Tumgik
#politik tiyatro
bardakdevrildi · 2 years
Text
düşündüm de hayat o kadar da sıkıcı bir yer değil. insanlar garip de değil. durumu zorlaştıran bizleriz. devleti taşlayan, sürekli politik konuşan, yalnızlığı seçen, çıkar ilişkileriyle kurduğumuz sofralara ve hazırladığımız yemekleri daha derli toplu ve tuzsuz yaparsak muazzam olur. her şeyi eleştirmeyi bıraksak yani tadında eleştirsek çünkü arka planda ne yaşandığını hiçbir zaman bilemeyiz. bu tiyatro oyununda, hiç alkış almayan dekorcular gibi bir şey. sözüm tanrı’ya değdi. hissettim. ona değmeden de olmaz ki. sonuçta bir yaratıcı söz konusu ve mucizeleri dinlemeyi seven hala insanlar var. neyse bahçede çiçekler solmuş, vapur gecikmiş, yağmur yağmış, kadın dövmüş, erkek ağlamış gibi şeyler söylemeyelim birbirimize. biraz duralım. duralım. sessiz işte. biraz şu dünya sakin ve sessiz kalsın. lütfen. iyi şeyler söylemeye çalışıyorum ama hiçbir zaman işe yaramıyor. bu dünyaya yazdığım çok kaçıncı mektubum; ya ona ulaşmıyor mektuplarım ya da işine gelmiyor söylediklerim. durun biraz! bu ülkede yirmi yıldır aynı oyunu oynayan insanlar var. ne kadar güzel bir şey yapıyorlar değil mi? –bu kısımda çok fazla ironi vardır- artık beynimi güncellemek istemiyorum çünkü diğerleri benim kadar güncellediklerini zannetmiyorum. yapı olana inanıyorum. insan dediğin geliştirmeli kendini, her gün piramit misali koymalı tepesine koca koca taşları, napıyoruz?
121 notes · View notes
maho0326 · 1 year
Text
Sabahattin Ali Kimdir?
Tumblr media
“Başın öne eğilmesin,
Aldırma gönül, aldırma...”
Ülkemizin önemli yazarlarından ve şairlerinden olan Sabahattin Ali 25 Şubat 1907’de Eğridere Edirne’ de doğdu. İstanbul’daki Muallim Mektebi’nde aldığı nitelikli eğitim sayesinde Yozgat’ta öğretmenlik yapmaya başladı.
Birkaç yıl sonra Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yabancı dil eğitimi alması amacıyla yurtdışına gönderilen isimler arasındaydı. 1928-1930 yılları arasında yabancı dil eğitimini Almanya’daki bir dil fakültesinde aldı. Burada Ivan Turgenyev, Edgar Allan Poe, Thomas Mann gibi yazarların eserleriyle tanıştı. Sabahattin Ali’nin bu yazarlardan etkilendiği görülmektedir.
Tumblr media
Türk Ulusu’na hakaret eden koyu milliyetçi bir Alman gencini tartakladığı gerekçesiyle Almanya’daki eğitimi sonlandırıldı ve Türkiye’ye gönderildi. Bazı kaynaklar, Ali’nin Türkiye’ye dönüşünün sebeplerini başka nedenlere bağlamaktadır.
Türkiye’ye döndükten sonra önce Bursa’da öğretmenlik yaptı; ardından Aydın’da bulunan bir okulda Almanca öğretmeni olarak çalıştı. Ali, Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle ve çeşitli politik suçlamalar nedeniyle tutuklandı ve Sabahattin Ali’nin yaşam öyküsündeki yeri iyi bilinen Sinop Cezaevi’ne gönderildi. Suçlamaların yersiz olduğunu kanıtlarcasına Atatürk’e ithaf ettiği Benim Aşkım adlı şiirini ve başka bir amaçla da Esirler adlı tiyatro oyununu yazdı. Ayrıca ülkemizde çok sevilen şarkı “Aldırma Gönül”ü de Sinop Cezaevi’nde geçirdiği günlerde yazdı.
Tumblr media
Eşi Aliye Hanım’la 1935 yılında evlendi. Bu evlilikten Filiz Ali adında bir çocukları oldu. Filiz Ali 5 yaşındayken yazdığı, en iyi bilinen Sabahattin Ali kitaplarından olan Kuyucaklı Yusuf romanı büyük tartışmalara yol açtı. Hatta Hüseyin Nihal Atsız, bu romana karşılık olarak İçimizdeki Şeytanlar adında bir eser yazmıştı.
Sabahattin Ali, birçok kez askere alınmıştı. Askere alınma sebeplerinden biri II. Dünya Savaşı seferberliğiydi ve ülkemizde hâlen çok satan Kürk Mantolu Madonna adlı meşhur eserini bu yıllarda askerdeyken yazdı.
Tumblr media
İlerleyen yıllarda İstanbul’a gelen yazar, arkadaşı önemli güldürü yazarımız Aziz Nesin’le beraber Marko Paşa adındaki mizah dergisini çıkardı. Dergi zamanla siyasî hicivci bir hal alınca Sabahattin Ali’nin hakkında bir takım davalar açıldı ve yeniden tutuklandı.
Sabahattin Ali, son yıllarında ekonomik bunalım yaşıyordu ve tanıdıklarının yardımıyla bir kamyon edinerek nakliyecilik yapmaya başladı. Ayrıca o dönemde Türkiye’den ayrılmak istiyordu ve yakınlarına Avrupa’ya gitmek istediğinden bahsediyordu. Pasaport sahibi olamayan Sabahattin Ali, yasa dışı yollarla ülkeden kaçmaya çalıştı; fakat sebebi hâlen netlik kazanmayan bir nedenden ötürü 2 Nisan 1948 yılında hayatını kaybetti ya da öldürüldü(Kırklareli’de).
Tumblr media
Sabahattin Ali kitapları ve şiirleri son yıllarda ülkemizde büyük ilgi görmektedir. Yıllardır düşmediği çok satanlar listelerinde yerini koruyan en sevilen eseri Kürk Mantolu Madonna’nın yanına diğer kitapları Kuyucaklı Yusuf ve İçimizdeki Şeytan eklenmiştir.
Tumblr media
Birçok dile çevrilen Kürk Mantolu Madonna, 2016 yılında İngilizceye çevrilerek bir dünya klasiği olma yolunda büyük bir adım atmıştır ve yediden yetmişe herkesin severek okuduğu bir kitap olarak başka kitaplarda ve filmlerde de adından bahsettirmiştir.
Sabahattin Ali Kitapları
Romanlar:
Kuyucaklı Yusuf
İçimizdeki Şeytan
Kürk Mantolu Madonna
Tumblr media
Öyküler:
Değirmen
Kağnı
Ses
Yeni Dünya
Sırça Köşk
Tumblr media
Deneme:
Çakıcı’nın İlk Kurşunu
Şiirler:
Dağlar ve Rüzgâr
Kurbağanın Serenadı
Öteki Şiirler
Tumblr media
Oyunlar:
Esirler
Mektup:
Canım Aliye, Ruhum Filiz
Kaynak: https://www.dr.com.tr/Yazar/sabahattin-ali/s=253771
https://youtu.be/9R4wlDAIpRw
youtube
8 notes · View notes
hetesiya · 11 months
Text
Zapatizm’in Poetiği ve Estetiği: Marcos’un Vedası
Alessandro Zagato, Çeviri: Derya Yılmaz
Tumblr media
"Granjas integrales zapatistas", Beatriz Aurora, 1997.
EZLN 1983’te yeraltında, 6 kişilik bir grup olarak kuruldu: Meksika’nın farklı yerlerinden Lacandon Ormanı’na giden, üçü melez üçü yerli, beş erkek ve bir kadından oluşuyordu. Önce, bölgedeki yerli halkı bir gerilla ordusunda örgütleme amacıyla askerî bir kamp kurdular, bu gerilla ordusu ilerleyen yıllarda düzenli orduyu yenerek Meksika’da devrim yapabilirdi. Başta 1960’larla 1970’lerin Latin Amerika devrimci hareketlerinin tipik ideolojisinin etkisinin altında olan grup, Marksist-Leninist bir sosyalizm inşası anlayışına bağlıydı.
İlk ağızdan aktarılanlara göre,[1] daha bu ilk aşamalarda ve yeraltında yaşamanın getirdiği zorluklara rağmen, EZLN’de çok güçlü bir sanatsal ifade eğilimi vardı. “Her Pazartesi günü kültürel etkinlikler düzenliyorduk: ‘kültür birimi’ dediğimiz bir grupla toplanıyor, şiirler, şarkılar okuyor, tiyatro oyunları canlandırıyorduk”. Askerî eğitim rutini çerçevesinde fiziksel antrenman yapılıyor, Kuzey Amerika ile Meksika ordularının strateji kitapları okunup tartışılıyordu; ama Cervantes, Juan Gelman, Shakespeare, Miguel Hernandez, Brecht gibi yazarların eserleri de hep birlikte okunuyordu. EZLN’nin resmî bildirilerinin kendine özgü üslubunda bunların büyük etkisi görülecekti.
Ancak, Zapatizm’in politik/estetik benzersizliğini belirleyen tek etken, küçük bir grup devrimcinin eğilimleri değildi; Chiapas’ın o bölgesinde yaşayan Maya yerlilerinin kozmolojisiyle ve kadim formlarıyla yaşadıkları karşılaşmaydı. Bu karşılaşma, kelimenin gerçek anlamıyla bir olay, “süblim bir hadise”ydi,[2] başlangıçtaki planı altüst edip beklenmedik olanakların önünü açan, böylece yeni bir öznelliğin biçimlenmesini sağlayan güçlü bir sarsıntıydı. “O aşamada,” diye anlatıyor Marcos, “EZLN, oraya gittiğimizde tasavvur ettiğimiz şey olmaktan çıktı. Yerli topluluklar bizi yenmişti, ve bu yenilginin sonucunda EZLN katlanarak büyümeye, bambaşka bir şeye dönüşmeye başladı”. Başka bir metinde[3] Marcos daha da kesin ifadeler kullanıyordu: “Gerçek anlamda bir yeniden eğitim, yeniden biçimlenme sürecinin sancısını çektik. Yerliler bizi adeta silahsız bırakmıştı. Sanki bizi oluşturan, parçamız olan, sahip olduğumuzun farkında bile olmadığımız her şeyi –Marksizm, Leninizm, sosyalizm, kent kültürü, şiir, edebiyat– sökmüşlerdi. Bizi önce silahsız bırakmış, sonra yeniden, ama bambaşka bir tarzda, silahlandırmışlardı.”
Gerillalar, yerli topluluklarla politik bir diyalog kurabilmek için öznel yatkınlıklarını büyük ölçüde yeniden oluşturmak zorunda kaldılar. Değişimin aktörü olarak tanımlanan belli bir grup insanda “bilinç” yaratıp politik değişim yolunun gösterildiği endoktrinasyon ve üye devşirme gibi alışıldık stratejileri bir yana bırakmaları gerekti. EZLN’nin yerli topluluklarla karşılaşması, bu stratejilerin tam tersiydi; iki tarafı da karşılıklılık ve alışveriş yolları keşfetmeye sevk eden sürtüşmelerle biçimlenmişti. “Politik tasavvurumuzun, yerli topluluklarınkiyle çatıştığını ve bu doğrultuda değiştiğini seziyorduk. Bu durum, EZLN’nin, bir gerilla birimi olarak son derece yoğun olan kültürel hayatı üzerinde de etkili oldu.”[4]
Bu karşılıklı dönüşüm sürecinin, hem dilin kullanımı hem de tercüme eylemi üzerinde bazı etkileri olduğunu da kaydetmek gerekiyor. Yerli dilleri, çok canlı bir sözlü geleneğe dayanır ve gerçekliği son derece şiirsel unsurlarla betimler. Bu, yerlilerin İspanyolca’yı temellük etme biçimlerine de yansımıştır: Bu dil, kinayeli imgeler ve metaforlarla doludur. Yerli kozmolojilerini tercüme etmek söz konusu olduğunda, kelimeler yetersiz kalır. Örneğin, 1910’da Meksika Devrimi’nin kıvılcımını çakan ve EZLN’nin de sahiplendiği “Toprak ve Özgürlük” çağrısının, Nahuatl dilinde çok daha geniş bir manası vardır: Toprak (tlali) kavramı aynı zamanda doğa, yeryüzü ve komünal yaşam fikirlerini de içerir. ¡Tierra y Libertad! sloganının, toprağı bir üretim aracından ibaret görmeyen Meksika yerli halkları arasında bu kadar büyük yankı uyandırmasının nedeni de budur.
Bu dil aynı zamanda, İspanyol sömürgeciliğine direnişi de bünyesine katan son derecede zengin bir görsel dili içerir. Örneğin, “İspanyol conquistador’lar, isyancıları hemen seçebilmek için Chiapas ve Guatemala halklarını köylerinin işareti olan ayırt edici giysiler giymeye zorladıklarında, yerli kadınlar buna direnmek için olağanüstü güzellikte huipil’ler işlemişlerdir”.[5]
Zapatist görsel dili, Maya geleneğine ait unsurlarla ve bu geleneğin devrimci projeyle karşılaşmasından doğan sembollerle doludur. Örneğin kar maskesi, hızla bir kimlik ve birlik sembolü haline gelmiştir. Maske, hem kadim direnişi hem de ölümün varlığını canlandırır: Zapatistlerin sık sık tekrarladıkları gibi, “yaşamak için ölmemiz gerektiği” gerçeğini ifade eder. Maske aynı zamanda, Jacques Rancière’in “duyulurun paylaşımı” dediği şeyin altüst edilmesini de içerir: belirli bir toplumsal-tarihsel durumda algının, düşüncenin ve eylemin koşullarını belirleyen rejim. Zapatistler, adlandırılmak ve tanınmak için yüzlerini kapatır, gizlenmek içinse maskelerini çıkarırlar.
Maya kozmolojisiyle yaşanan karşılaşma, müralizm gibi daha geleneksel sanatsal ifade biçimlerinde, anonim Zapatist köylü sanatçılarının resimlerinde, Beatriz Aurora’nın eserlerinde de görülür. Beatriz Aurora, 1990’ların ortalarından beri Zapatistlerle çok yakın ilişki içinde olan bir sanatçı. Resimleri, Zapatizm’in görsel estetiğini keşfetme çabaları olarak görülebilir. Bunlar aynı zamanda dışardaki insanları Zapatistlerin politikası, talepleri ve tarihleriyle buluşturan birer geçit işlevi görüyor.
Geçen yıl Aurora’yla yaptığım bir söyleşide, eserlerindeki hangi unsurların Zapatistlerin hayal ettiği “başka dünya”yla ilişkili olduğunu sordum. Cevabı şöyleydi: “Bütün motifler. Mesela, kullandığım renkler her an her yerde mevcut – en başta da kadim formlara dayanarak kendi tasarladıkları kıyafetlerde. Zapatist toplulukları, muazzam çeşitlilikte canlı unsurun birlikte var olduğu mekânlar: her yaştan Zapatist, yeni hasat edilmiş mısırlar, gitar çalan gençler, güneşte kuruyan kakao ve kahve. Her şey, gür bir bitki örtüsünün içine gömülmüş. Her türden evcil hayvan etrafta geziniyor. Bütün bu unsurlar, bir yaşam-orkestrası gibi, armonik bir hareket ve seda yaratıyor.”[6]
Başka bir yerde de vurguladığım gibi,[7] Beatriz Aurora’nın resimlerinin birçoğunun baskın özelliği, perpektifin yokluğu (veya tam gelişmemiş halde bulunması). Bu özellik, ressamın, kompozisyondaki her öğeye eşit konum kazandırma amacını yansıtıyor. Aurora’nın kendine özgü renk kullanımı ve temel formlardan yararlanması, eserlerine naif bir hava vererek, çocukluğa dönme çağrısını, dünya karşısında ve barındırdığı imkânlar karşısında duyulan büyülenmeyi yansıtıyor.
“Yaşam orkestrası” deyişi Zapatistlerin politik süreçlerini çok iyi tarif ediyor, çünkü şirketlerin sömürü ve yıkımlarının yol açtığı ölümün karşısına yaşamı çıkarıyor ve sıradan insanların gündelik hayatıyla organik bir bağı var. Güney Afrikalı bir gecekondu hareketi üyesinin ifadeleriyle, “bu, insanlara yakın ve onlar için gerçek olanın politikası”,[8] ideolojiye karşı olmasa da, önceden var olan bir teoriden yola çıkmıyor, veya işe ayrı bir alandan başlamıyor, somut bir duruma içkin bir bakış açısıyla insanların ne dediğinden ve ne yaptığından hareket ediyor.
Bu yaklaşım, yenilikçi eşitlik ve toplumsal adalet anlayışlarıyla deney yapan benzersiz bir politika türünün gelişmesini sağladı; son derece yerelleşmiş bir ölçekte olmakla birlikte, 20. yüzyıldaki girişimlerin başarısızlıklarını aşan bir politika bu. 1990’ların ortalarından beri bu deneyler, hareketin başta önüne koyduğu zafer ve devlet iktidarını ele geçirme hedeflerinin yerini alarak, Zapatist toplumunu biçimlendiren eşitlikçi formlarda belirginleşti: bağımsız Juntas de Buen Gobierno (iyi hükümet kurulları), sağlık hizmeti sistemi (özerk olarak yönetilen klinik ve hastaneler), eğitim sistemi ve kolektif biçimde örgütlenmiş üretim sistemi.
Tumblr media
Subcomandante Marcos, La Realidad’da, 2014
22-25 Mayıs 2014 tarihleri arasında, Zapatist hareketin beş politik merkezinden biri olan La Realidad’da, Galeano adıyla bilinen Zapatist eylemci José Luis Solís López’in anma törenlerine katıldım. Galeano, geniş çaplı bir kontrgerilla stratejisinin parçası olarak, federal hükümetin üyeleri tarafından yönetilip finanse edilen CIOAC-H adlı paramiliter örgüt  tarafından birkaç hafta önce öldürülmüştü. Burada bu olayın ayrıntılarına girmeyeceğim; anma törenleri sırasında, Subcomandante Marcos’un kamu önüne son kez çıktığı konuşmasına odaklanacağım. Bu önemli figürün veda sözlerini sarf ettiği bu bildiri, her zamanki gibi son derece derin, şiirsel, dolayısıyla farklı okumalara açıktı.
Malum, Marcos son yirmi yıldır EZLN’nin en çok göz önünde olan sözcüsüydü, öyle ki uluslararası çapta bir ikon haline gelmişti. Ayaklanmanın ilk günlerinde, EZLN’nin sözcülüğünü üstlendiği zamandan beri tanıyoruz onu, ve yıllar içinde bu sözcülük rolünü yorumlama biçiminde ciddi bir değişim olduğunu biliyoruz. Ayrıca kendisinin, ilk aşamalardan itibaren EZLN’nin askerî liderlerinden biri olduğunu da biliyoruz.
Marcos karakterinin biraz abartılı ve teatral olduğu, kamu önündeki görüntüsünün de bir hayli performatif olduğu hemen herkes tarafından kabul ediliyor. Örneğin Žižek,[9] Marcos’u “Subcomediante” diye adlandırarak, devrimci yaklaşımla bağdaştıramadığı bu tavrı eleştiriyordu. Fakat EZLN’nin birden, bir anma töreni sırasında, bu figürden kurtulmaya karar vermesi, büyük şaşkınlık yarattı. Her şeyden önce bu, “alışıldık” iktidar ve devrim mantığına aykırıydı. Devlet, bozguncu bir örgütü dağıtmak istediğinde, ilk hamlesi liderinden kurtulmak olmuyor muydu? Neden Zapatistler, kendilerine dünya çapında ün kazandıran, bu kadar ilgi çekmiş sembollerden birini ortadan kaldırma gereği duymuştu?
EZLN aylardır Marcos’un ağır hasta olduğu söylentilerini yayıyordu. Ana-akım medya, hastalığının niteliğini bile tartışmaya başlamıştı. Hatta bazıları, aslında EZLN’nin lider kadroları arasında anlaşmazlıklar olduğunu ima ediyordu. Marcos 24 Mayıs günü, La Realidad’da, Galeano anısına düzenlenen geçit töreninde bir atlı asker birliğine öncülük etti. Ama geceleyin, “bunlar, varlığım son bulmadan önce kamu önünde sarf ettiğim son sözler olacak” dediği bildirisini okumaya başladığında, seyirciler arasına endişeli bir sessizlik yayıldı.[10]
Marcos konuşmasına, EZLN’nin son yirmi yıldır geçirdiği değişim sürecindeki farklı boyutları ele alarak devam etti; ona göre bu değişimleri anlayabilenlerin sayısı çok azdı. Değişimin unsurlarından biri sınıftı: “aydınlanmış orta sınıftan, yerli köylüye geçiş”; bir diğeri ırktı: “melez liderliğinden, yerli liderliğine geçiş”. Ama değişimin bir unsuru da, düşünceydi: “devrimci öncülük anlayışından, itaat ederek yönetme anlayışına; yukardan iktidarı ele geçirme hedefinden, aşağıdan iktidar yaratma hedefine; uzmanlaşmış politikadan, gündelik politikaya; liderlerden halka; toplumsal cinsiyete dayalı marjinalleşmeden, kadınların katılımına; ötekini küçümsemeden, farklılığın kutsanmasına” geçilmişti.[11]
Bu analizin sonunda Marcos şunu soruyordu: Meksika’da entelektüeller, politikacılar ve eylemciler de dahil olmak üzere birçok insan, tarihi halkın yaptığını kabul etmekle birlikte, “uzmanların” bulunmadığı bir halk yönetimi karşısında neden bu kadar korkuya kapılıyordu? “Halk yönettiğinde, insanlar kendi atacakları adımlara kendileri karar verdiklerinde, [neden bu insanlar] bu kadar dehşete düşüyorlar”dı?[12]
Marcos, bu sorulara cevap bulmak için, 1 Ocak 1994’te EZLN’nin Chiapas’ın kentlerine indiği ve adımlarıyla dünyayı yerinden oynattığı isyana döndü. İlerleyen günlerde isyancılar ortada bir tuhaflık olduğunu fark etmeye başlamışlardı: “dışardaki insanlar bizi görmüyordu”.[13] Zapatistler, sivil toplumun, isyanlarının gerçek niteliğini anlayamadıklarını sezmişlerdi. “Yerlilere hep tepeden bakmaya alıştıklarından, bize bakmak için başlarını yukarı kaldırmadılar. Bizi hep aşağılanmış halde görmeye alıştıklarından, onurlu isyanımızı anlayamadılar. Bakışları sadece, kar maskesi giymiş vaziyette gördükleri, yani göremedikleri, bir meleze [Marcos’a] odaklandı.”[14]
Bu, Marcos’un açıkladığına göre, hareketin tarihi içinde “Marcos figürünün inşasının” başlangıcıydı. Bu inşanın gerekçeleri ortadaydı: ırkçılık, 500 yıllık sömürü ve aşağılanma, ayrıca politik öncülük anlayışı, insanları birkaç bin yerlinin nelere kadir olabileceğini görmekten alıkoymuştu. Bu insanlara, solun bazı kesimleri de dahildi, çünkü “sol, en çok da devrimci olma iddiasındaki sol da ırkçılıktan nasibini almıştır.”[15]
Hareket, bu görünürlük sorununa çare olarak, yerli isyanı ile toplum arasında –yani, birbiriyle bağdaşmayan iki kozmoloji arasında– sembolik bir dolayım aracı işlevi görecek estetik bir yaratıma başvurdu.
Marcos karakterini illa tanımlamam gerekiyorsa, hiç tereddütsüz, onun renkli bir oyun olduğunu söyleyebilirim. Daha iyi anlayasınız diye şöyle de diyebilirim: Marcos, Bağımsız-Olmayan-Medya’ydı.[16]
Bu ifadeler çok önemli, çünkü “Marcos’un inşası”ndaki estetik-politik anlama dair bir (öz)eleştiri içeriyor. Marcos, bir mecra olarak imajının bağımsız olmadığını söylemekle, bu imajın iktidar alanına ait olduğu, o alana sızmak için kurgulanmış olduğu gerçeğine göndermede bulunmuştu.
Guy Debord’un izinden giderek, Marcos imajının “gösteri nitelikli” olduğunu, çünkü imajların yapısal bir ayırma, dolayımlama ve etkisizleştirme işlevi gördüğü soyut bir üretim ve toplumsal ilişki rejiminin parçası olduğunu iddia edebiliriz. Debord Gösteri Toplumu kitabında imajların toplumsal ilişkileri düzenleme biçimi sonucunda bireylerin üretim, ihtiyaç, duygulanım, arzu vb. gibi alanlarda kendi varlık koşullarının gerçekliğinden koparıldığını öne sürer. İmajlar insanları, bir soyutlaşma sürecine iter; bu süreçler, Tiqqun’un “kamusallık” diye nitelediği gayri şahsi bir ortak duyu içerisinde gerçekleşir. Kamusallık yoluyla “liberal devlet, nüfusun temelindeki geçirimsizliğe şeffaflık verir” ve böylece onu daha etkili biçimde yönetir.[17]
Dediğim gibi, Marcos figürü, Zapatist isyanı ile toplum arasında köprü kurmak üzere kamusallık alanına yansıtılmıştı. Zapatistlerin politik süreçlerini, daha alışıldık ve kolaylıkla algılanan bir devrimci imgeleme uygun düşen bir estetik çerçeveye yerleştirme ihtiyacının sonucuydu: ırksal ve sınıfsal hiyerarşileri yeniden ürettiği için de (beyaz, eğitimli bir lider), cazip bulunan bir çerçeveydi bu. Fakat bu imaj, hareketin gerçeğinden koparılmış bir soyutlamanın ürünüydü. Marcos’un inşası, isyana bir ölçüde ihanet ediyordu, çünkü onun hem niteliği hem de kompozisyonu konusunda yalan söylüyordu. Yıllar geçtikçe Marcos figürü, kamusallık alanında neredeyse kendi başına bir varlık kazandı, medya tarafından temellük edildi ve gösteri niteliğine büründürüldü, bunun sonucunda da kısmen depolitize oldu.
1851 tarihli bir metinde Fransız bir işçi, büyük sanatçıların (ve sosyalist propagandanın) işçi figürünü temsil ettikleri kalıplaşmış tasvirleri eleştirir: “Döküm işçilerinin sert duruşu, hayranlık verici bazı çalışmalara konu olmuştur. Flaman ve Hollanda okulları, bu duruşun bir  Rembrandt veya bir Van Ostade’nin elinde nasıl iyi sonuçlar yaratabileceğini gösterdi. Ama bizler, bu hayranlık verici eserlere model olan işçilerin, çok genç bir yaşta görme yetilerini kaybettikleri gerçeğini aklımızdan çıkaramıyoruz, ve bu gerçek, o büyük ustaların eserlerine bakmaktan aldığımız zevkin kaçmasına sebep oluyor”.[18] Yani, döküm işçisinin estetik soyutlaması, fabrika koşullarındaki sefaletin üzerini örter. Öte yandan, Rancière şöyle der: “Ressamların, işçilerin yüzlerinde tasvir ettiği heybetli, erkeksi şiirsellik, işçilerin sefaletini örten bir maske değildir basitçe. Bir hayalden vazgeçmenin karşılığında ödenen bedeldir: imajlar dünyasında başka bir yere sahip olma hayalidir bu”.[19] Propaganda veya “kamusallık” adına üretilen imaj, temsil edilen özne (işçi, veya devrimci yerli köylü) üzerinde gizemleştirici ve baskıcı bir etki yaratır, çünkü onu belli bir duruma, veya imajlar dünyasında belirli bir yere tayin ederek, özgür olmasını engeller. “İşçiyi ona ayrılmış yerde tutmak için”, der Rancière, “gerçek hayattaki hiyerarşinin, imgelemsel bir hiyerarşideki kopyasının da olması gerekir […]”.[20]
Bu işçi temsilleri gibi, “Devrimci Marcos” figürü de Zapatist hareketin gerçekliğini (ırk, sınıf ve yapı bakımından) gizemleştirir, ama aynı zamanda Zapatist isyancılara imajlar dünyasında belirli bir yer tayin eder. Marcos’un vedası, bu dinamiği altüst etme hamlesi olarak görülebilir. Uruguaylı sosyolog Raùl Zibechi, bu etkileyici hamleyle birlikte “Zapatistlerin çıtayı muazzam yükseltiğini, bugüne dek hiçbir politik gücün erişemediği bir yere çıktıklarını” öne sürüyor.[21] Gerçekten de Zapatizm’in politik meydan okuması, Marcos’un estetik olarak temsil ettiği askerî liderlik düzeyinde değil, özerkliğin inşasında hayata geçiyor: iktidarın tabandan yaratılmasında, herkes için ve herkesle bağı olan gündelik politikada.
Kaynak: Alessandro Zagato’nun Poetics and Aesthetics in Zapatismo: The Farewell of Subcomandante Marcos başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.
[1] Subcomandante Marcos, “Subcomandante Marcos escritor. Entrevista por Juan Gelman.” Desinformèmonos, 15 Ocak 1994 http://desinformemonos.org/2014/01/subcomandantes-marcos-escritor-por-juan-gelman/
[2] Deleuze, Difference and Repetition (New York: Columbia University Press, 1994).
[3] Yvon Le Bot, El sueño zapatista. Entrevistas con el Subcomandante Marcos, el mayor Moisés y el comandante Tacho, del Ejercito Zapatista de Liberación Nacional (México: Plaza & Janés, 1997) s. 123.
[4] Subcomandante Marcos, “Subcomandante Marcos escritor. Entrevista por Juan Gelman.” Desinformèmonos, 15 Ocak 1994 http://desinformemonos.org/2014/01/subcomandantes-marcos-escritor-por-juan-gelman/
[5] Kadın giysileri. Jeff Conant, A Poetics of Resistance: The Revolutionary Public Relations of the Zapatista Insurgency, 2010.
[6] GIAP, “Entrevista a Beatriz Aurora”, Rufiàn Revista, 17, 2014 s. 67.
[7] Natalia Arcos ve Alessandro Zagato, “Diálogo n°1: Notas sobre estética y política en el movimiento zapatista” Rufiàn Revista, 17, s. 21
[8]  S’bu Zikide, “The high cost of the right to the city”. Abahlali Official Website, 25 Mayıs 2009 http://www.abahlali.org/taxonomy/term/1093
[9] Slavoj Žižek, “Resistance Is Surrender”, London Review of Books, 29, 22: 7. Resistance is Surrender
[10]  EZLN, “Entre la Luz y La Sombra”, Enlace Zapatista, 25 Mayıs 2014 http://enlacezapatista.ezln.org.mx/2014/05/25/entre-la-luz-y-la-sombra/ İngilizce çevirisi için bkz. Between Light and Shadow
[11] A.g.e.
[12] A.g.e.
[13] A.g.e.
[14] A.g.e.
[15] A.g.e.
[16] A.g.e.
[17] Tiqqun, Introduction to Civil War (Los Angeles: Semiotexte, 2010).
[18] Jacques Rancière, The Nights of Labour: The Workers’ Dream in Nineteenth Century France (Philadelphia: Temple University Press, 1989) s. 5 .
[19] A.g.e.
[20] A.g.e.
[21] Raùl Zibechi, “The Death Of SupMarcos. A Blow to Revolutionary Pride”, Dorset Chiapas Solidarity, 20 Haziran 2014 https://dorsetchiapassolidarity.wordpress.com/2014/06/20/the-death-of-supmarcos-a-blow-to-revolutionary-pride/
4 notes · View notes
metehanaksoy · 9 months
Text
Entelektüel Olma
Entelektüel bir kişi olmak, bilgi birikimi ve düşünsel yetenekleri gelişmiş, eleştirel düşünebilen ve geniş bir perspektife sahip olan birisi olmayı ifade eder. Entelektüel olmak için aşağıdaki detayları dikkate alın:
Geniş ve Çeşitli Bir Okuma Alışkanlığı: Kitaplar, makâleler, edebi eserler ve farklı anlatımlı yazılar okuyarak bilgi hazinenizi artırın. Farklı disiplinlerden ve kültürlerden eserler okuyarak düşünerek zenginleşebilirsiniz.
Sürekli Öğrenme ve Araştırma: Entelektüel biri olmak için merak duygunuzun güdülediği şeyleri sürekli olarak inceleyin, keşfedin. Yeni bilgileri edinmeye ve mevcut bilgileri güncellemeye önem verin.
Eleştirel Düşünme Becerisi: Olayları, konuları kavrayabilmeyi sorgulayabilme ve eleştirel bir bakış açısına sahip olmak önemlidir. Farklı perspektifleri değerlendirme, düşünceyi değiştirme becerisine sahip olun.
Sanatsal ve Kültürel İlgi: Sanat, müzik, sinema, tiyatro gibi farklı kültürel alanlara ilgiyi gözlemlemek estetik bir anlayış geliştirebilir ve kültürel çeşitlilikten beslenebilirsiniz.
Sosyal ve Politik Meselelere İlgi: Çevre, insan hakları, politika gibi toplumsal olaylarla ilgilenmek için dünyada olup bitenler hakkında bilgi sahibi olun. Toplumsal meseleler hakkında düşünce yürütme ve aktif katılım, yaşama dair bir bakış açısının önemli bir parçası.
Kendi Fikirlerinizi Geliştirme: Entelektüel bir kişi olmak, sadece amaçlı yolcuları takip etmek değil, aynı zamanda kendi fikirlerinizi geliştirmek ve ifade etmekle de ilgili. Eleştirel düşünceyi kullanarak, bağımsız ve orijinal düşünceye sahip olun.
Farklı Disiplinler Arası Bağlantılar Kurma: Farklı bilgi alanları arasında bağlantılar kurarak disiplinler arası bir bakış açısı geliştirme, gelişmenize katkı sağlar. Örneğin, edebiyatla tarih, bilimle felsefe arasında açıklamalar kurabilirsiniz.
Tartışma ve Diyaloğa Açıklık: Başkalarını anlamak ve genel tartışma ve diyaloğa açık olmak.
Zaman Yönetimi: Entelektüel biri olmak için zamanınızı iyi yönetin. Okuma, araştırma ve öğrenme için düzenli bir zaman ayırın.
Açık Zihinli Olma: Yeni fikirlere ve bakış açılarına açık olun. Farklı bakış açısına karşı hoşgörülü bir tutum geliştirin ve önyargılardan kaçının.
3 notes · View notes
doriangray1789 · 1 year
Photo
Tumblr media
Usta ve Margarita, Bulgakov’un Sovyet yönetimi ve Stalin eleştirilerini, inanılmaz bir hayal gücünün ürünü olduğu aşikar, gerçeküstü unsurlarla bezeyip masal tadında sunduğu muazzam bir politik hiciv ve kara mizah örneği. İki hikaye üzerine kurulu roman. İlk hikaye, 1930’lar Moskova’sında geçiyor ve şık bir yabancı görünümüne bürünmüş Şeytan’ın bir parkta din üzerine tartışmakta olan iki yazarla karşılaşmasıyla başlıyor. Ardından, Moskova’yı ziyaret eden Şeytan’ın, Sovyet dönemi Rusya’sında birkaç gün içinde işleri nasıl karıştırdığıyla devam ediyor bu ilk hikaye. İkinci ve kitapta yazar bir karakterin (Usta) yapıtı olarak da anılan hikaye ise aslında İsa’nın son günleri ve çarmıha gerilişinin yeniden anlatımı. Bulgakov’un hayal dünyasına hayran kalmamak mümkün değil. Tüm eleştirileri için kullandığı ve üzerine çokça düşünülüp araştırılacak ama belki yine de kimisi gizemini korumaya devam edecek sembolleri, bunları bir araya getirerek ilmek ilmek masal tadında bir alegorik hikayeyi örmesi ve -çoğu aslında tanınan simalardan esinlenerek- yarattığı karakterler müthiş. Şeytan’ın tiyatroda sergilediği Kara Büyü şovuyla düzenlediği baloyu anlatan sahneler kadar etkileyici pek az şey okumuşumdur. Stalin döneminde katledilen insanların şöminenin içinden çıkıp geldiği bir balo, mahrum kaldığı tüketim alışkanlıklarına özlem duyan insanların aniden lüks mağaza vitrinleri ile karşılaşıp çıplak terk ettikleri bir tiyatro şovu nasıl bir hayal gücünün ürünüdür? Döviz yasalarından oda kiralama uygulamasına ve sanat politikasına kadar, dönemle ilgili tüm eleştirilerini kıvrak zekasıyla bu büyüleyici masala yedirmiş Bulgakov. Büyülü gerçekçiliğin de başyapıtlarından hatta öncülerinden kabul ediliyor Usta ve Margarita. Neredeyse koca bir yüzyıl sosyalist gerçekçi eserlerin kaleme alındığı -ki elbette sansürden sadece bunların geçebilmesi de bunda etken
4 notes · View notes
onderkaracay · 11 months
Text
Kılıçdaroğlu bu ülkenin şansı diyenler lütfen bir zahmet şu yazıyı bir okusunlar. Atatürk'ün askerlerini kimse kandıramaz.
Çok geç kalındı ama gözünüzü, kulağınızı, izanınızı belki açar.
Nihat Genç yazdı…
Aynı oyuncular aynı oyunu aynı seyircilere aynı repliklerle niye oynar?
Evet, yine halk cahil!?
Bu politik tiyatro bir daha sonlarını getirdi!
Şu oyunculara bakın: Kaftancıoğlu, Oğuz Kaan Salıcı, Seyit Torun, Tuncay Özkan, Erdoğan Toprak, Faik Öztrak, Selim Sayek Böke, İmamoğlu, vs. yüzlercesi..
Uluslararası bir şebekenin figüranları!
Devlet nedir millet nedir bilmezler, hepsi ayak oyunları, torpil, kayırma, fırıldak ve karanlık tezgahlarla oraya getirilmişler!
Sözde Cumhuriyet’i kuran parti hepsi istisnasız Cumhuriyet düşmanı!
İstisnasız hepsi milli güvenlik politikalarına karşı, Cumhuriyet’e karşı!
Vatan Haini Seyid Rıza’dan özür dileyeceksin, Fetö’den özür dileyeceksin, vatan haini PKK’yı liste başlarına taşıyacaksın, ve her biri müstemleke valileri gibi konuşacak, sonra: Halk Cahil!
Herkes kör bir akıllı kendileri!
Üç kuruş etmeyen kirli bez parçaları!
CHP’yi utanç içinde infilak ettirip tarihe gömüldüler!
Bir de kendileri gibi tıynetsiz bunak kifayetsiz satılık çok bilmiş şarlatan taraftarlar bulmuşlar kendilerine!
Uğur Dündar, Emin Çölaşan, Necati Doğru, Rahmi Turan, Emre Kongar, Deniz Zeyrek, İsmail Saymaz, Şirin Payzın, Ayşenur Arslan, Özdemir İnce, Alev Coşkun, Bedri Baykam, yüzlercesi, tıpkı Ekmeleddin rezaleti gibi destek verdiler!
Hepsinin görevi Atatürk posteriyle maske yapıp hainleri cumhuriyetçi seçmenlerden saklamak!
Yıllardır ekranlarda ve gazetelerde aralıksız CHP artı HDP formülünü sabah akşam milletin kafasına kafasına çaktılar, algıyla kitleleri yanlış yola soktular, olmayacak duaya hep birlikte kasıtla amin dediler, PKK ve Fetö’nün suçuna tertemiz Cumhuriyetçi kitleleri ortak ettiler!
Cumhuriyetçi seçmeni, kasıtla, sahneyi sinemaskop perdeyi tam göremeyecek bir yere oturtup, vatan hainlerini dev gibi Cumhuriyetçi aydınları hiç göstermediler!
Ve gençlerin hayalleriyle oynadılar!
Muhalefete muhalefet etmeyin deyip bizleri de linç küfür hakaret tekme tokat kovdular!
Vatan hainleriyle iş tutup ve buyrukçu bir küstah dil kullanıp yüzde 10-20’lere dibe vurmuş AKP’li seçmende panik korku yaratıp yolsuzluktan narko siyasetten hırsızlıktan Deprem faciasından sarsılmış gözleri açılmış isyan etmiş insanları yeniden AKP’nin kucağına ittiler!
Altılı Masa Cumhuriyet’i ilga edeceğiz diye mutabakat metni ilan ederken alayı sessiz kaldı! Fetöcü PKK’lı hainler liste başlarına doldurulurken alayı sessiz kaldı!
Kılıçdaroğlu babasının malını bağışlıyor gibi özerklik sözleri verince alayı sessiz kaldı!
Alayı kişiliksiz figüran kukla, alayı şaibe, alayı karaktersiz, alayı ruhsuz alayı işbirlikçi!
Bu yaşanan ilk infilak değil, Erdal İnönü de etnik yapıyı partiye alınca 90’lı yılların sonunda dağıldılar unufak bin parça olup yüzde sıfırları gördüler, sonra, Fetö sahne aldı, milli güvenlikçi politikalarla olmaz deyip ve önce Deniz Baykal’ın kasetlerini bugün de Muharrem İnce’nin kasetleriyle akıllarınca önlerini açtılar!
Bu işbirlikçi tayfadan iğrenmek utanç tiksinti az gelir!
Cumhuriyet’in başına bela oldular!
Felaket işte bu ‘tertip’ bu ‘dizayn’!
Her dönem AKP’ye çalışan bunlar, Cumhuriyetçi seçmenin önüne takoz sağır duvar laf dinlemez kurulmuş pilli bebek bunlar!
İnsanlar, ne sizin suratlarınıza ne o her bok’u bilen zehirli dilinize güven hiç duymuyor!
Cumhuriyetçi kitleleri, kanser ettiniz!
Ağır seçim yenilgisi üzerine üç gün sessize takıp dördüncü gün, ben mallarımı bilirim, bu sefer İmamoğlu kesin olur diye ayaklanırsınız!
Cumhuriyetçi seçmen sizin köleniz!
İçinizde istifa edecek çekilecek özür dileyecek suçluluk hissedecek tek kişi yok!
Her dönem bağrına taş basıp zehir içip ama kararlı şekilde oy veren Cumhuriyetçi seçmenin neşesini umudunu hayallerini aldınız!
Sağcısına tarikatçısına üç kuruşluk AKP artıklarına CHP’yi yağma ettiren oy uğruna ülkeyi satarken suçüstü yakalanan şerefsizlersiniz!
İşte gözlerinizle gördünüz bu karanlık ‘örümcek ağı’ Cumhuriyet’i ve kazanımlarını oylarınızla elinizden alıp hain şebekelere peşkeş çekmiştir!
Yenilen Cumhuriyet değil, CHP’yi ele geçiren bu hain şebekedir!
Bu son virajda bu ihanete ortak olan sessiz kalan herkesi tek tek deftere yazdık!
Eğilenler bükülenler yalama olanlar gırla, iki gün adam gibi duramadınız, hepiniz kayıtlardasınız!
Cumhuriyet yoluna, önce bu sünepeleri zavallıları eleyerek gidecek!
Kafası karışmamış bulaşmamış kirlenmemiş asla teslim olmamış kaynak suları gibi dik duran berrak ve yiğit insanlarla gidecek!
İhanet listesi çok uzun, küçük puntolu bin sayfalık eski telefon rehberleri gibi, tıklım tıklım karaktersiz dolu, hepsini yazdık YÜZELLİLİKLER listesine!
Sevgili kardeşlerim, çok doluyuz çok, küfürle bitecek hesap değil bu!
CHP defteri artık kapanmıştır, artık şöyle olur böyle olur kurultay kongre olur diyen herkes de bu ihanete ortaktır!
Adı, Ulusal Egemenlik Hareketi olur, Cumhuriyetçi Halk Hareketi olur, Milli Hakimiyet Hareketi olur ve ama adı eyvallahsız kimseye tenezzül etmeyen kimseden medet ummayan kendi bileklerine güvenen Bağımsız Cumhuriyetçi sözünün eri başı dik, kaç kişi kaldıysak, yola çıkıyoruz!
Korkan tırsan kafası karışık hala yok o yok bu bahaneleriyle Cumhuriyetçileri ve kamuoyunu oyalayanlarla işimiz olmaz! Bu ihanet şebekesi artık kanlımızdır!
Cumhuriyet’i yalnız ve bu karanlık adamların kucağına mahkûm bırakmayacağız!
Cumhuriyetçi kardeşim, kahrolma ve boynunu eğme!
Daha ölmedik!
Kor saçan kızıl kıyamet küfürlerimize daha başlamadık!
Hiçbir ihanet bizi zincirleyemez!
Cumhuriyet’le oynayanlarla yarından itibaren bu satırlarda izleyin intikamımız çok acı olacak!
Aynı oyuncuların aynı kahpe oyunu aynı ihanet sahnesinde aynı repliklerle oynamasına-oynatılmasına bir daha asla izin vermeyeceğiz!
Cumhuriyet’i ite kopuğa trole maaşlı posterci gardropçu maskeli rakıcı balocu işbirlikçi taklacı fırıldaklara asla yem etmeyeceğiz, gök kubbe başlarına nasıl yıkılır, isim isim göreceksiniz, yazın bir kenara!
Nihat Genç
1 note · View note
eserozetlerim · 1 year
Text
Murathan Mungan Şiirleri
New Post has been published on https://eserozetleri.com/murathan-mungan-siirleri/
Murathan Mungan Şiirleri
Murathan Mungan şiirleri konusunu ele aldığımız zaman politik bir duruşun ön plana çıktığını son derece büyük ölçüde görebiliyoruz. Murathan Mungan adlı şairimiz, cinsiyetçi ideolojiye karşı savaş vermiş ve bu konuyu ele alan bir takım eserler vermiştir.
Şiirlerinde aşk temasını da son derece büyük bir içtenlikle ifade eden Murathan Mungan, biçim yönünden yenilikçi bir çizgidedir. İlk şiir kitabını 2016 yılında yayınlamış olan Murathan Mungan, farklı sözcük kapasitesini de bu şiirleri son derece büyük ölçüde yansıtır. Geçmişte şiirlerde benzer imgeler kullanılırken Murathan Mungan biraz daha farklı ve entelektüel yaşamla ilgili sözcükleri de şiirlerinde kullanmıştır. Ancak bu sözcüklerin şiirlere uyarlamasını o kadar doğru bir şekilde yapmıştır ki modern sözcükler ya da günlük yaşamdan sözcükler şiirlerde imgesel bir ifadeyle daha müzikal bir akışta kendini bulmuştur.
youtube
Murathan Mungan’ın En Ünlü Şiirleri
Murathan Mungan’ın en ünlü şiirleri olarak;
İstersen Hiç Başlamasın
Eskidendi Çok Eskiden
Aşkın Karanlık Metali
Ayaküstü Yaşanmış Ölümsüz Aşk Hikâyeleri
Söyle Bana
İzin
Bu Ne Biçim Hayat
Adı Dua Olan Sevgilim
Sizden Saklı
Kuzeydeki Pencere
Sis Çanları
Murathan Mungan’ın yukarıda sözünü etmiş olduğumuz şiirleri genel olarak aşk ve toplumsal eleştiri üzerine son derece derin imgeler içeren ve oldukça vurucu şiirlerdir. Bu şiirlerin bazılarını günümüz popüler bestecileri tarafından da şarkı haline getirmiş olduğu herkes tarafından bilinmektedir.
Murathan Mungan Şiirleri
Murathan Mungan Kimdir?
Murathan Mungan Kimdir? Murathan Mungan 21 Nisan 1955 tarihinde İstanbul’da doğmuş bir şairdir. Dönem olarak Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı şairidir. Aslen Mardinli olan Murathan Mungan’ın ilk ver orta eğitimi Mardin’de geçmiştir. 1972 yılında Ankara’ya yerleşmiş olan Murathan Mungan Ankara Üniversitesi’nde Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin tiyatro bölümünde lisansını tamamladıktan sonra yüksek lisansını da aynı üniversitede aynı bölümde tamamlamıştır. Üniversite hayatından sonra Devlet Tiyatrosu’nda 3 yıl dramaturg olarak görev yapmıştır.
Murathan Mungan 1975 yılından itibaren gazete ve dergilerde yayınlanmaya başlamıştır. Öykü, şiir, roman ve senaryo, şarkı sözü ve masal türünde de Türk Edebiyatı’na pek çok eser kazandırmış olan Murathan Mungan’ın eserlerinin pek çoğu yurt dışındaki antolojilerde de yer almıştır. Bu alanda pek çok ödül almaya da hak kazanmıştır.
Murathan Mungan’ın Kitapları
Murathan Mungan’ın kitapları günümüzde pek çok kitapçıda ve internette satılmaya devam etmektedir. Yedi Kapılı Kırk Oda, Kırık Oda, Omayra, Söz Vermiş Şarkılar, 7 Müdür, Mürekkep Balığı, Başkalarının Gecesi, Üç Aynalı Kırık Oda, Yüksek Topuklar, Dağınık Yatak, Dört Kişilik Bahçe ve Bir Kutu Daha gibi çeşitli türde pek çok eseri vardır. Murathan Mungan, çok fazla eser vermiş olan üretken bir şair yazardır. Murathan Mungan’ın Dağınık Yatak adlı senaryo türündeki eseri de film olarak çekilmiştir.
0 notes
operasyon · 1 year
Text
Epeydir güncel politikaya değinmiyorum çünkü kaleme gelmeyecek bir çılgınlık ortamında gelişiyor gibi olaylar.
90'ların başında özel tv kanalları yeni açılıyor. Baktım ortaokulda " Bir Gün Tek Başına" kitabını okuduğum Vedat Türkali. TRT'nin tek kanal olduğu zamanlarda, hele de askeri darbenin hüküm sürdüğü bir dönemde akla hayale gelmeyecek bir olay eski tüfek bir sosyalistin televizyonda görünmesi.
Memlekette bir şeyler değişiyor diye düşünmüştüm. Vedat Türkali o günde yaşlı başlı bir adamdı bana kıyasla. Dedi ki " Bu yaşa geldim daha henüz iyi bir şeyi seçemedim. Hep kötüler arasında en iyisini seçmeye çalıştım ama seçtiğim asla gönlümden geçen olmadı"
Eskilerin deyimiyle "ehven-i şer" kötülerin içinde en az kötü olan demek. Bir hayat ki içinde hiç ideal olmasın hep en az kötüyü seçmekle geçmiş olsun.
Tabii yazar adına üzüldüm o zaman bile.
Şimdi politik ortamı düşünüyorum.
2015 seçimlerinde bu Kılıçdar Bahçeli'ye "gel bizimle ol sana başbakanlık verelim" diyordu. Bahçeli de sanki başbakanlık teklif edilmemişte sövülmüş gibi kızıp köpürerek " sen kime başbakanlık veriyorsun. Halk bize o görevi vermedi" diyordu ki haklıydı. Düşük bir oy oranları vardı yine.
Bunları görmüş bir insan olarak şimdi Akşener'in Bahçeliden eksiği ne ki, cumhurrbaşkanlığından daha azına razı olsun?
Herhalde en az 2015 seçimleerinin mhpsi kadar oy alır.
O gün bahçeliye başbakanlık veren Kılıçdar niye şimdi daha yaşlıyken cumhurbaşkanı ben olacağım diye tutturdu?
Bahçeliyi Ekmeleddini muharrem inceyi cumhurbaşkanlığına uygun bulan zat şimdiye niye onlardan çok daha yakın sayılabilecek kendi partisinin belediye başkanlarına bile eyvellah etmiyorda ille ben cumhurbaşkanı olacağım diyor?
Anlayabilen var mı? Açıklayabilen olur mu?
Gelgelelim karşı cepheye.
Kılıçdarın adaylığına itiraz edenler niye ediyor? Onlar ki siyasi varlıklarını bile manen bu adama borçlular. Kılıçdar chp altında adaylarını seçime sokmasa iyi parti diye bir şey yok şu anda. Kendileri için bunca şey yapmış adama niye bu kadar karşılar?
Aralarında ilkesel bir sorun mu var? Çözülemeyecek bir anlaşmazlık mı var?
Yoktur bence.
Kılıçdara açıkça söyleyemeseler bile sırf alevi olduğu için karşı çıkabilirler. Başka da hiçbir nedeni olamaz!
Sanki memleketin geleceği böyle çocukça inatlaşmalara kurban!!
Olacak iş mi?
---
İşte bu ortamda olay neresinden tutacaksın da ciddi, sağlıklı sonuçlara ulaşacaksın?
En nihayetinde diyorum ki "sahte muhalefet" üstüne düşen görevi başarıyla yerine getiriyor. İstese şimdiye kadar her şeye razı gelmiş Kılıçdar aday olacağım diye diretmez. İstese iyi parti varlıklarını borçlu oldukları adama düşman muamalesi çekmez alevi oluşunu da içine çok güzel sindirir.
O zaman tiyatro olmaz.
Tiyatro olmazsa şimdiye kadar yaptıkları rol boşa gider. Bunların bütün işi sahte muhalefeti oynamak. Maksat iktidar ayakta kalsın. Bunca pespaye oyunun, bunca inatlaşmanın asıl sebebi işte bu.
---
Baştaki satırlara dönersek, şahsen kendimi bu ehveni şerlerden birini seçmekle yükümlü görmüyorum. Bu tiyatroya kendimde katkı yapmak istemiyorum.
---
Mustafa Kemal'in en sevdiğim tavrı radikal düşünebilip davranabilmesi. Adam korkuyu yüreğinden böyle söküp atabildi belkide.
O demiş ki " şerlerin en kötüsü ehveni şerdir"
Yani kötüler arasında az kötü olanı seçmeyi yaşam boyu reddetmiş. Zaten ya "istiklal ya ölüm" sözü de tam bu felsefeye uygun. Yani orta yollara, kimseyi mutlu etmeyecek çözümlere hiç inanmamış. İyisi olmuyorsa en kötüsü olsun diye düşünmüş. En kötüyü düşünüp göze alarak yaşamış. Ona göre davranmış.
Bende işte aynen böyle düşünüyorum. Bir şey ehveni şer olacağına olmasın. Varsın en kötüsü olsun!
0 notes
34haber · 1 year
Text
‘Karmakarışık’, AKM'de tiyatroseverlerle buluşacak
‘Karmakarışık’, AKM’de tiyatroseverlerle buluşacak
Atatürk Kültür Merkezi, 15 ve 17 Aralık tarihlerinde İngiltere’nin en uzun sahnelenen komedi oyunları yazarı Ray Cooney’in eserinden, Türk tiyatrosunun dev ismi Haldun Dormen’in yönetmenliğinde sahneye taşıdığı Karmakarışık’ı tiyatroseverlerle buluşturacak.  Haldun Dormen’in Kemal Uzun ile tiyatro dünyasına kazandırdığı Karmakarışık, politik yaşamı komediyle hicveden bir vodvil olma özelliği…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
Text
Sean O'Casey / İrlandalı'nın gölgesi
Tumblr media
Ailesinin on üçüncü çocuğuydu. Okumayı on üç yaşında öğrenebildi. Toplumcu dünya görüşüyle belirlediği "öz"ü, dramatik tiyatronun "biçim"ine ustalıkla yerleştirdi. Karşı-kahramanları Dublin'li yoksullardı; yaşamındaki ve düşüncelerindeki çelişkileri göremeyen, disiplinli bir eylem sürdüremeyen, kafası karışık ve ağzı kalabalıklar...
İlk olarak Dublin'deki Abbey Tiyatrosu'nda 1923'te sahnelenmiş olan "Silahşörün Gölgesi" adlı oyunun A.S.T. (Ankara Sanat Tiyatrosu) tarafından sunulmaya başlanması, ülkemizde "Juno ve Tavus" dışında kalan oyunları henüz oynanmamış olan ünlü İrlandalı yazar Sean O'Casey'i de gündeme getirdi. O'Casey, birkaç yüzyıl boyunca İngiltere'nin yönetiminde ve İngiliz kültürünün egemenliği altında yaşamış olan İrlanda'da, Ulusal Bağımsızlık Savaşı'ndan bağımsız, ama ona koşut olarak 19'uncu yüzyılın sonuna doğru başlatılan İrlanda Edebiyat Hareketi'ne katkıda bulunmuş ve 1904'te Abbey Tiyatrosu'nda sergilenen oyunlarla süren İrlanda Ulusal Tiyatrosu anlayışı içinde güçlü yapıtlar vermiş iki büyük oyun yazarından biridir. J. M. Synge bu tiyatro hareketi içinde İrlanda'nın köy gerçeğini dile getirmiş, O'Casey ise kentte (Dublin'de) yaşayan yoksul halkın ve işçi sınıfının politik-toplumsal-kültürel konumunu sahneye çıkarmıştı.
Yaşamı boyunca görme sıkıntısı çekti
1880'de doğan O'Casey dar gelirli Dublin'li bir ailenin sekizi çocuk hastalıklarından ölmüş on üçüncü çocuğuydu. Sıska ve hastalıklı bir çocuk olan O'Casey küçük yaşta trahoma mikrobu aldığından yaşamı boyunca görme sıkıntısı çekti. Bu nedenle düzenli bir eğitim alamadı, okumayı ancak on üç yaşındayken öğrenebildi. Büyük bir çabayla kendini eğitti; somut gerçekleri sağlam gözlere sahip olanlardan daha iyi görebildiği noktaya ulaşana dek... Sean O'Casey İrlanda Ulusal Bağımsızlık Savaşı'nın en çalkantılı dönemlerinden birinde yaşadı. Başlangıçta kendini bu savaşa kaynak olan "ideal"e adamıştı. Sonra "çelişkileri" görmeye başladı... İrlanda ulusu görünüşte İngilizleri topraklarından atmaya yönelik bir "ulusseverlik"te birleşmiş gibiydi. En azından "bağımsız İrlanda" sloganı kimsenin dilinden düşmüyordu. Oysa insanlar kendi içlerinde kolayca bölünüveriyorlardı. Katoliklerle protestanlar kavgaya tutuştuğunda bağımsızlık savaşı adına kurulan birlik bozuluveriyordu. Bağımsızlık savaşını yürüten örgütlerin içinde de yer alan işveren kesimi işçiyi sömürmeyi sürdürüyordu. "Romantik" önderlerin "idealist" çağrılarına kucak açarak savaşa katılan işçilerden ölmeyenleri kollarını ya da bacaklarını yitirdikten sonra işsiz ve güvencesiz kalıyorlardı. En kötüsü, İngilizlerin çoğunlukla denetim altına alabildiği ayaklanma eylemlerinde, olan sivil halka oluyor, kadınlar, yaşlılar, çocuklar yok yere ölüyorlardı. 1916'da Dublin'de yaşanan kanlı Paskalya Ayaklanması'ndan sonra O'Casey yurttaş olarak kesin tutumunu belirledi: İşçi sınıfına yüce "idealler"den önce "ekmek" gerekliydi. İrlanda insanı öncelikle, birbirine karıştırdığı politik-dinsel-ekonomik sorunlarını tek tek açık seçik olarak değerlendirip, düşünce ve davranış biçimlerini somut gerçekler doğrultusunda, duygusallıktan uzak bir yaklaşımla saptamalıydı.
İrlandalı'yı yansıtan bir karşı-kahramanlar topluluğu
O'Casey yapıtlarının hemen tümünde bu düşünceyi savundu. Yaşamındaki ve düşüncelerindeki çelişkileri göremeyen, ekonomik savaşımında da, bağımsızlık savaşında da disiplinli bir eylem sürdüremeyen, bu yüzden hep kim vurduya giden Dublin'li yoksul insanları kafası karışık, ağzı kalabalık, aşırı duygusal kişiler olarak çizdi. Bireysel, dinsel, ekonomik, politik konularda bir anda birbirine girebilen, buna karşın zor anlarda herşeyi unutup birbirine sahip çıkabilen, aşırı palavracı, çok sevimli, hem korkak, hem yürekli, hem çıkarcı, hem de kolayca özveride bulunabilen, "ciddi olanı şakaya, şakayı ciddiye alan", kısacası baştan sona çelişkili konumla da yaşayan bu insanların "trajikomik" boyutlarını tek tek işledi yapıtlarına. Oyun kişileri çoğunlukla, Dublin'de yoksul halkın barınması için birer ikişer odalık bölmelere ayrılmış eski yapılarda içiçe yaşayan kadınlar, erkekler ve çocuklardı. O'Casey'nin oyunlarında ötekilerin arasından sıyrılıp öne çıkan kahramanlar yoktu. Yanyana getirildiğinde çarpıcı karşıtlıklar oluşturarak İrlanda insanının tüm renklerini yansıtan bir karşı-kahramanlar topluluğuydu sahneye çıkardığı. O'Casey toplumcu dünya görüşüyle belirlediği "öz"ü, dramatik tiyatronun "biçim"ine benzersiz bir ustalıkla yerleştirmiştir. İrlanda Ulusal Hareketi içinde verdiği, 1910'lar ve 20'ler İrlanda'sını dile getiren ürünlerin özünde "evrensel"i öylesine güçlü bir biçimde yakalamıştır ki, yirminci yüzyılın sonuna gelmiş olmamıza karşın, bu oyunlar pek çok ülkede soluk soluğa yaşananları -yeni yazılmışcasına- dile getirmektedir. Oyunların "biçim"i ise tiyatro yazma tekniklerinde zaman içinde gözlenen değişikliklere karşın -yeni yazılmışcasına- tiyatro tadı vermektedir.
Ülkesini terketti, kendini İngiltere'ye sürgün etti
Oysa 1920'lerin Abbey Tiyatrosu bağlamında çarpıcı serüvenler yaşamıştı bu oyunlar; dördü geri çevrilmiş, 1923'te sergilenen "Silahşörün Gölgesi"nden sonra iki başyapıtı "Juno ve Tavus" ile "Saban ve Yıldızlar" birbirinin ardından Abbey'in sahnesine çıkmıştı. Bu iki oyun tiyatroyu "iflas"tan kurtaracak düzeyde başarı kazanmış, O'Casey'nin ününü perçinlemiş, ancak onun İrlanda'ya küsmesine de neden olmuştur. Aşırı "milliyetçi" ve "dinci" grupların O'Casey'i İrlanda Ulusal Bağımsızlık Savaşı'na, İrlanda'nın "idealler"ine ve İrlanda halkının erdemlerine gölge düşürdüğü savıyla suçlamalarına yol açan, yazarın işçi sınıfına olan yakınlığı nedeniyle Dublinli aydın takımının dudak büktüğü bu üç oyundan sonra O'Casey 1926'da İrlanda'yı terketmiş, kendini İngiltere'ye sürgün etmiş, 1964'te noktalanan uzun yaşamı boyunca, yurdundan uzakta, ama hep İrlanda'yı yazmıştır. Bir sonraki oyununun da geri çevrilmesinden sonra O'Casey uzun yıllar oyunlarının Abbey Tiyatrosu'nda sahnelenmesine izin vermedi. Karşı-gerçekçi teknikleri de kullandığı daha sonraki oyunları arasında toplumcu tutumunu yansıtmayan "masalsı" yapıtlar da yer almaktadır. Son yapıtları içinde en ünlüsü ve en başarılısı 1949'da yazdığı ve İrlanda taşıma işçilerinin 1913'teki grevini konu alan "Kırmızı Güller"dir.
"Silahşörler" ve dut yemiş bülbüller
A.S.T.'ın sahnelediği "Silahşörün Gölgesi", İrlanda Cumhuriyet Ordusu'nun (I.R.A.) İngiliz yönetimine karşı açtığı savaşın Dublin'in büyük yapılarındaki bölmelerde tıkış tıkış yaşayan sivil halkın gündelik yaşamını nasıl etkilediğini gösterir. Ülkenin siyasal-toplumsal konumu içinde yaşanan bir dolu çelişkinin dile getirildiği oyunda I.R.A'nın "silahşör"leri, ortaya koydukları çete eylemleriyle hem sivil halkı İngiliz polisinin korkunç gece baskınlarına hedef yapmakta, bir yandan da "kurtarıcı" görünümüyle yoksul halkın "romantik" duygularını beslemektedirler. Öyle ki, çevresinde olan bitenle hiç mi hiç ilgilenmeyen, 'sanat için sanat' yapma kaygısındaki genç ozan bile -kendini tehlikeye atma pahasına da olsa- onun "saklanan" bir "silahşör" olduğunu sanarak çevresini "hayranlıkla" saran komşularına gerçeği söyleyemez. Gerçek "silahşörler" ise uğrunda savaştıkları halkı gereksizce ölüme sürükleyebilecek düzeyde sorumsuzdurlar. Öte yandan, çenesi düşük "silahşör hayranları", evlerinde bir silahşörün gizlendiğini, sırf böbürlenmek için, İngiliz polisinin de kulağına gidecek biçimde sağa sola yaymadan edemezler. Güvencede olduğu zaman "yurtseverlik" konusunda bol palavra atan kimileri, İngiliz polisini karşılarında görünce dut yemiş bülbüle dönerler. Alınamayan haklar gizli dilekçelerle I.R.A.'ya bildirilir; bu belgeler baskın sırasında insanların başına dert olur. Genellikle korku "sevgi"ye üstün gelir; ama "sevgi"nin korkuya baskın çıktığı zamanlar da vardı. Kişisel çekişmeler zor durumlarda kolayca unutulabilir. O'Casey bu oyununda İrlanda insanının kafasındaki ve yüreğindeki kargaşayı tüm güldürücü yanlarıyla sahneye getirirken, yalın bir olaylar dizisi içinde Dublin'li sivil halkın "trajik" konumuna çok tutumlu bir yaklaşımla ve sahne üstünde oluşturduğu olağanüstü devinimle ulaşmaktadır. Ülker İnce'nin çevirdiği, sahne tasarımını Serter Çetiner'in yaptığı, Rutkay Aziz'in hem yönetip hem de Erol Demiröz, Cezmi Baskın, Yaşar Akın, Koray Ergun, Jale Aylanç, Şebnem Erkekli, Nurhan Özenen, Recep Yener, Hakan Akın ve İbrahim Sezen'le birlikte oynadığı "Silahşörün Gölgesi" yapımı A.S.T.'ın son iki yıl içinde izlediğimiz en başarılı çalışması. Oyunun katıksız "dramatik" anlatımının hiç bozulmadan yorumlandığı bu yapımda çok özenli bir metin çalışması yapıldığı, O'Casey tiyatrosunun gündelik dilde yansıyan şiirinin, "trajedi"yi beklenmedik bir anda koyulaştırıveren "güldürü"nün sınırlarının bilincine çok iyi varıldığı anlaşılıyor.  Üstelik "gerçekçi" biçimde başarılı bir oyunculukla sergileniyor "Silahşörün Gölgesi". A.S.T., O'Casey gibi dev bir yazarı genç kuşaklara tanıtmakla önemli bir kültür hizmeti de vermiş oluyor. 1) İrlandalı dev yazar Sean O'Casey ve A.S.T.'ın sergilediği "Silahşörün Gölgesi" başlığı ile yayınlandı. 2) Ara başlıklar edebiyatsoylesileri.com tarafından eklenmiştir.    
(Ayşegül Yüksel / Kasım 1987 / Bilim ve Sanat)
0 notes
nukhetindunyasi · 1 year
Text
Tumblr media
Pazar akşamı Mardin Havalimanında uçağa binmek için sırada beklerken tanımadığım insanların etrafımı sarıp kitabımı imzalatmak istemesi ve beraberinde gelen sıcak sohbetler ilk defa gelen bir şey değil başıma.
Bu konuda birbirinden güzel öyle çok anım var ki…
📚
Böyle zamanlarda bazı konularda umutlarım yeşeriyor.
Özellikle kültür turizmi adına.
📚
Küba’da yaşadığım yıllarda Fidel Castro’nun bir lafı çiçeği burnunda bir turizmci olarak beni çok düşündürmüştü:
“Turizm kötü bir ihtiyaçtır.”
İlk başta bunun politik bir söylem olduğunu sanmış ama sonra bunun ne kadar geniş çerçeveden her konuyu kapsayan bir söylem olduğunu anlamıştım.
📚
Turizm yarar yanında zarar da verebilir. Özellikle de yanlış yapılırsa.
Kitle turizmi örneğin hiç kimseye, hiçbir yere faydası olan bir şey değildir.
Kitle turizmi gittiği her yeri bozar ve zarar vererek çıkar.
📚
İnsanlar gezgin olmayı da öğrenmeli öte yandan.
Gidilen yerlerin ve oranın insanlarının gezen kişilere uyum sağlamasını beklemek hatta bunu talep etmek olacak şey değildir. Gezen kişi gezdiği yere ve oranın insanlarına uyum sağlayacak ve o kültürlere, alışkanlıklara, geleneklere vs saygı gösterecek.
Bir de şunu asla unutmayacak: Gezilen yerlerde gördükleri ve yaşadıkları turizm adına özel olarak hazırlanmış bir tiyatro oyunu değildir.
📚
Ne yazık ki yıllardır hep söylediğimiz, uyardığımız şeyler gerçek oldu.
Sırf ucuz olsun diye koştura koştura birkaç güne sığdırılan bilmem kaç tane şehir gezilen(!) kitle turları, ya da gene sırf ucuz olsun diye o dahil değil bu dahil değil yapılan, içi boş veya 20 yıl önceki programlarla yapılmaya çalışılan sözde kültür turları…
Bunlar gidilen yerlere yarar değil zarar verdi ve vermeye devam ediyor.
📚
Ucuz sandığınız şeylerin de genelde astarı yüzünden pahalıya gelir bir hesap yaparsanız.
📚
Elbette herkes gezebilmeli ama gezgin olmayı da hedeflemeli. Yukarıda saydığım negatif kriterlerden kendini soyutlayarak.
📚
Ben gene de umutluyum. Gerçi bozulan düzelmiyor ama daha kaliteli içeriklerle dolu işlerin artacağına inanmak istiyorum.
📚
Ben yaptığım işi seviyorum, inanmadığım ve kötü olan hiçbir şeyin altında imzam olsun istemem.
📚
0 notes
edebiyat0x800f0831 · 2 years
Text
Yalan bir dünya
Metinde verilen duygu, gençliği nasıl araştırıp düşünmekten alıkoyduğunu anlatmaktadır. “Tek dert buymuş gibi”, “Tek sorun buymuş gibi” derken anlatılmak istenen onca olan şey arasından pop müziğe duyulan ilginin gereksiz olduğunu iddia etmekte. Metin, insanların biraz da olsun araştırma yapıp eline kitap alması gerektiğini ve daha lüzumsuz pop müzik gibi akla yararda bulunmayan tabiri caizse salakça alışkanlık ve duygulardan arınmasını gerekli görmektedir. Metinde verilen Victor Jara referansı, aynı şekilde toplumun araştırma yapmak, Victor Jara’nın acımasız bir sonla biten müzik yoluyla verdiği savaşı gibi bir çok hikayeyi araştırıp öğrenmek yerine, gereksiz ve onları birer insan olarak geliştirmeyecek davranışları huy etmelerini kınamak için koyulmuştur. Yalan bir dünya ifadesi de tam olarak bu duyguları ve nasıl insanların kalpten değil de beyinlerinden yürümelerinin gerektiğini ifade etmektedir.
Hayır, metnin genel olarak müziğe ya da hiçbir türüne lafı yoktur. Tam olarak popüler pop müzik endüstrisinin gözü bağlı at gibi toplumlar yetiştirmesini anlatmaktadır. Victor Jara’nın verdiği mücadele mesela, politik haksızlıklara ve skandallara, sanatı müziği ile saldırır. Güney Amerikada birçok sanatçı ve aydının katıldığı, devrimci bir hareket olan Nueva Canción, diğer bi adıyla Yeni Şarkı Hareketi’nin önemli bir ismi olur. Protest şarkıcı Victor Jara, komünist ve partisinde sanatçı bölümünün başıdır. Victor Jara, diğer şarkıcılarla birlikte solcu partilerin birleştiği Unidad Popular koalisyonu yararına birçok konser verir.  Augusto Pinochet, 11 Eylül 1973 tarihinde yaptığı darbe sırasında, Unidad Popular sosyalist partisinin başkanı Salvador Allende’yi devirir ve batmış olan ilk sosyalist hükümetin yerine 17 yıl süren bir diktatörlük kurmuştur. Bu darbe sırasında Victor Jara, Teknik Üniversite’deki işi başında tutuklanır ve birçok arkadaşı gibi Şili Ulusal Stadyumunda işkence görür, bir daha gitar çalamaması için elleri kırılır, metindeki başka bir referans.
Victor Jara 28 Eylül 1932’de Şili’nin küçük bir köyü olan Lonquen’de yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Daha küçük bir çocukken babası evi terk eder. Annesi Amanda düğünlerde, cenazelerde, çeşitli etkinliklerde gitar çalıp şarkı söyler. Jara’nın müziğe ve gitara olan ilgisi de böyle başlar. İlerleyen yıllarda müzik her zaman hayatında olacak, yeri geldiğinde gitarını ve şarkılarını silah olarak kullanacaktır. Jara çocukluğundan itibaren her zaman meraklı, çevresine karşı duyarlı ve ilgilidir. İlkokul yıllarından itibaren tiyatro ve müzikle ilgilenir. Okuldaki müsamerelerde doğaçlama skeçler oynar. Babasının evi terk edişinden sonra Santiago’ya taşınırlar. O dönemde tek kültürel aktivite kaynağı kilisedir. Dolayısıyla Jara’nın da arkadaş çevresi ve sosyal yaşamı kilise etrafında şekillenir. Jara 15 yaşındayken annesi kalp krizi geçirerek hayatını kaybeder. Çevresinin de etkisiyle, dinsel eğitimi bir çıkış yolu olarak görür ve papaz okuluna kaydolur. Okulda geçirdiği kısa sürede orada gördüğü katı disiplin ve dışa kapalılık ona buraya uygun olmadığını gösterir. İnandıklarını sorgulamaya başlar ve okuldan ayrılır. Victor Jara tutuklandıktan sonra gördüğü işkencelerinden birinde Unidad Popular’ın şarkısını söylemeye çalışmaktadır. Victor Jara, 44 defa makineli tüfekle vurularak, dudaklarında şarkı ile 16 Eylül 1973 tarihinde öldürülmüştür.
Pop müzik endüstrisi gibi birçok boş hazın kurduğu bu “yalan dünyada”, insanların böyle hikayeleri sorgulayıp araştırmamasını kurduğunu ifade etmektedir bu metin. “Yalan bir dünya” ifadesi tam olarak budur. Cahilliği kuran popüler kültürün toplumun görmesini istemediği böyle önemli isimlerin unutulduğu, yalan bir dünyadır.
1 note · View note
hetesiya · 11 months
Text
Mülkiyete Son: San Francisco Diggers'ın Özgür Şehri
San Francisco Diggers, Çeviri: Ayşe Boren
Tumblr media
San Francisco’nun iki etnik azınlığının (Çinliler ve İtalyanlar) geleneksel semti olan North Beach, 1950’lerde, yeni serpilmeye başlayan alt-kültürün merkeziydi. Şairlerin başını çektiği “Beat kuşağı”nın dünya çapında tanınmaya başladığı sıralarda, aslında şiir burada gelişen sanat formlarından yalnızca biriydi. North Beach, ressamlar, heykeltıraşlar, yazarlar, fotoğrafçılar, müzisyenler, sinemacılar ve şairler için adeta bir cennetti. Sanatçılar kolektif bir yaşam sürdürüyor, birbirleriyle yakın ilişki içinde çalışıyorlardı.
Fakat zaman içinde bu özel ve benzersiz semt herkesin ilgisini çekmeye başlayınca, vaktiyle sessiz sakin bir yer olan bölge turistlerle doldu ve şiir okuyan, esrar içen aylak sakinler birdenbire emniyet güçlerinin ilgi odağı oldu. Bunun üzerine pek çok sanatçı, North Beach’ten ayrıldı. Gittikleri yerlerin başında, San Francisco kentinin gururu Golden Gate Park’ın sınırındaki Haight-Ashbury semti geliyordu. Haight-Ashbury, bundan sonra, San Francisco Mim Topluluğu (Mime Troupe), Sanatçı Kurtuluş Cephesi (Artists Liberation Front-ALF) ve ardından 1960’ların en etkili karşı-kültür hareketlerinden Diggers'ın beşiği olacaktı.
Dansçı ve mim sanatçısı Ronald G. Davis, 1959’da, Brechtçil tiyatro ile İtalyan Commedia dell’Arte geleneğinden esinlenen San Francisco Mim Topluluğu’nu kurdu. Dış mekânlarda ücretsiz oyunlar sergileyen topluluk, 1963’ten itibaren, kamusal alanda izinsiz müdahaleler biçimini alan “gerilla tiyatro”lar sergilemeye başladı.(video belgesel sayfanın en sonunda)
“Mim Topluluğu’nun şöhreti kısa sürede arttı ve topluluk Davis’in çabalarıyla aktivist genç sanatçıları kendi bünyesine katmayı bildi. Sadece tiyatrocular değil yazarlar, heykel sanatçıları, müzisyenler, dansçılar topluluğun eğlenceli gösterilerinde aktif görevler aldılar ve halka açık mekânlarda sergilenen politik sanatsal gösterilerinin mantığı üzerine pek çok gözlem yapma ve değerli deneyimler elde etme şansını yakaladılar. 1966 yılına gelindiğinde yaklaşık yirmi kişilik bir grup sahnede hayal edilen gerçekliği gündelik hayatta gerçekleştirmek için topluluktan ayrıldı ve şehrin farklı bir bölgesine giderek alternatif bir kolektif kurdular. Böylece 'gerilla tiyatrosu'nun ikinci aşaması başladı. Kendilerine İngiliz iç savaşı sırasında boş toprakları tarıma açan bir grup devrimci köylüden ilham alarak 'Diggers' [Kazıcı] adını verdiler. Diggers üyelerinden [Peter] Coyote, Mim Topluluğu’nun kişisel deneyimi açısından kendisine neler kattığını şu cümlelerle ifade ediyordu: ‘Dünyaya Marksist prensipler ışığında bakmaya ve analiz etmeye, onu daha kapsamlı biçimde kavramaya gerçek anlamda ilk kez Mim Topluluğu’nda başladım. Dogmatik olma gereği duymayan analizler: sınıf, sermaye, kim neye sahip, kim ne yapıyor, kim ne için çalışıyor. Ve bu birden imgelemin işleyişine hız verdi… Birdenbire her şey yerli yerine oturuyor ve entelektüel yaşamınızla sanatsal yaşamınız arasında bir bağ oluşuyor.’ "[1]
Tumblr media
Eski Diggers üyelerinden aktör Peter Coyote, Kara Panterlerle
Diggers, performansı, izleyenlerin bilincini yükseltecek, çerçevesi belli bir hadise olmaktan çıkararak, yeni bir toplum hayatının sürekli icrasına dönüştürdü. Hayallerindeki yaşamı şimdi ve burada somutlaştırmak amacıyla “yaşam-oyunculuğu” adını verdikleri bir teknik benimseyen Diggers, doğrudan eylem ile tiyatro oyunculuğunu biraraya getirmişti. Ücretsiz dağıttıkları Free City, Free News gibi dergiler aracılığıyla duyurdukları etkinliklere binlerce insan katılıyordu. 
Diggers pek çokları tarafından hippi kültürüyle özdeşleştirilmişse de, ve bazı açılardan bu kültürle benzerlik gösterse de (egemen yaşam biçimlerinin koşullandırmasından kurtulmak üzere uyuşturucu kullanımını teşvik etmeleri gibi), toplumsal programdan yoksun olduğu için hippiliği eleştiriyorlardı. Tıpkı paranın ölümünü ilan ettikleri happening gibi, hippiliğin 'cenazesini kaldırdıkları' bir gösteri de düzenlemişlerdi. Diggers’ın başlıca hedefi, para ekonomisinden bağımsız Özgür Şehirler kurmaktı. Bu şehirlerde ücretsiz hukuki ve tıbbi yardım sağlanacak; herkes ücretsiz pansiyonlardan, iletişim ve ulaşım hizmetlerinden faydalanabilecekti. Üretim fazlası ve para bağışıyla işleyen bu proje kısa ömürlü olmakla birlikte, Amerika ve dünyadaki pek çok başka karşı-kültür hareketini etkiledi. Diggers bu amaçla, Özgür Şehir Kolektifi adı altında başka bölgelerde de faaliyet yürüttü ve kendi mahallelerinde ücretsiz sosyal hizmet ağı kuran Kara Panterler gibi örgütlerle dayanışma içinde oldu. [DY-AB]
Kaynaklar:
The Early History of the Digger Movement
http://www.sfmt.org/company/history.php
Michael William Doyle, “The Haight-Ashbury Diggers and the Cultural Politics of Utopia, 1965-1968”, doktora tezi, Cornell Üniversitesi, 1997.
Will Bradley, “Introduction”, Art and Social Change içinde, ed. Will Bradley ve Charles Esche (Tate Publishing, 2007) s. 17-18
Fırat Güllü, San Francisco Parklarında Neler Olmuştu?
Les Diggers de San Francisco, belgesel, Céline Deransart ve Alice Gaillard [video en altta]
Özgür Şehir
Bilinç durumumuz, yeraltında birbirimizi alt etmeye yönelik oyunlar oynamayı bırakıp, özgür şehirlerde yaşayan özgür ailelere uygun görevler geliştirmek için gayret göstermemizi gerektiriyor.
Bireysel faaliyetlerimiz için gereken özgürlüğü sağlayabilmek için elimizdeki olanakları müşterekleştirmeli ve enerjilerimizi buluşturmalıyız. 
Dünyanın her şehrinde gevşek bir rekabetçi yeraltı oluşumu var. Bu oluşumlar, amaçları bazen örtüşen bazen çatışan (ama çoğunlukla nihai hedef olan özerkliğe ulaşma olasılığını zayıflatan) topluluklardan oluşuyor. Geldiğimiz noktada hepimizin bir silahı var; hepimiz onu kullanmasını biliyoruz; düşmanımızı tanıyoruz ve kendimizi savunmakta tereddüt etmeyiz. Daha fazla hakarete tahammülümüz yok. O halde, biraz daha kararlı davranıp Batı dünyasının kentsel ortamlarında özgür şehirler kurmanın vakti geldi.
Özgür şehirler, temin ettikleri ve sürdürdükleri hizmetlerle, özerk toplulukların yemek, matbaa olanakları, ulaşım, alet edevat, para, barınak, çalışma alanı, kıyafet, makine, kamyonet vs. bulma derdine düşmeden programlarını yürütmelerine imkân tanıyan bir özgürlük zemini sağlayan Özgür Ailelerden oluşur (San Francisco özelinde bu aileler Diggers, Kara Panterler, Provo’lar, Mission Rebels ve çeşitli devrimci grup ve komünlerdir).
Devrimimizin bu aşamasında, Amerika’nın şehirlerine yayılmış bütün ailelerin, komünlerin, Siyah örgütlerin ve grupların, eşgüdüm içerisinde çalışarak, tekil klanlar bünyesinde faaliyet gösteren kişilerin ihtiyaçlarını bedavaya karşılayabilecekleri Özgür Şehirler kurmaları şarttır.
Tüm yoldaşlar yapılması gerekeni yapmak için ne gerekiyorsa alacaktır.
Özgür Şehir
Bir taslak ... bir başlangıç. Tüm hizmetler, birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmiş ve aşırı iş yüküyle ustalık ve şevkle baş edebilecek kadar davalarına adanmış yoldaş grupları tarafından yürütülmeli.
Özgür Şehir Santrali/Enformasyon Merkezi, bütün hizmetleri, faaliyet ve yardımları  koordine etmeli; desteği, en çok ihtiyaç duyulduğu noktaya yönlendirmeli. Ayrıca, hukuki destek, barınak, makine, ve benzeri ihtiyaçlar söz konusu olduğunda müracaat mercii burası olmalı. Evlerinden edilmiş toplulukların ve bireylerin posta adresi olarak işlemeli ve başıboş enerjileri en çok ihtiyaç duyuldukları noktaya yönlendirmeli.
Özgür Gıda Depolama ve Dağıtım Merkezi, halihazırdaki bütün bedava gıda kaynaklarına gitmeli –satılmayan bol miktarda artık gıdanın biriktiği sebze ve meyve pazarları, köylü pazarları, kesim ve et işleme tesisleri, çiftlikler, mandıralar, hayvan çiftlikleri, tarım meslek okulları, dev kurumlar–ve dilenmek, ödünç almak ve çalmak da dahil olmak üzere mümkün olan her tür yolla kamyonlarını üretim fazlasıyla doldurmalı; şoförlerle irtibat kurarak, sevkiyattan arda kalanların kendilerine ulaştırılmasını temin etmeli. En doğrusu vardiyalı çalışmak: sabah vardiyası erzağı toplar, akşamüstü vardiyası ise elindeki liste doğrultusunda gıdayı, özgür ailelere ve gettolarda yaşayan fakirlere teslim eder.
Bu grup, insanların gıda fişlerini ortak bir havuzda biriktirmelerine yardımcı ollmalı ve annelerini (ya da başka bir tayfayı) yolcular ve evsizler için bedava bir lokanta açmaya ikna etmeli. 
Tumblr media
Diggers üyeleri ücretsiz yemek dağıtıyor
Özgür Şehir Bankası ve Hazinesi
Bu grup para toplamaktan, Özgür Şehir’de yaşayan ailelerin kiralarını ödemek, akaryakıt ve benzeri başka ihtiyaçlarını karşılamak için beleş para kaynakları yaratmaktan mesul olmalı. Bunun dışında, fakir getto çocukları için ufak tefek üçkağıtlar (kurabiye satışı, vs.) tertipleyecekler.
Özgür Şehir Hukuki Danışma Hizmetleri
Bu hizmet, Özgür Şehrin haklarını ve sunduğu hizmetleri savunmaya hazır, fiyakalı, pişkin ve birinci sınıf avukatlar tarafından verilecektir... beyaz, liboş, suçluluk duygusuyla kıvranan adalet tellallarına lüzum yok. Bize tuttuğunu koparan birinci sınıf avukatlar gerekiyor. Dava konusu olan beleş para ve mülkü mükemmelen idare edebilecek ve muhitinizdeki polis zulmünün hakkından gelebilecek avukatları yanımıza çekin.
Özgür Şehir Konut ve Çalışma Alanları
Bu grup, marangoz atölyelerine, garajlara, tiyatro sahnelerine vesaire çevirmek amacıyla metruk binalar kiralamalı veyahut kent yönetimiyle anlaşarak bu mekânları devralmalı. Çevreye-özgü eserler üreten sanatçılar büyük depoları devasa dans-şenlik-şölen saraylarına dönüştürebilir.
Şehir mekânlarını özgürleştirme hamlesi, ciddi ve iş kotarmaya odaklanmış üç kişilik bir ekip tarafından yürütülmeli. Bu ekip, kent bürokrasilerini ve gecekondu ağalarını köşeye sıkıştırabilmek için avukatlarla ortak çalışmalar yürütebilmeli. Özgür Şehir’e mekân devşirmek için kentteki çoğu gayri menkulün sahibi konumundaki kilise hedef alınmalı. Kilise yetkilileri muhatap alınırken tavizsiz bir üslup benimsenmeli ki, işin şakası olmadığını anlasınlar.
Özgür Şehir Çevre ve Tasarım Ekibi
Üniversite ya da sanat enstitülerinde okuyan sanatçı gruplarını saflarımıza katmalı ve gecekonduların ve çoğu Özgür Şehir Aile meskeninin rutubetli sefaleti üzerine çalışmalarına yardımcı olmalıyız. Rahatsız edilmeksizin topluluk için yaşam alanları inşa eden iyi ressamlardan, heykeltıraşlardan ve tasarımcılardan oluşan gruplar... Gerekli malzemeler ve araç gereç üniversite projelerinden ve imalatçılardan yürütülebilir. 
Kaynak: “The Post-competitive, Comparative Game of a Free City” başlıklı bildiriden kısaltılarak çevrildi, Art and Social Change içinde, s. 152-156.https://www.youtube.com/embed/i6sPo2Yi3jE
youtube
[1] Tırnak içindeki bölüm, Fırat Güllü’nün Mimesis dergisinde yayınlanan San Francisco Parklarında Neler Olmuştu? başlıklı yazısından alındı. Coyote alıntısını aktaran, Bradford D. Martin, “The Theater is in the Street: Politics and Public Performance in Sixties America”, University of Massachusetts Press, 2004, s. 89.
0 notes
yorgunherakles · 2 years
Photo
Tumblr media
çok geç, çok geç! mutluluk geçti!
ne acı, ne de pişmanlık getirir onu geri!
brecht - üç kuruşluk opera
30 notes · View notes
onderkaracay · 2 years
Photo
Tumblr media
💠 Politik Mizahın Eksikliği
Son yıllarda politik mizah bilinçli yok edildi.
Ferhan Şensoy yalnız bırakıldı. Levent Kırca'ya eziyet edildi.
Tiyatro adına politik mizah dışı eğlence mizahı yeterli görüldü. Haliyle Ferhan Şensoy ve Levent Kırca'nın yerine kimse yetişemedi.
Politika sebep, yaşadıklarımız sonuçtur.
Sonuçları değiştirebilecek güçlerden en önemlisi mizahtır.
Levent Kırca'nın televizyon programı Olacak O Kadar yerine evlendirme vb kötü içerikli yayınları boşuna aptal kutusu televizyonlar üstlenmediler.
Çok yivli ve çok tetikli düşman o kadar hazırlıklı ve iç destekli taarruz içindeydi ki!
Bir asır önceki kuyruk acısının saldırganlığı adeta sahne aldı yurdumuzda.
Paraya satılmak tek geçerli meslek oldu.
Teslimiyeti yaygınlaştırmak için direnen her insanı işsiz ve açlığa mahkum etmeye kalktılar.
Bir asır önce ki bir avuç insanın direncini kıramadıkları gibi bugünde kıramayacaklar.
Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın örgütünün üyesi insanlar kurtarıldıkları zaman sahneye çıkacaklar. Çünkü onların canları çok tatlı.
Bu ülkenin yurtsever askerlerine, gazeteci ve birçok meslekten insana kumpaslar ile adeta zulüm yaşattılar.
İnsanlık anıtını ucube diye yıkanlar, bugün ucube bir yönetim anlayışını dayatmakla meşguller.
Mustafa Kemal Atatürk bu konuda şöyle der;
✓ Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.
Hayat damarlarımızın tümünü koparmaya kalktılar.
Direniş büyüdükçe şok olmaya paniklemeye başladılar.
[] Önder KARAÇAY []
#önderkaraçay #mobbingbank #politik #mizahın #eksikliği #mustafakemalatatürk #leventkırca #ferhanşensoy #halduntaner #sanat #edebiyat #şiir #tiyatro https://www.instagram.com/p/CYNUZIRoAM5/?utm_medium=tumblr
0 notes
noisescape · 3 years
Text
Le-Mepris (Nefret),1963 filmi üzerine,
Jean-Luc Godard
Godard’ın antik,mavi fütüristik parçaları ve kırmızı BB’u
Tumblr media
Bir filmin incelemesini ve anlam yerleştirmesini yaparken bazen filmi tek başına,yönetmeni,dönemi,oyuncusu,mekanı,tekniği dışında sadece izleyici gözüyle ele almak,yaşattığı deneyimi yansıtmak,paylaşmak hem iyi hem de ulaşabilirliği etkinleştiren bir yol bana göre.Werner Herzog filmlerini izleyicinin katıldığı,onlarla deneyimlediği bir yolculuk olarak nitelendirir ve izleyiciye katılımı için teşekkür eder örneğin.Bu bağlamda yazıya başlarken sadece Le-Mepris’in bendeki izlerini paylaşmak istemiştim,üstelik Godard’ın soru işaretleri bırakan seyir dili de oldukça uygundu.Ancak işin içine girince belki de yazım süreci uzayınca oluşan soru işaretleri cevaplarına yakınsar bir halde kendi anlam belleğimi oluşturma durumuna geçti diyebilirim.Esasında filmlerinin bu etkiyi oluşturması,hakkında okuduklarım arasındaydı.Bekledikçe olgunlaşan,ne vakit izlense başka soruları da akla getiren,yenilikçi,zamanı aşan bir dil.Evet bu Godard.Hep daha iyiyi ve yeniyi yapmaya çalıştı,sorular bırakan,bir süreç olarak algılanmasını istediği filmler yaptı.Film dili farkındalık oluşturarak sinemanın illüzyonunu kırdı.Bertolt Brecht’in tiyatroda yaptığı devrimi sinemada gerçekleştirdi.Temel derdi her zaman için,sinemanın gerçekliği temsil etme gücü olduğu varsayımına kafa tutmaktı.O sanatta devrimciliği ‘temsili geride bırakmak’da buluyordu.Film yapmak da film izlemek gibi bir anlamlandırma pratiği olmalıydı,sinamacı gerçekliği yansıtmaz,yansıttığı şey olsa olsa ‘saniyede 24 kere gerçeklik’ ti.Sıklıkla yanlış yorumlanan sözünün ifadesi budur.Godard,yansıtma\temsil etme erkini reddeder,onun sinemasında temsil etmek yerini ‘parça parça düşünme’ye bırakır.Her filmi,sadece ve sadece bir anlam üretme,düşünme pratiğidir.Turarlı bir anlatı,inandırıcı bir illüzyon yaratmak değil.(özellikle burjuva değerlerinin temsiline karşıdır)Tek bir bireyin ele avuca sığmayacak toplumsal durumunun enerjisinden doğan çelişkili düşünceler silsilesini,tuvale boya sıçratır gibi perdeye saçar.
Bir Godard filmi onun yönteminden,anlatım biçiminden bağımsız ele alınamazdı.Film yorumu da yine düşünme pratiği niteliği taşıyacaktı,kendiliğinden.O kendisini bir yönetmen olarak değil,bir toplayıcı,öğütücü olarak görüyordu.Nouvelle Vague’un en önemli yönetmeni ilk dönem filmlerinin ardından 68 Mayıs hareketlerinin etkisiyle daha politik bir sinema dilinin peşine düştü.
Tumblr media
Brigitte Bardot ve Michael Piccoli,LeMepris film seti
Peki hikaye? Bir erkek,bir kadın yeterlidir der Godard,bazen de bir silah.
Tumblr media
-aynadan ayaklarımı görebiliyor musun?
-evet
-sence güzeller mi?
-evet çok güzeller
-ve bileklerim..onları beğeniyor musun?
-evet
-dizlerimi de beğeniyor musun?
-evet dizlerin de çok hoşuma gidiyor
-ya kalçalarım?
-onlar da..
-aynada sırtımı görebiliyor musun?
-evet
-popom güzel mi sence?
-evet çok güzel
-dizlerimin üstünde olmamı ister misin?
-hayır böyle iyi
-ve göğüslerim..onlardan hoşlanıyor musun?
-evet,hem de nasıl!
-yumuşak ol Paul,sert davranma..
-özür dilerim Camille
-hangisini daha çok seviyorsun?göğüslerimi mi yoksa göğüs uçlarımı mı?
-bilmiyorum ikisini de
-omuzlarımı beğeniyor musun?
-evet
-kollarım?yüzüm?
-yüzün de..
-hepsi mi?ağzım,gözlerim,burnum,kulaklarım?
-evet hepsi.
-yani beni bir bütün olarak seviyorsun,öyle mi?
-evet,seni usulca,tamamen,trajik bir şekilde seviyorum.
-ben de seni.
Alberto Moravia’nın 1954’de yayımlanan Il Disprezzo adlı ucuz romanından uyarladığı Le Mepris’in açılış sahnesi Camille ve Paul’ün yataktaki bu konuşmalarıyla başlar.Işık ve kamera açısını kullanma şekliyle Bardot’un çıplaklığını baş döndürücü bir dişiliğe büründürdüğü övgülerini alır.Acelesiz,Bardot’un yumuşak ve yavaş ses tonunu,bakışlarını bedeniyle bütünlediğimiz sahne,filmin tümünden ayrı bir evren gibi koparak sonlanır.Yakınlaşılan Camille,filmin devamında uzaklaşır ve yalnızlaşır.Veya Camille Paul’le bir daha bu denli yakınlaşmaz.Kendisine duyulan sevgiyi sorgulayan bir kadının ruhunu duyumsadığımız sahnede,aynı zamanda duygularının penceresini aralayan bir kadının çıplaklığını seyrederiz,bir battaniyeye sarılmış Brigitte Bardot ve…Brigitte Bardot.Godard’ın kullanmayı en çok sevdiği renk olan kırmızıyı ana renk alarak yataktaki Bardot’u önce kırmızı ardından beyaza yakın açık sarı ve son olarak mavi ile filtrelenen renk değişiminin geçişleriyle izleriz.Dikkatli bir izleyici ilk seferde farkedecektir,ama muhtemelen BB’u izlerken çoğumuz kaçırmış olabilir.Fransa bayrağının renkleri.Farkettirmeden bayrağı sahneye işlemiştir.Gaspar Noe,Climax’da kocaman bayrağı direkt duvara asmıştı ve aynı zamanda jeneriğin içine almıştı,sanırım bu sebeple pek yabancı gelmedi bana.Oluşan ‘aa demek Godard da yapmış zamanında’ hissi.Bunu bazen koltuk,halı veya duvardaki bir resim,sandalye üçlemelerinde kullanır.Ancak bu sahnedeki filmin kendisine ait renk geçişleri Murnau’nun Nosferatu’sundaki renk değişimlerini hatırlatır ve Godard’ın filmde Fritz Lang yoluyla Alman sinema yapımcılarına yapacağı yüceltmeye eşlikçi görevini görür.Dahi görüntü yönetmeni Raoul Coutard’ın başarısını da eklemeliyim elbette.
Bu sahnenin öncesinde film içinde başka bir film şeklinde çekilen,dış ses yoluyla aktarılan bir jenerik izleriz.İlk kez yazısız çekilen jeneriğe Georges Delerue’nin müziklerinin melankolisi eşlik eder.Oyuncular Brigitte Bardot,Michael Piccoli,Jack Palance ve Fritz Lang’dir.Fritz Lang’in kendisi.Cinemascope olarak filme alınıp GTC laboratuvarlarında renklendirilmiştir.
Roma’da Cinecitta stüdyolarında yönetmen Fritz Lang,Homer’in Odyssey’inin modern bir versiyonunu çekmektedir.Amerikalı film yapımcısı Jeremy Prokosch(Jack Palance) Truva’yı keşfeden Schliemann’ın Alman olması nedeniyle filmin Alman bir yönetmen tarafından çekilmesi gerektiğini düşünmektedir.Bu kadarı bile bize Amerikalı film yapımcısının anlayışını tarif eder.Seti ziyarete gelen tiyatro oyunu yazarı Paul’den senaryo yazması istenir.Jeremy parası ile istediğini yazdıracağını ve çektireceğini söyler.Filmden bir bölüm izledikleri cep sinemasında Lang tanrılar hakkında konuşur,sözleri film boyunca bilgece düşünce aktarımlarıdır.Hızlıca sonuca ulaşmak isteyen Jeremy’nin tahammülsüzlüğü bu sahnede film rulolarını yere atması ve disk gibi fırlatmasıyla kendini gösterir.Entellektüel paylaşımlara katlanamayan Jeremy, deniz kızlarının çıplak yüzdüğü sahnede oldukça eğlenir ve bunun iş yapacağını düşünür.Ona göre Penelope,Odysseus’a sadakatsizlik yapmıştır,Paul senaryoyu yeniden ele almalı ve yeni bir Odyssey yazmalıdır.Paul çeki alarak kabul eder.
Paul’ün eşi Camille ile tanışan Jeremy onu evine içki içmeye davet eder.Paul Camille’den arabaya binmesini ve gitmesini ister,Camille rahatsız olur,Paul kendisin de geleceğini söyleyerek ısrar eder.
Paul Jeremy’nin evine gittiğinde Camille geç kaldığını söyler,Paul de sebeplerini anlatır.Onu dinlemek istemeyen Camille sırtını dönerek yürümeye gider.Burda bir jump-cut izleriz,Paul ile bir anına dönüş yapar.
Camille Pompei mozaiklerinin bulunduğu bir kitabı inceler.Yanına gelen Paul “ben gelene kadar ne yaptınız?seni rahatsız etti mi?” diye sorar.Bu soru ve gülüşü Camille için rahatsız edicidir.İzlediğimiz bir jump-cut Paul’ün ellerini yıkamak için girdiği ev sahnesine bağlanır.Mozaik kitabını Paul’e veren Jeremy senaryo için faydalanabileceğini söyler.İlgisi sadece seks görüntülerinedir.Franceska,Odysseus’un bir Yunanlı olduğunu söyleyerek avamlığı indirmeye çalışır.Amerikalı film yapımcısı kültür yoksunu zırtapozun tekidir.Franceska’ya para ve karısı ile ilgili düşüncelerimde haklıydım diyerek yemeğe kalmalarını teklif eder.Camille “annem ve ben çok yorgunuz” diye cevap verir.
Jeremy’nin dengesiz davranışları Paul’ün kararını zorlaştırır.Zaten Paul hiçbir şekilde bu kararı alamayacaktır.Jeremy Capri teklifini yineleyerek onları uğurlar.
Eve dönüş yolunda Lang’in filminin heykellerinden biri sahnededir.Bu Paul,Camille ve Jeremy’nin hikayesinin anlatıldığı ana film ile Lang’in Odyssey’inin bağlamının işaretidir.Odyssey,Odysseus’un evi İthaka’ya dönüş yolculuğunun hikayesi olmasının yanında Penelope’nin oğlu ile birlikte talipkarlarla mücadelesinin de öyküsüdür.Bir edebi metinde ilk kez bir kadının ve kölelerin mücadelesine yer vermesi ile dikkat çeker.
Tumblr media
Yolda Camille Paul’e öğlen annesiyle yemek yediğini söyler.
Evde geçirilen zaman kameranın odalar arasında dolaştığı,uzatmalı,bitmeyen tartışmaların girdap haline geldiği,tam bitti derken tekrar başlanan Camille ve Paul’ün içinden çıkamadığı çekişmeleri sahneler.Godard neredeyse seyircinin sabrını zorlayarak evden çıkılamayacakmış endişesi oluşturur.Camille siyah bir peruk aldığını söyleyerek Paul’e sürpriz yapar,peruğu beğenmeyen Paul’e ‘senin sigaralı halin de Dean Martin’in götüne benziyor’ esprisini yapar.Camille’nin bu görünüşü çoğunlukla Anna Karina’ya kimilerince de David Bowie’ye benzetilir.Eğilerek aynada kendisine bakan Camille yeni görünüşü ile yeni bir hayat,yeni bir kimlik arayan birini betimler.Camille’nin esprisinden hoşlanmayan Paul ona cevap vermeyişinden rahatsız olup Camille’ye tokat atar.
Tumblr media
“Beni korkutuyorsun Paul
bu ilk kez olmuyor”
Paul onunla Capri’ye gitmesi için ısrar eder.Camille’nin annesi arar ve Paul öğlen yemek yediklerini sandığını söyler.Camille Paul’ün şüpheciliğini eleştirir ve bunu bir daha yaparsa boşanacağını söyler.Banyoda Lang’e ait bir kitaptan onun Yunan tragedyasını eleştiren satırlarını okur.
“İnsan kader karşısında etkinliğini yitirmiştir,sevdiğini öldürmek onu sonsuza kadar kaybetmektir”
İkisinin iç seslerini geçiş halinde izleriz.Paul Camille’nin onu terkettiğini hisseder,Capri için ısrar eder.Paul senaryo yazma teklifini nasıl tam eminlikle kabul edemediyse Camille de bu teklifi isteyerek kabul etmeyecektir.İkisi de bu fedakarlığı dairenin parasını ödemek için yaptıklarına kendilerini inandırır.Paul “neden kabul etmiyorsun?yoksa Jeremy ile aranızda birşeyler mi var?” diye sorarak şüpheciliğini devam ettirir.Camille onu artık sevmediğini söyleyerek evi terk eder.Paul ardından sakladığı silahını alarak çıkar.
Ev sahnesi inişli-çıkışlı,dolambaçlı tartışmaları ile bitmekte olan bir aşkın son çırpınışlarını süre bakımından kısıtlamasız sahneye aktarmıştır.Arabada Paul’den hiç birşey olmamış gibi davranmasını isteyen Camille’nin ağlayan gözleri gece ile buluşur.
Tiyatroda Jeremy’den “ sinemada da gerçek hayattaki gibi yerleşik olan şey şiirdir” cümlesini sanki bişeyleri anlamaya başlamış edasında dinleriz.Oyun sonunda;
Fritz Lang:” her sabah ekmeğimi kazanmak için yalanların satıldığı pazara giderim ve umut dolu olarak diğer satıcılarla aynı hizaya girerim”
Camille:” bu nedir?”
Lang: “ Hollywood”
“zavallı BB’nin bir baladından, Bertolt Brecht”
“ Homer’in dünyası gerçek bir dünya ve şair doğayla çatışarak değil de,onunla uyum sağlayarak gelişen bir uygarlığa aitti.Ve Odyssey’in güzelliği işte tam bu noktada yatar.Gerçek hayatta da olduğu gibi,ne ise öyle görünerek”
Bunlar Godard’ın Brecht hayranlığının ve onun tiyatroda yaptığı gibi temsili,anlatımın kapsamından çıkarışını,imaj yaratmak yerine hikayeyi ne ise öyle,olduğu gibi aktardığı sinema dilinin ifadesi niteliğindeki sözlerdir.
Işıklar söner,siyah peruğunu takmış Camille’nin gözleri karanlığa karışır.Binanın dışında;
Paul:”istemiyorsan gelme”
Camille:” Beni buna mecbur bırakan sen değilsin,hayatın kendisi”
Artık dönemeyecekleri bir yol ayrımında olan Camille ve Paul için Paul’ün sorumluluğu tamamen Camille’ye yükleyen bu sorusuna Camille bu cevabı vererek ikisinin de yükünü azaltır.
Deniz,
Camille sarı saçları ve gözlükleri ile teknede,Capri’deki settedir.
Paul teknede Jeremy’ye katıldığını,Odysseus’un karısını sevdiğini fakat karısının onu sevmediğini söyler.İki hikaye artık yanyanadır.Film setinin kamera ekibinin sırtlarında Technicolor yazan sweatshirt’lerini görürüz.Renk tedarikçisi firma o dönem kameralarını kiraya veriyordu,Jeremy filmi için kamera ve ekibini kiralamıştır.Camille’ye villaya onunla gelmesini teklif eder,Paul bir sorun olmayacağını söyler.Jeremy ile tanıştıkları gün onu arabasıyla göndermesindeki rahatsızlığın daha fazlasını hissederek gider.
Paul ve Lang’in villaya giden yeşil patikada yaptığı konuşmada Paul,Penelope’nin Odysseus’a sadık olduğunu,talipleri ile birşey yaşamadığını söyler.Odysseus’un aşırı ihtiyatlı davranması Penelope’nin sevgisini bitirmiştir.Taliplerini öldürmesi ona ulaşmasını sağlayacaktır.Lang,Camille’nin onun kitabından okuduğu satırlardaki sözlerini tekrarlar,öldürmek bir çare değildir.
Paul,Camille’nin onu şüpheci ithamları yüzünden artık sevmediğini düşünmektedir.Jeremy’yi ortadan kaldırırsa yani senaryo işini bırakırsa onu geri kazanabileceğini de.
Capri’deki Jeremy’nin villası olarak kullanılan Villa Malaparte , sadece mimari bir yapı değil,bir peysaj kurulumudur.Konumlandığı doğanın tüm şartlarını özümser nitelikteki bina Lang’in filminde kullandığı heykellerin antik olanla moderni birleştirmesi gibi doğa ile mimariyi fütürist şekliyle buluşturarak Godard’ın öyküsünü Homer’in Odyssey’i gibi geleceğe taşıma sembolüdür.Konumlanışındaki uyum ‘ne ise öyle’yi bir kez daha vurgular.
Camille çatı-terastan Paul’e hiçbirşey olmadı dercesine kollarını sallar,aşağı iner.Geldiğinde onu terasta bulamayan Paul eğilip baktığında pencerede Jeremy ile öpüştüklerini görür.Camille özellikle Paul’e bunu izletmiş gibidir.Franceska teknede bulduğu silahı Paul’e verir.
Lang:”Çocukların ateşli silahlarla oynamaması gerekir”
Salonda Paul,Homer’i değiştirerek bir senaryo yazmanın içtensizliğini anlatır.Bunu sadece para için yaptığını ve Lang’in haklı olduğunu söyler.
Teras,
Camille çırılçıplak güneşlenmektedir,sadece kalçasında okuduğu bir kitap vardır.Başlangıçta Paul’ün sevgisini sorguladığı yatak sahnesinde olmayan kitap,bu sahnede cevaplarını bulmuş birini imgeler.Paul’ü senaryoyu sadece para için yazdığını söylemesi ile eleştirir.Jeremy’nin bu hatayı bir daha kabul etmeyeceğini ama Paul’ün aynı hatayı bir daha yapacağını söyler.
Tumblr media
“Ben malımı bilirim”
Evde polisiye hikayeler yazdığı zaman çok mutlu olduklarını söyleyen Camille senaryo işinin ve film ekibinin Paul’ü değiştirdiğini belirtmişti.Ona göre zaten başından beri bir hataydı ve Paul bunu başaramayacaktı.
Paul:” onu seni öperken gördüm”
Camille:” gördüğünü biliyorum”
—“artık beni sevmiyorsun”
—“ hayat böyledir”
Tumblr media Tumblr media
Camille senaryodan çekilmesinin sorumluluğunu ona yüklemesinden rahatsızdır.Para için senaryoyu kabul ettiğini söyleyen Paul bunun daire parası için olduğunu tekrar tekrar söyleyerek sorumluluğu daireyi isteyen Camille’ye yüklediği gibi Jeremy ile aralarında birşeyler olmasına duyduğu şüphecilikle de Camille’nin sevgisini kaybetmiştir.
Truva savaşında 10 yıl,eve dönüş yolunda da 10 yıl,toplam 20 yıl Penelope’yi yalnız bırakan Odysseus,talipkarlarla aralarında birşeyler olmasına yönelik duyduğu şüpheyle Penelope’nin sevgisini kaybetmişti.Onlarla 20 sene mücadele eden,oğlunu yalnız büyüten Penelope’nin zaten birini sevmeye ve sevilmeye hakkı yoktu.En eski ve en bilinen edebi metinlerden birinde bangır bangır bağıran fakat Odysseus’un yolculuk hikayesinin,aynı zamanda kişisel yolculuğunun arkasında kaybolan,bir kadının içinde bulunduğu haksızlıklar girdabını Camille ve Paul öyküsü paralelinde gözümüze gözümüze sokar Godard.”Sinema erkek bakış açısıyla yazılmış kadın tarihidir” diyen yönetmenin kocasını aldatıyormuş şüphesi altında bırakılan bir kadının duygularını,terk etme nedenlerini ve doğasını aktarımı oldukça feminist bir anlatımdır.Godard bu,seviyoruz.
Camille:” artık çok geç seni affetmeyeceğim,
seni o kadar çok seviyordum ki,
artık senden nefret ediyorum.”
denize girer.
Zaman zaman aklımıza gelen filmin ismi ‘neden Le Mepris (nefret)’ sorusu,bir kadının sevgisinin nefrete dönüşmesini yönetmenin filmin ismine yerleştirmiş olduğu cevabıyla netleşir.Film ismi ekrana kırmızı renkte verilmişken bitiş yazısı mavidir.Brigitte Bardot’un kendini sardığı kırmızı battaniye nefrete dönüşen sevgisidir.Kırmızı BB.Amerikan sinemasını,yaşam anlayışını eleştirdiği,kendi film yöntemi ile ilgili işaretler verdiği,muhteşem estetiği ile rafine stilini konuşturduğu çekimleriyle doldurduğu filmi Camille’nin hikayesidir.
Tumblr media
Sevgili Paul,
silahını buldum ve kurşunlarını boşalttım.Eğer sen terk etmeyeceksen ben yapacağım.Jeremy Roma’ya dönmek zorunda olduğundan onunla gidiyorum.Sonra tek başıma bir otele yerleşeceğim.Elveda.
Camille
Jeremy ile yolda,
Jeremy’ye Roma’da daktiloya devam edeceğini söyler.Paul’e yazdığı mektubun el yazıları ekrana gelir.
“Kendine iyi bak.Elveda” Camille
Kaza,
Film boyunca dinlediğimiz melankolik müziklerin bizi bu trajik sahneye taşıdığı hissi oluşur.
Camille,Paul’ü seviyordu….
Set,
Villanın merdivenlerinde Paul Franceska’ya hoşçakal der,haberi almışlardır.Lang’e veda eder,Roma’ya dönüp oyununu bitireceğini söyler.
“Peki siz ne yapacaksınız?”
“Filmi bitireceğim,başladığın işi her zaman bitir.”
“Hangi sahneyi çekiyorsunuz?”
“Odysseus’un memleketini ilk defa görüşünü”
İthaka
Mavi sonsuz deniz,
FİN
Odysseus’un sonsuz maviliğe bu bakışı Paul’ün Camille villaya giderken ardından bakışı ile aynıdır.Evini bulan Odysseus,evini bulan Paul.Camille de bunu yapmıştı,daktilo işine döneceğini Jeremy’ye söylerken sevinç kahkahaları atıyordu,mutluydu.Jeremy ve temsil ettiği ‘para herşeye kadirdir’ dünyası,Camille’nin onunla birlikte olmayı tercih etmemesi ve hurda alfa romeo ile ölmüştü.BB (Bertolt Brecht) ve Lang haklıydı.
Filmlerle kurduğumuz ilişkiler de böyledir çoğu zaman.Hayatımızla ilişkilendirdiğimiz hisler,düşünceler,olaylar,fikirler..vs.Benzeştirmeler yaparken buluruz kendimizi, sorular sorarız,hayat da bir yerlerde evimize rastladığımız yaşanmışlıklar toplamı değil mi? Hayat böyledir.
Godard,bir süreç olarak algılanmasını istediği filmler yaptı,film dili farkındalık oluşturarak sinemanın illüzyonunu kırdı.
“Her düzenleme bir yalandır” JLG.
bitti.
başak,temmuz 2021,Fethiye
kaynaklar: Le Mepris: How JLG turned cash and chaos into beauty,John Patterson,2016 The Guardian
Jean Luc Godard:Sinemanın imhası,Fırat Yücel,2019 Altyazı
Neden Le Mepris?,Fırat Caner,2017 Birikim
görseller:Pinterest
Tumblr media
2 notes · View notes