk iki ayetini düşünüyorum bugünlerde arkadaşım. Biliyorsundur. Yemin içeren iki ayet onlar. Birincisi 'kıyamet gününe' yemin ediyor. İkincisi 'nefs-i levvame'ye. "Kıyameti biliyoruz da peki ya nefs-i levvame nedir?" diye soracak olursan hatırımda şöyle kalmış: O nefis mertebelerinin ikincisidir. 'Kendini kınayan nefis' demektir. Yani, nefsin 'emmarlığı/sorgulanmazlığı' boynundan düşmeye başladığında, insan da birtür 'özeleştiriye' başlar. Kusurlarını görür. Yanlışlarını ayıplar. Hatalarına pişman olur. Önceki 'ben'inden sonraki 'ben'ine hicrete niyetlenir. En azından şöyle bir yanında götüreceklerine bakar. İşte bu hicretin başlangıç adımıdır 'nefs-i levvame.' O yüzden mezkûr ayete de kısaca şöyle meal verirler: "Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim."
Hani ben yazılarımda sıkça alıntılarım: Irvin Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda şu manada bir isabeti vardır: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Arkadaşım bunu mutasavvıflar bize asırlardır söylüyor. ('Nefsin yedi mertebesi'nde yolculuk buradan başlıyor.) Kur'an ve sünnetse onlardan da önce. (Zaten bu petek balından akıtmasa o dil şekeri nereden bilsin?) "Pişmanlık tevbedir!" buyuran Aleyhissalatuvesselam, ilgiyi böyle kurmakla, içimizdeki hicretin dakikatini de önümüze serpmiş oluyor. Pişmansan tevbe edersin. Tevbe edersen pişmansın. Pişman olup da tevbe hicretine teşebbüs etmemek bir problem olduğu gibi tevbe edip de pişmanlık ateşine düşmemek de bir problemdir. Bunlar birbirlerini gerektirirler. Sonraki 'ben' olacaksan önceki 'ben'den pişman olmalısın. Yanmalısın. Küsmelisin. Yakmalısın. Tevbe pişmanlığın zâhirdeki delilidir. Pişmanlık tevbenin bâtındaki burhanıdır. Ancak ikisi birleştiğinde insan kendi kıyametini koparmaya azmeder.
Bak, şaşır, kalem bizi döndürüp birinci ayete geri getirdi. O vakit, ben "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla diyeyim, sen de hakikat görürsen hakveriver. Onlar arasında şöyle de bir ilgi kurulabilir gibi geliyor arkadaşım: Bunlar âlemdeki 'kıyamet hakikati'nin iki ucudur. Mürşidimin tabiriyle "İnsan şu âlem-i kebîrin bir misal-i musağğarıdır..." Büyük âlemde olanların nümuneleri şu küçük örneğinde de vardır. Yani 'kıyamet kanunu'nun da minicik bir ferdi onda kopmaktadır. Nedir peki o nümune? Pişmanlıktır.
İnsan, hakikaten pişman olduğunda ve hakiki pişmanlığın da ancak tevbeyle olabileceğini anladığında, içinden şanlı bir göç kaldırır. Nefs-i emmaresi (emredici nefsi) sorgulanır hale gelir. Böylece yaralarıyla yüzleşir. Teşhis eder. Tedaviyi çağırır. Kem kendiliğini terketmeye ve hayırda başka bir kendilik bulmaya gönüllü olur. Egosuna olan aşkını sonlandırır. Kıyamet nasıl âlem-i kebîrin 'fena' yarasına şifa olacaktır, aynen öyle de, kendini kınamak da nefsin 'fanilik' yaralarına şifa çalacaktır. Böylece insan içindeki 'öncekiyi' yıkar. Yepyeni bir 'sonraki' inşa eder. Bu sonraki elbette sonsuzluğa dairdir. Kıyamet de zaten varlığı sonsuzluğa müsait kılar. O gün, önceki mülkünü yıkıp sonraki bâki yurtları inşa edecek olan Rabbü'l-Âlemîn, fenada varolagelen varlığın da özeleştirisini alacaktır bir anlamda. Kıyameti ile evren kendini kınayacaktır. Pişmanlığıyla da insan kendisini kınamaktadır.
Hatırlayalım: Başka bir hadis-i şerif de bize 'ölmeden önce ölmeyi' öğütlüyor. Ölümün 'küçük kıyamet' olduğu anımsanırsa bu mübarek müntehir neyi öldürmektedir? İntiharını nereden nereye atlayarak yapmaktadır? Bana öyle geliyor ki, öncesinden sonrasına, günahından tevbesine, lezzetinden pişmanlığına, inkârından imanına, isyanından tevekkülüne yaptığı her atlayışta insan bir ölür bir dirilir. Bir yanının kıyameti kopar ve başka bir yanı cenneti olur. Büyük kıyamete delil arayanlar çevresel felaketlere bakmakla gözlerini yormasınlar arkadaşım. Git de akıl ver. İnsanın asıl kıyameti, hergün kopan binbir şekliyle, içindedir. Ve birgün büyük kıyametle cümle küçük kıyametlerin defteri kapanır.
6 notes · View notes
ihtimallertukendi · 7 years
Text
Kendi elimle aylarca uğraşıp birçoğunu tek tek araştırıp özetlerine falan bakıp bir bölümünü farklı ufak listeleri alıp düzenleyip hazırladığım kitap listem <3
1. Schopenhauer - Say yayınları dizisi 2. Schopenhauer - İsteme ve Tasarım olarak dünya 3. Schopenhauer - Aşkın metafiziği   4. Rudiger Safranski - Felsefenin yaban yılları( Schopenhauer biyografisi) 5. Nietzsche - Böyle buyurdu zerdüşt  √ 6, Nietzsche - Putların Alacakaranlığında 7. Nietzsche - İyinin ve kötünün ötesinde 8. Nietzsche - Ecce homo 9. Nietzsche - Trajedyanın doğuşu 10. Soren Kierkegaard - Korku ve Titreme 11. Soren Kierkegaard - kahkara benden yana 12. Soren Kierkegaard - Ölümcül hastalık umutsuzluk 12. Dostoyevski - Karamazov Kardeşler 13. Dostoyevski - Ecinniler 14. Dostoyevski - Yeraltından notlar 15. Albert Camus - Mutlu ölüm 16. Albert Camus - Yabancı 17. Albert Camus - Defterler 18. Jean Paul Sartre - Bulantı 19. Jean Paul Sartre - Yaşanmayan zaman 20. Jean Paul Sartre - Sözcükler 21. Jean Paul Sartre - Varlık ve hiçlik 22. Irvin Yalom - Nietzsche Ağladığında 23. Irvin Yalom - Bugünü Yaşama arzusu 24. Platon - Sokrates’in savunması ( uzun versiyonunu öneririm) √ 25. Platon - Devlet 26. Aristoteles - Poetika 27. Cicero - Yaşlılık üzerine 28. Cicero - Ölüm üzerine 29. Seneca - Teselliler 30. Augustinus - İtiraflar 31. Boethius - Felsefenin tesellisi 32. Epiktetos - Düşünceler ve Sohbetler 33. Fernando Pessoa - Huzursuzluğun kitabı 34. Cesare Pavese - Yaşama Uğraşı 35. L. Ferdinand Celine - Gecenin sonuna yolculuk 36. Baruch Spinoza - Ethika 37. David Hume - İnsanın doğası üzerine inceleme 38. David Hume -  Din üzerine 39. Voltaire - Candide 40. J. J. Rousseau - Toplum sözleşmesi 41. J. J. Rousseau - Yalnız gezerin düşleri 42. J. J. Rousseau - Emile 43. J. J. Rousseau -İnsanlar arasında eşitsizliğin kaynağı 44. Sigmund Freud - Psikanaliz üzerine 45. Sigmund Freud - Mutlu olma ihtimalimiz 46. Ludwig Wittgenstein - Felsefi Soruşturmalar 47. Bertrand Russell - Sorgulayan denemeler 48. Peter Singer - Hayvan Özgürleşmesi 49. George Orwell - 1984 50. George Orwell - Hayvan Çiftliği 51. Hermann Hesse - Bozkırkurdu 52. Hermann Hesse - Demian 53. Hermann Hesse - Siddharta 54. Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri ayarlama enstitüsü 55. Lermontov - Zamanımızın bir kahramanı 56. Aldous Huxley - Cesur yeni dünya 57. Anatole France - Kırmızı zambak 58. Cemil Meriç - Sosyoloji notları 59. Cemil Meriç - Bu ülke 60. Charles Bukowski - Kadınlar 61. Charles Bukowski - Ekmek arası 62. Charles Bukowski - Pis Moruğun Notları 63. Chuch Palahniuk - Dövüs kulübü 64. Chuck Palahniuk - Gösteri peygamberı 65. Jack Kerouac - Yolda 66. Tolstoy - İtiraflarım 67. Tolstoy - Anna Karenina 68. Tolstoy - Savaş ve Barış 69. Tolstoy - İnsan ne ile yaşar 70. Edgar Allen Poe - Seçme şiirler 71. Edgar Allen Poe - Seçme öyküler 72. Eduardo Galeano - Biz hayır diyoruz 73. Eduardo Galeano - Aynalar 74. Elias Canetti - Körleşme 75. Jose Ortega y Gasset - Sevgi üzerine 76. Max Horkheimer - Akıl tutulması 77. George Bernard Shaw - Gülen düşünceler 78. Sabahattin Ali - Kürk mantolu madonna 79. Sabahattin Ali - İçimizdeki şeytan 80. Herakleitos - Fragmanlar 81. Ralph Waldo Emerson - İnsanın görkemi 82. Richard Dawkins - Tanrı yanılgısı 83. Richard Dawkins - Kör saatçi 84. Richard Dawkins - Gen bencildir 85. Richard Dawkins - Ataların hikayesi, hil yayınları 86. Richard Dawkins - Yeryüzündeki en büyük gösteri 87. Jack London - Martin Eden 88. Marcel Proust - Kayıp Zamanın İzinde (2 cilt) 89. Vladimir Jankelevitch - Ölümü düşünmek 90. Slavoj Zizek - Acı çeken tanrı 91. Marquis de Sade - Yatak odasında felsefe 92. Simone de Beauvoir - Denemeler 93. Simone de Beauvoir - Kadın (serisi) 94. Virginia Woolf - Kendime ait bir oda 95. Virginia Woolf - Mrs. Dalloway 96. Michel Foucault - Cinselliğin tarihi 97. Erasmus - Deliliğe övgü 98. Paul Lafargue - Tembellik hakkı 99. Milan Kundera - Varolmanın dayanılmaz hafifliği 100. Franz Kafka - Milena’ya mektuplar √ 101. Franz Kafka - Dava 102. Franz Kafka - Aforizmalar 103. Oscar Wilde - Dorian Gray’in portresi 104. Sadık Hidayet - Kör baykuş 105. Carl Sagan - Cosmos (evrenin sırları)√ 106. Carl Sagan - Kozmik Bağlantı 107. Carl Sagan - Cennetin Ejderleri 108. Carl Sagan - Milyarlarca ve milyarlarca 109. Alfred Adler - İnsanı tanıma sanatı 110. Walter Sinnott Armstrong - Tanrısız ahlak 111. Orhan Hançerlioğlu - Düşünce Tarihi 112. Nigel Warburton - Felsefenin kısa tarihi √ 113. Alain de Botton - Felsefenin Tesellisi 114. Peter Watson - Fikirler Tarihi 115. Emil Michel Cioran - Doğmuş olmanın sakıncası üzerine 116. Emil Michel Cioran - Çürümenin kitabı 117. Ivan Goncarov - Oblomov 118. Mark Daniels - Dünya mitolojisi 119. Gündüz Vassaf - Cehenneme Övgü 120. Victor E. Frankl - İnsanın anlam arayışı 121. Montaigne - Denemeler √ 122. Wilhem Reich - Dinle Küçük 123. Karl Marx - Das kapital 124. Karl Marx - Komünist manifesto 125. Stephen Hawking - Büyük tasarım √ 126. Stephen Hawking - Ceviz kabuğunda ki evren 127. Stephen Hawking - Zaman ve uzayın doğası 128. Dante Aligiheri - İlahi komedya 129. Charles Darwin - Türlerin kökeni 130. Charles Darwin - İnsanın Türeyişi 131. Andreas Vesailus - İnsan vücudu üzerine 7 kitap 132. Claude Levstrauss - Hüzünlü dönenceler 133. Thomas more - Ütopya 134. Dave Goldberg - Evren kullanma kılavuzu 135. John Fardon - Astronomi bilmeniz gereken herşey 136. William Golding - Sineklerin tanrısı 137. Sun Tzu - Savaş sanatı 138. Edward O. Wilson - Doğanın gizli bahçesi 139. Neil Shubin - İçimizdeki Evren 140. E. Segal - İnsan nasıl insan oldu 141. Steven Weinberg - İlk üç dakika 142. John Gribbin - Derin basitlik 143. Lester R. Brown - Yer kürenin en güzel tarihi 144. Stephen Jay Gould - Pandanın baş parmağı 145. Douglas Adams - Otostopçunun galaksi rehberi 146. Frank Ashall - Olağanüstü buluşlar 147. Lawrance M. Krauss - Hiç yoktan bir evren 148. Eugenie C. Scott - Evrim mi? Yaratılışçılıkmı? 149. Brian Greene - Evrenin dokusu 150. Brian Greene - Evrenin Zarafeti 151. Micheal Shermer - Bilimin sınır bölgeleri 152. Micheal Shermer - İnanan beyin 153. Pico Della Mirandola - İnsanın onuru üzerine 154. Giovanni Boccacio - Decameron 155. Lorenzo Valla - Zevk üzerine 156. Botticelli - Venüs'ün doğuşu 157. Bill Bryson - Hemen herşeyin kısa tarihi 158. Peter Macinnis - 100 keşifler tarihteki en büyük buluşlar 159. Kenneth  W. Ford - Göremediğimiz dünya hakkında bilmemiz gereken herşey 160. Goethe - Faust 161. Gogol - Ölü canlar 162. Daniel Coleman - Sosyal zeka 163. Jose R. Dos Santos - Tarının formülü 164. Pierre Bourdieu - Bilim toplumsal kullanımları 165. Pierre Bourdieu - Seçilmiş metinler 166.Richard P Feynman - Fizik yasaları üzerine 167. Machiavelli - Prens 168. Rudolf Steiner - Gizli bilim 169. Champbell, Reece - Biyoloji 170. Ernest Mayr - Biyoloji budur 171. Ormiston Walker - 100 Fen ve teknoloji deneyi 172. Steve Parker - 100 Adımda bilim 173. Peter V. Brett - Göreliliğin anlamı 174. Pascal Acot - Bilim tarihi 175. Jared Diamond - Tüfek, mikrop ve çelik 176. Eddi Anter - Ben benim 177. Emile Zola - Germinal 178. Evrim - Douglas J. ,Palme yayınları 179. Evrimsel Analiz - Scott Freeman, Jon C. Herron, Palme Yayınları 180. Evrim Kuramı - John Maynard Smith, Evrim Yayınları 181. Evrim Atlası - Çağlar Sunay, Peter Barrett, Douglas Palmer, Muzaffer Özgüleş, İş Bankası Yayınları 182. Herkes İçin Evrim, Darwin’in Teorisi Hayata Bakış Açımızı Nasıl Değiştirir? -  David Sloan Wilson, Metiş Yay. 183. Charles Darwin: Evrim Devrimi -  Rebecca Stefoff, TÜBİTAK 184. Darwin Ne Yaptı? - Öner Ünalan, Papirüs Yay. 185. Dünü ve Bugünüyle Evrim Teorisi -  Evrensel Yay. 186. Türlerin Kökeni (Resimli Uyarlama) -  Michael Keller, Versus Kit. 187. İçimizdeki Balık - Neil Shubin, NTV Yay. 188. Maymundan mı Geldik? - Kolektif - Bilim ve Ütopya Kitaplığı 189. 50 Soruda Darwin ve Evrim Kuramı -  Haluk Ertan, Bilim ve Gelecek Kit. 190. 50 Soruda Yaşamın Tarihi - Deniz Şahin, Bilim ve Gelecek Kit. 191. Dersimiz Evrim - İlhan Akalın, Yurt Kitap Yay. 192. Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği - Bilim ve Gelecek Kit. 193. Evrim Bilimi ve Yaratılış Efsanesi: Neyin Gerçek ve Neden Önemli Olduğunu Bilmek - Ardea Skybrek, Yordam Kit. 194. Evrim ve Yaratılışçılık - Michael Shermer, Varlık 195. Evrim Kuramı ve Bağnazlık - Cemal Yıldırım, Bilim ve Gelecek Kit. 196. Bilim ve Yaratılışçılık - Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi Görüşü, Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) 197. Charles Darwin ve Evrim Tartışmaları - Bill Price, Kalkedon Yay. 198. Yüzyılın Davası - Edward J. Larson, İzdüşüm 199. Seksüel Seçme - Charles Darwin, Onur Yay. 200. Sevişen Beyin: Eş bulma süreci insan doğasını nasıl belirledi? - Geoffrey Miller, NTV 201. Kızıl Kraliçe: Cinsellik ve İnsan Doğasının Evrimi - Matt Ridley, Yapı Kredi Yay. 202. İnsanın Türeyişi - Charles Darwin, Gün Yay. / Onur Yay. 203. Neredeyse Bir Balina - Steve Jones, Evrensel Yay. 204. Evrim Serüveni - Sedat Ölçer, Metiş Yay. 205. Dünya'nın En Güzel Tarihi - Hubert Reeves, Joel De Rosnay, Yves Coppens, İş Bankası Yay. 206. Hayvanların En Güzel Tarihi - Pascal Picq, Jean-Pierre Digard, Boris Cyrulnik, Karine Lou Matignon, İş Bankası Yay 207. Bitkilerin En Güzel Tarihi - Jacques Girardon, Jean-Marie Pelt, Marcel Mazover, Teodore Monod, İş Bankası Yay. 208. 50 Soruda Yerin Evrimi - Mehmet Sakınç, Bilim ve Gelecek Kit. 209. Yerkürenin En Güzel Tarihi - Lester R. Brown, Andre Bahic, Paul Tapponier, Jacque Girardon, İş Bankası Yay. 210. Yaşamın Tüm Çeşitliliği - Stephen Jay Gould 211. Hayvan Zihni: Hayvanlarda Akıl Yürütme ve Problem Çözme Becerisi Üzerine - James. L. Gould, Carol Grant Gould, TÜBİTAK 212. Darwin ve Sonrası Doğa Tarihi Üzerine Düşünceler - Stephen Jay Gould, TÜBİTAK 213. Darwin ve Darwincilik - Patrick Tort, Dost Yay. 214. Darwin ve Evrimin Bilimi - Yapı Kredi Yayınları 215. Kalıtım ve Evrim - Ali Demirsoy, Meteksan 216. Evrimin Öyküsü - Vural Yiğit, Evrim Yay. 217. Köken - Vural Yiğit, Evrim Yay. 218. Gen Çeviktir - Matt Ridley, Boğaziçi Üniveritesi Yay. 219. Genom: Bir Türün Yirmi Üç Bölümlük Otobiyografisi - Matt Ridley, Boğaziçi Üniversitesi Yay. 220. Türlerin Kökeni - Janet Browne, Versus 221. Pandanın Başparmağı - Stephen Jay Gould, Versus 222. Olağandışı Yaşamlar - James L. Gould, Carol Grant Gould, TÜBİTAK 223. İçimizdeki Maymun: Biz Neden Biziz? - Frans de Wael, Metiş Bilim 224. Çıplak Maymun - Desmond Morris, İnkılap Yay. 225. Çıplak Kadın - Desmond Morris, İnkılap Yay. 226. Çıplak Erkek: Erkek Vücudu Üzerine Bir İnceleme - Desmond Morris, NTV Yay. 227. Charles Darwin’in Özyaşam Öyküsü -  Francis Darwin, Daktylos Yay. 228. Charles Darwin - Katrin Hahnemann, İş Bankası Kültür Yay. 229. Darwin ve Beagle Serüveni - Alan Moorehead, TÜBİTAK 230. Charles Darwin: Bir Doğabilimcinin Evrimi - Richard Milner, Evrim Yay 231. Biyolojik Evrim Kuramının Arkasındaki Yaşam - Charles Robert Darwin, İş Bankası Yay. 232. Charles Darwin - Alan Gibbons, İş Bankası Yay. 233. Charles Darwin Kimdi? - Deborah Hopkinson, Beyaz Balina Yay. 234. Darwin, Galip Ata - Bilim ve Ütopya Kit. 235. Meraklısına Darwin - Pascal Picq, Yapı Kredi Yay. 236. Bilim İnsanlarımız Darwin’i Selamlarken - Alper Dizdar, Yazılama Yay. 237. Darwin Sizi Seviyor: Doğal Seçilim ve Dünyanın Yeniden Büyülenmesi - George Levine, Metiş Bilim 238. Darwin ve Beagle Gemisi’yle Yolculuğu - Felicia Law, Optimist Yay 239. Üçlü Sarmal: Gen, Organizma ve Çevre - Rihard Lawontin, çev. Ergi Deniz Özsoy, TÜBİTAK 240. Cennetten Akan Irmak: Yaşama Darwinci Bir Bakış - Richard Dawkins, Varlık Yay. 241. Doğanın Gizli Bahçesi - Edward O. Wilson, TÜBİTAK 242. Biyoloji Felsefesi - Elliott Sober, İmge 243. Süreç Kuram ve Kavram Olarak Evrim - Yaman Örs, Kaynak Yay. 244. Biyolojide Diyalektik Yöntem - İ.T. Frolov, Toplumsal Dönüşüm Yay. 245. Darwin Kuramı Seçme Yazılar, Eleştiriler - Charles Darwin, Pan Yay. ve TÜBİTAK 246. Evren ve Evrim - Cihan Türkoğlu, Doruk Yay. 247. Evrim, Bilim ve Eğitim - Üniversite Konseyleri, Nazım Kitaplığı 248. Evrim Adamı - Roy Lewis, Dost 249. Evrim Kuramı Üzerine Sorular -  Charles Devillers, Henri Tintant, İletişim yay. 250. İnsan ve Hayvanlarda Beden Dili - Charles Darwin, Gün Yay. 251. Modern İnsanın Kökeni - Roger Lewin, TÜBİTAK 252. Göl İnsanları - Richard Leakey, Roger Lewin, TÜBİTAK 253. 50 Soruda İnsanın Tarih Öncesi Evrimi -  Prof. Dr. Metin Özbek, Bilim ve Gelecek Kit.
1K notes · View notes
hasansonsuzceliktas · 4 years
Text
Bir Daha Yetersizlik Hissi Yaşamamayı Nasıl Sağlarsın?
Danışanımla seanstayız… Kendisi 3 ay önce, en büyük 50 şirketten birine genel müdür oldu. Çok uğraştı bu pozisyonu elde edebilmek için. Hem işinde en üst seviyede başarıyı yakalamaya çalıştı (ve başardı), hem iyi bir lider olabilmek için uğraştı (ve tanıdığım en iyi liderlerden birine dönüştü çalışmamız içinde), hem de bu pozisyonu elde edebilmek için şirketin yönetim kuruluna kendini tanıtmaya ve onlarla iyi ilişkiler kurmaya yatırım yaptı. Bununla kalmadı, isminin hem sektörde, hem de iş dünyasında duyulması için gereken tüm doğru adımları gerçekleştirdi. Sonunda da CEO'luk koltuğuna oturdu. Görüşmemiz, danışanımın CEO olmasından sonraki belki de 3. seansımız. Pozisyonu aldığı ilk zamanlara göre çok farklı bir ruh halinde. Kutlama, parlak bir vizyon, gelecek için umut dolu resimler yaratma gitmiş, yerini ilgisini ve karar vermesini bekleyen binlerce konuyla nasıl başa çıkacağını bilememe, suyun altında kalma hissi, kendini sorgulama, endişe almış. Ben endişelenmiyorum, çünkü her yeni genel müdür olan kişi, ortalama bu zamanlarda aynı duygulara ve endişelere kapılır. Kapılması lazım. Yoksa kendisinden beklenen görevi anlamamış demektir. İçinde bulunduğu duygu durumunu araştırıyoruz birlikte. Dönüp de kendi içine, yaşadığı duygulara ve verdiği tepkilere dikkatlice bakarken birden gözleri parlıyor, ulaştığı içgörü ile: "Biliyor musun Dost" diyor, "fark ediyorum ki ben tüm yaşamımı içimdeki bir eksiklik, yetersizlik hissini ortadan kaldırmak için yaşamışım. Sanıyordum ki genel müdür olunca bir gün bu his geçecek, sonunda yeterli olduğumu kendime kanıtlayacağım. Şimdi genel müdür oldum, ve hiç bu kadar yetersiz hissetmemiştim!" Alan ve Temas Geçen yazımda, orijinal travmamızdan, varoluşumuzun özünden nasıl koptuğumuzdan bahsetmiştik, ve demiştik ki "Sadece kendimizi fark ettiğimiz için ve kendiliğinden bir benlik tanımını içimizde göremediğimiz için kendimizi kısıtlıyor, daraltıyor, bize anne babamız, çevremiz tarafından verilen veya sunulan tanımlara tutunuyor ve bir "kısıtlı – sınırlı ben" yaratıyoruz". Bu sınırların dışında kalan her şeyi de "ben değil, benim tanımım değil, benim yapacağım değil" yapıyoruz. Bu yaratılan tanımlar, ileride bizi kısıtlıyor, hapis ediyor, aşamadığımız sınırlara dönüşüyor. Özellikle de adı üzerinde yaratıldığı, birer kurgu olduğu için bize gerçekte kim olduğumuzu söyleyemiyor; varoluşsal kaygıya, acıya, boşluk ve anlamsızlık hissine dönüşüyor. Ve demiştik ki bu travma için anne babanızın hata yapmasına gerek yok. Anne babamızın "hataları", daha doğrusu kendilerine yaşatılanları bir sonraki kuşağa aktarmaları daha sonra geliyor. Bir çok psikoloğun ve araştırmacının saptadığı gibi bir bebeğin sağlıklı bir şekilde gelişmesi ve kendini destekleyecek, bütün, güvenli bir ego sistemi geliştirmesi için anne babasından ihtiyaç duyduğu bir kaç şey var. En temelinde bunların birincisi kendini ve içinde bulunduğu dünyayı araştırabilmesi ve deneyiminden öğrenebilmesi için, yani kendisi olabilmesi için yeterince alan (space). Bu alan anne ve baba tarafından sağlanmadığında çocuğun hem iç dünyası, hem de dış dünyası olabildiğine geniş, açıklık ve ferahlık hissine sahip olmak yerine sıkışık, kısıtlı, dar hale geliyor ve çocuğun nefes almasını ve kendine kendi içinde ve dünyada yer bulabilmesini zor hale getiriyor. İkincisi ise temas (contact). Yani çocuğun bu kendine verilen geniş alanda terk edilmiş ve yalnız başına da hissetmemesi gerekiyor. Ebeveynlerinin devamlı onunla temas halinde olduğunu bilmeye, kendini ve dış dünyayı araştırırken yalnız ve korumasız kalmadığını hissetmeye, ve o geniş alan içinde başkaları ile de birlikte olabileceğini öğrenmeye ihtiyacı var. Bu sağlanmadığında çocuk çok kolaylıkla terk edilmişlik hissine, kaygıya, yalnızlık duygusuna kapılabiliyor. John Welwood, bu ikisine, yani alan ve temasın birlikteliğine sevgi diyor; yani: Alan + Temas = Sevgi (Space + Contact = Love)
Tumblr media
Alan ve temas Eksik Benliğin Istırabı Maalesef çoğu anne baba, kendileri bunu zamanında alamadıkları ve yetişkin olduktan sonra da bu konuda kendileri çalışmadıkları için bu çeşit bir sevgiyi, yani alan ve teması çocuklarına sağlama konusunda ehil değiller. Sonucunda da hem çocuğun alanını tamamen işgal ediyorlar, hem de bir yandan bu alanı işgal ederken, bir varlık olarak çocukla etkin bir temas kurmuyor, Martin Buber bahsettiği gibi çocukla "Ben – Sen" etkileşimi (iki ayrı özne arasındaki ilişki) yerine "Ben – O " (karşı tarafı bir nesneye indirgemek) etkileşimi kuruyorlar. (Bunun nedenleri ve etkileri konusunda yazılmış bir çok güzel kitap, bir çok gelişim teorisi var, Alice Miller'in "Yetenekli Çocuğun Dramı"ndan tutun da John Bowly'nin "Bağlanma Kuramı"na kadar.) Temel ihtiyaçlarının karşılanmasındaki bu eksikliğe maruz kalan çocuk, bunu ebeveynlerinin bir eksikliği olarak almak yerine kendisinin bir eksikliği olarak görüyor. Çünkü bu durumu anne babanın eksikliği olarak görecek zihinsel kapasitesi henüz gelişmemiş. Ayrıca görebilse bile bunu onu korumakla sorumlu olan kişilerin eksikliği olarak görmek, kendi eksikliği olarak görmekten çok daha korkutucu. Her halükarda, çocuk bu eksikliği kendi üzerine alıyor ve bir "eksik benlik" kurguluyor: Ben eksiğim. Ben kötüyüm. Yetersizim. Yeterince değerli değilim. Bende eksik bir şeyler var. Onun için beklediğim, istediğim, ihtiyacım olduğu gibi sevilmiyorum. Tamamlanmam lazım. Düzelmem lazım. Sevilmeyi hak etmem lazım. Teması hak etmem lazım. Bana verilen kadarını hak ediyorum, daha fazlası için daha iyi olmam lazım.
Tumblr media
Samsaranın Haritası İşte bu ikisine, ilk varoluşsal travmamız ve sonradan geliştirdiğimiz eksik benliğe John Welwood Samsara'nın Haritası diyor: Yani çektiğimiz ıstırabın ana kaynağı. Eksik benliğimizi tamamlamak için yaptığımız şeylere bir baksanıza. Daha çok başarmak, daha fazlası olmak, daha yüksek pozisyonlar elde etmek, daha fazla para, daha fazla güç sahibi olmak, daha güzel kadınlarla, daha yakışıklı erkeklerle birlikte olmak, daha, daha, daha… Bunlarda aslında problem yok, problem bunların peşinde koşarken ardındaki beklentimizde. Eksik benliğimi sonunda bir gün tam bir benlik yapacağım. Bunu elde edersem, bu olursam, bunu başarırsam, bununla birlikte olursam, ruh eşimi bulursam bir gün, sonunda tamamlanacağım. Yeterli hissedeceğim. Değerli hissedeceğim. Tam hissedeceğim. Ancak bu mümkün değil. Eksik benliğinizi hiç bir zaman tam yapamazsınız. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi eksik benlik bir kurgu. Öyle bir şey, bir eksiklik, eksik benlik aslında sadece hayallerimizde, kendi tanımlarımızda, algımızda var. Bir delüzyon. Yanlış anlama. Cehalet. Aslında yok. Olmayan bir şeyi nasıl tamamlayacaksınız? Dibi olmayan bir kovaya devamlı su dökerek nasıl doldurabilirsiniz? Elde ettiklerinizle geçici bir tatmin sağlasanız bile, yarın yine acıkacaksınız. Aynen benim danışanımın da olduğu gibi. Genel müdür olmak, başta mutluluk ve tatmin hissettirse de, sonunda yaptığı bir sonraki, ve şimdiye kadar yaptığı tüm işlerden daha zor bir işe dönüştü ve eksiklik ve açlık hissini daha da arttırdı. İşin kötüsü "kişisel gelişim", hatta "aydınlanma" çabamızın da güdüleyeni bu açlık, bu eksik benliğimiz. Bazılarımız hayatın içinde geçiremediğimiz açlığımızı ruhsal yollara girerek, "hayatın anlamı"nı arayarak, "içimizdeki tanrısallığı" keşfetmeye ve deneyimlemeye çalışarak geçirmeye çalışıyoruz bu sefer. Deli gibi meditasyon yapıyoruz, tefekkür ediyoruz, inzivalara katılıyoruz, ustalar arıyoruz, Hindistan'a, yoga kamplarına, dergahlara gidiyoruz, çırpınıyoruz bize vaad edilen o rahatlamaya, derinliğe, samadhi'ye, aydınlanmaya, nirvanaya, tevhide ulaşmak için. Ancak bunu yaparken de ardında eksik benlik, bir eksiği tamamlama motivasyonu olduğu için, devamlı "bu sefer ok mi? Yok yahu hala ok değil!" iç sohbeti zihnimizi kapladığı için ıstıraptan, varoluşsal acıdan, dukkhadan kurtulamıyoruz bir türlü. Meditasyonumuz geçici rahatlama ve gevşeme sağlasa bile sonrasında yeni gerginliklere, yeni hayal kırıklıklarına, yeni bulanıklılara yol açıyor.
Tumblr media
Photographer: Randy Tarampi | Source: Unsplash Bedenin, kalbin ve zihnin halleri… Bir yandan çok büyük bir açlığı gidermeye çabalayarak yaşarken bir yandan da içinizde bir yerlerde o açlığın hiç bir zaman gideremeyeceğinizi hissediyorsanız, ne olur? Bedeninizde ne olur? Kalbiniz ne durumda olur? Zihniniz ne hale girer? İşte bu yüzden bedenlerimiz devamlı gerilim içinde. Açlığımızı gidermek için giriştiğimiz çabaların, altına girdiğimiz büyük yüklerin, kendimizi içine attığımız içinden çıkılmaz durumların gerilimi yetmezmiş gibi, bir yandan da o açlığın hiç bir şekilde geçmeyeceğinin endişesi bedenimizi gergin, huzursuz, kendinden ve bilgeliğinden kopuk bir duruma hapis ediyor. İşte bu yüzden kalbimiz yoğun ve başa çıkılması zor duyguların boyunduruğu altında, korkuyla ve hayal kırıklığı ile büzüşmüş, içine çekilmiş, kapanmış. Geçmişin sindirilmemiş hayal kırıklıkları, üzüntüleri, pişmanlıkları; ve gelecekle ilgili endişeler, korkular, ihtiraslar, kalbimizi katılaştırmış ve karartmış, kendilerinin esiri yapmış durumda. Bu durumda bir daha hayal kırıklığı uğramamak için kalbini hem dışarıya, hem de içeriden gelecek ve bize bilge haberler verecek hislerimize kapamak, çok mantıklı bir strateji gibi geliyor. İşte bu yüzden zihinlerimiz devamlı geçmişin hesabını ve geleceğin stratejini yapmanın peşindeki düşüncelerin karanlık bulutlarının altında, bulanık, kasvetli, kopuk. Zihnimizde devamlı tekrar eden düşünceler, boş korkular, pişmanlık, endişe, öfke ve haset içeren düşünceler, büyük arzularla ve o arzulara nasıl ulaşabileceğimizle ilgili stratejilerle, yani büyük bir mental aktivite ile yaşıyoruz. Ve bu düşüncelerin, mental aktivitenin kalabalığı kendi zihnimizde bize bile yer bırakmıyor.
Tumblr media
Photographer: Mujibur Rohman | Source: Unsplash Cehaletten Çıkış Bu üçüne, gerginlik bedeni, duygu bedeni ve mental bedenin birlikteliğine Budist gelenekte Karmik Beden diyorlar. Buna biz eksik benlik bedeni, travma bedeni, yanlış anlama bedeni, cehalet bedeni de diyebilirdik. Gördüğünüz gibi problem sadece bir iki tane yanlış anlamadan, kendini, olanı olduğu gibi görememekten, cehaletten kaynaklanıyor. Kendini olmadığın bir şey sanmaktan kaynaklanıyor. Bu cehalet ve yanlış anlama, yani orijinal travmamız ve eksik benlik, yaratıldıkları yaşta yapabileceğimiz en iyi şeydi. Ama bugün artık yeni bir şeyler yapmanın, bu yanlış anlamanın dışına çıkmanın zamanı gelmiştir belki, ne dersiniz? Belki de bedenimizdeki gerginliği gevşetmenin bir yolunu bulup da bedenle güçlü bir ilişki kurabilir, bilge bedenin içine yaşamaya, yani duyularının tam farkındalığı ile yaşamaya başlayabiliriz. Belki de kalbimizi kaplayan ve geçmişin hayal kırıklıklarından ve hazmedilmemişliklerinden kaynaklanan duygulara bilgelikle bakabilir, anlayabilir, ve onların kendiliklerinden sindirilmesine alan açabiliriz. Belki de bu şekilde kalbimizi hem kendimize, hem de olan her şeye açabilir, hislerimizin farkında, bilgece yaşamaya başlayabiliriz. Belki de bu sayede zihnimiz sakinleşir, durulaşır, devamlı gelip geçen yoğun düşüncelerin, endişelerin, pişmanlıkların peşinden gitmeyi, onlara tutunmayı bırakırız. Böylelikle zihnimizin berrak, sınırsız, gökyüzü doğasına uyanır, bu sayede düşüncelerin değil, farkındalığın içinde yaşamaya başlayabiliriz. Bu sayede Bilgelik Bedeni, yani duyu bedeni, his bedeni ve farkındalık bedeni bütünlüğü içinde yaşamaya adım atabiliriz. Üstelik karmak beden ve bilgelik bedeni bir ve aynı, aynı ustaların dediklerine göre. Bu konuda yazmaya konuşmaya devam edeceğiz. Öte yandan bunun üzerinde daha doğrudan çalışmak isterseniz, Güçlü Beden – Berrak Zihin – Açık Kalp Programı, bu yolda adım atmaya başlamak amacını taşıyor. Bu programda neler yapacağımızı incelemek için tıklayınız. Read the full article
0 notes
bipoloji · 5 years
Text
Hayatımı Değiştirmek İstiyorum - Hayatı Yönetme Sanatı
İnsanlık ve "İnsanlık" Ben hayatımı değiştirmek istiyorum ne yapmalıyım sorusu bir birey olarak aklımıza zaman zaman gelmiştir. Evrenin, Galaksilerin, Güneş Sistemimizin, Dünyamızın ve İnsanlığın tarihine kısacık bakacak olursak, insanlık olarak gelişmeye başlamamızın, 4.000.000.000 yılı geçen bu varoluşsal soru işaretlerinin içinde, sadece 2.000 yıllık tarihine denk geldiğini tekrardan gün yüzüne çıkartırız. Mancınık sistemlerindeki mantığı kullanarak 1453 yılında İstanbul'u almak için topları kullanmayı akıl eden Osmanlı'dan tutun, atları savaş için kullanmayı düşünebilen Metehan'a, topların mantığından yıla çıkarak 300 yıl boyunca tasarımı ve işleyişi üzerinde çalışmalar yapılan ateşli silahlara. Teknoloji başta olmak üzere insanlık her alanda kendini geliştirmeye hızla devam ediyor. Asıl problem ise bundan sonra başlıyor; insanlık, taşıdığı "insanlık" lakabını geliştirmeye devam ettirirken, mental olarak gelişmeye devam ediyor mu? Kendi yaptıklarından ders çıkarmaktan ziyade, başkalarının yaptıklarından da ders çıkartabilecek seviyede mi? Öğrenmeyi sadece kendi mi yapıyor, yoksa Bandura'nın da dediği gibi "insan dolaylı yoldan öğrenebilir "ilkesine sahip çıkıyor mu? Bütün hayatımı değiştirmek istiyorum demeden önce gelin bir göz atalım; 9 madde ile hayatımı nasıl değiştirdim ve siz 9 madde ile hayatınızı nasıl değiştirebilirsiniz onlardan bahsedelim. 1- Çevreni Yönet Kalabalıklardan olabildiğinde uzak dur, mümkünse kaç. İnsan olarak yaşlandıkça kalabalık ortamlar bizi germeye ve rahatsız etmeye başlıyor, kendimizi geliştirmek aşamasında, bize herhangi bir yarar sağlamayacak kalabalık yerlerde ve ortamlarda bulunulmaması önemli bir husustur. Yaşadığımız yerin istatistiklerine eğer bakacak olursak; kitap okuma, yabancı dil bilme, nitelik ve nicelik olarak kendini geliştirebilme, güvenilirlik, ahlak, üretkenlik, entelektüellik gibi kendine fayda sağlayabilecek özelliklerin, gerek Türkiye'de gerek ise İstanbul'da açıkça dipte gezdiğinin farkındayız. Hal böyle olunca, kendimizi geliştirebileceğimiz bir çevre oluşturmak, zorlaşıyor ve bir o kadarda önemli bir husus haline geliyor. Hayatımı kökten değiştirmek istiyorum diyen kişiler, çevrelerini kökten değiştirerek başlayabilirler. 2- Okulunu Yönet Hayatımı değiştirmeye nereden başlamalıyım diyorsanız, bu maddeyi dikkatle okuyun. Eskiden büyüklerimiz üniversiteye giremedikleri için bizleri üniversite okuyabilmemiz için gazladılar. Durum öyle bir hale geldi ki, her 4 mezundan 1 tanesi işsiz halde, üniversite bitirenler hatta hali hazırda okuyanlar işsizlik korkusundan 2. üniversite hazırlıklarına başladı bile. Biz bu sistemin koşuşturmacısında kendimize bir yer ararken, insanlığımızı kaybetmeye başladık. Lisede ve Üniversitede gördüğümüz dersler, biz onları kullanmadığımız sürece hiçbir işimize yaramayacaklar, zaten üniversitede bir şeyler öğrenmeyi beklemekten çok, bir şeyler öğrenmek istemek gerekiyor. Hal böyle olunca derslere ayırdığımız vakitler %20 gibi bir süreye tekabül etmeli, kitap okuma, gezme, yeni dil öğrenme, sosyal sorumluluk, akademik ilerleme, makale okumaları, kulüp faaliyetleri gibi kendinize bir şeyler katabileceğiniz 4 yıllık bir serüven olmalı üniversite. Bitkilerle uğraşın, köylere gidip hayvanlarla ilgilenin, en az bir enstrüman çalın, insanlarla kaliteli tartışmalara girin. İnsan vakit geçirdiği 5 kişinin ortalamasıdır derler. Ortamlarda akmak veya vizyonu olan insanlarla vakit geçirmek, size kalmış. 30'lu yaşlarınıza geldiğinizde, hayatımın amacı ne, ne yapmam gerekiyor gibi sorularla yüzleşeceksiniz, bizim istediğimiz, o yaşlara gelmeden önce, eğlenceyi ve eğitimi (sadece okul değil) bir arada yapabileceğinizin farkına vardırtmak. Gelecekte önünde hiçbir engelin duramayacağına inanacaksın her ne kadar şimdi sevgilim beni terk etti bir daha asla aşık olamayacağım desen bile. 3- Sistemi Yönet Aldığın kararlar, hissettiğin duygular, davranışların, aşık olduğun insan, bunların hiçbirini aslında özgür iraden ile yapmıyorsun, 19. Yüzyılda bakın çok uzak değil 200 yıl öncesi. Dünya güzeli diye bilinen, 145 kişinin peşinde koştuğu, bir İranlı prensesin resmini göstermek isterim; bakalım günümüz sisteminin bize dayattığı güzellik anlayışına ne kadar hitap ediyor?
Tumblr media
Sistem neyi istiyorsa, biz onu seçiyoruz, bunun bilincinde olmalıyız. Sistem bize böyle dayatmalarda bulunduğu sürece biz hayatımızı %100 verimli bir şekilde yaşamayız, bu durumundan kurtulmak zorundayız. Hayatımı komple değiştirmek istiyorum diyenler için ikinci en büyük tavsiyemiz ise farkındalığını arttırmak. Etrafımızda dönen şeylerin ne kadar çok farkına varırsak, kendi hayatımızın verimini de bir o kadar arttırırız. Bunun farkında olabilmek adına, sosyoloji başta olmak üzere felsefe, psikoloji ve edebiyat kitapları okumanızı öneririm. Her geçen gün kendimizi geliştirmeye devam ettiğimizi düşününce, sistemin bir parçası olmadan önce, 40'lu yaşlara geldiğinde hayatını değiştirmek gibi bir enerjin kalmadan önce, kendini ve yaşadığın evreni tanımaya çalış. Bu arada belirtelim; hayatımı tamamen değiştirmek istiyorum diyenlerdenseniz, farkındalık kazanmak ve kendinizi gerçekleştirebilmek için yapmanız gereken tek şey: hatadır. 4- Evet ve Hayır'ı Yönet Hayatımda değiştirmek istediğim 3 şey söyleyecek olsaydım bunların iki tanesi evet ve hayır'ı ne zaman kullandığım olurdu. Zaman bir şekilde geçiyor, bizim elimizde olmadan, bize onu olabildiğince verimli geçirmek kalıyor. Evet demek elbette güzeldir, insanlar üzülmez, istedikleri olur, zamanınız harcanabilir. Ama burada önemli olanın siz olduğunu unutmayalım, insanları kırmamak için kendimizi kırmak, hayır diyememek hayatımdan hiç memnun değilim ne yapmalıyım gibi sorulara yol açabilir. Etrafımızda karşımıza çıkan fırsatlara ve olaylara, yeterince zaman ayırmadan, farklı bakış açılarına sahip olmadan, evet veya hayır kelimelerini hızlıca kullanma. 5- Hedefini Yönet Hepimiz bir şeylerle meşgulüzdür, kimimiz okuyor, kimimiz ise çalışıyor, kimimiz işe işssiz, bir şeyler yapmaya çalışıyor. Hal böyleyken, hepimiz bir şeyler yapabilmek için "çalışıyoruz". Yapmamız gereken ise daha verimli çalışmak. Başta sosyal kaytarma olmak üzere, ardı ardına toplantılar, sürekli fikirler üretmeler, proje başında günlerce geçirmeler, bunlar elbette güzel şeyler. Lakin bir şey yapmadığın sürece sadece zamanını heba etmiş olursun, zamanını ve hedefini verimli bir şekilde çalışarak yönetmelisin. Planlı yaşamak kimine güzel gelir, kimine ise çok sıkıcı. Ben planlı yaşamadan nefret eden birisi olarak, her gün 5 dakikamı bugün ne yapacağım diye düşünmeye ve maddeler halinde yazmaya çalışıyorum. Haftalık, aylık, yıllık ve 5 yıllık bazda henüz bunu gerçekleştiremedim, umarım sen gerçekleştirebilirsin. 6- Duygularını Yönet İnsan bazen çevresindeki kişilerin hatta kendisinin geçici olduğunu unutabiliyor. Hali hazırda İstanbul ili 2 günde 2 deprem yaşamış iken, hayatımızda, değer verdiğimiz insanların bizlere zarar vermesi kaçınılmaz olacaktır. Sonraki süreçte ise yaşadığımız duygular, öfke, kin, hüsran, acı, üzüntü belki de depresyona giden yolda Ferrari etkisi yaratabiliyor. Bu süreçlere başvurmadan, direkt insanları affetmek yapabileceğimiz en verimli yol. Şimdi aklınıza "nasıl yani beni o kadar üzen, kıran, yıkan insanı sadece affedecek miyim, şaka yapıyorsun" gibi bir cümle oluşmuş olabilir, ama cevabı evet. Yıllar sonra dönüp baktığında gülüp geçeceğin bir insan, bir olay için şu anını heba etmek istemezsin, güven bana. 7- Sorularını Yönetme
Tumblr media
Üniversite bittiğinde, iş hayatına atıldığımızda, kişiliğimiz ve karakterimiz yavaş yavaş oturacak ve içimizdeki çocuğu her geçen gün kaybetmeye başlayacağız. Umarım koruyabiliriz. Süreç henüz buraya gelmeden önce, 30'lu yaşlara giriş yapmadan önce, merak edin dostlar. Soru sorun, utanmayın, konuşun, paylaşın, öğrenin, öğretin, çekinmeyin. Ne kaybedebilirsiniz ki? Bir şeyleri merak etmekten daha doğal ne olabilir ki? İnsanlık nasıl gelişti sanıyorsunuz? Oturduğu yerden mi? Çekinerek mi? Asla. Şuan korktuğunuz şeyler, yıllar sonra o kadar komik gelebilir ki. Kaybetmekten mi korkuyorsunuz, kaybedeceksiniz. Gelecekte başarısız olmaktan mı korkuyorsunuz, başarısız olacaksınız. Neden mi? Çünkü bunlar olmadan ne kazanmayı ne de başarılı olmayı öğrenebilirsiniz. 8- Aşkını Yönetme
Tumblr media
  Genç yaşlarımızda hepimiz sürekli birilerinden hoşlanırız, beğeniriz, konuşmak isteriz, vakit geçirmek, sevmek, sevilmek. Bunlar normal lakin bunları aşk ile karıştırmayın diye de bir parantez açalım, aşk öyle kelimelerle anlatabilecek bir şey değildir. Bizim bu hissettiğimiz "sahip olma" hissi, bir süre sonra geçecek ve hayatımızda hiçbir şeyin değişmediğini zamanla acı bir şekilde hissedeceğiz. Bu yaşanılan süreçten sonra, var olan kişilik özelliklerimiz daha da katlanacaktır. Depresif bir kişiliği olan birisi daha da depresiflecek belki de içine kapanacak, özgürlüğünü ve istediğini koparmayı bilen bir insan, daha fazlasını isteyecektir. Kendi başına hayatta kalmayı bilemeyen kişi, başka bir bireyle de hayatta kalamayacaktır. Sürekli sıkıntılar ve sorunlarla boğuşacaktır. Bu yüzden bir yerlere ait olmak istiyorum ne yapmalıyım demeden önce, kendinize ait olun. Bizi tamamlayacak ve bir olabilmemizi sağlayacak bir insanla tanışmadan önce, kendimizi geliştirmeye devam etmeli ve kendimizdeki eksiklikleri, zayıflıkları görmek zorundayız. Birinin bizi tamamlamasını istiyorsak, onunla tamamlanma yolculuğunda buluşmadan önce, kendimizi tamamlama yolculuğuna girmiş olmalıyız. 9- Vücudunu Yönet
Tumblr media
Yurtta yaşayan insanın durumu daha da zordur. Sürekli hazır yiyecekler, içecekler ve sağlıksız geçen günler. Zaman geçtikçe abur cubur ve şekerli içeceklerden uzaklaşacak ve ne kadar zararlı olduğunu fark edeceğiz. Bunları fark etmek için zamanı beklemek yerine, şimdiden bize zarar vereceğini hatta öldürebileceğini bildiğimiz hazır, bol yağlı, paketli, şekerli yiyecek ve içeceklerden uzak durmak için neden yaşlanmayı bekleyelim? Sağlıklı yaşamak istiyorum ne yapmalıyım diyorsanız, bunlara dikkat edin, çok geç olmadan önce. Bir parantezde fıtıklar, bel ağrıları, romatizmalar için açalım. Çevremizdeki insanları gözlemliyoruz, masa başında çalışanların boyunlarında, ağır işlerde çalışanların bellerinde hasarlar oluşabiliyor. Arka cebimizde taşıdığımız cüzdandan tutun nasıl yattığımız omuriliğimiz için kritik bir öneme sahip. Nerede olursanız olun, gerek işte, gerek okulda, gerek ise evde. Lütfen her saat kalkın ve 5 dakika yürüyün. Kaybedeceğiniz şey 5 dakika olabilir, ama kazanacağız şey neden 5 yıl olmasın? Umarım okuduğunuz Hayatımı Değiştirmek İstiyorum - Hayatı Yönetme Sanatı adlı yazımızda başta hayatımı değiştirmek için ne yapmalıyım olmak üzere çeşitli sorulara cevap bulmuşsunuzdur. Daha güzel bir hayat dileğiyle, hoşca kalın.   Görsel Kaynak Read the full article
0 notes
Text
Tumblr media
KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRENLER
Doç. Dr. Şafak Nakajima
Kendi adı ile anılan “Maslow İhtiyaçlar Piramidi” kuramıyla 20. Yüzyıla damgasını vuran psikolog Abraham Maslow’a göre insan yaşamında en yüksek hedef, kendini gerçekleştirmektir.
Kendini gerçekleştirmek, kendimiz olarak yaşamak, yaşamın hakkını vermek demektir.
Doğuştan sahip olduğumuz zeka ve yeteneklerimizi keşfedip geliştirerek, yaşamın muhteşem dansına katılmaktır.
İçimizdeki cevheri yerin yedi kat dibinden cesaretle günyüzüne çıkarabildiğimiz için kendimize saygı duymak, kendimizle barışmaktır.
Ve giderek kendimiz kadar başkalarını ve yaşamı da daha derinden, daha büyük bir coşkuyla sevebilmektir.
Kendini gerçekleştirmek, tamamlanabilecek bir evre, varılacak nihai bir nokta değil, ömür boyu devam eden bir süreçtir.
Yaşam denen oyununun hem senaristi, hem yönetmeni hem de baş rol oyuncusu olmaktır.
Maslow’un, ‘’Neyi olabilirlerse onu olmalılar’’, sözünü yerine getirmektir.
Kendimizi gerçekleştirmek hayati bir sorundur!
Ruh-beden sağlığımızın bozulmasının temelinde, kendimize ulaşan yolları bulamamamız, yaşamın hakkını verememiz yatar.
Maslow şöyle der:
‘’Eğer bilerek gerçekte olduğundan daha küçük olmayı planlıyorsan, o zaman seni uyarıyorum, yaşamının geri kalanında mutsuz olacaksın.’’
Kendini gerçekleştirmenin ne olduğunu daha iyi anlamak için, kendini gerçekleştiren insanların özelliklerine gelin yakından bakalım!
Kendini gerçekleştiren insanlar:
Duygu ve düşüncelerini tanır
Çevresinin farkındadır
Gerçekçidir
İnsanlığın sorunlarına duyarlıdır
Sorunları aşılamayacak birer engel değil, çözülebilecek birer problem olarak görür
Değiştirilemeyecek gerçekleri olduğu gibi kabul eder
Belirsizliğe tahammül eder
Başkalarının etkisi altında değil kendi doğrularıyla davranır ve kararlar alır
Yüzeysel pek çok arkadaşlık yerine az sayıda derin dostukları vardır
Yalnızlıktan korkmaz, mahremiyetten hoşlanır
Sahip olduğu değerlerin bilincindedir ve bunlar için şükran duyar
Taklitçi değil, yaratıcı ve özgündür
İncitmeyen şakacıdır, kendine ve yaşama gülebilir
Anlama ve öğrenme merakı güçlüdür
Dürüsttür
Sorumluluklarının bilincindedir
Çalışkandır
Paylaşımcıdır
Önyargısızdır
Demokrattır, özgürlük ve haklara saygılıdır
Çocuksu masumiyetini ve coşkusunu her yaşta korur
Eksik ve hatalarını kabullenir, sahte bir kimliğin arkasına gizlenmez
Kendisine olduğu kadar başkalarına da hoşgörülü ve şefkatlidir
Mütevazıdır
Yaşamının amacı vardır ve enerjisini anlamlı kullanır
Para ve sosyal statü edinme çabası yerine, hakkını vererek yaşama ilkesine odaklıdır
Kendinizi gözden geçirin!
Bu niteliklerin hangisine sahipsiniz?
Unutmayın!
Bu niteliklerin yokluğunda, cesaret ve kararlılıkla kendini keşfetme yoluna koyulmaktadır çözüm.
Kendini gerçekleştirme, zahmetli bir yoldur!
Ve o yol ilaçlarla bulunmaz!
Şair ve yazar Edward Cummings’in dediği gibi:
‘’Yalnızca kendiniz olmak demek, sizi kendinizden başka herkese dönüştürmek için elinden geleni ardına koymayan bir dünyada, her insanın girebileceği o en zorlu savaşa girmek ve durmaksızın savaşmak demektir.’’
Yolunuz açık olsun.🌲
0 notes
denizlihaberim · 6 years
Link
Anadolu Ajansı (AA) Yönetim Kurulu Başkan Vekili Dr. Şaban Kızıldağ, “Üretmek, değiştirmek, gelişmek için kendim, ülkem, insanlık için, vefat hariç hiçbir şey için mazeret değil.” dedi.
AA Yönetim Kurulu Başkan Vekili, eğitimci ve yönetim danışmanı Dr. Kızıldağ, AK Parti Denizli İl Başkanlığı Ar-Ge Birimi göre Bereketler Buluşma ve Sergi Salonu’nda düzenlenen “Bahane Yok Semineri”nde yaptığı konuşmada, 6 akademisyenle 10 yıldır 57 ülke üzerinde egzersiz yürüttüğünü, Türkiye’nin de arasında olduğu 57 ülkenin 80 milyonluk nüfusa sahip Almanya’nın ürettiği katma değerin yarısını üretmediğini söyledi.
Bunda tarihsel, sosyolojik, psikolojik ve siyasal çoğu niçin bulunduğunu lakin en önemlisinin insan faktörü ile eğitim ve yetişme modelindeki problem olduğunu vurgulayan Kızıldağ, şöyle konuştu:
“Bir Fransız, bebeğini sallarken ‘Benim oğlum, kızım büyüyecek, kuzeyde, güneyde büyük işler yapacak, uzaya çıkacak, uçak yapacak, e yavrum eee, eee.’ diyor. Çocuk doğduğu günden öldüğü güne değin ‘Uçak yapacağım, uzaya çıkacağım, dünyayı kurtaracağım.’ diye hayal ediyor. Bizde nasıl ninniler? ‘Dandini dandini dastana, danalar girmiş bostana, kov bostancı danayı, yemesin lahanayı.’ Yese ne olur, yemese ne olur? Birincisi, ninnilerde problem var, ikincisi masal ve hikayelerde problem var. Sen nereye gitmek istediğini bilmiyorsan yolun nereye gittiğinin ne anlamı var? Yol bir yere gitmiyor, dışarı giden sensin.”
Kızıldağ, çocukların okulda da davranışlarına karşın aralıksız uyarılarla büyütüldüğünü, bundan dolayı ülke insanının yüzde 80’inin ölümden sonra en fazla kalabalık önünde konuşmaktan korktuğuna dikkati çekti.
Her insanın içinde iki benlik bulunduğuna muhabere eden Kızıldağ, şunları kaydetti:
“Biri seninle beraber doğar, seninle beraber ölür. O, içindeki çocuktur. 3 yaşında da 93 yaşında da aynıdır. bundan başka öbür benlik vardır, annenin, babanın, çevrenin istediği benlik. Ahali olarak içimizdeki beni çok erken yaşlarda öldürüyoruz. Ondan nedeniyle iletişimde, inovasyonda, etkileşimde problem var. 16 yaşına gelince anne, baba, mektep, çevre, hoca, ‘Oğlum konuşma, sırıtma, önemli ol, iri kız oldun, büyük adam oldun.’ diyor. 70 yıl yaşıyoruz, 54 sene çocuk değil. 80 sene yaşıyoruz, 64 yıl çocuk değil. Bizim en büyük problemimizden biri irtibat.
Toplumun yüzde 80’i serumlu gibi dolaşıyor.”
“Gönülden bir kuşkum değil.” diyen Kızıldağ, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Gönül Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus Emre, kuşkum yok ama servis beton. Hiçbirimizin nüfus kağıdında güler yüzlü resim değil. 16 yaşına gelince içindeki çocuğu öldüren toplumun dinç bir ruh hali değil, sağlıklı bir ruh hali olmadığı için sağlıklı sokaklar, dinç evlilikler, sağlıklı ilişkiler yok. Dinç bir ruh halinin 6 önemli kriteri var, kendini, başkalarını, çalışmayı, yaptığı işi, ait olmayı sevecek, sağlam bir inancı olacak, sağlam hayalleri olacak. Gerçek Dışı olmayan bir adamın siyaset yapması, düşey durması, ölümden korkmaması muhtemel değil.”
Hazreti Ali’nin, “Bahane, insanın kendisine söylediği en büyük yalandır.” sözünü 20 sene önce okuduğunu andıran Kızıldağ, “Bugüne dek 2 milyon kişiye bu cümleyi yeniden ettirdim. Bugün de bu eğitim programlarının başlangıcında dünyayı dönüştürmeye talip olan siz sevgili arkadaşlarıma yeniden ettiriyorum. Üretmek, dönüşmek, büyümek için kendim, ülkem, insanlık için, ölüm hariç hiçbir şey için gerekçe değil.” ifadelerini kullandı.
Seminere Denizli Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Zolan, AK Parti İl Başkanı Necip Filiz, Merkezefendi Belediye Başkanı Muhammet Subaşıoğlu, Pamukkale Belediye Başkanı Hüseyin Gürlesin de katıldı.
var meta = document.createElement('meta'); meta.name = "referrer"; meta.content = "no-referrer"; document.getElementsByTagName('head')[0].appendChild(meta); jwplayer.key="N8zhkmYvvRwOhz4aTGkySoEri4x+9pQwR7GHIQ=="; jwplayer("BotExtraPlayer5a88e62d16e6e").setup({ file: 'https://izle.haberler.com/2018/02/18/aa-yonetim-kurulu-baskan-vekili-dr-kizildag-10576498.mp4', image: 'http://denizlihaberim.com/wp-content/uploads/2018/02/aa-idare-heyeti-baskan-vekili-dr-kizildag.jpg', type: "video/mp4", primary: 'html5', width: '100%', height: '360px', abouttext: 'Botextra çoklu bot sistemi', aboutlink: 'http://botextra.com', });
Bu yazı ilk defa Aa Idare Heyeti Başkan Vekili Dr. Kızıldağ sitesinde yayınlanmıştır.
#Denizlihaber
0 notes
napcazasor-blog · 7 years
Photo
Tumblr media
New Post has been published on http://napcaz.xyz/21-yuzyil-insani-olmak/
21.YÜZYIL İNSANI OLMAK
  yüzyıl insanı olmak
  Uzmanlaşmanın başlamasıyla birlikte, eğitim sistemi de değişim ve dönüşüm sürecine maruz kaldı. Çoklu düşünme becerimizi ve en önemlisi de merak duygumuzu zaman içinde kaybettik. Halbuki, bu yüzyılda ayakta kalmak için öğrenmeyi yeniden öğrenmek ve çoklu disiplinde çalışabilmek gerekiyor.
  Bir önceki yazımda İstanbul’un fethinin Rönesans’ı tetiklediğini yazmıştım. İkona yapan İstanbul sanatçılarının işsiz kalmasıyla birlikte Avrupa’ya göç etmesi ve orada resim sanatının doğmasına öncülük etmeleri bunun en önemli nedenlerinden biriydi.
  Rönesans döneminde yaşayan ve o dönemde birçok dahinin hayatını yazarak onları anlamamıza ve öğrenmemize yol açan, aynı zamanda Rönesans kelimesini ilk kullanan ünlü İtalyan sanat tarihçisi ve Rönesans sanatçısı Vasari’ye göre Rönesans’ı tetikleyen asıl neden, sanatçıların çok yönlü düşünme becerilerini yeniden kazanmış olmalarıydı. Peki bu beceriyi nasıl kazandılar? Daha öncesinde ressam ve heykeltraşlar sanatçı sayılmıyor aksine bir işçi olarak görülüyordu. Kilise, Avrupa’da hemen hemen tek alıcıydı. Bu nedenle tüm sanatçılar, kilise için kilisenin istediği şekilde ve tarzda eser yaratıyorlardı. Keşiflerle birlikte soylu sınıf zenginleşmeye başlayınca, sanatçıların tek müşterisi kilise olmaktan çıktı. Sanatçılar, kendi eserlerini ortaya koyabilmek için yaratıcılıklarını kullanmaya başladılar. Diğer bir deyişle alıcıların çeşitlenmesiyle birlikte istekler ve beklentiler de değişti. Yeni alıcıların farklı ve özgün eserler talep etmesiyle birlikte, satıcılar da kendilerini yenileyerek farklılaştılar. Tek bir tarz da eser yaratmak yerine farklı disiplinleri kullanarak eserler yaratmaya başladılar. Resmin içinde matematik yer aldı, heykeller ise büyük bir mühendislik harikası olarak karşımıza çıktı. Aydınlanma çağını tetikleyen en önemli faktörlerden birinin Rönensans olduğunu unutmamak gerekir.
  18 yüzyıl her açıdan en önemli bir yüzyıldı. Sanayi Devrimi ile birlikte yeni bir dünya düzeni oluştu. Bir tarafta zenginlik hızla artarken diğer tarafta da yoksulluk aynı hızla artış kaydetti. Toplumsal sorunlar o kadar yükseldi ki bu sorunları anlamak ve analiz etmek için sosyoloji bilimi ortaya çıktı. Sosyoloji tarihine bakarsak en ünlü sosyoloji düşünürlerinin çok yönlü düşünebilme becerisine sahip olduğunu görebiliriz. Örneğin Durkeim, yapısal işlevselci yaklaşımını geliştirirken biyolojiden etkilenmiştir. Spencer da evrimci bir sosyolog olarak Darwin’in evrim teorisini sosyoloji çalışmalarına uygulamıştır.
  Dönemin ihtiyaçları eğitim sistemi dönüştürdü
  yüzyıla baktığımızda ise teknolojik ilerlemenin ilk adımlarını görüyoruz. Ford’un band sistemini bulması sayesinde bir anda maliyetler düştü. Sadece zenginlerin alabildiği arabalara bir anda herkesin ulaşabilir hale gelmesi, Rönesans’a benzer bir etki yaptı ve üretimi artırdı. Bu sefer talep o kadar arttı ki üretim ona yetişemedi ve Taylorist yönetim sistemi iş dünyasına damga vurmaya başladı. Bu modelde zamandan kazanmak ve hata payını en aza indirmek için bir işçinin insiyatifi elinden alınıyor ve günlerce, hatta haftalarca düşünmeden aynı işi hep aynı şekilde yapması bekleniyordu. Chaplin’nin “Modern Zamanlar” filmi, bu dönemi anlamak için en önemli kaynaklardan biridir.
  Bu düzen tüm sistemi, iş dünyasını ve iş dünyasına kaynak yetiştiren eğitim sistemini değiştirdi. Uzmanlaşma başladı ve eğitim sistemi çok yönlü düşünme yerine tek yönlü düşünme sistemi çerçevesinde evrildi. Hedeflenen, herkesin yaptığı işte en iyi olması idi. En iyi doktor, en iyi mühendis ve en iyi öğretmen olacaktık. Branşlar buna göre belirlendi ve talebe göre düzenlendi. Okul dersleri birbirinden ayrıldı. Matematiğin içindeki fiziği, sosyal bilimlerde biyolojinin etkisini göremedik. Tarihe antropolojik açıdan bakamadık. Sadece olayları öğrendik. Diğer bir deyişle sadece bize verileni öğrendik. Çoklu düşünme becerimizi ve en önemlisi merak duygumuzu zaman içinde kaybettik. Çoklu düşünmeye ihtiyaç duymadık da. Yönetim bilimleri, elimize uygulanması gereken reçeteler verdi. Oysa o reçetelerin büyük bir bölümü dünyada arzın az talebin çok ise olduğu dönemlerde yazılmıştı, bunu göremedik.
  Şimdi 21. yüzyıldayız. Bilgi ve teknoloji devriminin içindeyiz. Eskiden zor bulunan bilgi, şimdi her yerde. Bilgiye ulaşıyoruz ama bu bilgiyi nasıl kullanacağımızı bilmiyoruz. Bu yüzyılda yaşamak ve ayakta kalmak için öğrenmeyi yeniden öğrenmek ve çoklu disiplinde çalışabilmek gerekiyor. Günümüzde birçok sivil toplum örgütü tarafından çeşitli yetkinlik çalışmaları yapılıyor. İçlerinde benim ilgimi en çeken www.p21.org organizasyonun yaptığı çalışma oldu. Aralarında Disney, Ford, Apple, Intel ve çeşitli eğitim kurumları ve üniversite temsilcilerinin bulunduğu bu organizasyon, 21. yüzyıl yetkinliklerinin çerçevesini çiziyor. Benim gözüme çarpan yetkinliklerden bazıları, küresel düşünebilmek, yaratıcılık, her konuda okur yazar olmak, esneklik, insiyatif almak, problem çözme ve farklı düşünebilme, sosyal ve kültürel beceriler, üretken ve hesap verebilir olmak.
  Bence bütün bunları yapabilmek için sahip olunması gereken tek yetkinlik var o da merak duygusu. Merak insanoğlunun hayatta kalma ve gelişebilmesi için sahip olması gereken tek yetkinlik. İlk insanlar kendimi nasıl koruyabilirim, demeseydi alet geliştirmeyecekti ve dolayısıyla biz olmayacaktık. Albert Einstein da dediği gibi “İlk insanların özel bir yeteneği yoktu, sadece meraklıydılar.”
  Merak ettikçe öğrenme isteğimiz artıyor ve okuduklarımızı birbirine bağlıyoruz. Sadece merak ettikçe sağ ve sol beyinimizi birlikte kullanıyor, düşündüklerimi gerçekleştirebiliyoruz. Ian leslie, NTV Yayınları’ndan bu sene çıkan Merak isimli kitabında, merakın nasıl harekete geçirileceğini çok güzel anlatıyor.
  20 yüzyılın düşünce sisteminden bir an önce kurtulup kendimizi 21. yüzyıl düşünce sistemine hazırlamamız gerekiyor. Ne yazık ki Taylorist model kendi dönemi için büyük bir başarı sağlasa da günümüzde geçerliliğini yitirdi. Dünyada eğitim sistemi hala Taylorist sistem üzerine kurulu. İş dünyası bir yandan Taylorist sisteme yönelik İnsan Kaynakları politikaları uygularken diğer yandan 21. yüzyıla hazırlanmaya çalışıyor. Orada yerimizi almak için çoklu düşünme sistemine geçmeliyiz. Bunun da ilk adımı merak duygusunu harekete geçirmek. Düşünen biri olmak, bir işin nasıl yapıldığını gözleyerek sıkılmadan öğrenmeye çalışmak, küçük şeyleri fark etmek, farklı şeyler okumak ve okuduklarımızı birbirine bağlamak.
  İçimizdeki yaratıcı ve meraklı “ben”i keşfetmek.
  Merak edenler için başlangıç, Ian Leslie’nin “Merak” kitabı olabilir.
    Yazar : Ayşegül Güngör
Kaynak: www.icerikfabrikasi.com
0 notes
Text
Türkiye Günlüğü Üç Aylık Fikir ve Kültür Dergisi Sayı:127 Yaz 2016 pdf indir
Yaz Mektubu 15 Temmuz’da yaşadıklarımızı daha evvel birisi bize fantastik bir hikâye olarak anlatsaydı ve sonunda da, “Bir gün bu ülke böyle bir hâdise yaşayacak”, deseydi ona sadece gülerdik. Gülmekle de kalmaz, bu kadar saçmalayan bir adamı bir an önce başımızdan savmaya bakardık, dediklerini tartışmazdık bile… Hattâ o kadar ki, bildiğimiz, yaşadığımız, gördüğümüz “klasik” darbelerden birinin yapılacağına dahi ihtimâl veren herhangi bir kimseyi ciddiye alıp da dediklerini can kulağıyla dinleyecek olanlar aramızda herhalde yüzde bir filân ancak çıkardı. Bizler, kahir ekseriyetimiz, neredeyse hepimiz, “Darbeler veya müdahaleler devri kapanmıştır, en son 12 Eylûl’cülerin ve 28 Şubat’çıların da hâkim karşısına çıkarıldıkları bir Türkiye’de bir daha aklı başında hiç kimse böyle bir şeye teşebbüs edemez” diye düşünmüyor muyduk? Bırakın 27 Mayıs’ı, 12 Eylûl’ü yahut 60’ların başlarındaki Talât Aydemir kalkışmalarını, 28 Şubat gibi bir “post-modern” müdahaleye bile ihtimâl vermezken başımıza 15 Temmuz gibi bir “fâciâ” nasıl geldi? Önümüzdeki en az 30 sene bu suâlin cevabını aramaya devam edeceğiz. Kimse zannetmesin ki, bu hâdise içimizdeki “sapkın” bir cemaatin canı “hain” olmayı çektiği için dışarıdaki “düşman”la işbirliği edip devlet ve memleketimizi ele geçirmeye kalkışmasından ibârettir! İlk önce “doğru suâller” sorarak düşünmeye başlamak zorundayız. Pensilvanya’da oturan hasta ruhlu ve kibir heykeli “yüzü gözü dönmüş meddah” başta olmak üzere, kendilerini onun “havârî”leri gibi gören üst ve orta kademedeki avenesinin tamamı bu topraklarda doğup büyüdüğüne göre, ilk mantıklı suâlimiz şu olabilir: Biz cemiyet ve memleket olarak bu kadar orta zekâlı “psikopat”ı nasıl yetiştirdik? Başka bir ifâde ile (alt kademedeki senpatizan ve hakikaten “saf” yahut sâfiyetli unsurları bir tarafa koyarak) bu zümrenin sergilediği melânete bakınca, “Bu Kur’an’sız, Peygamber’siz, hâsılı İslâm’sız Müslümanlık bin senelik İslâm toprağında nasıl yeşerdi”, diye sormadan edebilir miyiz? Ya kandırılmışlığımız, aldatılmışlığımız? Hepimiz yahut bir çoğumuz az veya çok aldatıldık. Bu nasıl oldu, bizler kendimizi açıkça söylemesek de çok akıllı, zekî, bu tür mevzu ve meseleleri iyi tahlil eden insanlar olarak görürken nasıl böylesine kandık, kandırıldık? Galiba –ve bendeniz dâhil–, uzun zaman hiç birimiz kötülüğün bu mertebesini ne akıl edebildik, ne de tasavvur edebildik… Bu topraklar bu habîs “örgüt”ten daha yalancı, daha müfterî, daha mürâî, daha münâfık, daha dessâs, daha nâmert ve “dindaşı”na, “soydaşı”na karşı bundan daha zâlimini, hâsıl-ı kelâm daha “kötü”sünü henüz görmediği için aldatılanları da bir ölçüde anlamak lâzım. Uçurumun kenarından döndükten sonra şuurumuz yeni açılıyor, yeni yeni uyanıyoruz. 2008’de “Ergenekon” kepazeliğiyle başlayan tahkikat, tevkifât ve mahkûmiyet kampanyalarına bakarak geldiğimiz nokta kısaca şöyle bir şeydi: Fethullah Gülen, 28 Şubatçıların akılsızlıkları ile “buradan itilip, oradan da çekilerek” Amerika’ya “kaçtı”, “kaçırıldı”; sonra ise Amerika’nın elinde önce “rehine”,  ardından  “esir” mevkiine düştü; bilahare de tecrid edilerek burada olup bitenler hakkında sahih havadis ve malûmat edinmesine imkân verilmeyen bu “zavallı adam”(!) onların elinde oyuncak ve emellerine “âlet” oldu. Burada “ne istedilerse verilen” adamlarının da –bilumum İslâmcı ve ehl-i tarîk unsurlarda olduğu gibi–kursaklarındaki asker, ordu ve devlet “alerji”sini mübalâğa ederek Türkiye’nin “güvenlik” cihazını felç ettiğini, müessese olarak Ordu’ya zarar verdiğini, bu yönü ile de Orta-Doğu’daki muhtemel gelişmeler karşısında –bu Bölgede çok güçlü ve karizmatik bir orduya sahip olması gereken– Türkiye’yi Batının talep ve projeleri karşısında zaafa uğrattığını filân düşünüyorduk. Böyle bir değerlendirmenin ifâde ettiği kötülük az bir şey midir? Değildir elbette, ama keşke bu hâin zümrenin melânet ve musibetleri bundan ibâret ve bununla kalsaydı. Bundan da öte, bunun bile çok fevkinde bir fenalıkla karşı karşıya olduğumuzu, maalesef 15 Temmuz’da ve ardından gelen ifşâat ve malûmatla öğrendik. Gelgelelim, 15 Temmuz’daki “büyük kötülüğe” dâir belki de en büyük gaflet ve hatâmız bu tahribât ve hıyânet hareketinin doktrinal mâhiyet ve zemini üzerinde esaslı ve köklü bir sorgulamayı akıl edip, mühimseyip vakitlice dikkatlere getiremeyişimizdir. Elbette ki “getirenler” de vardı, fakat –dürüst olalım– biz onları dinleme, anlama ve ciddiye alma fehmini, ferâsetini ve basîretini gösteremedik. İşte elinizdeki sayıda o “doktrinal mâhiyet”i, Kur’anî ilimlerin ülkemizdeki otoritelerinden Sayın Mustafa Öztürk ele alıyor. Öztürk’ün yazısını okuyunca, Kur’an ve Efendimizin vaz’ettiği Müslümanlığın “Gülen’ci akâid” içinde, bizzat Gülen eliyle ve Gülen’in Cemaati nezdinde hayli “tahrifât”a uğratıldığını farkediyoruz.             Kendisine “hizmet” sıfatını yakıştıran bu “tahrifât, tahribât ve hıyânet” hareketi gökten zenbille inmediğine, “ithalât” değil, “yerli imalât” mahsûlü olduğuna göre, bu “istihsâl”i mümkün kılan “tohum, toprak ve iklim şartları”, daha kestirme bir ifâde ile 15 Temmuz fâciâsının zihnî, tarihî ve kültürel “zemin”ini de yine iki esaslı otoritenin kaleminden okuyacaksınız: Sayın Sönmez Kutlu ve İlhami Güler büyük bir cesâret ve aynı zamanda liyâkatle bu zemine ışık tutuyorlar; “yara”ya neşter vuruyorlar. Anlıyoruz ki “yara”mız esasen “içeri”de ve çok da “derin”de. Asırlarca öncesinden ekilmiş ârızalı “tohum”larda da yanlış sürülmüş “toprak”da da “iklim”de de problem olduğunu artık kabûl etmeliyiz. Ülkemizin son yıllarda yetiştirdiği en dikkatli ve titiz târihçilerden olan Y. Hakan Erdem, “Cemaat patolojisi”nin muhtelif “katman”ları arasında çok düşündürücü bir gezintiye çıkarıyor bizi. Bu “katman”lar arasında, Gülen’in 17 yaşındaki kendinden menkûl “müftü adaylığı”(!)ndan tutun da 15 Temmuz sonrasındaki mürâî “Mektub”una kadar bütün serencamını izleyerek hem târih, hem de sosyoloji ve psikoloji disiplinleri eşliğinde dolaşırken, Sayın Erdem’in “argümantasyon”unda aynı zamanda mistik–politik bir fraksiyonun gelişim seyrinin nasıl ele alınması gerektiği konusunda da son derece yararlı bir metodoloji ile karşılaşıyoruz. Sayın Cengiz Anık’ın her zamanki iyi yazılarından birini daha okuyacaksınız bu sayıda. Sadece analitik derinliğinden ileri gelmiyor, Cengiz Hocanın yazısındaki “iyi”lik; taşıdığı hissiyât ve yaydığı zihnî heyecanın yanı sıra, tartıştığımız “mesele”ye getirdiği farklı bakış tarzı da okuyacağınız metnin değerini ayrıca arttırıyor. Sayın Hüseyin Subhi Erdem de “paralel dolambaç”ın, bu karanlık dünyanın kuytu ve izbe köşelerine felsefî-sosyolojik tahlillerle yaklaşarak “anlayış”ımızın sınırlarını genişletecek bir yazı kaleme almış. H. Aliyar Demirci arkadaşımızın, “siyasî ve sivil deprem” olarak sıfatlandırdığı “15 Temmuz”un ardından önümüze çıkan tabloya ilişkin tesbit ve müşâhedeleri, üzerinde dikkatle durulması ve icraatın başında bulunanlarca ciddîye alınması gereken hususlar ihtiva ediyor. Murat Beyazyüz’ün yazısı, kelimesi kelimesine daha evvel sevgili Huzeyfe’nin Almıla dergisinde neşredilmişti, hem de 2009 yılında. İçerisinde ne Gülen’in ismi geçiyor, ne de cemaatinin. Beyazyüz’ün anlattığı “cemaat” bir Yunan cemaati ve onun 25 asır evvelki hikâyesi… Murat Beyazyüz, bu yazının neşrinden sonra maruz kaldığı öfke ve açık “tehdid”i yazısının başında kısaca naklediyor ki, çok ibretlik bir hâdisedir (Tehdid edenin şimdi “kodes”te olduğunu da ben söylemiş olayım.) Hikâyeyi “çalmak” istemem, okuyanların bir kısmı şaşıracak, bir kısmı da belki hayıflanacak. Bu arada Murat Beyazyüz’ün, bu yazı vesîlesiyle ortaya koyduğu entelektüel ihâta ve târih şuurunu da aşan derin sezgisi her türlü takdir ve tebrikin fevkindedir. Bunu söylemezsem kendisinin hakkını ketmetmiş olurum; zîrâ, bu “piyasa”da hemen herkesin Zaman gazetesi, Abant Platformu diye yanıp tutuştuğu bir dönemde O’nun gördüklerini görebilmek ve hele hele Antik Yunan’daki neredeyse “ikiz”ini bulabilmek kolay iş değildir; hakikaten gıpta edilecek bir yetenek ve kapasite işidir.  “Dosya”mızın son sayfalarını Hakan Yavuz’un dergimizin sorularına verdiği cevaplar teşkil ediyor. Sayın Yavuz, Gülenist hareketin akademik dünyadaki en önde gelen mütehassıslarından biridir; doktora tezinin “Cemaat” üzerine olduğu da alâkadar herkesin malûmudur. Kendisi uzun yıllardır akademik çalışmalarına Amerika’da (Utah Üniversitesi) devam ediyor ve “15 Temmuz”u da oradan takib etti; dolayısiyle sonrasındaki gelişmeleri ve Amerikan siyasî-entelektüel-medyatik kamuoyunun tavrını da yakından müşâhede etme fırsatı buldu. Böyle olunca, vâkıânın hariçten ve karşı taraftan nasıl gözüktüğü üstüne söyledikleri bir kat daha ehemmiyet arzediyor. Bu sayıda “dosya” hâricinde kalan yazılara yer veremedik; ancak Sayın Ali Yaşar Sarıbay’ın, “Amerika’nın demokrasi ile yüzleşmesi”ni son Başkanlık seçimi üzerinden değerlendirdiği yazısı, yayımlanmazsa dolmayacak bir boşluğu doldurması hasebiyle ve aktüel değeri cihetinden kararımızın “istisnâ”sı olmak zorunda idi. Hocamızın eline sağlık. Tartışma dosyamıza katkıda bulunan değerli ilim ve fikir adamlarımızın hepsine samimiyetle arz-ı şükran ediyoruz; Türkiye Günlüğü’nün daha senelerce elden bırakılmayacak nüshalarından birini onların emekleriyle ortaya koyduk. Önümüzdeki sayılarda da bu meseleye muhtemelen çokça yer vereceğiz, çünkü; 1) Gülen Cemaati bu gün için belki “öldü”, ama bilmeliyiz ki, ruhu “istikamet”ten çok “kerâmet”e meraklı diğer bütün cemaat ve dergâhlarda ve onların “Gassâl elinde meyyit” olmaya can atan müntesibleri arasında “kol geziyor”!.. 2) Dürüstçe çalışıp, ter dökerek kazanıp haysiyetiyle alnı açık, başı dik gezmek, yürümek yerine herhangi bir kanatlı hayvan gibi havalarda uçmanın hayâliyle eteğine yapışacak mürşit arayan  bunca miskinin bulunduğu yerde, “the Cemaat” gider, “another Cemaat” gelir; Gülen gider, yerine başka bir soytarı “Mehdi”liğe soyunur!.. 3) Şeyhlerin âlimlerden daha itibarlı ve sözü geçer olduğu bir memlekette; okuyandan çok “zikir” çekenin, düşünüp soru sorandan çok “râbıta” edenin rağbet gördüğü bir cemiyette ne “Cemaat” biter, ne “Mehdi” biter!.. 4) Kâşiflerin, mûcitlerin nasıl çalıştığını, nasıl yetiştiğini merak etmeyip de “aktâb” ve “agvâs”ın kendilerinden menkûl kerâmet rivâyetlerini ezberlemekle mutmain olan Müslüman semtlerinde keşif de olmaz îcât da; sonunda “zikirmatik”ler bile Çin’den gelir. 5) Cenab-ı Allah’ın en büyük nimeti olan aklı küçümseyen, “akıl’ı akıl ile iptal etmek” türünden akıl-mantık çatlatıcı aforizmaları dillerine dolayan bilgisiz demagogların “büyük üstâd” muamelesi gördükleri bir câmiâda daha nice “hoca efendi”lerin çıkacağını fehmedememek sâdece ahmaklık değil, aynı zamanda mes’uliyetsizliktir! Aklı ve düşünmeyi küçümsemek yahut çarpıtmak, İlâhî Kelâm’ın biteviye  “Akletmez misiniz, düşünmez misiniz” hitabı ile muhatap aldığı insanoğluna ve illâ da o “Kelâm”a elçilik eden Peygamber’in ümmetine yakışmaz, yakışmamalıdır! Kısacası, “tehlike” şimdilik geçmiştir, fakat bitmemiştir; zîrâ, tıbbî mecazlarla anlatırsak “hastalığın” mikrobunu dışarıdan almadık, bünyemizdeki zaafın eseri bu illet. “Bağışıklık sistemi”mizin zayıflığından ötürü toplumsal dokumuzun uykudaki “habîs” hücreleri harekete geçti, gittikçe daha büyük bir hızla çoğaldı ve bir an geldi ki, kontrolden çıktı; “15 Temmuz” budur! Bu arada “bağışıklık mekanizmaları”nı kendi elimizle zayıflattığımızı, “habîs” hücreleri sürekli “besleyerek”, “ne istedilerse vererek” kudurttuğumuzu da unutmayalım ki, uykudaki öbür “hücre”leri de “glikoz”la besleme gafletine bir daha düşmeyelim (Habis hücrelerin en sevdiği şey glikozdur; glikozu emdikçe daha hızlı çoğalırlar, çoğaldıkça daha çok glikoza ihtiyaç duyarlar; inanmayan Otto H. Warburg’un “glikogenesis” teorisine baksın.). Şu an verilen mücâdele olsa olsa “radyoterapi” ve yahut “kemoterapi” hükmündedir ve aslâ kalıcı bir iyileşme sağlamaz; çünkü, hastalığın “netice”lerini yok etmeye dönüktür, “sebep”lerini ortadan kaldırmaya değil. “Bünye”mizin bağışıklık sistemini ciddî biçimde onarmak ve tahkim etmek zorundayız; aksi takdirde güçsüzlüğü sebebiyle şimdilik uysal, ama tabiaten habîs hücrelerin güçlenince uyanıp çıldırmalarına nasıl mâni olacağız? Bu “mesele” karşısındaki tavır ve bakış açımız, sâdece darbe ve kalkışmaları önleme yahut demokrasiyi koruma kaygısı ile de sınırlı kalamaz, kalmamalıdır. Bu “mesele” bizim medeniyet iddiâmızın “ontolojik” temeli ile alâkalıdır. Hâlâ kaldıysa öyle bir azmimiz, yeni ve yeniden medenî bir hamleye girişebilmemizin de “olmazsa olmaz” şartlarının en başındadır ve her şeyden evvel bir hayli çetrefil, meşakkatli ve uzun bir tefekkür ve “tecdîd” vâdisinde sabır, tahammül ve ısrarla yürümeyi gerektirir. O kadar ki, en az birkaç neslin ömrüne ancak sığabilecek devâsâ bir “mesâî” demektir bu. Buna rağmen başarabilirsek “zafer”e çok erken ulaşmış sayılabiliriz. Kimi eski Mısır’dan, eski Yunan’dan, kimi eski İran ve İlkçağ Mezopotamya’sının  bâtıl düşüncelerinden arta kalıp itikâdî ve amelî dünyamıza, zihiniyet âlemimizin derin katlarına sirâyet ve nüfuz etmiş bin küsur senelik bid’at ve hurâfelerin temizlenmesi, ayıklanması; “Kelâmullah” ile hiçbir alâkası olmayan bu tarihî–kültürel cürûftan Müslüman zihinlerin kurtarılması, İslâm târihinin –Efendimizin mücâdelesi hariç– belki de en büyük işidir. Çok şükür ki, Kur’an-ı Azîmüşşân bozulmamış olarak bu güne kadar geldi; ne mutlu ki, Efendimiz’in mübârek hayatı ve sahih sünnetini nakleden doğru kaynaklar da var elimizin altında ve ne iyi ki, Hz. Ali’nin nasîhâtleri var; Ebû Hanife ve İmam-ı Mâturidî gibi öncekilerin ışığını dosdoğru yansıtan parlak “ayna”larımız mevcut… Ümidvâr olmak için bütün bunların yetip de artması gerekmez mi?! Allah gafur-ür’rahîm ve kerîmdir. 128. Sayıda tekrar görüşmek üzere, bâkî selâm ve muhabbetle…   Mustafa Çalık
Türkiye Günlüğü Üç Aylık Fikir ve Kültür Dergisi Sayı:127 Yaz 2016 pdf indir oku
0 notes
denizlihaberim · 6 years
Link
Anadolu Ajansı (AA) Yönetim Kurulu Başkan Vekili Dr. Şaban Kızıldağ, “Üretmek, bozmak, büyümek için kendim, ülkem, insanlık için, vefat hariç hiçbir şey için değil.” dedi.
AA Idare Heyeti Başkan Vekili, eğitimci ve yönetim danışmanı Dr. Kızıldağ, AK Parti Denizli İl Başkanlığı Ar-Ge Birimi tarafından Bereketler Görüşme ve Sergi Salonu’nda düzenlenen “Gerekçe Değil Semineri”nde yaptığı konuşmada, 6 akademisyenle 10 yıldır 57 ülke üstünde alıştırma yürüttüğünü, Türkiye’nin de arasında olduğu 57 ülkenin 80 milyonluk nüfusa sahip Almanya’nın ürettiği katma değerin yarısını üretmediğini söyledi.
Bunda tarihsel, sosyolojik, psikolojik ve siyasal birçok neden bulunduğunu lakin en önemlisinin insan faktörü ile eğitim ve yetişme modelindeki problem olduğunu vurgulayan Kızıldağ, şöyle konuştu:
“Bir Fransız, bebeğini sallarken ‘Benim oğlum, kızım büyüyecek, kuzeyde, güneyde büyük işler yapacak, uzaya çıkacak, uçak yapacak, e yavrum eee, eee.’ diyor. Çocuk doğduğu günden öldüğü güne kadar ‘Uçak yapacağım, uzaya çıkacağım, dünyayı kurtaracağım.’ diye düş ediyor. Bizde nasıl ninniler? ‘Dandini dandini dastana, danalar girmiş bostana, kov bostancı danayı, yemesin lahanayı.’ Yese ne olur, yemese ne olur? Birincisi, ninnilerde problem var, ikincisi masal ve hikayelerde problem var. Sen nereye gitmek istediğini bilmiyorsan yolun nereye gittiğinin ne anlamı var? Yol bir yere gitmiyor, dışarı giden sensin.”
Kızıldağ, çocukların okulda da davranışlarına yönelik sürekli uyarılarla büyütüldüğünü, bundan nedeniyle ülke insanının yüzde 80’inin ölümden sonra en fazla topluluk önünde konuşmaktan korktuğuna dikkati çekti.
Her insanın içinde iki benlik bulunduğuna sinyâl eden Kızıldağ, şunları kaydetti:
“Biri seninle beraber doğar, seninle beraber ölür. O, içindeki çocuktur. 3 yaşında da 93 yaşında da aynıdır. diğer taraftan öbür ego vardır, annenin, babanın, çevrenin istediği ego. Millet olarak içimizdeki beni çok erken yaşlarda öldürüyoruz. Ondan dolayı iletişimde, inovasyonda, etkileşimde problem var. 16 yaşına gelince anne, baba, mektep, çevre, hoca, ‘Oğlum tavır, sırıtma, önemli ol, kocaman kız oldun, büyük adam oldun.’ diyor. 70 yıl yaşıyoruz, 54 yıl çocuk değil. 80 yıl yaşıyoruz, 64 yıl çocuk yok. Bizim en büyük problemimizden biri irtibat.
Toplumun yüzde 80’i serumlu gibi dolaşıyor.”
“Gönülden bir kuşkum değil.” diyen Kızıldağ, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Gönül Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus Emre, kuşkum değil ama servis beton. Hiçbirimizin nüfus kağıdında gülümseyen fotoğraf değil. 16 yaşına gelince içindeki çocuğu öldüren toplumun sağlıklı bir ruh hali değil, sağlıklı bir ruh hali olmadığı için dinç sokaklar, sağlıklı evlilikler, sağlıklı ilişkiler yok. Sağlıklı bir ruh halinin 6 manâlı kriteri var, kendini, başkalarını, çalışmayı, yaptığı işi, ait olmayı sevecek, sağlam bir inancı olacak, sağlam hayalleri olacak. Hayali olmayan bir adamın siyaset yapması, düşey durması, ölümden korkmaması olası değil.”
Hazreti Ali’nin, “Mazeret, insanın kendisine söylediği en büyük yalandır.” sözünü 20 sene önce okuduğunu hatırlatan Kızıldağ, “Bugüne değin 2 milyon kişiye bu cümleyi yeniden ettirdim. Bugün de bu eğitim programlarının başlangıcında dünyayı dönüştürmeye talip olan siz sevgili arkadaşlarıma her tarafta ettiriyorum. Üretmek, bozmak, gelişmek için kendim, ülkem, insanlık için, vefat hariç hiçbir şey için mazeret yok.” ifadelerini kullandı.
Seminere Denizli Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Zolan, AK Parti İl Başkanı Necip Filiz, Merkezefendi Belediye Başkanı Muhammet Subaşıoğlu, Pamukkale Belediye Başkanı Hüseyin Gürlesin de katıldı.
Bu yazı ilk defa Aa Yönetim Kurulu Başkan Vekili Dr. Kızıldağ Açıklaması sitesinde yayınlanmıştır.
#Denizlihaber
0 notes