"Ne zaman canın yansa bu kadar derinden
Sanırsın mümkün değil bir daha üzülmen
Ne inat, ne gözü kara, ne dayanıklı yürek
Acıyor aynı yerden her şeye rağmen
Ne akıl kar ediyor, ne fikir o sırada
Biliyorsun geçiyor zamanla ama ne fayda"
"bazı yaralar yararlıdır buna inan. bazı yaraların ortasında küçücük bir el, sanki geçmişine çiçek uzatır. bazı yaralardan sızan kanla tüm geçmişin yıkanır."
Ne zaman canın yansa bu kadar derindenSanırsın mümkün değil bir daha üzülmenNe inat ne gözü kara ne dayanıklı yürekAcıyor aynı yerden her şeye rağmen
Ne akıl kar ediyor ne fikir o sıradaBiliyorsun geçiyor zamanla ama ne faydaYaralı tepeden tırnağa herkes yaralıAlışılmıyor acıya, yok kaidesi kuralı
Kanayıp, ne kadar tutabilirsin gül uğruna dikeniNe gelen anladı ne giden olanı biteniAdıyorum aşka…
Herkes o kadar yorgun, o kadar yaralı ki, kime el atsak elimizde kalıyor. Sevmeye kalkışırken, kendine karşı darbe yapmış gibi, yorgun düşüyor, kalktığıyla kalıyor herkes. O mu çok yoruyor, ben mi çok yorgunum ? çelişkisinde kalbimiz. Yıkılmış bir şehir gibi içimiz, hani sığınalım desek, kendimize bile yer yok...😞
sana kolay şeyler atlattım demeyeceğim. acımı küçümseyip seni yüceltmeyeceğim. ben bundan vazgeçtim. bir şeyler oldu ve ben, benliğimi kaybettim. kendimi bir rakı bardağını masaya vurup içtiğim anda bıraktım. kendimi bu gece sildim. ben bir şeyler yaşadım ve geçmedi. izleri bileklerimde, izleri yaralı ruhumda. izleri her yanımda. jileti attığım köşeden kan revan hâlde aldığım zamanlardan bahsediyorum sana. kimseye anlatmadığım. bak, anlatamadığım demiyorum anlatmadığım diyorum. kimsenin acımasına ihtiyaç duymadım bana. susturdum herkesi. acıma içtim bu gece. rakı şişesi devrildi, benim ruhum sallandı. sana söylemedim. çok yara aldı bu bedenim. sana anlatmadım. yaralı hâlimle kucak açtım, ruhuna. ama bir bilsen ne kadar canım yandı seni severken. sus ve konuşma. bu gece ben anlatacağım. bana değil, gözlerimin içine bak. bir sigara yak ve ağla. ne hâle getirdiler beni bilmiyorsun. hep sustum ama bir yere kadar. dilimin dönmediği acılar bu yazıya dökülüyor ve ben, kendime mâni olmuyorum. gözlerime baksan anlarsın yorgunluğumu. ağlarım yanında için yanar, konuşurum küllerin savrulur. benim dilim dönmez bu acıya, lügâtimde sözcük yok bu acıyı yazmaya. sus ve git demiyorum artık. kal ve cehennemimi gör. sokaklardan değil ev denen yerden korktuğumu anla. benimle yürüme artık. benim yolum uçuruma çıkacak. bilmiyor muyum sanıyorsun, aptal. ben döndüm o uçurumdan, bin kere. döndüm ölümden. bir yaz günü, tek başıma, hastane odasında. aynaya bakmadım aylarca. saçlarımı uzadığı an kestirdim. bak, kimse bilmez bunları. söylemem de gözlerimden de anlamazsın bunları. gel içelim bir gece rakıyı, neler anlatacağım sana dinle. sonra kalk masadan git. biliyorum ben bu sahnenin sonunu. hep yalnız başıma rakımı içer kalkarım. herkes küfürler edip ağlar, ben gülerim. sustuğuma bakma, yıllarca. içimde neler birikti bilmiyorsun. anlıyorum, deme bana. bir siki anlamıyorsun sen. buzdağının görünen kısmının yarısını bile görmedin. anlamazsın da. bilmiyor muyum sanki ben, bu gecenin sonunu. bir lavabo köşesinde çıkacak midemdekiler. ben her şey ile birlikte kendimi de kusacağım. kendimi de göndereceğim. ruhumun benden kaçmayı denediği bir gece bu. bir rakı masası. acısına içer herkes, ben yıldızlara. beni koruyamayan yıldızlara. inancımı sildim, bedenimden. konuştum saatlerce. ağladı, ben güldüm. sonra sustu bedenler, gözler konuştu. bu işler böyle. şimdi, siktir git. bu acının beni öldürmesine çok az kaldı.
Herkes ölümünü hayatı boyunca bir kere illaki düşünmüştür. Ben defalarca kez düşündüm. Bütün , hatırladığım kadarıyla, hayatımı düşündüm. Bi şarkıya sığdırmak istedim, Bi fotoğraf karesine, Bi mesaja belki de bilmiyorum.
Çocukken hatırladığım pek anım yok.
İncir ağaçları, uğurböcekleri, kırmızı bisikletim, oyuncak bebeklerim, arkadaşlarım..hepsini hatırlıyorum. Güzel anılarım var ama yaralarım da var. Her birini affettiğim ama kendi içimde hazmedemediğim yaralar,izler var.
Benim çocukluğum yaralı hâlâ ve deli gibi korkuyor.
Terk edilmiş parkta, sarı salıncakta kendini sallamaya çalışıyor hâlâ.
Biraz büyüdüm.
Aklım başıma daha çok geldi. Gördüm ve duydum. Gerçekten kaçtım. İlk şüphe tohumu 9 yaşımda düştü içime. Güvenmemem gerektiğini öğrendim. Sevgisizliğin sonuçlarının ne denli büyük olduğunu gördüm. Küçük yaşımda dedim ki;"Ben herkesi seveceğim belki o zaman onlarda sevmeyi bilir."
Çocukluğuma sözüm vardı. Sözümü tuttum. Herkesi çok sevdim.
Biraz daha büyüdüm.
Şimdi olduğum kişi oldum.
Savaştım, savaşırken sevilmemeyi öğrendim. Çabaların boşuna gittiğini, ne kadar istersek isteyelim bazı şeylerin olmadığını öğrendim.
Çok sevdim yinede.
Dostumun deyimi ile "Seninkiler seni istemediğini bas bas bağırıyor seni kullanıyorum diye"
Büyürken öğrendim. Sevginin en büyük silah olduğunu. Bu silahı karşı tarafa bizzat bizim verdiğimizi anladım.
Sonra dedim ki; "Sevsek de sevmesek de kötü olmak isteyen hep kötü oluyor."
Ve günümüzün saatiyle vazgeçtim.
Kan yok. Kelebek yok. Balık yok. Çığlık yok. Anlaşılmaya artık çalışmıyorum. Ne anlarsınız o. Ben biri işte, ben bugün son kez ölüyorum.
Siz oğlu şehit olan aileye acı haber vermeye gittiniz mi hiç?
Hayır mı? Dinleyin o halde;
Sabah daha mesaiye başlamadan yazılı bir emir düşer önünüze Yukarı köyden Ahmet oğlu Mehmet şehit düşmüştür. Yarrabim dersin, dağa çıksam üç gün aç susuz kalsam da şu haberi vermesem.. Ama giyersin tören üniformanı, birkaç Mehmetçikle birlikte, hastaneden gelen ambulansı alırsın arkana, düşersin yola. Vatandaş da öğrenmiştir artık, önde bir askeri araç, arkada bir ambulans ile geliyorsa bir eve ateşin düştüğünü... Yaklaştığın her kasaba veya köyün buz kesildiğini hissedersin içinden geçip gittiğin her yer rahatlar.. Neyse varırsın köye. Askerde evladı olan her haneden inceden bir sızının yükseldiğini, "aman bizim eve doğru gelmesin" diye dua edildiğini duyar gibi olursun.. Bütün köy donmuştur adeta.. Herkes büyülenmiş gibi izler seni hangi eve gidilecek diye ıstıraplı bir merak sarar ortalığı.. Şehidin evine doğru yaklaşmaya başladığında, bahçedeki ihtiyarın büyülenmiş gibi sana baktığını, bacaklarının titrediğini, elindeki bastondan güç alarak zar zor ayakta durmaya çalıştığını görürsün. Ayakların geri geri gider. Pencerelerde bir hareketlilik başlar ve kapının önüne telaşla bir anne çıkar, bir sana, bir arkanda yere bakan Mehmetçiklere, bir de ambulansa bakar. Sonra atar kendini yere. Oğlu daha toprak altına girmeden o ana düşer toprağa.. Öyle bir vurur ki yere, zelzele oluyor sanırsın.. Konu komşu yığılır, bin feryat bin figana karışır, dersin ki kıyamet budur.. Kimi ana önce sana doğru koşar, ellerine sarılır, son bir umutla yüzüne bakar, "Yaralı değil mi komutan?" der; Başını öne eğer, hiçbir şey diyemezsin. Dizlerinin bağı çözülür, çökersin anayla birlikte yere, o ağlar sen ağlarsın.. Hemşire elinin titremesinden, gözünün yaşını silmekten sakinleştirici iğneyi yapamaz bile.. Baba.. Fidan gibi evlatlarını vatana feda eden o babalar.
Kimsenin duymadığı seslere kulak vermeyi ders edinmiştim kendime. Bir gün bir ses duydum. Gülmüştün. Gökyüzü, yer inmişti sanki. Benim çığlıklar doğuran göğsüm öyle susmuştu.
Her konuşmanın bir sonu vardır. Karşılıksız her sevgi, bazen çaresiz bırakır. Ben diş geçirmeyi beceremediğim her şeye, düş geçirmelerin adamıyım bilirsin. Yalanların can yakan gerçeklerini ezberledim seni severken. Yemekten sonra sigaraya sarılmayı öğrendim. Ota, boka küfretmeyi, gece ilerledikçe yastıkla tavan arasındaki mesafenin azaldığını; boğulma vakalarının bu yüzden sabaha doğru bu kadar fazla olduğunu.. Saydıkça çoğalan bir sürü şey işte.. Sen; her devrimin başlangıcını simgeleyen silahlı gözlere sahipken ömrü boyunca bir çocuk büyüsün diye savaşmayanların kadınısın. Aldığın her yarayı aşk sanıyorsun. Bazı yaralar acıtmaz. Ama utanma, sen ağlayabilirsin.
Her savaşın bir kaybedeni vardır. Her aşk, bir kuşun kafesini parçalamasıyla başlar. Ben göğsümdeki kafeste kuşlar büyüttüm seni severken. Sen, göğe parçalanmış bir kafes uçurdun. Kuşlar uçmayı, ben özgürlüğü unuttum. Bilirsin göğsü savunmasız kalınca bazı savaşlara girmeye çekinir insan.
Neyse... Böyle basit şeylere üzülmelerin adamı değilim ben, hem gökyüzü kaç kuşu taşıyabilirdi ki seni severken? Senin kanat çırptıkların başkaydı ayrıca, benim cümlelerim yaralı..
Bazı cümleler acıtmaz. Ama sen ağlayabilirsin..
Her diken kendi gülünü sığınak zanneder. Günün sonunda herkes kendi ihanetine döner. Sen; kıyıya vuran vicdanın için başkasının ruhunu çarmıha gerenlerin kadınısın. Bilirsin bazı sevgiler diken bile olsa, acıtmaz. Sevmeyi öğrenemedim belki de, haklısın.. Ama amına koyayım diyorum, dünya da öğretirdi ki sevmeyi, özgürce uçan her kuş öğretirdi, ben sevmeye sana sığındım. Şiirler elbet yazılırdı, şair olmaya sığındım. Filmler siyah-beyaz oynansa bütün renklerimle sığınırdım.
Bazı kırgınlıkların sığınağı, enkaz. Seni kırk defa kırgınlığımla öpsem beni hiçbir diken bağışlamaz. Böyle basit şeylere, ölmelerin adamıyım ben. Bilmiyorsun... Bazı yaralar acıtmaz elini kanatmaz, ilk yardım gerektirmez. Bazı yaralardan çıkan dikenler sol tarafındaki tüm sinirleri keser, seni acilin kapısına yetiştirmez... Sen; başkasının göğsündeki kuşlara tutunarak yaşamaların kadınısın. Biliyorsun, bazı yaralar öldürür.
Anasını satayım böyle de güzel gülünmez ki! Unutma ağlamak da bir seçenek..
Bu Tumblr çok tuhaf bir yer ya! Gaziler derneği gibi. Herkes bir yerlerden yaralı. Ya ihanete uğramış, ya çok sevmiş kalbinden yaralı. Ya gerçek alemdeki eşinden, dostundan dertli buralara kaçıyor. Kimisi emekli olmuş gittiği lokal kapanmış da buralarda takılıyor gibi. Kimileri için ya kronik ya çaresiz hasta son günlerini geçirdiği hastahane koridoru gibi. Bence kısmet peşinde koşanlar da var. İlginç bir mekan.
Söyleyeceklerim aslında bu kadar değil ama sukut lazım vesselam.
Leylek yavruları yumurtadan çıkalı henüz bir ay olmuştu.
İrileşmişlerdi ama hala uçamıyorlardı. Yuvada anne ve babanın getirdiği yiyeceklerle beslenmek zorundaydılar.
Marmara’ da sıcak bir ikindi vaktiydi.
Uludağ zirvelerinden inen 6 kartal, Bursa Orhangazi' de bir leylek yuvasına saldırdı. Anne ve baba leylekleri öldürüp, 4 yavruyu kaçırdılar.
Aradan bir kaç gün geçti.
Yine bir grup kartal, yine Orhangazi' de başka bir leylek yuvasına saldırdı. Ancak bu kez yuva boştu. Nasıl haberleştiler ise, leylekler yavrularını güvenli bir yere gizlemişti.
Sonra her yerden haberler gelmeye başladı.
Kartallar gruplar halinde leylek yuvalarına saldırıyordu.
Bir kaç gün sonra ülkenin dört yanından Bursa, Aydın ve Trakya' ya yüzlerce leylek akın etti.
Aynı şekilde kartallar da toplanıyordu.
İnsanlar, çevrelerinde leylek ve kartal sayısının olağanüstü arttığının farkındaydı.
Gökyüzünde bir hareketlenme vardı.
Bir şeyler oluyordu.
Bu kuşlar neden toplanıyordu?
Bu neyin habercisiydi?
Leyleklerin ve kartalların toplanması iki ay sürdü.
Aylardan Ağustos.
Aydın' da Menderes deltasında inanılmaz bir savaş başladı.
Havada amansız bir mücadele vardı.
Bir tarafta leylekler, diğer tarafta kartallar.
Halk başı yukarıda, bu savaşı izliyordu.
Kartallar güçlü pençeleriyle, leylekler de uzun gagalarıyla savaşıyordu.
İnsanların gönlü leyleklerden yanaydı. Köylüler yaralanıp yere inen leylekleri tedavi etmeye çalışıyorlardı. Nineler yaralı leyleklerin başında dua ediyordu.
Herkes o kadar yorgun, o kadar yaralı ki, kime el atsak elimizde kalıyor. Sevmeye kalkışırken, kendine karşı darbe yapmış gibi, yorgun düşüyor, kalktığıyla kalıyor herkes. O mu çok yoruyor, ben mi çok yorgunum ? çelişkisinde kalbimiz. Yıkılmış bir şehir gibi içimiz, hani sığınalım desek, kendimize bile yer yok...