Tumgik
#aramasını
merzifontarihi · 1 year
Text
KAYIP LÜTFEN PAYLASALIM Gulabi Demirel Amasya Merzifon'da Cuma günü sabah saat 8.00'den beri ulasilamamaktadir. Görenlerin, duyanlarin aramasini bekliyoruz... Muharrem Demirel 0553 652 73 48
KAYIP LÜTFEN PAYLASALIM Gulabi Demirel Amasya Merzifon’da Cuma günü sabah saat 8.00’den beri ulasilamamaktadir. Görenlerin, duyanlarin aramasini bekliyoruz… Muharrem Demirel 0553 652 73 48 via IFTTT
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
ozlemekk · 1 year
Text
özlemek
#sevgilimi çok özledim#ellerini tutmayı parmaklarını ısırmayı özledim#güzel saçlarına dokunmayı özledim saçlarını dağıtmayı özledim#bana saçlarımı ne hale getirdin kız demesini özledim#güzel dişleriyle bana kocaman gülümsemesini özledim#geldiğinde beni aramasını özledim#heyecanlı heyecanlı hazırlanmayı ve hep geç kalmayı özledim#onu potanın orada görmeyi ve giderken kalbimin hızlanmasını özledim#sarıldığımda boynunun sıcaklığını hissetmeyi mis kokusunu içime çekmeyi özledim#bir sürü öpmesini özledim#kafamı ısırmasını özledim#bıkmadan deniz kabuğu toplamayı özledim güzel kabuk bulduğunda oha diye tepki vermesini bak bak deyip yanına çağırmasını özledim#güzel elleriyle saçlarımı yüzümü sevmesini özledim#kahvaltı ettikten sonra yatak keyfi yapmayı özledim#sevgilime mocha yapayım mı diye sormasını özledim#odanın içinde onu görmeyi özledim#uyurken beni yanında bulamayıp bana sarılmasını özledim#sırtımı ısıtmasını özledim#o arkasını döndüğünde ona sarılıp mis kokusunu almayı özledim#ekmeğimiz olmadığında ben kahbaltı hazırlarken ekmek alıp gelmesini bana da sürpriz yumurts getirmesini özledim#güzel yüzünü uzun uzun izlemeyi özledim o uyurken#onu huylandırıp sinirlendirmeyi özledim#odada bir şeyleri toparlarken birbirimizi öpmemizi özledim#gel koynuma deyişini özledim#kollarının arasında olmayı özledim#ve daha birçok şey#çok üzgünüm
3 notes · View notes
murat-o41 · 11 days
Text
HASTALIĞIM KARIMI DEĞİŞTİRDİ.
Merhaba,
Size anlatacağım bu olayların başlangıcı 1 sene öncesine dayanıyor. Karımla 1,5 yıl önce evlenmiştik. Evlendiğimizde 23 yaşındaydı. Hem gençliğinden hem de yürüyüş yapmayı, koşuyu vs sevdiğinden güzel bir fiziği vardı, beyaz tenli, kumral güzel bir kızdı. 
İkimiz de ailemizle yaşadığımız için evlenmeden önce pek seks yapamamıştık ve evlenip aynı evde yaşamaya başladıktan sonra seks ikimiz için de çok zevkliydi. Karım spor yaptığından dolayı sıkı bir vücudu vardı ve ilişki sırasında vajinasının benim aletimi sıkı sıkıya sarması inanılmaz zevk veriyordu. 
Yaklaşık bir sene önce ağır bir gribin ardından kalbimde sıkışmalar başladı, sanki iğne batırıyorlarmış gibiydi, hemen bir uzmana göründük. Ağır hastalıklardan sonra nadir de olsa böyle bir durumun yaşanabileceğini, kalbimde iltihap oluştuğunu ve bir sene boyunca yorucu aktivitelerden uzak durmamı söyledi. Tabi açık açık söylemese de seks yapmakta bana yasaktı anlayacağınız. 
Karım ilk bir ay bana çok yardımcı oldu, 1 aydan sonra yavaş yavaş seks yapmaya başladık ikimiz de çok istediğimiz için ama hızlanamadığım için özellikle karıma hiç zevk veremiyordum. 
Açıkçası karım günden güne daha somurtkan bir hale gelmeye başladı, seks yapmayı seviyordu, istiyordu ve ben onu doyuramıyordum. 
Çok fazla düşündüm, asla istemiyordum ama böyle devam ederse karımdan da olacaktım ve eşime en azından hastalığım boyunca duygusal bağ olmadan birisiyle yatmasının sorun olmayacağını söyledim. Beni aldatmasındansa en azından sadece fiziksel bir beraberlik yaşamasının onun için iyi olacağını söyledim. 
Karım ilk başta saçmalama, öyle şey mi olur sen beni ne zannediyorsun diye tepki verdi ama baktı ki ben ciddiyim o da bunun sadece fiziksel bir durum olduğunu kocasının ben olduğumu ve hastalığım geçtikten sonra benim çocuğumu doğurmak istediğini söyledi. 
Bu işi kiminle yapacağı ne zaman yapacağı tamamen eşimin kararıydı, bir iki hafta eşimin kararsızlığından sonra daha çok telefonla ilgilenir olmuştu, bir gece erken uyuduğunda telefonunu aldım ve mesajlarını karıştırmaya başladım. 
Taner diye bir adamla mesajlaşıyordu, hatta karım ona yüzünü göstermeden yazdan kalan bir bikinili fotoğrafını bile atmıştı. Taner ise hem yüzünü hem de çıplak fotoğraflarını karıma göndermişti ki kararımdan pişman olmaya başladım o andan itibaren. 
Adam koyu tenli iri yarı biriydi, 30lu yaşlardaydı, yüzünde şark kurnazı bir tip vardı, Urfalı olduğunu yazmıştı mesajlarda, bana göre asla çekici bir tipi de yoktu ama karıma başkasıyla yatabileceğini ben söylemiştim ve bu fırsatta neye öncelik vereceğini iyi anlamış oldum. 
Adamın çıplak fotoğrafında gerçekten benimki ile karşılaştırılmayacak derecede iri ve uzun bir aleti vardı. Karım belli ki merakına yenik düşmüştü, mesajlarda karım fotoğrafa inanamamıştı bunun üzerine adam bir de masturbasyon yaparken ki videosunu atmışti ki gerçekten karımın bu adamla yatıp yatmayacağını merak etmiştim, sokakta görse keko deyip geçeceği birisiydi normalde. Adam mesajlarda evinin konumunu da göndermişti, karımı eve çağırıyordu.
Karım ertesi gün beni bir yere bırakırmısın dedi, kastettiği yer önceki gün mesajlarda gördüğüm adresti, bu izini ben vermiştim, son defa hayatım emin misin falan diye sordum ama bana bunları konuştuğumuzu ve merak etmemem gerektiğini söyledi.
Karıma eve girdikten sonra beni aramasını söyledim, en azından içeride adam karımın itiraz edeceği bir şey yaparsa kapıyı çalardım. Göz göre göre karımı onu sikecek adama götürüyordum, iyi ki bu işi kalbim için yapmıştım ama arabadayken kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. 
Adamın evinin yakınına gelince karım beni aradı ve hat açık kalcak şekilde telefonu çantasına koydu ve adamın evine doğru yürüdü. Araba bulunduğum noktada fazla kalamazdım saçmasapan bir muhitteydik zaten. Arabaya düzgün bir yer bakarken telefondan da karımın eve girdiğine dair hoşgeldin muhabbeti geldi. 
Adam şiveli konuşuyordu, kalın bir sesi vardı, karımın ses tonundan ise heyecanlı ve çekingen olduğunu anlamıştım. Taner karıma hadi gel içeri gidelim dedi. Kıyafetlerin çıkma sesi ve öpüşme sesleri gelmeye başlamıştı. 
Adam belli ki pantolonunu çıkarmıştı, eşimin bu gerçekten çok büyük yavaş yavaş yap olur mu dedi, tamam yavrum al hadi onu ağzına dedi Taner. Adamın karımı yavaş bir şekilde sikeceğini hiç zannetmiyordum. Karımın adamın aletini yalarkenki seslerini duyabiliyordum, adam fazla dayanamadı ve geliyorum hepsini al ağzına diye sert bir tonda emir vererek karımın ağzına boşaldı, Taner yut onları dedi, karımdan bir iki dakika ses gelmedi, en sonunda çok fazlaydı, zor yuttum dedi, adam şimdi tekrar ağzına al dedi, artık o mesajlardaki kibar iltifat eden adam gitmişti, yerine kaba itici bir adam gelmişti ama karım hiç itiraz etmeden denilen herşeyi yapıyordu. 
Seslerden anladığım kadarıyla adam artık karımın içine girmeye çalışıyordu, yavaş Taner dur çok büyük ahh yavaş ahh ahh, ohh çok darsın güzellik seni sike sike genişleticem. Tanerin yavaş olmaya niyeti yoktu, büyük ihtimalle ilk defa altında böyle çıtır bir kız vardı ve karıma aldırış etmeden aletine sonuna kadar soktuğunu karımın çığlıklarından, acı dolu inlemelerinden ve tenlerinin birbirine değdiğinde çıkan sesten anlayabiliyordum. 
Bu vahşi sikiş 10 dakika kadar sürdü. Karım perişan durumdaydı büyük ihtimalle, arada bu sert sikişten dolayı nefesi kesiliyor, inlemeleri durmuyordu. Sonunda adamın böğürtüsünden boşaldığını anlamıştım. Bir kaç dakika sonra karımın sesi geldi. Taner çok iyi bir aletin var ama ben böylesine hiç alışkın değilim, tamam güzellik yaptıkça sen de alışacaksın dedi Taner ve karımla öpüşmeye başladılar. 
Bir süre sonra hadi üzerime çık dedi Taner, kontrol bu sefer başlarda karımdaydı sonrasında Taner yine sert bir şekilde pompalamaya başladı ama karımın çığlıkları değişmiş, artık zevk alıyor ve orgazm oluyordu ve ben bu sesleri daha önce karımdan duymamıştım. Adam pompalarken karımın poposunu tokatlıyordu, sürekli bir şaplak sesi geliyordu. 
Bundan sonra hat kesildi kendiliğinden ve ben de tekrardan arayamadım, 2 saat sonra karım aradı, gittim aldım onu. Çok yorgun gözüküyordu, çok terlemiş ve arabaya bindiğinde adamın kokusu da üzerine sinmişti adeta. 
Çok konuşmak istemedi, duş alıp dinlenmek istiyorum hayatım dedi. Evde duş aldıktan sonra bornozuyla kurumayı beklerken sızdı zaten. O sıra vücudunu inceleme şansım oldu. 
Taner karımı hoyratça kullanmıştı. Benim kıyamadığım o güzel poposu attığı şaplaklardan dolayı üzerinden zaman geçmesine rağmen kırmızıydı. Amı hırpalanmış duruyordu. Göğüslerinde de ısırma izleri vardı. Karımın her yerini istediği gibi kullanmıştı. Bundan sonra bu ilişkinin devam edip etmeyeceğini ben de merak ediyordum.
59 notes · View notes
geceyemuhtacbirisi · 5 months
Text
Aramasını iyi misin demesini bir şeyler konusmasini cok bekledim be
66 notes · View notes
bungoustraydogs-tr · 11 months
Text
Bungou Stray Dogs STORM BRINGER- [KOD: 03] Chuuya'nın İnsan Olarak Acı Çektiğini Görmek İstiyorum
Tumblr media
Wattpad Linki
Şair, göğün renginin kederin rengi olduğunu ne zaman söylemişti?
O gün Yokohama gökleri bulutsuz, kederli bir maviye bürünmüştü.
Geçen arabaların sesleri, trenlerin sesleri, şehirdeki kalabalığın sesleri… mavi gökyüzü, hepsini içine çekiyordu.
Chuuya-sama o mavi göğün ortasında kıpırdamadan oturuyordu.
Chuuya-sama Yokohama’daki en yüksek binanın yarısı kadar yukarıdaydı. Tırabzan ya da güvenlik halatı bulunmayan dengesiz bir binanın engebeli platformunda oturuyordu. Sıradan bir insan vücudunu birkaç santim öne eğseydi çoktan düşmüş olurdu.
Chuuya-sama’nın ifadesini yerde, onlarca metre aşağıdayken göremedik. Rüzgâr etrafında eserken kılını dahi kıpırdatmadan, şiddetle önündeki gökyüzüne öylece baktı.
Saatlerdir aynı pozisyondaydı. Figürüne baktım. Telefona cevap vermediği için iletişim kuramıyordum ve buradan, aşağıdan bağırsam dahi beni duyamazdı.
“Ne yapıyor?” Yanımda duran Shirase-san sordu.
“Konuşulmak istemediğini tahmin ediyorum.” Gözlerimi Chuuya-sama’dan çevirmeden cevap verdim.
Chuuya-sama’nın ‘Dedektif-san’ın öldürülmesi benim suçum’ diye düşündüğünü garanti edebilirdim.
Şehir karakolundaki olaydan sonra kanıtlarımızı yeniden gözden geçirdik. Verlaine, Dedektif Murase’ninkisiyle tıpatıp aynı mavi bir cep telefonuna sahipti. Altı yıldır kullanılan bir hard diski bulunan ve çalışır durumda olan eski model bir kapaklı telefon olduğunu öğrendim. Ancak telefonun kendi seri numarası altı ay önce üretilmiş yeni bir ürün olduğunu gösteriyordu. Dış boyası ustaca soyulmuş ve eski bir telefon görünümü vermek için muhtemelen zemin ya da çiviler kullanılarak üzerine çizikler eklenmişti.
Ancak arama geçmişi ve rehberin Dedektif Murase’nin kendisinin olduğunu onaylayabildim ve diğer dedektifler, Dedektif Murase’nin mavi telefonu uzun zamandır kullandığına sözlü tanıklık etmişti.
Kısaca birisi telefonları değiştirmişti. Değişim o kadar büyük bir ustalıkla yapılmıştı ki Dedektif Murase bile fark etmemişti.
Ama neden?
Ah, bir şey daha. Belli bir süre geçtikten sonra tüm dosyaların kendi kendine silinmesi için telefonun dahili sürücüsüne birisinin program kurduğuna dair izler vardı. Bu izlerden Verlaine’in büyük olasılıkla Dedektif Murase’nin iletişimde olduğu birisini dinlemek istediğini tahmin edebiliyorduk.
Bunun için telefonu değiştirmiş ve o kişinin Dedektif Murase’yi aramasını beklemişti. Telefon dinleme programı, dosyaların kendi kendine silinmesine sebep olduğuna göre duyması gerekeni duyduğunu söyleyebilirdik.
Ve yapması gerekeni yaptıktan sonra Dedektif-san öldürülmüştü.
Ölümü engellenebilirdi.
Kaçakçılardan satın aldığı telefona biraz daha odaklanabilseydik ya da Verlaine’in Shirase-san’ı direkt öldürmek yerine onunla sohbet ederek zaman geçirmeye çalışmasının ne kadar garip olduğunu fark edebilseydik… Belki Dedektif-san’ın ölümü engellenebilirdi.
Ancak geçmişte neler yapabileceğimizi düşünerek vaktimizi boşa harcamayı göze alamayız. Şu anda Verlaine sıradaki hedefine yaklaşıyor bu yüzden Dedektif-san’ın ardında bıraktığı ipuçlarını kullanarak Verlaine’i yakalamanın bir yolunu bulmalıyız.
“Of be, ciddi ciddi öleceğim sandım!” Shirase-san yüzünde endişeli bir ifadeyle zar zor konuştu. “Peşimden öyle bir canavarın geldiğine inanamıyorum. Gelecekte kral tahtını hedefleyen bir adamın yüzleşmek zorunda kaldığı zorluklar halkın zorluklarıyla kıyaslanamaz bile. Deli gibi.”
“Öyle…”
Söylediklerine rağmen tatmin olmuş gibiydi. İnsanların duygusal döngü dedikleri şey bu sanırım.
“Bu arada Shirase-san… neden hala buradasınız?”
“Huh? Belli değil mi! Sizin yüzünüzden canavarın teki gözünü bana dikti! Beni koruma görevinizi yerine getirsenize! Bu olaya ben de dahil oldum, artık beni bir kenara atamazsınız!”
Mantıklı bir çıkarımda bulunmaya çalıştım. “Ama Verlaine’in hedefi Dedektif-san’dı, Shirase-san değil.”
“İki hedefi daha yok mu? Ya sıradaki bensem?”
Sofizm dedikleri şey bu muydu? Ne olursa olsun, teori teoridir.
Kalan iki hedefi hala bilmediğimiz doğru. Shirase-san’ın dahil olup olmadığını kesin olarak söyleyemezdik ve aynı nedenle onu bir kenara atıp kendi haline bırakamazdık.
“O yüz ne öyle? Endişelenme! Koyundaki en zeki adam bendim bu yüzden ben yanındayken endişelenmeni gerektirecek hiçbir şey yok! Bir sonraki hedefi hemencecik bulacağız!”
Aritmetik birimim Shirase-san’ın zeki olmama olasılığını hesaplamaya başladı. Daha ziyade Shirase-san sahip olduğu azıcık akıl dışında işe yaramazın tekiydi ama kendimi durmaya zorladım. Bilmek istemiyordum.
Sonrasında arka planda ilerleyen sürecin tamamlandığına dair bildirim aldım.
“Hmm, oldukça ilginç.” Bilgi belleğimden sesi dinlerken ve videoyu izlerken kollarımı çaprazladım.
“Ne? Neye bakıyorsun?”
Shirase-san baktığım yöne doğru baktı ve bedenini hafifçe öne eğdi. Daha elverişli olduğu için bilgiler yalnızca kendi görsel işletimimin üstünde görüntüleniyordu yani doğal olarak benden başka kimse göremezdi.
“Dedektif-san’ın arama geçmişine.”
“Hm? Telefonun kayıtları silinmemiş miydi?”
“Evet ama bu kaydı, kayıtların aktarıldığı baz istasyonundan kurtarabildim. Bu konuşmanın kaydını da oradan aldım.”
Boğazımdaki mikrofon, analiz edilen sesi oynatmaya başladı.
Başta yalnızca kodlanmış ses dosyasının sıkıştırılmasından kaynaklanan cızırtılar duyuluyordu. Ancak ses, yavaş yavaş netleşti.
“Abi, benim.” Konuşan Dedektif Murase’ydi. Telefonda konuşurken nefes alış verişinin sesi kendi sesine karışıyordu. “Yerçekimi kontrolcüsü geldi. Aynı dediğin gibi oldu, abi. Bir tane daha varmış! Chuuya ile arasındaki ilişki nedir? Bu mesajı aldığında bana geri dön!”
Kayıt bitmeden önce seste kesinti oldu.
Shirase-san kafasını kaldırdı. “O neydi öyle?”
“Arama, Verlaine karakola girdikten kısa süre önce yapılmış. Dedektif Murase kargaşayla uğraşırken telesekreter bunları kaydetmiş. Telefon numarasını aramayı denedim ancak servis dışıydı.”
“Hmm.” Shirase-san’ın yüzü anlamadığını belli ediyordu. “Dedektif-san abisini aramış. N’olmuş yani?”
“Garip.” dedim. “Kayıtlar, Dedektif-san’ın ağabeyinin çoktan ölmüş olması gerektiğini gösteriyor.”
“Huh?”
“Şehir polisinin İç İşleri Biriminden Dedektif Murase’nin geçmişine bir baktım.” İç belleğimden bilgileri çıkarırken konuştum. “Belgelere göre abisi ordunun mühendislik laboratuvarında çalışmış sivil araştırmacıydı. Ama… 14 yıl önce Nisan ayında, araştırmasıyla ilgili yaşanan kaza sonucu ölmüş. Kardeşinin gerçek adı gizli tutuluyormuş hatta araştırma raporunda dahi yalnızca ‘N’ şeklinde yazılmış. Yüzünün resmi başka hiçbir yerde yok.”
“N, huh?”  Shirase-san şüpheyle kaşlarını çattı.
“Aile kayıtları Dedektif Murase’nin yalnızca tek kardeş olması gerektiğini gösteriyor. Garip. Bahsettiği kişiyi kardeş sayacak kadar yakın olduğu için mi ‘abi’ diyordu acaba?”
“Sanmıyorum.”
Aniden arkamızdan bir ses duyuldu.
“Of Chuuya, beni öyle korkutmasana!”
Chuuya-sama biz daha fark edemeden arkamıza inmişti.
Shirase-san’ın şikayetlerini görmezden gelerek konuşmaya devam etti. “Dedektif-san, abisinin orduya kendisinin güvenlik görevlisi olması için başvurttuğunu söylemişti. Savaş yaklaşık dokuz yıl önce sona erdi. Yani 14 yıl önce Nisan ayında abisi ölmemişti. Yaşadı. Yalnızca kayıtlar öldüğünü gösterdi.”
“Yani… o bilgiyi askeriye mi uydurdu?”
Chuuya-sama başını salladı. “Aynen. Kimliği tamamen silinmişti, değil mi? Kamu önünde açıkça ölen birisi, kimsenin aramayacağı bir hayalet. Ordu böyle birisini istiyordu.”
“Dediklerini doğru olsa bile… neden?”
“Buraya kadar anladın, biraz hayal gücünü kullan.” Chuuya-sama bize keskin bakışlarla baktı, sonra konuşmaya devam etti. “Dedektif-san’ın ağabeyi Arahabaki’yi araştırıyor olmalı.”
Şok olmuştum. Tüm işlemci protokol —**?%#!@ birkaç saniyeliğine durdu.
Arahabaki’yi yapan N miydi?
“Arahabaki dünyanın her yerinden ajanların çalmaya çalıştığı çok gizli bir devlet sırrıydı, değil mi? Konumları ve geçmişleri yabancılar tarafından öğrenilirse sorun çıkardı. N ölü ilan edildi ve geçmişi gizlendi… olası bir hikaye olmaz mı?”
Chuuya-sama konuşurken işlemcimi yeniden başlattım. “Arahabaki’nin neden olduğu patlamada tüm araştırmacıların ölmüş olması gerekiyor. N, o patlamadan kurtuldu mu?”
“Muhtemelen sağ kalan tek kişi o. Bu yüzden Verlaine peşine takıldı.” Chuuya-sama başını salladı. “Asıl adı bilinmiyor. İletişime geçilmesi mümkün değil. Yeri bilinmiyor. Yani onunla yüzleşebilmesinin tek yolu…”
“… kardeşi, Dedektif-san’ı kullanmaktı.” dedim.
Shirase-san aniden konuşmaya daldı.
“Hayır hayır, bekleyin. Sizce de biraz garip değil mi?”
Başımı çevirdim. “Garip olan nedir?”
“Yapma ya! Sizin yüzünüzden tehdit edildim! Yalvarsanız da bunu unutamam!” Shirase-san arsız bir ifade takınarak ellerini kalçasına dayadı. “’Verlaine Chuuya’nın Japonya’da kalacak bir sebebi olduğu sürece öldürmeye devam edecek.’ dememiş miydin! Korkudan geberiyordum! Eh, çok korkmamıştım gerçi… demek istediğim o değil yani!”
Kesin olarak emindik ki Verlaine’in amacı Chuuya-sama’yı bir yerlere götürmekti.
Gerçekten böyle olduğunu varsayarsak…
“Yani N… Chuuya-sama’nın kalmasına sebep olabilecek bir bilgiye mi sahip? Verlaine, Dedektif-san’ı bu yüzden öldürmüştü. Ve sıradaki N’in kendisi…”
Nedenleri bilinmiyor. Verlaine N adlı araştırmacıyı öldürmeyi önceliği yapmıştı. Burası kesindi.
Tüm bunlar doğruysa kaçınılmaz bir soruyla karşı karşıyaydık.
“Öyleyse… N tam olarak ne biliyor?”
Chuuya-sama omuzlarını silkti. “Kim bilir? Bulmanın tek yolu izini sürüp konuşturmak.”
“Hop hop, bekleyin bir dakika! Kendi başınıza karar vermeyin!” Shirase-san bağırdı. “Araştırmacıyı arıyorsanız Verlaine’i de arıyor oluyorsunuz, değil mi? Pardon ama o adamın yüzünü şeytan görsün! Beni güvenli bir yerlere götürüp korumanız gerekiyor!”
Chuuya-sama, yüksek sesle iç çekmeden önce Shirase-san’ın yaklaşık 10 saniye boyunca nöbet geçirmesini seyretti.
“Ne bakıyorsun?!”
“Yok bir şey. Sadece… dediklerini yapsak başımıza bela açarız.” Uzaklara baktı.
Shirase-san yine şikayet edecekmiş gibi ağzını açtığından olaylar daha da karışmadan söze girdim.
“Maalesef Shirase-san bir noktada haklı.” dedim. “N’i aramada Verlaine liderliğe geçti. Ayrıca kendisinin eskiden ajan olduğunu unutmamak lazım. Çoktan N’i bulup bıçaklayarak öldürdüyse şaşırmam. Şimdi aramaya başlayıp Verlaine’i yakalasak bile N’in cesedi üstünde hazır bizi bekliyor olması oldukça mümkün.”
“Hayır, aslında öyle değil.”
Ses, bilinmeyen yetişkin bir adamdan çıkmıştı. Etrafıma bakınsam da sesin sahibini göremedim.
Garip. Konuşanı bulmak için çevremde dönüp durdum.
“Neden etrafa bakınıyorsun? Tam buradayım.”
Yine o sesti. Nereden çıkıyordu?
“Hey, sen…” Shirase-san yüzünde garip bir ifadeyle bana bakıyordu. Sanki hayalet görmüş gibiydi.
Aniden anladım.
Konuşan kişi bendim.
“Ordunun veri tabanında pek çok iz bırakmışsın, birisini takip ediverdim.” Ağzım kıpırdıyordu ancak çıkan ses bilinmeyen bir adama aitti. “İkimiz de gizemli insanlarız. Umarım kabalığımı bağışlayabilirsin.”
Kendime hemen bir teşhis koydum. Anlaşılan o ki üçüncü bir kişi dahili feed’imi hacklemiş.
İğrenç!
Neyse ki sistemimi değiştiren herhangi bir kötü amaçlı yazılım ya da düşünmeden davranmama sebep olacak imha yazılımı yoktu. Ama oldukça rahatsız ediciydi. Hemen bağlantıyı kesmeliydim.
“Bekle, bağlantıyı kesme.” Yapacaklarımı tahmin etmiş olacak ki Chuuya-sama beni durdurmak için elini uzattı. Sonra bana dönüp sordu. “Kimsin sen?”
“Yardımınızı isteyen birisi.” Ağzım kendi kendine kıpırdıyordu. “Ve size yardım etmek isteyen birisi. Bana N dediğinize inanıyorum.”
“Demek N sensin. Ne güzel.” Chuuya-sama hafifçe güldü. “Yok yerden bizimle iletişime geçerek ne planlıyorsun? Kendini diğer insanlara göstermekten nefret edersin sanıyordum.”
“Sen de biliyorsun, durumlar değişti.” Bilinmeyen bir sesle aralıksız konuştum. Daha ne kadar dayanabilirdim bilmiyordum. “Bu gidişle dünyanın en yetenekli suikastçısı beni öldürecek. Sana anlatamadan önce gerçeği karanlığa gömmek istiyor. Mantıken konuşursam, sana her şeyi anlatırsam beni öldürmesi için bir sebebi kalmayacak.”
Konuşmaya devam ederse 10 saniye içerisinde dilimi kopartacağıma tam yemin ederken N içimi su serpen bir açıklama yaptı. “Burada konuşamayız. Gelip benimle buluşmanızı istiyorum. Adresimi bu genç robotun iç belleğine bırakacağım.”
Chuuya hemen sordu. “Bekle, seninle buluşmamızı mı istiyorsun? Tam olarak ne biliyorsun?”
“Her şeyi, Chuuya-kun. Hakkındaki her şeyi biliyorum.” Sakin bir tavırla konuşurken sesi soğuk çıkıyordu. “Seninle tanışmayı dört gözle bekliyorum.”
Böylece bağlantı kesildi.
Bulduğum rahatlıkla derin bir iç çekmek istedim. Ancak Chuuya-sama hissettiğim rahatlığı hissedememiş gibiydi.
 …
 Sürdüğüm araba hedefimize yakın bir yerde durmadan önce asfaltsız dağ yolunda tıkırdayarak sarsıldı.
Dağlık bir kırsaldaydık. Mikrofonumu edepsizce hackleyen küçük dostumuz, N adındaki adamın talimatlarına uyarak şehir dışındaki bir dağa doğru sürdük.
Geniş çalı meşeleri ve kayın ağaçları başımızın üstünde doğal bir çatı oluşturuyordu. Bugün erken saatlerde yağan yağmur nedeniyle bozuk yolların çukurlarında çamur birikintileri oluşmuştu. Çevrede kimsenin olduğuna dair tek bir işaret yoktu ama tarayıcım bizi izleyen onlarca küçük böcek tespit etmişti.
Yere düşen bir dutu aldım, parmaklarımla kuruladıktan sonra yedim. Lezzetliydi. Beni seyreden Chuuya-sama “İğrenç.” diyerek kendi kendine mırıldandı.
Yürürken Shirase-san arkamızdan seslendi.
“Bundan nefret ediyorum. Buna karşıyım. Eve gidelim hadi. Ortada hiçbir şey yok işte.”
Yüzümü dönmeden önce kim bilir kaç kez bu sözleri dinledim.
“Bacaklarım ağrıyor. Artık dayanamıyorum. Yürümek istemiyorum. Hey, İngiliz Robot Bey, beni sırtınızda taşır mısınız?”
Chuuya-sama ile birbirimizle bakıştık.
“Kendi başına geri dönmekte özgürsün, Shirase.” dedi Chuuya-sama, kışkırtırcasına.
“Geri mi döneyim? Yok daha neler! Beni koruma göreviniz var! Şimdi gitmem mümkün değil!”
Chuuya-sama başını kaşımadan önce yüzünde yorgun bir ifadeyle arkasına döndü. “Offf… yanımızda yük taşıyoruz resmen.”
“Huh? Bir dakika Chuuya, cidden bunu söylemeye hakkın olduğunu düşünüyor musun? Sen benim kim olduğumu sanıyorsun? Anıların ve kalacak yerin yokken sana yardım eden kurtarıcı ben değil miydim?” Bunları söylemeyi bitirir bitirmez Shirase-san ustalıkla kaşlarını kaldırıp indirdi.
Chuuya-sama’nın ifadesi birkaç kelimeyle tarif edilemezdi. ‘O kafanı çekiçle ezmek istiyorum ama yanımda çekicim yok ve seni döverek ellerimi kirletmek istemiyorum’ der gibi oldukça insancıl bir ifadeydi.
Oldukça hoş bir ifadeydi. Fotoğrafını çekip belleğimdeki ‘hobiler’ dosyasına kaydetmeye karar verdim.
Chuuya-sama derin biri iç çekti. “İyi, bizimle gelebilirsin ama o çeneni kapat.”
“Gördün mü? Chuuya ile ne zaman konuşsak hep ben kazanıyorum! Yani kral benim!”
Chuuya-sama’nın sessizce “Seni lime lime doğrayacağım.” diye mırıldandığını duydum. İllegal bir organizasyonun gururu, Chuuya-sama konusunda hayran olduğum bir şey varsa o da böyle bir şeyi söyleyip bahsettiği kişinin duymasına izin vermediğidir.
Biz böyle konuşup giderken sonunda hedefimize vardık.
“Burası.”
Hedefimiz bir kulübeydi.
Kulübe odundan yapılmıştı ve dağda yaşayan birisinin ihtiyacı olduğu avcılık ile çiftçilik malzemelerini bulunduruyordu. Ayrıca yalnızca adında kulübeydi. Rutubetten duvarlarının yarısı soyulmuştu, buradan bile içini görebiliyorduk. Yıllardır yağmurun ve rüzgarın yıprattığı kamış çatıdan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Kulübeyi ayakta tutan tahta, sanki Paleolitik Çağ'dan beri kullanılıyormuş gibi, çürümekten simsiyahtı ve her yerde böceklerin açtığı delikler vardı.
Kulübenin içinde bir tekerliği eksik bir el arabası, ağı yırtık bir bambu elek ve çuvalındaki yırtıklardan içindekileri etrafa saçan bir gübre torbası vardı.
“Bu ne be?” dedi Shirase-san hayal kırıklığı içinde. “Terk edilmiş burası!”
“Hayır, hata yok. Doğru yerdeyiz.”
Duvarda asılı duran baltalardan birini aldım. Çürüdüğü için sapı yarıda kırıldı. Kulübenin içini taramak için tarayıcımı kullandıktan sonra baltayı döşeme tahtalarındaki yarıklardan birine doğru salladım. Nasıl vurduğunu kontrol etmek için baltayı kendime doğru çekerken metallerin birbirine çarpma sesini duydum.
Altımızdaki zemin bir köşeden diğerine doğru dönmeye başladı.
“Ah!”
Zemin yalnızca dış duvarlar kalana kadar aşağı indi. Dağ yolu manzarası kayboldu ve yerini parmaklıklı siyah bir beton duvar aldı. Kulübenin zemini, bizi yer altı sığınağına götüren bir asansördü aslında.
Duvara yerleştirilmiş kırmızı ışıklar biz aşağı inerken asansör boşluğunu aydınlatıyordu. Kırmızı ışıklar yüzümüzün tek tarafını sabit bir hızla parlatıyordu.
“Vay.” dedi Shirase-san şaşırarak, yüzüne yavaş yavaş çocuksu bir gülümseme yerleşiyordu. “Artık maceraya başlayabiliriz.”
Anladım. Şu anda bir maceradaydık.
Maceralar klasik sinema filmleriydi. Macera sırasında herkesin kalbinin küt küt attığını duymuştum.
Zıpladım, yumruğumu havaya kaldırdım ve bağırdım. “Yahoo!”
Bu makinenin yavaş yavaş insanlığını kazandığını söylemek sanırım yalan olmaz.
Ben zıplarken yüzünde bıkkın bir ifadeyle Chuuya-sama beni seyrediyordu.
 …
 Asansörden indiğimizde çalışan büyük motorlar durdu.
Bizi, loş aydınlatılmış bir koridor karşıladı. İnsanların duvara çarpması engellenmek için duvarlara sarı siyah çizgili şeritler çizilmişti. Şeritleri takip ederek ileriye doğru, bizi çağıran dipsiz karanlığa dümdüz ilerledik.
Ayaklarımızın altından gelen sönük ışık yüzlerimizin altını aydınlatıyordu. Doğru yolda ilerlediğimizden emin olmak için ping sinyali gönderdim ve saniyeler sonra tesisin sisteminden sinyali geri aldım. Doğru yolda gidiyor gibiydik.
Sağa döndük, iki katlı ateşe dayanıklı duvarları geçtik ve geniş bir yer altı odasına vardık. Tenis kortu genişliğindeki odanın arkasına, önünde güvenlik tesisi bulunan bir bariyer kurulmuştu. Bariyerin hem önünde hem arkasında iki kişi vardı ve sırtında silah taşıyan askerlerden biri bize bakıyordu.
Bakışlarından hiçbir şey anlaşılmıyordu. İfadeleri, kişilikleri… sanki bunlara dair hiçbir şey taşımıyorlardı. Gözlerinde yansıyan tek şey, burada üç şüpheli insan olduğumuzdu.
“Durun.” Yakınımızdaki gardiyan robotik bir sesle emretti.
“Görüşmemiz var. Geçmemize izin verin.” Chuuya-sama silahın namlusu sanki kendisine doğrultulmamış gibi soğukkanlılıkla konuştu.
Gardiyan, arkasındaki başka bir gardiyana baktı ve ofisteki diğer bir gardiyan başını salladı. “Geçebilirsin. Ama burası önemli, çok gizli bir tesistir. Girmeden önce kişisel eşyalarınızı kontrol edeceğiz ve her birinizden kan örneği alacağız.”
“Kan testi mi?” Chuuya-sama kaşlarını kaldırdı. “Neden?”
“Bulunduğunuz tesisin neresi olduğunu dahi bilmiyor musunuz?” Gardiyan bizi aşağılarmış gibi iç çekti. “Zavallıcıklar.”
“Ne dedin?! Sen kim olduğumu-“
“Muhtemelen herkesin bildiği birisisindir. Bu yüzden çeneni kapalı tutsan iyi olur.”
Shirase-san iğneleyici bir cevap veremeden önce ağzını kapadım. Eşyalarımızı kontrol ettirip kan örneği aldırırdık, olur biterdi.
Gardiyan, Chuuya-sama’nın bileğine kutu şeklindeki kan testi kitini bastırdı. Kan örneği alındığında kutu ıslık sesiyle negatif hava basıncını serbest bıraktı. Chuuya-sama’nın ifadesi değişmemişti bile.
Gardiyan Shirase-san’ın bileğine de kan testi yaptı. “Ugh! Of, acıttı! Benimle uğraşma! Madem acıtacaktı söyleseydin ya!” Dramatik bir şekilde acıdan kıvranıyordu.
Kan testi sırası bendeydi.
İğne kırılmadan önce hava basıncının sesi duyuldu.
“…”
Gardiyanla göz göze geldik.
Kan testi kitini tutan iki gardiyan da ben de tek kelime etmedik.
Gardiyan, başka bir kiti bacağıma, boynuma, kalçama, kıyafetlerimin örtmediği akla gelebilecek her bir parçama sokmaya çalıştı. Ve hepsi kırıldı.
Tesis biraz daha gürültülü olmaya başlamıştı. “Bana bıçak getirin!” “Testeremiz var mı?!” çevremizdeki insan sayısı gitgide arttı. Gardiyanlar bir araya gelip kanımdan örnek almaya çalıştılar. Yaptıkları hiçbir şey işe yaramadı.
Sonunda seçenekleri tükendiğinde gardiyan bana yorgun bir ifadeyle baktı. Dik duruşumu korudum, yüzüm kanımdan örnek almalarını beklerkenki kadar ifadesizdi.
Ne yapacaklarını bilemez halde, sessizce durdular.
Civatalarım görünene kadar boynumu uzattım. Sonra yüzümü gardiyanlara doğru döndüm ve başımı yürürken ileri geri salladım. “Güvercinim ben.”
“Aaaaaaah!” Gardiyanlar geriye düştü.
“Dalga geçme şunlarla!” Chuuya-sama başımın ardına vurdu.
Söylemeye gerek yok, merkez üstlerinden onay aldıktan sonra kan testinden muaf tutuldum ve yoluma devam ettim.
 …
 Gardiyanlardan birisi bizi tesisin daha da derinliklerine götürdü.
Şaşırtıcıdır ki, tesisin içi pek bahsetmeye değer değildi. İki tarafında da numarasız 12 kapıdan beyaz bir koridordu sadece ve koridorun sonundaki köşeden dönüldüğünde yine iki tarafında da 12 kapı bulunan bir kapı vardı. İlerisi de aynı şekilde devam ediyordu. Gerçi beklenildik bir durumdu. Koridor, içeri sızan düşmanların aradıklarını bulmalarını zorlaştırmak için bu şekilde tasarlanmıştı. Silahlı çatışma çıktığında gözleri uzakta tutmak için pek çok köşe ve dönüş vardı.
Basitçe, burası gizli bir tesis olduğundan içeri sızan ajanlar bir şey çalsaydı karşılaşacağı sorunların başı sonu olmazdı.
Koridorun sonuna ulaştığımızda devam etmeden önce ancak terminaldaki gardiyan onayladığında açılan sağlam bir duvarla karşılaştık. Veri tarayıcımdan duvarın arkasında boşluk olduğunu çoktan biliyordum.
Odanın ardı araştırmacılar bölümü gibi görünüyordu. Oldukça ferahtı.
Birdenbire etrafta daha fazla insan koşuşturuyordu. Beyaz önlüklü araştırmacılar, koridorda bir ileri bir geri koşuşturuyordu. Kimi meslektaşlarıyla tartışıyor kimi yeni uyanmışçasına gözlerini ovuşturuyor, kimi de uykusuz üçüncü gecelerini yaşıyormuş gibi görünerek laboratuvar önlüklerine döktükleri kahveyi yıkamak için acele ediyorlardı.
Ordu, polis ve illegal teşkilatların ülkeden ülkeye değişen eşsiz karakterleri olsa da laboratuvarlar nedense her yerde aynıydı. Burası ile İngiltere arasında pek fark yoktu. Araştırmacıların çoğu laboratuvarlarında yaşarlardı bu yüzden neyi araştırıyor olurlarsa olsunlar ortam hep kaygısız kalırdı.
Biz önümüzdeki manzaraya dalıp gitmişken gardiyanlar silahların namlularıyla bizi öne ittirdiler.
“Öküzün trene baktığı gibi bakmayın. Davet edilen insanlar, burada neyin olup bittiğiyle ilgilenecek pozisyonda değillerdir.”
“Öyle mi? Hmm, ama baksak n’olur ki…” Shirase-san birkaç şikayetini dile getirdi.
Verileri dikkatlice topladım ve birkaç şeyi tespit ettim.
Burası ordunun Büyük Savaştan beri doğaüstü yetenekleri araştırmakta özelleşmiş bir araştırma birimi olmalı. Yanımızdan gelip geçenlerin konuşmalarını analiz ettikten sonra bu kadarı kesindi. Biraz daha bilgi edinmek istesem de gizli bir askeri tesiste olduğumuz belli oluyordu. Elektronik cihaz erişimine yönelik tüm cihazlarda, bilgisayar korsanlığıyla mücadeleye ve herhangi bir harici bağlantıya karşı tedbirler bulunuyordu. Onu hacklemek için hatırı sayılır bir zamana ihtiyacım olacaktı.
Ama şimdilik elde etiğim istihbarat yeterliydi. Konuşmadan önce biraz düşündüm.
“Düşünüyordum da, Chuuya-sama-“ Yürürken Chuuya-sama’ya yaklaşıp sesimi kısık tuttum. “…N-shi’nin neden hedef alındığını düşünüyordum. Acaba N-shi’nin insan olduğunuza dair bir kanıtı mı var?”
“Huh?” Chuuya-sama şaşırarak başını çevirdi. “O nerden çıktı?”
Birikmiş tahmini verilerin girişine bakarken konuşmaya devam ettim.
“İnsan mısınız yoksa yapay bir denklem dizisinden mi oluşuyorsunuz bilmiyoruz. Verlaine sizin programdan ibaret olduğunuzu söyledi ama somut bir kanıt sunmadı. Sadece tek bir iddiaya dayanarak bunun doğru olduğunu kabul ettik. Ya Verlaine yalan söylemişse? Durum buysa doğruyu bilenlerden kurtulmak istiyor olmalı. Sizin insan olduğunuz gerçeğini yani. Ne de olsa gerçeği bilseydiniz Verlaine’in peşinden gitmeniz için bir sebep kalmazdı. Bu yüzden Verlaine, N-shi’ye suikast düzenlemeyi seçti. Her şey yerli yerine oturmuyor mu?”
“Verlaine neden yalan söylesin ki?”
“Sizi ikna edemediği için.” Bundan emindim. “Nedense size ihtiyacı var, muhtemelen siz de onun gibi askeri bir laboratuvarda yetenek verilen bir yerçekimi kontrolcüsü olduğunuz için. Ama öylece ‘mafyayı bırakıp benimle gel’ deseydi onunla gitmezdiniz.”
“Yani... N, insan olduğuma dair bir kanıt taşıdığı için mi suikast hedefi oldu?”
“Evet.”
Chuuya-sama bunları duyduktan sonra biraz düşünüyor gibi oldu. Duvara baktı, alnını sonra burnunu kaşıdı ve kollarını çaprazladı. Sonra yüzünü elleri arasına alarak ifadesini sakladı.
Ağzından kaçan küçük, aralıklı nefeslerin sesini duydum.
Gülüyordu.
“Pft, hahaha… salak mısın?” Sesi kısık ve yorgun çıkıyordu. “Onca olaydan sonra şimdi de insan olduğumu mu söylüyorsun? Off, o kadar aptalım ki umutlanmaya başlıyorum…”
Ben de gülümsedim. Chuuya-sama’nın gülüşünü son görmemden beri uzun zaman geçmiş gibi hissediyordum.
“Neye bakıyorsun?” Chuuya-sama yüzünü saklamak istercesine omzunun üzerinden bana baktı. “O gülüş ne öyle? Haberin olsun, özellikle bir şey düşünüyor değilim.”
“Ben de bir şey düşünmüyorum.” Olağanüstü bir makineyim, bu yüzden soğukkanlılıkla yalan söyleyebilirdim.
“O zaman gözlerindeki o bakış ne!?”
“Gözlerim mi? Gözler dile gelen iletişim organları değildir.”
“Beraber o kadar vakit geçirdik, seni tanıyorum artık.” Chuuya-sama sinirlenmiş gibi bana kaşlarını çattı. "Bilerek böyle şeyler söylüyorsun, değil mi?"
Yakalandım mı?
Chuuya-sama aniden arkasını döndü, kendini gerinmeye zorladı ve hızlı adımlarla yürümeye başladı.
“Ne dersen de seni dinlemeyi bıraktım artık! Haa, herhalde bugünün işi kolay olacak!”
Chuuya-sama kendi kendine bağırarak konuşuyordu.
Hafif adımlarla ileriye yürüdü ve yüzümde ben fark edemeden bir gülümseme oluştu.
 …
 Sonraki durağımız bir kapının önüydü.
Gardiyan geliş amacını belirterek kapının yanındaki çağrı düğmesine bastı. Kapı otomatik açılırken birisi “Girin.” diye seslendi. O ses, o rezil ses, mikrofonumu hackleyen sesle aynıydı.
Kapının ardında geniş bir ofis bulunuyordu. Yeraltında olmamıza rağmen arka pencere, okyanusta kumlu bir sahili gösteren sentetik bir görüntü yansıtıyordu. Duvarın iki tarafında da yükselen, dünyanın her bir yanından özel kitaplarla dolu meşe kitaplıklar vardı. Odanın arka tarafına yerleştirilmiş antika masanın önünde adamın biri yayılmıştı.
Adam, büyük bir kutunun altında bir şeylerle uğraştığı için bedeninin yalnızca alt yarısı görülebiliyordu. Görebildiğimiz tek şey, tavana dikilmiş deri ayakkabılarının ucuydu.
“Kusura bakmayın, biraz bekler misiniz?” Ayakkabılarının arkasıyla konuştu. “Şu deneyin izolasyon tankını tamir etmem düşündüğümden daha fazla vakit aldı. Yeteneklerin verimini artırırken yapay değiştirilmiş bilinç durumu yaratması gereken bir küvet yapıyorum, ama… kritik ölçüm işlevi, küvetin magnezyum sülfat çözeltisine karışıyordu. Pozitron bozunması için gama ışını detektörünü daha doğru bir şeyle değiştirmeye çalışıyorum.”
“İnvazif olmayan bir önlem üzerinde kafa yormak yerine neden bir intravasküler aktivite belirteci uygulamayı denemiyorsunuz?” diye önerdim.
“Onu çoktan denedim.” Ayakkabıları neşeyle cevap verdi. “Öyle yaparsam deneğin içindeki potansiyel yetenek harekete geçmeye başlar. Senin aksine insan bedenleri mantıksızdır… Tamam, oldu şimdi.”
Ayakkabılar, daha doğrusu ayakkabıların sahibi, tabuta benzer kutunun altından sürünerek çıktı.
Ellerini temizlerken bize gülümsedi.
“Eh, konuşmaya başlayalım mı artık? Eminim ki soracak pek çok sorunuz vardır ve ben de cevaplamak için elimden geleni yapacağım. Burayı yolculuğunuzun son durağı olarak düşünün…”
O yüz… şüphesiz…
“Yüzün…” dedi Chuuya-sama şiddetle. “Aynı ona benziyorsun.”
Chuuya-sama ceketinin cebinden fotoğrafı çıkarırken adama baktı. Sahilde çekilmiş bir fotoğraftı. Beş yaşındaki Chuuya-sama, geleneksel çizgili kimono giyen genç bir adamın elini tutuyordu. Adam, muhtemelen batan güneşin kör edici ışığından dolayı eğlenerek gülümserken gözlerini kısmıştı.
“Arahabaki projesinden ben sorumluydum. N ismi bana ordu tarafından verildi, ismim Nakahara'nın ilk harfinden geliyor. Yani…”
Fotoğraftaki genç adam önümüzde duran araştırmacıyla aynıydı.
“Ben, senin babanım.”
 …
 Ekrandaki video altın bir parayı gösteriyordu.
Madeni paranın ön yüzüne tilki motifi işlenmişken arkasına ay işlenmişti. Güzel bir para olsa da nedense kederliydi.
Birisi parmakları arasındaki parayla oynuyordu. Genç gözükseler de ekrandaki kolun ardındaki her şey gizlenmişti bu yüzden yaşlarının tam olarak bilinmesi mümkün değildi.
Birisi şarkı söyler gibi konuşuyordu.
“Ne dileği ne de arzusu bulunan
Lekeli kedere,
Ölümün bitkin düşlerinde yer edinmiş
Lekeli kedere”
Şiir, merak uyandırıyordu. Sözler belirli bir kişiye hitap etmiyordu ve ayaklarınızın altındaki hiçliğe sonsuza dek düşecekmiş gibi bir hissiyatı vardı.                                                          
Bu dizelerle birlikte altın para garip bir ışık yaymaya başladı.
Ekran aniden değişti.
Ekranın ortasında, altın parayı tutan her kimse küçük gözüküyordu. Hala kim olduklarını çıkaramıyordum. Görebildiğim tek şey, büyük beton duvarlarla çevrili tuhaf derecede geniş odaydı.
Paradan yayılan ışık beyaz renkten tehlikeli bir kırmızıya dönüşerek tüm ekranı kapladı.
Görüntü yine değişti.
Sonraki video, geniş bir salona bakan gözlem odasını gösteriyordu. Gözlem odasının duvarlarından biri kalın, akrilik camdandı ve camın arkasında paranın yaydığı ışık görülebiliyordu.
“Deneğin derinliklerinden yeteneğin serbest bırakılması onaylanıyor. Prosedürler 8-0-6’dan 8-7-2’ye başlatılıyor.”
Masalarında hesaplamalar yapan yaklaşık on kadar araştırmacı vardı.
“Yeteneğin ışığındaki artış onaylandı. Gradyan artışı izin verilen değeri %320 aşıyor”
“Devam edin.”
Paradan yayılan ışık ekranda gitgide büyüdü. Parayı inceleyen araştırmacıların yüzünü hafifçe aydınlatıyordu.
Işık titreşmeye başladı. Renk, parlak kırmızıdan tüm ışığı yutan siyaha dönüştü.
“Gama ışını spektrometresinin alıcıları limitlerini aştı. Oda sıcaklığı artış gösteriyor.”
Odanın içindeki uzay değişmeye başladı. Zemin çat sesiyle aniden soyuldu, para zemini kendisine doğru çekiyordu. Zeminin parkeleri paraya çarpamadan yerçekimiyle ezildiler, toz gibi ortadan kaybolana kadar gittikçe ufaldılar.
Çok geçmeden manzara da bozuluma uğramaya başladı.
“Mekansal bozunma çıplak gözle gözlemlenebiliyor! 2 ila 10 ve 14 metre arası hasar gördü!”
“Deneğin hayati organları kritik durumda –hayır, durdular!”
Geniş salonun duvarları ve zemini soyulmuş, birbiri ardına ışığa doğru parçalanıyordu. Oda artık asıl şeklini yitirmişti.
“Deneyi durdurun! Acil durum su desteğini dökün!”
Bir anda boşluk kendi içine büzülüp kapandı. Oda, parayı tutan kişiye odaklanarak bozundu.
Ani bir çarpışma oldu. Araştırmacıları laboratuvardan ayıran akrilik cam, binlerce parçaya ayrılmadan önce şiddetle sarsıldı. Parçalar havada uçuştu.
Birisi çığlık attı.
Ve ekran karardı.
 …
 “Öncelikle yeteneklerin ne olduğunu düşünüyorsun?”
Yeraltındaki yolumuzda ilerlerken N-shi konuşmaya soru sorarak başladı.
Verlaine’in bulmamızı istemediği bilgi –bizim düşüncemize göre- N-shi bizi yer altı laboratuarına davet etti. Oraya doğru gidiyorduk.
“Açıkçası bizim gibi usta araştırmacıların bile yetenekler hakkında bildiği pek şey yoktur. Bu cömert araştırma tesisine sahipken bunu kabul etmekten utanıyorum gerçi.”
Merdivenlerden inerken konuşmasını dinledik. N-shi yolu gösterdi, Chuuya-sama peşinden gitti ve Shirase-san, Chuuya-sama’nın ardındaydı. Ben de en arkadaydım.
“Ama birkaç şey biliyoruz.” dedi N-shi sakin bir sesle. “Öncelikle bitkiler ya da maymunlar gibi insan olmayan yaşam formlarının yeteneği olamaz ve birisi doğuştan yalnızca tek bir yeteneğe sahip olabilir. Eğer yetenek kullanıcısı ölürse yetenekleri de esasen ortadan kaybolur. Tüm dünyayı yakıp kül etmeye yetecek enerjiyi ortaya çıkarabilecek tek bir yetenek yoktur. Yani yeteneklerin de bir sınırı var.”
“O kadarını ben de biliyorum.” Chuuya-sama, sanki N-shi'nin sözleri gereksizmiş gibi kayıtsızca konuştu.
“Bundan sonrası ilginçleşiyor.” N-shi gerçek niyetlerini saklayan muzip bir gülüşle devam etti. “Sınırlarının olduğunu söyledim ama ordu, o sınırı aşmanın bir yolu olup olmadığını bilmek istiyordu. Esas olarak evet, aşılabilir. Bu yollardan birisi de yetenek tekilliğidir.”
Oho.
Tekillikleri bilmelerinden etkilendim. Ayrıca ordunun araştırma birimi yalnızca teori olmadığını da biliyordu. Doğduğum yer olan İngiltere’de bile bu fenomeni bilen yalnızca birkaç özel araştırmacı vardı.
Bu ülke yeteneklerle ilgili araştırmalarında düşündüğümden daha hızlı ilerliyordu.
“Hükümette tekillikleri bilen yalnızca birkaç kişi var ama… Tekillik, normal bir yeteneği dış etmenlerle orijinalinden meta-yeteneğe değiştiren bir fenomendir.” N devam etti. “Ve tekillik sırasında yeteneğin sınırı olmaz. Her şey olabilir. Bu fenomen, yetenekler arasında hata olarak da anılabilir.”
Laboratuvarın en alt katına indik. Yeraltının derinliklerinde olduğumuzdan ayak seslerimiz dışında hiçbir sesi duyamıyorduk.
Bir kapının önünde durduk. N-shi kapıyı açmak için kalçasına asılı anahtarı kullandı.
“Hey, bizi nereye götürüyorsun? Ve neden konuşmayı uzatıyorsun?”
“Yakında anlayacaksın.” N-shi sırıttı. “Anlattıklarım varoluşunun özüyle bağlantılı, dikkatli dinle.”
Devam etti. “Neyse, tekillik basit bir olgu olsa da gerçekleşmesi için gereken süreç hiç de basit değil. Tekilliği açıklamanın en kolay yolu ‘zıt yeteneklerin çarpışması’dır. Başkalarını hatasız kandırma yeteneği, gerçeği hatasız görme yeteneğiyle karşılaştığında ne olur? Ya da geleceği görebilen iki kişi savaşırsa ne yaşanır? Çoğunda iki taraf da kazanmaz ama bazı nadir durumlarda yetenekler aslından bambaşka bir şeye evrilir. Bunlara zıt-tip tekillikler deriz.”
Shirase-san'ın homurdandığını görmek için kaçamak bakışlar attım. “Mmm, zıt-tip… Nngh…”
“Shirase-san, anlamanızın zor olduğunu bilsem de lütfen yürürken uykuya dalmayın.”
“Öyleyse, Chuuya-kun..” N-shi yanında duran Chuuya-sama ile konuşmaya devam etti. Shirase-san’a bakmadı bile. “Tekillik oluşturmak için en az iki yetenek gerektirdiğini söyledim ama aslında kendi başlarına da tekillik yaratabilen yetenek kullanıcıları var.”
“Ne?”
"Başkalarınınkisiyle değil de kendi yetenekleriyle mantıksal bir uyumsuzluğa girerek, tekilliğe neden olabilirler." Bunu söylerken, N-shi işaret parmağını döndürüyordu.
“Dünyada böyle yetenekler de var. Bunu ilk Alman bir araştırmacı keşfetti ve ‘kendisiyle zıtlığa düşen yetenek’ olarak nitelendirdi. Doğru… bir örnek vereyim. Temasla diğer yeteneklilerin yetenek gücünü arttıran birisi olduğunu varsayalım. Oldukça faydalı bir yetenek. Ama bu yeteneği başkalarında değil de kendisinde kullansaydı n’olurdu sence?”
“Kendi yeteneği güçlenmez miydi?”
“Aynen öyle. Yani diğer yetenekleri güçlendirme yeteneği güçlenirdi. Daha doğrusu yetenekleri güçlendirme yeteneği, yetenekleri güçlendirme yeteneği sayesinde güçlenirdi. Bu döngü sonsuza kadar devam eder ve yeteneği sonsuza kadar güçlendirir. Sonuç olarak enerjinin sonsuz döngüsü yeteneklerin doğal kanunlarını yıkar ve tekillik doğar. Enerji fazlalığı, kütlede değişikliğe ve yüksek yoğunluklu bir uzamsal bozulmaya neden olur. Yetenekli ise yerçekimi girdabına kapılır ve asla geri dönemeyeceği diğer tarafa gider.”
Demek öyle. Şimdi anladım. “Bize gösterdiğin kayıtlardaki deneyde parayı tutan yetenekliye bu olmuştu.”
“Evet. O yıkıcı yeteneği hayatında yalnızca tek bir kez etkinleştirebilirsin.”
“Hey, o uzamsal bozulma…?” Chuuya-sama’nın ifadesi katı ve sesi sert çıkıyordu.
“Daha konuşmamı bitirmedim.” N-shi araya girdi. “Kendisiyle zıtlığa düşen tekillikler yalnızca Japonya ya da Almanya değil, dünyanın herhangi bir yerinde yaşanabilir. Her birkaç on yılda bir yaşanıyorlar. Tekillikler, detayları kimse bilmese de antik çağdan bu yana ‘tanrıların’ ve ‘şeytanların’ işi olmuştur. Ne olursa olsun, yetenek kullanıcısı tekillik aktifleştiği sırada ölüyor.”
Almanya, Fransa ve İngiltere’nin savaş alanındaki trendlere uyum sağlamaya çalıştıkları sırada askeriyedeki araştırma birimleri kıyasıya rekabete girmişti. Japonya’yı Almanya’nın müttefiği olarak kabul edersek yetenekli silah araştırmasına yetecek teknolojileri olması şaşırtıcı değil.
“Çevresini içine çeken ve kendisini yok eden tehlikeli bir yetenek. Ve yalnızca tek kullanımlık. Bunu silah olarak kabul edemeyiz.” dedi N-shi gergin bir ifadeyle. “Ama sonuç olarak tekillik, teknik olarak sonsuz bir enerji kaynağı. Tekilliği daha kontrol edilebilir bir kaynaktan kullanmanın yolu var mıydı? Araştırmamızın başlangıç noktası bu oldu. Ve… silah olarak kullanılabilecek şey sonunda yapıldı. Fransa, yetenek araştırmaları söz konusu olduğunda lider ülkelerden birisidir.”
Fransa…
Ve Fransa Hükümetinin yetenekli ajanı, Suikast Kral.
Demek böyle olmuştu.
“Tekilliği silah olarak mı kullanacaksın? Nasıl?”
“Kalbi kullanarak.”
“Huh?”
“Kalbi. İnsan ruhunu.” N-shi bunu sanki bir şiir mısrası okuyormuş gibi sessizce söyledi. “Normalde böylesine büyük bir enerji kitlesini makineler taşıyabilir, değil mi? Ama az önce de dediğim gibi yetenekleri kullanabilen tek canlılar insanlardır. Bilimsel olmayan terimlerle konuşursak, bir yeteneğin ürettiği enerjiyi yalnızca insan ruhu kullanabilir. Bu yüzden Fransız bilim insanları kişilik yaratmak için bir denklem kullandı ve yeteneği, insan bedeninde ve ruhunda olduğuna kandırarak vücudu yetiştirdi. Dürüst olmak gerekirse bu fikri öne süren ilk araştırmacı biraz kafadan kontaktı. Ama deney, herkesi korkutacak kadar başarılıydı. Sonuç olarak yetenekli ajan Verlaine doğdu. Tekillikten doğmuş, yerçekimini iradesiyle kontrol edebilen kişilikli bir yetenekti. Birkaç yıl sonra gerekli araştırma materyallerini elde ettikten sonra Japonya da aynı yolla tekillikten doğan bir yetenekli yaratmayı denedi. Buna da…”
Ağır kapı sonunda açılmıştı. N-shi ilk Chuuya’nın girmesi için acele ettirdi.
En samimi bakışıyla konuştu. “Arahabaki Projesi adı verildi.”
Bu sözleri söyler söylemez kapı kapandı. Shirase-san ile birlikte kapının önünde bakakaldık.
Üç saniye geçmeden… durumu algıladım.
“Chuuya-sama!”
Kapıya vursam da kapı kurşun ve patlama geçirmezdi ve ne kadar çabalarsam çabalayım hareket etmiyordu. Yakında açılacak gibi de durmuyordu.
N-shi’nin sesi kapının yanındaki hoparlörden duyuldu.
“Bundan sonra yalnızca iki kişi ilerleyebilir.” Duygusuz, sert bir ses duyuldu. “Arahabaki Projesi devlet sırrı sayılabilir. Sadece bir kişinin buraya girmesi için izin aldım. Ve-”
Ne söyleyeceğini düşünüyormuş gibi durakladı ve devam etti.
“Bundan sonra göreceklerini muhtemelen yalnızken görmeli. Diğer insanların, özellikle arkadaşlarının göreceklerini görmelerini isteyeceğini sanmıyorum.”
Hemen ardından kapının diğer tarafında hareket etmeye başlayan bir kitlenin işaretleri gördüm. Tarayıcım sayesinde kapının ardında asansör olduğunu görebildim. Chuuya-sama ile N-shi aşağı inmek için asansöre biniyordu. Bu kadar ilerlememize rağmen hala aşağı katların olduğuna şaşırmıştım.
Asansörün kontrol sistemini hacklemeye çalışsam da işe yaramadı. Radyo dalgaları daha en başta karşıya ulaşamadığından girişimlerim de savuşturulmamıştı.
Sonra bir şey fark ettim. “Sessiz Oda” dedikleri şey buydu.
Çalışma ilkesi basitti. Oda, iletken demir gibi metal plakalarla çevrelendiğinde radyo dalgaları geri yansır ve metal plakaların içindeki manyetik alan atlatıldığından; içerisi manyetik alanların ulaşamadığı izole bir alan haline gelir. Cep telefonunu mikrodalgaya koyarsanız elektromanyetik dalgalar baz istasyonuna ulaşamaz. Aynı prensip burada da geçerliydi.
Bu görevin güvenlik olasılığı %7’ye düştü. İnsancıl terimlerle ifade edecek olursam “endişeli” hissediyordum.
N-shi tam olarak neyi amaçlıyordu?
 …
 Harekete geçen asansörün sesi yankılandı.
Chuuya’nın ifadesi arkadaşlarından ayrıldığı sırada dahi değişmemişti. Duvardaki saate bakıyormuş gibi N’ye gözlerini dikmişti ve ellerini ceplerine sokmuştu.
“Beni yenmek için bu kadarcık şeyin yeterli olduğunu düşünüyor musun cidden?” dedi kuru bir sesle.
“Seni yenmeye falan çalışmıyorum. Seni düşünüyordum o kadar.”
“Bundan sonra ne görürsem göreyim organizasyona rapor edeceğim.” Umursamıyormuş gibi konuştu Chuuya. “Devlet sırrıyla falan uğraşamam.”
“Ne istersen yapabilirsin.” N art niyetler taşıyan bir gülüş takındı. “Tabii canın konuşmak isterse.”
Asansör durmadan önce hafifçe vızıldadı. Kapı açıldı.
Kapının ardında küçük bir koridor vardı. Eski olması dışında tesistekilere benziyordu. Zeminlerin kenarlarında kum ve toz birikmişti. Koridorun arkasına giden yolda, üzerinde “İzolasyon” ve “Bilgi Bürosu/Belirlenmiş İzolasyon Departmanı Bakanlığından Gelen Talimatlar” gibi etiketler bulunan birkaç sayfa kağıdın bulunduğu başka bir kapı vardı. Kağıtlar iğrenç derecede eskiydi ve kenarları sarıya dönmüştü.
N, kapıya yapıştırılmış kağıtları tek tek yırttı.
Yan yan bakarken Chuuya konuştu. “Hey, konuş artık.” Sözleri N’e göre değersizdi.
N arkasına döndü.
“Konuş. Buraya kadar geldik, korkmuyorum. Ben insan değilim, değil mi?”
N Chuuya’nın sorusuna cevap vermedi, öylece Chuuya’ya baktı.
“Söylemesen de bu kadarını biliyorum.” Chuuya kaba bir tonda devam etti. “Ben Verlaine’i yaratan aynı tekillikle doğan, Arahabaki Projesi’nin ürünüyüm. Değil mi?”
N, çaresizce gülümsedi.
“Öyleysen n’olmuş? Önümüzde kanıt var. Görmekten korkuyor musun? Yalnızca hikayeyi dinledikten sonra eve mi gitmek istedin?”
Chuuya cevap vermedi, yalnızca N’ye baktı.
“Bundan sonra çekip gitsen de umurumda olmaz. Önemli olan tek şey Verlaine’in sana her şeyi anlattığımı düşünmesi, gerçekten de her şeyi bilmen değil.”
Chuuya N’ye bakarken kafasını toplamaya çalışıyordu. Sonunda ağzını açtığında, sesi kararlı çıkıyordu.
“Pianoman ve diğerleri gerçekte kim olduğumu bulmaya çalışırken öldüler.” Gözleri uzaktaki bir şeye dalıp giderken parlıyordu. Arkadaşlarının sırtları kendisine dönükken geçmişten bir hatıra… “Yolu göster. Sırf onlar için her şeyi öğrenme görevim var.”
Sesinde tereddüt yoktu. Yüzlerce yıl geçse dahi o sözleri geri alamazdı. Yüreğinin gücü, sesindeki duygudan anlaşılıyordu.
N gülümsedi ve cevap vermek yerine kapıyı açtı.
Kapının ardında sanki geniş bir fabrika vardı. Oda o kadar genişti ki arka duvarları gözükmüyordu bile. Zemin ve tavan arasında yayılan ara katman görevi gören geniş bir demir iskele vardı. Chuuya o orta katmanda duruyordu.
Demirler tıngırdadı.
Chuuya dizlerinin üstüne çöktü. Düştüğü esnada ayakta durmasına yardımcı olması için bir şekilde tırabzana tutundu.
“İyi misin?”
“Biliyorum…” Chuuya sorusunu görmezden gelerek soluk bir yüzle konuştu. “Burayı biliyorum.”
“Biliyorsun sanırım, huh.”
Chuuya’nın alnından terler akıyordu. Gözleri önündeki manzaraya saplanıp kalmıştı. N, Chuuya’ya duygusuz bir ifadeyle baktı ve sanki telefon rehberi okuyormuş gibi soğuk bir sesle konuştu.
“Burası ikinci laboratuvar. Şehirde bulunan ilk laboratuvardan örnek alınarak tasarlandı. Tıpatıp aynısı. Orijinali patlamada yok edildiğinden çocukluğundan kalan tek hatıra burası.”
Hayaletlerin sesleri zihninde yankılandı.
“Düşman saldırısı!”
“8‘den 15’e kadar kilitleyin!
Saldırı timi en iyi ekipmanlarımızla saldırıya hazır!
Fark edemeden ileriye doğru yürüyordu.
Aynıydı. Yıllardır aşina olduğu manzara tıpatıp aynıydı. Askerler ve araştırmacılar ileri geri yürüdüler. Silahlı bir asker Chuuya'nın yanına koştu.
İllüzyon görüyordu. Burada kimse yoktu.
Hafızalarında yaşanan bir olayı canlandırıyordu sadece.
“Kaç kişiler? Silahlılar mı?!”
“İki kişi! Ve silahlı olmamalarına rağmen hiç zarar görmemişler!”
Anılarındaki ses bağırdı. O günün hatırasıydı. O yerde gördüğü son şeydi.
Sonunda bir yere ulaştı.
“Sen buradaydın.”
Tumblr media
Tavana kadar uzanan siyah bir silindirdi ve çapı o kadar genişti ki üç yetişkin kollarını uzatırsa zar zor kaplayabilirdi. Yüzeyi cam gibi gözükse de siyah ve opaktı ve içerisi gözükmüyordu.
Ama Chuuya biliyordu. Bunun ne olduğunu gayet iyi biliyordu.
Chuuya çevresinde dönüp tesise baktı. Tanıdık bir manzaraydı. Bir zamanlar dünyanın bu manzaradan ibaret olduğunu sanırdı.
Mavimsi siyah karanlık… kendisini dış dünyadan koruyan –ayrı tutan beşik…
Aniden illüzyonundaki o beşik kırıldı. Chuuya’yı tutup çıkaran kişi beşiği kırmıştı.
Chuuya elin sahibini tanıdı.
Arthur Rimbaud.
Ve yanındaki, Paul Verlaine.
“Varlığın bir mucize, Chuuya-kun.” dedi N, melodik bir sesle. “Senin gibi bir fenomeni yeniden yaratamazdım.”
Bu sözlerle Chuuya gerçekliğe dönebildi. Tesisteki tek kişi N ve Chuuya’dı, silindir de kırılmamıştı.
Chuuya silindirin yüzeyine dokundu. Ne sıcak ne de soğuktu, çok iyi bildiği bir sıcaklıktaydı.
“…Ee?” Chuuya bir şekilde soğukkanlılığını geri kazanarak N’ye döndü. “Tesisteki sırrın ne-”
Aniden silindirin içinden güm sesi duyuldu.
Chuuya donup kaldı. Ellerinin dokunduğu camın hemen yanında kendi elleriyle aynı boyutta el izleri vardı. Yalnızca avucunu görebiliyordu. Geri kalan her şey mavimsi karanlıkta saklanmıştı.
Olayı hemen anladı. Dış duvarlar içerisi görülmesin diye siyah değildi. Cam saydamdı ancak maviye çalan siyah bir sıvıyla dolu olduğu için içindekiler görünmüyordu.
“Kim var orada?!” Chuuya, N’ye bağırdı.
N cevap vermedi. Soğuk gözlerle sakince Chuuya’ya baktı.
“Konuşsana! İçinde kim var dedim!?”
O elin boyutu…
Chuuya’nın elleriyle aynıydı.
“Acele etmeye gerek yok. Yakında göreceksin.”
N, ceketinin cebinden uzaktan kumanda panelini çıkardı ve düğmelerden birisini kapattı. Mavimsi siyah sıvı şırıltı sesiyle boşalırken baloncuklar oluştu.
Su seviyesi silindirin üst seviyesinden inmeye başladı. Chuuya bir adım geri çekilip boş gözlerle silindire baktı.
“Bu…”
Sıvının içindeki kişi… Chuuya’dı.
Gözleri kapalıydı. Deneylerde tipik olarak kullanılan plastik kıyafetler giyiyordu ama onun dışında bedeninde hiçbir şey yoktu. Acınası bir şekilde zayıf olduğu için Chuuya’dan biraz daha genç duruyordu. Silindirin dibine, her iki ayak bileğine de bağlı gümüşi beyaz prangalar vardı.
Uyuyor gibi gözükse de sanki her an kırılacakmış gibi ifadesi sıkıntılıydı.
“Tanıştırayım. Orijinal halin.”
Chuuya şok içinde bakakaldı.
“Kendisiyle zıtlığa düşen yeteneğin sahibi. San’in bölgesindeki bir kaplıca köyünde doğdu. Yeteneği dışında sıradan bir çocuktu. Yerçekimi tekilliğiyle ezilmesin diye özel ayarlanmış bir cihaz kullandım. Bu yüzden hala hayatta.”
Aniden, silindirin içindeki çocuk çırpınmaya başladı. Aralıksız öksürüyor ve nefes alamıyor gibi duruyordu.
Bükülüp kusmaya başladı, sanki iç organları dışına çıkıyordu. Ancak silindirin camı kalın olduğundan içeride neler yaşadığı tam duyulmuyordu.
“Hey… acı çekiyor. İyi mi?!”
“Muhtemelen değil.” dedi N, soğuk bir sesle. “Yaşam desteği için gerekli olan rahmin sulu solüsyonu boşaldı, ne de olsa.
“Ne?!”
Silindirin içindeki çocuk yerde kıvranırken bağırıp çağırıyor, durmaksızın cama vuruyordu. Ama söylediklerinin tek bir kelimesi duyulmuyordu.
“Ne yapıyorsun?! Yardım etsene!”
“Gerek yok. Görevini uzun zaman önce yerine getirdi. Seni doğurma görevini yani.”
Silindirin içindeki çocuk inanılmaz miktarda kan kusarak titredi.
Chuuya’nın ifadesi hemen değişti.
N’nin yakasını çekebildiği kadar sert çekti ve aşağı indirerek bağırarak konuşmaya başladı.
“Acele et de suyu geri koy!”
“Neden?” dedi N ifadesini değiştirmeden.
“Kapa çeneni! Suyu geri koy yoksa seni gebertirim!”
N omuzlarını silkti. “Tamam. Al.”
N, sıvıyı boşaltmak için kullandığı uzaktan kumanda panelini Chuuya'ya verdi. Chuuya, paneli elinden kaptı.
Kontrol panelinin üç siyah ve bir kırmızı düğmesi vardı. N’nin suyu boşalttığı düğmenin karşısındaki düğmeyi kapattı ama bir şey olmadı. Diğer düğmelere de tıkladı ama hiçbir şey olmamıştı.
O sırada çocuk acı çekmeye devam ediyordu. Bedeni titriyor ve kırmızımsı siyah sıvı ağzından akıyordu. Ciğerlerine kan dolduğundan nefes alamıyor ve yüzü morarıyordu.
Chuuya tedirginlikle düğmelere ardı ardına bastı. Bir süre sonra, güm sesini duyduktan sonra yüzünü cama çevirdi.
Silindir sanki boyun eğiyormuş gibi kendilerine doğru eğildi ve kabın üst kısmı açıldı. Kalan çözelti boşaldı ve çocuk sonunda yerde yuvarlandı.
Chuuya, çocuğun vücudunu tuttu.
“Hey, biraz daha dayan!”
Çocuk nefes alamıyordu. Chuuya’nın kollarında uzanırken göğsü inip kalkıyordu. Yüzü Chuuya’nınkisiyle aynıydı ama gözleri daha nazik ve çok çok daha kırılgandı.
Çocuk Chuuya’ya tutundu ve yavaşça ona baktı. Bir şey söylemek için ağzını açtı. Derin bir nefes aldı.
Ama bu kadardı.
Hayatı sona ermişti. Eli, gücünü kaybedip düştü ve gözleri perdelendi. Ciğerlerinde kalan hava bir iç çekişle dışarı verildi. Ve böylece her şey bitmişti.
Chuuya, çocuğun bedeninin çürüyüşünü izledi. Derisi parçalandı ve etleri eriyerek mavimsi siyah sıvıyla aynı renkteki sıvıya dönüştü. Durdurmak için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Etleri bedeninden kayıp gitti, geriye kemikler kaldı.
Sonrasında geriye kalan tek şey çocuğun küçük iskeleti, giydiği plastik giysiler, ona bağlı transfüzyon tüpleri ile ölçüm kabloları ve son olarak ayaklarının altındaki mavi-siyah sıvıydı.
Chuuya iskeleti yere koydu ve yüzünü N’ye çevirdi.
“Sen…!”
Kıyafetlerini öfkeyle kavradı ama N’nin ifadesi biraz bile değişmedi.
“Baban olduğumu söylerken yalan söylemiyordum.” N, sanki kanji okuyormuş gibi düz bir sesle konuştu. “Bedenini ben tasarladım, Arahabaki’ye dayanabilesin diye genetiklerini düzelttim.”
Sonra akıl ermez bir şey yaşandı.
N Chuuya’nın yumruğunu kıyafetlerinden kolayca ayırdı.
“Ne…”
Chuuya N’yi, yumruklamaya çalışsa da yapamadı. Ayakta dahi duramıyordu. Dizleri titriyor ve bedenini ağ��r hissediyordu.
Güçlü olan N değildi, Chuuya zayıftı o kadar.
Chuuya bu hissi hatırlıyordu.
“O… o zamanki…”
Bir yıl önce uçurum kenarındaki mezarlıkta Shirase kendisini bıçakladığında da aynı hissetmişti. O sırada, Shirase ne demişti?
“Artık kıpırdamasan iyi edersin. Bıçağı fare zehriyle kapladım.”
“Uzuvların bir süreliğine uyuşacak ve istediğin gibi hareket edemeyeceksin.”
Shirase’nin sesinin hatırası kulaklarında yankılandı ve nedense abartılıymış gibi duyuluyordu.
Chuuya zemine dizleri üstüne düştü. İki eli de ağır hissediyordu.
Ama neden? Neden şimdi böyle hissediyordu?
“Seni ben tasarladım, seni en iyi ben tanıyorum. Bedeninin güçlü olduğu doğru ama zehirlere karşı normal bir insan kadar zayıfsın.”
“Zehir mi…?”
Chuuya geçmişi anımsadı. Kolay kolay zehirlenmezdi. Kendisini zehirlemek için bir saldırı girişimi olsaydı hemen fark ederdi.
Bekle-
Tesise girmeden hemen önce kişisel eşyalarını kontrol edip kan testi istemişlerdi.
Test kiti… iğne…
“İğne…!”
“Gerçeği anlatmak için seni buraya davet ettim. Gerçekleri söylersem Verlaine’in ellerinde ölmekten kurtulurum diye düşündüm.” dedi N, Chuuya ceketini kavradığında açtığı kırışıklıkları düzelterek. “Ama bu plana körü körüne güvenemezdim. Gerçeği basitçe anlatsam bile Verlaine’in pes edeceğinin garantisi yoktu. Bu yüzden daha güvenilir bir yöntem uygulamaya karar verdim.”
Chuuya ayağa kalkmaya çalıştı. Ayakları mavi-siyah sıvıda çırpında.
“Anlıyor musun? Eğer ölürsen Verlaine’in ülkede kalması için bir nedeni kalmaz.”
“Orospu çocuğu!”
Öfkeye kapılmıştı. Bedeninden çok duygularının gücüyle ayağa fırladı. Yumruğunu N'ye doğru fırlattı.
N, soğukkanlılıkla Chuuya’yı silahla vurdu.
Mermi Chuuya’yı alnından vurdu ve kafatasına çarparken parçalandı. Chuuya geriye yalpaladı ve alnından kanlar akarken yere düştü.
Kurşun kafatasından içeri girmemişti. Alnından aşağı kayarak yere düştü. Chuuya darbeyle birlikte merminin kendisine vurmasını engellemek için kalan gücüyle yerçekimi kontrolünü mermiyi durdurmaya odakladı.
N kayıtsız ifadeyle, düşen Chuuya’ya acımasızca daha çok ateş etti.
Tüm mermileri durduramazdı. Birkaç kurşun Chuuya'nın doğrudan koluna ve karnına isabet ederek et parçalarının ve kanın etrafa sıçramasına neden oldu.
Chuuya çığlık atmak için sesini dahi yükseltemedi.
“Muhtemelen iğrenç bir adam olduğumu düşünüyorsun ama bunu canıma değer verdiğim için yapmıyorum. Araştırmama devam etmek için yapıyorum. Yani vatanım için çabalıyorum da diyebilirsin.”
N, laboratuar önlüğünün cebinden bir tüp çıkarıp açtı. İçinde ufak bir şırınga vardı. Şırıngayı açtığı yaralardan birisine yerleştirdi.
“Bulunduğun organizasyon uğruna zalim olmak... kendin de seçkin bir organizasyondasın. Beni anlıyorsun, değil mi?”
“Göt… herif..”
Chuuya sızlandı, N’yi tutmak için elini kaldırdı. Ancak N’ye uzanamadı.
Eli yere düştü.
Sonra her şey karardı.
 …
 Hemen yanımda, Shirase-san aniden acı çekmeye başladı.
Yere düştü, boğazını tutarak kıvranmaya başladı.
“Shirase-san’ ne oldu?!”
Bunları söylerken çoktan tanı raporu yazmaya başlamıştım. Nabız ile kan basıncında düşüş ve terleme, kas seğirmesi ile nefes darlığı çekiyordu. Hepsi zehirlenmenin tipik belirtileriydi. Ancak havanın bileşenlerinde herhangi bir anormallik yoktu. Şimdiye kadarki çevre taramalarımı kontrol ettim fakat zehirli gaz belirtisi görülmüyordu.
Semptomlarını hafifletmek için ona antikolinerjik etkisi olan bir atropin iğnesi yaptım. Durumunu biraz izledikten ve semptomların yavaşladığını gördükten sonra ilacın dozunu artırdım. Aslında savaş alanında kullanılmak için yaratıldığım için biyolojik ve kimyasal silahlara karşı kullanabileceğim ilaç stoğum vardı. Bu seferki hayati tehlike oluşturmuyordu.
Shirase-san sakinleştikten sonra onu yere uzandırtıp odadan çıkmaya çalışsam da çıkamadım. Ne önümüzdeki ne de arkamızdaki kapı açılmıyordu. Bulunduğumuz oda elektromanyetik dalgaları geçirmediği için kontrol paneline bağlanamıyor ve dış dünyayla iletişime geçemiyordum.
Başlangıçtan beri odada kilitli kalmamız planlanmıştı. Görevin risk değeri %38’e yükseldi. Endişe verici bir orandı.
Bedenimi kapıya çarpmadan önce biraz düşündüm. Demir kapı yerinden kıpırdamıyordu. Odadaki demir masalardan birisini fırlattım ama ufak bir çizik bırakmaktan başka bir şey yapamadı.
Koridora benzeyen odada yalnızca masalar, sandalyeler ve içini süsleyen personel dolapları dışında bir şey yoktu ve dardı. Terminale bağlanabilseydim dışarısıyla iletişime geçebilirdim. Elektromanyetik alanı korumak için tavanlar ve kapılar da kaçmamızı zorlaştıran kalın demirden yapılmıştı.
Başka çaremiz kalmamıştı.
Belimin arka tarafını yokladım ve oradaki kapağı açtım. Aradığım parçayı bulup çıkardım. Sağ elimdeki orta ve işaret parmağımdan bileğime kadar olan boşluğu açıp aldığım parçayı yerleştirdim.
Takıp çıkarılabilir askeri bir el testeresiydi. Testere avucum büyüklüğünde, döner tipteydi. Genelde şüpheliyi kovalarken kilitli bir kapıyla karşılaşırsam kullanırdım.
Testereyi kapıdaki elektronik kilide bastırmadan önce döndürdüm. Kıvılcımlar takım elbiseme doğru uçarken tiz bir ses çıkardı.
Biraz zaman alacak gibi duruyordu ama acelemiz vardı. Araştırma tesisi tehlikeliydi. Bahse varırım amaçları Chuuya-sama’yı zehirlemekti ve Shirase-san da araya karışmıştı. Ve şimdi burada kapana kısılmıştık. Chuuya-sama tehlikedeydi.
Öldürülmüş olabilirdi.
Hatta daha kötüsü-
 …
 Oda boştu.
Masa, sandalye, ekran ya da süs eşyaları… hiçbir şey yoktu. Yükseltiyi gösteren bir ölçek duvara kazınmıştı. Okulların küçük yüzme havuzu büyüklüğünde olan oda aslında acil durumlarda deneylere atılan sulama suyunu depolamak için kullanılan bir su deposuydu.
Chuuya, odanın duvarında asılıydı. İki bileği de zincirlerle bağlanmış, yere düşmesini engelliyorlardı. Zincirler kalın dikenlerle kaplıydı ve bileklerine canavar dişleri gibi saplanmışlardı. İki ayağı da zar zor yere değiyordu.
Üst yarısındaki kıyafetleri çıkarılmış, kurşunların açtığı yaralar açıkta kalmıştı. Biri göğsüne, diğeri karnına olmak üzere en derin kurşun deliklerine iki kazık çakılmıştı.
Chuuya çığlık attı. Yanan etinin kokusu havaya yayıldı.
Elektrik akımı kazıklardan bedenine girdi ve bileklerindeki dikenli tellerden kaçtı. Bu sırada kasları, sinirleri ve iç organları parçalanıyordu. Hissettiği şiddetli acı, tüm vücudunu kıymaya çevirirken hiç doğmamış olmayı dilemesine yetiyordu.
“Seni geberteceğim.”
Asılı Chuuya, kendisini izleyen kameraya doğru hırıldadı.
Elektrik akımı bir kez daha geçti. Canavarınkisine benzeyen kısık bir bağırış ağzından kaçtı.
N, durumu deney gözlem odasından izliyordu.
Elektrik akımından gelen ışık gözlem odasına dahi ulaşsa da N gözlerini bile kırpmadı.
“10 mL midazolam verin.” Aşağıdaki sahneden gözlerini ayırmadan yanındaki astına emir verdi.
“Ama kalp atışları…” Genç araştırmacı endişeli bir sesle hayati değerleri kontrol etti.
“Bu kadarıyla ölmez. İlacı verin.”
Birbirinden farklı birkaç ekipman hareket etti. Chuuya’nın sırtına saplı dört tüpten birisinden berrak bir sıvı taşındı ve bedeninde kayboldu. Sanki iç organları parçalanıyormuş gibi ıstırap dolu bir çığlık atarken gözleri fal taşı gibi açıldı.
Yine de N irkilmedi bile. Yüzü ne sempati ne de gaddarlık taşıyordu. Bir numaraya bakıyormuş gibi Chuuya’yı seyrediyordu.
Deney gözlem odasında 20 sandalye, aletler ve araştırmacılar sıralanmıştı. Araştırmacıların hepsi ilerlemede sorun çıkmaması için değişiklikleri deney protokolüyle karşılaştırmakla meşguldü.
“Chuuya-kun, acıtıyor mu?” N yüzünü mikrofona yaklaştırdı ve Chuuya ile konuştu.
Chuuya uyuşmuştu ve cevap vermiyordu.
“Özür dilerim, keşke başka bir yolu olsaydı.” Sesinde pişmanlık taşımadan konuştu N. “Ama seni kurtaracaksak başka şansımız yok.”
Konuşurken, N sayısal değerleri doğrulamak için yanına baktı. Sonra devam etti.
“Biz nasıl isteklerine saygı duyuyorsak ‘Arahabaki’ de aynı şekilde saygı duyuyor. İradenizin Arahabaki’ye bağlı olduğunu söylemek daha doğru olur. İraden kesin olduğu için Arahabaki senden alınamaz. Bu ülkede, yeteneklerin nasıl çalıştığını bildiğimizi tanımlayan tek kontrollü tekilliksin.”
N’nin sesi mikrofonu kapattıktan sonra kesildi, astına döndü. “Midozalamın etkileri nasıl?”
“Belirtiler başladı. Kayda değer bir yanıt vermesi muhtemelen 2 dakika sürer.”
N başını salladı. “20 ml daha verin.” Emir verdi, yine mikrofona döndü.
“Chuuya-kun, şu anda kişiliğin Arahabaki’nin dizginlerini elinde tutuyor. Yani seni öldürürsek kontrol edilebilen oldukça değerli bir tekilliği kaybederiz. Bunun birlikte, eski kişiliğini yeniden yazarsak yeni kişiliğinle Arahabaki arasında çatışmaya sebep verebiliriz ve Arahabaki başka bir öfke patlamasına neden olabilir. Laboratuarın yeniden patlamasını istemeyiz.”
N, son kısmı kimse duyamasın diye kısık sesle söyledi ve şakasına burnunun ucuyla güldü. Ama yüzündeki sırıtışı anında sildi.
“İşte buradaymış.”
N, kontrol panelindeki bir düğmeyi çevirdi.
Tavana zincirlenmiş kazıklardan yaralara kuvvetli bir elektrik akımı geçti. Chuuya o kadar ıstıraplı bir acıyla sarsıldı ki sanki tüm vücudu parçalara ayrılıyormuş gibi hissetti. Chuuya, şiddetli acıya haykırdı. Bedenini yukarı bükerek acıdan kaçmaya çalışsa da yalnızca bileklerine saplı dikenli tellerin kollarını daha da kanatmasına neden oldu.
“Arahabaki’yi kendi rızanla bırakabilirsin. Çok düşünmeni gerektirecek bir şey değil. Tekerleme gibi birkaç kelimeye söylemen yeterli. Detonasyon mührünü sıfırlatan bir yetkilendirme kodu. Kodlamanın bir parçası olacak. Bu tekerlemeyi tekrar ettikten sonra yeni kişiliğin orijinalinkinin yerini alacak. Ve günlerdir sana musallat olan ile… yıllardır peşini bırakmayan karanlığın acısı dinecek”
Yıllardır peşini bırakmayan karanlık…
Bu sözleri duyduktan sonra tepkisiz Chuuya sonunda hayatta olduğuna dair işaretler gösterdi. Zayıf bir şekilde başını kaldırdı.
N, değişimi fark etmedi.
“Söylediğim kelimeleri tekrar et. Gayet basit bir cümle ve aklından da tekrar edebilirsin.”
N gözlerini kapattı ve tekdüze bir sesle yetkilendirme kodunu okudu. Basit bir dizeydi.
“-Ey, kara rezaletin bağışçıları. Beni bir daha uyandırmayın.”
“Ey kara rezaletin bağışçıları…”
Chuuya’nın dudakları neredeyse otomatik hareket ediyordu. Uyuşturucu etkisini göstermeye başlamıştı. Gözleri odağını kaybetmişti. O insancıl gözleri dudaklarının kıpırdadığından bihaberdi, boğazı söylediklerinden dolayı titriyordu.
N gülümsedi ve mırıldandı. “Tamamdır.” Chuuya devam etti.
“Beni bir daha… bekle… kimim ben?”
Sözleri, acıyla kıvrandığı esnada kesildi.
Ağzından çıkanlar odada yankılandı ve moralleri bozdu.
Kaydı izlerken N hayal kırıklığıyla kaşlarını çattı. Videoya bakarken astına emretti. “Dozajı arttırın.”
“Ama-“
“Yap dedim!”
Kazıklardan yüksek akımlı elektrik geçti. Şekilsiz yıldırım, tüm kaslarını, sinirlerini ve iç organlarını parçalayarak şiddetle vücuduna girdi.
Chuuya acı içinde çığlık attı.
 …
 Döner testere kilidin eksenini kesti. Tiz, metalik ses durdu.
Çıkan ısı döner testeremin parçasını bir daha düzeltilemeyecek şekilde eritmişti bu yüzden testereyi tekrar kullanabileceğimden şüpheliydim. En iyisi burada bir kenara atmaktı.
Artık dışarı çıkabilirdik. Ancak baygın Shirase-san’ı öylece arkamda bırakamazdım. İnsanları korumaya programlanmış bir robottum. Şartlar ne olursa olsun, savunmasız bir insanı tehlikeli bir yerde bırakamazdım. Chuuya-sama’yı arama görevin olsa bile önce Shirase-san’ı güvenli bir yere götürmem gerekliydi.
Elimi, kapıyı açmak için kestiğim noktaya dayadım.
Ama gerek yokmuş.
Çünkü aniden kapıyla beraber geriye uçtum.
Zeminden yukarı, aşağı sonra yine yukarı yuvarlandım. Geriye doğru yuvarlanırken omuzlarımda yoğun bir baskı hissettim. Vurulmuştum, darbe de geri düşmeme neden olmuştu. Etrafımı algılamak için kullandığım sensörleri düşürerek önceliğimi kendimi savunmaya ayarladım.
Sensörlerim üç düşman algıladı, hepsi ağır silahlı askerlerdi. Askeriyenin tesisinde olduğumuzu düşünürsek bu kadar silahlı olmaları şaşırtıcı değildi. Kapı da büyük olasılıkla bombayla patlatılmıştı.
Vurulduğum yerin analizini yaptım. Dış zırhımda spiral çatlaklar vardı. Durum hiç iyi değildi. Kurşungeçirmez yeleği dahi delen mermiler kullanmışlar.
Sıradan insan savaşında, merminin insan bedeninde durarak daha fazla hasar vermesi amaçlandığı için biraz daha yumuşak başlıklı kurşunlar kullanılır. Ama düşmanım nüfuz gücü ve hızı daha kuvvetli başlıklar kullanmıştı yani benim mekanik bedenimi göz önüne alarak savaşmaya gelmişlerdi.
Durum hiç ama hiç iyi değildi.
Görüşüm netleştiğinde girişe baktım. Üç asker çoktan namlularını bana dikmişti.
Kaçınılmaz bir güçle üzerime kurşunlar yağdı.
 …
 Kalp atışlarının sesi son derece gürültülüydü.
Kulağının dibinde davul çalıyorlarmış gibi geliyordu. Nakahara Chuuya gözlerini sesin kaynağına çevirdi ama elbette, ortada kalp falan yoktu. O zaman kimin kalbiydi bu? Benim mi? İmkansız. Ben insan değilim. Kalp gibi bir lütuf bana yakışmaz.
Bir kez daha elektrik akımı geçti. Tüm vücudu istemsizce titredi. Sanki bedenindeki tüm sıvılar tek tek kaynıyor, kan damarları lime lime doğranıyordu. On altı yaşındaki bir çocuğun dayanabileceği acıyı çoktan aşmıştı. Neyse ki, ağlasa da çığırsa da kimsenin umurunda değildi. Bu yüzden ne zaman ıstırap çekse çığlık atıyordu. Boğazında yükselen kanın tadını alabiliyordu.
N’nin sesini son duyduğundan beri uzun zaman geçmişti. Bilim insanları, emeklerinin boşa gitmesinden nefret ederdi. Muhtemelen Chuuya kayda değer bir ses çıkarana kadar acının tadını kendisinin istediği kadar tadana kadar ayrılmıştı.
Yerçekimi kontrolü tamamen kaybolmasa da gücü zayıf düşmüştü. Belki bedenine saplı tüpler sürekli vücuduna zehir pompalıyordu. Uzuvları uyuşmuştu, zihni bulanıklaşmıştı. Gerçeklikte ya da aklında neler olup bittiğini söylemesi zordu. Zehrin yanında bir de uyuşturucu verilmişti. Suçluların itiraf etmesi için kullanılan ilaçlardan mıydı, belki de insanı deliliğe sürükleyen uyuşturucuydu?
Daha ne kadar dayanabilirdim?
Tabii ki istediğim kadar katlanabilirdim. Gerekirse sonsuza dek. Chuuya olduğum için katlanabilirdim.
Ama neden yapayım ki?
-Ben de hep böyle demiyor muyum, Chuuya?
Chuuya aniden kafasında tanıdık bir ses duydu. Bu dünyada en çok nefret ettiği kişinin sesiydi.
-Aynı benim gibi, senin de varlığın hataydı. Sahte bir hayata tutunmuşken bütün bunlara katlanmanın anlamı ne ki?
Ses kendisiyle dalga geçiyormuş gibi çıkıyordu.
“Kapa çeneni.”
Chuuya küfredermiş gibi konuştu. Sesin kafasında olduğunu biliyordu, uyuşturucunun neden olduğu işitsel bir halüsinasyondu sadece. Yanında kimse yoktu. Ama aklı yerinde değildi bu yüzden ses durdurulamazdı.
“Siktir git, Dazai.”
-En iyi bu klişe cevabı mı verebiliyorsun?
Ses kulağının dibindeydi. Chuuya kulaklarını kesmek istedi.  Hemen yanında, Dazai'nin gölgeli silueti titriyor, gözlerini oymak istemesine neden oluyordu.
-Sözlerime inanman için kanıtlar var, kendin de biliyorsun. Derinlerde bir yerde sen ve ben, ikimiz de aynıyız.
“Sus, sus, sus! Ben benim! Senin gibi pisliğin teki değilim!”
-Ona da söylediklerinin aynısı söyle o zaman.
Chuuya, yüreğine dokunan başka bir kısık sesi duyduğunda donakaldı.
-Ama bize ilk katıldığında dememiş miydik, kendini kandıramaya devam edemezsin diye?
Chuuya figürü gördü. Artık halüsinasyonların uyuşturucudan kaynaklandığından emindi.
“Pianoman…”
Alnında terler akarken Chuuya’nın sesi kupkuru çıkıyordu.
Pianoman, önündeki duvara dayanmış, kollarını birbirine geçirmiş halde Chuuya’ya sakince bakıyordu. Dükkanın arkasında dururken takındığı duruşun aynısı gözlerinin önündeydi. Chuuya’nın unutması mümkün değildi.
-Bize katılmana izin vermemizin sebebini söylemiştim. Mafyaya isyan çıkaracağını düşünmüştük. İntikam alevleriyle hiçliği ve her şeyi yok etmek istiyorsun gibi gözüküyordun. Şimdi bile, hala aynı haldesin.
Gölgeler çoğaldı, tedirgin Pianoman’in yanındaki duvarda göründüler. Albatros, Iceman, Lippmann, Doc…
Yüzlerinde birer gülüşle hepsi Chuuya’yla konuştu.
-Doğumunun kökeni yüzünden ölmüş olabiliriz ama seni suçlamıyoruz.
-Biz mafyayız, böyle şeylere hazırlıklıydık.
“Aptallar! Ne biçim neden o?! Ben…”
Pianoman ve diğerlerinin gülüşleri yüzlerinden silindi. Bir sonraki cümleyi direkt kulağının dibinden duydu.
-Öl o zaman.
Şaşıran Chuuya, hayaletimsi bir Shirase'nin solgun yüzüyle karşılaşmak için arkasına döndü.
-Hem mafyadaki arkadaşlarından hem de Koyundaki bizlerden ölümünle özür dile.
Ne olduğunu kavrayamadan etrafı Koyundaki kızlar ve erkeklerle çevrildi. İhanet ettiği ve birbirinden ayırdığı eski arkadaşlarıydı. Onlarca çocuğun gözleri soğukkanlılıkla kendisine bakıyordu.
-Hep demiyor muydun Chuuya, hayatta üstün olanların yerine getirmesi gereken sorumlulukları vardır. Yalan mı söylüyordun?
-Bizi korumayacak mıydın? Açlıktan ölürken biz seni korumamış mıydık?
Dur.
Chuuya kulaklarını kapatmaya çalıştı ama iki eli de bağlıydı.
-Hmph, bir de kendine kral diyorsun. Bak bize ne yaptın.
-Chuuya, sen…
“Kes sesini! Madem çok istiyordunuz siz kral olsaydınız ya! Tüm gücümü sizin için kullandım!” Chuuya artık dayanamıyormuş gibi bağırdı. “Gücü sikeyim! Bu gücüm olmasaydı hala beraber-”
Yine elektrik şoku verildi. Chuuya’nın beyninden ışık akımları geçti.
Aklının diğer bir kenarında, yaşanması imkansız bir manzarayı gördü.
Koyun henüz dağıtılmamıştı. Hala beraberlerdi. Chuuya aralarında önemli birisi değildi. Yeteneği yoktu. Ne güçlü, ne kral olan ne de ilgi odağında olan tamamen normal bir üyeydi. Diğerleriyle hoşça sohbet eden, Koyunun sıradan bir üyesiydi.
“Ben…”
Vizyon kayboldu, arkasında yara bere içinde kalmış kanlar içindeki Chuuya’yı bıraktı. Sonra sessizleşti.
Chuuya başını öne eğdiğinde, bir sonraki halüsinasyonun ayaklarına yansıdı.
“Arkadaşların ve sorumlu olduğun yoldaşların seni delirtiyor. Sence neden, küçük kardeşim?”
Chuuya yavaşça yüzünü kaldırdı. Karşındaki kişinin gelmesini bekliyor sayılırdı.
“Demek sıradaki sensin…”
“Doğru, olmam gerektiği gibi. Buraya kadar aynı yolu ben de yürüdüm, sorularını benim cevaplayacak olmam gayet doğal.” Halüsinasyon siyah şapkasını düzeltti.
“Sorum…” dedi Chuuya. “Söyle bana, hatam neydi? Nerede yanlış yaptım?”
Önündeki halüsinasyon, Verlaine, biraz kederli bir ifade takındı.
"Başından beri." Bu cevabı verirken Verlaine'in gözleri samimi ve yalandan arınmıştı. “En başından beri, doğumun bir hataydı. Aynı benim gibi."
Daha en başından varlığım hataydı.
Chuuya’nın yumruğu titredi. Böyle bir şeyin yaşanması haksızlık değil miydi? Onları affetmek zorunda mıydı?
“Hayır, yaptıkları affedilemez. Orası kesin. Gereken hükmü vermenin zamanı geldi.”
“Onlar…”
“Bu kadar katlandığın yeter.” Verlaine’in sesi nazik çıkıyordu. “Tüm sorumluluklarını yerine getirdin. Artık sıra onlarda. Onları sorumlu tut. Ancak bu sayede nihayet adaleti sağlayabiliriz.”
“Haha… onları sorumlu tutmak istiyorum.” Chuuya’nın kuru gülüşü direkt kendisine hitap ediyordu. “Onları parçalarına ayırmak istiyorum ama imkansız. Buradan çıkamam. Acı ve çaresizlik içinde öleceğim.”
“Ölmene izin vermem.”
Verlaine Chuuya’nın önüne yürüdü ve kazıkları çıkardı.
Chuuya taş kesilmişti.
Verlaine tüm kabloları çıkardı ve yerçekimiyle ezdi. Kollarının etrafındaki dikenli telleri ve sırtındaki tüpü de çıkardı.
“O araştırmacıyı öldüreceğim.” Verlaine Chuuya’yı tüm kısıtlamalarından kurtarıp yaralarını inceledikten sonra ayağa kalktı. “… öncesinde de planladığım gibi. Burada oturmakta serbestsin. Ama hayatındaki kargaşadan onları sorumlu tutmak istiyorsan…”
Verlaine elini Chuuya’ya uzattı.
“Benimle gel.”
Chuuya elini tutmadı, sanki garip bir şey görmüş gibi öylece bakakaldı.
“Neden…?”
“İlk tanıştığımızda da söylemiştim. Seni kurtarmak istiyorum.”
Bunları söylerken Verlaine gülümsedi. Bir ajanın ya da suikastçılar kralının gülüşü değildi. Genç bir adamın samimi gülüşüydü sadece.
“Öfkelen, Chuuya. Öfkelen, bu zalim dünyaya öfkelen. Seninle oynayan bilim insanlarına öfkelen. Bu öfken hayatını geri kazanmana yardımcı olacak. Hayatını geri alacak mısın Chuuya, yoksa numaralandırılmış deney faresi olarak yaşamaya devam mı edeceksin?”
Konuşmak istemiyorum.
Öfke kanında kaynayarak kaslarını ısıttı. Chuuya güçlükle Verlaine’in elini kavradı ve ayağa kalktı.
“Gidelim, kardeşim.” Verlaine, Chuuya’nın bedenini kaldırırken gülümsedi. “N’yi öldür ve ruhunu bu mantıksız dünyadan geri kazan.”
 …
 Üzerime kurşunlar yağıyordu.
Ön kolumdan darbeye dayanıklı kalkanımı çıkardım. Şemsiyeye benzer kalkanın yüzeyi ısı ve darbeye dayanıklı süper alaşımla kaplıydı ve saldırıların çoğunu savuşturabilirdi. Arahabaki’nin yüksek enerjisine dayanması için özellikle tasarlanmıştı.
Metal zarflı mermiler kalkanımın yüzeyine çarptı ve geri sıçradı. Mermilerin üçü kalkana saplandı, kinetik enerji yüzünden alaşımları soyuldu. Ancak kalkanımdaki hasar minimum düzeydeydi.
Kalkanım hala yükseliyorken askerlerin silahlarının üstüne iki kez zıpladım. Gardiyanın arkasındaki duvara iner inmez geriye sıçrayarak sırtına çarptım.
Sensörlerim kaburgalarının kırıldığını tespit etti. Biri gitti.
Askerin üstüne basarken uzun bacaklarımla diğer askere çelme takarak düşürttüm. Parmağımdaki iğneyi düşen askerin boynuna sapladım, uyuşturucu enjekte ettim. Böylece ikincisi gitti.
Fakat diğer ikisini etkisiz hale getirmem için gereken süre üçüncü askerin ateş etmeye hazırlanması için yeterliydi.
Üçüncü asker silahını bana doğrulttu. Ellerimin ikisi de yerde olduğu için bedenimin ağırlığı yüzünden kolumdaki kalkanı kaldıramadım. Alabileceğim önlemleri yüksek hızda taradım ancak hiçbiri zamanında yetişmiyordu.
Bir şey yapmama gerek kalmamıştı.
Asker, aniden yere yığıldı.
Bedeni elektrik çarpmasının patlayan sesiyle sarsıldı ve silahını düşürdü. Birkaç saniye süren ıstırap dolu seslerden sonra tüm gücünü kaybederek yere düştü.
Kılımı dahi kıpırdatmamıştım.
Askerin ardındaki koridordan kurtarıcım gözüktü.
Burada görmeyi beklediğim son insandı.
“Ne sıkıcı…” dedi, normalde isyanları dağıtmak için kullanılan şok tabancasını bırakarak. “İnsanlar, elektrik kullansam da ölüyor kullanmasam da. Bıktım artık.”
“Sen… Liman Mafyasındansın.”
Dazai Osamu.
Chuuya-sama’yı Liman Mafyasına sürükleyen çocuk.
“Tanıştığımıza memnum oldum Dedektif-san. Chuuya nerede?”
Chuuya-sama ile aynı yaşta olan çocuk sordu, şok tabancasını umursamazca bir kenara attı.
“Chuuya-sama…”
“Çoktan yakalandı mı? Yoksa onu kurtardığın sırada mı geldim?” Dazai-san hareketsiz askerin üzerinden atlayıp bana doğru yürüdü. “Öyle eğlenceli olmaz ki. O zaman Chuuya’nın işkence görmesini ve iki gözü iki çeşme ağlamasını kaçırırdım.”
“İşkence mi? Chuuya-sama’ya mı?”
Yakalanan Chuuya-sama işkence mi görüyordu? İhtimal vardı. Ama bu çocuk bunu nereden biliyordu? Neden buraya gelmişti?
Dazai-san’ın etkisizleştirme yeteneği Verlaine’e karşı yapacağımız savaşta kesinlikle koz sağlardı. Verlaine bu yüzden Dazai-san ile iletişime geçse bile belli ki çocuk yakalanmamıştı. O zaman neden buraya gelmişti?
“Neden buraya geldim mi diye soruyorsun? Anlatayım. Planın parçası olduğu için geldim. Ne planı diye soracaksın. Anlatayım. Her şey. Baştan sona her şey, Verlaine olayı başından beri avucumun içindeydi. Ne demek istiyorsun diye soracaksın.”
Dazai-san'ın sözlerini daha iyi anlamak için işlemcim bu bilgiyi analiz etmeyi birinci öncelik haline getirdi. Ancak Dazai-san'ın düşünme hızı çok daha hızlıydı. Ayak uydurmak için elimden gelen her şeyi yapıyordum.
“Anlatayım. Her şey, harfi harfine her şey, Verlaine’in hedeflerinden tut da Dedektif-san’dan Araştırmacı-san’a kadar, hepsi Verlaine’e verdiğim istihbarat sayesindeydi. Yani suikast planının protokolü ayrıca benim planımın protokolüydü. Şimdi de ‘Neden böyle bir şey yaptın?’ diye soracaksın.”
Dediği gibi, sıradaki sorum buydu. Anlattıklarına göre yüksek ihtimalle Verlaine ile iş birliği yapmıştı. Dedektif-san’ın ölümü, Chuuya-sama’nın tatsız durumu –hepsi Dazai-san’ın eli altından çıkmış olabilirdi. Yani ihanet söz konusuydu. Biraz sonra anlattıklarına bakarak bir kez daha savaşmaya devam edebilirdim.
Ama Dazai-san’ın son cevabı beklentilerimi aştı.
“En yüksek suikastçı hedefine ulaşmadan önce zaman kazanmak içindi. Son hedefi Liman Mafyası patronu, Mori Ougai. Mori-san aslında ilk öldürülen olacaktı ama istihbaratları değiştirerek onu listede sonuncu yaptım. Kazandığım zaman sayesinde ters suikastı neredeyse bitti. Ama son dokunuşları yapmamız gerek.”
Dazai gülümsedi ve ayağa kalkmama yardım etmek için elini uzattı. Her şeyi bir bilgenin gözüyle görmüş, sanki dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir yere bakıyor gibiydi.
“Bu gidişle Chuuya, N’yi öldürecek ve bunu yaparsa artık insan olmayacak. Ama Chuuya’nın insan olarak acı çektiğini görmek istiyorum. Bu yüzden onu durduralım.”
 …
 Dünyanın sonunun getiren bir felaketin geldiğini işaret eder gibi, güvenlik alarmları yankılandı.
Kırmızı acil durum ışıkları yanarak tesisin manzarasını tamamen değiştirdi. Sanki canavarın karnının içindeydik.
Genel personele yönelik telsiz alarmları, tüm hatlarda art arda çalıyordu.
İzinsiz giriş. Tüm iç istihbarat personelleri belirlenen belgeleri imha etsin ve derhal tesisi tahliye etsin. Saldırı timi, en iyi ekipmanlarınızı kuşanın. Bu bir tatbikat değildir. Bu bir tatbikat değildir.
Personelin duyması için gürültülü alarmlar vermeye devam ettim.
Bayılmış Shirase-san'ı bir malzeme deposuna kilitledim, kapıyı kapattım ve elektronik kilide bastım.
“Kilidi, sürekli değişen bir şifreleme anahtarı kullanarak değiştirdim. Bir süre Shirase-san’ı güvende tutar.”
“İyi iş çıkardın. Sırada Chuuya var.”
Dazai-san, artık Shirase-san umurunda değilmiş gibi yürümeye başladı.
“Bekleyin lütfen, Dazai-san.” Arkasından seslendim. “Az önce Chuuya-sama’dan insan olarak bahsetmiştiniz. Chuuya-sama’nın insan olup olmadığını biliyor musunuz?”
Gerçeği bildiğine dair garip bir umut besliyordum. Herhangi bir dayanağım olmasa da içime doğmuştu. İnsanların makinelerin sezgileri olmadığını ya da makinelere aniden ilham gelmediğini düşünmeleri kibirli bir davranıştı. İnsanların yapabileceği her şeyi ben de yapabilirdim.
“Bilmem.”
Dazai-san tereddüt etmeden konuştu. Ancak gözleri bir şeyi düşünür gibi hafifçe kısılmıştı. “N de Verlaine de Chuuya’nın insan olmadığını söyledi. Ben bu fikre katılmadığım için bu defteri, ‘Rimbaud’un Notları’nı okudum. Tüm olayın bu defter yüzünden başladığını da söyleyebilirsin.”
Dazai bunu söylerken cebinden eski, deri ciltli bir defter çıkardı.
Rimbaud’un notları!
Hemen tuttuğu defteri analiz ettim. Gerçek miydi? Olabilirdi.
Rimbaud’un notları, artık hayatta olmayan yetenekli casus Rimbaud’un gizlice yazdığı bir tür günlüktü. Dünya Savaşında yaptığı görevlerle ilgili istihbaratlar içerdiğinden devlet sırrıydı ama var olduğu dedikoduları dolaşsa da keşfiyle ilgili hiçbir bilgi bulunmuyordu.
“Nasıl bulabildin?”
“İstediğin gibi öğrenmeye çalışabilirsin ancak ne olursa olsun sana yalnızca yalan söyleyeceğim. Ne de olsa ben yalancının tekiyim.”
Dazai-san'ın yüzünde esrarengiz bir gülümseme vardı. Yalan algılama sensörü kullandım ama yanıt alamadım. Hayati değerleri değişmiyordu ve neredeyse uyuyan bir insanınkiyle aynıydı. Çıktı değerleri son derece normaldi ve bu, bu tür bir durumda dahi anormaldi.
Kimdi bu çocuk?
“Çay patisi yapıp konuşacak vaktimiz yok. Önce Chuuya’yı bulalım.” Dazai-san dalgın bir şekilde ensesini ovuşturarak konuştu.
“Onu nasıl yapacağız?”
“Chuuya’yı bulmak hep kolay olmuştur.” Dazai-san hiçliği ve her şeyi görebiliyormuş gibi gülümsedi. “Gürültü nereden geliyorsa Chuuya da oradadır.”
 …
 Patlama sesiyle duvar parçalarına ayrıldı.
Chuuya enkazın toz bulutunun içinden gülle gibi çıktı. Havayı kesmesinin şoku, toz bulutunun dağılmasını geciktirdi.
Önünde tesisin savunma birimi vardı. Silahlarla kuşanmışlardı ve tüm hazırlıkları düzenle tamamlıyorlardı.
“Taktik departmanı konuşuyor! Zakuro Saldırı Timi doğu geçidinde tetikte olsun! Warabi Muhabere İstihkam Müfrezesi, batı geçişini patlatarak çıkışları kapatın! İstihbarat Departmanının kaçması için zaman kazanın! Hemen-”
Devamını getiremedi.
Chuuya dizini kullanarak komutanın gövdesine vurdu ve asker, uçup giderken iki büklüm kaldı.
Yaklaşık sekiz asker aynı anda silahlarını hazırladı. Bu askerler elit sınıftandı ve gizli askeri tesislerde gardiyanlık yapıyorlardı. Seviyeleri, askerinin ekipmanına ya da yemeğine bekçilik yapan gönüllü askerlere kıyasla çok daha yüksekti. Bu tesisi korumak için silah kullanmakta ustalık sergileyen, fiziksel gücü kuvvetli, zihinsel konsantrasyonu yüksek ve savaşmaya niyetli bir avuç askere izin verilmişti.
Ama yalnızca insanlara karşı savaşmakta becerikliydiler. Rüzgâr gibi uçan ve üzerlerine bir aracın ağırlığıyla saldıran insan büyüklüğünde bir canavara karşı savaşmayı beklemiyorlardı.
“Daha fazla ilerlemesine izin vermeyin! İleride panik odası var! İstihbarat departmanının yetkili memurları kaçana kadar hayatınız pahasına savunun!”
Chuuya alçak irtifada ateş eden askerlerden birine çarptı. Asker, ağaçtaki bir yaprak gibi uçup gitti. Chuuya diğer bir askerin karnına tekmeledi, geri tepmeyi kullanarak sıçradı ve askerin diğer tarafına bir tekme daha indirdi.
Asker, sanki bir bilardo istekasıyla vurulmuş gibi odanın duvarlarından sekti. Saniyeler içinde koridor, sükunetin ve ölümün hakim olduğu sessizliğe döndü.
Chuuya, umursamaz bir tavırla yere düşen askerlerin üzerinden atladı ve elini panik odasının kapısına koydu.
Açılmıyordu. Kapı eline ağır geliyordu. Elektronik olarak kilitlenmişti.
Chuuya kırmak için kapının kilit mekanizmasına yüksek kuvvetli yerçekimi uyguladı. Ama kapı açılmadı. Zehrin etkileri yüzünden yeteneğinin gücünü de arttıramazdı.
“Odaklan.” Yok yerden ortaya çıkan Verlaine kollarını çaprazlayarak kapının yanındaki duvara yaslandı. “Zehirlenmişsen n’olmuş yani? Sen dünyanın sonunu getirecek canavarsın. Yeteneğini geri al. O kötü adamı parçalamak istiyorsan, yap şunu.”
“Bili… yorum…”
Chuuya iki elini de kapıya yerleştirdi ve dişlerini sıktı. Yeteneğinin çıkış gücünü arttırdı.
Rakibi ajanların saldırabileceğini göze alarak tasarlanmış patlamaya, kimyasallara, yeteneklere dayanıklı bir kapıydı. Kapıyı pek çok türde yetenekle parçalamak şöyle dursun, çatlak dahi bırakamıyordu.
“Odaklan. Canavara boyun eğdirtmek için iradeni kullan. Yoksa ölürsün.”
Uzay deforme oldu. Giysileri yavaşça dalgalanmaya başladı.
Yeteneğinin ışığı, Chuuya’nın yumruklarında toplandı.
 …
 Burası neresi?
Shirase gözlerini açar açmaz ilk bunu düşündü.
Silah ve ekipman deposundaydı. Uzuvlarını esnetmesine yetecek kadar geniş olmasına rağmen burnunun ucunu göremeyecek kadar karanlıktı.
“Chuuya? Adam?”
Seslense de cevap alamadı. Etrafta kimsenin olduğuna dair hiçbir işaret yoktu.
Hayır, bekle, kilidin dışında işaretler vardı.
İleri geri koşuşturan panik sesleri ve acil durum hakkında bilgilendirme yapan alarm sesi duyuluyordu. Telaşlı sesin, düşmanların içeri sızdığını ve araştırmacı olmayan personellerin tahliye edilmesi gerektiği gibi şeyler söylediğini duyabiliyordu. Tesiste sorun çıkmıştı sanırım.
Tesis… Doğru ya, şimdi hatırladım.
Shirase ayağa kalktı. Askeri araştırma tesisine davet edilmişti ve alt kata indirilmişti. Sonra aniden nefes almakta zorlanarak bayıldı.
İleriden silah sesleri duyuluyordu. Ve şimdi bu sıkışık alanda kapana kısılmıştı.
Arkada bırakılmıştı.
Terk edilmişti.
“Sikeyim böyle işi! Hey, Chuuya! Nereye gittin?! Çıkar beni buradan!”
Tüm gücüyle kapıyı tekmeledi ve kolayca açıldı. Kapının açılacağını düşünmeyen Shirase o kadar şaşırdı ki hemen kapıyı kapattı.
Kapıyı bir kez daha sinsice açtı ve çevresini kontrol etti.
Birbirlerine benzeyen karanlık saklama dolapları sıralanmıştı ve şu ana kadar kimseyi görmemişti.
Dolaptan çıktı ve ayağa kalktı. Ayağa kalkar kalkmaz baş dönmesiyle dizleri üstüne çöktü.
Düşmeden önce nefes alıp vermenin ne kadar zor olduğunu ve göğsünün nasıl ağrımaya başladığını anımsadı. Muhtemelen zehir yüzündendi. O piç adamlar muhtemelen beni kendilerine yük gördükleri için zehirlediler, sonra beni arkalarında bırakarak kaçtılar.
Ellerini kapayıp açtı. Bilinci netti ve hareketinde sıkıntı yoktu. Öyleyse böyle bir yerde sabırla beklemesi için bir neden de yoktu.
Neyse ki araştırmacıların kullandığı birkaç laboratuvar önlüğü duvarda asılıydı. Kalkıp bir tanesini üzerine geçirdi, alarm sesinin saldırıda görevli olmayan tüm personelin kaçması gerektiği sözlerini hatırladı. Kaçan bir araştırmacı gibi davranırsa kolayca çıkabilirdi.
Ama Chuuya hayatta böyle bir şey yapmazdı. Güvenlik söz konusu olduğunda en uyanığı oydu, bu yüzden kalabalıkta sıvışmak gibi bir şeyi asla yapmazdı. Tehlikede olabilirdi.
Ben kimim ki onun için endişeleniyorum? Chuuya’yı kurtarmak için bir nedenim var sanki. Hayır, hiçbir sebebim yok.
 …
 “Belgeleri yok edin! Bize biraz zaman kazandırmak için 8. tahliye yolu dışındaki tüm gücü kapatın!”
N bağırıyordu.
Araştırma tesisinde bulunan pek çok panik odasından birinin içindeydi. Trene benzeyen uzun, dar bir odaydı ve acil durumda ihtiyaç olunabilecek iletişim araçları, besin, elektrik jeneratörü ve kurşungeçirmez yelekler gibi her şeye sahipti. Odanın arkasında tek seferde tek kişiyi taşıyabilen bir asansör bulunuyordu.
N, iletişim cihazıyla tüm birimlere emirler veriyordu. Aynı zamanda diğer elinde tuttuğu zincir demetini güç kaynağına bağlayarak girişe taşıdı.
“Taktik departmanı kontrol odası bize olabildiğince zaman kazandırmak için çatışmaya girmelerini bildiriyorum! Merkez üstteki Amiralle iletişime-”
Giriş patladı.
Kapı N’nin burnunun ucundan geçip duvarı parçaladı.
“Oğlundan kaçan fantastik baba değil mi bu?”
Girişte Chuuya duruyordu. N'ye dik dik bakarken tüm vücudu öfkeyle kabarıyordu.
“Eeh!”
N tuttuğu zincirleri düşürdü. Sırtını duvara dayadı ve birkaç adım geri çekildi.
“Neye hazırlanıyordun? Ölümüne mi?”
“B-bekle! Başka seçeneğim yoktu! İş için yaptım! Bir kez olsun seni incitmeyi aklımın ucundan dahi geçirmedim!”
“Öyle mi? Yazık olmuş.”
Chuuya tehditkar adımlarıyla N’ye doğru yürüdü. Chuuya’nın ileriye attığı her adımla N titreyen bacaklarıyla geriye gidiyordu.
Verlaine kollarını birbirine geçirmiş girişte duruyor, odadaki manzaradan yüzünde bir gülümsemeyle keyif alıyordu.
Chuuya’nın ayakları altına bir zincir düştü. N’nin az önce bir şey hazırlarken kullandığı zincirdi. Chuuya zinciri eline alarak inceledi.
Zincirin sivri bir ucu vardı ve içi kalın tellerle örgülüydü. Chuuya’ya işkence ederken kullandığı elektrikli kazıktı.
“Az önce karnıma sapladığın şey bu muydu? Anladım… beni pusuya düşürmek ve yine bu şeyleri saplamak için tuzak kuruyordun.”
“Ş…şey…”
Chuuya zinciri çekti. Odanın köşesindeki güç kaynağına bağlı iki zincir daha vardı.
“Açık açık söyleyeyim, deli gibi acıttı. Hiçbir şeyin acısı bununla kıyaslanamaz. Umarım hissettiğim ıstırabın yüz kat beterini çekersin.” dedi Chuuya zincirlere bakarken.
Chuuya gözlerini N’den ayırdığı sırada adam, odanın arkasındaki asansöre doğru ilerlemeye başlamıştı.
Zincirin ucu kıyafetlerini parçaladı.
“Kaçma.” dedi Chuuya. Sesi nefret doluydu. N’nin kıyafetlerine doğru atılan zincir, giysilerini arkasındaki duvara sabitlemişti. Chuuya zincirin ucunu yavaşça N’nin yanındaki zemine çevirdi.
N’in kıyafetleri duvara saplı olduğundan bir sonraki zincirden paçayı sıyıramazdı.
“Bekle… yaptığın şey yanlış!”
“Onu dinleme Chuuya.” Kapının yanındaki Verlaine sıkılmış bir tavırla parmaklarına bakıyordu. “Bu tip insanlar hayatta kalmak için birden yüze kadar yalanlar sıralar. “
Chuuya gözlerini kıstı. Gözlerindeki kana susamışlık yakut kırmızısı güzel bir renkle parıldadı.
“B-bekle! Yemin ederim yalnızca iş için yaptım, başka hiçbir sebebim yoktu!”
“Ah, yalnızca işti demek.” Chuuya N’ye daha da yaklaşırken konuştu. “İş için isteğim dışında ruhumla oynadın. İş için diğer beni kilitleyip öldürdün. İş için varını yoğunu ortaya koydun. Senin gibi pislikler midemi bulandırıyor. Madem iş için her şeyi yaparsın, o zaman işin için öl.”
Chuuya, tuttuğu zincire yerçekimi gücünü uyguladı. Kazığın ucu yükseldi.
 …
 Dazai-san ile birlikte koridorda ilerledik.
“Chuuya’nın insan olduğunu gösteren bir kanıt yoktu ama olmadığını gösteren bir kanıt da yoktu.” dedi Dazai yürürken. “Verlaine bir yabancı, tabiri caizse Chuuya’yı çalmak isteyen bir yabancı. Chuuya’nın insan yapımı bir yetenek olduğunu direkt onaylamış değil ya. N ise, yalan söylüyor olabilir.”
N-shi yalan mı söylüyordu?
“Neden yalan söylesin ki?”
“Kim bilir? Ama usta bir yalancı, yalan söyleme nedenini dahi saklar ve o adamda iyi bir yalancı tipi var. Haksız mıyım?”
Dazai-san gülümsedi. Gülüşünde donuk bir haz saklıydı.
Ama doğruluk payı da vardı. Labarotuvara girdiğimden beri denk geldiğim her insanın hayati değerlerini tarıyordum. Kızıl ötesi görüşleri, kalp atışları, karbondioksit salım hacimleri, göz bebekleri ve terleme hacimleri… buna elbette N-shi de dahildi ancak bize ihanet etmeyi planladığına dair hiçbir işaret bulamamıştım.
Chuuya sama yapay bir insan olabilir de olmayabilir de.
İhtimal yarı yarıyaydı.
Önüme dönerek hızımı %40 arttırdım.
Olasılık 50/50 ise, Chuuya-sama N-shi’yi öldürmemeli.
Yoksa bir daha toparlanamayabilirdi.
 …
 Havada uçuşan zincirler it dalaşına katılan bir köpeğin kaçmak üzereyken çıkardığı sese benzer bir sesle çınladı.
“Hemen bitecek.”
Chuuya zinciri kavramak için çekti. Zinciri sanki halat çekme oyunuymuş gibi yan pozisyonda tuttu. Tutuşunu biraz bile gevşetse zincir roket gibi uçacaktı.
Kazığın keskin ucu N’ye doğrultulmuştu ve kıyafetlerine saplı zincirler yüzünden kaçacak yeri kalmamıştı.
“Yap, Chuuya.” Verlaine kollarını çaprazlamıştı ve ıslık öttürür gibi neşeli bir tonda konuştu. “O yerçekimi gücünün birazını bile kullanırsan onu bıçaklar bıçaklamaz bedeni anında patlar. Hemen biter. Değil mi Araştırmacı-san?”
“Bekle Chuuya-kun! Yarın yine gel, bunu yaptığına pişman olacaksın!”
“Yarın ne olacağı belli değil.” Chuuya’nın gözleri kana susamışlıkla kısıldı. “Hep istediğini yaptın. Korumak istediğin insanları korudun ve sevmediklerini yıktın. Bugün de farklı olmadı.”
“Bekle! Uzak dur!”
 …
 “Geldik, panik odası!”
Koridordan döner dönmez Dazai-san bağırdı. Bakışlarını takip edip koridorun sonundaki kapıyı fark ettim. Kapının etrafında yenilmiş onlarca gardiyan vardı.
“Ben önden gidiyorum!”
Dazai-san'ı geride bırakarak güvenlik görevlilerinin oluşturduğu yığının üzerinden tek sıçrayışta atladım. Kapının önüne indim. Vakit kaybetmeden kapının girişine dokundum ve kilit açma kodunu aradım. Doğru kodu bir, iki, iki saniye içinde girdim.
Kapı açıldı.
“Chuuya-sama! N’i öldürmemelisiniz!”
Otomatik kapının açılma hızına sabrım yetmeyince panik odasına koştum. Gözlerimi açtım.
Oda boştu.
Ne kimse ne de birisinin olduğuna dair bir işaret yoktu.
Zemini tarayıp ince bir toz tabakası buldum. Oda sanki yıllardır kullanılmamıştı.
Burada değildi.
Çok geç kalmıştık.
 …
 “Yarın ne olacağı belli değil.” Chuuya’nın gözleri kana susamışlıkla kısıldı. “Hep istediğini yaptın. Korumak istediğin insanları korudun ve sevmediklerini yıktın. Bugün de farklı olmadı.”
Zincirde, çekilmiş bir oka benzer muazzam bir güç depolanmıştı.
Ve o ok, her an fırlayabilirdi.
“Bekle! Uzak dur!” N ellerini kaldırıp haykırdı. Yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Chuuya’nın zinciri kavrayışı gevşedi.
Koca bir evi yıkabilecek gerginliği taşıyan zincir serbest bırakıldı.
Ses hızından daha hızlı bir şok dalgası yaratılırken gök gürültüsüne benzer kükreyiş odayı sarstı. Zincir inanılmaz bir hızla uçarak hedefini en ufak sapma olmadan deldi.
Direkt-
Verlaine’in göğsüne isabet etti.
“Ugh… Ne…”
Zincirin deriye temas noktasından kan sıçradı. Verlaine yalpalamıştı. Yerçekimi kontrolüyle zincirin hızını yavaşlatsa da ucu hala göğsünün derinliklerine saplanmıştı.
Chuuya, üst bedenini Verlaine’e çevirdi. Zinciri bıraktığı anda uçuş yönünü değiştirmek için vücudunu çevirmişti.
“Sütten çıkmış ak kaşık gibi konuşma, Verlaine. Doğru, bu araştırmacı iğrenç şeyler yaptı ama sen de Pianoman ve diğerlerini öldürdün.” Chuuya göğsünü yumrukladı. “Tam burada canları yanıyor. Ve ateşleri sönene kadar istediğimi yapmam imkânsız. Yapılması gerekeni yapıyorum. Ben de böyle birisiyim işte.”
Tumblr media
“Chuuya… Piç herif…!”
Verlaine kazığı tutup çıkarmaya çalıştı. Ama Chuuya odanın arkasına Verlaine’den daha hızlı koşup kazığın kaldıracını indirdi.
Maksimum çıkışa ayarlanan elektrik akımı parlayan bir ejderhaya dönüşerek zincirlerden geçti, Verlaine’e çarptı.
“Aaaaghh!”
Elektrik, Verlaine’in vücudunda yayıldı. Verlaine fiziksel saldırılara ve silahlara karşı dayanıklıydı ama Chuuya gibi, düşmanı elektrik olunca çaresizdi.
“Yapılması gerekeni… mi yapıyorsun?” Elektrik bedenini yakarken kazıkları kavradı. “Neden anlamıyorsun? Yapman gereken hiçbir şey yok! Yaşamak istediğin hayatı yaşa ve kırmak istediğin şeyleri kır! Yapmamız gereken tek şey vardı, o da asla doğmamaktı!”
Verlaine titreyen parmaklarında güç topladı ve kazığı yavaşça çıkardı.
“Kapa çeneni.” Gözleri kararlılıkla parlıyordu. “Belki bu söylediklerin senin için geçerlidir ama fikirlerini bana dayatmaya çalışma. Ben öyle düşünmüyorum.”
Gözlerinin diplerinde gölgeler parıldadı.
Koyundaki arkadaşları…
Liman Mafyasındaki arkadaşları…
Azmi gözlerinde ışıldıyordu. Ancak çeşitli savaşları görüp geçirdikten ve vedalar ettikten sonra elde edilebilen güçlü ve insancıl bir kararlılıktı.
“Ayrıca bir şey hakkında tamamen yanılıyorsun.” dedi Chuuya. “Doğmam mı hataymış? Hayatta o boktan Dazai’nin düşündüğü gibi düşünmem!”
Verlaine kazığı çıkarıp bir kenara fırlattı.
O sırada Chuuya ileri atıldı.
“Chuuyaaaa!”
“Verlaaaaine!”
Verlaine yumruk attı. Chuuya aynı hızla yumruğa karşılık verdi.
Yumrukları çarpıştı, siyah bir patlamayla oda aydınlandı.
 …
 “Tesisin kendini imha etme sistemi çalışıyor. Tesisin %68’inde elektrik kesintisi var. Kalan sistemler kapanmadan önce Chuuya-sama’yı bulmalıyız.
İletişim cihazlarının birisine bağlanarak tüm tesisin sistemini hacklemeye çalışıyordum.
Chuuya-sama’nın izini kaybettiğimiz için elimden bir tek bu geliyordu. Tek çaremiz panik odasının terminalini kullanarak güvenlik sistemini hacklemek ve savaşın nerede gerçekleştiğini belirlemekti.
Tahliye odasının doğası gereği güvenlik sistemine bir hat çekilmiştir böylece tahliye edilen VIP kişi, komutayı devralabilir. Fakat gizli bir askeri hatta olduğumuzdan güvenlik sıkıydı ve tesiste elektrik kesintisi olduğundan bağlantı merkezi görevi görmesi gereken terminallerin hatları kesilip duruyordu. Asma köprüyü geçmek istiyorduk ama tahtalar birbiri ardına kırılıp düşüyordu.
“Önce yakıt dağıtım sisteminin kontrolünü al.” dedi Dazai-san. Döner sandalyeye otururken ellerini başının arkasına dolamıştı. “Personeller tesisi boşalttıktan sonra kanıtları yok etmek için araştırma materyalleri eninde sonunda burada yakılacak. Bu yüzden yakıt destek sistemi sonuna kadar açık kalacaktır. Yakıt sistemini dayanak noktası olarak kullanarak tüm tesisin kontrolünü ele geçir.”
“Anlaşıldı.”
Yaşam destek, güvenlik ve hafıza depolama sistemi gibi diğer ana sistemlere kıyasla yakıt destek sisteminin kontrolünü ele geçirmek daha kolaydı. Oradan, güvenliği ihlal edilen işlemciyi kullanan sistemlerin geri kalanına durdurma komutu verir ve menzilimizi daha da genişletirdik.
“Acaba her şey yoluna girecek mi?” Sisteme karşı savaşırken yüksek sesle konuştum.
“Ne yoluna girecek?”
Dazai-san bana baktı.
“Verlaine. Chuuya-sama’yı bulduğumuzda Verlaine’in bizle savaşmak için beklediğinden eminim. Acaba ona karşı kazanabilecek miyiz?”
“Kim bilir?” Dazai bariz bir ilgiyle cevap verdi. “Tabii ki kazanmanın bir yolunu bulabilirim ama öylece ölürsek Verlaine bunu zafer saymaz. Verlaine hakkında söyleyebileceğim tek bir şey var.”
Daza-san ellerini indirdi ve bir makineden daha mekanik gözleriyle bana baktı.
“Bu dünyada birebir savaşta Verlaine’i yenebilecek kimse yok.”
 …
 Küçük odada fırtınalar kopuyordu.
Yumruklar patlayıcı güçle çarpışıyor, minyatür güneşler birbiri ardına oluşup kayboluyordu. Yerçekimi yerçekimiyle çarpıştı, normale dönmeden önce uzayı deforme etti. Şok dalgaları odada kol geziyor, masaların düşmesine ve elektronik cihazların duvarı yıkmasına sebep oluyordu.
“Elinden gelen bu mu, Chuuya?”
Verlaine bağırdı. Yumruğu duvarı sıyırdı, kırdı ve portakal soyar gibi soydu.
Chuuya, ölümcül göktaşları sürüsünün yanından sıyrıldı ve alçaktan bir tekme attı. Verlaine savunmak için yerçekimini toplasa da yarı yolda Chuuya yönünü değiştirdi ve gövdesine delici bir tekme attı.
Verlaine acıdan inledi fakat solgun Chuuya'ya bir darbe indirmeyi başardı.
Verlaine beş parmağını da Chuuya’nın yüzünü kavramak için kullandı.  Tekmeden gelen momentumdan dolayı hasardan kaçamadı. Verlaine Chuuuya’yı kaldırdı ve karşı saldırıya geçemeden duvara fırlattı.
Duvarda dairesel çatlaklar açıldı.
Chuuya acı içinde haykırırken Verlaine’in elini yüzünden çekmek için uzandı ama ellerinde yalnızca boş havayı hissedebildi. Yüzünü tutan el artık yoktu.
Sonra Verlaine Chuuya’yı tekmeledi.
Arkasındaki duvar yıkılmıştı. Duvar ile tekme arasında sıkışan Chuuya, kendisine büyük bir araç çarpmış gibi hissetti ve kan kustu. Etkiyi azaltmak için Verlaine’in arkasına atlayamadı bu yüzden darbenin etkisi şimdiye kadar aldıklarının en kötüsüydü.
Duvar yıkıldıktan sonra Chuuya karşı odaya uçtu ve o odanın sonra bir diğer odanın duvarına çarptı. Verlaine'in gözünden kaybolan Chuuya, tek bir tekmeyle iki oda ileriye taşındıktan sonra toz duman ve molozlarla kaplanmıştı.
Verlaine bacağını indirdi ve yaralarını kontrol etti. Kazığın girdiği yerden kan akıyor, kıyafetlerini lekeliyordu. Yarası derindi.
“Anlamıyorum, Chuuya.” Verlaine ellerindeki kana bakıp kaşlarını çattı. “Tartışmamızın bir manası olmamalı.”
Gözleri, yere düşen metal bir levhaya ilişti. Devrilen masalardan birisinin üstündeki koyu gri tepsiydi. Levhayı ayağıyla itti, havada asılı tuttu ve sonra tekmeledi.
Metal levha duvardan kaçmaya çalışan N’nin gözleri önünde havayı kesti.
“Aah!”
“Kaçabileceğini mi sandın?”
Verlaine N’yi boynundan tutup kaldırdı. Hafifçe duvara dayadı.
“Ne olursa olsun bugün hayatta kalamayacaksın.” Verlaine’in gözlerinde bugüne kadar görülmemiş bir ışık yandı. Öfkeliydi. “İçinde herhangi bir karanlıktan daha kötü bir kötülük olduğunu görüyorum.”
N'nin yüzü bir gülümsemeyle seğirdi ve boğuk bir sesle, "Senin gibi bir kiralık katil mi... bunu bana söylüyor?"
“Bazen yaratmak öldürmekten daha beter olabilir.”
Verlaine parmaklarını sıkıştırdı ve yerçekimi etrafı sarmaya başladı.
“B-bekle! Beni dinle!”
“Yok, kalsın.”
Verlaine boğazını sıktı. Her türlü kütleyi ezebilecek bir süper yerçekimi, N'nin boynunu paramparça edecekti ki-
N haykırdı.
“Ölürsem kendin hakkındaki sırları da kaybedersin!”
Verlaine’in parmakları durdu.
Zaman geçti. Bir saniye, iki saniye… ikisi de tek kelime etmedi. Verlaine hareketsiz kaldı, gözünü dahi kırpmadı.
“Ne dedin?” Sessizlik en az 5 saniye hüküm sürdükten sonra Verlaine kısık, titrek bir sesle konuştu.
“Yalan söylemiyorum. Her şeyi kaybedersin. Hem de her şeyi. Öğrenmeyi en çok arzuladığın ‘Asil Ormanın Sırları’nı bile”
Verlaine keskin bir nefes aldı.
“Piç herif…!”
Verliane’in boştaki yumruğu gürüldedi.
Yumruğunu duvara vurdu. Ani çarpışmayla oda sarsıldı.
N’nin yüzünün yanındaki duvar parçalanmıştı. Duvar örümcek ağına benziyor, ve kırılan parçalar dökülüyordu.
"Beni alt etmeye çalışıyorsan dikkatli ol derim." Verlaine cehennemden çıkıyormuş gibi alçak bir sesle konuştu. "Ağzından çıkan tek bir kelimenin bile yalan olduğunu hissedersem, yemin ederim ki vücudundaki 206 kemiğin hepsini sen hala hayattayken söküp atarım."
 …
 On sekiz bağlantı noktasının on ikisini hackledim. İkinci ve üçüncü ana faaliyetlerin kontrolünü ele geçireceğim ve oradan etkin güçlerini kullanarak dördüncü ve beşinci sisteme saldıracağım. Her şey yolunda gidiyor. Birkaç dakika içinde Chuuya-sama’yı aramamız için gereken güvenlik sistemi kontrolümüz altında olacak.
Ama sonrasında bir sorun vardı.
“Birebir savaşta Verlaine’i yenebilecek kimse yok…” Dazai-san’ın dediklerini düşündüm. “Yani Verlaine’i yenmenin hiç yolu yok mu?”
Dazai-san’a baktığımda her şeyi anlayan gözleriyle “Burada.” dedi.
“Biraz araştırmamız için zaman kazandım.” Bunları söyledikten sonra Dazai-san az önce gördüğüm deri ciltli defteri, ‘Rimbaud’un Notlarını’ çıkardı.
“Casusluk becerilerinin yanı sıra yerçekimi kontrolü yeteneğine de sahip. Rahatsız edici derecede güçlü ve herhangi bir zayıflığı yok. Ama... korktuğu bir şey var.”
“Korktuğu bir şey mi var?”
“Kendisi.” Dazai-san gizemli bir gülümseme takındı. “Chuuya’nın Arahabaki’si gibi Verlaine’in içinde de kontrol edemediği bir tekillik mevcut. Eğer kontrolden çıkarsa kendisiyle beraber etrafındaki her şeyi yakıp yıkar. Suribachi Şehrindeki kabus gibi bir şey yeniden yaşanır.”
Suribachi Şehrinin kabusu…
Bilgi depomu kontrol ettim. Dazai-san muhtemelen dokuz yıl önce gerçekleşen patlamadan bahsediyordu. Chuuya-sama’nın içindeki Arahabaki’nin kontrolden çıktığı, çevresini yıktığı ve iki kilometre çapında bir çukur kalana dek her şeyi yok ettiği olay.
Verlaine’in içinde uyuyan canavar bütün bunları yapabilirdi-
 …
 “Asil Ormanın Sırlarını...” dedi Verlaine bariz kuru bir öfkeyle. “…nereden biliyorsun?
“Yapay yetenek kullanıcısı Paul Verlaine-kun…” Sorudan kaçıyormuş gibi konuştu N. “İçinde yatan bir şeytan kral var. Başka bir Arahabaki. Araştırma için tesiste doğan Arahabaki’nin aksine içindeki şeytanı tek bir yetenekli yarattı. Ve sen o yaratıcıyı kendi ellerinle öldürdün. Bu yüzden içinde uyuyan o canavarı asla tanıyamayacaksın. Canavarın kendisini göstermesinden korkuyorsun.”
“İçimdeki şey ne?” Verlaine sinirli bir şekilde sordu. “İçimdeki şeyin ne olduğunu bildiğini mi söylüyorsun?”
“Kim bilir? Ama biliyorsam da bilen tek kişi benim demektir.”
Konuşurken N’nin sağ eli yavaşça hareket etti. Verlaine’in kolu kendi kolunu gizliyordu yani kör noktadaydı. Salyangoz yavaşlığında hareket ederek parmaklarını cebine yaklaştırdı.
“İstihbarat birimi Alman bir casus aracılığıyla hakkındaki belgeleri ele geçirebildiği için Arahabaki’yi yaratabildik. O belgeleri okuduğumda tüylerim diken diken oldu. Seni yaratan kişi şeytanın ta kendisiydi. O fikirler aklı başında birisinden çıkamaz.”
N’nin parmakları cebindeki kontrol panelini sıkıca kavradı. Siyah, silindir su tankının önünde Chuuya’ya verdiği kontrol panelinin aynısıydı.
“Benim yapabileceğim en kötü şey bu.”
Düğmeye bastı.
Tavan çöktü.
Verlaine’in tepesindeki tavan gürültüyle çöktü, yıkılan parçalar yere yağmur gibi yağdı. Ancak inen tek şey moloz parçaları değildi.
Mavimsi siyah bir sıvı daha vardı. Verlaine kendini yıkıntılardan korumak için anında yerçekimini aktifleştirerek kollarını kaldırdı. Ancak moloz yığınları ve sıvının arasından bir şey düştü.
Verlaine tekmelendi.
Birisi kendisine vurdu ve arka duvara çarptı. Yüzünde hem şaşkınlık hem de acı belirdi. Yerçekimi kalkanını kırabilecek hiçbir şeyin olmaması lazımdı.
“Kozumun o sıkıcı elektrik kazıklarının olduğunu mu düşündün cidden?”
N kahkaha attı. Hemen yanında, tekmenin sahibi, bir iskelet duruyordu.
İskeletin üzerinde tıbbi tüpler ve çeşitli yaşamsal ölçüm kabloları asılıydı. Sadece deneylerde kullanılan plastik giysiler giymişti. Daha önce Chuuya’nın kollarında ölen, yalnızca kemikleri kalana kadar derisi eriyen kişi; Chuuya’nın orijinaliydi.
İskeletin gerçek kimliğini anlar anlamaz Verlaine’in yüzü öfkeyle morardı.
“Orospu çocuğu!”
“Bu iskelet Avrupa teknolojisinin taklidi değil, kendi eşsiz mühendisliğimiz. Yıkıma olan açlığının formülünü bizzat göreceksin.”
İskelet zıpladı.
Rüzgarı kesen bir sesle ileri atıldı. İskelet kastan ziyade yerçekimi ile hızlandı ve Verlaine'e çarptı.
Verlaine iskeleti durdurmak için iki omzundan tuttu. İskeletin momentumunu durduramayan ayakları yere battı.
Birbiriyle yarışan iki yerçekimi kuvveti odanın ortasında ufak bir girdap oluşturdu. Verlaine iskeleti durdurmayı başarsa da ağız boşluğu ardına kadar açıldı ve Verlaine’e atıldı. Çenesinde kas olmadığı için tıkırtı sesleri geliyordu.
“Acı çekiyor musun?”
Verlaine gözlerini kıstı. Sesi duygusallığından dolayı hafif titriyordu.
“Özür dilerim… ama artık bu dünyada yaşayabileceğin bir yer kalmadı.”
Verlaine yeteneğinin gücünü arttırdı. İskelet zemine doğru itilirken dizleri çatırdadı.
"Seni yeryüzüne çıkaracağım ve yıldızları görebileceğin güzel bir yerde dinlenmen için yatıracağım. Ama şimdilik, sessizce beklemene ihtiyacım var."
Verlaine yerçekimini tersine çevirerek iskeletin havada süzülmesine neden oldu. Etraftaki enkaz da yerçekimi alanının etkisiyle havalanmaya başladı.
Verlaine elini bıraktı.
Sıkıştırılmış yerçekimi çıkış noktası aradı. Verlaine, çıkışı kasten bir yöne sınırlamıştı böylece iskelet o yönde hızlandı. Bir gülle gibi uçtu.
Duvara çarpsa da durmadı. Çelik kolonlara ve molozlara sarılı bir halde duvara, tavana ve daha fazla duvara çarptıktan sonra odanın en arkasındaki duvarı kırdığında durdu.
Verlaine iskeletin fırladığı yöne bakarak hareketsiz kaldı. Gözleri çeşitli duygularla puslanmıştı.
Dişlerini kenetleyerek yumruğunu olabildiğince sert bir şekilde yakındaki bir masanın üstüne vurdu. Başlangıçta yıkımın ardından eğri büğrü olan masa şimdi ikiye bükülmüştü.
Odaya göz gezdirdi. N ortada yoktu.
Acil durum tahliyesi için kullanılan asansörle kaçmıştı.
Verlaine odanın arkasına yürüdü ve asansörün kapısını zor kullanarak açtı. N zaten platformdaydı, yukarı doğru ilerliyordu.
Verlaine, ifadesini değiştirmeden asansörün halatını aşağı çekti. Anında, kırılan demir malzemelerin ve hasar gören güvenlik cihazlarının sesleri yankılanırken, başın üzerinde tiz bir ses duyuldu.
Verlaine düşen platformu tek eliyle yakaladı.
Kapıyı açtıktan sonra N’yi dışarı sürükledi.
“Seni geberteceğim.” Verlaine’in gözleri öfkeyle yanmıyordu, yalnızca bataklık gibi fokurdayan karanlık bir nefret gözlerini boyuyordu. “Ama seni suikastçı gibi öldürmeyeceğim. Daha önce hiç kullanmadığım bir yöntemle öldüreceğim –ölümün için yalvarana kadar acı ve çaresizlikle dolu olacak. Yaptıklarından pişman olman için yeteri kadar vaktin olacak.”
 …
 Yan tarafım acıyor.
Sinirleri acıyla sızlıyordu. Ayağa kalkmaya çalıştığında gövdesinde iğrenç, sümüksü bir şey hissetti.
Chuuya parmak uçlarıyla acının kaynağını yokladı. Böğrüne demir bir çubuk saplanmıştı.
Yıkılan duvarla fırlatılırken binanın iskele demirlerinden birisi saplanmış olmalıydı. Çubuğun ucu bedeninden dışarı çıkıyordu. Enkazların altında gömülü olduğu için sırtında ne kadar ileri gittiğini bilmiyordu.
Verlaine tarafından vurulduktan sonra Chuuya kendisini enkaza gömen bir duvara çarpana kadar birkaç odadan geçmişti. Kendisini tüm darbelere karşı koruması imkânsızdı. Vücudunun her yerinden kanlar akıyordu. Bedeninin yan tarafındaki yaralar özellikle derindi.
Chuuya nadiren incinirdi bu yüzden acısına dayanarak yaranın ne kadar derin olduğunu ya da ne kadar tehlikeli olduğunu tahmin etmesi zordu. Ara sıra görevlerinden aldığı yaraları Liman Mafyasının en iyi doktorları tedavi ederdi.
Mükemmel doktorlar… Mesela Doc…
Arkadaşının ismini düşünürken yüreğine ateş düştü. Doc artık yaşamıyordu. Sadece o da değil. Arkadaşlarımın hiçbiri…
Chuuya yarasını görmezden gelip ayağa kalkmaya çalıştı. Acıya göz yumdu. Bedeninden taze kanlar aktı.
“Duramam…”
Her iki ayağını da yere basarak kalkışının momentumunu kullanarak demir çubuğu böğründen çıkarmaya çalıştı.
Hemen ardından beklemediği ani bir darbe çarptı, tökezledi. Chuuya’yı hazırlıksız yakalamıştı.
Demir sırık bir kez daha derine saplandı.
“Ugh…”
Chuuya karşısında iskeleti gördü. Üzerinde tıbbi tüpler ve kablolar vardı, deneylerde kullanılan plastik giysilerden giyiyordu. Yerçekimiyle bir şekilde tutturulan saf kemiklerden oluşmuştu. Vücudunu ezmeye çalışarak Chuuya’ya atladı.
“Sen…!”
Chuuya acıyla inledi, karşı koymak için kendi yerçekimini kullandı. Aşırı yerçekimi, birbirlerinin vücuduna etki ederken çığlık atıyor gibiydi.
“Kes şunu!” Chuuya bağırdı. “Bunu yapmanın bir mantığı yok! Sen bensin!”
Ama iskelet dediklerini anlıyor gibi gözükmüyordu. Sadece yıkım için kodlanan denklemine itaat ediyor, çevresinde hangi yetenekli varsa onu yenmeye can atıyordu. Net, biçimsiz ve mantıksız bir şekilde kana susamıştı.
Kırılan kemiklerin sesi duyuldu. Kimin kemikleri olduğunu bilmiyordu. İskeletin yaydığı yerçekimi miktarı, insan vücudunun kaldırabileceğinden çok daha fazlaydı.
Chuuya’nın alnından soğuk terler aktı. İskelet kendisi kırılsa da umurunda olmazdı ama Chuuya umursuyordu. Böyle sumo güreşçisi gücüyle birbirlerini iteklemeye devam ederlerse aynı bedene ve her şeyden önemlisi aynı dayanıklılığa sahip oldukları için aynı anda yere yığılırlardı.
Bir şey yapmam lazım. Ama o, benim.
Canım acıyor. Canım çok acıyor…
 …
 Çüş.
Oha, oha, oha bi’dakika. O neydi be? İskelet mi? Yok daha neler.
Shirase gözlerini ovuşturdu. Hayal görmüyordu. Etrafındaki alan deforme olmuştu. Çevresindeki moloz parçaları anormal yerçekimi alanı yüzünden havada uçuyordu.
Yani yerçekimi kontrol yeteneği kullanılıyordu. Demek ki Chuuya oradaydı.
Shirase o kadar şaşırmıştı ki neredeyse taşıdığı elbise çantasını düşürüyordu. Aceleyle tutuşunu düzeltti.
Elbise çantası olsa da içinde hiç kıyafet yoktu. Çantanın içerisinde tefeciye satabileceği çalıntı mallar vardı. Bir kaçış yolu ararken para edebilecek her şeyi toplamıştı. Araştırmacılar ve güvenlik görevlileri ortada yoktu zaten. Ayrıca lazer aktarıcılarda ve yüksek hızlı bilgisayarlarda kullanılan mücevherler gibi, araştırma tesisinde para edebilecek onlarca şey vardı.
Shirase şöyle düşündü: zaten tüm kanıtlar öyle ya da böyle yok edilecek. O halde Koyunu yeniden kurmak da vakıf açmak sayılır, insanları kurtarmak için ordunun topladığı fonlarla yeniden doğmamız daha iyi olmaz mı? Dahiyim ben.
Ancak çalarken kaybolmuştu.
Sonra bu odaya adım attı.
Shirase panikle odaya bakındı. Chuuya ve iskelet dışında etrafta kimse yoktu. Savaşıyorlardı. Chuuya’nın acı çekerkenki ifadesini yakalayabildi.
“Chuuya!”
Durduğunda otomatik olarak yeniden kaçmaya başladı.
Ne yapıyorsun? Oraya gidersen ölürsün! Canavarlar arasındaki savaşın ortasında kalmak kadar yapabileceğin aptalca bir şey yok. Ben o kadar aptal değilim. Yapabileceğim en akıllıca şey dönüp kaçmak. Bu zamana kadar böyle hayatta kalabildim.
Savaşmak, Chuuya’nın görevi. İncinmek Chuuya’nın görevi. Düşmanlarımıza korku salmak Chuuya’nın görevi. Geri kalanlardan biz sorumluyuz. Nedeni apaçık ortada. Çünkü Chuuya güçlü. Bu görevleri yerine getirmesi gayet normal.
Ama bugün, Chuuya nedense zayıftı.
Chuuya’nın bedeni yara berelerle kaplıydı. Onu daha önce bu halde hiç görmemiştim. Benimle aynı yaşta bir çocuğa benziyordu.
Hayır, sadece benzemekle kalmıyor. Zaten benimle aynı yaşta bir çocuktu.
Farkındalık, Shirase’ye ansızın çöktü.
“…”
Ama yine de…
Yine de, onu hiç bu şekilde düşünmüş müydüm?
“Bana ne! Topukluyorum ben! Yalnız olsam da fark etmez! Şu savaş silahlarıyla ve yeteneklerin gerçekleriyle falan siz uğraşırsınız! Ben mutlu mesut yaşamak istiyorum sadece!”
Shirase değerli çantasını tuttu ve arkasını dönerek yürüdü.
Zemini oyuyormuş gibi, uzun adımlarla ilerledi.
 …
 İskeletin ağırlığı artmıştı.
Kemiklerinin gıcırdamasının yanında muhtemelen döşemenin kırılma sesi olan daha kısık ve tok bir ses daha duyuluyordu. Karşısındaki sıradan bir insan olsaydı çoktan zeminle bütünleşirdi.
“Dur…” Ciğerleri ezilirken Chuuya’nın sesi fısıldıyormuş gibi çıkmıştı. “Sen bensin…”
Gözlerinde şaşırmış bir parıltı vardı.
İskeletin çenesi açıldı. Işıktan yoksun karanlık göz çukurları Chuuya’ya baktı. Duyguları yoktu. Tam ve kesin bir hiçlik hakimdi, hiçbir şey yoktu.
O göz çukurlarından, o boşluktan Chuuya vermek istediği mesajı anladı. Yalnızca kafasında kuruyor olabilirdi ama orada dolaşan tek bir cümleyi algılamaktan kendini tutamadı. İskelet, anlamsız bir mesaj veriyor gibiydi.
-Senin yerinde ben olmalıydım.
“Sen bensin.” Chuuya insanlıktan uzak iskelete baktı. Ne dediğinin farkında değil gibiydi. “Ama sen bensen… ben kimim?”
Yerçekimi kuvvetlendi. Ölüme benzeyen iskeletin yüzü Chuuya’ya daha da yaklaştı.
Ve o sırada, birisi haykırdı.
“Aaaaaaaaaaaah!”
Birisi iskelete çarpmıştı.
İskelet ve çarpan figür yerde beraber yuvarlandı.
Chuuya gözlerini açtı. Figürü tanıyordu.
“Shirase…?”
Yuvarlanan Shirase ayağa kalktı ve tiz bir sesle anlaşılmaz bir şeyler bağırdı.
İskelet, tüm yerçekimini önündeki Chuuya’ya uygulamaya odaklandığından yandan gelen saldırılara karşı hazırlıksızdı. Saldırı, iskeletin sağ kolundaki dirsek kemiğini yerinden çıkardı. Ancak bu hareketin pek bir etkisi olmadı. İskelet, Shirase'yi ısırarak öldürmeye çalışırken çenesini sonuna kadar açtı.
Shirase kıyafet çantasını kaldırdı. İskelet çantayı ısırdı. Çantanın içinden pahalı mücevherlerin ve elektronik aletlerin kırılma sesi duyuldu. Ancak mücevherler kemiklerden ya da demirlerden daha sertti. İskeletin alt çenesi yamularak çatırdadı.
“Shirase, amına koduğum salağı! Kaç!”
“Aaaaaaaah!”
Shirase gözlerini kapatarak ellerini bir o yana bir bu yana salladı. Elleri tesadüfen iskeletin omurgasına yapıştırılmış transfüzyon tüplerinden birine takıldı.
Tüp kırıldı ve mavimsi siyah sıvı gulb sesiyle döküldü. İskelet sarsılarak yalpaladı ve birkaç aniye hareket edemedi.
Chuuya durumu fark edip bağırdı. “Shirase, kabloları çek! Hepsini!”
Shirase hala nedensizce ellerini sallıyordu ama bir süre sonra Chuuya’nın ne demek istediğini anladı. Yerdeki sıvıyla kaplanarak iskeletin kuyruk gibi sürüklediği kabloların yanına yuvarlandı ve kabloları tuttu. Bir anda hepsini kavradı ve çekti.
Yan odaya kadar uzanan tüpler iskeletten çıktı.
İskelet çığlık attı.
Yalnızca kemikten olduğu için ses çıkarabilecek bir organı yoktu. Ses telleri çığlık atmak için titreşemedi. Kemiklerini titreten ve müzik aletiymiş gibi çınlamalarına neden olan, azalan yerçekimi kontrolü yeteneğinin kalıntılarıydı. Kaybolan bir ruhun sesi haykırıyordu.
Çığlığı, bir çocuğun acı içinde ağlamasına benziyordu.
Sonunda, iskelet enerji kaynağını ve komut sinyallerini kaybetti ve baştan aşağı dağılarak yere düştü. Kemiklerini bir arada tutan yerçekimi gücü kaybolmuştu bu yüzden iskelet parçalarına ayrılmıştı. Savaş sırasında aldığı hasarlar bedeninde dağıldı ve ufalanıp kaybolan beyaz tozlara dönüştü.
İskelet sanki daha en başında hiç var olmamış gibi solup gitti.
Chuuya, yavaşça ayağa kalkmadan önce donup kalmış bir ifadeyle olan biteni izledi.
“Shirase.”
Yan tarafına baskı uygulayarak Shirase’ye baktı.
“Ne?”
Chuuya Shirase’ye bir şey söylemek istermiş gibi baktı. Konuşmadan önce tüm vücudunu kaplayan kire, pisliğe ve mavimsi siyah sıvıya birkaç saniye baktı.
“Bok gibi gözüküyorsun.”
“Kapa çeneni!”
Chuuya elini uzattı ve Shirase uzatılan eli tutarak ayağa kalktı.
“Hemen gidip Adam’ı bulalım.”
“Aynen.”
Shirase ile Chuuya yan yana yürüdü.
Shirase, Chuuya’ya bir göz attı. Bedeni yaralarla, kanla ve enkazdan kalan tozla kaplıydı. Pek çok kesik ve morluk vücudunu süslüyor, bedeninin yan tarafı hala kanıyordu.
“Hey, Chuuya…”
Chuuya Shirase’ye döndü. Shirase tereddüt etti ve Chuuya, özür dilemek istediğini tahmin etti. Sessizce bekledi.
“Bok gibi gözüküyorsun.”
Chuuya gülerken gözlerini yere indirdi. "Kapa çeneni."
 …
 Odaya daldığımda düşündüğüm ilk şey “Buraya dinozorlar mı saldırdı?” oldu.
Oda, boydan boya tahrip edilmişti. Ne masalar ne de sandalyeler orijinal şekillerini koruyordu, zemin kırılarak tümsekleşmişti ve duvarda insan boyutunda iki delik açılmıştı. Asıl yerinde kalan tek bir mobilya parçası yoktu ve odanın aslında ne amaçla kullanıldığını başta çıkaramamıştım.
Ama dikkatim felaket manzarada değildi, diğer bir yüksek öncelikli hedefe çevrilmişti.
Suikastçılar Kralı Verlaine, odanın arkasında duruyor ve bize bakıyordu. Eli bilim insanı N’nin boynuna sarılıydı. N'yi, uyuyan bir köpeğin tasmasını tutar gibi tutmuştu.
“Ya…yardım edin…!” dedi N titreyen sesiyle.
Hemen silahımı çektim. “Onu bırakmanı rica ediyorum.”
“Kimi, bunu mu?” Verlaine sanki şaşırtıcı bir şey söylemişim gibi bana baktı. “Sen insan değilsin, mantıklı düşün. Bu pisliği korumanın ne yararı var? Onun için ölümüne savaşır mısın?”
“Varoluş nedenim insanları suçlara karşı korumak.” dedim, silahımı doğrultarak. “Koruduğum kişinin pislik olup olmamasına ya da korumak isteyip istemediğime karar verme kabiliyetim yok.”
“Kıskandım.” dedi Verlaine alay ederek, bakışlarını indirdi. “Endişelenme. Onu bu kadar kolay… öldürmeyeceğim.”
Ansızın arkamdan bir ses duydum.
“Araştırmacıyı evine götürüp işkence ederek eline bir şey geçmeyecek, Verlaine-san.”
Verlaine biraz şaşırmış bir ifadeyle sese doğru baktı.
"Dazai-kun..."
"Hey. Böyle bir yerde karşılaşmamız ne tesadüf.”
Dazai-san sanki kendi evinde yürüyormuş gibi yanıma geldi.
“Eğer buradaysan… anlıyorum. Sırtımdan bıçaklandım demek?”
“İnsanların ihanete uğradığını anlaması zordur. Ben en başından beri bu taraftaydım.”
“Bu tarafta mı? Senin gibi insanlar ‘bu’ tarafla ‘o’ tarafın farkını biliyor muydu?”
“Fufu… seninle konuşmanın eğlenceli olacağını biliyordum.” Dazai-san'ın yüzünde belirsiz ve esrarengiz bir gülümseme vardı.
Dazai-san ve Verlaine. Bu iki güçlü insan, sıradan insanların anlayamayacağı türden gülümsemeyle sessizce birbirlerine bakıyorlardı.
O ikisi konuşurken savaş değerlendirme modülümü çalıştırdım. Tabancam vardı ama neresinden hesaplarsam hesaplayım hasarsız bir savaşı kazanma ihtimalimiz en fazla %0,1’di. Silahımı ateşlemek pek iyi bir fikir değildi bu yüzden durumun değişmesini beklemem gerekiyordu.
Fakat durum, beklediğimden çok daha erken değişti.
“Ah, Verlaine-san...” Dazai-san, ani farkındalıkla iç çekti. “Senin yerinde olsam eğilirdim.”
Bunları söyler söylemez Dazai-san sıradan bir olaymış gibi kafasını göğüs yüksekliğine eğdi. Verlaine’in yüzünde şüpheli bir ifade vardı.
Sonra, bir moloz parçası gülle gibi bize doğru uçtu.
Molozun bir parçası Dazai-san’ın kafası üzerinden geçerken koptu ve diğer parça direkt Verlaine’in koluna çarptı. Verlaine, refleks olarak kolunu savunma için kaldırsa da enkaz parçası büyük bir ihtişamla dağıldı.
“Ne yaptığını sanıyorsun, Dazai?!” Sinirli bir ses bağırdı. “İznim olmadan gözüme gözükme dememiş miydim?!”
“N’aber, Chuuya? İşkence seansın nasıl geçti?” Dazai-san dudağının ucuyla güldü. “Aslında gelip seni kurtarma planlarım vardı ama sıkıcı olduğu için vazgeçtim.”
“Puşt!”
Verlaine yüzündeki boş ifadeyi bir süreliğine korudu ama sonra anlayışla başını salladı. “Anlıyorum. Demek sizdiniz.”
Chuuya-sama ve Dazai-san yan yana durdu. Şaşırtıcı bir şekilde, ikisi birlikte mükemmelliğe benziyordu.
Bambaşka kişiliklere sahip iki genç…
“İkinizin bir başınıza Rimbaud’u öldürdüğünü duydum.”
“İntikam mı istiyorsun, Verliane-san?”
“Hayır.” Verlaine başını salladı, bakışlarını uzaklara çevirmiş gibiydi. “Siz onu öldürmeden uzun zaman önce –dokuz yıl önce onu sırtından vurduğum an Rimbaud benim için zaten ölmüştü.
Dazai-san yüzündeki ifadeye baktı ve bir adım öne ilerledi. “Neden buraya geldiğimi biliyor musun, Verlaine-san?” Yüzünde hesaplamalarını ortaya koyan keskin bir ifade vardı. “Çünkü bize zaman kazandırmayı başardım. Liman Mafyasını kendine düşman etme suçundan idam edileceksin.”
Verlaine bu acımasız idam fermanı karşısında omuzlarını silkmekle yetindi. “Göreceğiz. Daha önce pek çok ölüm tehdidi aldım ama eninde sonunda hep paçayı sıyırdım.”
Verlaine korku dolu N’yi tuttu ve geri adım attı. Silahımın namlusu hareketlerini takip ediyordu. Dazai-san kısık sesle konuştu.
“Yeteneğin güçlü ama nasıl işlediğine dair genel bir anlayışa sahibim. Yapmamız gereken tek şey seni daha güçlü bir şeyle öldürmek.”
Verlaine aniden güldü, mutlu gözüküyordu.
“Yeteneğimi mi anlıyorsun?” Verlaine kollarını tavana doğru kaldırdı. İfadesi aniden değişti.
Sayaçlarım bir anda dengesizleşti.
"Uh-oh" demeye çalıştım ama tüm ses emilerek kayboldu. Odadaki tüm ışık yok oldu ve bundan kısa bir süre sonra tepemizden bir şok dalgası geçti.
Şok dalgasından sonra da siyah bir ışık…
Kaç saniye geçmişti? Kuvvetli elektromanyetik dalgalar nedeniyle, yüzeydeki sensörlerim geçici olarak karardı. Kendime geldiğimde hemen çevremi kontrol ettim.
Chuuya-sama da Dazai-san da güvendeydi. Kıpırdamamışlardı.
Yan yana boş ifadeleriyle ve açık ağızlarıyla tavana bakıyorlardı.
Bakışlarını takip ettim.
Tavan yoktu.
“Hey, göt Dazai. Yeteneğine dair genel bir anlayışın mı olduğunu söylemiştin?”
“Evet.”
Soğuk bir meltemin estiğini fark ettim.
Rüzgar esiyordu.
Rüzgar, dışarıdan esiyordu.
“Ama… gerçekten anladın mı?”
Tepemizde geniş, silindirik bir tünel açılmıştı.
Tünel bu derin, yer altı tesisinin katlarının tavanlarından geçerek yüzeye doğru devam ediyordu. Oyulmuş zeminin parçaları eşmerkezli zincirler oluşturuyor ve daha da ileriye doğru devam ediyordu. Uzaktan gökyüzünün akşam manzarasından küçük bir kesit görebiliyorduk.
Ne N ne de Verlaine ortada yoktu.
Kimse tek kelime etmedi.
Bu dünyaya ait olmayan bir şeyin çıktığını tahmin etmekten ve dua ediyormuş gibi bakmaktan başka elimizden bir şey gelmiyordu.
74 notes · View notes
nevzatboyraz44 · 7 months
Text
Qassam Spokesperson Abu Ubeyde: Netanyahu and his cowardly soldiers are chasing a 'mirage' in Shifa Hospital
Qassam Brigades Spokesperson Abu Ubeyde gave information and made evaluations about the conflicts in the field in the audio recording published on Hamas' Telegram account.
Abu Ubeyde described Netanyahu and his "cowardly" soldiers' search for resistance forces in the Shifa Hospital as "ridiculous" and likened to "chasing a mirage" and said that this situation revealed Israel's arrogance and at the same time its impotence.
Abu Ubeyde also said, "The Israeli army entering Shifa Hospital with tanks is the biggest evidence of both its failure and the shame of human rights defenders."
......
Kassam Sözcüsü Ebu Ubeyde: Netanyahu ve korkak askerleri Şifa Hastanesi'nde 'serap' peşinde koşuyor
Kassam Tugayları Sözcüsü Ebu Ubeyde, Hamas'ın Telegram hesabından yayımlanan ses kaydında, sahadaki çatışmalara ilişkin bilgi verdi ve değerlendirmelerde bulundu.
Netanyahu ile onun "korkak" askerlerinin, Şifa Hastanesi'nde direniş güçlerini aramasını "bir serabın peşinden gitmeye" benzeten ve "gülünç" olarak niteleyen Ebu Ubeyde, bu durumun, İsrail'in kibrini ve aynı zamanda acziyetini ortaya koyduğunu anlattı.
Ebu Ubeyde, ayrıca "İsrail ordusunun tanklarla Şifa Hastanesi'ne girmesi, hem onun başarısızlığının hem de insan hakları savunucularının ayıbının en büyük delilidir" dedi.
21 notes · View notes
eylences-blog · 11 months
Text
SONUNDA DELDİRDİM 5.BÖLÜM (Hakan 32 Y., İzmir)
Birkaç kez Şeref Dayı da ziyaretimize geldi. İşleri yolundaydı. Alper'deki değişimi o da fark etmişti. Eskisi gibi sessiz, üzüntülü hali gitmiş, neşeli bir delikanlı olmuştu artık. Bir iki defa telefonda sessizce ama heyecanlı bir şekilde kızlarla konuştuğunu da fark etmiştim. Ehliyet de almıştık ona. Gayet güzel kullanıyordu arabayı gerekli durumlarda. Bir akşam onunla ilerisi için konuştuk. Üniversiteye gidebileceğini söyledim ona. Gündüz burada devam edip akşam da derslere girebilirdi. Hangi bölüme gitmeyi falan düşünür diye konuştuğumuzda heyecanlanmıştı. Sonra o da olursa hukuk okumak istediğini söyledi. Yardımcı olacağımı söyleyip ona iki gün izin verdim ve dersane aramasını söyledim. Şeref Dayıya da bunu anlattığımızda çok sevindi. Tüm masrafları karşılayacağını söyledi. O seneki sınavlar için biraz geç kalmıştı. Seneye iyice hazırlanacak ve üniversiteyi kazanacaktı. Çok kararlı ve heyecanlı gözüküyordu bu konuda...
Marmaris'te bir arazi davası vardı. Cumartesi günü oraya gitmem gerekiyordu. Gitmişken de bir belki iki gece kalırım, kış vakti de olsa temiz hava alır, biraz kafamı dağıtırım diyordum. Alper'e de gideceğimi söyledim. O gün biraz durgundu Alper. Kafası birşeye bozulmuş, üzgün gibiydi. Akşam yemeğini yerken de konuşmadı pek. Halbuki normalde maçlardan konuşur, izlediği bazı videoları veya filmleri falan anlatırdı. Yemekten sonra ben ofise geçip biraz çalıştım. Çıktığımda oturma odasına giderken onun ses çıkarmamaya dikkat ederek telefonda konuştuğunu duydum. Bir kızla konuşuyordu ve sinirlenmişti biraz. Yarın buluşmak için uğraşıyor, ama olmayınca da sinirleniyordu. Sırıttım kendi kendime. Anlamıştım derdini. Kızların bu tripleri beni erkeklere yöneltmişti. Alper de o sınavdan geçiyordu şimdi. Sesi yükseldi sonra ve telefonu kapatırken tam Adana işi bir küfür salladı. Ben kahkaha attım artık dayanamayıp.
Oturma odasına geçerken geldi bu da. Özür diledi küfür için. Ben de gülüp rahatlattım onu biraz. Israr edince anlattı. Baroda tanıştığı bir kızmış. "Bir aydır ne güzel konuşuyorduk, birden uzaklaştı benden nedense..." diye anlatmaya başlarken çekinir gibiydi. İyice taşağa sardım ben de onu, "Tüh be Alper, hazır ev de boştu tüm haftasonu. Getirirdin buraya sabaha kadar o biçim sikerdin ne güzel!" diye konuştukça bu kızı biraz unutup güldü. Ben de biraz abarttım olayı. "Domaltırdın, ağzına verirdin..." falan diye ballandıra ballandıra anlatıkça bu utandı biraz. Gülüyordu ama yine de. Eli sikine gitti bir ara ve hızlıca düzeltti pantolonundan. "Hadi sen de üstünü değiştir de gel birşeyler izleyelim. Senin de kafan dağılır. Gelirken dolaptan benim votkayı ve meyve suyunu da getir ama!" dediğimde sırıtıp fırladı yerinden. 5 dakika sonra elinde şişeler ve bardakla gelmişti bile. Halen o kız hakkında konuşuyordu. Mesaj atmışmış şimdi yine de, gördüğüne rağmen cevap vermemişmiş falan. Tam votkamı koyarken durdum ve ona baktım gülüp. Bir bardak daha getirmesini söyledim. Anlamadı ama getirdi.
"Senin doğum gününe birşey kalmamış, artık 20 yaşında sayılırsın. Ufaktan başla bakalım. Sarhoş olacaksan da benim yanımda ol ilk. Tam zamanı şimdi!" dedim. "Ya abi olmaz ama senin yanında. Öyle önemli bir kız değildi zaten. Ama hoşuma gitmişti. Yani senin de dediğin gibi sadece... Ee şeyy..." dedi. "Sikmek istedin olmadı işte di mi sadece? Tamam be oğlum, biz de geçtik o yollardan. Halen uğraştığım oluyor benim de merak etme. Hadi bak az koydum sana zaten. Kafan dağılır biraz. Al bakalım hadi!" dedim. "Yaa ama abi. Off, iyi peki sen diyorsan : )" dedi.
"Hadi şerefe!" dedim, az bir votkayı meyve suyuna karıştırıp verdim. O sırada dizi falan açmamıştık henüz. Bir müzik kanalı açık duruyordu. Biraz daha konuştuk içerken. Birinci bardağı bitirdiğinde rahatlamıştı. İkinci bardağı koyduğumda bir dizi açtık. Uzanmıştı o da divana. Eskiden ayaklarını bile uzatmaya çekinirdi yanımda. Bu sefer bilerek sikişi bol bir dizi açmıştım. İzlerken Alper şaşırmıştı. Erotik sınırlarını zorlayan neredeyse pørnøya varan görüntüler vardı. Battaniyenin altında sikiyle oynuyordu hesapta bana çaktırmadan. Kıvranır gibi hareket etmeye başlamıştı. Bardağını bir kez daha doldurduğumda itiraz edecek durumda değildi, hoşuna gitmişti yaptığım kokteyl. Arada sırada hareket edince battaniye üstünden sıyrılıyordu ve eşofmanından sikinin çok sertleştiği de belli oluyordu. Keser sapı gibi olmuştu siki. Onu okşamak, boşaltmak istiyordum feci şekilde. Her zamankinden fazla içmiştim ben de heyecanla. Birkaç bakışımı yakalamıştı aslında. Alper'in aklı fikri odasına gitmekteydi. Ancak üçüncü bardaktan sonra iyice gevşemişti artık. Dizinin son bölümü bittiğinde sızıp kalmıştı divanda.
Olduğum yerde sigara içerek onu izliyordum. Derin derin uyuyordu. Onu izlerken içimde sevgi vardı daha çok. Bugün konuşurken iyice rahatlamıştı. Henüz bir kadınla olmadığını da öğrenmiştim o an. Üstü açıldı bir ara. Battaniye sıyrılınca siki çıktı yine ortaya. Eli hep sikindeydi uyurken bile. Bir ara uyurken eli eşofmanının içine girdi. Tam uyuyacaktım ki dikkatle izledim onu. Sikini elledi. Elini çektiğinde sikinin kafası göbeğine çıkmıştı. Bu kadar yakından ilk defa görüyordum. Kafası daha kalındı sikinden. Tam mantar başlı bir sik kafasıydı. Ucu ıslanmıştı iyice. Derin derin uyuyordu o an, tam anlamıyla sızmıştı.
Üstünü örtmek için kalktığımda bir an bacaklarını açıp tekrar elledi sikini. Biraz daha çıktı siki. Derin bir nefes aldım. Yaklaştım ona. Elimdeki battaniyesini üstüne çekecekken durdum. Biraz eğildim ve parmağımın ucuyla sikinin kafasına dokunup üstünde gezdirdim. Hafif bir ses çıktı Alper'den. Elimi çekip ona baktım. Uyuyordu. Tekrar uzattım elimi ve parmaklarımı gezdirdim sikinin kafasında. Parmaklarımın ucuyla yavaşça tuttum sikinin kafasını. Bir iki derken parmaklarım kavradı sikinin kafasını. Avucuma aldım. Avucumun içinde sıcacık ve taş gibiydi. Sikinin kafasını sıktım hafifçe. Hafif bir ses çıktı yine. Elim sikindeyken baktım ona. Devam ettim sikinin kafasını okşamaya. Biraz daha aşağı indim. Kalın ve uzundu siki. Okşayıp sıvazlamaya başladığımda yarısından çoğu çıkmıştı dışarı. Ben okşadıkça Alper'in göbeğinin hemen altı hareket etmeye başlamıştı sanki. Derin derin nefes alıp vermeye başlamıştı. Elimin içinde sikinin kasılmalarını hissediyordum.
O an ağzıma almak istedim sikini çok. Bu uyandırırdı ama onu belki. Yavaş yavaş sıvazlamaya devam ederken sıktım biraz sikinin kafasını. Zevk suyu akıyordu kafasından. Tam bırakacakken anlamsız bir zevk sesi geldi dudaklarından. Bırakamadım. Rahatlatmak istiyordum onu. Göbeğini okşamaya başladım öbür elimle. Tüy gibiydi elim. Zevk suyu parmaklarıma bulaştı ve siki elimden kaymaya başladı yaparken. Sıkıp hızla sıvazlamaya başladığımda Alper kıvranır gibi bir hareket yaptı uykusunda. Sesi biraz çıktı. Boşalmak üzereydi. Öbür elimi açıp sikinin kafasının altına koydum sıvazlarken. Birden sikinin ucu genişledi. Mosmor olmuştu kafası sanki. Damarları şişmiş elime geliyordu. Akmaya başladı döller sikinin koca kafasından. Fışkırmıyor, akıyordu sadece. Durmadan akıyordu avucuma. Avucumu dölleriyle doldurdu.
Ona baktığımda yüzünde sanki bir gülümseme vardı ve çok rahatlamış gözüküyordu. Uyanmamıştı, ama numara mı yapıyordu ki? Hafif tebessüm eder gibi duran dudaklarını öpmek istedim o an. Avcumdan biraz sikine akmıştı döller, ama yapacak birşey yoktu. Çekildim yavaşça ve banyoya gittim. Avcumdaki döllerini tuvalete döktüm. Çok sertlemiştim ben de. Çıkardım sikimi. Elimde halen biraz Alper'in dölleri varken 31 çekmeye başladım sertçe. Gözlerimi kapattım. Kayıyordu avucumda hızlı bir şekilde. Fazla sürmedi ve inanılmaz zevkli bir şekilde tuvalete attırdım ben de döllerimi. Elimi yıkayıp odaya döndüğümde battaniyeyi üstüne çekmişti. Odama gidip yattım ben de.
Ertesi gün uyandığımda Alper de yeni kalkabilmişti ve banyodaydı. Belinde havluyla çıkarken kapıda karşılaştık. Bir garip bakmıştı o an sanki. Ben de banyomu yapıp çıktığımda Marmaris için çantamı hazırlamaya başladım. Kahvaltı yaparken Alper neşeliydi çok. Dediğine göre dün gece çok iyi uyumuş. Saçlarını okşadım sevgiyle. Ben yokken neler yapacağını konuşmaya başladık. Pek bir işi yoktu. "Gezersin sen de!" falan dedim. Çıkarken biraz para bırakacaktım ona haftasonu için. Son kontroller için odama girdiğimde aklıma birşey geldi ve Alper'i çağırdım. "Sen de gelmek ister misin Marmaris'e? Gerçi kış ama çok güzeldir yine de. Sahilde falan gezer, birşeyler yer içeriz!" dediğimde bana baktı bir an. Gülümsedi sonra. Başka planları vardı sanırım. İstemez gibi görünürken ben biraz ısrar edince, "Tamam o zaman abi. Çok isterim aslında. Hiç görmedim oraları!" deyiverdi. Hemen çantasını hazırlayıp birkaç parça elbise koydu içine.
Arabayı o kullandı yol boyunca. Gittikçe usta bir şoför oluyordu. Dün geceden konuştuk biraz. İlk defa içmemiş, ama ilk defa sızmış böyle. "Güzeldi ama!" dedi gülerek. "Bu gece de rakı içersin ilk defa. O daha güzel olur!" dediğimde ise, "Sızmam ama bu sefer!" deyip bana biraz çekinerek baktı. Birşey söyleyecekti sanki o an. Söylemedi ama. Diziden konuştuk biraz. Ona, "Tam pørnøymuş. Bilemedim ben de. Sabah hamamlık olduk zaten!" deyip güldüğümde ise bir an yine baktı arabayı kullanırken. Kot pantolonunun önünde bir şişkinlik olmuştu sanki. "Evet abi, ben de. Gerçi hiç anlamadım nasıl oldu. Yani ben uykumda hiç olmam öyle. Zaten biraz garipti!" derken bana bakmıyordu bu sefer. Sustum ben de. Konuyu değiştirdim. Anlamış mıydı yoksa? Uyuyordu ama o an. Hem anlasa birşeyler söyler, bir tepki verirdi bence.
Marmaris'e geldikten sonra ben müvekkili ziyaret ettim. 2 saat sonra görüşmelerimiz bitmiş, bir miktar da avans almıştım. Akşam olduğu için bizi yemeğe davet etti. Çok ısrar edince de kabul ettim. Öncesinde otele gidip eşyaları yerleştirmemiz lazımdı. Hem Alper'e de bir oda tutmam lazımdı. Tek kişilikti benim odam. Otele geldiğimizde büyük bir kafile gelmişti. Bir şirketin turu varmış. Tüm odalar doluydu maalesef. Ne yaptıysam boş bir oda ayarlatamadım. Odaya ek yatak koymaya karar verdik. Biz odaya çıktıktıktan bir süre sonra bir otel görevlisi geldi. Benim yatak çift kişilikti ve bir hayli genişti. Biz ek yatak beklerken o odadaki divana temiz çarşaf, yastık ve yorgan getirdi. Biraz sinirlenmiştim bu duruma. Basit birşeydi istediğim, ama onu bile yapamamışlardı. Alper, "Gayet yeterli bu abi ne olacak. Yere bir battaniye atsak onun üstünde bile uyurum ben!" deyip beni sakinleştirdi biraz. Çıktık sonra odadan.
Yemeğe gittik. Güzel bir restoranda iyi bir rakı balık ziyafeti çektik üçümüz. Alper hayatında ilk defa rakı içmişti. Nefis mezeleri götürüp 2 bardak rakısını içerken mutlu görünüyordu. İki hafta sonra İzmir'de buluşacaktık adamla. Notunu aldı Alper hemen. Biz yemekteyken de Şeref Dayı aradı. Sevinmişti Alper'i de yanımda götürmeme. Telefonda bana onun işini hallettiğini, olayın biraz fazla büyüdüğünü söyledi. Kafası biraz güzeldi Şeref Dayının. "Bu aralar biraz uyanık olun. İzmir'de olduğunu öğrenmişler. Birşey olacağından değil ya. Bir hafta falan çıkmasın pek bizim oğlan sağa sola yeğenim. İdare ediver sen. Sıkıntı olduk sana da..." dediğinde, "Tamam!" dedim sadece. Alper'e belli etmek istemiyordum onun hakkında konuştuğumuzu. Anlamıştı ama tabii zeki oğlan. Bana bakıyordu sadece.
Yemekten sonra otele dönmedik. Ufak güzel bir bar vardı otelin yanında. Biz ikimiz oraya oturduk. Bir iki bira içtik. Daha doğrusu ben 3 tane içene kadar Alper bir taneyi zor bitirmişti ve sarhoş olmuştu bile. Şeref Dayının bana söylediğini anlattım biraz kapalı bir şekilde ve baroya, adliyeye falan bir iki hafta gitmemesini söyledim. İdare ederdik bir şekilde. Çok neşeli, konuşkan olmuştu bu halde. Arada dili yalpalıyordu konuşurken. Pek çok ilkini yaşıyordu bu gece. "Yaa abii seninle hep çok güzel zaman geçiyor. Neler yaptın bana yaa, çok sağol canım abim. Dün gece bile ilkti yani yaa..." derken dili yalpalıyordu biraz. Birden ona baktım bunu deyince. "Ne ilki Alper? Neden ki?" dediğimde, sarhoş halde sırıtıp, "Yaa sarhoş oldum da sızdım yaa hani. Onu diyorum. Hatırlamıyor musun abi? Ne olacak ki başka?" dedi. Bana yalan söyleyemezdi. Belli ederdi kendini ve şu an yalan söylemese bile herşeyi söylemediği çok belli oluyordu. Anlamış mıydı yoksa dün gece olanları? Yoksa uyumuyor muydu?
Biraları da içtikten sonra otele girip odaya çıktık. Soyunup eşofman giyerken Alper'e baktım. O da soyunurken sikinin kalktığı biraz belli oluyordu. Yatağa uzandım. Hemen yanımdaydı divan. Biraz Marmaris'i falan konuştuk. Yarın akşamüstü gibi dönmeye karar verdik sonra. Kışın sıkıcıydı burası. Biraz TV izledik. Yattık sonra. Ben uyuyamıyordum pek. Alper olmasa belki birini götürürüm diyordum kendi kendime. Cep telefonumu açıp baktım bazı uygulamalara. Gerçekten de Marmarist'e arayış çok vardı. Resimlere bakarken sikim kalkmıştı biraz. Alper de uyuyamamıştı. Kıpır kıpırdı divanda. Divanın boyu da tam yetişmemişti zaten. "Ne oldu?" diye sorduğumda, "Birşey yok abi!" dedi, ama rahat değildi hiç belli ki. "Rahat değil mi orası? Benim yatak çok büyük zaten, gel istersen buraya!" dediğimde aklımda birşey yoktu hiç. O riske hayatta girmezdim bir daha zaten.
"Yaa abi divan biraz küçük geldi evet ama başka şey de var yaa. Boşver sen rahatsız etmeyim seni ben. Bir tuvalete gideyim sonra uyurum!" dediğinde ona baktım. Eli yorganının içindeydi ve kolu hareket ediyordu biraz. Anlamıştım durumunu. Ohhh, bu oğlan çok azgındı ama. "Gel hadi rahatsız etmezsin. Koca yatak zaten. Uykunu iyi al, arabayı sen kullanacaksın yarın!" dediğimde bana baktı bir an. Eli sikindeydi o an. Sessizce, "Tamam abi!" deyip kalktı. Eşofmanından fırlayacak gibi duruyordu siki. İşin garibi hiç de saklamamıştı benden bu sefer. Gelip yanıma uzandı. Yorganın altına girdi. Konuşmuyorduk hiç. Ama ikimiz de uyumuyorduk.
Birden, "Abi dün gece için çok teşekkür ederim. Çok iyi geldi!" dedi. "İçki mi? Kıza çok takmıştın kafayı, rahatladın bari, di mi?" dedim. "Yaa evet orası öyle de. Esas rahatlamam... Eee şeyyy..." dedi. İçimden (Uyumuyordun di mi piç?) diye geçirdim. "Yaa abi, dün gece, yani çok güzeldi. Benim çok hoşuma gitti. Yani, ben biraz şeyim sanırım. Offf, durmuyor bu hiç ve ağrı yapıyor artık..." dedi. "Rahatlaman lazım tabi Alper. Tuvalete git istersen!" dedim. "Hı hı, evet giderim de... Eee, şeyy yani..." dedi. Söylemek istiyor ama söyleyemiyordu.
Yavaşça elimi uzattım yorganın altından. Bacağına dokunduğumda bana bakıyordu. "Sana yardımcı oldum sadece. Çok önemli değil. Hoşuna gittiyse istersen yine olurum!" derken parmaklarım kasıklarına doğru gidiyordu. "Çok isterim abi yani sana ayıp olmayacaksa. İsterim evet..." derken sesi titriyordu. Fısıldamıştı sanki o an. Yavaşça önünü tutup sıktım. Kıpırdadı yatakta hemen. Sıkıp okşamaya başladım eşorfmanının üstünden. Terlemeye başlamıştı sanki. Bana bakıyordu birşey demeden. Kafasının çok karıştığı belliydi. Çok saygı ve sevgi duyduğu Hakan abisinin eline vermişti resmen. Yorganı sıyırdım üstümüzden ona bakarken. "Senin yaşlarındayken benim de bir büyüğüm bana yardım etmişti böyle Alper biliyor musun? Benim de çok hoşuma gitmişti. Rahat bırak kendini, oldu mu? Kasma hiç. Hoşuna gidecek ve rahatlayacaksın çok!" derken gözlerini açıp kapattı gülümseyerek. Çok heyecanlı görünüyordu.
Elimi soktum eşofmanın içinde. Külotunun üstünden okşarken kıpırdadı yine. Elimi külotuna sokup tuttum o koca canavarı. Bir anda çekip çıkardım. Utanır gibi olmuştu o an biraz. Rahatlatmam lazımdı onu. "Nerede büyüttün len bunu böyle? Bana söyleyeseydin de bir kimlik de buna çıkarsaydık oğlum! Şuna bak. Hatırlat da bayramda bayrak asalım buna, sallarsın!" gibi esprilerle rahatlatmaya çalışıyordum onu. Kıkırdamaya başlamıştı. Bacaklarını açmıştı iyice. Eşofmanını ve külotunu sıyırıp çıkarttım. Elimdeydi siki şimdi. Sıvazlarken sikinin kafasını sıkıyordum. Elime akan zevk sularıyla kayıyordu avucumun içinde. İyice hızlanmaya başladığımda Alper inlemeye başladı zevkten. "Ohhhh Hakan abiii, çok güzel bu abi. Ohhh, ben dayanamyacağım. Ohhhh abiii!" diye inlerken belini oynatıyordu hafif hafif. Sikinin kafasını sıktım ona bakıp gülümserken. Belini oynatmaya başlamıştı aşağı yukarı. Elimi siker gibiydi bu haldeyken.
Taşaklarını okşmaya başladığımda sesi yükseldi. Ben de elimi hareket ettirmeye başlayınca, "Abiiiiiiii... bennn... ohhhh... bennn..." diye kıvranmaya başlarken hızla sıvazladım sikini sertçe ve dibinden tuttum. Birden attırmaya başladı. Arka arkaya fışkırıyordu durmadan. Fışkırırken de inliyordu durmadan. Eli bileğime yapıştı o an ve "Ohhh canım abimm benim çok güzel buu..." diye inliyordu. Bütün döllerini göbeğine attırmıştı. Batmıştı üstü başı iyice. Hafifçe sıvazlamaya devam ettim. Taş gibiydi siki halen boşalmasına rağmen. Bana baktı o an. Ben de ona baktığımda ikimiz de gülümsüyorduk. Devam ettim biraz daha bıraktım sonra. Üstünü çıkardı o da. Gözlerini devirdi gülümseyerek. Elini sikine götürüp, "Yaa abi... şeyyy ayıp olmazsa... yani... eee..." derken utanmış gibiydi ama çok da utanmıyordu. "Ne o len azgın. Doymadın mı bir postayla?" dediğimde sırıttı. Sikinin başı sarkmıştı sanki biraz ama dimdikti halen. Kocaman taşakları da iyice sarkmıştı boşaldıktan sonra.
Elimi attım yine. Bana bakıyordu Alper azgın azgın. Bu sefer hızlı hızlı sıvazlamaya başladım sikini. Dimdik olmuştu hemen piç. Acele bir şey yapıp bu anı bozmak istemiyordum hiç. İstesem ağzıma alırdım şu an, hatta belki sikerdi bile beni. Ona bırakmak en iyisiydi herşeyi. Ben sıvazlarken zaten yeterince zevk alıyordu. Başını yastığa koymuş gözlerini kapatıp zevkini çıkarıyordu. Hızlı hızlı sıvazlamaya devam ettim. Öbür elimi taşaklarına attığımda bir inleme sesi döküldü dudaklarından. Taşaklarını okşayıp sikini sıvazlıyordum. "İyi alıştın sen de haa. Hoşuna gidiyor di mi puşt seni?" dediğimde, "Abi ohhh nooolur sakın bırakma... çok güzell. Yemin ediyorum çok güzell ohhhhhhh!" diye cevap verirken başı oynamaya başlamıştı sağa sola. Biraz daha yaklaştım ve sımsıkı tutup sıvazlamaya devam ettim. Sikinin kafasını avucumun içinde sıkıştırıyordum.
Daha 5 dakika bile olmamıştı ki kıvranmaya, kasılmaya başladı tekrar. Tüm vücudu yay gibi gerilmişti. Bir daha patladı. Bu sefer işer gibi attırmıştı her yerine. Yüzüne bile gelmişti. Gözlerinin altından dudaklarına doğru akan dölleri gördüğümde bir an ona saldırıp her yerini öpmek ve sonra sertçe sikmek istedim onu. Rahatlamış bir şekilde gözlerini açıp gülümserken beni gördü. Ona bakışımı yanlış anladı herhalde ve kızdığımı sandı. Yarım yamalak birşey söyleyip kalktı hemen ve banyoya girdi. O banyodayken ben de hızlıca sikimi çıkartıp 31 çekerek kendimi rahatlattım. Yorganı üstüme çektiğimde banyodan çıkıp üstünü değiştirmişti ve bu sefer divana yatıp hemen uykuya daldı.
Ertesi gün ne olacağını çok merak ediyordum. Birden çıkartıp (Al hadi eline!) diyecek gibi geliyordu bana. Ama hiç öyle olmadı. Sanki birşey yaşanmamıştı dün. Otelden çıkışımızı verip arabaya bindik. Civar birkaç yeri gezip İzmir'e döndüğümüzde gece yarısı olmuştu bile.
[Hakan]
32 notes · View notes
numbmindsworld · 1 month
Text
Onun bana yazmasını istemiyorum, aramasını istemiyorum, geri dönmesini istemiyorum. Vicdan azabı çekmesini, pişman olmasını ve en çok da son nefesini verirken bile beni unutamamasını, adımı sayıklamasını istiyorum...
18 notes · View notes
tartillo · 1 month
Text
Kargocunun aramasını açmayınca çok kötü hissediyorum ama duymamışım😔😔
7 notes · View notes
sakinbiradam · 1 year
Text
Son kez uyuduğunu bilmeyen bir bedene mezar olduğunda yattığı yatağı, ah da etsen vah da desen nafile. Deprem nedir bilmeyen küçücük bebeklerin ve çocukların oynayacağı daha çok kum varken, moloz yığınlarının arasında, soğukta tir tir titrerken annesini aramasını, ne olduğunu anlamaya çalışmasını kaldıramıyorum. Sarıldığımız yorgan kefenimiz olmadan da anlayamayız ne denli çaresiz hislerde olduklarını. İlkokulumu bitirdiğim bina bile 35 yıllıkken, okulun koridorunda yazan “Deprem öldürmez, bina öldürür“ yazısı kadar komikken duyarsızlıkları, bana kimse gelip de Almanya bizi kıskanıyo demesin. Onu diyenin ağzını sikerim. Doğal afet bu ne yapılabilir diyeni de. Kentsel dönüşümü rantsal dönüşüme çeviren yetkililer size bu lafım. Deprem öldürmez; sizin para hırsınız öldürür, sizin duyarsızlığınız öldürür, sizin şerefsizliğiniz öldürür binlerce masumu. 7 gün milli yas ilan et. Eeeee. Başka ? Bu mu önlemin. Türkiye yüzyılı olacakmış, mottoları buymuş. Sizin ben binlarca liralık montlarınızı sikeyim, binlerce insan orda soğukta donup kurtarılmayı beklerken sırtınıza giydiğiniz o binlerce liralık montlarınızı sikeyim. Allah belanızı versin. Allah. Belanızı. Versin.
92 notes · View notes
sillagen · 9 months
Text
Genellikle sevgilisi, nişanlısı evlenme arifesinde olan arkadaşların aramasını açar bir iki dakika sonra kapayıp ben ararım. Sen niye böyle yapıyorsun dediklerinde benim dakikalar bitmiyor sana lazım olur derim. O sıra arkadaşımı yaa derken tereyağ gibi eridiğine şahit oluruz.
26 notes · View notes
merzifontarihi · 1 year
Text
KAYIP LÜTFEN PAYLASALIM Gulabi Demirel Amasya Merzifon'da Cuma günü sabah saat 8.00'den beri ulasilamamaktadir. Görenlerin, duyanlarin aramasini bekliyoruz... Muharrem Demirel 0553 652 73 48
KAYIP LÜTFEN PAYLASALIM Gulabi Demirel Amasya Merzifon’da Cuma günü sabah saat 8.00’den beri ulasilamamaktadir. Görenlerin, duyanlarin aramasini bekliyoruz… Muharrem Demirel 0553 652 73 48 via IFTTT
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
1-yolcu · 1 year
Text
Yeniden doğmayı bilmeyen, ölmüştür. Aramasını bilmeyen, bulamayacaktır. Sınavı göze alamayan, sınavı kaybetmiştir.
Sezai Karakoç
34 notes · View notes
belkidebirharfimben · 1 month
Text
Ya düşen de düştüğünü farketmeyince?
"Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da onu aşağıların en aşağısına indirdik." (Tin sûresi, 4-5)
Huzursuzluğun 'boşluk'la, boşluk hissinin 'anlamsızlık'la, anlamsızlığın da 'tevhidden kopuş'la ilgili olduğunu düşünüyorum arkadaşım. Evet. Boşluğu hissettiğimiz anlar aslında düştüğümüzü sezdiğimiz zamanlardır. Düşmek bütünden kopmaktır. En yamanı bütünün anlamından ayrılmaktır. Boşluklar hakkında bizi tedirgin kılan şey de bu düşme hissidir. Düşme demek 'daha kötü' demek. Daha aşağısı demek. Alışılandan uzaklaşma demek. Meçhul demek. İnsan bilmediğinden korkar. Çünkü bilinmeyen tutunulamayandır. Alışılmamıştır. Ülfeti yoktur. Tekrar edilmez. Yarını öngörülmez. Bilmek bir tutunma şeklidir nihayetinde. Hatıralarımız dahi dünyaya bağlandığımız iplerdendir.
Dikkat edelim: 'Şey' denilebilecek her neye dair yeni birşeyi malumatımıza eklesek, aslında, o şey hakkında tutunacaklar-kulplar edinmişiz gibidir. Tutunmak rahatlatır. Tutunmak kolaylaştırır. Tekrarı mümkün kılar. Cennetten dünyaya yolculuğun 'düşme'yle isimlendirilmesi bununla da ilgilidir belki. Bilinmeyene bir yolculuktur bu. Korkuludur. Düşmeyse korkunun ikizidir. Sanki onun yoludur.
Bilim birşeyi kanuna bağladığında neden rahatlıyoruz? Çünkü o şey artık tekinsiz olmuyor. Kestirilebilirliğin güven hissini veriyor. Determinist sanrı, bu güven hissini suistimalle kimilerini şirke bulaştırsa da, kestirilebilirlik, hem kainat hem insanlar hakkında bizi rahatlatır arkadaşım. Dengesiz insanların korkutucu gelmesi bundandır. Karşılarında kendimizi sürekli bir düşme hissiyle boğuşur buluruz. Gerilir de geriliriz. Değişken insanlar bu hissi çok sık yaşatırlar. Hele bir de onları seviyorsak...
Çocukların depremi 'tepkileri kestirilebilir olmayan ebeveynler'iyle yaşadıkları düşüşlerdir. Dengesiz anne-babalar evlatlarını tedirgin kılar. Yasası bir türlü kavranamayanlar karşısında yaşanılan da düşme hissidir. Uyanacağı dünyanın güvenli olduğu ümidiyle yatağa girmeyen çocuk düşmekten kurtulamaz. Tutunacak başka şeyler arar. Sığınacak yerler arar. Arkadaşları olur çoğu zaman kaçtıkları.
Düşme hissinin şifası için tutunabileceği 'bilgiler/bilmeler' peşinde koşar. 'Tekrar cenneti'ne ulaşmaya çalışır. Madde aldığında düşlediği sanrıyı yaşıyorsa, Allah korusun, kulp olarak onu bile seçebilir. Bütün derd u meselesi düşme hissini azaltmaktır. Hakikate sığınamayan, daha az boşluk için, sanrılarına sığınır. Dikkati dağıtmak, insanı uçurumdan kurtarmaz ama, süreci daha az can acıtıcı kılar.
Gaflet, yaşattığı aynılıkla, mezkûr tekinsizliği 'gidermiş gibi' sanrılattığından cazibedar gelir. Yani, gaflet, 'düşenin düştüğünü de farketmemesi'dir. Onu günahtan daha korkutucu yapan da budur. Günah işleyenin, farkındaysa, tevbe ihtimali vardır. Pişmanlığı tevbe olabilir. Fakat gaflette olanın, ayılmadıkça, böyle bir imkanı da yoktur. Tutunacak birşeyi olmayanlar, onların vesilesiyle daha yukarılara çıkamayanlar, en azından düşmenin verdiği işkenceden kurtulmamalıdır. Gaflet yaşattığı sanrıyla bu işkenceyi elimizden alır. "Gaflet hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar..." derken mürşidimin dikkatimizi çektiği de budur.
Dikkat edersen yokoluşla 'boşluk' arasında da bir ilgi görünüyor arkadaşım. Âlemin fenaya gidişi kalbimizdeki yarım kalmışlıkla karşılığını buluyor. Boşluk fenadan besleniyor. Evet. Heba olduğunu hissettiğimiz herşeye karşı bir kırılma yaşıyoruz. Bir değmezlik ruhumuzu sarıyor onlara karşı. Bir küsmeklik geliyor hayata herbirinden. Hatta her anından... Tevhid ile büyük resme, sonsuz bir anlama, kavuşturamadığımız herşeyden tedirginlik duyuyoruz. Çünkü hususi manzaramızın büyük resimden koptuğunu seziyoruz.
Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde der ki: "Hiçbir mekanik hareketimiz yoktur ki, aramasını bilirsek, sebebini kalbimizde bulmayalım." Kainat kıyametine doğru akarken biz de içimizdeki boşluğa doğru akıyoruz. Kalabilmemiz için 'bakiye tebdil etmenin çareleri'ni bulmaya ihtiyacımız var. İşte bu çaba tastamam bir tutunma çabasıdır: "Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki, durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: 'Madem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip ibkà etmek çaresi yok mu?'"
8. Söz'ün hayatı 'kuyuya düşme' meseliyle anlatması öylesine bir seçim mi? Asla. Aslında tam yaşadığımızdır. Tutunacak bir iman, hakikat, anlam bulamadığımızda tıpkı o kahramanların soluduğu cinsten bir düşme hissiyle boğuşuyoruz bitevi: "Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor."
Teselliyi dalda, yani daldaki aynılıkta, aramamak lazım. Bu mümkün değil. Ne duygularımız ne de yaşadıklarımız aynı kalmayacak-kalmıyor. Her doğan ölüyor. Her genç yaşlanıyor. Her başlayan bitiyor. Ardındaki esmaü'l-hüsnanın 'anlam aynılığı' huzur vermeli. Düşürmeyecek kulp o. Doğru 'aynılık' o. Aynılık somutta değil soyutta yani. Maddede değil manada. Parçada değil bütünde. Şunu da bir düşün arkadaşım: Kur'an kendisine neden 'sapasağlam kulp' diyor? Düşmelerimize tam şifa verdiği için olabilir mi? Yani, şu ifadenin, psikolojide de böyle bir tefsiri yapılabilir mi? Öyle ya, her kulp elle tutulmaz, bazıları var ki ancak kalple kavranabilir. Onlara da 'anlam' denir. Demek, bâki anlamlara tutunmak için inayet yine Rabb-i Rahîm'dendir. Zira kaynağı Odur. Anlamlar ilminden doğar. Bahşetmesiyle bilinir. Onun bıraktığı kadar kalır. Biz de anlamını yalnız Ondan dileyelim. Âmin.
6 notes · View notes
geceyemuhtacbirisi · 1 month
Text
Aramasını iyi misin demesini bir şeyler konusmasini cok bekledim be
19 notes · View notes
endergelisenataklar · 5 months
Note
Bir şeyler anlatsana abi
çin’in guangzhou kentinde bir banka soyulur. soygunculardan biri bankadakilere bağırır: “kımıldamayın, para devletindir, ama hayatınız sizindir.” herkes sessizce yatar. bunun adı “zihin değiştirme kavramı”dır. alışılmış düşünce tarzını değiştirmek. bu arada müşterilerden bir kadın bir masanın üzerine yatmıştır. ama bacaklar ortada. soyguncu bağırır: “edebini takın. bu bir soygun, ırza geçme değil.” bunun adı “profesyonellik”tir. işin neyse onun üzerinde yoğunlaş. soyguncular paraları yüklenip eve kapağı atmışlar. daha genç olanı (mba derecelidir) daha yaşlı olanına (ki bu ise 6 yıl ilkokuldan sonra terk): “abi, hadi şu paraları sayalım” der. daha yaşlı olanı der ki: “çok aptalsın be, bu kadar para oturup sayılır mı? bu akşam zaten tv haberlerinde kaç para çaldığımızı öğreniriz.” buna “deneyim” derler. günümüzde deneyim kağıt diplomalardan çok daha önemlidir. soyguncular bankadan kaçtıktan sonra şube müdürü, şube şefine hemen polisi aramasını söylemiş. şef demiş ki: “durun hele müdürüm. alacaklarını aldılar. biz de bir 10 milyon daha alıp daha önce iç ettiğimiz 70 milyon dolara ekleyelim, ne dersiniz?” buna “dalgayı yakalamak” derler. berbat bir durumu kendi lehine çevirmektir bu. müdür der ki: “yahu, her ay bir soygun olsa harika olurdu. ne eğlenirdik.” buna “sıkıntılardan kurtulmak” derler. kişisel mutluluk işinden çok daha önemlidir. akşam tv haberleri bankadan 100 milyon dolar çalındığını açıklamış. çaldıkları paranın çok daha az olduğunu bilen soyguncular oturup saymışlar parayı. tekrar tekrar saymışlar. bakmışlar hepi topu 20 milyon. çok kızmışlar bu işe: “biz hayatımızı tehlikeye atıp 20 milyon çalabildik. banka müdürü bir el hareketiyle 80 milyon götürdü. galiba soyguncu olmak yerine doğru dürüst eğitim görmek daha iyiymiş." bu “bilgi altından daha değerlidir” demektir. banka müdürü çok mutludur. özellikle bir süre önce borsada kaybettiklerini geri alabildiği için. buna “fırsatları kullanmak” derler. kazanmak için risk almak gerekir.
peki bu durumda sizce gerçek soyguncular kimler?
12 notes · View notes