Tumgik
kupuruntu · 2 years
Text
İzmir'e Özür
Tumblr media
10 yılın sonunda İzmir’den özür dilemem gerektiğine karar verdim.
Mezuniyet sonrası İzmir’de iş bulamayıp İstanbul’a ilk geldiğimde beni “herkese gülümseme, taksicilerle muhabbet etme, insanların gözlerinin içine bu kadar uzun bakma.” diye uyarmışlardı. Bu İzmir’den İstanbul’a gelenler için hayatta kalma rehberi niteliğinde bilgilerdi. 10 yılın sonunda hayatta kalabilmek için yaptığım tüm insani davranışlardan uzaklaşma durumu , beni insanlığımdan çıkarmış; İzmir’e dönünce fark ettim.
İnsanların gözlerinin içine korkmadan bakabilmek ne muazzam bir güven hissi!
İstanbul’da bir kafeye gittiğimde gözgöze maksimum 3 saniye kuralı ile selam verip, isteğimi söyleyip, karşımdakinin mükemmeli yapmasını beklerken İzmir’de iki rekat hal hatır sormadan sipariş veremedim.  İstanbul’da sürekli bir aciliyet, sürekli bir kaos, sürekli bir sonuçsuz karmaşanın içindeyken İzmir’in o “gevrek” hali tüm sinir uçlarımı sakinleştirdi.  Uzun zamandan sonra ilk defa tanımadığım insanlarla muhabbet etme şansını yakaladım, hem güven hem de samimiyetle.
Yollarda zaman zaman kayboldum. Keşfetmenin birincil adımı kaybolmaktır ya, İstanbul’da kaybolduğunda eli şok cihazına kaymayan bizden değildir ! İstanbul’da keşfetmek bir keyif değil, hayatta kalma serüvenidir.
İzmir için küçük ama İstanbul’dan gelen biri için büyük insanlıklar ; taksicinin bavulun ağır diye seninle birlikte karşıdan karşıya geçirmesi, ve bunu samimiyetle yaptığı için seni korkutmaması; Starbuck’a yeni başlayan çocuğun paniklemesi ve şikayet edeceğinden korkmadan senden yardım istemesi ; devlet kurumundaki bir güvenlik görevlisinin içtenlikle günaydınlaşması ve üşüyeceğini düşünüp seni erkenden içeriye alması, devlet memurunun 8:30’da başlayan mesaisinde 8:30’da ofisinde olman ve sana surat asmaması, hatta çay içelim diyerek sana da çay koyması; otobüsten inerken bir kadının annenin şalvarını beğenmesi ve cesur tarzı için onu överek gününü güzelleştirmesi; görevlinin öğrenci İzmirim kartı alarak tasarruf yapmam konusundaki içten ısrarı vb… vb…  İnsanların sormadan da yardım etmeye hevesleri; İstanbul’da sorduğum halde doğru düzgün cevap alamadığım bilgilerin, buradaki görevli tarafından proaktif olarak başıma dert açılmasını önlemek adına bana iletilmesi.
Sabahın sakin sessizliği, insanların yürüyüşündeki yavaşlık , acil olmadığı için karışmayan, karışmadığı için ortaya çıkan daha makul sonuçlar…
İki günde anksiyetem azaldı, geceleri panik yapmadan uyuyabildim, sabah gün doğduğu için küfretmeyip keyfini çıkarabildim. Enerjim yerine geldi; İstanbul içimi sömürsün diye bir depolandım güzelce.
Sırf bu nedenle , hırslarıma yenik düşüp yavaşlığını sevmediğimi söylediğim İzmir’den tüüüm içtenliğimle, tüm sakinliğimle, gözlerim dolu dolu özür diliyor, bana verdiği her şey için de teşekkür ediyorum.
Yaşasın gevreklik!
1 note · View note
kupuruntu · 2 years
Text
Çamur Banyosu
Tumblr media
30 yaşındayken 70 yaşında hissettiren Türkiye Cumhuyeti gündemine ithafen Termal tesislerdeyiz. Google’da gördüğünüz gözlerine kadar çamura bulanmış, kıllı ve mutlu amcalar gerçek. Gevrek gülüşler acı dolu romatizma ağrılarıyla birleşmiş; 30 yaş bunalımı için müthiş ortam.
Otelin yaş ortalaması 60+ olduğu için çift kişilik oda tutsanız bile yataklar ayrı. Türkiye’de yaşayan 60+ evlilerin öpüşmeyeceği gerçeği ile yüzleşmiş bir kurum olarak öğle yemeğindeki tek ve yegâne yemek çeşidi sarımsaklı makarna. Düşünmeni gerektirmeyecek kadar çeşitsizlik ; bu ara ihtiyacım olan şeylerden biri.
Çamur banyosunu haremlik selamlık diye ayırmışlar ki ben erkeklerin yobazlığı diye düşünerek onlara haksızlık etmişim. Gerçek tüm çıplaklığı ile gözüme karpuz büyüklüğündeki memeler şeklinde tokat attı. 60+ ‘a geçtiğinde gelen o özgüven / umursamazlık sayesinde body shaminge dödüyle gülen teyzeler, terliklerini nerede çıkardıklarını hatırlamadıkları için beni oradan oraya sürüklerken, ortamın genci olmanın haksız gururunu hissetmemek elde değil.
 Ben kırışıklıklarım çıktı diye kolajene, bilimum asitlere abanmışken, çamur banyosu sırasında aldıkları mezar yerlerinden gururla bahseden ninelerimin görmeyen gözlerinden öperim. Ben “ulan çamur selülite de iyi gelir mi ki” diye bacaklarımı çamurla keselerken, bir tanesi kocası öldüğünde çok üzülüp çok ağladığını, ama şimdi hayatın tatlı geldiğini keh keh gülerek anlatıyordu. Ben, selülitlerim ve elimdeki çamur bu duygu geçişli mezarlık alım hikayesini ağzımıza sinek kaçmamasına dikkat ederek ama ağzı açık şekilde izledik.
Bir de hassas konum dakiklik konusunda tam bu topluluğa ait olduğumu gözlemledim. Kahrolsun kurumsal hayat; dakiklikte de termal kominitenin sağladığı düzeni sağlayamıyorsun! Hiçbir kurumsal hayatta böyle bir dakiklik yok; 18:00’de yemek başlayacaksa 18:00’de herkes o salonda; çorbaya banılacak ekmekler alınmış, yemek sonrası içilecek çaya ait bardak tepsinin üzerinde. Hayattaki en kıymetli şeylerden birinin kariyerin falan olduğunu sandığın bir noktada çay bardağına gösterilen bu özen hayata dair ayaklarımı bastığımı sandığım yerin üzerinde obruklar açıyor. Obruklardan da kaynar sular çıkıyor.
Öldürmeyen ama süründüren, 60+ emeklilik döneminde dünyayı gezmek yerine insanları romatizmal ağrıları ve derin kırışıklıkları ile bırakan gündemimize teşekkür eder; sineksiz günler dilerim.
1 note · View note
kupuruntu · 2 years
Text
Postalayamamak.
Kötü ekonominin haberlerde görülmeyen etkileri vol. bilmem kaç.
Yeni yıla elektrik zammı ile falan girdik de henüz faturayı görmediğimiz için anksiyetesi henüz daha az Belki alışmanın verdiği tepkisizlik belki de delirmemek için bir savunma mekanizması.
Yarın nereden vurulacağımızı bilmediğimiz için sürekli bir diken üzerindeyiz; “indirim varmış alayım mı, yarın daha pahalı olur nasılsa.” modları açıldı.
Kitaplar pahalanacak hatta istediğimiz kitapların baskılarını bulamayacağız diye muhtemelen 3-4 yıllık kitabımı stokladım da kartpostal stoklamak aklımın ucundan geçmedi.
Yaklaşık 5 yıldır zaman zaman postcrossing yapıyorum. Severim öyle el yazması notları, pahalı olmayan ama senin için seçildiğinden kıymetlenen hediyeleri, bir şeyi heyecanla beklemeyi… Romantik bir insan da değilim ama bu tür şeylerin romantizmini severim. Kokusunu da.
Bugün arşivlerime bakarken tekrar postcrossinge başlayayım dedim. Kullanılmamış diye sakladığım kartpostallarımı bulamayınca yenisini alayım diye eski dükkanlarıma göz attım.
Şaşırmayacaksınız ama artık kimse kartpostal basmıyor! El yapımı yapan, hiç olmadı dijital baskı kullanan bildiğim tüm matbaalara baktım; hepsi artan kağıt maliyetlerinden dolayı kartpostal basmayı bırakmış. Artan kağıt maliyetlerinden kartpostal basılmıyor.
Artan kağıt maliyetlerinden kartpostalın basılmadığı bir devre denk geldik.
Çere çöpe kaldık. Çere çöpe kalmaya devam edeceğiz bu gidişle.
0 notes
kupuruntu · 2 years
Text
Bilinen Yalanlar
Tumblr media
“Bana yalanlar söyle, hiç sevmesem de. Yalan bile daha güzel, ayrı düşmektense .” demiş Çelik 2006 yılında.
Ben de cumartesi günü son diş randevumdan çıktığımda gözlerimde yaşlar, kalbimde büyük bir yumru ve beynimde bu şarkıyla Osmanbey’den Taksim’e doğru yürüdüm.
Ortam malum; herkes gergin, herkes yorgun, akıllarda tek soru “dolar şu an kaç?” Akıl sağlığını korumak için toplaşıp iki rekat alkol alıyorsun; rakı masasında eskiden dünyayı kurtarırken şimdi unun, yağın hesabını yapıyorsun.
Her şey çok tatsız, çok yavan.
Ağız tadıyla bile kendini melankoliye bırakamıyorsun, sürekli bir hayatta kalma / kaldırma çabası. Bu duyguda yalnız olmamak da bir teselli değil; “keşke yalnız olsaydım, bir tek ben depresyonda olsaydım da durum böyle olmasaydı.” diye düşünmeden geçen saniyeler azınlıkta.
Gidenler gitti, gitmeyenlerin de bir gözü yolda. Kalmak isteyenlerin umudu kırgın, çare bulmaya çalışmaktan bitap düşmüş durumda. Ayrıldık; gün be gün deriden deri kopardı ülke gündemi. Yara bere içindeyiz; yaralara kantaron merhem değil artık.
5 yılı aşkındır aynı diş doktoruna gidiyorum; bir nevi aileden. Sağlam dişe çürümüş dese, al çek seni mi kıracağım derim. Güven ilişkisi kurmuşum en nihayetinde bir dişin lafı mı olur.
Gidecek.
Daha kendine bile tam açıklamamış ama biliyor.
Birbirimize iyi yıllar dilerken ilk defa seneye görüşürüz lafı havada asılı kaldı. Toz kırıntısı gibi ortamda süzüldü, dört kişiydik birimiz tutamadık. Göz göze geldik, seneye görüşürüz dedik ama muhtemelen son görüşmemiz olduğunu kabullendik.
Deriden deri kopardı ülke, bir deri bir kemik kalana kadar da koparacak belli ki.
Taksim’e yürüdük; Gezi Parkı’nda hala polis barikatları, ama ağaçları yasaklayamamışlar kuşlara. Giden geri geliyor; toplaşıp muhabbet ediyorlar barikatlara doğru.
Belki kuşlar gibi oluruz; tekrar buluşuruz gidenlerle. Belki bahara doğru…
1 note · View note
kupuruntu · 3 years
Text
Simyacı
Tumblr media
“Hayatta, her şey işarettir… Evren, herkesin anlayacağı bir dilde var olmuştur, ama insanlar unutmuştur bu dili.”
Yazının tamamı “Simyacı” kitabından alıntılardan oluşacak. Simyacı’yı ilk okuduğumda yaklaşık 12 yaşındaydım; o anki bilincimle ne kadar anlayabildim emin değilim ama bir şey bulacağıma inanmışım ki 27 yaşındayken çöle gittim.
“Kendi hazinemi bulamadığım için gizli hazine bulan herkesten nefret edeceğim.” Ben çölde bir şey bulamadım bulmasına da, bulamadım deyip yerine oturamıyor insan aramaya başlayınca.
“Bir şeye karar vermek başlangıçtan başka bir şey değildir. İnsan bir şeye karar verdiği zaman, karar verdiği sırada hiç öngörmediği, düşünde bile aklına gelmeyen bir yöne doğru, şiddetli bir akıntıya kapılıp gidiyordu.”
Rüzgârdaki yaprak gibisin dedi Didem, çok savruluyorsun. O savruluyorsun dediğinde üstümde şişko baldırlarıma yapışan gri kumaş pantolonum ve 2.paketi yeni açtığım sigaramla çakmağım vardı. Son paketin son sigarasını ise yarım saat önce içmiştim.
“Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum, çünkü o zaman yaşamak için bir sebebim olmayacak.”
Aramaya ara vermek diye bir şey varmış mesela. Uzun süre içtik, eğlendik, sofralar kurduk, sofralar topladık. Ağızlar alkol kokuyor, düşüncelerde Fadime’nin düğünü çalışıyordu.
“Yaşıyorum, dedi delikanlıya, aysız ve kamp ateşsiz bir gecede, hurma yerken. Ve bir şey yerken yemekten başka bir şey düşünmem. Yürüdüğüm zaman da yürüyeceğim, hepsi bu. Savaşmak zorunda kalırsam, ölüm şu gün ya da bu gün gelmiş vız gelir tırıs gider. Çünkü ben ne geçmişte, ne de gelecekte yaşıyorum. Benim yalnızca şimdim var ve beni sadece o ilgilendirir. Her zaman şimdide yaşamayı başarabilirsen, mutlu bir insan olursun. Çölde hayat olduğunu, gökyüzünde yıldızlar olduğunu ve insan hayatının özünde bulunduğu için kabile muhariplerinin savaştıklarını anlayacaksın. O zaman hayat bir bayram, bir şenlik olacak, çünkü hayat yaşamakta olduğumuz andan ibarettir ve sadece budur.”
Zaman tekilaya alerjim olduğunu öğretti ama aradığım şeyi bulmama pek de yol göstermedi. “Değişmek istemiyorum, çünkü nasıl değişeceğimi bilmiyorum. Artık tam anlamıyla kendime alışmış durumdayım.”
Sonra da alışkanlığın dışına itildim bir anda. Korktuğum başıma geldi, 24 gün kapalı kaldım bir odada. Korktuğu başına gelince insanın korktuğunun ne kadar önemsiz olduğunu anlayabiliyormuş meğerse.
“Ve bunu gerçekleştirmek için, başarısızlığa uğramaktan korkmamak zorundayım. Başarısızlığa uğramak korkusu, şimdiye kadar Büyük Yapıt’a girişmeme hep engel oldu. On yıl önce başlamam gereken şeye ancak şimdi başlayabiliyorum. Ama yirmi yıl beklememiş olduğum için de mutluyum.”
Düzenden çıkmamı engelleyen tüm bahanelerimi saydım tekrar tek tek. Elle tutamadım bahaneleri; aktı gitti parmaklarımın arasından.
“Çünkü vahada kalma nedenin, aslında bir daha geri dönememek korkundur yalnızca.”
7 notes · View notes
kupuruntu · 3 years
Text
Bayram Ziyareti
Tumblr media
Kaçamadık, yakalandık. Evimize girdi korona.
Kendi yanlış yapsa da şansı sayesinde her işi yağ gibi akan insanlardan olmadım. Maalesef eşim de onlardan biri değil. Murphy Kanunları ikimiz için yazılmış ve hala uygulamada; eğer ters gidebilecek bir şey varsa bizde ters gider.
Mart 2020’den beri ultra büyük bir kapanma yaşadık; çevremizdekilerin çoğundan daha sert kurallarla geçirdik, hala da geçiriyorduk bu dönemi. Kimseyle görüşmedik, evden gerçekten zorunlu olmadıkça çıkmadık. Çıktıysak da sabahın köründe, en sakin zamanları seçtik. Ülke gündemi, kısmi hapis hayatı, bitmeyen tedbirler derken akli melekelerimizin canına okuduk.
Sakinleşelim, iyice saçma sapan bir duruma gelmeyelim diye tatilimizi sadece +1 kaptan olacak şekilde tekne kiralayarak geçirdik. Bayramda korona nedeniyle yanlarına gitmediğimiz ailelerimizin kalplerini kırdık.
Verdiklerimiz verebileceklerimizden daha fazlaydı ama edinimimiz bu sürecin sonunda korona oldu.
Thanks Murphy, you mf!
İsyanım eşim iyileştiğinde daha büyük olacak, o belki ayrı bir yazının konusu ama şu an evdeki durumu anlatayım. Belki maskeler çantalardan / kollarınızdan ağzınıza geçiş yapar !?
Eşim yatak odasında mahsur. Ben kapıya yemeğini, ilacını bırakıyorum, kapıyı tıklayıp uzaklaşıyorum ki kendisi bıraktıklarımı alabilsin.
Sık ilacı var; bu bahane ile kapısını çalıyorum ama ilaç aralarında dinlenmesi için kapıyı çalmamaya dikkat ediyorum. O arada gerçekten uyuyor mu, bayıldı mı, iyi mi, bir ihtiyacı var mı diye de diken üzerindeyim. 3 günde toplasan 1-2 saat uyudum.
Korona test sonucu çıkana kadar 3 defa hastaneye gittik, PCR sonucuna kadar korona olduğundan emin olunamadı ve ateşi 39’un altına sadece ve sadece hastanedeyken serum ile düştü. Dağ gibi adamın hareket etmekte ne kadar zorlandığını görseniz ve hiçbir şey yapamamanın çaresizliğinizi bir kere hissetseniz belki de o partiye gidip saçma sapan eğlenmeyeceksiniz.
Sonradan gurme, yemeğe aşk ile bağlı olan kendisi şu an neredeyse hiçbir şey yiyemiyor, yediklerinin tadı gitti, midesine inenler de benim dır dır ve zorlamamla yemeye çalıştıkları.
Ki şükrediyorum biz iyi geçirenlerdeniz, umarım bu günümüzü aratacak daha kötü bir gün yaşamadan bunu da atlatırız. Bunu bir atlatalım büyük bir nefret topu olarak sahalara geri döneceğim.
Bayağı sinirliyim; imkanı olanlar bizim korunduğumuzun yarısı kadar dikkat etseydi ne biz bunu yaşardık ne de ben bu kadar sinirli olurdum. Korona olmazdık demiyorum; olma ihtimalimiz hep yüksekti ama 1,5 yıl biz evde bitsin diye uğraşırken normal hayatına, sosyal ilişkilerine, buluşmalarına ve kavuşmalarına aynı şekilde devam edenlere çok kızgınım.
Hasetli bir kızgınlık bu; çünkü ne gerçekten hayatlarında bizimki gibi anti-sosyal bir forma bürünüp ellerindekilerden oldular, ne de hasta oldular. Kimse hasta olsun istemem ama bu bize reva mı diye de sormadan geçemiyor kalbim.
İmkanı olmayanlar, dışarıda çalışmak zorunda olanlar için kızgınlığım kişilere değil ve daha da büyük.
2021- Kurban Bayramı itibariyle koronadan bizi ziyaret etti, evdeyiz, baklava yiyemiyoruz.
Siz gezin.
0 notes
kupuruntu · 3 years
Text
Hükümsüzlük
Tumblr media
Odağımı kaybettim, hükümsüzdür.
Kitaptan iki sayfa okuyorum; tamamen alakasız bir şekilde 10 kusur yıl önce otobüste bir kadının, arkadan binip AKBİL basmadığım için bana hunharca bağırdığı aklıma geliyor*. Dizi / film izleyeyim diyorum; kadının rujunda aklım kalıyor. Gazete okuyayım diyorum, okuduğum kelimeleri “bu ne ola ki” diye googlelamaya başlıyorum.
Mesela bu yazıya başladım, bir önceki paragrafın son cümlesinin ardından arka planda çalan şarkıyı beğenmedim, değiştirdim. Yeni şarkı başlamadan önce reklam olarak “University of Cumbria” çıktı. Cumbria nereymiş diye biraz araştırdım, sonra üniversiteye baktım, sonra ücretlerine baktım ve “ aa ben bir şeyler yazıyordum.” diye hatırlayarak ana sayfaya geri döndüm. Hatta arada acaba sosyoloji okusam mı açık maçık diye de düşündüm.
Annem yanımda olsa maymun iştahlı der, hep dedi. Ama ben bunu hayatım boyunca sürekli bilmediğim bir şeye hazırlanmak olarak gördüm. Bilmediğim bir şeye hazırlanıyordum, onun için her şeyi bilmeliydim ki “o şey” karşıma geldiğinde ona hazır olayım. Nitekim yıllar yılları kovaladı, ben her şeyden biraz bildim ama “bir” şeyi tamamıyla bilemedim. Her şeyden azıcık tatmam ortamlarda muhabbeti güzel insan statüsüne beni getirdi ama bir yandan da kendimi tanımlamamı imkansız hale getirdi. Eh karantina ile birlikte muhabbet edeceğim kimse de kalmadığı için “muhabbeti güzel insan” sıfatından da mahrum kalıp patatese döndüm.
Ancak ve ancak bugün artık beklediğim “o şeyin” gelmeyeceğini kabullendim. Bırak o şeyi, hiçbir şey için hevesim yok yeni bir kelime öğrenmeye, denemeye, araştırmaya. Tevekkülün Allah'ına ulaşmayı planlıyorum, ben yaptım yapacağımı dostum; karmadan mı gelir, kaderden mi bilmiyorum ama ne geldiyse artık kabulüm. Bir gram elimi oynatacak halim kalmadı. Gelirsen kapıyı üç kez tıkla.
Yazı başı Hanya’ya giderken sonu Konya’ya gitti. Başı ayrı kıçı ayrı oynuyor diye de bir deyimimiz var, o da duruma uygun. Zaten odağımı kaybettim demiştim.
Hükümsüzdür, bir daha söyleyeyim.
*İstanbul 65G’ye önden binmek imkânsız. Arkadan binip inince AKBİL’i basmak gerekiyor ki AKBİL arada kaybolmasın.
0 notes
kupuruntu · 3 years
Text
Purple Haze
Tumblr media
Jimi Hendrix’in bu şarkıyı yazma nedeniyle, benim bu yazıyı yazma nedenim farklı olsa da ; “Lately things they don't seem the same” baby.
Hayatımda her şeyi bu kadar kişisel algıladığım bir dönem olmamıştı; her şey benimle alakalı, her şey benim yüzümden, herkes bir şey olduğunda bana küfür ediyormuş gibi. Bununla birlikte ayaklarımın hiç yere basmadığını hissettiğim bu dönemin birbiriyle denk gelmesi beni duvardan duvara vuruyor.
Duvara karşı değil ama duvardan duvara kafamı vurduğum bir yeni dönem daha.
“Bir şey yapmalı!” diye ayaklanıyor, “yahu, peki ne yapmalı?” diye geri oturuyorum. Rüzgârda savrulan plastik çöp poşeti gibiyim; işe yaramışım, şu an yaramıyorum, rüzgâr nereye eserse beni götürüyor- tutunamıyorum, üstüne üstlük de yakında bir şeye zarar vereceğim.
Rüzgâr kim, neden tek sürükleniyorum diye düşünürken yanda sürüklenen çöp poşetlerine gözüm ilişiyor. Beraber sürükleniyoruz da el ele tutuşamadığımız için ağırlaşamıyoruz, sertleşemiyoruz. Başka türlü günde minimum 7 saat çevrimiçi toplantı yapıp da bu kadar boşlukta hissetmemin bir açıklaması olamaz.
Yalnızlaştık dostlarım; o kadar yoğun ki her gündem, bir saniye durup ne düşünüyorum, ne hissediyorum, nasıl düzeltirim demeye vakit kalmadı. Birbirimize destek olmak için birbirimizin dertlerini dinliyor ama sonunda çözüm üretecek kadar temiz kafamız olmadığı için, “neyse hayırlısı bakalım” diyerek telefonları kapatıyoruz. Beraber duramadığımız için kendimizinki dâhil hiçbir düşünceye güvenemez, o düşüncelere sarılamaz olduk.
Uyanık bir koma hali; kedim sevmediği konularda benden daha hızlı aksiyon alabiliyor.
“I'm just a soul whose intentions are good
Oh Lord, please don't let me be misunderstood”
1 note · View note
kupuruntu · 3 years
Text
Sistemsiz Egitim
Tumblr media
Varoluş sancılarımda 1237104873. bölüme hoş geldiniz. Bu bölümümüzde kendimizi bilmezliğimizin suçunu eğitim sistemine (!) atıyor olacağız. İsterseniz konu başlıklarımızı inceleyelim;
· Bu konuya nereden geldik,
· Geldik de ne elde ettik,
· İstiklal Marşı ve kapanış.
Bir süredir eğitim sistemi ile ilgili kitaplar okuyorum nedensizce. 3 yaşında kreşe verilmiş ve 22 yaşında üniversiteden mezun olmuş biri olarak, bil fiil 19 yıllık eğitim/ öğretim hayatım var. Onun dışında da okuduğum tonlarca kitap, araştırdığım onlarca konu… Üzerine de hala iş yerinde almakta olduğum saatlerce eğitim de cabası. Öğrenmenin yaşı yoktur da ne öğrendim, ne oldu şimdinin cevabı çok flu.
Bir gün “çok mu lazımdı bu kadar zamanımı okulda geçirmek” dedim, buralara geldik. Yazacaklarım kendi deneyimlerimden ve okuduklarımdan çıkarımlarım, eminim bu konularda yazan/ düşünen çokça insan vardır. Beni yönlendirirseniz varoluş sancılarıma yenilerini ekleyerek devam edebilirim.
Önce eğitimin zorunlu olması gerekip gerekmediğinden başladım. Zorunlu eğitimin süresinden bağımsız olarak okula gitmenin zorunluluğundan dem vurmak istiyorum. Binlerce çocuğu minimum 5 saat bir yerde tutmaya zorlayacaksanız ki zorluyoruz; bunun hesabı verilebilir olmalı.
Fırsat maliyeti diye bir şey var sonuçta; çocuğu minimum 5 saat bir yerde tutuyorsun; orada olduğu için dışarıda oyunla geçirebileceği, daha keyifli sosyalleşebileceği, ya da gerçekten hayatta keyif aldığı, daha başarılı olacağı şeyleri öğrenebileceği zamanını kendine ipotek ediyorsun. İpotek edilen zamanın karşılığında ise eşit, erişilebilir, herkes için ölçülebilir ve sonucunun anlamlı (?) olacağını söylüyorsun. Eh o zaman böyle de olmalı.
Olmadığı dünyadaki özel okulların baskınlığı, devlet okullarındaki sıkıntılar, öğretmen kalitesi, öğrencinin gelişim noktaları sorunları tamamen dipsiz kuyu.
Ama bunu şimdilik konu dışı tutarak gerçekten eşit, erişilebilir, herkes için ölçülebilir ve anlamlı(?) sonuçlu olduğu hayalî dünyamızda başarı kıstasımız ne sorusuna cevap arayalım. Dakikada 300 kelime okuması, üç dakikada çarpım tablosunu ezbere sayması mı, öğretmene bağlı sübjektif sınav sisteminde 100 üzerinden 100 alması mı? İlk 12 yıllık eğitimde hayati becerileri kazanmayan çocuğun üniversite sınavında ilk 100’e girmesi ne tür bir başarı olur?
Örneğin benim empati yeteneğim yüksektir, herkesi çok iyi mimikleyebilirim, sınavların çocuğunu öğretmenlerin ne soracağını tahminlemede iyi olduğum için büyük başarı ile geçtim. Bu neyin ve kimin başarısıdır, başarı mıdır?
Sonrasında kabullenilmiş çaresizliğimizi bir kenara bırakıp farklı eğitim/ öğretim türlerini araştırdığımda doğru soruyu sorabildiğimi fark ettim. Evde eğitimi araştırıyordum; evde eğitim yapılabilir olsa ve bana bir müfredat verilmese nasıl bir eğitim vermek isterdim diye düşündüm ve ana sorum şu oldu; “ne için eğiteceğim?”
Ne amaçla eğitildik, ne için öğrenmeye devam ediyoruz, eğitim sisteminin bir amacı var mı bizi motive edecek ve biz bu motivasyonu biliyor/kabulleniyor muyuz?
· Neden sınavlarda en yüksek notu almaya çalıştık; iyi bir üniversiteye girebilmek için,
· Neden resim yapmak istiyorken matematik turnuvalarına hazırlandık; çünkü iyi üniversiteye girmek için matematik biliyor olmamız gerekiyordu,
· İyi üniversite kıstasımızda ne vardı; birkaç üniversite, birkaç bölüm… İyi tanımını kim neye göre yaptı?
· İyi üniversiteye neden girmek istedik; iyi bir işimiz olsun diye,
· İyi iş tanımı neye bağlı; maaş, mevki?
· O maaş mevki ile ne yapmak istiyorduk?
Ne yapmak istediğimizi bilmediğimiz bir para ve unvan için, amacının ne olduğunu bilmediğimiz bir düzenin içinde vakum etkili sürüklendik. Sonra da “aman ben bu işte mutsuzum, bunun için mi bu kadar çalıştım, bundan daha iyisini hak ediyorum” sancıları.
Annem “elin ekmek tutsun, kendini kurtar da bir…” diye cümleleri çokça kurdu mesela bana. Deli misin kuzum, aç kalmamak için minimum 12 yıl boyunca insan her gün bir yerde zorla tutulur mu allasen. Böyle kurtarmış mı olduk kendimizi, bu mu oldu yani?
Bireysel bazda amacı olmayan bir sistemden amaçsız insanlar topluluğu çıktığında ve kendilerine tutunacak bir dal aradığında da neon ışıklı şımarık yaftası yapıştıranlara inat; benden alınan zamanımın hesabını sormaya, kendimin nerede iyi olduğumu bulmaya, başıma neyin neden geldiğini anlamaya çalışmaya devam edeceğim.
Zira “bizi size koşulsuz itaat edenlerle karıştırmayınız.” dedim bir kere.
2 notes · View notes
kupuruntu · 3 years
Text
Bittim Çiçeği
Tumblr media
Tüm hafta yapmak istediklerimi cumartesi-pazar kısıtlamalar nedeniyle dışarı çıkamayacağım için hafta sonu yaparım diye bırakıyorum. Hafta sonu geldiğinde ise uzun öğle uykusuna yatıyor, Netflix’te sevmediğim sahneleri hızlı geçerek dizi sezonları bitiriyorum. Şimdiye kadar minimum 10 tane dizi bitirdim; her birinde karakterin yerine kendimi koydum ki hayatta olduğuma dair bir şeyler hissedebileyim.
Minimum 5 kilo aldım, sevdiğim/sevmediğim hiçbir pantolonun içine giremiyorum, yeni pantolon aldım onu da yanlış almışım ,ona da giremedim, şimdi bir de onu iade etmekle uğraşacağım. Zayıflamaya dair motivasyonum sıfır; eşim ve kedim dışında beni gören kimse yok. Kendim de aynaya bakmadığım için “kendin için zayıfla sister” saçmalıklarına da karnım oldukça tok; açıkladığım üzere yer türlü çok yiyorum.
Kardeşim mezun oldu; yıllardır beklediğimiz bir şeydi ama şu anda o da İstanbul dışında iş bulacak bu lanet şehirde iyice yalnız kalacağım diye depresyonuma depresyon ekliyorum. En sevdiğim yaşam stili.
Zaten cumartesi- pazar kısıtlamasına uyan da üç beş kişiyiz. Geçen hafta bir manava gideyim dedim bir tek ben evdeymişim, sokak ana baba günü. Ama sevgili(!) mahallende kalacaksın; öyle bir taksiye atlayıp biraz deniz göreyim dersen kısıtlamaya takıl ceza yersin. Bununla birlikte kayak yapacaksan, ya da araban varsa cuma akşamından çıkıp pazartesiye kadar kafayı dinleyebilir, ağaç/toprak/ deniz / dağ görebilir sonra pazartesi “ay ben de çok bunaldım kısıtlamalardan “diyebilirsin. Neden olmasın… Nasılsa dilin kemiği yok.
Akşam 6’da biten işin varsa 9 kısıtlamasından önce de dışarı çıkman çok kolay değil; işten çıkıp direkt gideceğin yere gitmeye çalışsan bile trafiği, boku, püsürüğü 9’a eve geri döneceğim diye ayrı stres. Hani rahatlamaya çıkmıştın ya; stres üstü stres.
Hafta içi dışarı çıkama, hafta sonu dışarı çıkama, ev maksimum 60 metre kare. Vur prangayı bacağıma da hapis yattım diye jargon keseyim, boncuk dizeyim. Dışarı çıkınca da maksimum 3km karede sıkışıp kaldığıma göre hapisten hafta sonu izni ile çıkanlardan çok daha iyi durumda değil gibiyim…
İsyanım virüse falan değil, virüste yaşadığımız sınıf farklılığına, virüsten sonra da yüzümüze yapılmış dövme gibi kalacak fakirliğimize, geri kalmışlığımıza, daha da kötü olacağını bildiğimiz geleceğimize.
Keşke hayatımı da sevmediğim sahneler gibi hızlandırıp geçsem.
0 notes
kupuruntu · 3 years
Text
Travmalar , Metro Merdivenleri ve Öbür Kediler
Tumblr media
Her sabah güne “Acılara yürüyor,korkmuyorum” şarkısı ile başlıyorum, aralarda “Mr.Bombastik, telly-fantastic “ diye sallanıyor, gece yatağa “bu daaa geçeer” ile giriş yapıyorum.
Yasın beş evresi teorisindeki kabullenme aşamasına geçtim, depresyon aşamasındaki yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim. Bu aşamaya gelirken hep yanımda olan geçmiş utançlarım ve pişmanlıklarıma da saygılarımı sunarım; beni hiç yalnız bırakmadınız.
Örneğin 10 yıl önce Paris’te bir metroda yuvarlanışım… Evde mısır unlarının üzerine tarih etiketi yapıştırırken aklıma geldiğin için minnettarım. Ya da 5-6 yıl önce çok sarhoş olduğum için çok konuştuğum bir gecede yan masadan “bu kızı buradan götürün, beynimi şişirdi. ”diyen adam; neredeysen umarım bu pandemide konuşacak insan arayacak duruma gelmemişsindir. En yakın arkadaşım yurtdışı eğitimini uzatmak için dilekçe yazarken, benim benlik bu kadar yeter diyip dilekçeyi yazmayışım; “ acılara yürüyor , korkmuyorum.”
İnsanın kendisiyle zaman zaman yalnız kalması iyi de;32 yıllık hayatım ülkenin yaşadığı “tarihi” günlerle ve her gün yaptığım hatalardan bir şey öğrenerek geçti; bir 32 yıl daha bu tempoyu kaldırmaz bünye.
Rakıyı çok sevmem; tırcı birası severim; tenekede Efes Malt, hatta Skol de baş ağrısı yapması dışında fena değildir. Herkesin her şeyi bu kadar çok bilmediği, bilmediği için de boş boş konuşmadığı bir yaşam evremde köpek öldüren şaraba IceTea şeftali karıştırıp, çok keyifli zamanlar geçirdiğimiz de oldu.
Demem o ki rakıyı sevmem pek; ama şu an bir rakı masasında dünyayı kurtarmaya ihtiyacım var. Dünyayı kurtarmaya yükselip sonrasında darbuka sesi ile masanın üstünde göbek atmalıyım.
“Çile bülbülüm,çileeeeeee”
0 notes
kupuruntu · 3 years
Text
Gücümüz Birligimizden Gelir
Tumblr media
Dünya için küçük kendim için büyük bir havadisle haftayı kapattım; hak ettiğini almayacağını bildiğim bir arkadaşımın hak ettiğini alabilmesi için küçük bir örgütleme gerçekleştirdim. Ve sonuç; bu bizim hakkımız söke söke alırız!
Her şirketin kendi içinde çalışanlarını motive için kullandığı minik araçlar var; birileri ayın elemanı seçer, birileri plaket verir, birileri çay-kahve ile ödüllendirir gibi… Benim çalıştığımda da mini bir plaket hediye ediliyor. Bu plaketi almanın birçok yolu var; ya yöneticin verecek, ya iş yerinden minimum x sayısında insan bu plakete seni önerecek.
Benim kariyer yolundaki yaşadığım saçmalıklarla birleştiğinde deli gibi çalışmama rağmen hayatımda bir kere alabildiğim, o da hak ettiğim için değil de benimle birlikte herkese verildiğinde aldığım bir plaketti. Bana göre bu plaketler benimki gibi anlamsız şekilde alınınca motivasyon düşüklüğüne sebep olan ama çok iyi kullanılsa dahi diğer iş yeri koşulları iyi değilse maksimum üç beş saatlik ara gaz verdirip balon gibi sönen şeyler.
Bununla birlikte bu plaketlere karşı ultra korumacı davranıp asla çalışanlarına vermeyen bir kitle var. Sabahlara kadar çalışsan da bunu işinin gereği gibi gördüğü için ekstra bir efor koyduğunu düşünmeyen, bunu söylediğinde ise biz böyle görmedik diyerek kuşak farklılığına sığınan bir kitle. Janjanlı adı ile X jenerasyonu; bizim zamanımızda büyüklerimizin sözünden çıkamazdık tayfası.
İşte bu iki başlık birleştiğinde iş başa düştü; eğer yöneticiler vermemekte ısrar ediyorsa plaketi almanın diğer yolunu kullanmalıydık; iş yerinden x sayıda kişinin aynı kişiyi önermesi versiyonunu…
Bu versiyon bir anket ile tüm çalışanlara gönderiliyordu; haliyle herkes bireysel doldurduğu için o an aklına gelen kişiyi yazıyordu. Ama çalışan sayısının binleri aştığı bir şirkette oyların aynı kişilerde toplanması olasılığı düşüyordu.
Ey insan kaynakları sen mi güçlüsün ekip mi; anket açıldığı an plaketi hak ettiğini düşündüğüm bir arkadaşımın adını hemen diğer arkadaşlarıma ilettim. Hepimiz aynı kişiye verirsek hakkı olan plaketi alabilecekti. Ne oldu biliyor musunuz; plaketi aldık!
Dedim ya dünya için küçük kendim için büyük bir havadis diye; ilk yılında plaketi alan ilk arkadaşımıza bu plaketi BİZ vermiş olduk. Hak etmişti, hak ettiğini de BİZ verdik. Üç-beş saatlik mutluluk etkisini belki bir iki güne çıkardık; çünkü o arkadaşımıza seni görüyoruz, senin farkındayız, bunu hak ettin, iyi ki varsın diyebildik. Yan yana olamasak da omuz omuzayız merak etme dedik. Bunu demeyi bile zül görenlere, siz demezseniz biz hallederiz dedik.
Plaketi aldıktan sonra bizim evde “bu bizim hakkımız, söke söke alırız!” sloganları yankılanıyordu.
Bu bizim hakkımız, söke söke alırız…
2 notes · View notes
kupuruntu · 3 years
Text
Yeni Modern Zamanlar
Tumblr media
Arkadişlar merhaba,
Nasıl ayda 40 saat mesaili çalışılır ve bunu nasıl normal hale getirdik yazıma hoş geldiniz!
Üniversite 1. sınıfta sosyoloji dersinde Charlie Chaplin’in Modern Times’ından bir bölüm izletilmiş ve üzerine yorumlar yapılmıştı. Üzerinden geçen 10 kusur yıl, dersteki içeriğin tamamını hatırlamama engel olsa da Luddizmin hayatıma girdiği gün olarak anılarımda yerini almıştı. Luddçular ( Makine Kırıcılar) üzerinde konuşulması gereken ayrı bir konu olsa da ne zaman bunalıp “artık bu bilgisayara kafa atcam heaaa!” desem, aklıma gelen yegâne şeyler onlar. Sevgilerimle işçi kardeşlerim.
Adına devrim denildiğinde karizmatik etki yaratan ama her devrim kanlı geçer sözünü destekleyici şekilde işçinin kanı ile sulanan şu endüstri devrimleri korona ile yine çalışanlara zehirli öpücüğünü kondurdu.  1. Endüstri devrimi ile azalan çalışma saatleri, 4. Endüstri devrimi ve koronanın verdiği yetkiye dayanarak 18. Yüzyıl kriterlerine geri döndü; YEAYYY!
Teknoloji gelişti ya; evine bilgisayar verdiler , eh zaten netflixini izlediğin internetin de hali hazırda vardı. Üstüne seni koronadan korumak için evlere gönderdiler, sen de sevgili şirketine tuvaletini yaparken bile çalışarak borcunu ödeyebilirsin dostum. Tabi canım, öyle ofislerde çalışırken verdiğin kahve molalarını evdeyken vermene gerek yok; kimle neyi konuşacaksın zaten. Öğle arasında 5 dakika gecikmek de nesiymiş evdeyken, sanki fizana gidiyorsun yemek için… Ne gecikmesi hatta yerken de arada maillerini temizleyebilirsin; altında eşofmanın var daha rahat nasıl çalışabilirsin ki… Bir de çalışma saati mi; saçmalama bebeğim. Kim 8:30- 17:30 çalışıyor ki şu dönemde; şükret işin var, şükret ofise gitmeden çalışabiliyorsun, ne olur ki 22:00’ye kadar çalışsan; eve yürüme derdin yok, sıcak / soğuk derdin yok, yorulduysan cubbala yatağa, mis. Zaten sana gelen iş de bu “zor” zamanlarda makul görmen gereken düzeyde, bir insan gibi değil 5 insan gücüyle çalışacaksın;  boşuna mı aslanım, kaplanım dediler sana şimdiye kadar. Şükret,çalış, akıştaki dinamiği bozma, tekleme, düşme, ayakta kal, enerjik ol, kendi motivasyonunu sağla,yanındakine motivasyon ver, çalış, çalıştır, gülümse, dırdır etme,kimsenin düşmesine de izin verme, saygını bozma, dikkatini dağıtma, kendine gel, KENDİNE GELLLLLLL!
Delirdiniz mi? Ben delirdim de siz de mi delirdiniz. Neden buna normalmiş gibi davranıyorsunuz, neden gecenin 22:00’sinde bir şey gönderdiğinizde çalıştığınızı göstermiş olmanın sevincini yaşıyorsunuz; arkadaşlar delirdiniz mi? Gecenin bir yarısı atılan maillerin tamamı sizler için acı içinde kıvranmama neden oluyor. Neden 2-3 yüzyıl geriye gitmemizi isteyen sisteme destek oluyorsunuz, onu insancıl çalışma koşullarına itmek varken, neden sizi daha da sömürmesine izin veriyorsunuz.
Diyorum. Sonra da her zamanki gibi eklemek zorunda kalıyorum; çünkü dışarıda iş yok. (?) Daha kötüyü göstererek mevcut duruma muhtaç / mahkûm bırakma dönemi yine. Yoksa katlanır mı bunca insan dişlerini sıkarak uyumaya, patronunun cinsiyetçi – egoist tavırlarına la havle çekmeye, aşağılanmaya- sahte pohpohlanmaya göz yummaya…
Makine kırıcılar gibi tekstil makinelerini kırmayız, bilgisayarlarımıza gözümüz gibi bakarız da … Tamamen delirmemize ramak kaldı...
0 notes
kupuruntu · 3 years
Text
Yeni Yıl Özel Yazı
Tumblr media
İnsan umut etmeden yaşayamıyor azizim, hem umuda ihtiyacı oluyor hem de yaşadığını ispatlayacak şeylere… 2020 dediğimiz yıl umutları bombalayarak darmaduman etti, üstüne bir de yaşadığımızın kanıtı olan sosyal ilişkilerimizi paramparça dağıttı.  Göz göze gelemeyip evden çalışan kitleyi şanslı kitleden saydık daha ötesi var mı; göz göze gelemedik, iki rekât muhabbet edemedik yahu.
Kameradan konuşmaktan helak olduk. Bu yıl itibariyle artık yeniden karşımdakinin göz bebeğinin küçülüp büyümesini gözlemlemek istiyorum, hatta bunu gözlemlerken de maske olmaksızın dudaklarını da görmek istiyorum. Yeni yıldan yegâne dileğim bu oldu mesela. Bunu yapabiliyorken her şeyi başarabilirim gibi hissediyordum; tekrar yapabilirsem yine her şey yapılabilirmiş gibi geliyor.
Bir önceki postta yaşadığım stockholm sendromumum hafifledi. Hissettiklerimin sadece ve sadece benden kaynaklanmadığını anlayınca rahatladım; sakince delirmişim ama yalnız değilmişim. Mesela çalıştığım ekipten biri “artık dişlerimi sıkarak uyumak istemiyorum.” dedi ve istifa etti, bloğum başka çalışanlar da yalnız hissetmesin diye bir youtube yayınında okundu ve insanlar bloğun tamamını okumak istedi, okuyan kişi benim dışımda birçok kişiyle daha muhatap olduğu için yalnız olmadığımı defalarca söyledi… Anne ben ünlü oldum!
Şakası bir yana kendimi çöp suyu gibi hissetmekten, geri dönüştürülebilir atık gibi hissetmeye terfi ettim, kendimi geri dönüştürmek için sağa sola salça oluyorum. Leş gibi bir yıl geçirmiş olabiliriz ama bu yıl da eskisi gibi yaşasaydık varlığını asla bilmeyeceğim ya da değerini anlamayacağım insanları hayatıma kattım.
Sanırım hayat böyle bir şey; bir dibe vuruyorsun, hop dibe geldim hayrola bir ayaklanayım diyorsun… Buradan bu çirkin yılda benim varoluş krizlerimi dinlemekten yılmayıp hep yanımda olan, kafamı toparlamamı sağlayan, benim işlevselliğimi fark ettiren / hatırlatan herkese ve bir anda Pollyanna'ya dönüşmemi sağlayan Passifloraya teşekkürlerimi sunarım.
İyi seneler !!!
Dip Not: Resimdeki passifloranın çiçeği ;)
1 note · View note
kupuruntu · 3 years
Text
İçime Sıgmadı Tastı-Mini İc Döküs
Bugün neye karar verirsem doğru çıksa da şansa doğru çıkmış bir karar olur; o kadar şuursuzum. O kadar üst üste mutsuz oldum ki artık stres seviyem kontrol edilebilir olmaktan çıktı. Bu nedenle annemin yoğun ısrarı sonucunda hafif minik sakinleştiriciler alıyorum ki tansiyonum fırlayıp beyin kanaması neyin geçirmeyeyim.
Bugün yine bir yatak odası tavana bakma seansımda işimi sevip sevmediğimi düşündüm. Güncel durumda çok ağır pazartesi, salı, çarşamba, perşembe, cuma ve pazar akşamı sendromu yaşıyorum. 8 yıldır aynı iş yerinde farklı departmanlarda çalışmış biri olarak iş günü depresyonunun pazartesi sendromundan 6 güne yayılması çok hayra alamet değil açıkçası.  Bu sendromlarımdaki artış yaptığım şeyle mi alakalıydı yoksa nasıl yaptığımla mı, bunu çözmek için tüm gün düşündüm. Çünkü eğer yaptığım iş ile alakalıysa çözüm farklı, nasıl yaptığımla alakalıysa çözümüm farklıydı; günün sonunda yaptığım iş ile ilgili değil de nasıl yaptığımla alakalı olduğuna karar verdim.
Neredeyse iki yıldır aynı birimde çalışıyorum, yapılan işi sevdiğim birimde. Ama bu iki yılın neredeyse bir buçuk yılında kalbim stresten sıkışır vaziyette çalıştım ve bu böyle aşık olunca kalbin sıkışır, heyecandan kalbin sıkışır falan öyle değil, bayağı bayağı ağlayarak kusma refleksine vardıran bir kalp sıkışması ile… İki yıl öncesindeki ben yeni şeyler öğrenmeye hevesli, yapılan işi daha da iyi yapmaya çalışan, olabildiğince yapıcı bir insandım. Şu an ise sekiz yıl önce işe ilk başladığım günkü birimimden hiç çıkmasa mıydım, sabah 9- akşam 6 çalışıp maaşımı mı alsaydım diyen bir insana dönüştüm. Nedeni de her gün kazana atılmam. Reel anlamda her gün farklı bir kazana atıldığımı hissediyorum altı cayır cayır yanan. Hani “bu iş çok geliştirici, her gün yeni bir şey öğreniyorsun, hiç heyecanı bitmiyor.” denilen işler var ya; bu işlere girerken “peki tamam da nasıl öğreniyorum?” kısmını da sormak lazımmış.
Ben şu anda böyle bir iş var, yapılacak, o zaman yapıla, nasılı da kendi kendine buluna tarzında çalışıyorum, hem de çıkan hatası da karneme eksi olarak yazılacak cinsten, iki yıldır bu böyle. Kendi kendime gözlerim bağlı yön bulayım, yol bulayım diye harap oldum ama o arada teknik iki, üç program öğreniyorum, benim için gelecekte faydalı olacak diyerek katlandığım, sakin kalmaya çalıştığım bir dönemden geçiyordum. Hop görevimin kapsamı değiştirildi; hem de istemiyorum dediğim halde.  Şu an yine hiç bilmediğim bir şeyi, yine gözlerim kapalı- desteksiz doğru yapmaya çalışıyorum, üstüne üstlük bağımlılıklarım da arttı. Ben yapamazsam, bana bağlı olan kişiler de bir şeyler yapamıyor durumda, boş verip biraz nefes de alamıyorum. Öğrendiğim için mutlu olduğum programları şu an aktif kullanmıyorum, bu sürecin sonunda körelmiş olarak çıkacağım. Üstüne üstlük benim gibi zaman zaman sosyal fobileri tetiklenen biri için daha da korkunç olan şey; sürekli bir sürü kişiye sunum yapmam gerekiyor.
Beni sakinleştirmek için ya da inanarak bazı arkadaşlarım bunun benim için çok faydalı bir süreç olduğunu ilettiler. Eminim kazanımları olacaktır; hiç kuşkum yok. Ama o kadar kendimden verdim ki bu süreçte, gelecek kazanımların beni sıfır noktasına bile çıkaracağından emin değilim. Abarttığımı düşünenler de olacaktır, abartıyor da olabilirim, ama ertesi gün bilgisayarı açacağım için geceleri uyuyamıyorsam abartıp abartmamın pek bir ehemmiyeti yok; sonuçlar iyi değil.
Mükemmel olmasına çabaladığım için bu kadar stres yaptığımı düşünenler de oldu, boşver akışına bırak diyenler de... Onu da ben pek yapamıyorum; artık sevmediğin biriyle sevişmek gibi bir şey… Yapılabilir ama yapmayı için kaldırmaz. İçim kaldırmıyor benim artık.
Yapılamaz mı yapılır, iyi performans da gösterilir, ama kendimi nimetten sayıp kendime kalan bir gram zeka pırıltımı dahi işimde harcamak istemiyorum. Size de böyle oldu mu hiç? Bu geçecek mi kendiliğinden yoksa benim son bir gayret bir şey mi yapmam gerekiyor?
0 notes
kupuruntu · 4 years
Text
Körükle Maslow, Ates Sonmesin!
Tumblr media
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini tüm lisans hayatım boyunca çeşitli her yerlerde kullandım, kaymağını yedim de hiyerarşide bir adım ileriye gidemedim. 1 ileri 2 geri şeklinde takılıyorum; fizyolojik ihtiyaçlar seviyesinde kamp kurdum.
İşe girdiğimden beri; ben her “YETER YAAA!” diye haykırdığımda “karnını doyuracak, SİGORTALI işin var deyip durdu anne. Haklı da; yaşadığımız coğrafya koşullarına bakıldığında sigortalı, her aybaşında maaşı yatan bir işimin olması kastta beni bir üste atmıyor değildi. Ama sonra o iş ile sadece fizyolojik ihtiyaçlarımı karşılayabildiğimi görünce psikolog giderlerim arttık. Nays to have.
Şükürler olsun ki son birkaç yıldır fizyolojik ihtiyaçların dışında güvenlik ihtiyacı kısmına geçebildim; malum birkaç yıl önce güvenli hissettiğimiz hiçbir nokta artık güvenli değil. Haliyle bu da daha önce yükselemediğim güvenlik seviyesine yükseltti beni; “ ay bir ev alayım da, işime falan bir şey olursa başımı sokacak evim olsun.” 
Olmadı şekerim; belirsizlik hâli çok yüksek; maaş  TUIK enflasyonuyla arttı ev fiyatları roket fiyatıyla yarıştı. Alabileceğim tüm evler güvenlik çemberinden o kadar uzak ki; Maçka Parkı’nda çadırda kalsam daha güvende yaşayabilirim.
Hop, bir adım geriye; fizyolojik ihtiyaçlar; domates olmuş 8 lira, ayçiçeği yağına bile zam gelmiş, zeytinyağını hak götüre. Minimalim kisvesi altında fakirliğimizi gizlemeye başladık. İki rekât çevreye yararlı oldu da onun verdiği huzur bir yere kadar yeterli geldi. Bünye hissetti dolar kuru nedeniyle bazı şeyleri kıstığımı, huzursuzluk ortaya çıktı.
Kendini gerçekleştirme ütopik bir adım olarak kaldı; rüyamda bile karda marul yıkadığım bir distopyada yaşar buldum kendimi.
Şimdi yazının ciddi kısmı; kötünün iyisi diye beni sakinleştirmeye çalışıyorlar; senden kötüler var diye şükretmeye zorluyorlar. Yıllardır yaptığım emeğe istinaden benim koşulum zaten olması gereken, hatta onun bile altında; olması gereken şey için şükretmeyeceğim; benden kötüleri iyileştireceksiniz, iyileştireceğiz!
Şükretmenin getirdiği kişisel tembelliğe, sistemin kaymağını yiyenlerin rahatlığına izin vermeyeceğim. Bulunduğum her noktada, böyle gelmiş böyle giderciler için “pain in the ass” kıvamında gezmeyen sizden olsun!
0 notes
kupuruntu · 4 years
Text
No-Bra No-Cry
Tumblr media
Biz memur çocuğuyuz azizim. İki memurun ilk ve tek kız çocuğu olarak taşrada dünyaya gelmiş olmanın etkisi ile 30′lu yaşlarımda hala tabularım olan konuları anlamaya, anlayabildiğim kadar da anlatmaya çalışıyorum. Bugün farklı bir konu hakkında yazmayı planlıyordum ama erkek kardeşimle bir şekilde no-bra akımını konuşurken yazı buralara evrildi.
Herkesin bildiği gibi sütyen her dönemde feminist hareketlerde sembol olarak kullanıldı; sütyen yakmalar, memelere özgürlük naraları vb…  Bugünkü no-branın feminist hareketi ile ilgili değil de moda akımı nedeniyle olduğunu düşünüp, olayı farklı bir yere bağlamak istiyorum; bu ara gözüme her yerden sokulan sınıf farkı yönünden.No-Bra sınıfsaldır kardeşlerim.
Varan 1; no-bra gezebileceğin yerde misin?
Ben mesela değilim; diz kapağımın üzerinde kot şort giydiğimde dahi tövbeler çekilen bir mahallede yaşıyorum, no-bra gezsem beni taşlarlar. Gelir düzeyim no-bra gezebileceğim bir mahalleyi karşılamıyor, İstanbul’da yaşadığım sürece de karşılamayacak muhtemelen.  Gelir düzeyimin iyi mahallede yaşayabilmemi sağlayan yerler de taşrada; taşrada olup no-brayı destekleyecek bir yer bilmiyorum.
Varan 2; tahriş denilen bir şey var. Giydiklerinin de tahriş etmeyecek kumaşlardan olması lazım; öyle pazardan aldığın 10 liralık ki 10 liraya pazarda bile bir şey kalmadı; t-shirtlerle no-bra yapamazsın arkadaşım.  Sürtünce acıtmayacak falan; paraya kıyacak içeriği düzgün olan şeyler alacaksın, gardırop yenilemesi demek bu.
Varan 3; muhtemelen çevrendekiler de seninle benzer gelir seviyesinde olan arkadaşların olacak; ülkede kısmi kast sistemi oluştu; bir altına ulaşmak çok kolay- bir üstüne ulaşmak neredeyse imkânsız. Haliyle seninle aynı şekilde yaşıyor olacakları için no-brayı onlar da uygulayamayacak, haliyle senin bu düşünceni bile anlamayacaklar.
Nitekim ben eğilince bir eliyle de göğsünü kapatan nesilim; uyum sağlayamam a dostlar. Ama gelirle de alakalı akımlar kapsamında; her gün farklı bir neden bularak küstüğüm makus talihime bir de beni instagram akımlarından uzak tuttuğu için küseyim.
Bizde özgürlük evin metre karesi ile sınırlı.
0 notes