Tumgik
#uzaktan sevgi olmuyor
yanlizgecelerr · 1 month
Text
O yüzleşme şansını istiyorum.
209 notes · View notes
sonkezsaril · 9 months
Text
Aslında seninle tanıştıktan sonra her şey çok güzeldi. Seninle çok eğleniyorduk. Oyun oynuyorduk ve sohbet ediyorduk. Hem sen bana yazıyordun hem de ben sana yazıyordum. Ama ne olduysa bir gün sen bana yazmayı kestin ve hep ben yazmaya başladım sana. Bu da tabi ki senin benimle konuşmak istemediğin düşüncesini getirdi aklıma. Benimle zorla konuşuyormuşsun gibi hissettim. Bu durumda kim olsa aynı şeyi hissederdi aslında. Aradan biraz zaman geçti ve ben nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde sana bağlandım ve sevmeye başladım seni. Neyini sevdim inan bilmiyorum. Sesini mi, benimle konuşma tarzını mı yoksa yüzünü mü sevdim? Yüzünü sevmiş olamam çünkü o zamanlar yüzünü daha görmemiştim. Açıkçası sesin seni sevene kadar ilgi çekici de gelmiyordu ama seni sevmeye başladıktan sonra her gün sesini duymak ister oldum. Konuşma tarzın ise bir değişikti, benimle düzgün konuştuğunu pek söyleyemem. Bu yüzden neyini sevdiğimi bilmiyorum işte. Beni sevmeni istiyorum ama sonra düşünüyorum, 2 yıldır sevmeyen biri şimdi de sevmez. Bunu biliyorum. Zaten bunca yaşadığımız ve yüzleştiğimiz şeylerden sonra sevsen bile olabilir miyiz, işte bunu bilmiyorum. Seni sevmek çok güzeldi ama çok zordu. Senin için ağladığım zamanları atlatmak çok zordu. Kalbimin ağrısını dindirmek için ne yapmam gerektiğini sorguladığım zamanları atlatmak da zordu. En zoru ise sana kendimi anlatmak için çırpınmam ama her seferinde beni yanlış anlaman veya hiç anlamamandı. Hani sevmesen bile en azından beni anla isterdim. Ya da ümit verdiğin günler bana neler yaptığını anlayıp bundan vazgeçmeni isterdim. Seni sevmem bir hataysa evet, çok büyük bir hata yaptım. Ve bu hatadan aylarca da vazgeçemedim, hala da vazgeçemiyorum. Ama inanıyorum, seni bir gün unutucam. Nasıl yapacağımı bilmiyorum ama yapıcam bunu. Bana yazmadığın günler acaba neden yazmıyor diye kendi içimde düşünmekten hiç bir şey düşünemez ve hiç bir şeye odaklanamaz hale gelmiştim. Aslında bakarsan hala da öyleyim. Hala bana yazmıyorsun ve neden yazmadığını düşünmekten başka hiç bir şey düşünemiyorum doğru düzgün. Ama bazen bir şey düşünüyorum, o da acaba aynı şehirde olsak işler daha farklı olabilir miydi? Belki de olurdu. Buluşur ve birlikte zaman geçirir, eğlenirdik. O zaman belki beni sevebilirdin. Belki de sevmezdin. Sonuçta benim gibi birini neden sevesin ki? Gözünde muhtemelen güzel bile değilim. Beni asla sevmezdin. O yüzden aslında aynı şehirde olsak bile bir şey farketmeyecekti sanırım. Ama uzakta olmak koyuyor. Gelip sana sarılamamak, seninle konuşamamak ve seni görememek çok koyuyor. Yoldan geçen rasgele insanlar bile seni bir kaç saniyeliğine bile olsa görüyor ama ben seni görmek için 2 yıldır bekledim ve hala da bekliyorum. Bir kere uzaktan görsem bir daha seni rahatsız etmeyip seni görmemi hayatım boyunca düşünür onunla bile yetinirdim. Ama bazı şeyler olmayınca olmuyor işte. Zorlamamak lazım, bunu da biliyorum. Ama zorlasam bir şansım olur muydu diye de düşünüyorum. Muhtemelen olmazdı, çünkü zamanında çok zorladım. Seni hala çok seviyorum, neyini sevdiğimi bilmeden. Umarım bir gün içimdeki bu sevgi biter ve beni sevmeyen bir insanı sevmeye devam etmek zorunda kalmam. Umarım bir gün senden vazgeçebilirim.
35 notes · View notes
yoshitices · 1 month
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
uzar mı yol giderken?
insanın organik kimya çalışırken sınıf aşkı tutar mı? tutar yeter ki ders çalışmak istemesin.
bazen zemzem suyunu rakı yapıp içtim mi diye soruyorum kendime hani neyin karması neyin sınavı bu diyorum bazen de şükür moment'larım oluyor ve "sonunda he sonunda ohh" diyorum. 7. sınıftan beri sınıf kültürünün bir parçası olmak istedim deli gibi ne 7 ne 8 ne 9 ne 10 hiçbirinde olmadı. dedim "tamam olmuyor zorlamayalım."
sonra 11. sınıf geldi hayatın sillesini erken yaşta yedirten sayısal bölümde ve yeni sınıfımda ilk günüm tek tanıdık elçin o da uzaktan tanıdık kategorisinde. o kadar kimseyi tanımıyorum ki ilk günlerden tek hatırladığım feyza'nın hocaların "ne istiyorsunuz" sorusuna "yaa bilmiyorum çok erken şimdi nasıl karar vereyim" demesi ama tanımlayamdığım bir tavır ve ses tonuyla. bi de galiba aytül hoca'nın dersinde kendimi "iyi bir dert dinleyici" olarak tanımlamam. yazarken bile güldürdü. aslında gerçekten dertleşilecek insanım ama kriterim çok. sevdiğim biri olacak, melankolik takılmakta ısrar etmeyecek biraz çözüm odaklı olacak, (kendimi hala keşfediyorum ve iflah olmaz bir melankoliğim. özür dilerim 11. sınıf elif) dertlerini açtığı gün benim keyfim yerinde olacak. bunlar uyuyorsa değme keyfimize hayatı yeniden başlatırım. hatta o gün miraç da "ben de iyi bir dert ortağıyım" demişti. sanırım çok üzgün olsam ve tek ihtiyacım biraz gülmek ve kafa dağıtmak olsa gideceğim ilk adres miraç, resul, ali, dede ortamına gitmek olurdu. hiç dertleşmediğim için değerlendiremiyorum ama halimden anlardı. ve son hatırladığım şeyse "ne istiyorsun" sorusu bana gelince 2-3 dakika konuştuktan sonra ŞAK diye ağlamam oldu. hayatımın en beklenilmedik ağlamasıydı. her şeyi atlatırım da 8. sınıftaki toy elifin yaşadığı akademik travmaları atlatamam galiba. neyse allah yolumu çiçek eylesin inşallah boşuna derde tasaya odaklanmayalım.
o günün çıkışında falan ne yaptım bilmiyorum açıkçası 11. sınıftan en net hatırladığım şey depresif hallerim ve amansız bir uyku sevdası yaşamam. annem bazı şeyleri reddettiğim için uyuduğumu söylüyor ve söyler. haklı da. ama neyi reddettiğini kelimelerle açıklayamayınca insan daha da beter oluyor. neysecime sıralama hataları olabilir ama şu an ilk hatırladığım şey ders ortasında resulle bakışmamızdı. aynı bıkkınlık ve göz devirmeyi görmüştü ikimizde de ve ilk şükür momentlarımdan biri olmuştu.
ay bi de ilk hafta yanıma elçin oturmuştu çok net hatırlıyorum içimden "keşke bi izin alsaydı ya" demiştim. tek oturmayı seviyordum gayet. hiç yaşamadım ama şımartılan çocuğun kardeşi olunca pabucunun dama atılmaı gibi hissettirmişti. açıkçası 11 biterken de "canım sıra arkadaşım" diyerek bağrıma basmadım ama hakikaten alışmıştım. neredeyse her gün geldiği için yokluğuyla da sınanamadım pek ama 11. sınıf halime göre ufak bir sevgi vardı.
aslı ve zeyneple ne şekil yakın olduk böyle bilmiyorum. ilk pilav date'lerimizden birinde vardık hepimiz onu hatırlıyorum ama başka anı yok. ben yaşlanıyor muyum anlamadım bu hafıza kaybı gerçek olamaz. ve bu süreçte yeni insan tanımak bana gerçekten yük oluyordu. kendimi sınıfa katamıyordum. belki benim için bu sınıfın bu kadar değerli olması da "bu" yüzdendir. kendimi katmak için extra bir çabam olmadı sanki dokum uyuştu ve hiçbir yabancılık çekmeden güvenli bölgeye alındım.
ayşe, sena, dede, (enes o zamanlar yok), musab, tolunay, feyza, berna, esra, süleyman hiçbiri ama hiçbiri 11. sınıf hatıralarımda net olarak yok. uykudan vakit kalmamıştır diye yorumladım.
1 yıl su gibi geçip gitti inanılmaz bir şekilde ve o illet sene geldi. akademik kadın unvanı benden gideli baya olmuştu. son fizik sınavımdan kopya çekerek 25 alışımla da imzamı atmıştım. sevemiyorum ya gelemiyorum hırs ortamına. herkesin bambaşka yolları varken bir tane sistemin gelip yollarımızı birleştirmeye çalışmasına gelemiyorum. sene başında kendime light sayısalcı adını koydum yani fizik yapamayan sayısalcı. hala da sorguluyorum eşit ağırlık mı okusaydım diye ama o soru da cevapsız kalıyor. psikolojiye ilgiliyim ama günün sonuna birini iyileştirme arzusunda değil hayatımın kalitesini arttırma konusunda ilgiliyim. ekonomi okuyan arkadaşım var bir sorguladım "ekonomi mi okusak ya" diye çk o da değil bir sevemedim. e hukuk da değil. yalan yok hakim olmak istedim. anayasal zeminde otorite olmak çok havalı olurdu ama sanki bu yaklaşım pek uzun süre götürmez dedim. e meslek kalmadı. ama ama ama şu gönül bir anaokul öğretmenliği istedi bir de tarih okumak. resmen "siz bakmayın evli barklı olduğuna esas hikayesi uğur abladır" repliği gibi bir meslek seçimim oldu. e tıp da istemiyoruz kaldı mühendislik. E MAKİNE MÜHENDİSLİĞİ DE ÇK kaldı endüstri. ben çok güzel uyku mühendisi olur. endüstri mühendisiyim caanım yüksek lisansım uyku verimi üzerine bizzat deneyerek. ay nasip et ya rab!
neyseciğime yazın yalnızlıktan kurudum bi ara miraç falan aradı ilaç gibi gelmişti. bir aralar "of vallahi insana katlanamıyorum sevmiyorum insan falan" diyordum. şimdi insansız hava aracı teknolojisine bile karşı çıkacak cahillikteyim, öyle bir insansever durumdayım. heh bi de ali yazıyordu hep netlerini falan söylüyordu ilk başta "ne alaka ya" tepkisini vermiştim özel bir sohbetimiz yoktu yani ama sonra ona da alıştım.
12. sınıf era'ya geçmeden önce ufak bir parantez 11. sınıfta ufuk hoca okuldan ayrılmıştı ve okulda en sevdiğim öğretmenin gidişiyle benim içsel yas süreci başlamıştı. dersimize girmyor diye kimya dinlemiyordum. eğitim eğitim olalı böyle protesto görmemiştir. ama zaman geçtikçe unuttum. bir de erkan hoca hakikaten kafa biriydi aramıza espri kültürü bile vardı. canım hocam.
AY OKUL AÇILDI. nasıllllllll özlemişim arkadaşlarımı anlatamam.
"aman tanrım"lık bir şey olmadı açıldığında bir de nedenini bilmediğim bir burukluk, kırıklık vardı içimde. hala da anlamamışımdır nedenini. kendimce vloglar çekmeye başladım (ayyyy o kadar zevkli ki sanırım anılarımı kaybetmekten çok korkuyorum hep kayıt alltında olsun istiyorum) benim için terapi gibi bir aktivitedir kendisi. miraçla ceset kokulu minibüs serüvenlerimiz resullere katılmamızla son buldu ve ilk duraktan oturmak, minibüse kıyasla daha temiz bir toplu taşımada bulunmak gibi heyecanlarımız oldu. o test çözüyordu ben ise hayal kuruyordum günün geri kalan tüm saatlerinde olduğu gibi. yenimahalle yolunu severim, seveceğim. arkadaşlarımdan ötürü.
sınıfa enes gelmişti. benim için tamamen yabancı biriydi. tek sıfatı zeynep'in çantasını alıp kaçan çocuk olmasıydı. şu ansa hayatımda gördüğüm en tatlı kalpli ve delikanlı insanlardan biri. ve bir taş kağıt makas ustası. tolu baba var bi de aklıma gelen herkesi yazmaya çalışacağım. yazmanın sınırı yok. allah bahtını sesi gibi eylesin. türkü söylemeye başladığında benim terapi seansı başlıyor. toluyla ilgili en çok merak ettiğim şey 12F reunion'daki kız arkadaşı veya eşinin kim olacağı. benim de sorunum bu napabilirim gelecek hallerimizi merak etmeden yaşayamıyorum. dede'ye geleyimm. 11. sınıfta dedeyle konuşurken zeynep private'ine bizi atmıştı şaşkınlıktan. ben kendi ön yargılarımı aştıkça insanlar bana yaklaşıyor. bu senenin en keskin kazanımlarından biri buydu. yenimahalle yolundaki "antep" sohbetleriyle biraz konuşmaya başladık ve evdim ya. art niyet sezmediğim her insanı sevme kapasitem varmış. onu da bu sene fark ettim. süleyman<333 dünyanın değil evrenin en minnoş kalpli ve iyi insanı. anı dünyamda süleyman sayesinde yeni bir özellik açıldı. "başkasının yaptığı bir şeyi çekirdek anı olarak algılama" messssela süleyman art arda iki matematik sorusu yapınca içimde sarı ışık parlıyordu ters yüz'deki gibi ve beni tam ihtiyacım olan anlarda bilmeden çok güzel motive ediyordu. "awww" oluyordum. geldik musab'a. onun sınıfa geldiği gün benim ilk defa iyi olduğum resmen en manik halimi yaşadığım gündü o yüzden beni çok güzel tanıştık ama asıl tanışmamız benim tabiri caizse majöre döndüğüm, insanlara bir anda kurulduğum anlarda oldu haahsahs. dilerim enerjisi hep böyle olur. 1 gramını bile kaybetmez. çünkü benim baktığımda bile yorulduğum o enerjiyi o içinde nasıl taşıyor imrenerek bakıyorum. sıra resul'e geldi. üniveristede o kadar çok özleyeceğim ki inşallah onun gibi durum komedisi yapan birine denk gelirim. okuduğunda "benim gibisi gelmez kızım" tepkisini falan verir muhtemelen ahdjhjajdj. kaldırabileceğim şekilde bir egosu olmasını seviyorum sohbet devamlılığı sağlıyor. uzun süredir hobi olarak erkek düşmanlığı yapıyorum. ama gün geçtikçe azalıyor belki insan olan erkeklerle tanıştığımdandır. çünkü zaten yaşına göre olgun olan biriyim ve akıl yaşı 10 falan olan lise erkekleriyle değil sohbete girmek nefes almak bile benim sinirimi bozmama yetiyor (ilk migren deneyimimi erkeklere kurulup eve gelip sinirden ağlamamla yaşamıştım). resul'de hiç böyle bir şey görmediğim için arkadaşlığa yeşil ışık vermiştim. ve tabiki daha demin dediğim gibi art niyet sezmemiştim. tanıdıım en tahmmül edilebilir koç burcu bir de. bu detay önemli. çok anımız oldu ama bu yazıyı okuğumda tekrar hatırlamak istediğim 2 tane var. ilki 11. sınıfta resul ben ve miraç'ın okuldan bağcılar meydan'a kadar yürüdükten sonra ara sokakta yaklaşık 1-1.30 saat sohbet etmemiz. o zamanların en çekirdek anısıydı ÇÜNKÜ MİRAÇLA HAYATIMIZIN İLK OTOSTOBUNU ÇEKMİŞTİK. arkadaşlarımla beraber 0 kaygı 0 utanma 0 korku olduğumu öğrendiğim o gün. günümüz türkiye'si için gayet özgüvenli bir hareketti. ikincisi de 12. sınıfta çiğköfte partisinde resul kolonya sıkarken benim "sıkma" diyişimi duymamasından sonra "of YA yeter bıktım ya" diyip tuvalette ağlamamdı. dünyanın en non- elif öztütüncü olayıydı. garibim ayşem tuvaletten beni çıkarmaya çalışmıştı hahhdndjss. koridorda yürürken de "yeter ya kimseyi sevmicem resul'u de sevmicem bıktım" diyordum. bazen kınadığım ilgi manyaklığını yaşamak iyi geliyor. onra zaten barıştık? küsmemiştik de işte normale döndük.
ve ayşe. sadece bir gün önünde oturdum sonra nikahımız kalpte kıyıldı öyle bir olay. bi anda çay keyfi, simit keyfi, mandalina keyfi. bir sürü detay birikti. kastamonu geni midir bilmiyorum ama o da çok komik. yetmiyormuş gibi babası da çok komik hashsjdjndj. bizi babasının pilavcısında ağırlamıştı. dünyanın en eğlenceli dateiydi. bir de ilk defa gönül almayı denemiştim. süper kötü bir deneyimdi. daha önceden hiç gönül almadığım baya belli oluyordu. deneyimin baş kahramanları ben ve ayşe. ilk soslu döner deneyimimde de ayşeyle oldu. sempatik birisi. "her şeyin bir zamanı var" mottosunu aklıma getirerek geç tanıdığım için üzülmüyorum. yoktan anı var edebiliyoruz çünkü ajjsdnadjn.
elçin, zeynep, aslı üçlüsüne gelirsek. benle dörtlü oluyorruz. bence tam kıvam bir grup hiçbiriyle tam olarak çok sohbette olamazmışım gibi geliyor. ilk başta sevgimden emin değildim ama şimdi eminim o yüzden daha rahat anlayabiliyorum hislerimi. 12. sınıfta aslıyla çok etkileşimdeydik çünkü ben aynı kişi olduğumuzu düşünüyorum. bi cilt alt tonlarımız, favori renklerimiz falan farklıdır yani. yanında oversharelemekten korkmadığım insanlardan kendisi. gerçi bu gruba oversharelemeken hiç çekinmedim. yoldaki simitçiye sürdüğüm kapatıcının rengine kadar anlatacak bir dil ve anlatma isteği var. aa resul'un ennnnnnnn sevdiğim yöbü benden beter bir oversharingi olması. bilmiyorum kendisine sakladıkları vardır belki ama ben daha "neden" demeden bütün olayı bütün geçmişiyle anlatması beni o kadar rahatlatıyor ki. ben ne anlatsam az kalıyor. zeynep'e gelirsek anı defterine yazdığım her şey hala kelimesine kadar aynı. sadece çok yengeç biri. temmuz yengeci konusunda idmanlı olmasam donup kalcağım biri ama onund dışında "iyi ki tanımışım" listesine direkt girenlerde. ve elçin. hayatımın en ironik ve komik arkadaşlığı. çoğu konuda taban tabana zıt iki karakteriz. normal şartlarda bir elif öztütüncü şu an adını ağzına almazdı çünkü "çıkarlarıma uygun değil, uyuşmuyoruz" derdi ama bu sınııfın bana öğrettiği en güzel şey kalbe önem vermek galiba. kalbi çok güzel ne yapabilirim bir de çok büyük yani beynim bir süreden sonra sahiplendi. gördüğüm en organizatör insanı tanıdım bir de elçinle arkadaş olarak.
hafiften kapanışa geçeyim. 12. sınıfa kadar okuldan nefret ederdim. "yakıcam bu okulu" insanıydım ama bu ekosisteme dahil olunca haftasonu bitsin diye dua ettim. "sınıf'ımmm" diyerek bağrıma basabileceğim insanlarla hayatımı paylaşmak hoşuma gitmişti. küçük kek ve her daim yanımda taşıdığım mumlarla sevdiklerimi mutlu etmek benim sosyal pilimi dolduruyordu. polemiğe girmek bile güzeldi. cv'me otoriter bir insan olduğumu anlatmak için matematik dersinde "hocam niye bağrıyorsunuz ki?" ile başlayan konuşmayı ekleyeceğim hatta. HATTA HATTA mandıra filozofluğu bölümü yüksek lisansım için ödev yapmama bahanemi "hocam ya bugün kimya günüm değil" çıkışını yaparak söylediğimi yazacağım. bir yerden sonra anlamsız alkışlar bile batmamaya başladı. yapılan günler, saz-gitar saatleri, izlemesini daha eğlenceli bulduğum vampir köylü saatleri hepsinin gözümün önünden cıvıltıyla geçmesi biraz duygulandırıyor beni. hatta bu cıvıldamayı ilk duyduğum yer bağış kampanyamı yürüttüğüm o haftaydı. nazımın geçtiğini hissetmek, süleymanın tam para gözükün diye kartındaki 100 lirayı atması, kızlarla ders arasında kaçıncı olmuşum heyecanını yaşamak, umut'un (yapmasa da) yanıma gelip "nereye atıyoruz ben kahvedekilere söyleyeyim" demesi. o hafta bambaşkaydı.
12. sınıfı öğretmenlerimden bahsetmeden kapatmak beni çok nankör yapardı o yüzden dünyanın en "öğretmen sevici" insanı olarak (sevdiğim tüm öğretmenleri ölümüne savunma yeteneğine sahibim) başlıyorumm. 11. sınıfta "öcü" olarak gördüğüm nesrin hocam<3 sanırım melek. değilse de ben ilan ederim. niye herkes korkuyordu hala anlamış değilim en sevdiğim öğretmen tipine sahip. çok özlemiştim ortaokul matematik öğretmenimden sonra hiç denk gelememiştim. prensipli ama eğlenmesini de biliyor. o ve dr. biyoloji sayesinde beni akademik safe place ayt biyoloji olmuştu. bitkinin kökünü öğrenmek bile güzel geliyordu. ve asıl taht kurduğu nokta: atatürk. bir ara bir konuşma yapmıştı benim bütün milliyetçilik hormonları kabarmıştı. üzerine tartışma yapılması yasak biri benim için. sibel hocammm allah'ım böyle anne sıcaklığını hissettiren biri olamaz YA. bizi ciddiyete davet etme konuşmaları bile anne gibiydi. yumoşla yıkandığını düşünmekteyim. erkan hoca ahhsjdaj. en realist, kolpa, eforsuz komik insanı yazarken bile gülüyorum. "kuzum" diyişi o kadar işledi ki içime demediği her an boş hissediyorum. dövmelerini okumaya çalışmaktan ayt kimyayı saldığım zamanlar, ödevlerini ghostlamamı türlü bahanelerle anlattıtkan sonra "inandınız di mi?" bakışları. büyük bir insan. şeyhmus hoca da bence eforsuz komik biri. "elçin boş yapma" "dede sus" "oo ne yiyosunuz" diyişlerindeki mimikleri beni bitiriyordu. integrali 10 dakikada bitirmesi falan en büyük mü bilmiyorum ama çok büyük. bi de hatice hoca var bence okulun görüp görebileceği en kafa hoca. tam yarınlar yokmuşçasına dertleşilecek biri. bir görselciden fazlası. sistem karşısında en öğrenci dostu hoca diye düşünmekteyim.
nemrut suratla geldiğim bu liseye beni daha evcil daha sevebilir ve daha sevilebilir yapan insanları tanıyarak bitirdiğim için çok keyifliyim. sınava bir kere daha girilir. belki o dersler bir kere daha çalışılır belki de çalışılmaz. bilemiyorum. ama "o an bi daha yaşanmayacak" diyerek hatırladığımız anılar bir kere inşaa edilir. böyle diyenleri ilk defa şimdi anlıyorum. ters yüz evreninde olsaydık sarı mavi çekirdek anı kapsülünden bütün yaşadıklarım bir film şeridi gibi aktarılırdı galiba.
inanır mıınız ben bi bu kadar daha yazardım da yeter ehh yani.
iyi ki.
0 notes
romantizmicenkahve · 5 years
Text
Gerçek şeyler.
Sadece uzaktan dokunmadan , koklamadan , görmeden , hissetmeden , duymadan olmuyormuş. Gerçek şeyleri mümkün olan her fırsatta yaşamaya çalışmak gerekiyor , gerçek bir eli tutmak gerçek bir göze bakmak gerçek bir kalbi hissetmek gerçek bir teni koklamak gerçek bir sesi duymak gerekiyormuş. Çünkü iki tarafta ilk başlarda bunun farkına varamıyor , daha sonradan bir çığı gibi büyüyen sorunlar topluluğunu önünde görüyor ve ikisinden biri pes ettiğini açıklıyor. Peki ya pes etmeyen taraf ? Pes etmeyen tarafta olursanız herşey sizin için yeni başlıyor. Tüm hayatınızı artık daha zor olacak buna hazırlıklı olun.
1 note · View note
aynurantt · 2 years
Text
Tumblr media
Dünya Sarılma Günü'ymüş bugün.🤗🤗
Sarılmak ile ilgili muhteşem sözlerle ben de yüreğinizden sarılıyorum... 💕
Kucak dolusu sevgi ve saygılarımla 💐
💐💐
Uzaktan seviyorum seni. Kokunu alamadan, boynuna sarılamadan, yüzüne dokunamadan. Sadece seviyorum.❤️
"Cemal Süreya"
Kim bilir kaç kişi ayrı yataklarda, birbirine sarılarak uyuyordur. 💙
"Özdemir Asaf"
Sarılmak neden güzeldir bilir misin? Çünkü sağ tarafta kalp yoktur ve orası hep boştur. Sarılınca, sağ yanını onun kalbi doldurur.💚
"Aziz Nesin"
Sana sarılmak istiyorum; Yazınca olmuyor işte, söyleyince de eksik. Ne kadar uzağında söylemek hissetmenin.💛
"Ali Lidar"
Annemin bıraktığı yerden sarıl bana.💜
"Metin Altıok"🖤
Bir insanın kollarıyla yapabileceği en güzel şeydir sarılmak.💖
"Chuck Palahniuk"
18 notes · View notes
farukalbayrak · 2 years
Text
Kusurluluğun Serencamı
Kumların arasında bulduğu birbirinden ilginç taşlar üretkenliğini ortaya koyması için büyük bir fırsat verdi. Taşları boylarına ve renklerine göre dizmeye başladı. Yassı biçiminde olanları kendine saklarken diğerlerini doğaya saldı. Eve geldiğinde taşları yanyana, üstüste dizerek farklı geometrik desenler elde etti. Hoşuna giden ağaç deseni oldu. Bundan bir kolye yapabilir miydi? Çekmecesindeki oyuncak gözlüğün camlarını çıkardı ve bu iki camın arasına taşları dizdi. Camlar birbirinden ayrılmasın diye çevresine yapıştırıcı döktü. Yarattığı bu şeffaf dünyaya hayat ağacı ismini koymuştu. Rengarenk taşlarla bezeli kolyeyi boynuna takıp büyük bir heyecanla annesinin yanına gitti. Anne şöyle bir göz ucuyla baktı bu muymuş? dercesine yüz çevirdi. Babasının yanına oturur oturmaz yapıştırıcıyı taşırmışsın! tepkisiyle karşılaştı. Bugüne kadar sahip olduğu hiç bir oyuncak veya hediye onu bu kolye kadar heyecanlandırmamıştı oysa ki! Nesi vardı? Eksik olan neydi? Bir fikir ortaya koymuş ve bunu hayata geçirmişti. Bir kusuru olmalıydı renkte mi biçimde mi? Ne yaparsam yapayım olmuyor duygusuna kapıldı. Kusurlu olan kolye değil kendisiydi. Hak etmiştim! diyerek kendini suçlamaya başladı içten içe. Bir kaç kez daha hünerini sergilemeyi denediyse de istediği ilgiyi görmek şöyle dursun yoğun bir eleştiriye maruz kaldı. Artık yetersiz olduğuna dair görüşü katı bir inanca evrilmiş ve bu sırrın kimse tarafından bilinmemesine dair ant içmişti. Kim olduğuna dair sırrı kimseye açmamalıydı.
Zamanın tik tak sesi çaladursun herşey değişti. Kıyafetleri, zevkleri, gözlemleri, arkadaşlıkları, çevresi herşey ama herşey değişmişti. Utanç dolu o iç ses değişmemişti! Sen kusurlusun! Eksiksin! Çok fazla kendini açık etme eleştirilirsin! Çok fazla yakınlaşma kusurların görünür! Yüzeyde bir eksikliği olmadığı gibi ortalamanın çok üstünde oluşu utanç duymasına engel olmuyordu. Bu sözde kusur yüzeyde değil derindeydi, özünde. Başkaları tarafından eleştirilme riskini bertaraf etmenin yolu olarak kendini cezalandırma yoluna gidiyordu. İçselleştirdiği ebeveynin sesiyle kendine hitap ediyor hiç bir zaman gerçek anlamda sevilebileceğine inanmıyordu. Öyle ya kendini kusurlu hissedecek bir ilişkidense belli bir alanda üstün olmaya çalışmak eksik olanı telafi etmeye yetecekti. 
İlişkilerinde görünmeyen bir maske takardı. O maskenin bir gün aniden düşecek olma hissi peşini bırakmıyordu. Sanki bir anda utanç duyduğu gerçek kişiliği farkedilecek ve azarlanacak. Tıpkı ebeveynin ona yaptığı gibi. Bu kırılgan yapısı nedeniyle yeterince yakınlaştığı anda kaçmayı tercih ederdi. Uzaktan bakılınca herşey güzel! Ama yakınlık öyle mi? Yakınlık üstü örtülemeyecek kadar mahrem. Yakınlık, aslında o kadar da değerli olmadığına inandığı gerçeği bir de muhatabının gözünden görmeyle yüzleşmek demek. Çünkü değersiz olduğuna inandırıldı. Daha az kırılgan hissetmek için gerçek düşünce ve hislerinden vazgeçti. Saklamak, saklanmak onu koruyordu. Herşeyi sunmamalıydı, kendini açması çok tehlikeliydi. En büyük utanma sevgi isterken ortaya çıkıyordu. Bu yüzden sevilmek dilenmekle eş değerdi.
Tabutta yaşayan bir ölü gibi ihtiyaçsız. Ne kadar az gereksinim duyarsa o kadar kendini korumuş olacaktı. Büyük bir kayboluş! Yakınlık, güven, zevk, samimiyet hepsi bu korunaklı kabukta kayboluyor. Kabuk ne kadar sert olursa kırılması o kadar zor olacaktır. Nefes alamasa bile bu kabuğun altında kimsecikler onu incitemeyecekti. Yara almadan yaşıyordu. Yaşıyor muydu gerçekten? En derinde gerçek kimliğini yaşayamamanın dehşeti. Yarattığı illüzyon öylesine güçlüydü ki kusurun gerçek bir kusur olmadığı hakikatini göremiyordu.
Eksikliklerinin bir gün görüneceğine dair iddiaya girmiş gibiydi. Mükemmel olmayışım ortaya çıkacak ve reddedileceğim. Her ne kadar çok sevilsem de bu rüya bitecek ve sırrım ortaya çıkacak kaygısı peşini bırakmıyordu. Kendini o kadar değersiz hissediyordu ki sevildiğinde o kişinin değersiz olduğu hisssini yaşıyordu. Onu sevecek, kabul edecek hiç kimseye, hiçbir yere ait olmak istemiyordu. Gerçek kimliğinin sevilmeyeceğini düşünüyordu ve yine gerçek kimliğinin zarar görmesindense sahte kimliğiyle var olmaya çalışıyordu. Gerçek kendiliğini ortaya koymayarak, sevilmeyeceğine dair inancı pekişiyordu.
Hayatını zehir eden kabuktan çıkmaya karar verdi. Kendinden bile sakladığı sırrı güvendiği insanlarla paylaşmanın onu özgürleştireceğine kanaat getirdi. Paylaştıkça sırlarının utanç verici bir şey olmadığını gördükçe daha iyi hissetmeye başladı. Tüm sırlarını söylemesine rağmen sevildiğini görmek şaşırtıcıydı. Sahte kimlik sahte inançların sonucuydu. Gülüşü bile değişmişti. Değersizlik ve utanç duygularıyla baş etmek için karşıt saldırı geliştirerek uzaklaştırdığı insanlara yeniden merhaba dedi. Artık sevmekten ve sevilmekten korkmuyordu. Kusurluluğun ona sonradan öğretilen bir şey olduğunu kabul etmiş ve içinde hissettiği eksikliğin gerçekle bir ilgisi olmadığının bilincine varmıştı.
5 notes · View notes
grafomanisworld · 3 years
Text
Çok şey var söyleyecek fakat dilimizde ve farklı dillerde milyonlarca kelime olmasına rağmen bunları sana anlatacak kelimeler bulamıyorum. Yoruluyorum bazen,nefes alırken zorluk çekebiliyorum. Gücümün tükendiğini hissediyorum artık. Bir sevgi, bir aşk; insanı çiğ çiğ yer mi ? Bir sevgi, bir aşk; insanı derin bir çukura sürükler mi ? Evet, çiğ çiğ yiyormuş,derin çukura da sürüklüyormuş. Bu hisleri yaşaması güzel,hayatta olduğumu hatırlatıyor bana fakat içten içe tükendiğimi hissediyorum artık. Gündüzleri aklımda olduğun zaman seni atlatmasını başarabilsem de geceleri bu olmuyor. Bilinçaltım tamamen sana yönelmiş durumda. Her gece bir insan aynı şekilde bir insanın rüyasına girer mi ? Evet… Giriyormuş. Aslında iyiyim, sorunlarım yok. Aslında mutluyum çünkü senin asla hayatımda olmayacağını bilsem de seni içeride bir yerlerde yaşatmayı öğrendim. Biz seninle bir bütün olduk,senin haberin olmasa da. Biz seninle birlikte her şeyi yapıyoruz,bağıra çağıra şarkılarımızı söylüyoruz, bilmediğimiz bir sürü sokakta kayboluyoruz, uzun gecelerimde sen her zamanki gibi saçlarımı okşayarak uyutuyorsun beni. Sen bilmiyorsun. Sabahları kalktığımda ilk gördüğüm şey sensin hâlâ. Gözümün önünden gitmeyen o uykulu yüzün her sabah benimle. O pürüzsüz ellerin her an tenimde. Ağlıyorum diye kızan sen, bana kaşlarını çatıp bakıyor hâlâ. Biliyorum, sen bu hislerimi ve bu yaşadıklarımı asla bilemeyeceksin. Çünkü sana hiçbir şeyi hiçbir zaman açıklamayacağım. Açıklasam bir şey değişmez. Konuşsam konuştuğumla kalırım. Kıramadığın duvarların yine aynı şekilde önümde upuzun şekilde duracak. İşte aşk… Hiçbir karşılık beklemeden yaşatmak bir insanı. Hiç umutlanmadan karşıdaki kişinin mutlu olmasını istemek. Görmeden,dokunmadan,o kusursuz sesi duymadan sonsuz bir bağlılık aşk. Çok zor aslında kelimelere dökünce. Uzaktan sevmek zor olsa da belki de seni uzaktan sevmek en doğru olanıdır. Böyle düşünüyorum, sana tam anlamıyla adım atamıyorum çünkü büyünün bozulacağını düşünüyorum. Senden bekliyorum galiba. Ama sen de asla atmayacaksın o adımı, adım kadar da eminim buna. En doğrusu seni sevmek uzaktan. Her gece seninle uyuyormuş gibi hissetmek, her sabah sesinle uyanıyormuş gibi hissetmek… Aslında bunlar çok güzel. Senin haberin olmadan seninle yaşıyorum. Bazen etrafımdaki insanlar soruyorlar seni bana. Sessizliğim tek cevabım oluyor biliyor musun ? Artık sen konusunda adımlar atmayı bırakıyorum, artık sen konusunda kendimi üzmeyi, kendime olan saygımı kaybetmeyi bırakıyorum. Gerçek hayatta aslında imkansız olan bizi siliyorum. Sen ve ben, benim içimde her zaman yaşayacağız. Çok maceramız, çok anımız olacak. Tüm hayallerini beraber gerçekleştireceğiz sen duymasan da söz veriyorum. Bu hayat karşıma seni çıkarttıysa eğer bir planı elbet vardır. Ama ben o planı bekleyemeyeceğim çünkü tükeniyorum yavaş yavaş. Yavaş yavaş yaşam enerjim, mutluluklarım tükeniyor. Mutlu sohbetlerin yerini artık melankolik tavırlar alıyor. Uzun uzun dalıp gitmeler, aniden gelen ağlama krizleri artık beni benden uzaklaştırıyor. Sen bana hem ödülsün hem cezasın. Ödülsün çünkü yaşadığımı hissettiriyorsun. Bir söz vardı; ‘Hiçbir şey hissetmemektense tüm duyguları hissetmek isterim.’ diye. Çok haklı. Senden önce duygusuzluğum doruk noktasındaydı. Mutlu da değildim,üzgün de. Senden sonra tüm duyguları yeniden hissetmeye başladım. Sen bana bir cezasın çünkü bitmek bilmeyen bir acı var içimde. Bastırabiliyorum,yönetebiliyorum o acıyı. Ama nereye kadar yönetebilirim emin olamıyorum. Gelecekte beni neler bekliyor bilemiyorum. Önümü göremiyorum. Acılar mı çekeceğim,senden kurtulacak mıyım yoksa mutlu mu olacağım..? Bilemiyorum. Korku sarıyor bedenimi artık. Nefeslerim daralıyor, bağıra çağıra ağlıyorum; ki normalde canım yanmadığı sürece kolay kolay ağlayan bir insan değilim. Bilmediğim çok şey var fakat bildiğim ve emin olduğum bir şey var: Seni sevdiğim. Umuyorum,bana seni gönderen hayat bizi birleştirir. Çünkü içimdeki sevgi iki günlük bir sevgi değil.
3 notes · View notes
dediadam · 3 years
Photo
Tumblr media
Bir şey diyeceğim; bir kere gülsene. Ben herkese anlatıyorum ama anlamıyorlar. Sen de öyle uzak duruyorsun ki. Seni gördüğümde, sen bir kere gülsen, benim için güneş doğuyor, yağmur yağıyor. Bugün bütün çiçekler açsa, senin kadar güzel olamaz yada dünyadaki en güzel kahveyi önüme koysalar senin kadar güzel kokamaz. Benden sonra seni ne kadar severler bilmiyorum ama hiç kimse seni bu kadar sevmeyecek ve hiç kimse seni böyle anlatmayacak. Çünkü öyle insanlar var ki, senin hiç birşeyini görmeyecekler. Seninle alakalı sadece seviştik, yattık, kalktık diyecekler. Bir boka benzememiş diyecekler. Hatta olmayacak şeyleri söyleyecekler. Aslında geçmişinde böyle yaptı diyecekler. Sürekli arkandan konuşacaklar. Bu gerizekalıyı kim sevmiş diyecekler, o gerizekalı ben olacağım. Umarım düzgün insanlara denk gelirsin. Uzaktan seyretmek ne kadar zor, bilmiyorsun. Oradasın yanına gelsem, gelebilirim aslında ama gelemiyorum. Benimsin gibi ama değil gibi. Bu uzaklar yakın olmuyor bir türlü. Yakın olsa mutlu olacağız ama olmuyor engeller var. Engeller ne zaman biter, herhalde sen isteyince. Sen istersen uzaklar biter. Çünkü ben istiyorum. Ben istiyorum ama sen istiyor musun, bilmiyorum. Öyle uzaktan seni seviyorum demek ve seviyormuş gibi gözükmek kolay. Çaba sarf etmek lazım, savaşmak lazım sevgi için, dimdik ayakta durmak lazım. Ben bana yakışmayacak çok hareket yaptım ama ne yaptıysam sevgim için. Zor bilmiyorsun, zor. Kendine yakıştıramadığın hareketleri yapmak zor, sevgi için. Mutlu olmak için çaba göstermeliyiz. Mutlu olmalıyız. Sen gideceksen, başkasıyla olacaksan, bile olsun.Ben de mutlu olmalıyım, sen de mutlu olmalısın.Sevmek kötü bir şeymiş diyebilirler bunları anlattığımda.Artık sende biliyorsun, bende biliyorum. Ne sen fazlasın, nede ben eksiğim. Aslında ikimizde aynıyız, ikimizde eşitiz. Sadece sen beni sevmedin, gittin sanırım. Ben seni çok sevdim, burada öylece kaldım.Ve sen sanırım çok uzağı gittin, ben burada böyle kalakaldım. Ben çok yalnız kaldım.Kimse sesimi duymuyor, kimse nasılsın gerçekten demiyor. Öylece tek başıma kaldım. Seni sevdiğim için özür dilerim.Rahatsız ettim. Neyse, her neyse; Ateş gibi yandığında, buz gibi durmayı anlatacağım sana #dediadam https://www.instagram.com/p/CMczjSnLcqk/?igshid=q8wnefd5238r
11 notes · View notes
yantekerlek · 3 years
Note
Abla annesi olmayanın kimsesi olmuyor mu gerçekten. Bazen bunu öyle derinden hissediyorum ki... Madem küçük yaşta annemi kaybetmişim bari babamla birbirimize yoldaş olalım onun sevgisini hissedeyim istiyorum ama o baba olmak yerine Bi amca belki Bi abi gibi belki daha uzak... Çok kızgın kırgın olsamda onu özledikçe kendime çok kızıyorum ben.. Beni ittiği yalnızlıkta görmemesi üzüyor ve ben bunları aşanıylrum kafamda o seni uzaktan biri gibi görmek istiyorsa sen de öyle gör diyemiyorum yapamıyorum
babam sessiz olun baş sağlığı dileyeceğim dedi bugün eve gelince. aradığı kişi uzaktan akrabamızmış. eşi vefat etmiş kalp krizi sebebiyle. geriye 2 yaşında küçük bir çocuğu ve eşi kalmış. bize bu detayı verip aradı. biz o an Allah rahmet eylesin dedik sessiz olun demese de olurmuş. bizdeki sessizliğin sebebini siz çok iyi bilirsiniz mesela. ama ben sizdeki sessizliği anlayamam. sessizliğinizin içinde neler söylediğinizi göremem. babam görür bak. o çok iyi bilir. babaanneme rahmet okurum bir vesileyle. babam çöker. sesi değişir filan. bakışları düşer. en uzun amin'i babamın. annesine doyamamış (ne kadar kolay söylüyorum bakın). Allah rahmet eylesin. sizin annenize de inşallah. amin.
telefonu açtı. karşı tarafta beyefendide bir sessizlik. sonra yükseldi sesi. ağlamaklı. babam hanımefendi için duada bulundu, beyefendi için sabır duasında bulundu. sonra dedi ki o şimdi sana muhtaç. onu ihmal etme, sen varsın şimdi onun için. dik durmaya gayret et, sorumluluğun var, yıkılmayacaksın inşallah dedi. müsait olduğunda da beni ara dedi. tamam dedi beyefendi. babam telefonla beraber gözlerini de kapadı.
sizin istediğiniz şey o yakınlık en doğal şey. yaralara merhem olalım birbirimizi kollayalım, doyuralım, merhamet edelim. ne siz eşinin yerini doldurabilirsiniz, ne de o sizin için anne olabilir ama yine de boşluğa birbirinize gösterdiğiniz merhamet, yakınlık güzel bir yama olur. sırıtmaz.
beklentinizde çok haklısınız. hatta babamın da dediği gibi bunu beklemeseniz bile babanızın sorumluluğunda bu zaten. anneniz rahmetli olmasa da göreviydi. ama babanızın gücünü kuvvetini bilmiyoruz. içindeki güç neye yetiyor, onun psikolojik durumu nasıl seyretti. kalbinde hissettiği sevgiyi yansıtabilme kabiliyeti gelişmiş mi? sevgi göstermeyi öğrenmiş mi? sorumluluk noktasında kendini uyandırabiliyor mu? bunlar önemli sorular. bu sorulara verilen cevaplardaki kuvvetli evetler beklentinize uygun bir davranış biçimi ortaya koyabilir. cılız evetler insana yetmez. cevap hayırsa beklentiyi geri çekmek lazım.
soruları kendinize yöneltin bir de. sevgimi gösterebilme yeteneğim var mı? babamı merhametimle bir nebze de olsa ısıtabilir miyim? bu ısıtma benim ruhumun, insanlığımın gücünü enerjisini keser mi? yoksa beni diri, sıcak, aktif mi tutar. babanızın karşılıksız bırakması veya karşılık vermesi durumlarına bakmadan soruyoruz bunları. karşılık versin ya da veremesin fark etmez yaptığınız iyilik sizi eritir mi? bana pek öyle gelmiyor ama siz daha iyi bilirsiniz.
ek olarak anası babası kardeşleri, amcaları teyzeleri, halaları, dayıları, dedesi ninesi onların babaları anaları hayatta olan, onlarca arkadaşı olan insanlar da eksik hissediyorlar. kimsesizim diyorlar. yalnızım diyorlar. elimden tutanım yok diyorlar. demek ki elden tutan başka biri.
kendinize kızmayın. haklısınız çünkü. haklı olan haklı olduğu için kendine kızmasın. aşamadığınız bir dağ değil bu haklılık. sizi dağlaştıran bir durum. babama ilgim, iyiliğim boşa gidiyor, o bunu görmüyor çünkü diye düşünmeyin, boşa gitmez Allah'ın izniyle. sizi kişilikli bir insan yapar iyiliğiniz. sorumluluklarını bilen bir insan yapar. zaten o sorumluluğu bildiğiniz için babanızı kendi haline bırakamıyorsunuz.
annenizin vadesini tamamlaması sizi hırçınlaştırmamış olgunlaştırmış maşallah. içinizdeki yangınları, o yangınları körükleyen rüzgarları bilemem. ama bir metanet havası var cümlelerinizde. Allah sabrınıza ve metanetinize kuvvet versin. ahirette kıymetiniz güzel davranışlarınızla zaten belli olacak inşallah. ama insan bu dünyada da kıymeti bilinsin istiyor. Allah bu dünyada da kıymetinizi bildirsin babanıza ve etrafınızdaki diğer insanlara da. kıymet bilenlerle karşılaşın inşallah. sarıldım varsayın. elimden gelen tek şey sarılmak. 🌸
12 notes · View notes
kaplumbaablog · 4 years
Text
Alsem Roidi’den Yeni Bir Öykü: Yol
Berke meyveli tahıl gevreğinin üzerine sütü dökerken müezzin öğlen ezanını okumaya koyuldu. Berke, “Aziz Allah’’ derken Tuğçe, mutfak tezgâhında duran boş cin şişesine bakıyordu. Tuğçe, karton süte uzanıp Berke’den aldı. Gevrekler, sütle birlikte yüzeye çıkarken Tuğçe, “Sen de bizi gör artık be yarabbim’’ dedi. Berke çenesini kaldırınca incecik boynundaki adem elması sakallarına da sınır oluyordu. Berke gözlerinde, mahalle takımına bile zor giren bir çocuğun futbolcu olma hayali kuran saf gözleriyle Tuğçe’ye baktı: “Üç seneye yırtıyoruz. Yirmi beş olmadan bu iş tamam’’ dedi. Tuğçe, gevrekten aldığı kaşığı ağzına götürürken “Beynim sikilmezse o güne kadar, olabilir’’ dedi. Berke, büyük bir sanatçı edasıyla, “Prova ve konser, müzisyenlik böyle’’ dedi.
Tuğçe, “‘Kim arar söyle kim arar, vefasız olanı kim arar, haydi eller havaya’ diye 35. sınıf barda çığıran şarkıcı Berke’’ dedi. Berke, kemik sıyıran bir köpek gibi yüzü yana kaykılarak belli belirsiz gösterdi dişlerini: “Sen ne yapıyordun o sırada? Harbiye Açıkhava’da 5. gün konserini mi veriyordun?’’ Tuğçe, elindeki kaşığı tabağın içine bıraktı. Kaşığın arkası tabağa çarpmış, ağzını gevrek peltesi yumuşatmış, az bir süt dışarı taşmıştı. Tuğçe, başını kılıcını çekmiş bir savaşçı gibi kaldırdı: “Hayır, sevgilim olacak orospu çocuğunun masadaki karılara yavşamasını izliyordum’’ dedi. Berke başını omzuna, çenesini iman tahtasına yaslamış, western filmlerinde meydan okunmayı kabul eden bir kovboya dönmüştü: “Götünün deliğine kadar uzanıyor muydu o sırada yırtmacın?’’ Tuğçe, yaşadığı anı, bir de uzaktan görmek ister gibi gövdesini geri çekmişti. “Sen giy dedin lan onu bana, sapık mısın oğlum sen?’’ diye sordu. “Patron ne dedi, erkek kadın müşterilerle konuşur, azıcık gönlünü hoş eder ama sen erkeklerle hep mesafeli olucan, az yaklaştırıcan, çok kaçırıcan” dedi. Tuğçe, nefes alırken burun deliğini bile titretmeden: “Ee amcık hoşafı…’’ dedi. Berke, sözün gideceği yeri sezmiş, cümleyi kurarken sesi incelmişti: “Ses ikimizde de var, görüntü sende, konuşma bende. İş bölümü bu.’’ Şüphesi Tuğçe’yi yine sarmaya başlamıştı, Berke onu basamak olarak kullanmak ve ihtiyaçlarını gidermek için seviyormuş gibi mi yapıyordu? Önündeki tabağa elinin tersiyle vurup, “Baran da böyleydi, işine gelen neyse ona göre davranırdı’’ dedi. Berke, kaşığı sütün içine ucunu kendine bakacak gibi bıraktı.  “Ben ona git dedim sana, hâlâ onu seviyorsan. Herif, çocuğumuz olsa konusu anca bu kadar sık geçerdi herhalde…’’ dedi. Tuğçe, Berke’nin canını yaktığını biliyor, hayal kırıklığına uğradığı çok sefer, Baran’ın adıyla, Berke’yi çıldırtıp sevildiğini görüp yoluna devam ediyordu. Berke’nin yüzündeki ifadeyi görünce, sakinleşti: “Onun gibi olmadığın için sana geldim, olduğun için değil’’ dedi. Berke kafasını salladı, “Benimle olma sebebin beni, kişiliğimi, ruhumu sevmen değil, onun gibi olmamam demek. Bunu öğrendiğim iyi oldu. Ben seni başkası gibi olmadığın için değil, seni sen olduğun için sevmiştim’’ dedi. Tuğçe’nin hızla dolan gözleri kıpkırmızı oldu. Masayı ileri doğru itti, masa bir sağ, bir sol ayağını yere vurup dengesini buldu. “Sen böyle vazgeçip zart diye bırakacak adamsın işte. Aşağılık göt!’’ İçine dolu dolu nefes çekip burnundan aldığından çok daha azını veriyordu Tuğçe. Berke, çocukluğunda yemeğini yemediğinde ağlarmış gibi yapan annesine takındığı paramparça olmuş surat ifadesiyle, “Ağlama yine. Üzmek için söylemedim’’ dedi. Tuğçe, “Tilt ediyorsun beni. Ağlayınca konu dağılır, çünkü göt Berke bey dayanamaz’’ dedi. Berke iki eliyle destek alıp masadan kalktı. Tuğçe, elinin tersiyle göz yaşını sildi, “Kaç anca, şimdi odaya gidicen di mi?’’ Berke, “Sana sarılmaya gelecektim’’ dedi. Tuğçe iki adım geri attı, eli duvara çarptı: “Sakın yaklaşma. Beni sevmeyen adam ne sarılacakmış lan bana?’’ diye sordu.
“Nasıl sevmiyormuşum ya seni. Neler saçmalıyorsun sen?’’
Tuğçe, iki küçük adımla biraz önce olduğu yere dönüp: “Sevmiştim dedin. Yani sevmen eskide kalmış demek ki’’ dedi. Berke, Tuğçe’ye doğru bir adım attığı gibi, Tuğçe “Yaklaşma bana’’ diye ünledi. Berke, “Ben hâla seviyorum da sen dokunmama bile müsaade etmediğine göre Baran’ın dokunuşlarını özlüyorsun herhalde’’ dedi. Tuğçe, “Orospu çocuğu,’’ dedi, kafasını finişi geçen bir kısrak gibi uzatıp yineledi: “Orospu çocuğu!’’
Berke, dediği çıkan bir yaşlı edasıyla “Seveni sikerler, sikeni severler. Bu işler böyle işte’’ dedi. Tuğçe, eline gevrek tabağını alıp “Sikiksin sen sikik!’’ diye bağırıp Berke’ye fırlattı. Berke dirseğiyle yüzünü korumuş, lâkin sinir de tepesine çıkmıştı. Uzun, zayıf vücuduyla cadısız bir süpürge gibi Tuğçe’nin dibinde bitti. Omzundan kavradı “Sen de var ya sevilmefobi var amına koyayım’’ dedi, sesi incelmiş Tuğçe’nin içini ürpertmişti. Tuğçe, korkmuş olmasına rağmen “Çek lan elini!’’ deyip itti Berke’nin elini. Berke kafasını iki yana sallayıp “Denge yok ya karıda valla yok’’dedi. Bu sefer Tuğçe, Berke’nin dibinde bitmişti: “Oğlum beni delirtme lan. Yavşak. İkimiz de aynı boku çekiyoruz. İki laf edince, Beethoven gibi afra tafra yapıyorsun. Oğlum sen kendini büyük sanatçı falan mı sanıyorsun lan!’’ Berke, çenesini dikeltip “Bir bok sandığım yok. Ben sadece kendi en iyi hâlime ulaşmaya çalışıyorum’’ dedi. Tuğçe tek sefer çırptı elini, tuşa basar gibi havaya bastı parmağını: “Gene instagram’da gördüğümüz lafa hayat adadık yani.’’
“Neredense nereden… Bizim koşullarımız bunlar kızım, kabullenicen.’’
“Manyas’ta Oxford vardı biz mi okumadık muhabbeti başladı gene.’’
Berke “Hayret bir şey ya der gibi’’ kafasını yana yatırdı: “Ee yoktu kızım. Senin gibi öğretmen çocuğu değilim ben.’’
“Doğru amına koyayım. Öğretmen maaşı da harca harca bitmez sonuçta.’’
Berke daha kuvvetli argümanı olduğunu sezince kassız göğüsleri kabardı: “En azından maaş getiren bir baban varmış. Benimki selâm bile vermiyordu. Prenses Tuğçe Hanım.’’
“Yine aynı yere geliyoruz, yine…’’
Berke, Tuğçe’nin düşen omuzlarından cesaret almış, dik dik bakarak: “Duygu sömürüsü mü yapıyorum yoksa’’ diye sordu. Tuğçe, kafasını tek bir hareketle Berke’ye çevirip, yan gözle baktı: “Sakın bana bunu yapma. Bu konuda hassas olmanı anlıyorum ve acını da paylaşmak için çabalıyorum. Bu konuda bana haksızlık etme. Bunu kaldırmam bak Berke’’ dedi. Berke, Tuğçe’nin doğru söylediğini biliyor, ona güvendiğini hatırladıkça siniri yerini utanca bırakıyordu. Tuğçe’ye doğru bir adım attı, Tuğçe titreyen gözleriyle ona bakınca iki hızlı adımda yanına vardı. Göz göze gelince, ikisinin de dudakları titredi. Tuğçe, ağlamaklı, “Bana bunu yapma artık. Canımı yakma artık’’ dedi. Berke, Tuğçe’yi teselli etmekten aldığı kuvvetle bütün kavganın sorumluluğunu almayı göze almıştı: “Özür dilerim’’ dedi, “Bir daha yapmayacağım.” Tuğçe, ağır ağır Berke’nin onu sarmalayan kollarını itti. “Yapıcaksın, yine yapıcaksın. Hep tutmuyorsun sözlerini’’ dedi. Berke hızlı adımlarla, salonla birleşik mutfağı adımlayıp durdu. Şakaklarına iki elinin içiyle vurup “Bana güvenmiyorsun ya bir türlü. Ne yapsam olmuyor… Olmuyor yani’’ dedi. Tuğçe, masaya dökülen sütü silmek için kâğıt havluya davranırken “Güvenimi sarsıyorsun ki güvenemiyorum. Ne sevgime inanıyorsun ne sana değer verdiğime…’’ dedi. Berke, kollarını savurup “Ben anlamıyorum ya. Ben niye birlikteyim ya seninle o zaman. Manyak mıyım ben’’ dedi. Tuğçe omuz büküp “Duygusal ihtiyaçların karşılanıyor; şefkat, sevgi görüyorsun. Kiraya ortağım. Seks ihtiyacını karşılıyorsun. E daha ne olsun’’ diye sordu. Berke, kafasını durmak üzere olan bir sallanan sandalye gibi ağır ağır sallayıp yere kaçırdı gözlerini. Gözlerini kapayıp burnundan aldığı nefesi kuvvetle verdi. “Kira için mi yapıyorum ya ben bunları? Ya ben seninle yaşamak için çıktım arkadaşlarımın evinden. Bunu bana nasıl söyleyebilirsin, gerçekten inanamıyorum artık’’ dedi. Tuğçe, masadaki her şeyi ortaya toplamış, iki kolunu bağlamış Berke’ye bakıyordu: ‘’Kira için demedim. Bir planımız dahi yok. Dönemsel manita gibi bir şeyim senin için. Yedirsin, versin…’’ Berke, sağ kulağını Tuğçe’ye dönüp yan gözle bakmaya başladı. Tuğçe oturdu, bacak bacak üstüne attı: “Ya ev dediğin yerde bir ot, bir hap bağımlısıyla yaşıyordun. Vileda kovasına en son deterjan değeli kaç yıl olmuştur acaba?’’ diye sordu. Berke, masaya doğru yürüdü, sandalyeyi alıp Tuğçe’nin çaprazına oturdu, Sen kurtardın mı yani beni. Tuğçe Tatlıses. Beni pezevenklerin elinden kurtardın neticede…’’ Tuğçe, ayağa kalktı. Tezgâhta duran sigara paketine davrandı. Tuğçe sigarasını yakarken Berke “Bir şey yemeden içme şunu’’ dedi. Tuğçe sanığı cıvıyan bir hakim gibi “Siktirtme ses tellerimi Berke bana. 35. sınıf barda şarkı söylüyoruz. Utanmasan çiğ yumurta içiricen’’ dedi. Berke’nin yumduğu gözleri, sıktığı dişlerine bakıyordu. Derin bir nefesle beraber açtı gözlerini: “Beatles de böyle başlamış, Apple da garajda kurulmuş’’ dedi. Tuğçe göz devirip “Gene başladık, be the best of your self zırvasına’’ dedi.
‘’Ya ne yapmamı bekliyorsun. Neden hayal kurmayacakmışım? Ayrıca ne olacaktı, Sezen Aksu’yla düetle mi çıkacaktım ilk kez sahneye?’’
“Çapsızsın. Her boku ciddiye alıyorsun. O bak barda, bir sürü kıroyu eğlendirmeyi kutsallaştırıyorsun’’
Berke, ‘”Haydi oradan’’ der gibi elini sallayıp “En pahalı yerlerde de bunların paralıları var. Sanki Çapa Tıp profları geliyor Tarkan’a, Sezen’e’’ dedi. Tuğçe, kafasını önüne bıraktı. Çenesi bağrına çarptı. Alt dudağını ısırarak kafasını kaldırdı: “Mutlu değilim orada. Bir yere varmayacak  bu. Bu yani’’
“Ben müzikten vazgeçmem. Sen vazgeçersen geç. Ben bu yolu yürüyeceğim ama seninle ama sensiz ki, bana inanmadığın için de sensiz yürüyeceğim gibi duruyor’’ dedi. Tuğçe, bacak bacak üstüne attığı dizlerini dirseğini yasladı. Sigarasından bir nefes çekti: “Ben çıkmıyorum orada bundan sonra sahneye. Bir aşağısı pavyona düşmek. Ben ne yapıyorum ya kendime?’’ dedi. Berke, “anlamadım’’ der gibi kafasını uzattı, “Ya sen torbacı manitana kuryelik yapıyordun ya? Nevizade’nin ortasında şarkı söyleyip nasıl aşağı düşmüş olabilirsin?’’ diye sordu.
“Kurtardın yani beni.’’
“Kurtarmadım, beraber çıkmaya çalışıyoruz.’’
“Yokum.’’
“Bana bunu yapma Tuğçe. Müşteri ikimize geliyor. Tam bir şey kurmuşken sikme anasını.’’
Tuğçe kafasını iki yana salladı: “Aynı bokun içine düştüm gene. Önceden Baran’ın işine hizmet ediyordum. Şimdi de sahne süsü olarak sana. Yokum.’’
“Öff, sinirle saçma kararlar gene. Ne yapacaksın, sahneye çıkmayıp taş mı yiyeceksin?’’
“Ne bok yersem yerim. Ne yiyeceksem de kendime yiyeceğim’’ dedi. Ayaklandı. Odaya doğru üç adım atıp durdu, eşyalarını koyabileceği bir bavulu olmadığı için salladı kafasını. Berke, “Ha şöyle, düşününce saçma olacağını anladın işte’’ dedi. Tuğçe Berke’ye döndü yüzünü, Berke, Tuğçe’nin bu gülüşünü daha önce hiç görmemişti.
1 note · View note
yasamdandakikalar · 4 years
Text
Bilbao’ya doğru kendimle - Kasım,2019
Adım Murat Kaya. Adımın çok şey anlattığını düşünüyorum. Adıma birçok anlam yükledim, kendimi daha iyi tanımlama gayreti ile döndüm dolaştım yıllar içerisinde. İyi bir yazar, İyi bir Gezgin, İyi bir Mühendis, İyi bir Girişimci olma hevesim var. Hepsini aynı anda yapabilme gayreti içerisindeyim ama bunun zihnen ve bedenen verdiği yorgunluk da kaçınılmaz bir gerçek. Başarmaya dair doyamamışlığım var ve şimdilerde değil daha üç yaşımda başladı bu hırs. Hırs deyince aklınıza o kötü kavramlar barındıran hırs gelmesin, dünyayı doya doya yaşamaya karşı duyulan karşı koyulamaz bir arzu, dünyada dıştan dışa mücadele ruhunu ortaya koymaktan bir an olsun vazgeçmeyen ama içten içe ise sizi kemirip bitiren bir duygu olarak tanımlanabilir en basitiyle. Yaşama dair çok önemli dersleri erkenden aldığımı düşünürüm hep, bu önemli sınavlar karakterim olgunlaştıkça da beni ben yapan değerleri oluşturan parçalar haline dönüştü. Hayata dair çok fazla düşünürüm. Bu düşüncelerin sonucunda da bir şeyleri tanımlama gücümü kaybettim ne yazık ki. Çünkü bir salatanın bile masada hangi açıyla durduğunu gözlemlemek için milyonlarca detay olduğunu fark ettim zamanla. Bu bir gerçek, kafaya takılıp takılmaması çok mühim olmayan salt bir gerçek, bir şeyleri yorumlama gücü gerçek anlamda bazı kavramları iyi bilmeden olmuyor. Detayları düşündükçe bir şeyleri keskin bir şekilde yorumlamak çok zor bir hal aldı aynı seviyede. Bu yüzden gezmek, okumak, öğrenmek, dinlemek ve konuşmak gibi uğraşları hep çok önemsedim hayatımda. Bunları yaptıkça daha büyük bilinmezliklere yelken açtım tabii ki. İnsanlara çok şaşırdım, bunu nasıl, neden yapar ya da yapamaz diye sorguladığım ne varsa zamanla insanların büyük eksiklikleri olduğunu kabullenmem ile son buldu. Yapacak çok şeyim var, otuz yaşıma geldiğimde iyi birkaç girişime imza atmış, öte yandan akıcı bir şekilde birkaç dil konuşan, dünyanın yarısını görmüş, bütün kıtalarda bulunmuş bir adam olma hevesim var. Pablo Neruda’yı İspanyolca, Dostoyevski’yi Rusça okuma isteğim var hiç dinmeyecek olan. Henüz otuzlarıma ve kırklarıma dair planlarım hayallerim yok ama yirmilerimde kafayı yaşamakla ilgili ciddi bozmuş durumdayım. Sistemsel ve insanların acizliğini gördüğüm hiç bir ortamda barınmak istemiyorum ve barınmadan kendi ütopyanızı kurarak da yaşanılabileceğini de bilhassa kanıtlamak istiyorum. Kanıtlamak derken öyle basit bir kanıtlama isteği değil pek tabii, gece gündüz çalışarak buna çaba sarf ederek ortaya bir şeyler koymak istiyorum. Anı biriktirmek ne kadar zorlayıcı onu fark ettim son zamanlarda bir de, anıları anlatmaya değer insan sayısı çok az oldukça özellikle hayatta. Bazı anılarımı unuttum bile, oysa onları anlatabilmek için hikayeler tasarlamış, konu başlıkları üretmiştim bir zamanlar hayatımda. Zor bir insanım, hayatı düpedüz kendi benliği ile yaşayan ama dönüp de doğrulukları sorgulamayan kişilere karşın özellikle bir yerden sonra dayanılmaz bir karakter olabilirim. Ama sürekli değişiyorum bu değişim başlarda çok zor gelse de şimdi sanki o yirmilerinin başında çok umut vadeden genç bıçkın delikanlının her geçen gün özellikle yirmilerinin ortasında en iyi şekline evrildiğine şahit oluyorum. Sevmek çok korkutucu geliyor bana, sevilmek ise inanmakta hala çok zorluk çektiğim bir duygu. Neden, nasıl oldu bilemem ama içten içe o kendimde eksik kalan yönlerimi sevgiye karşı önlemler alarak kapatmaya çalıştım yıllarca: öyle ki yazmak istediklerimi yazmadım, ağlamak istediklerimi ağlamadım ve bunun sonucu sevmek istediklerimi sevmedim bir süre sonra. Çünkü her insan bir yerden sonra o sevgi eşiğimin altında kalıyor, ne kötü bir hastalık. Güzel bir hayatım var bu yazdıklarım sitem ya da bir birikmişliğin dışa vurumu değil, San Sebastian’da biraz sonra o soğuk koltuklarından birini kapmak için birkaç ispanyolla yarışa gireceğim bir treni beklerken kendimle konuşmak isteyişimden, Muhtemelen birkaç yüz kez daha okuyacağım bu yazıyı ve güzel bir hatırlatma olacak kendime. Murat Kaya. Basit gelmiyor bu isim bana, mücadelem var içerisinde, çok inanıyorum. Betimlediğim ne varsa gökkuşağı sığdırmışcasına içine rengarenk geliyor, içim ürperiyor, heyecanlı bir iç üşümesi yaşıyorum. Hepinizle tam bugün, tam şu an tanışmak isterdim. Hepinize şu an Zarutz’daki öğlen yemeğimi anlatmak isterdim, Fes’deki o komik trafik kazasını, ezberlediğim ispanyol parçaları, bildiğim bütün şiirleri size konuşmam sırasında alıntılayarak okumak isterdim, Maria Missakkian ile tanışma hikayemi, bir amerikalıya aşık oluşumu, Ana ile geleneksel film gecelerimizi, Bask’ın özgürlük mücadelesini, En sevdiğim Tapas’ı, 70′lik Jorge Amca ile 175 km boyunca Bilbao yolunda The Beatles söyleyişimizi, memleketi tanımlamak isterdim size yeni baştan, doğayı, ağacı, suyu tanımlamak isterdim şu an, Navid ile 11 numaralı odada nasıl bir tesadüf sonucu tanıştığımızı, Reina Sofya’ya nasıl bir tesadüf sonucu girdiğimi, Guernica’nın fotoğrafını çeken belki de son zamanlardaki tek kişi oluşumu... Yaşamak çok güzel, belki yaşamınıza fazladan dakika eklemeniz çok mümkün değil, ama yaşamdan dakikalarınıza anlam yüklemek gayet mümkün... Bu da trenimin dumanının uzaktan içimi ısıttığı bir San Sebastian gecesinden ufak bir otobiyografi olsun kendime, Sevgilerle...
1 note · View note
detay2024 · 6 years
Photo
Tumblr media
Insanlar yalnız. Ve gerçek sevgi emin olun çoğu insana nasib olmuyor. Ben bir kere yaşadım ve o gerçek sevgiyi tekrar tadabilmek için bütün varlığımdan vazgeçebilirim. Sevin. Çok sevin . Ama gerçek sevin. ve bir omzu fazla görmeyin. Şu yeryüzünde kimseyi çölde bir kum tanesi kadar bile incitmek istemem. Sadece sevmek, güvenmek ve sarılmak istiyordum o kadar Sadece inandığım bir şey var uzaktan karşılıksız hiçbir çıkar gözetmeksizin sevmek bence sevginin en saf hali. Yanmaya razı değilsen neden aşık olursun ki ? Aşk yakar, kavrulursun, nefes alamazsın, ciğerlerin parçalanacakmış gibi hissedersin. Aşk mutsuz olacağını, cefa çekeceğini bile bile sevmeye devam etmektir bu kadar sevgisiz bi dünyada her şeyi ve herkesi sevebilmeyi nasıl öğrettin bana hala şaşkınım ama gel gözlerinden öpeyim seni Yüzünden gülümseme eksik olmasın. iyi geceler ama hala uzakları yakın edemedik   Birlikte kaç güneş doğurduk kaç güneşi batırdık hatırlamıyorum ama bu seni sevmek kaç mucizeyi getirir o günlerde öğrendim            
1 note · View note
elansooth · 6 years
Text
Yeni Yıl 2018...
Sanırım yeni bir yıla hiç bu kadar heyecansız bir ruh haliyle girmemiştim. 31 Aralık ne ise 1 Ocak da o oldu benim için. Aslında genel olarak nötr noktasindayım son zamanlarda. Beni yukarıya çeken, coşkulandıran bir şey olmadığı gibi; aşağıya çeken, olumsuz bir şey de yok. Bilhassa iş ve ev hayatımda uzun zamandır beklediğim güzel değişiklikleri tattıran 2017, aşk hayatımda zincirleme hüsranlar yaşattı. Bunun neticesinde, hayat terazimde mutluluklarım kederlerime denk olunca, statükocu tutum devam eder oldu.
Uzaktan bir bakınca, birbirinden şaşırtıcı, çıtayı hep yukarı taşıyan, duygusal anlamda eşsiz hayal kırıklıklarıyla dolu bir yılı arkamda bıraktım diyebilirim. Kaç tane ilişkiye giden flörtüm tarafından sessizce terk edildim, şöyle bir saymaya çalıştım, ama yok tam sayı veremiyorum. İnsanların derdi ne, en ufak bir fikrim de yok. Neden ilişki ister (gibi) görünürler ve bu amaçla görüşürler; sonra karşılarındaki kişiye yükselirler ve tam adı konacakken toz olurlar? Nasıl bir travma, korku veya ruh hastalığıdır bu? Hadi bunu geçtim, neden bu semptomlar bu kadar çok kişide mevcut? Asıl son soruyu soruyorum; neden bu modeller hep bana denk geliyor!?
Önce bir uygulama üzerinden tanışılıyor, sonra karşılıklı çekim ve hoşlaşma var ise muhabbet ilerliyor. Muhabbetin derinliği ve karşılıklı çekimin kuvvetine bağlı olarak aynı gün içerinde veya en fazla bir hafta içerisinde telefonlaşılarak yakınlaşmada yeni bir adım atılıyor. Bundan sonrası ise riskli. Mesajlaşmalarda veya konuşmalarda gecikmeler yaşamadan ve yaşatmadan iletişim kurduğunuzu kabul edersek -ki eşzamanlı bir diyolog kurulamadığı için kopan muhabbetler sık görülmektedir- bir sonraki adım olan instagram paylaşmaya gelinir (bazı kişilerin instagramını zaten profillerinde paylaştığını biliyoruz, bunun dışındakiler -ben mesela- için geçerli bir durumdan bahsediyorum). Instagramda sizi görünce karşı tarafın sizden hala hoşlandığını veya artık hoşlanmadığını anlayabilirsiniz. Birçok samimiyetsiz eşcinsel ilişkide olduğu gibi, bu durumda da karşı taraf düşüncesini açıkca paylaşmaz. Siz de hala onun sizden hoşlandığını düşünürsünüz. Flörtleşmede son aşama olan "buluşma" için adım atarsınız. Karşı taraf fotoğraflarınızı görünten sonra da sizi beğenmiş gibi yapmaya devam eder, buluşma teklifinize de olumlu yanıt verir ve dün & saat belirlenir. Buraya kadar her şey güzel ve akıcıdır. Siz, duyguların karşılıklı olduğu inancıyla, artan bir coşkuyla buluşma gününü beklersiniz. Lakin, kişinin cesaret seviyesine göre, buluşma günü sabahında veyahut buluşmaya birkaç saat kala, üzerine düşünülerek karşı tarafı gücendirmeyecek ve ikna edecek bir bahane bulunarak "buluşma iptali talebi" gelir. Sonuç hayalkırıklığı, çözümü kayıtsız razı oluş. Şahsen ben bu durumda gayet anlayışlı bir tavır sergileyerek, kısa, öz bir cevapla konuyu kapatmayı yeğliyorum. Drama Queen olmanın lüzumu yok, belli ki karşı taraf sizinle olan ilişkinizi iletmek arzusunda değil. Zorla güzellik olmayacağını da bir sürü tecrübe ile öğrenmiş biri olarak, "gelene hoşgeldin, gidene hoşçakal" mottusunu benimsemiş durumdayım. Ha, sağlıklı flörtleşmenin arından ilişkiye geçiş evresinde golü doksana atan forvetler de var. Tanışma aşamasında, yani ilk kez mesajlaşılan, ilk kez telefonla konuşulan süreçte, heteroseksüel insanlarla olan ilişkilerinizde ciddi takdir gören "yüksek incelikli" tutum ve cümleler, eşcinsel kişilerde iritasyona sebep olur. Karşı tarafı soğutur, uzaklaştırır. Sebebini ben de halen tam olarak çözemedim ama hem soğuyan hem de soğutan taraf olarak hatırı sayılı miktarda tecrübe biriktirdim ve neticesinde "ilişki - aşk - sevgi" gibi hassas, duygusal ve şeffaf olguların oluşumda "soğuk, katı ve mesafeli" bir duruş sergilemek kabul görür hale gelmiş durumda. Bizzat benim de üyesi olduğum bir "iki yüzlü samimiyet arayıcılar" kulübü. Eşcinsel erkekler, söz konusu flörtleşmeden ilişkiye geçiş aşaması olduğunda, sergiledikleri tutumlara göre ikiye ayrılıyor: 1. grup, flörtten ilişkiye geçiş ve sonrası süreçte hızlı, yoğun ve hatta vıcık vıcık olanlar. Karşı taraftan 1 haftada 5 yıllık ilişki dinamiği bekleyenler. Flörtleşmenizin 2. haftasında grip olursa, nasıl AKUT'a haber vermez, orduyla kapısında belirmezsiniz diye ortalığı birbirine katanlar. Drama Queen modeller. Direkt kaçın.
2. grup mantıklı, oturaklı, içten görünen sahtekarlar grubudur. Sizi sürekli yükseltirler; isteklerinizi sorgusuz sualsiz, geciktirmeden yerine getirirler; aralara gelecek planları serpiştirip, sizden habersiz, sizi de içeren tatlı planlar yaparlar; tam evlenme teklifi edecek galiba(!) dediğiniz anda da tozzz! Ara ki bulasınız. "Hayırdır ya 200 km/h ile gidiyorduk, ne oldu?" diye sorarsanız gelen cevap: "Yhaa ben senin kadar yüksek diyilim, kıps" Tam bir ölür müsün, öldürür müsün durumu.
Eninde sonunda hep aynı görünmez duvara toslar Türkiye'de gay, ilişki arayıcıları. Görünmez diyorum çünkü neden bir duvar var, o duvarın adı ne, kim yaptı, bilinmiyor. Herkes, istisnasız bir şekilde o duvara tosluyor. Çarptıkça nasır tutuyor. Euro NCAP testlerindeki mankenler gibi farklı arabalarda aynı duvara çarpıp duruyoruz yıllardır.
Sorunu kendinizde aramazsınız. Bir yaştan sonra karşınızdaki kişinin tutarsız, histerik davranışların sizden kaynaklanmadığına dair, yaşla beraber kazanılan tecrübelerin ağırlığına denk bir özgüven vardır çünkü bünyede. Sonra sizden 1, 3, 5, 7 diye ardışık rakamlarla hayatınızdan geçip giderken adamlar, "hayırdır neden hep aynı şeyleri tekrar tekrar yaşıyorum ben?" dersiniz; hoop ayna yine size döner. Ama sorun şu ki, o yıllardır baktığınız aynada fark edemeyeceğiniz kadar SİZ olmuştur kusurlarınız. Onları gören kişi de siz olamazsınız, hayatınızdan çıkıp gidenler de gitmeden önce asla yüzünüze bu kusurları söylemek istemezler. Daha önce de dediğim gibi, başında ayrı sahtekarlık, sonunda ayrı samimiyetsizlik ve umursamazlık vardır ilişkimsi deneyimlerimizin...
“...yorgun bir köpeğim ben ki, hangi aşk cümlesini söylesem korktu birileri. Göç sohbetidir aşk, ölümcüldür tek başına, çift kişi uzlaşamaz. Uzaktır en yakındaki, yakınken uzaklaşılamaz. Neden sizin hiç sevgiliniz olmuyor? Bir: Siz kimseyi istemediğiniz için. İki ve genellikle daha doğrusu: Kimse sizi istemediği için. Tabii sizin istemedikleriniz sizi isteyebilir ya da siz, sizi istemeyenleri isteyebilirsiniz. Aslında hiçbir şey bu cümleler kadar karmaşık değil. Zaten bu yazıda, karşı tarafın ne istediği hiç de önemli değil. Sevgilisi olmayıp da buna dertlenen bir insan, neden başkalarının ne yaptığını, niye onu isteyip istemediğini düşünsün ki? Sevgililer gelip de kimseyi bulmaz. Bazen önünüze çıkarlar ama sonsuza kadar orada kalmazlar. Onları siz var edip, yine bizzat siz yaşatırsınız. Bazılarımızın bunun için çok vakti vardır, bazılarımızsa buna çok az zaman ayırır. Sevgili nedir, kimdir? Mesela biriyle sevgili olduğunuzu ne gösterir? “İlişkimiz başladı” demesi mi, sizi öpmesi mi ya da “Benimsin” demesi mi? Peki ya “Benimsin” dedikten hemen sonra çekip giderse? O zaman bitmiş mi demek size duyduğunu düşündüğünüz sevgisi? Peşinden gider misiniz? “Doğru düzgün” bir adamsa, “Evet” dersiniz. Peki ya doğru düzgün adamlara inanmayanlar ne yapar? Onlar hiçbir erkeğin peşinden gitmezler mi?..
Artık aşık olmayı özlemediğimi fark ettim. aşkı aramakmış olayım, anladım bir kez daha. Eskiden yastığa başımı koyduğumda kurduğum o hayali erkekler ve aşklar artık aklıma gelmiyor başım yastıktayken. Gelse de eskisi gibi uykusuz geceler yaşatmıyor, uykularıma yenik düşüyorlar.
Beklentisizlikten ziyade, umursamazlık hali bu. Kayıtsızlık. Ki bence daha tehlikelidir beklentisizlikten. Biri geçicidir, değişebilir. Diğeri tecrübelerle gelmiştir, gelirken hep acıtmıştır, kanatmıştır ve anılarla beraber sağlam yer etmiştir bilinçaltında. Bilinç üstüne yansımadır kayıtsızlık. Bir nevi bünyeyi koruma halidir bu eskiden sevgi dolu olan insanlarda.”
Uzun bir aradan sonra gay bara gittim arkadaşlarımla. Çoğunluğu hetero olan arkadaşlarımla. Hetero insanlarla hep daha çok eğlenmişimdir. Ortamdaki eşcinsellere baktığımda gördüğüm şeylerin en başta sahtelik ve ego olduğunu söyleyebilirim. Aşırı hareketlerde de, küçük jestlerde de samimiyetsizlik var. Dikkat çekme çabası; bastırılmış bazı dürtülerin patlaması... Ancak bu durum bile o kişilerde ruhsal veya zihinsel bir rahatlama sağlayamıyor. Kişiler hala egolu; o dışa vurulan aşırı jest ve mimikler yine de tam olarak onlara ait değil. Bir çeşit rol gibi.
Keyifli bir gece geçirdim ama çoğunlukla insanları izledim, sonrasında, daha bir gece kulübünde bile kendi olamayan insanlardan, samimi aşklar, sevgiler, saygılar bekleyerek nasıl bir hata yaptığımızı düşündüm. Ele ele tutuşarak yürüyen çiftler vardı, ama önden giden ve arkadan sürüklenen(!) arasındaki bu el tutuşma da samimi değildi. O, bir gövde gösterisiydi. Belki ortamdaki eski sevgilisiye, eski flörtüne ya da onu çekemediğini düşündüğü bazı hasımlarına yapılan... Arkada sürüklenen bir çocuk. Durum str8 bir kare gibi canlanıyor kafalarda, ancak kategoriler dışı bir sahne idi. İmrenmedim. İğrendim.
Konun özetini bir kenara bırakıp şunu söylemek istiyorum, hala arsızca umudum var ve sanırım ölene kadar da bu umudu yüreğimde taşıyacağım. Denemeden, istediğin şeyleri elde edemeyeceğimi biliyorum. Hayatın, oturduğum yerdeyken de bana istediğim adamı verebileceği ihtimalini düşünüyorum, ama işi şansa bırakmayıp dümenin başına geçmeyi seçiyorum. Durum umutsuz gibi görünse de, kendime dair neyi değiştirmem gerektiğini bilmesem de, olduğum gibi, öylece, aramaya devam edeceğim.
"City lights fade out to the edge, underneath this darkened romance. 
I wonder why the stars come to an end, there is no one here and I am so insignificant."
Gemini Rising - Stars Come to an End
10 notes · View notes
plaktasen · 4 years
Note
mesafe vardı hep aramızda uzaktan sevdik birbirimizi çok az görüşebiliyorduk yoruldum dedi bitirdi ben vazgeçmedim sevdim çünkü seviyorum umrumda olmuyor hiçbir şey ama o benim gerçekleri görmediğimi söylüyor hayatın bu olmadığını söylüyor istediği her an beni görebilmesi dokunabilmesi mi gerçek bir hayat olurdu.. kırgınım
Uzaktan sevebilirsin sonuçta kalbin dokunmaya ihtiyacı yok, ve sevgi gerçekten bitmeyen bir şey ama onun açısından düşünmek gerekirse uzak ilişki zor olur anlaşmazlıklar artmaya başlar hayat o kadar yoğun geçiyor ki seni ondan uzaklaştırıyor ve sen tutunmaya çalıştıkça yorulursun, yavaş ve yorulmadan sevilmeliyiz sevginin hiç bitmeyeceğini bilerek.
0 notes
barkoturktv · 5 years
Text
'Bayraktar Akıncı TİHA ekimde uçacak'
Tumblr media
Baykar Teknik Müdürü ve Türkiye Teknoloji Takımı Vakfı (T3 Vakfı) Mütevelli Heyeti Başkanı Selçuk Bayraktar, TEKNOFEST İstanbul Havacılık, Uzay ve Teknoloji Festivali'nin (TEKNOFEST İstanbul) gerçekleştirildiği Atatürk Havalimanı'ndaki festival alanında yapılan Anadolu Ajansı Finans Masası'na konuk oldu. TEKNOFEST İstanbul ve milli teknoloji hamlesine ilişkin değerlendirmelerde bulunan Bayraktar, Bayraktar Akıncı Taarruzi İnsansız Hava Aracı (TİHA) stratejik görevler yapabilen bir insansız hava aracı sistemi olduğunu belirtti. Bayraktar, bütün yazılım ve elektroniğini kendilerinin tasarladığını ifade ederek, sözlerini şöyle sürdürdü: “Akıncı’da birçok alt sistem var. Çok gelişmiş, milli savunma sanayimizin üreteceği yan sistemler bulunuyor. Bu uçağın bütün bu stratejik görevleri yapabilmesini sağlıyor. Örneğin, milli akıllı mühimmatlar, seyir füzesi, havadan havaya füze, ön tarafına takılacak gelişmiş radar sistemi var. Bu hava hedeflerini tespit edip vurabilme kabiliyetini kazandırıyor. Bir yandan savaş uçaklarının yükünü azaltırken, bir yandan da savaş uçaklarının yapamadığı görevlerde kullanılacak. Çünkü bu insansız bir hava aracı olduğundan tehlikeli bölgelere çok daha kolay yanaşabiliyor. Uzaktan hava savunma radarlarını tespit edip yüzlerce kilometre öteden onları karartıp seyir füzesiyle vurabilme kabiliyetine sahip olacak. Şu an çıktığında dünyanın bu sınıftaki en modern İHA’sı olacak.” Teknolojinin hızla geliştiğini, bunun bir yarış olduğunu, sürekli yenileme ve güncelleme gerektiğini aktaran Bayraktar, “Dünyada bu sınıfta uçak üretebilen birkaç ülke var. Türkiye de bunlardan biri olacak. Türkiye iddiasını insansız hava araçlarında bayağı bir yukarı taşımış olacak. Bayraktar Akıncı Taarruzi İnsansız Hava Aracı’nın (TİHA) ekim ayı içerisinde uçmasını arzu ediyoruz.” diye konuştu.  “10-15 sene sonra uçan arabalar yollarda görülmeye başlanacaktır” Cezeri Uçan Araba’ya ilişkin soru üzerine Bayraktar, dünyada bu alanda çalışmaların başladığını belirterek, dünyada 50’ye yakın prototipin bulunduğunu bildirdi. Bayraktar, uçan arabanın çok akıllı olması gerektiğini, çünkü herkesin pilot olacağını ifade ederek, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bir sonraki adımın bundan 10-15 sene sonra gerçekleşeceği öngörülüyor. Bazı taksi hizmetleri başlamış durumda, denemeler gerçekleştiriliyor. 10-15 sene sonra uçan arabalar yollarda görülmeye başlanacaktır. Baykar olarak İHA’da yaşadığımız serüvende aldığımız derste bundan 15 sene sonrasının yarışına hazırlanmıştık. Bence bu milli teknoloji hamlesinin en önemli paradigması.” Yüksek teknolojide hızlı bir devinim olduğunu, kaçırıldığı zamanlar olduğunda bugüne değil yarına bakıldığında yakalama şansı sunduğunu aktaran Bayraktar, akıllı arabadan bir sonraki aşamanın uçan araba olduğunu, bunun geleceğin trendi olarak öne çıkacağını söyledi.  “Cezeri’nin ticari bir ürüne dönüşmesi 10-15 seneyi bulacaktır” Bayraktar, 9 ay önce uçan araba çalışmalarına başladıklarını, büyük firmaların da bu alana girdiğini, girişimlerin 1 milyar dolara yakın yatırım aldığını, Çinli bir firmanın taksi servislerine başlayacağını söylediğini aktardı.  Herkese hayallerinin peşinden gitmesini tavsiye eden Bayraktar, şunları kaydetti: “Sizler de gayret gösterin, azmedin, sabredin, asla yılmayın. Bizim bir eksiğimiz yok. Dünyada doğru zamanlamayla en iyisini yakalayabilmeniz mümkün. Bugünden çalışmaya başlarsak bizim bu alanda önemli bir oyuncu olmamız, hatta belki de dünya lideri olmamız mümkün. Cezeri’yi de bu maksat ile çalışmaya başladık. Cezeri ilk uçuşunu kısa bir süre sonra yapacak ama bunun ticari bir ürüne dönüşmesi, yollara çıkması 10-15 seneyi bulacaktır.” “Cezeri Uçan Araba ile yayla gibi bir yerde uçmayı hayal ediyorum” Bayraktar, Cezeri Uçan Araba ile yayla gibi bir yerde uçmayı hayal ettiğini ifade ederek, “Pilotluk da yapıyorum ama bunun verdiği özgürlük bambaşka. Bu bir anlamda büyük bir drone, herkesin uçurabileceği basitlikte olması gerekiyor. Ben bunu kişisel bilgisayarın icadına benzetiyorum.” dedi. 
Tumblr media
Uçan arabaların öncelikte kırda bayırda sportif maksatlarla uçacağını aktaran Bayraktar, “Bu bir kişilik bir araç, 2 ve 4 kişiliğini de yapmak gerekiyor. Bunun yanında yola çıkabilmesi, toplu halde uçabilmesi için teknolojide ciddi kırılımlar gerekiyor. Biz İHA’lara da böyle başlamıştık. 15 sene sonra da inşallah Cezeri bu alanda dünyada hak ettiği yere gelecek.” diye konuştu.  Bayraktar, uçan arabaya “Cezeri” isminin verilmesinin sebebini şöyle anlattı:  “Uzmanlık alanım robotik. Bu yaptığımız uçaklar da robot uçaklar. Akıllı robotlar aslında. Cezeri de akıllı bir robot. Bu alanın da kurucusu Müslüman bir alim. Hatta logo da oradan geliyor. Onun ismini vermeyi uygun gördük. Biz onun talebesiyiz. Bu alanı açtığı için kendisini hayırla yad ediyoruz.”
Tumblr media
"Hepsi bir hayalle başlıyor" TEKNOFEST İstanbul ve milli teknoloji hamlesine ilişkin değerlendirmelerde bulunan Bayraktar, AA'ya da organizasyona verdiği destekten dolayı teşekkür etti. Bayraktar, aile girişimi olarak 15 sene önce Türkiye'nin ilk milli insansız hava aracını geliştirdiklerini anımsatarak, "Hepsi bir hayalle başlıyor. Ben de bu alanda çalışan bir araştırma görevlisiydim. En ufağı da olsa Türkiye'de ilk defa tümüyle milli ve özgün bir modelle hazırlandı. Biliyorsunuz ki bunların içinde çok karmaşık yazılım sistemleri var, elektronik sistemler var. Bu sistemleri geliştirmeyecek olursanız ne katma değer sizde kalıyor ne fikri siz üretmiş oluyorsunuz ne de tam manasıyla kontrolü sizde oluyor." diye konuştu. Geçmişten bugüne yaptıkları havacılık çalışmalarına değinen Bayraktar, "Neden devrim arabasının, Nuri Demirağ'ın, Lagâri Hasan Çelebi'nin önü kesilmiş? Bütün bunları derleyerek dedik ki bizim tek başımıza çıkmamızın bir anlamı yok. Ülkemizde bunun gibi onlarca, yüzlerce girişim olabilir. Yeter ki biz bir şekilde, bunların önü nasıl açılır, onun yolunu bulalım. Zaten bizim serüvenimiz de biraz bunun özetiydi ve T3 Vakfı'nı kurduk." şeklinde konuştu. Bayraktar, T3 Vakfı'nda binlerce gence gönüllü bursiyerler tarafından ücretsiz eğitimler verildiğine işaret ederek, şu bilgileri verdi: "Milli Teknoloji Hamlesi'ni toplumsal bir seferberliğe dönüştürmemiz gerekiyor ki bu gibi girişimler ve atılımlar ülkemizde kolaylıkla gelişebilsin. Yoksa bir şekilde akamete uğruyorlar. Toplumumuz teknolojiyi kullanmayı seviyor zaten. Aslolan araştırıp, geliştirip hayalden bilgiyi üretecek seviyeye getirmek. Bunun için de bunun önemli olduğunu anlatabilmek gerekiyor. Bu alanlar, futbol gibi popüler konuların yüzde 1'i kadar önem görse biz ülkemizin uzayda, havacılıkta, yüksek teknolojide hak ettiği yere gelebileceğine inanıyoruz."
Tumblr media
"Yerlilik oranı yüzde 15'lerdeyken yüzde 65'lere kadar çıktı" Selçuk Bayraktar, İstanbul Atatürk Havalimanı'nın Nuri Demirağ'ın ilk gök festivalini yaptığı yer olduğunu ve burada yüzlerce pilotun yetiştirildiğini belirterek, "O ruhun burada TEKNOFEST İstanbul'da yeniden dirildiğini görüyoruz." diye konuştu. Geçen yıl 550 bin kişinin ziyaret ettiği TEKNOFEST'e bu yıl 122 ülke ve 81 şehirden katılım olduğunu aktaran Bayraktar, "Genç kardeşlerimiz, geleceğin konularına bugünden hazırlanacak olurlarsa inanıyoruz ki o gün geldiğinde o alanın liderleri olacak." dedi. Bayraktar, bu şekilde bir teknoloji festivali olmadığına işaret ederek, "Havacılık fuarları var, ticari maksatlı yapılan. Toplumun her kesimine, tümüyle ücretsiz bir şekilde ulaşan bir etkinlik yok. TEKNOFEST'in amacı 7'den 77'ye Milli Teknoloji Hamlesi için gerekli olan toplumsal seferberliği, paradigma dönüşümünü oluşturmak." yorumunu yaptı. Bayraktar, TEKNOFEST'in tüm kurgusunun gönüllülük, tutku ve sevgi üzerine olduğunu belirterek, "Buradaki uçakların bir kısmını dışarıdan alıyoruz, yerlileri de var. 'Bakın siz çok daha iyisini yapacaksınız. Ülkemizi bağımsız ve müreffeh kılacaksınız' duygusuyla yapılıyor. Hava gösterileri yapılıyor. 100'e yakın sivil uçak var, genç kardeşlerimiz uçabiliyorlar." şeklinde konuştu. TB2'nin Türkiye'ye yaptığı katkılara değinen Bayraktar, şu ifadeleri kullandı: "Bu gibi ürünleri biz yurt dışından, ABD ve İsrail'den alıyorduk, hatta bir yerden sonra vermemeye başladılar. Özellikle terörle mücadelede çok stratejik olduğundan SİHA'ları vermediler. Yerli üretimin 5 katına mal oluyordu. Daha kötüsü sizi bağımlı kılıyor. Kontrol sizde olmuyor. Bunların içinde yüz binlerce satır yazılım var. O yazılımlar milli olmayacak olursa, kontrolü de sizin elinizde olmuyor. En kritik aksamları, en pahalı aksamları oluyor. Onları yapmayacak olursanız müreffeh de olamıyorsunuz. Savunma sanayisinde ülkemiz son 15 yılda millileşme vizyonuyla büyük bir atılım yaşadı. Yerlilik oranı yüzde 15'lerdeyken yüzde 65'lere kadar çıktı. Bu Bayraktar TB2'de yüzde 93." Ukrayna ile türbin motorları konusunda iş birliği yapılacağına işaret eden Bayraktar, "Akıncı İnsansız Hava Aracı'nda kullanacağımız motorların ortak üretimi, Türkiye'de üretimi söz konusu. Birbirini tamamlayan yeteneklere sahip 2 farklı ülke olarak görebilirsiniz. O yüzden bu iş birliği her iki ülke açısından çok olumlu sonuçlar doğuracak." dedi. Read the full article
0 notes