Tumgik
kargakamisi · 2 years
Text
Eine Karriere - Erhan Güzel
Tumblr media
Erhan Güzel ist Balletttänzer, Ballettlehrer und Akademiker aus der Türkei. Er wurde am 27. Februar 1984 in Ankara geboren. Er hat schon früh eine große künstlerische Begabung gezeigt.
Dank seines Talents wurde er von Schauspieler Cüneyt Gökçer, der die größte Rolle um die Entwicklung des Balletts in der Türkei willen spielte, unterstützt und zum Ballett angeregt. Zufolge des ausgezeichneten Künstlers hat er im Jahr 1991 mit dem Ballett-Training angefangen. Nach der Ernennung seines Vaters - von dem Staatstheater Ankara nach dem Operballetthaus Mersin- meldete er dazu an.
Als er nur 10 Jahre alt war, schuf er die Aufnahmeprüfung für die Balletttänzer, die von Hacettepe Universität organisiert wird.
Dann bekam er seine ersten Unterrichte von Vladimir Tolstukhin, der sowohl ein weltbekannter russischer Balletttänzer als auch Artistik Direktor bei Palm Ballett Schule war, und sammelte seine ersten Erfahrungen zu beginnen.
2004 machte er seinen Abschluss in Ankara (Hacettepe Universität) und wurde anschließend Mitglied beim Oper & Balletthaus Ankara. Nachdem er in der Spielzeit 2004 zum Halbsolisten aufgestiegen war, wurde er eine Spielzeit später zum ersten Solisten befördert.
Als er nur 21 Jahre alt war, tanzte er als erster Solist in Ballett ‘La Fille Mal Garde’ (Die schlecht behütete Tochter)
Tumblr media
Ein Höhepunkt seiner bisherigen Laufbahn war der Auftritt auf die English Royal Opera Hause Bühne.
Zum Gedanken an dem Erbe von Dame Ninette de Valois, die nicht nur der wichtigste Name der Balletts Geschichte, sondern auch die Gründerin das türkische und englische Ballett war, wurde die 35 Degrees East Veranstaltung in London organisiert.
Dort haben İstanbul und Ankara Oper Balletthaus zum ersten Mal besucht und Erhan Güzel hat sein Land erfolgreich repräsentiert, indem er auf die English Royal Opera Hause Bühne getanzt hat.    
Obwohl er weltweit in zahlreichen Kompanien als erster Solist spielte, ist er als auch Gasttänzer sehr begehrt. 2008 tanzte er in Takamatsu, Japan. Auf die Veranstaltung, die von Hikasa Ballett Company organisiert wurde, tanzte er in Ballett Harlekinade von Mehmet Balkan. 2010 ist er wieder nach Japan zurück, um auf die Premiere vom Ballett Black und White, das von Mehmet Balkan dirigiert wurde, zu tanzen.
2012 tanzte er in Ballett Bodrum Aşkı auf der Bodrum Bühne. 2013 tanzte er in der Premiere dem Ballett Bach Alla Turca in Samsun.
Zuletzt tanzte er im Jahr 2021 als erster Solist in Ballett Dörnröschen bei der Eröffnung von AKM in Istanbul.  
Er trägt heutzutage sowohl zur eigenen Kunstkenntnisse, als auch zum türkischen Ballett bei, indem er einen Master über die Geschichte, die Soziologie, die Anatomie des Balletts und unterschiedliche Theorien der Ballettbewegungen an der Mimar Sinan Universität macht.
Er macht mit seiner Aufgabe als erster Solist noch bei İstanbul Oper Ballethaus. Durch die Social Media erzählt er die Bedeutung des Balletts in der Türkei und regt die Kinder und Familien zum Ballett an.
Tumblr media
Repertoire
La Fille Mal Gardee
Vertiginous Thrill of Exactitude
La Bayadere
Don Kişot
Swan Lake
Black & White
Nutcracker
2. Symphony
Giselle
The Sorrows of Young Werther
Circle of Fifths
Concerto Barocco
Air
Bodrum Aşkı
Bach Alla Turca
Afife
Concerto Barocco
Mi Favorita
Uyuyan Güzel
Üç Silahşor
Yunus Emre Oratoryosu
0 notes
kargakamisi · 8 years
Text
Aşkın Lezbiyen Halini Anlatan En İyi 10 Film
Tumblr media
Lezbiyen bir kadın, hem kadın olmanın verdiği tüm dalgalanmalara hem de toplumun dayattığı analık, ahlaki misyon, objeleştirilmiş iki yüzlü seksizm, erkeğin gölgesinde kalma gibi çoğu toplumda ve kültürde kalıp olmuş tüm kavramlara karşı durmasının yanı sıra ifade bulamamanın karın ağrısıyla mücadele etme savaşında. Bu mücadele sinemaya uçsuz bucaksız deryalar sunsa da sıklıkla LGBTTi’nin L harfi görmezden geliniyor. Porno endüstrisinin ve erkin fantezi dünyasının tüm çirkin tacizlerini elimizin tersiyle itecek olursak en zor ve radikal var oluşlardan biri olan lezbiyenliğin nadiren de olsa sinemada homofobiyi kıracak vurgularla işlendiğini görüyoruz. Bu yıl da kadın kadına aşkın hayat bulduğu Carol filminde Cate Blanchett ve Rooney Mara güçlü oyunculuklarıyla Oscar’da oyuncu ödüllerinde aday gösterildiler. Peki sinemanın geçmişine baktığımızda farklı kültürlerde kadın kadına aşkı beyaz perdeye hangi on film en etkili şekilde aktardı? 
10 - Fire (1996,Deepa Mehta)
Tumblr media
Jane Campion, Catherine Breillat,Agnes Varda gibi bütün feminist özel gösterimlerde adı övgüyle geçen Hint yönetmen Deepa Mehta’nın Fire-Earth-Water üçlemesinin ilk filmi olan Fire filmi iki elti arasında yaşanan aşkı anlatır. Deepa Mehta bu filmde kuşak kuşak Hint kadınlarını rengarenk bir biçimde yelpazesine yerleştirirken lezbiyen aşkı yaşayan iki kadına Hint Tanrılarının adını vererek kadını köleleştiren din algısına verip veriştirmeden durmaz. 
9 - The Duke of Burgundy (2014,Peter Strickland)
Tumblr media
Sanat yönetmenliğiyle, kostümleriyle, çekimleriyle görsel hazzı doruklara ulaştıran The Duke of Burgundy kadın kadına aşkın BDSM yönünü anlatıyor. Film John Fowles’un ünlü romanı Koleksiyoncu’daki kelebek imgelemesini tutsaklık-özgürlük git gelinde tekrar hatırlatıyor.
8 - The Kids Are All Right (2010, Lisa Cholodenko)
Tumblr media
Sosyoekonomik olarak kendilerine toplumda yer bulmuş iki orta yaşlı lezbiyen çiftin ve kurdukları ailenin konu edildiği film 2010 yılında Oscarlarda En İyi Film Adayıydı.  
7 - La vie d'Adèle (2013,Abdellatif Kechiche)
Tumblr media
Eşcinselliğini erken yaşlarda tanımlamış olmasına rağmen kendini kara bir aldatmaca içine sokan Adéle’in aşkı bulması ve yaşamını şekillendiren 5 keşif yılını anlatan La vie d’Adéle 2013 yılında Altın Palmiye ödülü kazanmıştı.
6 - The Children’s Hour (1966, William Wyler)
Tumblr media
60lar gibi Amerikan sinemasının lugat konusunda bile tutucu olduğu yıllarda iki başarılı oyuncu Audrey Hepburn ve Shirley MacLaine’in eşsiz oyunculuğu ile taçlanan The Children’s Hour filminde iki kadın öğretmen arasındaki aşkın ayyuka çıkması sonrasındaki toplumsal baskı anlatılır.
5 - Fucking Åmål (1998,  Lukas Moodysson)
Tumblr media
Dijital kamera doğallığı, oyuncuların sadeliği ve samimiyeti ile ergenlik dönemindeki kadın kadına aşkı en yalın anlatan filmlerden biri de İsveç’tendi. 
4 - Aimée & Jaguar (1999, Max Färberböck)
Tumblr media
Nazi Almanyası döneminde kocası savaşta olan Lilly ve cesur Yahudi casus Felice arasındaki aşkı sunan film adını iki kadının duygusal mektuplaşmalarında kullandıkları takma adlardan alıyor.
3 - Heavenly Creatures (1994,Peter Jackson)
Tumblr media
Yeni Zelanda’da yaşanan gizemli bir olaydan yola çıkılarak yazılan ve psikolojik dramanın en önemli eserlerinden olan film hem Kate Winslet için hem de Peter Jackson için bir dönüm noktasıydı.
2 - Monster (2003,  Patty Jenkins)
Tumblr media
Daha önce biyografisini yazdığım seri katil Aileen Wuornos’un Selby’e hissettiği aşk Monster filminde o kadar destansı işlenmişti ki. Film Charlize Theron’a En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ı getirmişti. Aileen Wuornos hakkında yazdığım yazı için :
http://kargakamisi.tumblr.com/post/125021874973/bir-seri-katilin-%C3%B6yk%C3%BCs%C3%BC-aileen
1 - The Hours (2002,Stephan Daldry)
Tumblr media
Victoria döneminin bilinç akışı tarzında en etkin romanlarını yazan entelektüel edebi akımın öncü isimlerinden Virginia Woolf’un Mrs.Dalloway romanından etkilenerek Michael Cunningham’ın yazdığı Saatler romanı 2002 yılında sinemaya aktarılmıştı. Film Nicole Kidman’a En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını getirmişti. 2010 yılında ekşisözlükte şöyle bir entry girmişim
  “virginia woolf, victoria döneminden kalan bir avuç ahmak der doktorlara.evet belki de onun gözünde, baktığı püriten ahlaklılık penceresinde, çok doğru bir tanımlamadır.virginia woolf geleneği rededer.hep yenilenmeden yanadır.en çok da kadın erkek ilişkilerinde bu yeniliği ister. geçmişte yaşadığı taciz,intihar gibi olaylar filmde/kitapta virginia woolf'u son günlerine getiren olaylardır. ancak asıl sebep yeteneğinin yok olmaya başlamasını hissetmesidir. bu pek çok insana oldukça ilginç bir sebep olarak gelebilir.incir çekirdeğini doldurmayan bir sebepmiş gibi. yeteneğini elbette insanlar koruyamayacaktır diyeceklerdir. oysa kırılgan,istediği dünyada hiç yaşayamamış bir sanatçı ruhunun medcezirlerini hesaba katmazlar.kitap da film de bu intihara neden hazırlar nitelikte iki farklı kadını virginia woolf ile tamamlamışlardır. laura brown, erkek egemen aile anlayışının,bastırılmışlığın sembolüdür.çalışmıyordur. bütün günlerini aynı geçiren ve farklılığı komşusunun dudaklarında bulabilmiş bir kadındır. virginia woolf'un bahsettiği tutsak kadınlardandır. laura brown üzerinde virginia woolf'un anlatmak istediği mevcut kadın portresini görürüz.bu karakterin oğluna bıraktığı ruhsal miras da bizi clarissa'ya ulaştırır.richard virginia woolf'un intiharının sebepsizliğine dikkat çeker. ve aslında ne kadar çok sebep olduğuna. clarissa'nın yaşadıkları mrs.dalloway kitabının ağır yükünü hatırlatır. gitgide yükselen bir hüzünle virginia woolf'u benimsemeye başlarız.” 
Egemen Doğan
8 notes · View notes
kargakamisi · 9 years
Text
Sinemanın Son 10 Yılının En Etkileyici Elbiseleri
Tumblr media
Sinema o kallavi ağızlarda 8. sanat olarak gösterilmesinin üzerinden yaşadığı devinimlerle aslında pek çok sanat dalını kendi içine çeken kompleksliğe bürüneli çok oldu. Sinemanın ilk çağlarında mükemmel bir senaryoya destek çıkabilecek çok az direk vardı. Senaryonun boşta kalan bacaklarını görkemli bir oyunculuk, bir kaç ucuz aksiyon sahnesi tutmaya çalışırdı. Ancak o dönemlerden günümüze değin hiç değişmeyen iki yadigar destekçi, senaryoyu hiç yere düşürmediler. Kostüm ve soundtrack. Evet hiç müzik olmadığı da oldu. Ama kıyafetsiz bir sinema eseri muzip akıllardan geçen fantezi filmleri dışında düşünülemezdi. Müzik çok devrim yaşadı. Gerilim etkisi yaratacak, bir kavuşmayı pekiştirecek, bir ayrılığı yağlayacak, bir öpüşmenin sırtını okşayacak, bir göz yaşına ortak davet edecek çok fazla tını bir kaç enstrümandan oda orkestralarına kadar gelişen önemli bir sektör ve sinemanın tohum verdiği yeni bir sanat dalı oldu. Kostümler ise her zaman sanat yönetmeniyle beraber odaklanan noktaların dışında seyirciye haz verecek ayrıntılarda büyük değer taşıdı. Peki 2015 yılından geriye doğru 10 yıl sardığımızda o yıllarda hangi kıyafetler beyaz perdedeki tozu parlattı. Bu kıyafetlere ve tasarımcılarına bir göz atalım.
2005 - Arianne Philips (Walk The Line - Sınırları Aşmak)
Tumblr media
Müzikallerin en sadık yaveri olan kostümlerin yine çok etkin rol oynadığı Walk The Line’da Reese Winterspoon o kadar sevimliydi ki.
2006 - Chung Man Yee (Man cheng jin dai huang jin jia - Altın Çiçeğin Laneti)
Tumblr media
Çin Sarayındaki entrikalardan daha çok o dönem televizyonlarının kaldıramayacağı yelpazede sunulan renk ve ihtişamdan bunaldığımız mekan ve kostüm tasarımları filmin seyrini arttırmıştı. Ve Gong Li’nin giydiği dönemsel parçalar. 2007 -  Jacqueline Durran (Atonement - Kefaret)
Tumblr media
Atonement filminde Keira Knightley, filmin tüm gizeminin doruğa ulaştığı gecede bu elbise ile belki de sinema tarihinde en çok konuşulmuş olan tasarımlardan birini üstünde taşıyordu.
2008 - Albert Wolsky (Revolutionary Road - Hayallerin Peşinde)
Tumblr media
Bir ailenin sarsılmışlığını, Amerikan rüyasına ters düşmüş yozlaşmışlığını adanmış oyunculuklarla izlediğimiz Revolutionary Road filminde 1950lerin zarif çizgilerini Kate Winslet üzerinde görmüştük. 
2009 - Catherine Leterrier (Coco avant Chanel - Coco Chanel’den Önce)
Tumblr media
Kadınları içinden çıkılmaz abartıda eteklerden, tüylerden, korselerden kurtarıp dopiyeslerle, redingotlarla, fresh gömleklerle, kumaş pantolonlarla tanıştıran ve bir dünya markası haline gelen Fransız modacı Coco Chanel’in öyküsünün anlatıldığı Coco avant Chanel filminde Audrey Tautou’nun üzerinde Coco Chanel’in devrim yaratan parçalarını görmüştük.
2010 -  Antonella Cannarozzi (Io sono L’amore - Benim Adım Aşk)
Tumblr media
Tutkulu sahneleriyle dikkat çeken yasak bir aşkın anlatıldığı o ihtişamlı İtalya’nın halihazırda bulunan sanatsal mekan tasarımlarıyla Tilda Swinton’un solgun pembe teninde pastel bir doku yaratan elbisesi 2010′un yıldızıydı.
2011 - Mark Bridges (The Artist)
Tumblr media
Fransızların Billy Wilder izleyerek çektiği, pek de emsali görülmemiş(!) konusuyla 5 Oscarı cukkalayan The Artist filminin tek hak ettiği ödülün Caz Dönemi Amerikasını birebir yansıtan elbiseleriyle En İyi Kostüm ödülü olduğunu söyleyebilirim.  Bérénice Bejo’nun filmde giydiği en çok dönem ruhunu yansıtan kıyafetlerinden biri de bu kıyafetti. 
2012 -  Jacqueline Durran (Anna Karenina)
Tumblr media
Yine bir Jacqueline Durran tasarımı ve yine bu elbiseyi Rus votkasına bandırılmış İngiliz asaletiyle taşıyan Keira Knightley var karşımızda.
2013 - Patricia Norris (12 Years A Slave - 12 Yıllık Esaret)
Tumblr media
Evet belki de 2013 yılında kostüm dalında bir The Great Gatsby gerçeği gözümün önünde duruyor olabilir ama 12 Years A Slave’in kostümlerinin filme kattığı ruhu görmezden gelemem.
2014 -  Mark Bridges (Inherent Vice - Gizli Kusur)
Tumblr media
2014 yılının en etkileyici şölenlerinden biriydi Inherent Vice’ın sanat yönetmenliği. Öyle şatafatla falan değil 1970′leri birebir yaşatabilme becerisiyle.
Egemen Doğan
3 notes · View notes
kargakamisi · 9 years
Text
Cool Girl
Tumblr media
"I'm so much happier now that I'm dead. Technically missing. Soon to be presumed dead. Gone. And my lazy, lying, cheating, oblivious husband will go to prison for my murder. Nick Dunne took my pride, and my dignity, and my hope, and my money. He took and took from me until I got no longer existed. That's murder. Let the punishment fit the crime. To fake a convincing murder, you have to have discipline. You befriend a local idiot. Harvest the details of her humdrum life. And cram her with stories about your husband's violent temper. Secretly create some money troubles. Credit cards. Perhaps, online gambling. With the help of the unwitting, bump up your life insurance. Purchase getaway cars. Craigslist, generic, cheap, pay cash. You need to package yourself so that people will truly mourn your loss. And America loves pregnant women as if it's so hard to spread your legs. You know what's hard, faking a pregnancy. First, drain your toilet. Invite pregnant idiot into your home, and ply her with lemonade. Steal pregnant idiot's urine. Voila! A pregnancy is now part of your legal medical record. Happy Anniversary! Wait for your clueless husband to start his day. And the clock is ticking. Meticulously stage your crime scene with just enough mistakes to raise the specter of doubt. You need to bleed, a lot. A lot, a lot! A head wound kind of bleed. A crime scene kind of bleed. You need to clean poorly like he would. Clean and bleed, bleed and clean. And leave a little something behind. A fire in July! And because you're you, you don't stop there. You need a diary. Minimum 300 entries on Nick and Amy story. Start with the fairy tale early days, those are true and they're crucial. You want Nick and Amy to be likeable and after that you invent. The spending. The abuse. The fear. The threat of violence and Nick thought he was the writer. Burn it just the right amount. Make sure the cops will find it. And on our day, with the very special treasure hunt. And when I get everything right, the world will hate Nick for killing his beautiful and pregnant wife. And after all the outrage, when I'm ready, I'll go out of the waters with a hand full of pills and pocket full of stones. And then when they found my body, they'll know Nick Dunne dumped his beloved like garbage and she floated down past all the other abused, unwanted, inconvenient women. Then, Nick will die too. Nick and Amy will be gone but they were never really existed. Nick loved the girl I was pretending to be. "Cool girl!" Men always use that, don't they, as their defining complement! "She's a cool girl!" Cool girl is hot! Cool girl is game! Cool girl is fun! Cool girl never gets angry with her man. She only smiles in a chagrined, loving manner and then present her mouth for fucking. She likes what he likes. So evidently, he's a vinyl hipster who loves fetish manga. If she's a girl gone wild, she's a mall babe who talks football and enjoy buffalo wings at Hooters. When I met Nick Dunne, I knew he wants a cool girl and for him I'll admit I was willing to try. I wax-stripped my pussy raw. I drank canned beer watching Adam Sandler movies. I ate cold pizza and remained a size two. I blew him semi-regularly. I live in the moment. I was fucking game! I can't say I didn't enjoy some of it. Nick teased me on something that I never knew really existed. A lightness, a humor, an ease but I made him smarter. sharper. I inspired him to rise to my level. I forged the man of my dreams. We were happy pretending to be other people. We were the happiest couple we knew. And what's the point of being together if you're not the happiest? But Nick got lazy. He became somebody I did not agree to marry. He actually expected me to love him unconditionally. Then he dragged me penniless to the navel of this great country and found himself a newer, younger, bouncier cool girl! You think I'd let him destroy me and end up happier than ever? No fucking way. He doesn't get to win. My cute, charming, salt-of-the-earth Missouri guy. He needed to learn. Grown-ups work for things. Grown-ups pay. Grown-ups suffer consequence. thump" 
17 notes · View notes
kargakamisi · 9 years
Video
youtube
Bir Daft Punk coverında Natalie Imbruglia ne kadar güzel olabiliyor işte
2 notes · View notes
kargakamisi · 9 years
Text
Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar
Tumblr media
Kadınlar ve kadın ruhu taşıyan herkes üzerine bir zihin mühendisi olarak eşsiz bir sinema kariyeri yapan Pedro Almodovar, 1988 yılında Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar filmini çektiğinde kadınların çok yönlü psikolojik dünyalarına kara mizah penceresini açmıştı. Bu pencere o kadar trajikomik ve egzotik bir pencereydi ki Pedro Almodovar birden sinema dünyasının en çok konuşulan ismi olmuştu. Pedro Almodovar’ın kadın tanımlamasından özümsediğim şudur ki ; Kadınlar sanıldığının aksine göz yaşını miğfer olarak kullanmaktan öte yalnızlığın ve arzunun, kazanmanın ve kaybetmenin, var olmanın ve hiçe sayılmanın, sevmenin ve nefret etmenin, muhafazakarlığın ve davetkarlığın birbirine çok yakın durduğu karmaşık bir ruh dünyasını mimiklerinde ayrıntılandırabilen insan türünün üst ırkı olarak hep gizli kahramanlığını korudu. Sinemanın tuttuğu tumturaklı ışık ile aydınlanan perdede de kadın ruhu defalarca ve defalarca dramın içinde yoğrulup sonunda deliliğe varan ve oyunculuk performansları için bir engin denize açılış meydanı oldu. Bu noktada ben de yıllar içinde izlediğin karakterlerden bir kadın yazısı yazmanın gerekliliğini hissettim ve listemi oluşturdum. İşte sinemanın delirttiği kadınlardan öne çıkan 10 karakter.
10 - Lisa - Angelina Jolie (1999 - Girl, Interrupted / Aklım Karıştı)
Tumblr media
Bir nevi Guguk Kuşu’nun kadın versiyonu olan filmdeki Lisa karakteri ile listeme başlıyorum. Girl, Interrupted filmi her ne kadar Winona Ryder’ın canlandırmaya çalıştığı Borderline Kişilik Bozukluğu üzerine kurulu olsa da tüm kalıpları alt üst eden künt bir ifadeyle uçların keyfini süren sosyopat Lisa karakteriyle öne çıktı. 
9 - Mabel Longhetti - Gene Rowlands (1974 -  A Woman Under the Influence / Etki Altında Bir Kadın) 
Tumblr media
Sinemayı emekleme dönemindeki maşist saçmalamacalarında bıraktığımızda karşımıza ev kadınlarının kıstırılmışlığını, bastırılmışlığını ve yok olmaya yüz tutmuş kadınlığını irdeleyen dürüst bir akımla karşılaşmamız olası duruyor. John Cassavates’in indie filmlerinde de bu akımı çok güçlü hissediyoruz. John Cassavates’in en iyi filmi olan A Woman Under the Influence, toplumun alt tabakasına itildikçe kadının evde daha silikleştiğini, kişilik bocalamasını kocasını ve çocuklarını mutlu etmek için verdiği manik çabalarla anlamlandırmaya çalışmasını, kendine döndüğünde çaresiz savrulmalarını yansıtan önemli bir yapıt. 
8 - May Dove Canady - Angela Bettis (2002 - May / Lanetli Mayıs)
Tumblr media
May Dove Canady karakteri çocukluğundan itibaren yaşadığı hayal kırıklıkları, sonsuz yalnızlığı ve bir dost için verebileceği tüm sevgisinin defalarca üstüne basılması sonucu soğukkanlı bir katile evrilen özel bir karakter. Her hain arkadaşının özel bir parçasını bedenlerinden kopararak yaratmaya çalıştığı ideal arkadaş, modern toplumun yitikliğindeki yenilmiş bir kadının en çılgın akli melekelerindeki ideayı sunan vahşet olarak akıllara kazınıyor. 
7 - Nina Sayers - Natalie Portman (2010 - Black Swan / Siyah Kuğu)
Tumblr media
Darren Aranofsky’ın yönettiği Black Swan filmi gerek oyuncu kadrosuyla gerek özgün işleyişiyle yılının en çok konuşulan filmi olmuştu. Sanata olan tutkusu ile Kuğu Gölü’nün iki zıt karakteri arasında bölünen Nina Sayers karakteri benlik çatışması alt metni üzerinde masalsı bir kadın olarak karşımızda.
6 - Jasmine - Cate Blanchett ( 2013 - Blue Jasmine / Mavi Yasemin)
Tumblr media
"Bir kadınla güzelliği için evlenmek doğruysa, bir adamla parası için de evlenmek doğrudur." (Marilyn Monroe)
Woody Allen’ın yarattığı nice heyecanlandırıcı karakterden biri olan Jasmine, işte tam da bu cümleyi doğrulayan bir karakter. Evlatlık olarak alınmış ama hayata güzelliği ile üstün başlamış, üvey kız kardeşi Ginger'ın kanaatkar yapısının aksine hep Hamptons hayalleri kurmuş, bu uğurda okuduğu bölümü yarıda bırakıp zengin bir erkekle evlenmiş tutkulu bir kadın. İlerleyen yıllarda eşinin dolandırıcılığına kafasını çevirdiği kadar, çapkınlıklarını da görmezden gelmiş. Eşinin tüm oyunları ayyuka çıkınca esen rüzgar, Jasmine'i San Francisco'daki kardeşinin evine ve tutunduğu çorak dalların kırılmasıyla acı verici bir deliliğe sürüklüyor. Jasmine'in beklenmedik misafirliğiyle erkekler hakkındaki tüm mottaları karışıyor ve hayatında tatmadığı yeni duyguları mantığıyla birleştirip hayatına farklı bir yön vermeye çalışırken yaşadığı krizler kadınlığın deliliğini bıçak sırtı bir şekilde izleyiciye sunuyor. 
5 - Veronika Voss - Rosel Zech (1982 - Die Sehnsucht der Veronika Voss /  Veronika Voss’un Tutkusu)
Tumblr media
Alman Yeni Akımın en kudretli öncülerinden olan Rainer Werner Fassbinder’ın Sunset Blvd. filmindeki Norma Desmond karakterinden esinlenerek yarattığı Veronika Voss karakteri gözden düşmüş eski bir sinema starı olan histerik, bağımlı,depresif bir kadındır. Veronika Voss’un çıldırmasında sadece kaybetmek,lükslerini yitirmek değil iki yüzlü bir tıbbi oyun da etkili olacaktır. 
4 - Norma Desmond - Gloria Swanson (1950 - Sunset Blvd. / Sunset Bulvarı)
Tumblr media
Hollywood’un klasikleşmiş dramatik bir hikayesidir sessiz sinema yıldızlarının sesli sinema devriminden sonra yeniliklere adapte olamaması ve unutulması. O kadar ışıltılı bir düşüştür ki bu insanlar için gizemli bir şatafatın bitişinden duyulan anlamsız bir hazdan mıdır bilinmez güncelliğini hep korur. 2011 yılında da bir grup Fransız Oscar Avcısının The Artist filmi ile 5 ödülü kucaklamasından belli değil midir? Bu konunun en etkili işlendiği film olan Sunset Blvd.’da Gloria Swanson, çıldırmanın sınırından asla ayrılmayan sadece ötesine geçebilen Norma Desmond karakteriyle unutulmazlar arasına girmiştir.  
3 - Wilma Deen Loomis - Natalie Wood (1961 - Splendor in the Grass / Aşk Bahçesi)
Tumblr media
Wilma Deen Loumis, Elia Kazan’ın beyaz perdeye aktardığı en saf ve kırılgan ruhlu kadınlardan biri. Küçük bir Amerikan kasabasında umutları evlenmek ve çocuk yapmaktan öteye geçmeyen gençlerin arasında akranlarından oldukça farksız düşler kuran ve aşık olduğu adamın kendisini delirteceği ana kadar oldukça sade bir kız olarak görünen Wilma Deen, erkek arkadaşının cinsel isteklerine karşılık vermediği için aldatılacak terk edilecek ve sonunda aşkın delirttiği genç bir kız olarak kasabada anılacak bir kız olacaktır. Splendor In the Grass, genç bir kızın bekaretini korumak için toplum tarafından yüklenen misyonun altında ezilmesine eleştirel bir bakış getiriyor. 
2 - Baby Jane Hudson - Bette Davis (1962 -  What Ever Happened to Baby Jane? / Küçük Bebeğe Ne oldu?)
Tumblr media
Ruhumu pembe bir toz gibi üfleyip dağılan zerrelerde bir ikonayı arasam fısıldayacağım isim Bette Davis olurdu. Sinema tarihinin varlığıyla kült isimlerinden biri olan ve bir gülün hırçın manevralarla yapraklarını yayması gibi mimiklerini genişçe kullanan Bette Davis için söylenebilecekler devrimci, sansasyonel, sınırsız. Robert Aldrich, What Ever Happened To Baby Jane? filminde Bette Davis’in sınırsızlığını keyiflice kullanarak mükemmel bir kadın portresi yaratmayı başarmış. Çocukluğunda vodvil şarkıcısı olan ve tekerlekli sandalyeye mahkum kalmış eski sinema starı kız kardeşiyle yaşayan Jane, yaşattığı psikolojik gerilim ve ürkütücü kahkahalarla marjinal kadın karakterlerden biri.
1 - Blanche - Vivien Leigh (1951 -  A Streetcar Named Desire / İhtiras Tramvayı)
Tumblr media
Elia Kazan’ın bir kez daha hem de en tepede isminin geçmesinde kendisine karşı hissettiğim gönül yoldaşlığının bir payı var mıdır bilemem ama Vivien Leigh ile beraber en dramatik çıldırma öykülerinden birine imza atmıştır.Kız kardeşi ve onun kaba saba eşinin (Marlon Brando) yanına yerleşen ve eniştesinin maço-erotik göndermelerine maruz kalan, cildinin çizgilerini gizlemek için gölgelerde dolaşan obsesif, şizofrenik, geçmişindeki düşmüşlüğün yansıması olan çalkantılı ruhunu yabancıların merhametinde limana yanaştırmaya çalışan Blanche karakteri listemin en üstünde yer alıyor.
Egemen Doğan
3 notes · View notes
kargakamisi · 9 years
Text
Kalbindeki İyiliği Hiç Yitirmeyen Olağanüstü Kadın Audrey Hepburn
Tumblr media
Audrey Hepburn, "görünürde" milyonlarca genç kızın yaşamak istediği hayatı yaşamıştı. Özgün güzelliği, şansı ve başarılarıyla bir masal kahramanı gibi gözlerde idealize ediliyordu. Marilyn Monroe'nun ünlü beyaz elbiseli pozu, Paul Newman'ın Cat On A Hot Tin Roof filminde mavi gözlerinde taşıdığı uçsuz bucaksız okyanus, Grace Kelly'nin The Country Girl filmindeki sade güzelliği gibi geleceğe ilham verecek, eskimeyecek bir sahnenin tek yıldızıydı. Ne var ki Audrey, görünürdeki kadar şanslı değildi. Hayatı, çocuk yaşlardan itibaren trajediler, dedikodular ve ihanetlerle sarsıldı.
Audrey'in dedesi Hollanda'nın en köklü ailelerinden Von Hemstra ailesinin en güçlü baronuydu. Murat Bardakçı, kaleme aldığı bir yazıda Von Hemstra ailesinin çok geniş topraklara sahip olduklarından hatta Cumaovası'nda da bir çiftlikleri olduğundan bahseder. Bu çiftliği, Çerkes Ethem basacak olmuş ama İzmir valisi bu olayı engellemiş.
Tumblr media
Audrey'in annesi Ella Von Hemstra, soylu bir kraliyet şovalyesi olan Hendrik Gustaaf Adolf Quarles van Ufford ile evlendi. Bu evliliğinden iki erkek çocuğu oldu. Ancak evlilikleri 1925 yılında sonlandı. Ella, yaşadığı bu başarısız evlilikten sonra, gönlünü zengin bir İngiliz bankacıya kaptırdı. Bu yararlı evlilik, Von Hemstra ailesi tarafından olumlu karşılandı. Evlenmelerinin üstünden kısa bir süre geçtikten sonra Ella, adından çok söz ettirecek bir kıza hamile kalmıştı.
4 Mayıs 1929'da Belçika Brüksel'de Audrey Hepburn, dünyaya gözlerini açtı. Doğduğu andan itibaren hastalıklar, küçük bebeğin bedenini rahat bırakmadı. Audrey, çok şiddetli öksürük krizleriyle anne ve babasını endişelendiriyordu. Sonunda Audrey'in kalbi üçüncü haftasında durdu. Annesi, küçük kızının hayatını kurtardı ve Audrey'e ikinci kez hayat verdi. 
Audrey'in dedesinden kalan topraklar, anne ve babasının gitgide birbilerinden uzaklaşmasına sebep oldu. Audrey'in babası, toprakların yönetimini sırtlanmıştı ve çok uzun süre yurtdışında kalıyordu. Annesi bu uzun ayrılıklar yüzünden gitgide daha sinirli bir kadın olmaya başladı. Babası eve döndüğünde şiddetli kavgalar yaşanırdı. Bu kavgalar, Audrey'in çekinik ve suskun bir çocuk olmasına sebep oldu. Audrey'in hiç arkadaşı yoktu. Sürekli yalnız gezer, zamanının çoğunu anne ve babasının kavgalarını duymamak için elma ağaçlarının gölgesinde oturup düş kurarak geçirirdi.
Audrey'in bu çekinik ve asosyal yapısı, annesinin dikkatini çekmişti. Kızının özgüvenini geliştirmek için 1934'te Audrey'i İngiltere'ye yatılı okula gönderdi. Audrey, ilk başlarda dehşete düşmüştü. Katı İngiliz disiplini ve çok az İngilizce bilmesinden dolayı zorluk çekti. Zaman içerisinde İngilizce'si gelişti ve okul geleneklerine alıştı. Ayrıca burada bale dersleri almaya başladı. Baleyi çok sevmişti ve düşlerini zarif bir kuğu gibi dans etmek süslüyordu.
Ne yazık ki Audrey, okuluna devam edemedi. Avrupa'nın dört bir yanında Faşizm yükseliyordu. Faşizm, İngiltere'de de küçük bir azınlığı etkilemeye başladı. Bu küçük azınlık İngiliz Faşistleri'ni oluşturdu ve katı görüşlere sahiptiler. Bu azınlık, Audrey'in babasını çok etkiledi. Audrey'in babası, bu faşist kemirgenlere sürekli para aktarmaya ve aile dengelerini sarsmaya başladı. Ailedeki bu başıbozukluk, kavgaların alevlenmesine sebep oldu ve Audrey'in babası evi terkedip, kayıplara karıştı. Ne Audrey, ne de Ella, bu Faşist İngiliz bankacıya ne olduğunu hiç öğrenemedi. Babasının evi bu şekilde terketmesi Audrey'de çok büyük bir şefkat eksikliği yarattı. Erkeklere tam güvenemiyor ama onların sıcaklığına ihtiyaç duyuyordu. Yaşadığı evliliklerde hep alttan alan taraf olması, babasının zihninde yarattığı güvensizlik duygusundan gelecekti.
Hitler, 1 Eylül 1939'da Polonya'yı işgal etti. Hitler'in politikaları ve yaydığı gizli zehrin üstüne bu işgal, İngiltere ve Fransa'yı çileden çıkardı. Bir gün bile geçmeden Almanya'ya savaş ilan ettiler. Ella, kızının bir savaş ülkesinde kalmasından çok endişe duydu ve kızını İngiltere'den geri getirtti. Ella, kızı Audrey ve iki oğlu ile savaşın ortasında yapayalnız bir anne olarak mücadeleye başlamıştı. Öncelikle kendinlerine güvenli bir kent bulmaları gerekiyordu. İkinci Dünya Savaşı'nda da tarafsızlığını koruyan Hollanda'nın Arhem kentine yerleştiler.
Ancak Almanya, 1940'ta savaş ilan etmeye bile gerek duymadan Lüksemburg, Belçika ve Hollanda'yı işgal etti. Bu işgale karşı bu üç ülkenin de orduları dayanamadı ve beyaz bayrak çekip,teslim oldular.
Tumblr media
İşgal altındaki Hollanda'da yaşam çok zorlaşmıştı. Almanya, Hollanda'nın tüm kaynaklarına el koyuyor ve halka çok az yiyecek veriyordu. Ülkenin yahudileri vagonlara tıkılıp katliama götürülüyordu. Bu huzursuz ortam Hollandalı insanlar için çok büyük bir gurur kırıklığı yarattı ve gizli bir direniş örgütü kurdular. Audrey de on iki-on üç yaşlarından itibaren bu gizli örgüte katıldı. Audrey, Almanya hakkında ele geçirilen belgeleri örgütten alıp ayakkabısının içinde gizliyor ve bu belgeleri İngiliz birliklerine ulaştırıyordu. Zor ve stresli bu iletişim görevi sırasında ülkesine yaptığı hizmetten duyduğu haz, çocuk yaşta onun olgun bir kadına dönüşmesini sağladı.
Bu gizli örgütün faaliyetleri, ihanetlerle ortaya çıktı. Alman askerleri, bu örgütten intikam almak için sokak ortasında örgüt üyelerini kurşuna dizdi. Audrey'in adı, ağızlarda hiç anılmadı ama üvey kardeşi ve dayısı, sokak ortasında katledildi. Bu aile faciası, Audrey'in hassas ruhunda çok büyük bir acıya sebep oldu.
17 Eylül 1944'te İngiltere ve Fransa ortak bir operasyon gerçekleştirdi. Bu operasyonun amacı, Hollanda'nın kilit bölgelerini ele geçirerek Almanya'nın batı cephesini düşürmekti. Bu kilit bölgelerden biri de Audrey ve ailesinin yaşadığı Arhem kentiydi. Arhemli direnişçiler, Müttefik kuvvetlere destek verdi. Market Garden Operasyonu adı verilen çabanın zamanla tam bir fiyaskoya dönüşeceği belli oldu. Hitler, İngilizler'den ve Fransızlar'dan bir adım öndeydi. Sınır kentlerine gizli kuvvetler yerleştirmişti. Bu kuvvetler, müttefikleri ağır bir yenilgiye uğrattı. Audrey'in yaşadığı Arhem harabeye dönmüştü, daha da kötüsü Hitler'in nefreti artık bu sınır kentine sıçradı. Naziler, huzursuzluk yaratabilecek görüşlerdeki aileleri sürdüler. Kalan insanlara ise dünyayı kapayıp, onları izole ettiler. Arhem, zalimce cezalandırıldı. Yiyecek, içecek giriş-çıkışı engellendi. Arhem'e bastıran sert kış da elde olan kaynakların çabucak tükenip, kentin kıtlıkla başbaşa kalmasına neden oldu.
Audrey, bir ropörtajında "Kalan bitkilerinin köklerini ve köpek mamalarını yemek zorunda kaldıklarını" söylemiş. Bu şehir, uzun süren kış sebebiyle besin bulamadı. İnsanlar sokağın ortasında açlıktan öldü, evsiz kadınlar kaldırım kenarlarında doğurdular. O soğuk kıtlıkta Audrey çok zayıfladı, kasları eridi. Dizleri güçsüz düştü ve yürüyemeyecek hale geldi.
Orta Avrupa, bu kadar ağır bir insanlık dramı yaşarken İngilizler ve Fransızlar, Almanya ile masaya bu sefer yardım için oturdular. Görüşmelerin başlarında, Orta Avrupa'nın doğal seleksiyona uğradığına inanan Naziler, yardımlara karşı çıktı. Ancak dünya siyaset sahnesinde henüz çekingenliğini koruyan potansiyel devlerin öfkesini çekmemek adına, sınırlı olarak İngilizler'e ve Fransızlar'a yardım yapma izni çıkarttı. İngiliz ve Fransızlar her sabah yiyecek paketlerini savaş uçaklarından atıyor. Böylece kıtlık yaşayan bölgelerdeki insanların çilesi bir nebze olsun dindiriliyordu. (Savaş uçaklarının bomba sesleri, tarih yazılarında gururla okuyucuya hissettirilmeye çalışılır. Ancak savaş uçaklarının sevgi paylaştıkları erdemli görevleri tarih kitaplarında yer almaz,önemsenmez. Yine narin bir kadının öyküsünde değer kazanıp, öğrenmemi ve geçmişteki insanların kalbine daha da yaklaşmamı sağlayabilirdi.)
4 Mayıs 1945, Audrey'in on altı yaşına girdiği gündü ve hayatındaki en anlamlı doğum günü hediyesini aldığı gün olarak tarihe geçti. Hollanda, resmen Nazi işgalinden kurtulmuştu.
Audrey, savaş sonlandığında çok yetersiz beslenmiş, uzunca bir süre yürüyememişti. Sarılık ve astıma yakalandı. Savaşın ardından UNICEF ve Kızıl Haç, Arhem'da sağlam kalan binaları yardım merkezlerine çevirdi. Evsizler için çadır dağıtıldı. Audrey, yardım merkezlerinin birinde kaldı. Savaşın tüm trajedesini yaşayan Audrey, savaş sonrasında bir de ailesinden kalan bütün mal varlığını kaybetmişti. Önemli bir Barones'in kızı artık Hollanda'nın sıradan vatandaşlarından biriydi. Audrey ve annesi Ella, evin tek oğlu da aralarından ayrılıp, çalışmak için yurtdışına çıktığında başbaşa kaldılar. Kalan azıcık paralarıyla Amsterdam'a taşındılar. Audrey, çocukluğundan beri gerçekleştirmek istediği düşe devam etmek istedi. Bale dersleri almaya başladı. Güçsüz kollarını, bacaklarını ve savaş sırasında kaybettiği vücut esnekliğini asla kazanamayacağını çok geçmeden farketti. Yine de üç yıl azimle çalıştı ve Londra'daki Rambert Bale Okulu'nun seçmesine katıldı. Seçmeye gelen diğer kızların gelişmiş yetenekleri ve kıtlık görmemiş bedenlerini görünce karamsarlığı arttı. Hiç kazanma umudu kalmadı. Sonuçları bile beklemeden eve döndü. Audrey bir dergiye verdiği demeçte "Bir tütü giymek en büyük hayalimdi, hala da hayalim." demiş. Savaş, onun en büyük hayalini, asla geriye akmayacak bir ırmağa atıp sırtını dönmüştü.
Audrey, yaşadığı hayal kırıklığının ardından tek eğitim aldığı konu olan dans ile bir iş bulmaya niyetliydi. Sahne gösterilerinde dansçı olarak yer almak için Londra Müzikalleri'nin seçmelerine katıldı. Bu seçmelerden başarıyla geçen Audrey, müzikallerde basit roller oynayarak kendini geliştiriyor ve figüranlık yapmaya hazır olduğunu hissediyordu. Figuranlık yapmak için One Wild Oat seçmelerinde uzun bir sıra bekledi. Film çok değersiz bir filmdi ve bu filmde bir receptionist kız olarak kısa süre filmde görüldü. Figuranlık kariyeri, Laughter In Paradise, The Levander Hill Mab gibi gitgide değeri yükselen filmlerle devam etti.
Tumblr media
Monte Carlo Baby filmi için Monte Carlo'ya ziyareti sırasında şans hayatındaki ilk defa kanatlarının altından esti ve Gigi müzikalinin yazarı Collette ile tanıştı. Bayan Collette, Gigi'nin saf ama hareketli, masum ve biraz da çocuk hınzırlığındaki yapısını, Audrey'de tamamen görmüştü ve büyülenmişti. Oyuncu arayışını sonlandırıp bu genç kızı, bir kaç basit figuranlık ve önemsiz oyunculuklar yapmaktan kurtarıp yeteneğini parlattı. Onu Broadway'e götürdü. Gigi Müzikali'nin yıldızı Audrey Hepburn, artık New York'ta ün yapmış bir tiyatro oyuncusuydu.
New York'taki bu parlak ışık, çok geçmeden Hollywood'un da gözlerini kamaştırdı. Hollywood, Roman Holiday filmi için Audrey'in ışıltısına ihtiyacı olduğunu anladı. Yine de yönetmelikler gereği Audrey'in bir deneme çekimi yapması gerekiyordu. Yapılan deneme çekiminde Audrey, sadece hareket ediyor ve gülümsüyor ve bir sandalyeye oturdu.. Bu basit sahneyi izleyen Paramount, şöyle abartılı bir ifade kullandı.
"Bu görüntü, Londra,New York ve Hollywood'da kaydedilen en iyi görüntü!"
Audrey, özgün güzelliğiyle artık tüm yapımcıların istediği bir oyuncu haline gelmişti. Gigi'nin gösterimlerinin tamamlanmasıyla Roman Holiday filmi için Roma'ya gitti. Sette, mütevazılığı, çalışkanlığı ve kaprissizliği ile yönetmen William Wyler'ın sonradan itiraf ettiği gibi en rahat çalıştığı aktrist Audrey'di. Rol arkadaşı Gregory Peck de çekimler boyunca onun sadeliğine hayran kaldı. Audrey, yirmi üç yaşında, ilk filmiyle, En İyi Kadın Oyuncu Oscarı'nı kazandı.
Tumblr media
"Adımı söylediklerini duyduğumda o kadar şaşırmıştım ki ne yapacağımı bilemedim. Annemle bunu kutlamak için bir şişe şampanya aldık ve eve döndük. Sıcaktı ama tattığım en güzel şampanyaydı."
Audrey Hepburn, sinemada yükseldikçe karakteri ve aile eğitiminden dolayı daha mütevazı davranmaya devam etti. Dönemin bir magazin dergisine "Çok çirkinim, kulaklarım kepçe, göğüslerim tahta gibi, kendimi hiç beğenmiyorum. Benimle evlenmek isteyen biri çıkacağını hiç düşünmüyorum."demiş.
Ama iki çocuk babası dul Mel Ferrel, Audrey ile tanıştıktan sonra onun hayatına tadılmamış yepyeni bir anlam kattı. Aşk...Audrey, ilk kez yaşadığı bu duyguyu bir çocuk gibi çekingen yaşıyordu. Magazinden, meraklı gözlerden kaçıyor ve aşkını gizli tutuyordu. Rüyanın henüz başlarında keder kapıda bekliyordu.Bu aşk, Audrey'in çalışma azmi sonucu çıkan aşırı anksiyetesi ile bir kabusa dönüştü. Hayatına anlam katan aşk, yaşadığı streslere derman olmadı. Audrey günde iki paket sigara içiyordu ve yemek yiyemiyordu. Kıtlık döneminden miras kalan sağlık problemleri, tekrar başladı.
Audrey, hastalığını yenmek için sinemaya tamamen ara verip İsviçre'ye gitti. Audrey'in tüm stres krizleri sırasında ona destek olan Mel Ferrel, onu bu şöhretten ve üstüne bindirdiği yükten kurtarmak için evlenme teklifi etti. Audrey, bu teklifi kabul etti ve çift Lüksemburg'da evlendi.
Tumblr media
Audrey, çok şefkatli bir kadındı ve kadın olabilme duygusunun anneliği yaşamaktan geçtiğini düşünüyordu. Ona göre anne olmak, kadın olmanın en kutsal avantajıydı. Audrey, Mel'den hamile kaldı. Ama şansın sanıldığının aksine çok nadir anlarda yokladığı Audrey, çocuğunu düşürdü. Bu düşük,onu çok üzdü.
Audrey, toparlandıktan sonra Hollywood'a geri döndü. Charade gibi hareketli filmlerde rol aldı. Arka arkaya oynadığı filmlerde kendini çok hırpalıyordu. Audrey, anne olamama hüznünü çok ağır yaşıyordu ve bu duygularını uzun set saatlerine sahip filmleri tercih ederek bastırmaya çalışıyordu.
1959'da tekrar hamile kalan Audrey, ikinci çocuğunu da kaybetti. Bu onun için çok büyük bir yıkım oldu. Hassas ruhu, tekrar yoğun bir depresyonla karşı karşıya kaldı.
"Aklımı kaçırmak hissine en çok yaklatığım andı. Neden çocuk sahibi olamadığımı anlamıyordum. Bu bana hayatımda en çok acı veren şey. Annemle babamın ayrılıp, babamın ortadan kaybolması buna dahil. Kendimi bildim bileli en çok istediğim şey bir bebek.”                                                        
Neyse ki aynı yıl, Audrey tekrar hamile kaldı. Film çekimlerini derhal iptal edip, İsviçre'ye gitti. Çok abartılı bir bakım altında hamileliği sorunsuz ilerledi ve 60 yılının ocak ayında bir erkek çocuğu doğurdu.
1961 yılında Blake Edwards, Truman Capote'nin romanı Breakfast At Tiffany'si filme uyarlamak istedi. Audrey Hepburn, gelen teklife cesaretli bir şekilde olumlu yanıt gönderdi. 60'larda bir escort'u oynamak Amerika'lı aktristlerin pek de tercih etmediği ayıp bir roldü.
Tumblr media
Breakfast At Tiffany's filminde Audrey, kokteyllerde zengin adamların yanında durup, konuklara zekice yanıtlar veren escort Holly'i canlandırıyordu. Holly, Audrey'in hayatı gibi ağır dramların derine gizlenmiş olduğu bir yaşam sürüyordu. Taktığı maskenin altında çok saf ve aşık olmak isteyen gururlu bir kızı gizliyordu. Holly ile aynı apartmanda yaşayan Paul ise onun bu maskesini yavaş yavaş düşürecek ve ona verdiği emekle aşkını kazanacaktı.
Filmi güçlü duygusal altyapısının çok ötesine geçen kareleriyle modaya yıllarca yön verdi. Audrey Hepburn'un her izleyişte ayrı bir anlam bulunacak Tiffany's Mağazası'nın önünde çörek yediği sahne... Bu sahne yıllarca, bir zarafet ve asillik portresi olarak çizilmiş, modaya yön vermiş, akıllarda kalan eşsiz sahnelerden biri olmuştu. Audrey, ölümünden yıllar sonra bile ilk olarak bu görüntüsüyle akla gelecekti. Yaşadığı tüm olağanüstü yaşama rağmen onu ölümsüz kılan bu kısa görüntüydü. Film, Audrey'e 4. Oscar adaylığını kazandırdı. Ancak üç yıl sonra Akademi Üyeleri, Audrey'e acımasız bir hakareti reva göreceklerdi.
Audrey'i yeni tanıyan ve ilk heyecanını yaşayan günümüzdeki hayranları Breakfast At Tiffany's filminin ardından My Fair Lady filmine yönelirler. Filmi çok sevip, Audrey'e tekrar aşık olurlar. Ancak madalyonun diğer yüzünü çevirdiğimizde, My Fair Lady, Audrey'in kariyerinin kötü sallandığı bir yıkım olmuştur. Audrey, yönetmen George Cukor ve yapımcılarla anlaştığında filmde tamamen kendi sesinin kullanılacağını düşünüyordu. Çünkü Breakfast At Tiffany's filminde kendi sesiyle söylediği "Moon River" şarkısındaki performansı çok beğenilmişti. Ancak yapımcılar, Audrey'in sesinin film için yetersiz kaldığını düşünüp, önceden başka bir sanatçı ile şarkıların kayıtlarını yapmışlardı. Audrey, şoka uğradı. O güne kadar Warner Bros Stüdyoları'nın hazırladığı en yüksek bütçeli filmin başrol oyuncusu, kendi sesini kullanamayacaktı.
Tumblr media
Film,sinemaları dolup taşırsa da eleştirmenler acımasızca Audrey'i eleştirdiler. Ve rolü, Julie Andrews'in hakettiğini yazdılar. Audrey'in başarı grafiği, şimdi alay konusu olmuştu. Bu ağır eleştrilerden sonra Akademi üyeleri, Audrey Hepburn dışında filmin tüm oyuncularına adaylık verdiler. Audrey Hepburn'un sadece ödül sunmakla yetindiği gecede, Julie Andrews ise Mary Poppins ile En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ını aldı.
Audrey, bu başarısız deneyimden sonra tatile çekildi. Fakat Mel Ferrel'ın aldığı teklifler çok cazipti ve Ferrel bu teklifleri değerlendiriyordu. Uzun ayrılıklar ve dedikodular, aralarının bozulmasına sebep oldu. Sonunda Audrey ikinci kez bir erkek tarafından terkedildi. Bu terkediliş, babasının terketmesinden daha ağır bir acı bıraktı. Audrey, Mel'e çok aşıktı, Mel'in onu asla bırakmayacağından emindi ama düş kırıklığına uğradı ve yalnız kaldı. Mel'in dönüşünü uzunca bir süre çaresizce bekledi. Ama Mel, yeni bir hayat kurmuş ve ondan boşanmak istediğini yazmıştı.
Tumblr media
Audrey, 40'lı yaşlarına yaklaşırken İtalya'da çapkınlığıyla ün salmış bir doktora gönlünü kaptırdı. Andrea Dotti. Aralarındaki aşk hızla büyüdü ve evlilikle bağlandı. Beraber Roma'ya taşındılar. Audrey, bir yıl sonra bir erkek çocuğu daha dünyaya getirdi. Ve annelik duygusunu tam anlamıyla yaşayıp kendini oğluna adamak için sinema kariyerini sonlandırdı. Audrey, evliliğine ve çocuklarına bu kadar bağlanmasına rağmen Andrea Dotti, onu sürekli başka kadınlarla aldattı. Bu ihanetleri sık sık affetmesine rağmen Andrea hakkındaki dedikodular bitmedi. Audrey, bu kadar küçük düşürülmeye katlanamadı ve on bir yılın sonunda eşinden boşandı.
Tumblr media
Audrey, Dotti macerasından sonra bir yemekte Robert Wolders ile tanıştı. Yeni tanışan bu iki insan, tam anlamıyla kader dostuydu. Hollanda'da 1944 yılında yaşanan kıtlıkta çok yakın yaşamışlardı. Konuşacakları o kadar çok şey vardı ki günlerce buluşup sohbet ettiler. En sonunda birbirlerinin ruh ikizi olduklarını anlayıp, evlendiler. Beraber, İsviçre'ye yerleştiler. Audrey, artık sinemayı tamamen terketmişti.
Audrey, yıllar önce yaşadığı trajediyi ve onu bu trajediden kurtaran UNICEF'i hiç unutmadı. 1944'te yaşadığı açlığı, sefaleti ve çaresizliği yaşayan insanlara faydalı olabilmek için UNICEF'te gönüllü olarak çalıştı. Afrika'nın en unutulmuş bölgelerine gitti. Kadınlarla konuştu, hemşirelik yaptı, besin dağıttı. Bu insanların kalkınabilmesi için destek aradı. Kendini,özellikle açlıktan ölen çocukları gördüğünde çok üzgün hissediyordu. Canlı yayında yaptığı bir konuşma sırasında:
"Burada bütün çocuklar ölüyor, Beş yaşının altında çocuk kalmadı." cümlesini kurduktan sonra konuşmasına devam edemeyip,gözyaşlarına boğuldu. Ve kalbinde taşıdığı bütün merhamet duygusunun yetersizliğinin ezikliği karşısında yaşadıklarını Batı Dünyası'na haykırmaktan çekinmedi.
Tumblr media
Dünya'nın daha eşit ve mutlu yaşanan bir gezegen olması, çocukların hayatın acı yüzleriyle bu kadar erken karşılaşmaması için enerjisi tükenene kadar geri kalmış ülkeleri gezip, hayır yaptı. Türkiye, Tunus, Libya gibi çocuk güvenliğinin ve haklarının çok gelişmediği ülkeleri gezip bu ülkelerde farkındalık yaratmaya çalıştı. Yaşadığı bütün acıları hiç unutmayan, kabuslarında gören bu merhametli anne, çocuklar için koşuşturmaya devam ederken, cennet onu artık bahçesinde istedi.
Hayata hoşgeldin diyen ve ilk haftalarını kahreden hastalık, hayatının son dönemlerinde bağırsak kanseri olarak dönüp, Audrey'i bizden koparmaya gelmişti. Audrey 20 Ocak 1993'te hayata gözlerini yumdu.
O gökyüzüne zerafeti, sanatı, cesareti ve merhametiyle kanatsız bir şekilde yükseldi. Bazen bir yıldız kaydığında ya da gökyüzünde bulutlar dağıldığında Audrey'in yüreğindeki sevginin evrende dönüp, bizlere tekrar yansıdığını hissederim.
Yazımı Audrey Hepburn'un söylediği bir sözle bitiriyorum.
Eğer güzel gözlerin olmɑsını istiyorsɑn, insɑnlɑrɑ iyilikle bɑk. Eğer sɑçlɑrın güzel olsun istiyorsɑn, bırɑk çocuklɑr ellerini geçirsin sɑçlɑrındɑn. İnce bir bedense isteğin, ekmeğini ɑçlɑrlɑ bölüş. Ve güzel dudɑklɑrɑ sɑhip olmɑk için, sɑdece güzel sözler söyle. 
Kaynaklar: BBC Audrey Hepburn Documentary Zarafet, Donald Spoto Audrey Hepburn, An Elegant Spirit ( Sean Hepburn Ferrer)
Egemen Doğan
5 notes · View notes
kargakamisi · 9 years
Text
Berlin Duvarı yıkılmadan önce : Die verlorene Ehre der Katharina Blum
Tumblr media
Batı Almanya, refahını oynak taşlar üzerine oturttuğu o yıllarda Doğu'ya yaptığı "iyilik" sadece bedenselleşmiş ve katı bir şekilde Doğu fikir ambargosuyla yabancılaşmıştı. Doğu'ya açılan illegal kapılar o kadar dikenliydi ki katı Sosyalizm etiketiyle tüm Batı'ya bu saklı fikirler, yasaklara batırılıp süzdürülüyordu. Böyle bir dönemde Batı kadınının sorunları ne kadar derinleşebilirdi ki? Batı kadını Alman olma kökleri dışında tamamen New York sorunlarıyla boğuşmuş olmalı. Algıları pasifleştiren bir iki dergi, bolca işlenmiş radyo ve televizyon yayınları hatta Leni Riefenstahl'ı utandıracak kadar güçlü propaganda çanları ve yumuşatılmış bir dindarlık Batı'yı tek düzeliğe indirmişti. 
Katharina Blum, Almanya'nın etnik olarak iyice karışmaya başladığı iş gücü döneminde bir avukata ve eşine hizmette bulunan alımlı bir kadın. Batılı kadınlar gibi ara sıra partilere gider ama asi ruhuyla kendi bedenini dikte ettirilen seks öğesi olma yolunda asla kullandırtmaz. Bir gece yarısı istisnası olan Ludwig ile kaçamak yaşar. Ludwig, Doğu emellerine hizmet eden bir terörist ve Katharina Blum'un da ailesindeki sosyalist geleneğe kalıp çıkarttığı için Katharina Blum'u etkileyebilecek tek zeki adamdır. Gerçekten de ideolojisinin arkasındaki duru��u ile Ludwig çok zor vazgeçilesi bir karakter erkini sergiler. One-night-stand sabahında Ludwig ortadan kaybolduğunda onu takip eden Batı kuvvetleri Katharina'nın evini basar ve Katharina'ya sonu gelmeyecek psikolojik bir baskı yapmaya başlar.
Tumblr media
Katharina Blum sadece Heinrich Böll'un yazdığı romanın fantastik güçlü kadın karakteri olarak değil, kocaman bir Doğu'nun onurunun sembolü olarak kanatlarına yağ sürülmüş halde engelleri çiğner. Yasaklar karşısında güçlü durur. Kadınların makyaja ve sekse adandığı; kadın sesinin çıkmasının büyük büyük ellerle kapatıldığı düzenin suçlusu olarak toplumsal idamına karşı gelip onların istediği (kışkırttığı) kişi olacaktır.
Basın manipülasyonu üzerine kurulan bu film özgün konusunun dışında altını kıpkırmızı(!) çizdiği kapitalist üç devletin genlerini aktardığı Batı Almanya'nın köklerine ihanetini vurgulayarak silahı ters döndürmeyi başarabilmiş. Volker Schlöndorff'un minik adımlarını Angela Winkler'in canlandırdığı güçlü kadın rolünde devleştirmesiyle sinemanın kalan tüm değerlerini de hazzın ötesine taşıyan film Batıdan Doğuya.
1 note · View note
kargakamisi · 9 years
Text
Alzheimer Hastalığı Üzerine 7 Film
Tumblr media
İnsan beyninin belki de en güzel yanı çekilen acıları unutabilme özelliği. Tanrı tarafından verilen bu üstün özellik sayesinde geçmiş, çoğu zaman nostaljik güzel anılardan ibaret özlemi çekilen yitirilmiş zamanı ifade eder. Acılar unutulur, dökülen göz yaşları pınarında tuzlu bir tat bırakır, öfkeler utangaç boyun eğmelere dönüşür. Bir albümün en güzel anıları fotoğraflanır. Acılar ise nereden geldiği bilinmeyen bir olgunlukla asıl kilometre taşlarının temelini sükunet içinde kurar. Ne zaman ki beyin patolojik bir hırsla tüm anılara, nice uğraşlar sonucu kaydedilen bilgilere, fonksiyonlara saldırırsa o zaman asla ne hissedildiğini bilmediğimiz o kopuş hissini yaşayan, ama geçmişte olduğu kişiyle bağını asla koparmamak için savaş veren Alzheimer hastaları karşımıza çıkar. Tam olarak çözülmesi uzun yıllarca mümkün gözükmeyen beynin bu devasa işlevlerini kaybetmesi sinema dünyasının da ilgisini ödüllerin hep bir ucunu tutan oyunculuk performansları ile çekmiştir. Bu çözümlenemeyen hüzünlü hastalık ile ilgili çekilmiş en iyi 7 dramayı şöyle derledim.  
7-) The Iron Lady (2011,Phyllida Lyord)
Tumblr media
Meryl Streep’e 3. Oscar’ını getiren The Iron Lady filmi Birleşik Krallık’ın 1979-1990 yılları arasında başbakanlığını üstlenen Margaret Thatcher’ın hem inişli çıkışlı başbakanlık dönemini hem de son yıllarında savaş verdiği Alzheimer hastalığını içeren biyografisi. 
6-) Still Alice (2014,Richard Glatzer, Wash Westmoreland)
Tumblr media
Julianne Moore’a ilk Oscar’ını getiren Still Alice filmi Lisa Genova’nın aynı adlı romanından uyarlanan, bir dil bilimci olan Alice Howland’ın erken Alzheimer hastalığına yakalanışını, aile ilişkilerini ve hastalığın psikolojisini çok iyi seyirciye özümsetebilen empatik yönü güçlü bir drama olarak seyre sunulmuş.
5-) Ichiban utsukushî natsu (2001,John Williams)
Tumblr media
Bir transformasyon filmi olan Ichiban utsukushî natsu, Japon geleneklerine zıt bir tarzı benimsemiş hırçın Naomi karakterinin yaz tatilinde çalışması için teyzesi ve amcası yanına gönderilmesi ile başlar. Burada yaşlı ve artık geçmişini yitirmeye başlamış olan komşusuyla Naomi’nin kurduğu ilişki yaşanmamış gençlik ve önemi fark edilmemiş değerler arasında ruhani bir değiş-tokuşa dönüşür.
4-) Iris (2001,Richard Eyre)
Tumblr media
3 oyuncusunun Oscar’a aday gösterilip Jim Broadbent’e ilk Oscar’ını getiren Iris filmi, Sartre ile de tutkulu bir aşk yaşamış entelektüel yazar Iris Murdoch’un gençlik yılları ve hastalık yılları üzerine kurulu başarılı bir film. 
3-) Amour (2012,Michael Haneke)
Tumblr media
Pek çok ödül töreninde kıymeti bilinmiş Oscarlar’da da en iyi yabancı film ödülünü kucaklamış Amour, tedavi edenle tedavi olan arasındaki ilişkiyi mükemmel bir psikanalitik düzlemde işlemeyi başarmış bir film. Filmin mükemmel bir oyunculuk lezzeti olduğunu Emmanuelle Riva ismi ile anlatabilirim sanırım.
2-) Pandora’nın Kutusu (2008,Yeşim Ustaoğlu)
Tumblr media
Yeşim Ustaoğlu’nun Beyaz Türk sinemasının çekim özelliklerini yine şiirsel görüntülerle işlediği Pandora’nın Kutusu, Alzheimer Hastalığı üzerine çekilmiş olan en başarılı filmlerden biri olarak övgüyü hakediyor.  
1-) Away From Her (2006,Sarah Polley)
Tumblr media
Alice Munro’nun kısa bir hikayesinden sinemaya uyarlanan Away From Her,Julie Christie’nin oyunculuk performansıyla yıllar sonra Oscar adaylığı aldığı, Alzheimer hastalığı sebebiyle bir bakım evinde yaşamaya başlayan Fiona karakterinin bakım evinde kurduğu ilişkiler ve eşinden uzaklaşma sürecini işleyen çok başarılı bir drama olarak konu üzerinde çekilmiş en iyi film olma özelliğini taşıyor.  
Egemen Doğan
2 notes · View notes
kargakamisi · 9 years
Text
Lana Del Rey’i Neden Seviyoruz?
Tumblr media
Lana Del Rey ilizyon olan bir ikon. Evet sesi canlıda çok kötüdür, tamamen estetik ile bu cool tavra ulaşabilmiştir ancak her şeyin ötesinde beni çok etkileyen ve hayranı olmamı sağlayan melankolik hisleri vardır. Bu melankoliyi Hollywood efsaneleri ile öyle bütünleştirmeyi başarmıştır ki bayık diye nitelendirilen şarkıları bazıları için hayatının eksik notalarını tamamlamıştır. Hikayesi tıpkı Hollywood starlarına benzer. Rock Hudson’ın ilk dönemlerinde korkunç derecede başarısız olması hatta deneme çekiminin saklanıp "Oyunculuk böyle yapılmamalı işte!" diye yenilere izletilmesi, adını daha erkeksi olsun diye Rock yapması, sesini karizmatik hale getirmek için hastalanıp avazı çıktığı kadar menajeri tarafından bağırtılması,Marilyn Monroe’nun çıplak ayakla caddelerde dolaşırken topuğunun birini kesip yürürken daha seksi görünmeyi akıl eden, ilişkileriyle yükselen skandallar kraliçesi olması,Rita Hayworth’un alnından çıkan saçları yine menajerinin yolmasıyla o güzelliğe kavuşması,Bette Davis’ ve Joan Crawford arasındaki efsanevi kavgalar, uyuşturucular, otostop fahişeliği yani geçmişe ait ne kadar cool anı varsa şarkılarında hissettiren Lana Del Rey öyküsüyle, yarattığı vintage tavırla ve şarkılarıyla ilizyon yaratan eşsiz biri. 
Egemen Doğan
0 notes
kargakamisi · 9 years
Video
youtube
Tüm yıl boyunca hayaller kuruyorum pek sevimli şeyler değiller :/
0 notes
kargakamisi · 9 years
Text
İstismar Sinemasının Epik Bir Örneği
Tumblr media
Yeraltı Edebiyatı, alternatif sinemayı besleyen önemli kanallar oluşturmaya yıllardır devam ediyor. Bir Rüya İçin Ağıt, Dövüş Kulübü, Yolda gibi önemli edebiyat örneklerini kimi zaman yumuşatarak, kimi zaman da gazlı bezle dağlayıp özgünleştirerek sinemada yer edinmeye çalışan yönetmenlerden biri de şüphesiz Gregg Araki. Kesintili sinema kariyerine her ne kadar Kaboom gibi bir sci-fi, Smiley Face gibi başarısız bir komedi sokmayı başarsa da Gregg Araki en çok Mysterious Skin filmiyle salonlarda sesini çıkarabildi.
Mysterious Skin, Scott Heim'ın romanından 2004 yılında uyarlandı. Filmden üç sene önce Fransız yapımı A ma soeur! (Kız kardeşim) filminin yarattığı çocuk istismarı sansasyonun gölgesi henüz kalkmamışken, yasaklar bu sefer de Gregg Araki'yi buldu. Mysterious Skin, çocukken uğradıkları ağdalı taciz öyküsünün ardından hayatlarının değişimini kontrol edemeyen iki gencin öyküsü üzerine kurulu. Neil ve Brain bir birlerinden habersizce uzun yıllar boyunca farklı yollar çizmiş, ancak bu yolları tamamen başı bozuklukla giden bir batağın içinde seyretmiş. Neil yaşadığı travmayı bedenini "büyük gaylere (daddy)" satarak dışa vururken; Brian ise içine kapanıp eşcinselliğini sorgulamanın acısını atlatamayan on üç yaşındaki bir ergen halinde kendini paketlemiş. Yollarının kesişimi ise ilginç bir şekilde Brain'ın çevresindeki dinamiklere verdiği içsel yanıtlarla başlıyor. Kabusları onu merağa sürüklüyor. Parçaları birleştirip, batılla aralarına tutkal sürdüğü yapboz yavaş yavaş şekilleniyor.
Tumblr media
Filmin ilerleyen sahnelerinde ise aynı noktadan başlangıç aldıkları ve eğer bir son ise birbirlerinde buldukları "son", bir downtown Amerika dumanında sunuluyor. Filmin işlenişindeki cesaret, şiddet dolu cinsellik sahneleri ve Neil'in daddyler ile olan batak muhabbetleri bir yeraltı sinemasının gerektirdiği ölçünün de üstünde ve realizmi epik bir şekilde göze sokan tamamlayıcılar olmuş.
Belki de işlenişteki tek eksik yön eşcinsel hayatın siyahlarla ve tekrar siyahlarla işlenişi olmuş. Bu kadar renkli bir hayat, arka plan olarak da olsa kimi zaman yükselen coşkulara izin verecek ölçüde iyimser. Eric ile bu gözlemin üstesinden geleceğini düşünen yönetmen, bu konuda daha iyisini gördükten (Angels In America - Jeffrey Wright) Eric'in ne kadar eğreti durduğunu daha iyi farketmiş olmalı. Fakat eşcinsel genel kanının aksine kızların bu dünyanın derinine inmeye olan merağını ve bu merakla yakaladıkları yüzeyselliği Deborah karakterinde tam olarak gösterebilmiş.
Mysterious Skin, sinefillerin zihninde uzun süreli çalkantılara yol açacak kadar görülmemiş düzeyde bir dram.
Egemen Doğan
1 note · View note
kargakamisi · 9 years
Text
Bir Seri Katilin Öyküsü Aileen
“I’d just like to say I’m sailing with the rock, and I’ll be back like Independence Day, with Jesus June 6. Like the movie, big mother ship and all, I’ll be back.”
Aileen Wuornos, Dünya'nın gördüğü en soğukkanlı seri katillerden biriydi. Şiddet, tecavüz ve sevgisizlik içinde geçen çocukluk ve ergenlik döneminin ardından, içinde bulunduğu başıbozukluk ortamında yükselttiği öfke ve nefret ile gözünü kırpmadan cinayet işleyebilecek farklı bir kadın portresi çizdi. O, kimilerine göre bir cani kimilerine göre ise bir kurbandı. Bu öykü, ilahi oyunlarla seri katilliğe itilmiş yoksun bir kadının öyküsü.
Tumblr media
Aileen, 29 Şubat 1956'da Rochester, Michigan'da dünyaya geldi. Babası Leo Dale Pittman, çocuk tecavüzcüsüydü ve çocuk istismarından yargılanıp, hapse girdi. Hapis koşulları ve içinde patlayan sadist hislerin tatminsizliği yüzünden kendisini astı. Aileen'in annesi Diane Wuornos ise tam bir sorumsuzdu ve iki çocuğunu annesi ve babasına evlatlık olarak bırakıp kaçtı. Aileen 4 yaşındayken yaşadığı bu travmanın ardından çok daha dramatik bir hayatta yolunu kaybedecekti.
Aileen, çocuk yaşlarda büyük babası tarafından büyük şiddet gördü. Çocukluk döneminde umutları olan ve hayatının bir gün değişeceğine inanan Aileen için, yıllar geçtikçe bu şiddet daha katlanılmaz hale geldi. Büyük babasına karşı durabilecek tek insan, büyük annesi, ise umutsuz bir alkolikti ve torunlarıyla hiç ilgilenmiyordu. Aileen'in büyük babası ve ağabeyi tarafından gördüğü şiddet bir faciaya dönüştü ve 12 yaşından itibaren defalarca tecavüze uğradı. Bu pislik içinde korku çırpınışlarıyla boyun eğmekten başka şansı olmayan çocuk, çok erken yaşta cinsel olgunluğa erişti ve 14 yaşında ağabeyi Keith'in tecavüzü sonucu hamile kaldı. Aileen, ne yazık ki bebeği olduğunun çok geç farkına vardı ve çocuğu doğurmak zorunda kaldı. Çocuğu doğar doğmaz yetiştirme yurduna verildi.
Aileen'in gördüğü şiddet daha da katlanırken suçlarını arsız bir şekilde genç kıza yükleyen Keith ve büyükbaba, Aileen'in büyük annesinin karaciğer yetmezliği sonucu ölmesini fırsat bilip Aileen'i sokağa attılar. Kısa bir süre sonra Aileen'e en büyük kabusu yaşatan Keith de büyükbabası tarafından evden kovuldu. Aileen Wuornos, bir süre hurda bir arabada yaşamaya çalıştıktan sonra başka şansı olmadığını anlayıp fahişeliğe başladı. Yol kenarlarında otostop çekip küçük ücretler karşılığında farklı farklı adamlarla birlikte oldu. Hayat ona başka bir şans tanımamıştı ve küçük yaşlardan itibaren yaşadığı kabusla şimdi para kazanmak onun için tek yoldu.
Tumblr media
"Kolay yol mu? İnsanlar fahişelere hep aşağılayarak bakarlar. Kolay yolu seçtiğimizi düşünüp hiç şans tanımazlar. Hiçbiri yaptığımız işi yapmak için ne kadar büyük bir irade gerektiğini hayal edemez. Her gece sokaklarda dolaşmak. Tanımadığın kişilerle yatıp yeniden ayağa kalkabilmek. Ama ben yaptım ve onlar bunu fark etmedi. Çünkü kendimi yapmaya ikna edebileceğim şeyleri bilmiyorlardı."
Aileen otostop fahişeliğiyle kazandığı parayla kötü alışkanlıklar edinmekten kendini alıkoyamadı. Uyuşturucu ve alkol bağımlılığı, barlarda çıkardığı kavgalar ve çeşitli mağazalara ateş açmaktan dolayı tutuklandı. Hapisten çıktıktan iki yıl sonra bir barmeni tartakladığı için tekrar hapse girdi.
Aileen son deneyimlerinin ardından otostopla Florida'ya gitmeye karar verdi. Orada şansının değişeceğine inanıyordu. Marilyn Monroe da onun gibi bir hayat yaşamamış mıydı? Marilyn, çıplak ayakla kış günlerinde bir lokma yiyeceğe muhtaç kalmamış mıydı? Bir süpermarkette şans eseri farkedilip sinemanın en büyük yıldızı olmadı mı? Neden Aileen için de şans burada olmasın?
Şans yüzüne bu kez güldü. Aileen 69 yaşında zengin bir yat klübü başkanıyla tanıştı ve küçük yaşına rağmen ona bağlandı. Evlendiler. Ancak kocası da ona çok büyük bir şiddet yaşattı. Aileen mutsuz giden evliliği sırasında tekrar barlara düştü ve sürekli sarhoştu. Bir gün kocasını bastonla dövdü ve bu da kısa süren rahat yaşam hayalinin sonlanmasına neden oldu. Boşandılar, aynı yıl ağabeyi Keith'in de tiroid kanserinden öldüğü haberini aldı. Zerre üzülmedi.
Aileen için hayatının en güzel anı Daytona'da onu bekliyordu. İhanetle sonlanacak ama her zaman Aileen'in yaşadığı ender güzel anlar olarak hafızasında kilitlenecek bir ilişki Daytona'da bir gay barda başladı. Bu ilişki boyunca Aileen için hayat kabusa dönüşse de Tyria Moore'un tek bir öpücüğü onu hayatının sonuna kadar mutlu kılmaya yetecekti. Aileen ve Tyria birbirine aşık iki kadındı ve kendilerine yeni bir hayat kurmak için umutları vardı. Aileen, fahişeliği bırakacak bir iş bulacak. Tyria'ya bakıp onunla deniz kenarında bir evde ortanca kokularıyla ertelenmiş mutluluğunu yaşayacaktı. Ama Tanrı, umutlarını görmezden geldi. Aileen eğitimsiz olduğu için hiç bir iş bulamadı. Dahası geçmişinden gelen öfkeyle çok agresif davranıp hakkındaki şikayetlere engel olamadı. Fahişelik yine kaçınılmaz kaderdi. Aileen için bir tamircinin arabasına binmesi kaderine çok karanlık bir yön verdi. Arabasına bindiği adam işkencelerle dolu bir tecavüz yaşattı. Vücudunda bıçak kesikleri, anal bölgesinde zorlanma, saçlarının yakılması ve çok sert bir cinsel birleşmeye maruz kaldı. Bu tecavüzden çığlıklarla kurtulup tamirciyi öldürdü. Tamircinin cesedini bir ormana terkedip tamircinin arabasıyla ve paralarıyla kaçtı. İnandığı Tanrı'nın ondan ahlaksız adamları öldürmesini istediği sanrısıyla Tyria'ya yepyeni bir yol açmak için bu cinayetleri sürdürüp yedi adamı kurşuna dizip parasını çaldı. Aileen yaşamak için öldürüyordu. Tıpkı savaşlarda kahraman olarak adledilenler gibi.
1989 ve 1990'da işlediği cinayetler Florida'da polisin büyük bir gayretiyle gün ışığına çıktı. Aileen için kanıt yoktu ama herkes onun bu cinayetleri işlediğini biliyordu. Aileen'ı ölüme ise Tyria götürdü. Aileen onun yaşaması için kendi yaşamını feda etti. Suçunu itiraf etti ve Tyria da mahkemede aleyhine tanıklıkta bulundu. Aileen yargıca şöyle bağırdı:
Tumblr media
"Teşekkür ederim yargıç. Tecavüze uğramış bir kadını ölüme mahkum ettiniz. Umarım size de tecavüz ederler bok çuvalları."
Aileen Wuornos 12 yıl bekletildi. Bu bekleyiş sırasında idamı kabullendi. Öfkesinin dinmediğini ve serbest bırakılırsa tekrar cinayet işleyeceğini söylüyordu. Yeniden yargılanmasını sabote etti ve idamını bekledi. İdam edilişinin bir gün öncesinde şu röportajı verdi :
youtube
Aileen Wuornos, 9 Ekim 2002'de idam edildi. İdam edilişinin ardından feminist bir kahraman mı yoksa bir cani mi olduğu tartışmasıyla hakkında filmler belgeseller çekildi. Ünl�� olmuştu artık. Talihi ölümünden sonra değişmişti. Yaşadığı ızdıraplar, psikolojik mücadele ve hayatta kalma çabası Charlize Theron'a Monster filminde Oscar kazandırdı. Kişisel yorumumla Charlize Theron, bu filmde sinema tarihinin en etkileyici rolünü en başarılı şekilde canlandırdı.
Monster, Aileen Wuornos'un karanlık yaşamının yumuşatılmış bir melodramıydı. Film, yaşattığı hisler ve verdiği ahlak iki yüzlülüğü mesajıyla sinema tarihinin de en önemli eserlerinden biri oldu.
Tumblr media
Charlize Theron, Monster'ın sonunda Aileen'in içinde şunları söyler:
"Aşk herşeyi affeder
Her bulutun gümüş işlemesi vardır.
İnanç, dağları yerinden kaldırır.
Aşk her zaman yolunu bulur.
Herşeyin bir sebebi var.
Hayat varsa umut da var
Umut, bu gerçekten çok anlamlı."
Egemen Doğan
1 note · View note
kargakamisi · 9 years
Text
Gothic Efsane Kan Banyoları ve Erzsebeth Bathory
Erzsebeth Bathory'nin hikayesi tarihin zafer dolu yapraklarının arasında kalmış hazin bir yenilginin öyküsü. Destansı bir yaşamın ardından, zihinlere kazınan acı olaylar, hezeyanlar, cinayetler serisi ve ışık almayan bir kafeste sonlanan hayat...
Tumblr media
Erzsebeth Bathory, damarlarında asil kan akan Bathory ailesinin tek varisi olarak Macaristan'da dünyaya geldi. Bathory ailesi o kadar güçlüydü ki Macar Kralı bile bu aileye yüklü miktarda borçluydu. Aile, zaman içinde sınırları Osmanlı Devleti tarafından daraltılan Macaristan'da bir sınır kalesi olarak görev yapmaya başladı. Türkler'e karşı büyük direniş gösteren aile fertleri zenginlik ve saltanat içinde tuhaf huylar edindiler. Marquis De Sade'in bir yüzyıl öncesinde Sadizmi tanımladılar. Esir alınan Türk askerlerine uygulanan akıl almaz işkenceler, küçük Bathory'nin soğuk ve katı bir kız olarak yetişmesinin belki de en büyük sebebiydi. Erzsebeth, büyürken yaşadığı gönül ilişkilerinden kendisine çok ağır bir yük getiren bir tohum attı yaşamına. Soylu olmayan bir gençten hamile kaldı ve çocuğu doğar doğmaz Bathory ailesi tarafından yok edildi. Genç ruhu, çocuğuna ve aşkına veda etmekten büyük ızdırap duydu mu bilinmez ama kırılgan akıl dengesine çok büyük bir sekte vurduğu aşikar.
İlerleyen yıllarda sınıf atlamaya çalışan dalkavuk bir komutan olan Ferenc Nadasdy ile evlenen Erszebeth, asil soyadını eşine verdi. Artık Türk avcısı Ferenc Nadasdy, Ferenc Bathory olarak daha üst bir tabakaya geçmişti. Ferenc, savaş meydanlarında çok acımasız bir komutandı. Esir ettiği askerlere uyguladığı alaycı işkencelerle Macaristan'a korku salmıştı. Ne yazık ki gözünü kırpmadan insan kesen Ferenc, eşinin karşısında silik bir karaktere bürünüyordu. Bütün sosyetenin de bildiği gibi Erzsebeth, uzun süren savaş yıllarında kocasını beklemiyordu. Sık sık genç erkeklerle ilişkiler yaşıyordu. Hatta bir ilişkisine Ferenc de şahit oldu, ancak eşinin kendisine verdikleri karşısında affetmek durumunda kaldı.
Ferenc'ten üç çocuk sahibi olduktan sonra Erzsebeth, hala çekici ve güzel bir kadındı. Partilerde en şık elbiseleriyle boy gösterir, genç oğlanlarla oynaşır, kendisine kafa tutan din ve devlet adamlarını mat ederdi. Kadınların, erkeklerle eşit olduğuna inanır ve asla cinsiyetinden ötürü aşağılanmaya katlanamazdı.
Nice Türk askerinin öldüremediği Ferenc, bir gece amansız bir hastalığa yakalandı ve küçük bir virüse yenildi. Yaşamını kaybetti. Erzsebeth, artık zengin avcısı erkeklerin hedefi haline gelen güzel bir duldu. Üç çocuğu vardı, askerleri vardı, ülkenin en geniş toprakları kendisine aitti. Macar Kralı'nın tahtını sallayabilecek kadar gücü vardı. Erszebeth'in cazibesine kapılan yirmi yaşındaki Istvan, kısa sürede Erzsebeth'in ilgisini çekti ve derin bir aşk yaşadılar. Uzun tiradlardan oluşan aşk beyitlerle dolu mektuplar, bitmeyen geceler, dedikodulara aldırmadan alelade öpüşmeler... Erzsebeth, bu aşka o kadar kapılmıştı ki bütün gücünü unutup kendisini bir erkeğin kölesi haline getirebilecek kadar bağlılık hissediyordu. Geniş derebeyliğiyle ilgilenmiyor, askerleri, dostları ve sıkıcı devlet adamlarıyla buluşmuyor, sadece Istvan ile aşk yaşamak istiyordu. Malesef ki bu büyük bağlılığı, Istvan ve ailesinin verdiği kararla çıldırmaya varan krizlere sebep oldu. Istvan, Danimarkalı bir tüccarın kızıyla evlenecekti. O arada Istvan ne düşündü bilinmez ama kesin olan gerçek ayrıldıkları.
Erzsebeth, bu ayrılığa dayanamadı. Gecelerce uyumadı, yemek yemedi ve gittikçe hırçınlaştı. Bir gün saçını tarayan hizmetçisinin canını acıtması üzerine genç kıza sert bir tokat attı. Attığı tokat o kadar güçlüydü ki genç kızın kanı Erzsebeth'in yüzüne sıçradı. Ayna karşısında kanı temizlerken çok farklı bir görüntü gördü. Kan, tenini parlatmış ve tazelemişti. Gördüğü bu sanrının, kendisine Tanrı tarafından gönderilmiş bir mesaj olduğuna inanıp genç kızın kanıyla yıkandı. Şizofrenliği ve gençlik merağı o kadar arttı ki özel makinalar yaptırıp günde üç kızın kanıyla duş aldığı günler oldu. 612 genç bakire kızın kanlarını tamamen çıkarıp ormana attırdı. (Bu cesetler, Macaristan'da kurt adam efsanesinin de doğmasıyla ilgilidir.) Köylü bakire kızların, cildine faydasız kaldığını düşününce asillerin kızlarını kaçırtmaya başladı. En sonunda işlediği tüm cinayetler ayyuka çıktı ve Erzsebeth Bathory, güç elde etmek isteyen Macar asilleri ve borçlarını kapatmak isteyen Macar Kralı tarafından tutuklandı.
Erzsebeth, bütün mal varlığını Macar Kralı'na hibe edip, mahkum edidi. Yandaşları en ağır şekilde idam edildiler. Kendisi ise hiç ışık almayacak şekilde kendi odasına hapsedildi. Sadece yemek ve suyun verildiği küçük bir delik dışında gün ışığını hiç görmüyordu. O süreçte, Tanrı'dan uzaklaştığını, Tanrı'nın korkunç günahları affetmek için insanlar tarafından yaratılmış bir serap olduğunu kendine itiraf etti. Dinden giderek uzaklaşıyor, eski savunduğu feminist görüşü yitiriyordu. Erkeklerin üstün yaratıldığına ve bundan dolayı hiç bir zaman hayatın çirkin yüzüyle karşılaşmayacaklarına inanıyordu. Sefalet içinde eski savunduklarından uzaklaşarak kendisini öldürdü. Cesedi günler sonra tabakları hiç almadığını farkeden kale hizmetçisini tarafından bulundu ve bir toprağa mezarsız bir şekilde atıldı. Macaristan'ın en güçlü insanı, en geniş derebeyi, en zengin kadını mezarı bilinmeyecek bir şekilde öylesine çürümeye terkedilmişti.
Acaba tarihin pek de önemsemediği bu cinayetler serisi, bize kitaplarda, filmlerde anlatılan gibi acımasız bir şekilde mi gerçekleşti? Yoksa rant kavgasındaki Macar beylerinin bir oyunu muydu? Belki de Erzsebeth masumdu. Kendisinin inkar ettiği gibiydi herşey bir kumpastı. Bunu tarih her daim gizleyecek.
"Zamanın güzelliğe saygısı yok."
"Tarih sadece galipleri yazar."
Egemen Doğan
0 notes
kargakamisi · 9 years
Text
Mor Örtülü Vadideki “Parlak Yıldız”
Tumblr media
Virginia Woolf,  Kendine Ait Bir Oda kitabında şu ifadeye yer vermiş "Benden kadınlar ve kurmaca yazın konusunda konuşmamı istediğinizde, nehir kıyısına oturup bu sözcüklerin ne anlama gelebileceklerini düşünmeye başladım. Bunlar, yalnızca, Jane Austen üzerine söylenecek bir iki şey daha, Bronte kardeşleri anıp, karlarla kaplı Haworth papaz evini betimlemek,olabilirse Miss Mitford ile ilgili birkaç zekice deyiş, George Eliot'a saygıyla değinmek,Mrs.Gaskell'dan söz etmek anlamına gelebilirdi ve böyle de yapılabilirdi. Ama ikinci kez gözden geçirildiğinde, sözcükler o denli basit görünmüyordu." Kendisinin belirttiği gibi edebiyatta kadın dokunuşunu ifade edebilmek ne kadar zorsa, kadın etkisinin kompleksliğini ifade etmek de o denli zor. İngiliz Edebiyatı denilince günümüz aşk romanlarının kısa bir sinopsisi gibi kalan ama hiçbir zaman da etkisini yitirmeyecek, asırlarca kuvvetlenecek Jane Austen kadınları akla geliyor öncelikle. Bu kadınlar eğitimli, yer yer taşradan çıkma ama muhakkak sonunda ideal kadına dönüşebilme potansiyeline sahip pembe ruhlu kadınlar. Günümüzün modern ve seksist dünyasına çok hitap etmeyen bir duygusal yapıları, bazen de tükenmek bilmeyen gururları olsa da hep bir arzulanan idealar alemindeki kadınlar. Bu noktada İngiliz romantik şair John Keats'in ilham perisini ele alan Jane Campion, sade bir işleyişle bu kadınların gerçekçiliğine dikkat çekiyor. Fanny Brawne’i o idealar arasından çıkarıp ete kemiğe bürüyerek nostaljik bir aşk havası yaratıyor. Yıllar önce The Portrait Of A Lady filminde kurmaca bir kadının arzulanan ve aşkı hissettiren yoğun yapısını ele alan Campion, bu filmde gerçekçiliği göz önünde bulunduruyor. Eklemeden,çıkarmadan olabildiğince sade,olabildiğine aslına sadık kalarak bu büyük aşkı küçük dokunuşlarla sunmuş. Yani tam bir kadın dokunuşuyla. Nostaljik aşka kattığı gerçekçilik o kadar samimi ki  kabarık etekler, danslar, uzun ağdalı konuşmalar içeren dönem filmlerinden kendini sıyırmayı başarmış.
Tumblr media
John Keats’in aşkı, dokunmadan, sadece yumuşak göğsünün üstündeki nefesi hissetmekle yetinecek kadar zarif ifade etmesi, romantik sanatın gerçekçiliğine vurgu yapılması bakımından çok önemli. Cinsel bir ögenin tamamen dışında yer alan nazikliği, Schopenhauer erkeklerine yapılan en önemli kadın taşlaması sanırım. Bu tip erkekleri, filmin kötü karakterinde bedenselleştiren bu taşlama, “kültürüne, yaşayış tarzına, güzelliğine” aldırmadan salt bir esintisinden elde edilecek ilhamı yeren anlayışa sert bir karşılık veriyor. Kadın, sadece kadın olduğu için bile inanılmaz bir periye dönüşebilir. Bazen gururu ile, bazen gözyaşlarıyla, bazen onu rengarenk çiçeklerin içinde çiçekleri kıskandıracak renkte bir elbiseyle yere çökme hayaliyle. John Keats’in
“Çiçekli bayırlarda kristal kabarması Nehrin, uzaklık gibi görünen, beni diri tut.”
dizesine sık sık destek getiren yönetmen cennetten kopma çiçek sahneleriyle kamerayı aslında John Keats’in hayallerine çeviriyor. Bu sahnelerin zevkini çıkarırken güçlü soundtrack de ekrandan buram buram yayılan cennet kokusuna vücut kazandırıyor. Film boyunca kullanılan soundtrack bu hayali etkiyi, düşünsel aşkı yaratmada çok başarılı. etkinin yaratılmasını zorunlu kılan dizeler de geliyor zaten.
“Bahar üç kez sabah sana, Üzgün değil hiç, bildikten sonra Ve şarkım gelir doğal ılıklığıyla, Üzgün değil hiç, bildikten sonra Ve akşam dinler. üzülür, boşluk Düşüncesiyle; boş olamaz; Uyanık, düşünür ki uykuda.”
Tumblr media
Yönetmenin anlatmak istediğini kavrayabilmek için filmi çok dikkatli izlemeniz gerekiyor. Evet; çoğu sinema sitesindeki yorumlardaki gibi sıkıcı gelebilir. Sadece dizelerden, konuşmalardan ve görüntülerden oluşan bir film izlenimi de yaratabilir. Uzun cümleleri anlamayı tercih etmez sinema izleyicisi. Ben filmi izlerken John Keats hakkında belli bir bilgiye sahiptim ve filmi durdura durdura izleyince kendisine olan hayranlığım arttı.
Fanny Brawne’in sevgisi de çok kadınsı ve narin. Kadınların aslında kaleme dökülemeyen duygularının romantizmini ve bunun sancısını hissettiren bir karakter. Kendisini her şeyiyle sunmaya, bağlanmaya hazır ama gördüğü değer ve kendisine yüklenen anlam onu yüceleştiriyor. Omuzlarına suçluluk duygusu da bastırıyor, aşk öfkeleri de. Aslında her kadının olmak istediği bir durumda. çünkü o sevdiği adamın gözünde gökyüzündeki yıldızlardan bile “parlak bir yıldız”
Filmi beraber izlediğim arkadaşım cast seçiminin yanlış olduğunu söylemişti. Ben Whishaw’ın Abbie Cornish’e göre çok soluk kaldığını ve inandırıcılığı fiziksel görünümde yitirdiğini söyledi. Aslında bu hikaye kurmaca olsaydı katılmamak elde değildi. Ama hikayenin gerçekliği ve anlatış tarzı yüzünden cast’ın da çok doğru seçildiğini düşünüyorum. Ayrıca Abbie Cornish'in oscar adaylığı alamaması da inanılmaz. Muhteşem bir performans sergilemiş.
Uzun zaman sonra üzerinde düşündürebilen bir filmdi Bright Star. Eğer çok dinç bir anda izlerseniz alacağınız fikir çok daha size işleyecektir. Yazımı John Keats’in kendisi ve Fanny Brawne ile ilgili yazdığı şiirin orjinal metniyle bitiriyorum.
"Bold lover, never, never canst thou kiss,
Though winning near the goal -- yet, do not grieve;
She cannot fade, though thou hast not thy bliss,
For ever wilt thou love, and she be fair!"
Egemen Doğan
2 notes · View notes
kargakamisi · 9 years
Text
Kadınlara Ait Bir Porno
Seks, insan doğasının yalınlığını en çok kurcalayan olgu olarak gerek edimsel başlangıcı gerekse neticeleri itibariyle etiğin, dinin, felsefenin, sanatın odak noktasını oluşturmakta. Seksin haz mı üreme mi kontrol mü olduğu bireysel çıkarımlara başı buyruk bir şekilde bırakılsa da ahlağın temel söylemlerine sıklıkla karşı durarak marjinal sanatın sorgulamaktan asla vazgeçmeyeceği bir döngüyü yaratıyor. Seks nedir? Kimin kontrolündedir? Sınırları nelerdir? Hazzın doruk noktası var mıdır? Bu noktada, feminist pencereden konuyu incelemeye çalıştığımızda, yıllarca erkek hükümdarlığına sunulan yatak işleri seks devrimi ve doğum kontrol yöntemlerinin yaygınlaşmasıyla kadınların da etkin olabileceği bir açmaz olarak önümüzde. Evet yıllarca "tatmin edilmeyen erkek" gerekçesini dinleyip, sadece erkek dünyasına göre şekillenen pornolarla aklımız cezbedildi. Bu bir gerçek. Bazen sevişen iki kadın görmek istediler, bazen domine etmek, bazen domine edilmek. Toplumun ittiği tüm zevkleri, anatominin el verdiği ölçüde senaryo ettiler. Peki kadın, seksi sorguladı mı? Cinselliğin ne anlam ifade ettiğini, zevkin ne olduğunu ayırt etmeye çabaladı mı? Çıplak figür olarak resmedilirken metalaşmasına karşı ne düşündü? Bu noktada Fransa'nın en önemli feminist isimlerinden Catherine Breillat, yıllar içinde yazdığı on iki kitap ve yönettiği filmlerle hem modern hayatta hem de tarihte kadın cinselliğini irdeledi. 
Tumblr media
Veee Romance geldi. Romance çok sert bir film oldu. Ülkeler bu filmi yasaklamak için birbiriyle yarıştı ancak Breillat'ın yaptığı işin üstü örtülemedi. Breillat ahlaksız bir porno çekmek istememişti ve bunun sınırında tehlikeli saltolar atarak kadınlara ait bir film çekti. Romance, cinsel olarak doyuma ulaşmayan aşık bir kadının gittikçe vahşileşmesi temeline kuruluydu. Film boyunca oral seks, bondage, anal seks, parayla seks gibi erkek tatminine sunulmuş seçenekler sorgulandı. Filmin anlamlı tek karakteri Marie, sevgilisine cinsel yetersizliğine karşın aşıktı. Fakat eğitimli ve tüketmeye dayalı modern topluma entegre olmuş adam, sadece kovalamacadan ve elde edip terk etmenin verdiği zaferden tatmin oluyordu ve Marie artık mide bulandırıcı elde edilmiş bir cisimden başka birşey değildi. Erkeklerin kovalamacaya, kadınların ise gerçek hazzı yaşatan erkeklere olan ihtiyacının yarattığı karşıtlıklar, Marie'nin gitgide daha ilginç deneyimleri yaşamasına sebep oluşturdu. Sözgelimi cinselliği öğretilenlerin aksinden keşfedince oral seksin Tantalos işkencesi* olduğunu keşfetti.
"Kadınlar inmiş penisi ağızlarına alıp emerler. Oral seks yapmaları gerekir çünkü bunu gerçekten istemeden yaparlar. Bir erkek kadını tek kelime etmeden yatağa atabilmeli, fakat yetersizse seni rahatsız bile etmemeli. Erkek yapınca tamam, ama tersi olmuyor. Tantalos işkencesi bu. Bunu yapabileceğini sana inandırıyor ya da daha kötüsüne."
Tumblr media
*Tantalos işkencesi Frigya Kralı Tantalos'a Hellen tanrıları tarafından verilmiş cezadır. Tantalos Anadolu Tanrıçası Kibele'ye inanıp Hellen tanrılarının hoşgörüsünü yitirdiği için bu cezayı alır. Tanrılar, tantalosu boğazına kadar bir suya hapseder ve bu sudan içmeme cezası verir. Her su içmeye çalıştığında su ayaklarına kadar çekilip, tekrar dolar. Üzerinde de sayısız meyve ağaçları vardır ama elini uzattığında dallar, meyveleri kaldırır.
Marie bu yolculuğu süresinde sevgilisine olan aşkını yitirmez ama sevgilisinden elde edemediği haz onu daha aciz duruma iter. Deneyimledikçe güç kazanan Marie, bir et parçasına dönüştüğünü Tıp öğrencilerine muayene malzemesi olduğu anda farkedip kadınsı bir manevra yaparak intikam alır.
Egemen Doğan
1 note · View note
kargakamisi · 10 years
Photo
Tumblr media
Rus kadınlarını özetleyen bir dialog La Ciociara'dan...
0 notes