Tumgik
ezguita · 7 years
Text
Mevlana der ki:
Tumblr media
Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım... Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum. Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi. Ağladım... Yaşamayı öğrendim. Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim... Zamanı öğrendim. Yarıştım onunla. Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim... İnsanı öğrendim. Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu. Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim... Sevmeyi öğrendim. Sonra güvenmeyi. Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu. Sevginin; güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim... İnsan tenini öğrendim. Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu. Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim... Evreni öğrendim. Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim. Sonunda evreni aydınlatabilmek için; önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim... Ekmeği öğrendim. Sonra barış için; ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini. Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim... Okumayı öğrendim. Kendime yazıyı öğrettim sonra. Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana... Gitmeyi öğrendim. Sonra dayanamayıp dönmeyi. Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi... Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta. Sonra; kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım. Sonra da asıl yürüyüşün; kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım... Düşünmeyi öğrendim. Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim. Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim... Namusun önemini öğrendim evde... Sonra yoksundan namus beklemenin; namussuzluk olduğunu. Gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim... Gerçeği öğrendim bir gün Ve gerçeğin acı olduğunu. Sonra kararında acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim... Her canlının ölümü tadacağını, Ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim... Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim. Olur ya; Kalp durur, Akıl unutur. Ben dostlarımı ruhumla severim. O ne durur, ne de unutur... Mevlana Celaleddin Rumi  (MS. 1207 - 1273)    
3 notes · View notes
ezguita · 7 years
Text
Babalar ve Oğullar
Babam aylardan Eylül, ayın 25, tam da yaz biterken aniden öldü. Altınoluk'taki yazlığı köşe bucak temizlemiş, kapamış, günün yorgunluğu, biten yazın hüznü ve kendini amansızca yargıladığı, kimseyle paylaşamadığı sırlarının tonlarca ağırlığı üzerinde ilçe terminalindeki otobüse bindi. Hazırladığı yolluğu ve öteberiyi koyduğu poşeti koltuğun üstünde el bagajları bölümüne özenle yerleştirdi. Oturdu. Birkaç dakika sonra muavin onu ölü olarak bulduğunda henüz ikinci yolcu bile gelmemişti. Tintiler'in baş özelliği telaşe memuru olmalarından mütevellit randevulara, saatli, biletli mevzulara dakikalarca öncesinden en birici gitmeleriydi.
Otobüse en birinci binen babamın ölüm nedeni ise kalp kriziydi.
...
Babamın ölümüyle üçümüz dağıldık; annem, ben ve en küçük amcam. Aylar, yıllar boyu birbirimizden gizli ağladık. Hatta ikimiz; amcam ve ben ne zaman kaldık bir başımıza rüzgarın uğultusunda bağıra bağıra, boğazımızı yırtarak ağladık...
Oğlum Can Güney çok sonra doğdu babamın ölümünden. Amcalarımın en küçüğü, oğlumun da küçük dedesi oldu. 4 yaşının yarısını, üst üste iki yazını küçük dedesiyle Didim'de geçirdi.
Esas dedesini, babamı ise küçük dedenin oğlu Ozan'dan dinledi.
Tekrarlardan kurulu hayat yolculuğumuzda Ozan da doğduğunda esas dedesi öleli çok olmuştu. Babamın kucağında büyümüş, bir nevi babam olmuştu dedesi...
0 notes
ezguita · 7 years
Text
Back to Basics*
Özüme döndüm.
Mercidabık, ardından Ridaniye, sınır ötesi sinir harbi, meydan savaşı derken Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'ndan kazalı belalı ayrıldım; 2 yaralı, 1 USO (Undefined Standing Object).
MFÖ: Ben neymişim be abi? Aaa Aaa Aaaaa!
Lara Croft'un balık etlisi, karnıbahar saçlısı, dolma parmaklısıymışım da haberim yokmuş, mecazi değil de düz anlam��yla çam deviriyormuşum.
Bi sağ kroşe; adam ters köşe.
Bi sol kroşe madams yerde.
Hobitler olarak Avatarları yere sermişiz!
Ben susmuşum uzun uzun.
O saymış lafları peşi sıra.
Sonra bi anda gelmişler terelelli.
Fatih Erkoç'un "Oynatmaya az kaldı, doktorum nerde" adlı absürd ve antipatik çalışmasını hangi akla hizmet yazdığını bir türlü anlayamazdım.
Normal tabi; Ruhi Su, Arif Sağ, Ahmet Kaya ile büyümüşüz. Birileri mışıl mışıl uyurken, o mışıl mışıl uyuyanları bile sevmemiz lazım gelirle büyütülen henüz 18'ine bile basmamış abilerimiz, ablalarımız çalmış kapımızı olağanüstü halde bir gece vakti. Annemiz sessizce su, çay, ekmek vermiş, ertesi gün Duran Abi'nin ölüm haberi gelmiş...
Yıllar geçmiş, mevsimler dönmüş, kış olmuş yaz. Ama kış uykusundakiler tatlı uykularından uyanmamış. 2 Temmuz'da babamın memleketinden çıkan yangın İzmir'de sahil kasabasındaki bizi yakarken uykucu kötüler 18 çeşit tatlı yaparken erkeğe tapmanın 27 altın kuralını bellemekte ve belletmekteymişler. Hep bir ağızdan koleje "Kolllej" demekte. Ve yemek öncesi şu duayı etmekte;
"Alınsın alınsız ve tersiz paralar.
Hazıra konulsun.
Dağ yanıp kül olunca da saftirik kazlar yolunsun.
Yoktan çalışarak kazananların yaptırdığı repolar hırsızlık olsun,
Eşten dosttan alınanların üstüne ha babam de babam çekilen krediler ise helal para.
Amen."
Özgürlük, eşitlik, kardeşlikle büyütülmüşüm. Okumuş, dinlemiş, hayal kurmuş, gezmişim. Hata yapmış, yenilmiş, özür dilemişim.
Ve Kieslowski'nin Üç Renk serisini izledikten sonra da hayata bakışımı tamamen değiştirmişim.
O gün bugündür şudur ana fikrim;
İnsanı anlamaktır marifet, yargılamak değil. Bu bir.
İnsan sevmekten anladığın olmasın sakın böbürlenmek ve kibir. Bu iki.
Mevlana der ki "Cahille girme münakaşaya, ya sinirini zıplatır tavana ya da yazık olur adabına". Bu da oldu mu sana üç.
Nerde kalmıştım? Ha diyordum ki Fatih Erkoç'un abidik gubidik şarkı sözlerini bizzat tatbik ederken Alpim Edenim, saygıdeğer hocam imdadıma yetişti ve dedi ki "Ezgi, irrasyonel bir ortamda RASYONEL davranmaya çalışıyorsun, oynatmana az kalması çok normal!"
Ey körpe ruhlar, cingöz ülkemin türleri tükenmekte olan saftirik genç kızları, saftirik erkekleri şimdi sizlere Müge Anlı'nın programından sesleniyorum! Ben ettim, siz etmeyin. Tırlatmaya vardırmayın mevzuları. Siz siz olun evleneceğiniz kişiyi seçerken çok ama çok dikkatli edin. İnceden inceye, iyiden iyiye gözlemleyin; veeeee evlilik denen Devlet Tasdikli Birlikte Uyuma Belgesi'ni imzalamadan önce gelinin, damadın ailesine iyice bakın; "Davul dengi dengine. Dengi olmayan sıçan deliğine." Ahanda bu da dört!
Şaka maka derken oldum bir hafız, bir evliya, bir cazgır, bir pabuç dilli, bir deli dolu terelli. Biraz da çeçoz ve yelloz; hele bak:
Kızlarrrr, Aydınoğulları Beyliği'nden ayrılıp Dulkadiroğulları Beyliği'ne katılmamın şerefine "Yaşasın Hürriyet!" partisi veriyorum!
Şıkıdım da şıkıdım şıkıdım da şıkıdım gari gari de gari
Vakit önümüzdeki maçlara bakma vakti!
(*)Christina Aguielera'nın albümlerinden biri. Türkçe meali; temellere dönmek.
0 notes
ezguita · 7 years
Text
Geçen Yaz 3: Babamız Bizi Sevmedi
Tumblr media
Aslında bugün babalar günü. Ama ben başlığı bunu hatırlamadan önce yazdım. İronik oldu; babalar gününde babamız bizi sevmedi ile başlamak söze.
Yekünde bir hayli yüksek gelen faturayı tek başıma ödedim ya ben, güneşten değil üzüntüden kararmış, solmuş, aval aval dolanıyorum ya arada da kendimi toplama, gazlama çabası içine giriyorum; kişisel gelişim aforizmaları mırıldanarak.
Misal "Beni öldürmeyen beni güçlendirir." diyorum içimden. Bu sözle büyüdük saygı değer okur arkadaşlarım. Düşünüyorum da 17 yaşında üniversiteye İstanbul'a geldiğimde çoğu Boğaziçili kızların yaptığı gibi bünyeyi süse püse, aşka meşke vermek yerine kalın postallar giyip, öğrenci derneklerinde abuk sabuk tartışmalara katılıp, dünyayı 20 fraksiyon olarak algıladım. Hem dünyanı küçültüp küçültüp okulun kantinindeki bir grup üniversite örencisine indirgemek de neyin nesi? Çok geçmeden bu patetik durumu farkettim ve soluğu sinema klubünde aldım. Bu mevzu o kadar uzar ki 5 gün 21 saat hiç durmadan cakcakcak konuşurum başınızı şişiririm. Özetle "Bana bak ben çok ciddiyim, hayatta gülmem çünkü ben Lenin, Stalin hayranıyım." diye yumruk havada gezen bir tipken Kieslowski, Tarkovski, Visconti, Angelopoulos, Wong Kar-Wai gibi yönetmenlerle tanıştım, açtıkları yolda, gösterdikleri ülküde yürüdüm gittim.
Hala bir nevi sekterdim aslında; bluğ çağımda yalayıp yuttuğum blue jean, on yedi gibi pop kültürle, pop idollerle dolu dergileri elime almaz olmuştum.
Militan ya da çiçek çocuklar gibi giyinip anarşit gibi takılınca Pulp fiction'ı çekildiği tarihten 8 yıl sonra izleyebildim. 28 yaşındayken giydim ilk topuklu ayakkabımı. Keza manikür ve pedikür yaptırmaya, makyaj yapmaya yine 28'imde başladım.
Ortalıkta çatık kaşlarla rap rap yürüyüp "no pasaran" diye çatlak sesle bağıracağıma sinema, müzik, edebiyat üçlüsüne takılarak hayatı anlamak ve yaşamak çok daha doğru bir yol oldu.
Ve izlediğim filmlerle, okuduğum kitaplarla öğrendim ki insanları yargılamadan anlamaya çalışmak lazım gelirmiş. Bir zamanlar acımasızca eleştirdiğin şeyi bir zaman sonra yapar bulurmuşsun kendini.
Misal sosyal medyada bazı bazı kalp acısıyla arabeskin kralıyım diyenden de daha fazla tribal mesajlar paylaşan yaprak dökümlü genç kadınlarımıza durup durup laf sokan ben geçenlerde eniştenizin tavırları neticesinde gece yarısına 10 kala cinnet geçirdim. Bu esnada eniştenize "You take myself, You take myself control" şarkısını söyleyerek gerdan kırarkene cinnet seviyemin ani yükselişine yenik düşerek feysbuk'ta süper sonik bir yaşadığımın anın ana fikrini paylaştım. Süper ötesi gereksiz bir hareket. Şuurum bi 10 dakika sonra geri geldi gelmesine de, başarıdan yana bir paylaşımı görmezden gelmek konusunda dünya olimpiyat şampiyonu olan yurdumun güzel insanları, bu karizmayı çiziş hareketini asla kaçırmadılar, sizin de tahmin ettiğiniz gibi. Paramla rezil oldum, düpedüz. Kendimi serdim yere bir ters, bir düz.
Ah baba ah, biraz gösterseydin ya sevgini, prensesin olsaydım ya biraz... Sen biraz, ben biraz, o biraz...
Yaşamazdım belki 8inde, 18inde, 28inde ve 38inde aynı senaryoları farklı oyuncularla farklı mekanlarda. Bıkmadan usanmadan aynı replikleri sayıklamazdım belki...
Murat Abi, çal bize ordan bir Perihan Mağden şiiri; sen çal, biz söyleriz; Babamız bizi sevmedi...
0 notes
ezguita · 7 years
Photo
Tumblr media
3 RENK KIRMIZI
İnsan varolduğundan bu yana zıtlıklar arasında en büyük sınavını veriyor. Dünya bir bütün ama sınırlarla parçalara ayrılmış ve adına ülke denmiş her bir parçanın. Savaş olmuş, barış olsun diye belki ya da tam tersi. İyilik, kötülük… Aydınlık, karanlık. Kimi koşullandırılarak tüm insanlığı hepi topu iki kümeye bölmüş; “Ben ve Öteki” koymuş adını. Kimi gökkuşağını da üçe, beşe katlamış; özgür iradesi, belki de sınırsız hayal kapasitesi ile her insanı farklı bir renge boyamış. İlki kendi gibi olmayanı yargılamış, ikincisi anlamaya çabalamış. Unutulan bir şey varmış; anlamak kabul etmek değildir. Yaşamın özü sevgi ve güvendir.
1 note · View note
ezguita · 7 years
Text
En kötü günün de kötüsü varmış
Uzunca bir süredir düşüyorum düşüyorum, bundan daha kötüsü olamaz diye düşünüyorum ve hayat beni her seferinde bir kez daha uyarıyor; hayır ezgi daha kötüsü var. Gören görebildiğine, duyan duyabildiğine, konuşan ise onu dinleyenin varlığına şükretsin.
1 note · View note
ezguita · 7 years
Text
Elalem ne der?
Bu memlekette kızların tümü elalem ne der'le büyür. Erkeklerin de bir kısmısı. Anayoldan dümdüz, başını bile oynatmadan, hele de kafanı kaldırıp gökyüzüne bakmakmış, buncacık hayal bile kurmadan yürürsen yok senden iyisi. İşte elalem bu; topyekün marş marş, hep bir ağız, hep bir kıyafet. Herkeş gibiysen şayet sen musmutlusun, herkeş musmutlu. Ama biraz sesin çıtlıyorsa, bi tık çatlıyorsa ya da misal gönlün hemcinsine meylediyorsa anam bacım yok senden beteri. Elalem çok bilir, her şeyi bilir, bilse ne yazar hem. Elalem hoş görmez. Onda olmayan sende de olmasın. O yaşamadıysa sen de yaşama. O dümdüz yürüdü, sen de girme ara sokaklara. Sakın zikzak çizme. Yok yok Belkıs teyze mutluyum ve de umutluyum; hem de umusmutlu! Senin havalar deil ama tanısan severdin bak bu çocukları; Asian Dub Foundation'dan gelsin o halde tüm zikzak çizenlere bu şarkı. Sonra sen de sizin oranın havalarını çalarsın. Fatih Akın filmi olur şahane! Hoş görelim yeter ki bize ters gelse de. https://m.youtube.com/watch?v=896KDQp1ZBE
1 note · View note
ezguita · 7 years
Text
As i lay staying alive*
Tumblr media
Güne erken başladım. Saat daha 10 olmadan yoruldum. 1 adım öne gittiysem 2 adım da geri attım. Yol alamadım erken kalksam da. Durmadan, usanmadan tükettiğin sözcükler boşuna. Zamanı da boşuna harcamaktasın.
Mahkeme kendi içinde kurulu. Yargıcı da, jüriye de kendin seçtin.
Kendine hesap verecek, kendini affedeceksin. Kendinden icazet alacaksın. Ve yoluna devam edeceksin. Hata yaptığında, yorulduğunda kendine merhamet edeceksin. Başkalarına bir çırpıda ve bolca ettiğin gibi.
Kimseyi oturtmadığın sanık koltuğuna kendini de oturtma.
Yaşadığın hayat senin hayatın.
Şimdi derin bir nefes alma ve tekrar yola koyulma zamanı.
Ezgicim.
*William Faulkner’ın romanı As i lay dying (Döşeğimde Ölürken) ve Bee Gees’in şarkısı Staying Alive’ı bir araya getirdim: Döşeğimde Yaşama Tutunurken manasında...
1 note · View note
ezguita · 7 years
Text
Sanal Zaman Manifestosuna Giriş 101
Kendini beğenmek ve başkalarını küçümsemekten (Türkçe meali aşağılık kompleksi) öte bir tavır sergilemeyen, Akıllara durgunluk veren devasa kötülüklere bile "Eee ne bekliyordun?" tepkisini veren, Kayıtsızlığı marifet, meziyet ve güçlülük sanan, Sofrasında bin kişilik yeri varken ruhunda bir kişiye dahi yer açamadığı için paylaşmayı unutmuş, Vermeyi enayilik, Almayı acizlik olarak gören, Mottosu "Kimseden birşey beklemeyeceksin" olan; Yolunu şaşırmış insan, Ben, sen, o... Belli ki kalbimiz kırık, kafamız karışık Güne bir de şöyle başlayalım; EGOMU KAYBETTİM HÜKÜMSÜZDÜR! Belki unuttuğumuz şeyleri; insani değerleri, ihtiyaçları Birbirimizi dinlemeyi, anlamayı hatırlarız. İnsan olmaya doğru bir adım atarız.
Tumblr media
1 note · View note
ezguita · 7 years
Text
İnsan derde düşünce, düşüncesinin değeri artarmış şayet niyeti de iyiyse
İnsan karşısındakinin tavırlarının sorumluluğunu ona bırakmalı. Çileden çıkarak bağırıp kötü söz söylemek sadece karşı tarafın bahanesi oluyor, yükünü hafifletiyor. Oysa bahanesi kabahatinden büyük. Özrü demedim dikkati çekmiştir muhakkak. Zira özür karşısındakinin lügatında yer almayan bir sözcük.
1 note · View note
ezguita · 7 years
Text
Yeni başladı film, çok şey kaçırmadın
"İnsanların başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir." Tezer Özlü.
1 note · View note
ezguita · 8 years
Text
Ben
Baba ben yıkıcıyım ama Ama kendini bilmez değilim Yaşamak istiyorum sadece Kendi savaşlarım uğrunda (Ben sadece ben sadece ben sadece) (Ben olmak istiyorum) Işık hızıyla geçen zamanı Yaşamak belki de çok zor Korkuyorum ben geçmişten Korkuyorum gelecekten
Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları)
1 note · View note
ezguita · 8 years
Photo
Tumblr media
ezguita.blogspot.com var bi, bi de bura.
1 note · View note
ezguita · 8 years
Text
Mevlana der ki:
Cahille girme münakaşaya;  Ya sinirini zıplatır tavana  Ya da yazık olur adabına
1 note · View note
ezguita · 8 years
Photo
Tumblr media
Özellikle bizimki gibi muhafazakar ve kapalı toplumlarda bireyin üzerindeki “mahalleyi de aşan koca bir toplumun baskısı” ve yargısı o kadar meşrulaştı ki “kendine sıkışmış, sığınmış birey” bu baskıyı taşıyamadı, içselleştirdi, kaçınılmaz son geldi; benliğini yok etti. Kurban celladını “sevmeyi” öğrendi. Cellat “haddini aşarak hayal kuran bireyin” formatlanması işini bireyin kendi özgür seçimi haline getirdi.
0 notes
ezguita · 8 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
Aşk varsa göz yaşı var illa ki.
0 notes
ezguita · 8 years
Text
Geçen Yaz - 2. Bölüm: Sevgi Dilencileri
Tumblr media
Geldik sahil beldesine gelmesine de sadece bedenim burada. Ruhum elektroşoktan yeni uyanmış gibi, sanki dünyaya ilk kez bakıyorum. Böyle zamanlarda süklüm püklüm, tüy gibi uçuşan bir elbisenin içinde cıpcılız kalmış bir beden silüetiyle dünyada ya da uzayda herhangi bir yerde boynumun arkasından askıya asılmış bir o yana bir bu yana salındığım bir görüntü oluşuyor beynimde. Ya da Shanghai'da 1 milyar insanın nehir olup aktığı bir caddede, akıntıya karşı durmuş, cılız bedenimin sürüklenmesini önlemek gayreti içinde öyle kalakalmışım sanki. Uğultular beynimde. Bir sürü sözcük işitiyor ama hiçbir şey anlamıyorum. Ve biliyorum ki tek bir sözcük söylesem beni de kimse anlamayacak.
Sanki oradayım ama orada değilim. Başka bir zaman ve mekandan seyrediyorum televizyon ekranındaki beni.
Gördüğünüz gibi koptum mu tam koparım. Sildim mi bir kalemde.
O kadar ama o kadar konuşup anlatmaya çalışmak, hiç ama hiç anlamaya çalışmamak. Yeni dünya insanın şişmiş egolarıyla uğraşmak...
Ne kadar artistlik de yapsan, burnundan kıl aldırmasan, ben değiştim, çok ıspanak yedim, artık kimse beni kıramaz diye atıp tutsan da günün sonunda omuzlar çökük, dudaklar sarkık, iliklerine kadar sevilmek ihtiyacı içinde dönersin eve. Angelina Jolie de olsan, George Coloney de durum değişmez. "Benim adım Tomas, hiçbir şey bana komas" da desen, dünya rekoru kıran sporcu da olsan duştan sonra giyinirken kendi çoraplarının arasına karışmış "onun" çorabını gördüğünde bütün o havalı sözler, hareketler gider, yerle yeksan olursun.
Buraya kadar her şey normal davranışlar kümesinde.
Ama kümeste öyle bir tavuk var ki ayrılık anı geldiğinde dünyayla iletişimi tamamen koparıyor. Literatürde bu davranış bozukluğuna sevgi dilenciliği sendromu deniyor.
Peki sevgi dilencileri ne yapar?
En karakteristik özellikleri şudur; kendilerine yakın buldukları, sevmek ve sevilmek istedikleri insanlara aslında cevabını bildikleri soruları sorar, bildikleri konularda sık sık akıl danışır, bu insanları ihya ederler. Bu tavırlar özünde şu mesajı vermek içindir "Lütfen sev beni!". Kadın, erkek, yaşlı, genç, dil, din, ırk farketmez; "Bak ben senin sevebileceğin bir tipim!" der. Karşı taraf ise kendisine danışan kişinin en az senin kadar zekası olduğunu, cevabını bildiği sorular sorduğunu doğal olarak bilmez. İnsan doğası gereği havalara girer, bir süre sonra da sevgi dilencisi insanı ezmeye başlar.
Ancak gözden kaçan bir şey vardır; sevgi dilencisi saf ve salak değildir. O aslında bu davranışıyla karşı tarafın bir tarafını kaldırdığını bilmekte ama sevilme isteği ağır basmaktadır. Bir süre sonra danışılan kişi ayar vermeye başlar, danışan kişi ayardan sıkılır ve sessiz sedasız uzaklaşır. Varsın danışan onu aptal sansın, o içinden şu şarkıyı mırıldanır;
Çok mu güçsüz duruyorum derdimi paylaşınca?
Çok mu çaresiz dersiniz dertten ağlayınca?
Sevgi dilencileri ayıptır söylemesi küçükkene sevildiğini, değerli olduğunu hissetmedikleri, hissettirilmedikleri için bu durumdadır. Saftoz oldukları için değil.
İkinci karakteristik özellikleri ise ortalıkta biten bir ilişki, dostluk, arkadaşlık, sevgililik, evlilik var diyelim; sevgi dilencisi tozu dumana katılmış, ölü, yaralı, kan revan içindeki meydanda tüm silahları ve savaşın ölü, yaralı bilançosunun tüm kalemlerini yükler omzuna, sırtına. Bu ağır bedel karşısında bedeni ve ruhunun ağır darbe alması pahasına tüm sorumlu ve suçlu kendisi zanneder, tüm hesabı o öder.
Bu hissi iyi bilirim diyenler elime mum diksin ya da bir adım öne gelsin.
1 note · View note