Tumgik
#bıyıklı falan
fatomahperi · 11 months
Text
Tumblr media
EŞEKLİ KÜTÜPHANECİ
Yıl 1943. Genç Mustafa'nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi'ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok.
Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:
"Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun."
Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
- Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu ?
- Alıyorum.
- Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.
23 yaşındaki genç memur "Ne yapayım, ne yapayım?" diye düşünür durur.
Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce "Deli misin bey?"der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.
O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı bütün engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, "Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da" zihniyeti var.
O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne "Kitap İdare Sandığı" yazar.
Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar. Kütüphaneye de bir yazı asar:
"Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz."
Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir.
"Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak" der.
Mustafa artık Ürgüp'teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler merkebi ile köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca'nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa'nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.
Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer'e mektup yazar:
"Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım" der.
Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar,
"Kendi görev tanımı dışında davranıyor" diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.
Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.
Bütün Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp'e "Eşekli Kütüphaneci" Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.
Girişimcilik ne biliyor musun?
Bulunduğun yere yenilik katmalısın.
Mutlaka adım atmalısın.
Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir eksiklik vardır arkadaş.
İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.
Bakın Nevşehir'den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz’ü herkes bilir.
Alıntı
19 notes · View notes
otadam · 1 year
Text
Herhangi bir oluşum, örgüt,parti vs beni davet edecekse rica ediyorum tapınak şövalyeleri etsin.
O pelerini giyip ortada dolanmak afili geliyor.
Bu saatten sonra Maklube kaşıklayıp badem bıyıklı olamam, olmam da zaten.
Ezilen halkların kardeşliği filan falan hiç benlik değil.
Mason locası da olur bak, onlara da göz kırpmadan olmaz.
Neyse yazının sonuna illuminati de ekleyeyim.
Horusun gözü sizi izliyor dikkat edin;)
2 notes · View notes
mel-inoe · 1 year
Note
Naiflik derken ağızdan çıkan değil de daha içsel bir şeyden bahsediyorum, ruhsal. Ginko gibi gezip birilerine yardım edip karın tokluğuna yaşamak mükemmel bi hayat bence de, bunun hayalini kurmaya dalmışken kardeşimin horlamaya başlaması hoş olmadı sbxjsbdj Audioslave-like a stone (koltuğa yığılıp kalmışsın gibi bi his veriyo) Nujabes ft. Shing02-luv sic part1 (bu adamın müziklerinde başka bi his var, gece dinlemeye daha uygun hep) bonus olarak da Lucy Rose-shiver (çok mushishi dediğimiz için aklıma geldi, o animede vardı bu şarkı). Auram isee teksem birini öldürecek gibi(imiş) ama sevdiğim birinin yanında çok gülüyorum o zaman havam çok yumuşuyo. Bir kere geliyoruz dünyaya ve onda da her yeri gezmek için vize pasapot falan istemeleri bazen sana da saçma geliyo mu? Bırakın beni açın kapıları bi bakayım ne var ne yok sbxjsn into the wild filmindeki gibi olmasın da sonum
benim gibilerin dünyada yeri çok olmaz. yani kolay kolay yaşatmazlar. öyle değilmişim gibi yapalım. değil mi çok huzurlu bir hayat olurdu. inanır mısın senin iletini okurken kedim tezgaha atlamaya çalışıp beceremeyip yere düştü skjfalsfm audioslave like a stone harbiden tam döngüye alıp kafa dinlemelik şarkı. bu şarkıyı sevdiğine göre kasabian-days are forgotten ve the strumbellas-spirits şarkılarını seveceğini düşünüyorum. diğer şarkı da gerçekten gece dinlemelik. shiver.. bir süre sürekkli dinlediğim şarkı.. atmosferi çok güzel bir şark��. önerdiğin şarkılar çok hoşlar teşekkür ederim. intjlerin genelinde var o aura, en yakın arkadaşımdan biliyorum ksdjfakj ama gerçekten sevdiklerinize karşı çok farklısınız. arkadaşım zorludur ama beni gördüğündeki sevgi dolu gülüşünü hiçbir şeye değişmem. gerçekten sevdiklerinizin yanında apayrı olan bir yapınız var. yahu evet bi ara tam bir ay boyunca (mushishi izlediğim zamanlardı) bunun hakkında çevreme şikayetlendim. hani tbde bi bıyıklı amcamız vardı küfürlü küfürlü vizelere sövüyordu tam oydum hani. bir de elimizi nereye atsak insan şimdi. into the wild filmini öneri olarak alıyorum, konusu güzele benziyor.
4 notes · View notes
by-hulusi · 2 years
Text
Tumblr media
Başarı başarmaya niyet eden çalışan insanın hakkıdır.
Yıl 1943. Genç Mustafa'nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi'ne çıkar.
Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok.
Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:
"Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun."
Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
- Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu ?
- Alıyorum.
- Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.
23 yaşındaki genç memur "Ne yapayım, ne yapayım?" diye düşünür durur.
Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce "Deli misin bey?"der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.
O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, "Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da" zihniyeti var.
O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder...
ve bir eşek alır.
İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne
"Kitap İdare Sandığı" yazar.
Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar. Kütüphaneye de bir yazı asar:
"Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz."
Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir.
Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.
"Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım.
Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak" der.
Mustafa artık Ürgüp'teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel'le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler.
Mustafa Amca'nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup
iş yapmazken, Mustafa'nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.
Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor.
Zenith ve Singer'e mektup yazar:
"Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım" der.
Zenith dokuz tane,
Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti).
Salı günlerini kadınlar günü yapar.
Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur.
Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider.
Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır.
Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar,
"Kendi görev tanımı dışında davranıyor" diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.
Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir.
2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.
Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp'e "Eşekli Kütüphaneci" Mustafa GÜZELGÖZ ve eşeğinin heykelini dikerler.
Girişimcilik ne biliyor musun?
Bulunduğun yere yenilik katmalısın.
Mutlaka adım atmalısın.
Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş.
İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer
kaybettirir.
Bakın Nevşehir'den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat,milletvekili, politikacı geçti;
binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama...
Mustafa GÜZELGÖZ
ve eşeğinin heykeli var.
3 notes · View notes
gundemarsivi · 5 months
Text
Tumblr media
İşkence Ders Notlarım
✍🏻 Osman Akyol
https://www.gundemarsivi.com/iskence-ders-notlarim/
Tarih 28 Eylül 1996… Yer Van Otogarı… Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Matematik Bölümü’nü bitirdim eve, İstanbul’a dönüyorum. Polislerin yaptığı rutin bagaj aramasında çantamdan, Osmanbey’de bir işportacıdan aldığım, “Devrimci Marşlar ve Ağıtlar” isimli kitap çıktı. Yolcuların şaşkın bakışları altında hemen oracıkta gözaltına alındım. Oysa güne ne güzel başlamıştım…
Bütünleme sınavlarını verip dört gün önce okuduğum bölümden mezun olmuştum. Van’daki dostlarla vedalaşalım falan derken kurdeleye sarılı diplomayı (geçici mezuniyet belgesini) daha henüz açmamıştım, şöyle karşısında efkârlı bir sigara yakıp, daha doğrusu bu sevinci beni evde bekleyen İstanbul’daki karımla birlikte yaşayacaktım…
Dile kolay, dört yıl bu diploma için Van’ın karını, soğuğunu ayazını çekmiş, Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin tozlu yollarını arşınlamıştım. Zeve kampüsündeki Melikşah Öğrenci Yurdu’nun dili olsa da konuşsa! Vize ve finaller öncesi kaç geceyi uykusuz geçirmiş kaç kez çalışma masasında sabahladıktan sonra yorgunluktan sızıp kaç sınavı kaçırmıştım. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Matematik Bölümü dedin mi, duracaksın… Oradan öyle artis pozlarında elini kolunu sallayarak mezun olamazsın. En sıkı öğretim üyesi kadrosu orda: Prof. Dr. İsmail Tok, Prof. Dr. Abdurrahim Yılmaz, Prof. Dr. Bülent Karakaş, Yrd. Doç. Dr. Yılmaz Altun (nam-ı diğer mübarek!), Yrd. Doç. Dr. Necdet Batır, Yrd. Doç. Dr. Muammer Yıldız (sonradan İstanbul Milli Eğitim Müdürü oldu)…
Diplomayı elime aldığımda yaşadığım sevinci hiç unutamam; onca zahmete değmişti doğrusu, vücudumun ödül olarak salgıladığı mutluluk hormonu endorfinin de etkisiyle sarhoş gibiydim. Elbette bir o kadar da tedbirsiz…
Gözümün önünden yaşadıklarım bir film şeridi gibi akıp gidiyordu ta ki bir telsiz anonsu hayallerimi bölen kadar…
Beni gözaltına alan resmi giysili polis, “…anlaşıldı, tamam” la uzun telsiz konuşmasını tamamladı. Anlaşılan işimiz artık “tamam”dı!
Evet, yaşadıklarım bir hayal değildi ve beni gözaltına alan polisler, belli ki, her daim “dinlemede” malum bir “merkez”le konuşmuşlar ve o “malum” merkezin yolladığı adamlar da gelmek üzereydi. Çok geçmeden de sivil plakalı bir otoyla, beyazdı yanlış hatırlamıyorsam, Terörle Mücadele Şubesi’nden beklenen sarkık bıyıklı “amcalar” geldiler. Beni aldıkları gibi, o zamanlar milli tuvalet edebiyatına da sıkça konu olan, malum “merkez”e doğru direksiyonu kırdılar. Sorgu hemen oracıkta sivil otonun içinde başladı. Polisler, önce alaycı bir tonda hal hatır sorup ardından benden yirmi tane arkadaşımın ismini vermemi istediler. Ben başlarda salağa yatmak istedim, oda arkadaşlarımın isimlerini falan verdim: Orhan Altun, Levent yardımcı, Timur Aslan, Şehabettin Fırat (Şeyh Sait’in torunu), Tuncay Aydemir… “Yemediler”… Israrla başka başka isimler istiyorlardı benden, kendilerince de “malum” olan…
Tamam, üniversitelerde Kadıköy’de 1 Mayıs 1996’da yaşanan olaylarla doruğa çıkan bir kıpırdanış vardı. Elbette sol, 1980 Askeri Darbesi’yle yok olmamış, şekil değiştirerek 90’larda yeniden üniversite gençliğinin vicdanında yerini almıştı. 1992’de üniversiteye adım attığımda, Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde sol çevreler daha yeni yeni kıpırdanıyordu. Kimse ne yapacağını, nerden başlayacağını bilmiyordu. Çünkü Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı olan 1981’de kurulan üniversiteye, kendi geleneğini unutmayarak, “yüzüncü yıl” adını veren askeri cunta, solcu öğrencilerin 80 öncesi oluşan sol gelenekle bağını koparmıştı.
Türk öğrenciler arasında daha çok DHKP/C ve TKP/ML adlı sol örgütlerin isimleri geçiyordu. Tabi ki, hiçbirimizin bu örgütlerle militan düzeyinde bir organik bağı yoktu ve belli bir örgüt disiplini içinde de hareket etmiyorduk. Nurculuk, Süleymancılık benzeri kimi İslami cemaatlerde olduğu gibi, daha çok bir “dergi çevresi” yapılanması söz konusuydu.
Örneğin biz yurdun C Blok 48 numaralı odasında kalıyorduk ve bizimle aynı odada kalan Devrimci Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi sempatizanı “parti/cepheli” Bülent Köse adındaki Sivaslı bir arkadaşımız, Kurtuluş dergisi alıyor, o okuduktan sonra elden ele biz de okuyorduk. Yine B Blok’tan Erol Seven adında Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist sempatizanı bir arkadaş, Özgür Gelecek dergisi alıyor, o okuduktan sonra ondan da başkaları alıp okuyordu. Ve böylece lümpen proletarya zincirine her gün zayıf birer halka olarak biz de ekleniyorduk.
O güne kadar yaptığımız eylemler de; zaman zaman, hatta kimi zaman ülkücülerle beraber, yemekhane boykotu yapmak; yazılama yapmak; 20 Mart 1996’da Nevruz kutlamalarına katılıp halay çekmek; 24 Mart 1996’da “faşist” tabir ettiğimiz ülkücülerin bir kız arkadaşımıza laf atması sonucu çıkan gerginliğin ardından Melikşah Yurt Müdürlüğü’nde; “Faşizme Karşı Omuz Omuza!”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği!”, “Burası Faşizme Mezar Olacak!” sloganları atarak yürümekten ibaretti.
Arada bir yurttaki odalarda toplanıp Grup Yorum türküleri dinliyor; pis yedili, poker eşliğinde sohbetler ediyor, “komiteler” kurmaktan falan söz ediyorduk. Fakat bizim sözünü ettiğimiz bu komiteler örgüt terminolojisindeki “halk komiteleri” falan değildi elbette.
Kürt solu diye adlandırdığımız öğrenciler, dağınık haldeki Türk soluna nazaran daha disiplinli ve daha derli toplu bir yapı içindeydiler. PKK’ya sempatiyle bakıyorlar, bir örnek Özgür Gündem gazetesi ve Özgür Ülke dergileri okuyorlar, Med TV izliyorlardı.
Konuşmalarından ve coşkularından anlaşıldığı kadarıyla PKK’ya sempatiyle baktığını söyleyen bu gençlerin çoğu da, sempatizanı oldukları Kürdistan İşçi Partisi’nin, “işçi” yönüne değil de, daha çok “etnik” yönüne sempati duyuyor gibiydiler. Kritik günlerde okul askerler tarafından tanklarla kuşatılıyor ve bu haliyle bir yarı açık cezaevini andırıyordu.
Üniversitenin genel atmosferi böyleydi. Ülke atmosferi de bundan farklı değildi: PKK’nın yükselişine paralel olarak güvenlik güçleri de sertleşmiş işkence vakaları, gözaltında kayıplar, yargısız infazlar türünden antidemokratik uygulamalar artık sıradan olaylar haline gelmişti. Her yerden pis kokular yükseliyor, ülkede “kirli” savaş olanca hızıyla sürüyordu. Savaş baronları istediği ve ölenler de yoksul çocukları olduğu sürece, daha uzun yıllar süreceği gibi…
Emniyet Müdürlüğü binasının arkasına geldiğimizde polisler, birden sertleştiler. Kapıda gözümü göz bağıyla bağlayıp ite kaka içeri sokarken bir taraftan da ana-avrat küfür etmeye başladılar. Bir süre böyle gözüm kapalı sürüklendim. Bir yere gelince durdurup gözbağımı hafifçe araladılar ve bir masada sonu “haklarım okundu” şeklinde biten bir kâğıt imzalattılar. Ardından beni çırılçıplak soyup işkence etmeye başladılar.
İşkenceye başlarken de, “Osman, dağda etek tıraşına vakit bulamadın galiba?” diye “sözde” espri yapmaktan geri durmadılar… Vücudumun her yerine nerden geldiğini bilmediğim yumruklar tekmeler iniyor; sorular peş peşe geliyordu… “Gözaltına alınırken gören oldu mu?”, “Kürt müsün?”, “Hangi örgüttensin?”, “Devrimci ne demek?”, “Lideriniz kim?”, “Komite kurdunuz mu?”, “Kırsala adam yolluyor musunuz?”, “Fen Edebiyat Fakültesine bombayı kim koydu?”… Ben, “Abi, valla bilmiyorum!” gibisinden insani tepkiler verdikçe, daha sert vuruyorlar ve arada elektrik vermekle de tehdit ediyorlardı. Arada bir göz bağımı hafifçe aralayıp kalın bir klasörden bazı arkadaşların resimlerini gösteriyorlar, “Lideriniz bu mu?” diye soruyorlardı. Anlaşılan hepimizi fişlemişlerdi.
Bana reva görülen “insanlık ayıbı”, dört saat boyunca sürdü. En sonunda çözüldüm, bildiklerimi anlattım…
Hani şimdilerde 1999 polis sorgusunda Adnan Oktar için, çok rahat tavırlar sergiliyordu sorgusunda, diyorlar ya kazın ayağı öyle değil işte. Geri zekâlı gibi her şeyi açık açık anlattığın o masa başına oturmadan önce seni bir güzel hazırlıyorlar işte benim örneğimde olduğu gibi.
Gerçi bildiklerim polisin işine yarayacak türden teknik bilgiler değildi. O arada polisler arasında “kitap yasak değilmiş” şeklinde bir diyalog geçtiğini duydum. Sonunda bana bir ifade tutanağı imzalattılar ve serbest bıraktılar.
Bırakırken de, “Kusura bakma, seni biraz hırpaladık ama ne yapalım elimizde yalan makinesi yok ki” şeklinde yaptıkları işkenceyi kendilerince “mazur” gösteren sözde özürden sonra bir dizi öğütte bulunmayı da ihmal etmediler. Yani ortada bozulmamı gerektirecek bir durum yoktu. Bu olağan bir uygulamaydı, memur ağabeyler her şeyi “vatan-millet-sakarya” için yapmışlardı ve benim de, üstelik Adanalı bir Türk olarak, bu duruma anlayış göstermem gerekiyordu. Belki de amirleri böyle emretmişti ve nihayetinde onlar da birer emir kuluydular. Üstelik ülkenin içinden geçtiği böyle kritik bir dönemde “Hiçbir devlet görevlisi, kendisine emredilen etik dışı bir görevi yerine getirmek zorunda değildir” kuralı da henüz geçerli değildi. Kitabıma ve bazı notlarıma el konduktan sonra çantamı elime tutuşturup ardıma bakmadan emniyetten uzaklaşmamı istediler.
Dışarı çıktığımda karmakarışık duygular içindeydim… Hemen kısa bir muhasebe yaptım: Ya dağa çıkıp polisin anladığı dilden konuşacaktım, ya da birkaç gün sonra başvuracağım öğretmenlik mesleğinde dayağa karşı çıkıp bu işkence illetinin kökünü tümden kurutacaktım…
Zor olanı seçtim…
Elbette bu kararı vermemde İstanbul’da beni bekleyen karımın ve bana büyük umutlar bağlamış Adana’daki yoksul ailemin katkısı büyüktü.
Tekrar otogara geldiğimde otobüsü kaçırmıştım, cebimde bir kuruş param da yoktu, üstelik de sigarasızdım… Van Gölü Turizm otobüs firmasının yazıhanedeki yetkililerine durumumu anlattım; yardımcı oldular. Yeniden bilet parası istemediler.
Otobüsteki koltuğuma oturduğumda, artık kendimde değildim… Yaşadığım travmanın etkisiyle uzun yıllar kâbus dolu günler geçirecek polis-telsiz fobisini uzun süre üzerimden atamayacaktım.
Şimdi bulunduğum noktadan geçmişe dönüp baktığımda şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bana işkence yapanlara hiçbir zaman hakkımı helal etmedim, etmeyeceğim de. İnsan doğanın bir parçasıdır ve işkence yapıldığında “öter”, buna işkence yapan polisler ve büyük devrimci önderler de dâhil.
Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi”nde “fizyolojik” ihtiyaçlardan hemen sonra ikinci sırada kendine yer bulan “güvenlik” ihtiyacı, böyle işkenceci soysuzlara bırakılmamalıdır; halkın adamı polislere bırakılmalıdır.
Hesap, çoğu kere olduğu gibi, yine öteki dünyaya kalmıştı ve İstanbul’a, bir bilinmeze doğru yol alan otobüsün muavininin belli belirsiz yaptığı kalkış anonsu, ruhundan derin yaralar almış bir hastayı uzak bir hastaneye yetiştiren canhıraş bir ambulansın siren sesi gibiydi…
Osman Akyol
0 notes
skylovingperson · 9 months
Text
Erkenden uyandım 06 namaz kildim
Ayildim spor yaptım açıldım kahvaltı hazırladım yedim kahvemi yaptım dolaba koydum 07
Bakım yaptım,günlük yazdım ve duygularımı vs yazdım kendime sorulacaklar 1. günü yaptım 08
Hazırlandım mirac hazır olana kadar kitap okudum
09 kütüphanedeyim basladim
Paragraf çözdüm 40 soru mucize yasandi 40ta40 10
Tyt matematik 20 soru çözdüm 1 bucuk saatte hallettim bu isi yapiyorum yha 11.30
Türkçe +2 videolarımı izledim pzt izleyememistm
Geometri 2 test cozdum
Türkçe ek testleri hallettim
Ay biraz mola ama yaaaaee
38 dakika falan ama tam 38 dk
Basladi bizim video serüveni
Rehber mat problemlerin kolay kısmını hallettim 2 tane
Soru da çözdüm problem
Geometri eenn sevdigiimm Kenan kara izlediiimm
Rehber matin videolarını izledim geo notumu da aldım iyicee
En zorlandığım ama beynimin yandigi ve öğrendiğimi hissettigim şey olan rehber matematik güncel videosunu izlediimm
Bıyıklı matematik neymiss kesfedelim bakalımmm konu kısmını halledek ya
Aha da oldu saat 8
Baayaagi calismisiiz
10a kadar uzan kisal yat napiysan yap
Simdi kendimize bakıyoruz
Günümüzü yazıyoruz
Bakım yapıyoruz
Kendimizi dinliyoruz
Kişisel sorulardan sorup cevapliyoruz
Not alıyoruz
Ve bu gün için şükrediyoruz
1 note · View note
Text
Tumblr media
Ciao Bella...
7 notes · View notes
fikret-i · 2 years
Text
Tumblr media
Küçüklük yıllarımda at ile hurda toplayan pos bıyıklı ecevit şapkalı bir adam vardı. Atı da o kadar güzeldi ki kâkülü, gözleri duruşundaki asalet sanki padişah taşıyordu. Adam da sanki padişah fermanı okuyordu ahaliye. Herkes kulak kesilir, biz çocuklar peşine takılır, kendimizi kaybeder onun peşinde mahalleleri turlardık. Tabi her mahallede ayrı çocuk grupları dahil olurdu peşimize. Öyle güzel mani söyler, şiir okurdu ki. Bizler hayran hayran "amca ne olur bir daha söyle" diye yalvarırdık. Gerçi konuşurken de kafiyeli idi cümleleri. Her hafta o amcanın geleceği günü iple çeker; arkadaşlarla o gelince neler verelim diye kriterler yapardık. Sırf onun ile muhatab olabilmek için hurdalar biriktirirdik. Derdimiz para falan değildi. Bir şiir okusun, bir mani söylesin yeter. Gerçi biz hurda getirip verdikçe keyfinden Bülbül gibi şaklardı zaten. Ağızdan dökülen dizeler aralıksız birbirini takip ederdi. Bizler de kendi aramızda maniler uydurmaya çalışırdık. Ne günlerdi o zamanlar. Saf, günahsız, şiir kokan sokaklarımız vardı. Sonra bir anda adam ortadan kayboldu. Öğrendik ki çok yorulduğu için o işi bırakmış. Köyünde iki küçükbaş, bir küçük bahçeyle meşgül olmaya başlamış. Ve çok geçmeden de ahirete intikal etmiş. Şiirle, manilerle geçen bir hayat nokta ile son bulmuş.
Fikret İ
19 notes · View notes
aynurantt · 2 years
Text
Tumblr media
Mustafa Güzelgöz ve Eşeği
Ürgüp'te bir eşek heykeli olduğunu biliyor muydunuz?
Eşeğin heykeli mi olurmuş dediğinizi duyuyor gibiyim.
Eğer o eşek yıllarca köylere kitap taşımışsa neden olmasın?
Tabii asıl konu kütüphaneci Mustafa Güzelgöz'ün hikayesidir.
Yıl 1943.
Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok.
Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:
“Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten…
23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.
O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir.
Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.
O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası da olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır.
İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare (Ödünç) Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.
Kütüphaneye de bir yazı asar:
“Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”
Köydeki çocuklar şaşırır.
Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var.
Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.
“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.
Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir.
Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.
Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar.
Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor.
Zenith ve Singer’e mektup yazar:
“Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.
Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.
Girişimcilik ne biliyor musun?
Bulunduğun yere yenilik katmalısın.
Mutlaka adım atmalısın.
Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş. İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.
Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.
Eşekli Kütüphaneci, Fakir Baykurt
6 notes · View notes
mrt53 · 3 years
Text
Tumblr media
😢😢😢😢😢
ÇANAKKALEDEKİ MÜBAREK ŞEHİTLERİMİZE İTHAFEN :
*****************
BABAN GELİRSE...
Balıkesir’i bilenler bilir;
“Ali Sururi İlkokulu”
karşısındaki boşlukta, ayakkabı tamircisi olarak evinin rızkını temin eden,
kır, pala bıyıklı, şehit evladı, saygın bir beyefendidir Cevdet Bey…
Geçimini ayakkabı tamirciliğinden temin eden bu asil adamın, Çanakkale harbine iştirak edip de geri dönmeyen hafız babasının ve
ölünceye kadar onu bekleyen annesinin hikâyesidir şimdi anlatacaklarımız…
Yıllar sonra, oğlu Cevdet Bey anlatıyor:
“Rahmetli babam Hafız Ali, Çanakkale Savaşlarına iştirak etmek için Balıkesir’den ayrıldığında, ben anamın karnında yedi aylıkmışım…
Onu hiç tanımadım… Bir fotoğrafı bile yoktu… Zor günlerdi o günler…
İşgal yılları,
seferberlik sıkıntısı,
fakirlik,
yokluk… Çocukluğumuz, hep ekmek peşinde,
sıkıntı içinde geçti. Annem, benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışında,
her nereye giderse gitsin,
yanıma gelir ve:
-“Oğlum, ben pazara gidiyorum, baban gelirse, beni hemen çağır ha!”
-“Ben teyzeme gidiyorum,
Baban gelirse beni hemen çağır ha!”
-“Ben komşulara gidiyorum,
Baban gelirse beni hemen çağır ha!”, derdi…
Yıllarca anam, babamı bekledi durdu…
Büyüdüm…
Dükkân açtım, Kapattım...
Annemden, hep aynı sözleri işittim,
hep aynı bekleyişine şahit oldum…
Annem, ne zaman bir yere gitse ;
hep aynı şeyi söylerdi:
- “Ben falan yere gidiyorum,
baban gelirse beni çağır ha!”
Aradan yıllar geçti…
Annem ihtiyarladı…
Ama buna rağmen, gene değneğini eline alır, bana gelir ve:
- ‘Baban gelirse, beni çağır ha’
diye tembihlemeyi hep sürdürürdü…
Gün geldi,
annem iyice ağırlaştı…
Ölüm döşeğinde bizlerle helâlleşti…
-“Bana iyi baktınız,
ben hakkımı helâl ediyorum,
siz de helâl edin !..”
dedi.
Ve ekledi:
- “Babanız gelirse, ona ;
- Annem seni hep bekledi deyin!”
dedi…
O gün, yani annemin vefat ettiği gün,
bütün kardeşler ve akrabalar, onun başında bekleyip dua ettik,
Kur’an okuduk,
her faninin ardından,
dinin ve an'anelerin gereği ne ise
onu yapmaya çalıştık.
Kendi aramızda,
“Annemizin eşine kavuşacağı saatler yaklaştı herhalde”
dedik.
Babam, Çanakkale’de kalmıştı,
annem ise onu yıllarca beklemişti.
Şimdi ise, her an ebediyete göçmek üzereydi annemiz…
Aklı başındaydı.
Akşama doğru,
"birden irkilerek"
doğruldu…
Kapıya doğru bakıyor ve gülümsüyordu:
- “Çocuklar !..”
dedi,
“babanız geldi!”,
ardından:
- “Hoş geldin bey,
hoş geldin!”
diyerek ruhunu teslim etti, uçtu gitti...🤔😟
13 notes · View notes
yazamazokur · 3 years
Text
Son Ada
Zülfü Livaneli (2008)
Tumblr media
SON ADA okurken yine mi aynı şeyler oluyor diye kendinimi hayıflanırken bulduğum, bir taraftan da heh tam da biri doğru söylüyor işte, onu dinlesenize diye içten içe karakterlere seslendiğim, bol iç konuşmalı bir roman oldu. Adadaki bilge kişi "yazar" karakterini de buralardan tanığım Aydın Amca' ya benzetince okuması pek keyifli idi doğrusu.Bir çırpıda bitirip hevesle hediye ettiğimde ise ne göreyim, O' nun kitaplığında çoktan yerini almış zaten.
Böyle bir cennet nasıl anlatılır,hatta anlatma girişiminde bulunma cesareti nasıl gösterilir, bilemiyorum. 13
Aslında biz bu yaşamın güzel olduğunu düşünmüyorduk bile artık; o kadar alışmıştık ki, yaşayıp gidiyorduk işte.İnsan her gün gördüğü denizin, evinin önündeki kayanın üstüne konan martının güzel olduğunu düşünmez. 13
Ah unutulmuşluk,terk edilmişlik...Ah yalnızlık!
Meğer ne değerli kavramlarmış bunlar.O dingin hayatlarımız için ne kadar gerekliymiş.Bu satırları yazarken o eski günleri anıyor, yüreğim yanarak yitirdiğimiz cennete ağıt yakmak istiyorum. 19
Ey adamız, bize gösterdiğin onca cömertlikten sonra sana bu kötülüğü yaptığımız, düşmanımızı saygı göstererek karşıladığımız, üstelik ona doğru hafifçe eğilerek elini sıktığımız için bizi bağışla! 23
Ne saf,ne aptal, ne dünyadan habersiz yaratıklarmışız.Başkan' ın bu konuşması,belki de o güne kadar yaptığı yüzlerce politik konuşmanın muhatapları gibi bizi de heyecanlandırmış, içimizi iyi dilekler ve dostlukla doldurmuş, bu yeni, sevimli komşularımızı temiz yüzlü, tonton ihtiyarlar olarak bağrımıza basmamıza yol açmıştı. 25
Sence insan, kendisine yapılan kötülükleri karşısıdakine aynen uygularsa doğru davranmış olur mu? 27
Bu tutum onların bilerek daha önce yaptıklarını aynen tekrarlamak anlamına gelmez mi? 27
Unutma, derdi tekrar, '' kendi sesin! İşte en önemli şey bu, senin sesin! Dünyada hiçbir tarza, hiçbir modaya oturtulamayacak kadar senin olan bir uslüp. Elin gibi,gözün, bakışın,gülüşün gibi senden bir parça. '' 29
Herşeyi biliyorsun birader ama bir tek, insanlarımızı kimin kamplara böldüğünü, bu kan davasını kimin isteyerek, planlayarak başlattığını bilmiyorsun! 29
''Hımmmm! '' dedi Başkan.Düşünceli bir tavırla hepimizi süzdü. ''Demek ki aramızda fikir ayrılığı var.Bazı konularda farklı düşünüyoruz.Bu doğaldır ve bunları öğrenmem iyi oldu.İnsanlar herşeyi konuşa konuşa halleder.O zaman bana izin verin bu konuda biraz düşüneyim değerli komşularım.'' 35
İnsanlar mı olaya göre değişir, yoksa olaylar mı insanlara göre değişir diye sordum kendi kendime. 42
Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın! diyor ama yılanın bize de dokunacağını hesap edemiyorduk. 43
Bana bakan ela gözlerinde, dediklerime inandığına dair bir işaret göremedim. Bunun üzerine biraz daha ısrar etme gereği duydum, çünkü onu üzüntülü görmeye hiç katlanamıyordum. Kumral saçlarını okşayarak, ''Sevgilim'' dedim, belki da haklısın; belki de yüzde yüz haklısın. Dünyada kötülük daha örgütlü va daha planlı, iyiliğin içinde zaten saflık var. Bu dünyanın her yerinde kötülük saflığı yeniyor. 55
Yaşadığımız bu süfli hayatı bizlere yakıştıramıyor. 61
Bugün bütün komşularımız buraya sizin önerinizi reddetmeye geldi ama şimdi fikir değiştirmeye başladıklarını görüyorum.Çünkü onları evlerinden barklarından atmakla tehdit ettiniz, sonra da zenginlik vaat ederek yüreklerine umut tohumları serptiniz. Bu başarıdan dolayı sizi kutluyorum ama adada oturan sade birkişi olarak sormak istiyorum.Martıları hangi yöntemle kaçıracaksınız?63
Çünkü yazılı olmayan en büyük kuralımız kimsenin kimseye karışmamasıydı. 64
Komşularımızın çoğunun bizim gibi düşündüğüne eminim, hiçbir canlıya zarar vermek istemezler ama bugün toplantıda ne yapacaklarını bilemediler.İçlerine sinmemesine rağmen böyle bir karar çıktı. 69
Yasak tanımaz rüzgar
Zincir vurulan martıya
Bir de insan kalbine.
O kırılgan zayıf, zayıf gövdesinde müthiş bir enerji ve mücadele ruhu gizli.Teslim olmuyor, katliama üç beş saat kala barış için savaşma azmini yitirmiyor, işte benim sevgilim, işte benim ruhum, bir tanem, kadınım! Sözleriyle ruhumun, alev alev yanan ince bedeniyle gövdemin yaralarını saran yavuklum. 70
Ben bu barış bildirisi numaralarını çok gördüm. Toplumun huzurunu bozmak isteyen bütün bozguncular, teröristler, anarşistler böyle bildirileri arkasına sığınıyorlar. Ömrüm bunlara hadlerini bildirmekle geçti. Demek bu adada da karşıma çıktı bu tipler.Merak etmeyin,herşey yine aynı biçimde sonuçlanacak. 73
Halk dediğin değişken birşeydir, bugün böyle davranır ,yarın tam tersini yapar.Teşvik ve tehdide bağlı... 75
Bir taraftan gelirsin kalma ve evlerimize kaybetme korkusu, öteki tarafta turizm cennetini dönüşecek bir adada kazanılacak muazzam servetler hayali vardı. Adaya sıkıntılı bir sessizlik çökmüştu. Lara'nın ağzını bıçak açmıyordu. Kötülüğü her yerde galip geldiği ve iyiliği ezdiği yolundaki inancı bir kez daha doğrulanmış durumdaydı. 78
Böyleydi işte Lara, hiç teslim olmuyor, en umutsuz anda bile yeni bir umut ışığı yakalamak için çırpınıyordu. 83
Kim bilir. İnsan yüreği çok karanlık, çok karmaşık. 86
Evet, ülke yönetmeye siyasi,etnik ve dini grupları birbirine düşürmek olarak anlayan bir kafası vardı. Bunu yüksek siyaset olarak görüyordu. 89
Doğrusu ben bunları o kadar da fazla bilmiyordum. Ülkede yaşadığım sıralarda siyasetle ilgilendiği söylenemezdi. Darbeyi, protesto gösterilerini, karşılıkları, tutuklamaları, başkentin sokaklarında dolaşan askeri kamyonları falan bilmiyordum ama işin boyutu ya da nedenleri hakkında fikrim yoktu. Radyolarda, televizyonlarda okunan resmi bildiriler hepimizi korkutmuş, büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğumuza inandirmıştı. Şimdi söylemeye utanıyorum ama tutuklamaları, işkence ve ölüm iddalari, bize bir parça, "Belki de hak edene yapılıyor!" duygusu veriyordu. 90
Bu adamların korktuğu tek şey soru.Soru sorulmasından ödleri kopuyor.Sorgulayanlar ise buna mecbur olduklarını hissederek, kendilerini yok etme pahasına direnişlerini sürdürüyorlar. İsa gibi, Spartaküs gibi, tarihteki birçok örnek gibi. Onun için bu işi tek tek insanların iyiliğin kötülüğü bağlamayin. 92
Zemheri soğuğunda bir serçe ile yavrusu dala konmuş. Biraz sonra bıyıklı buz tutmuş ve gözleri soğuktan yaş içinde bir acının yaklaştığını görmüşler. Serçe yavrusu,"Bak anne,"demiş, "ne kadar merhametli bir adam, gözleri yaş içinde."Anne yavrusunu ses çıkarmaması için uyarmış, "Sen onun gözündeki yaşa değil, elindeki kana bak!" demiş . 92
Zaten bir yerde kötülük varsa ordaki herkes biraz suçludur. 92
Ona niye bu kadar zâlim olduğunu sormak, köpekbalığına niye böyle yırtıcı dişlere sahip olduğunu sormak kadar anlamsızdı. Dünyayı böyle görüyor böyle kavrıyordu. 99
Çünkü korku duygusu geçicidir. İnsan bir gün korkar,ertesi gün unutur,hayatın ayrıntılarına dalar ve kahkahalarla gülebilirdi. 99
Savaşı kimin başlattığı, kimin haklı olduğu gibi mantık yürütmeye, boğucu hale gelen korku ve nefret ikilisi karşısında bütün anlamini yitirmişti. Herkes intikam istiyordu. Korku nefreti, nefret korkuyu besliyordu. 103
Ne yapayım sevgili dostum,ben hiçbir zaman senin kadar kararlı, senin kadar tutarlı olamadım. Topluluktan bu kadar ayrı düşünmeye, bu kadar tek başına kalmaya cesaretim yoktu.Sen herzamanki gibi haklıydın, doğruları cesaretle savunmak,ileride daha az zarar görmek için, başvurulması gereken en önemli yolu ama,şimdi itiradebilirim ki martıların vahşeti beni de ürkütmüştü. 104
Ahmaklardan kaçıyorum demiş İsa, çünkü onlarla baş edemem. 106
Onu üzen, başka insanlardan farklı kılan bir sırrı olduğu belliydi; hayatının üstünde bir kuşku gölgesi vardı ki bu zaman zaman yüzüne vuruyor. 117
Adalıların arasında ne eski güven kalmıştı ne de eski neşe. Herkesin yüzüne bir keder gölgesi çökmüştu. Komşular kuşkulu bakışlarla birbirini süzüyordu. Ortalıkta insanın içine oturan bir hüzün ve kuşku dolaşıyordu. 118
Bir umuda bağlanmak isteyen komşularına bunun yalan olduğunu söyleme, kimseyi gerçekçi olmaya çağırma. Çünkü bunalan insanların, yalan bile olsa bir umuda sığınma ihtiyaçları, gerçeği soyleyenlerdem nefret etmesine yol açıyor. Aradan bir süre geçip haklı çıksan bile birşey ifade etmiyor bu. Çünkü o zamana kadar başlangıçta koşulları unutmuş oluyorlar. Yazar'ın artık halkın içine karışmamasına, onlarla hiç konuşmamasına rağmen bu kadar nefret duyulan bir kişi haline gelmesi başka nasıl açıklanabilir ki zaten! 127
Aslında köpekbalığı neye göre kötü, yunus neye göre iyiydi? Belki de iyilik ve kötülük diye bir şey yoktu. 128
Kulak misafiri olduğum bu konuşulanlar , insanoğlunu anlama yolundaki bütün çabalarımın boşuna olduğunu gösteriyordu. 137
Öfke ve isyan yüklü bir çığlıktı bu; dünyanın bütün haksızlıklarına,bütün zulümlerime karşı atılmış müthiş bir çığlık. 150
Sonunda herkes kaybetmişti, kazanan yoktu..151
Şimdi burdayız işte. İşlediğimiz günahın kefaretini ödüyoruz. Bir adam tarafından kandırılmaya izin vermiş, onun peşine körü körüne takılmış olmamızın kefaretini; başkaldıran insan tanımını unutma, bencillik,öngörüsüzlük, vurdumduymazlık, diktatör boyun eğer, küçük hırslarımıza kapılma günahlarının kefaretini. Gündelik yaşamız içinde küçük boyun eğişlerimizden oluşan küçük günahların hikayesi bu. 151
22.03.2021
4 notes · View notes
emeklipiskopat · 3 years
Text
Dur hemen panik yapma
Evet bazen bende şaşırıyorum kendimdeki "minnoş"hallere misal; falanca abla var bizim hani kitapları falan var, he o işte neyse beni aradı kombinin duvarın içindeki borulardan alt katına su sızıyormuş bende gittim" su sızan daireyi görmek lazım"dedim alt kata indik, kapıyı çaldık kapı açıldı elinde tesbih hilal bıyıklı artist tavırlı bir labunya açtı kapıyı onun gırtlağını sıkıp "olm sen hayırdır lan" demedim mesela.
Beni dolaştırdığını bildiğim taksiciyide ��arpmadım mesela.
Aslı var bizim kuruyemişçi geçen dükkanına gittim biri ile Tartışıyordu lavuğu dışarı çıkardım boş ver hadi bak işine brader deyip gönderdim mesela.
Sonra bizim uzun boylu bıyıklı terki vatan eylemiş arkadaşla bir mekanda oturuyorduk bakışları ile beni delen bir kamilin de yanına gidip kafasını masaya sürtmedim mesela.. Gerçi onunla yolda yürüyorduk boyu 1.97 olan bir lavuk ondan 3 sandim kısa bir barbunya tam karşımızdan geldiğini ve gelirken bakıp söylendiklerini görünce dayanamayıp onlar yaklaştığı sırada zıplayıp kafa atmıştım uzun olana sonra diğer barbunyaya "oynaşma yakarım" deyince sus pus olmuştu yanımdaki uzun boylu bıyıklı "yoldaş napıyorsun, bunlar falanca partili eski arkadaşlarım ayrıldık diye hep bunu yapıyorlar" dediğinde iyi artık yapamazlar diye ekleyip sonra kafayayı vurduğum lavuğa dönüp boyunkaç dediğim de 1,97 demiş diğerine seninki kaç lan dediğimde 1,94 demişti oradan biliyorum boylarını. Neyse sonra baya sıkıntı olmuştu, tabii bizimkilerle onlar arasınsa yoksa bana sıkıntı olamaz.. Tabi bu olay olalı bir sene falan oldu. artık üstte bahsettiğim gibi tutuyorum hep kendimi bazen kendime bu adam kim diye soracak kadar tutuyorum kendimi.
Bazı geceler sokakların beni çağırdını duyuyorum burnumada bir kan kokusu gelmiyor değil.. Lakin tutuyorum kendimi..
2 notes · View notes
kisa-oykuler · 5 years
Text
Yeşil Perdeler
Tumblr media
Bizim yazlıkta herkesin "başkan" dediği iri kıyım bir adam vardı. Başkan ne derse sitede o olurdu. Sınıflarımız başkan yönetimindeydi ilkokulda. 'Kültür Edebiyat' kolunu bile başkansız var ettiremedik. Öylesi basireti bağlanmış başkansız toprakların, başkansız sınıfların, başkansız yazlıkçı sitelerinin. Nedense konuşurken gırtlak cırlatan, şakakları 'emboss' damar yapan bıyıklı erkeklere özel bir gönül kayması hep vardı Türkiye'de. 24 saat öğrenci kiracılarını gözetleyen Hacı Bey ile şort giydiği için oğlanları, lolipop yediği için ise kızları hiç ses etmeden azarlayan ahlak bekçisi kırtasiyeci amca arasında başkanlık genetiği noktasında hiçbir fark yoktu. Anneler çocuklarını kırtasiyeci amcaya, dedeler torunlarını Hacı Bey'e emanet etti sabah kahvaltılarından sonra. İşte sonra... 
Sonra başka bir dünyaydı baş başa kaldığımız çocuk aklımızla. Uyandığımız öğle uykuları çapaklandı hayal kırıklıklarımızda. Ama Ali Şen hep başkandı ajans sonrasında. Sanki bizi daha dün kırpmışlar gibi her şey. Çayır sessiz, çoban şakşakta, şahane bir gün batımı. Kafamıza kafamıza düşüyor pirinç paketleri - kurtlu, kırık, tonlarca. 
Hayır, nehir falan satmışız, düşün. Öylesi bir zenginiz yine. Okul gezisine gönderilmeyen kızların deyyus abileri başkanlık sırasında. Bugün en uzağa işeyen, yarın en çok bağıranlar seçilecek. Haftaya satırlı gruplarda süper lig başlıyor. Sanki bizi daha dün doğramamışlar gibi. 
Şahane bir alacakaranlık dökülüyor şehirlerin üstüne. Umut dolu, sevgiden örülmüş, anne kokulu bir battaniye gibi kapatıyor üzerimizi. Sanki annen kapatıp hemen açacakmış gibi, "CE - EE" yapacakmış gibi biraz sonra. Ama işte sonra...  
Sonra açılmıyor o battaniye. Ter basıyor çırpındıkça. Öğle uykusuna yatırılıyor gibi bir coğrafyanın tüm çocukları, hiç uyandırılmamacasına. Bir kağıt alıp eline ikiye katlıyor ananem. Sonra bir daha ve bir daha. Kırtasiyeci amcadan aldığım makasla kırptıkça kırpıyor, incecik bir dantel gibi açılıyor kağıt masanın ortasına.  
"Anane", diyorum, "ellerin neden böyle damarlı?" 
"Senin de olacak", diyor, "büyüyünce". 
"Ben bugün öğle ukusuna yatmasam" diyorum, 
"Olmaz" diyor "büyüyemezsin sonra". 
Önce Marshall yardımıyla sofrayı topluyoruz sonra doğru yatağa. Şahane bir öğle güneşi içeri sızıyor yeşil kadife perdelerin arasından, ananem üzerimi örtüp perdeyi çekiyor yavaşça.
3 notes · View notes
Text
Eskiden devletin gizli sırları denilince aklıma uzaylılar, reptilyanlar, illüminati falan gelirdi şimdiyse "Yauv Kırşehir'e cami yapılıyormuş, ihaleyi bizim yeğene verin" diyen seyrek bıyıklı adamlar geliyor.
5 notes · View notes
asmevejiyya · 6 years
Photo
Tumblr media
'Ben Alevileri, Bektaşileri çok sevdim. Sünniyim ama Alevilerden, Bektaşilerden aldığım birçok ödül var. ' ... ''Çocukluğumda Aksaray’da pazar çarşamba günleri kurulurdu. Eczanemizin önünde. Bir meydan var. Meydana köylüler gelir. Ne satıyorsa; yağdı, yumurtaydı, peynirdi falan… Biz tereyağı çocuğuyuz. Sahtekarlık yoktu o zaman. Mis gibi tereyağlar. Babam “Git bir cingil yağ al” dedi. Cingil şöyle bir bakır kap. Gittim bir adam orada, pos bıyıklı, sigaradan yanmış bıyığı. Üstü başı yırtık ama önündeki yağın üzerindeki bez koladan çıkmış gibi. Tam parayı verirken 60 kuruş mu, 55 kuruş mu, oradan bir kol yapıştı “Yürü git” dedi. Bir baktım müezzin İbrahim Efendi Amca, nur içinde yatsın. “Ulan dedi bunlar Alevi, bunlar Kızılbaş. Bunların kestiği yenmez, mekruhtur” dedi. Hiç kulağımdan gitmiyor. Bugün 88 yaşındayım, bu anlattığım hikaye 7 yaşındayken. Gittik başka yerden yağ aldık, eczaneye geldik. Babama da şikayet etti “Kızılbaşlardan yağ alıyordu, önledim” dedi. Şurama işledi bu benim. Ne demek mekruh, ne demek Kızılbaş? Ne demek Alevi? Neden yenmez? Zamanla öğrendim ki bunlar Yavuz Sultan Selim’in kılıcından kaçan, Hasan Dağı’na sığınan Aleviler. Bunlara merak saldım ben. 1953’te mezun olunca dedim ya gazete için gittim diye, işte kendimi Alevi köylerinde buldum. 20 yıl sonra peşine düştüm yani. Zaten o arada da Alevilikle ilgilendim, hep kitap okudum.''
71 notes · View notes
Text
Aamir Khan’a Devam
Bir ara Aamir Khan filmlerine sarmıştım, çok seviyordum; malum zaten bizim ülkemizde hayranı bol, hatta ‘Kim Milyoner İster’e bile konuk olmuştu. Geçtiğimiz aylarda adamın filmografisine bir kez daha dadanayım dedim ve ortaya tavsiye edeceğim yeni filmleri çıktı. Haa daha önceki http://yeterinceiyilesmistim.tumblr.com/post/114839008303/ben-bu-ara yazımdaki favori filmlerim ve sıralamam değişmiş değil; o filmlerin üzerine çıkmış bir işini henüz keşfedemedim. O halde o filmlere ilave sıralamamıza bir göz atalım:
 1. Dangal
youtube
Gerçek bir hayat hikayesine dayanan film bizlere ders üzerine ders verirken, aynı zamanda da eğlenceli bir izleme yaşatıyor. Aamir Khan’ın kısa sürede alıp verdiği kilolarla çok konuşulan film, eski bir güreşçinin, güreş aşığı bir babanın kendi hayallerini kızlarına adeta dikte edercesine dayatması; kızlarının da bunu kendi gerçekleri olarak kabul edip, içselleştirmeleri ile; öncesinde babaları ile kızlarının çatışması, sonrasında ise birbirlerini anlamaları; ve böylece duygusallığın sınırlarını zorluyor. 
Her baba oluşunda acaba erkek mi diye gözleri parlayan karakterimizin dört defa yaşadığı hayal kırıklığının yanında; sporcu olmayı seçen kızlarının karşı karşıya kaldıkları zorluklar ile toplumsal bir yaraya, Hindistan toplumu özelinde olsa bile bizim de çokça ders almamız gereken yer var, parmak basıyor. Kısacası mutlaka izlenmeli.
2. Dhoom: 3
youtube
Film bir aksiyon filmi, kaçma kovalama falan, hiç haz etmem; ama kattığı hikayeleri çok değerli buldum. Babasının intikamını alma süreci; orijinal bir fikir olmasa da, sık sık ‘Prestij’i hatırlatsa da, kahramanımızın gösterisinin sırrı, kardeşiyle olan ilişkisi ve kardeşinin özel durumu o kopya çekilmiş hissini azaltıyor; sonra otizmli olan kardeşin saflığı, aşkının farklılığı, bir arkadaşa olan açlığı ne bileyim; çok tatlı insanın gözlerini dolduran ögeler vardı. Kaçma kovalamaca sahnelerindeki imkansızlığın ayan beyan olmasına rağmen verdiği seyir keyfi bence tartışılmaz.
3. Talaash
youtube
Talaash, polisiye bir film olarak karşımıza çıktıktan sonra; spiritüel ve mistik olaylarıyla farklı bir forma geçiş yapıyor. Oğlunun bir kaza sonucu ölümünden kendini sorumlu tutan karakterimizin doğa üstü olayların varlığına bir şekilde inanması ile beraber oğlunun öteki taraftan gönderdiği mektup ile kurtuluşa ermesi anlatılıyor. Film bence gayet başarılı, Aamir Khan’ın bıyıklı ve suratsız halini görmek için bile izlenir; keza şimdiye kadar görmeye hiç de alışkın olmadığımız bir karakter var karşımızda.
4. Dhobi Ghat
Tumblr media
Bu sefer filmi anlatan bir video yerine bir fotoğrafla açıyorum konuyu. Neden, çünkü çok güzel, filmi izleyince daha iyi anlayacaksınız; Dhobi Ghat Hindistan’daki bir açık hava çamaşırhanesi. Hindistan’ın rengarenkliğini bir de buradan görmek bence çok etkileyici, filmi izlerken burayı görmek için can attım.
Mekanı tanıttığımıza göre filme gelebiliriz; film bizim sanat filmi dediğimiz şeyin Hint usulü olanı. Yani bildiğiniz Hint filmleri gibi şarkılı türkülü ve aşırı uzun değil. Haa çok müthiş bir film de değil aynı zamanda; ama bir de böylesini izlemek açısından önerebilirim.
Resim sevdiğimi artık biliyorsunuz herhalde; bu filmde Aamir Khan bir ressam rolünde ve yaptığı resmi ben çok beğendim, şuraya bırakıvereyim.
Tumblr media
Şimdilik Aamir Khan Abimizden bu kadar. Adam maşallah yememiş içmemiş film yapmış, hepsini izlemek gibi bir amacım vardı; ama bakalım ne kadar becerebileceğim, hep beraber burada görürüz artık.
1 note · View note