Tumgik
#devşirmecilik
serhatnigiz · 5 years
Text
Müslümanlaşmış Kripto Rumlardan Göktengriciliğe Uzanan Türk Ulusal Kimliğinin Tarihsel Oluşum Evreleri Üzerine
Tumblr media
Emeğin tarihsel yayılım hareketi/devinimi açısından ele alındığında görülecektir ki; merkez ve merkez-karşıtı konumlanışlardan farklı olarak merkez-çevre konumlanışlar da feodal-soy-devletinden kapitalist-ulus-devlete geçiş süreçleri ilk önce oligarşik-yasama, sonrasında aristokratik-yürütme ve sonrasında da jülistokratik-yargı erklerinin/kastlarının oluşumu ile birlikte tarih sahnesine çıkmaktadır. Başka bir deyişle, merkez-çevre konumlanış içinde olan ülkelerde burjuva devlet cihazının inşası genel hatlarıyla bu üç evreden geçerek meydana gelmektedir.
19 Yüzyıl’ın sonlarına doğru Osmanlı “anayasal monarşisinin” temellerinin padişah/halife öncülüğünde atılması; ıslahat fermanı, tanzimat reformları ve buna benzer ön-burjuva reformist süreçler neticesinde oligarşik-yasama organının kuruluşu, ikinci olarak da 1908 İttihat Terakki/Jön Türk hareketi sonrasında kurulan aristokratik-yürütme erki ve son olarak da 1923’de jülistokratik-yargı/kast yapılanmasının, "Cumhuriyet’in ilanı’nıyla, yani cumhursuz Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte; merkez-çevre de yeni bir kapitalist rejimin kendi (emek güçleri oranında) “tarihsel döngüsünü” tamamlayarak ortaya çıkışı, bu üç aşamayı içermekte ve kapsamaktadır.
Bu nedenlerden dolayıdır ki; T.C. devleti doğusundan itibaren bu üç alanda, yani yasamada ki oligarşik, yürütmede ki aristokratik ve yargıda ki jülistokratik kast örgütleri tarafından şekillendirilen prusyatik tipte bir kapitalist devlet yapısı biçiminde gelişmek zorunda kalmıştır. Bu açıdan yeni rejimin kurucu ideolojisi olarak tarih sahnesine çıkmış olan Kemalizm’de (ya da bu ideolojiye ne isim vermek isterseniz!) resmi tarih yazımının iddia ettiğinin aksine en başından beri “anti-emperyalist” bir hareket (ve ideoloji) olmayıp, aksine başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere dönemin büyük minimal-emperyalist güçlerinin ve Sovyet-proletaryan-kapitalizminin himayesinde kurulmuş olan bir yarı-tarım ve yarı-sanayi sömürgesi biçiminde ki tarihsel gelişimini bugüne kadar sürdürmüştür.
Osmanlı'dan T.C’ye kadar olan süreç bütünsel olarak değerlendirildiğinde görülecektir ki; T.C’nin devraldığı Osmanlı Devleti ve onun “çekirdeğini” oluşturan “Osmanlı beyliği” üç gücün karma bir bileşiminden oluşmaktaydı. Başka bir deyişle, “Ermeni-Rum-Müslüman ittifakı”na dayalı bu yapı (“söğüt toplantısı”ndan itibaren) liderlik konumunda olan Osman bey olsa da aslında bir ittifak politikasının eseriydi ve Osmanlı'nın hem o dönemde hem de daha sonra ki dönemlerde geniş bir coğrafyayı fethetmesi ve bu bölgelerdeki farklı halkları kendi tebaası haline getirmesini sağlayan da yine bu “üçlü ittifak” siyaseti olmuştur. Lakin bu durum; ne geçmişte ne de günümüzde hem resmi tarih yazımı hem de gayri resmi tarih yazımı tarafından görülmek istenmeyen bir olgudur.
Osmanlı’nın kuruluşunu belirleyen faktörlerden biri de; “Anadolu Birliği” projesinin kökeninde “Türklerin” Anadolu’ya hamicilik-koruma maksatlı gelmiş olması gerçeğidir. Keza; Pers işgaline karşı Malatya Kalesi’ni savunmak için Bizans (Doğu Roma İmparatorluğu) tarafından çağrılan Alpaslan ve birlikleri Malatya komutanlığına getirilmiştir. Alpaslan bu bölgedeki diğer Kürt beylikleri ile de uyum içerisinde çalışmıştır. Başka bir deyişle, hem Bizanslıların, hem Kürtlerin, hem Ermenilerin, hem Rumların “koruyucu gücü” olarak gelen Alpaslan Pers-İran saldırısını geri püskürterek bu halklar üzerindeki kendi hamicilik konumunu da güçlendirmeyi başarmıştır. Bu yüzden 10. Yüzyıl’dan itibaren Türklerin Anadolu çoğrafyasındaki algılanış biçimi korumacı-hamici bir anlayışa da tekabül etmiştir. 14 Yüzyıl’la gelindiğinde de yine bu korumacı-hamici algı sayesinde Osmanlı Devleti’ni kurmayı başarmışlar ve tabii ki bunu Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin ve diğer halkların desteği ile gerçekleştirmişlerdir.
Diğer bir deyişle, Alpaslan’ın Malatya savunmasıyla Persleri püskürtmesi neticesinde, bu dönemden itibaren Türk algısı hamicilik-korumacılık ile eş değer anılmaya başlanmıştır. Bu durum Osmanlılara Rumlar, Ermeniler, Kürtler ve diğer halklar üzerinde etkin bir feodal-politika yapma olanağı da sağlamıştır. Dolayısıyla; hem geçmişte hem de günümüzde “kriptoculuğun” devşirmecilik olması, asıl olarak kriptoculuğun bu çoğrafyadaki hamicilik-korumacılık politikaları ile özdeş bir algıya sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Dikkatli bir şekilde incelenirse görülecektir ki; Osmanlı feodal devlet sistemi içinde kazaskerler ağırlıklı olarak “Ermeni dönmesi” iken, veziriazamlar ise ağırlıklı olarak “Rum dönmesi” idi, genel olarak siyasal iktidar ve yönetsel mekanizmalar ise "müslümanların" (Padişah, Halife vs.) elindeydi. Lakin; bu yapı Osmanlı'nın çöküş döneminde adım adım parçalanmaya başladı. 1915’de Ermenilerin tehcir edilmesi, İttihatçıları ve onların devamcısı Kemalistlerin İngiliz ve Batı desteği ile halifeliği ve padişahlığı lav etmesi ile birlikte, güç/iktidar zaman içinde “müslümanlaşmış rum” kökenli “kripto” unsurlara geçmeye başlamıştır.
Dahası; Osmanlı “derin devleti”nin asıl merkezi olan Rumeli ve onun yansıması olan Rumeli hamiciliği ile birleşen krito “Rum” çeteciliği, Ermeni etkisinin ve İngiliz himayesinde padişahın yollanmasına ve hilafetin lav edilmesine bağlı olarak, Anadolu hamiciliginin de zayıfladığı bir evrede yeni “Türk ulusal kimliğinin” yukardan aşağıya doğru devlet eliyle inşa edilmesine de öncülük etmiştir. Kuşkusuz İttihatçı/Kemalist kadrolar bu mirasın içinden çıkmış, en basitinden bir kripto Rum çetecisi olan Topal Osman vakasında da görüldüğü gibi, şayet “müslümanlaşmış rum” desteği olmaksızın da bu kadroların eski Osmanlı nizam-ül mülk'ünü (devlet düzenini) devralması da mümkün olamayacağı gibi, Orta Asya dinsel kimliği içinden çıkan Şaman Gök-Tengri-cilik imgesi vesilesiyle de bir şaman tanrısı olan Türklük kimliği üzerinden, yani bir dinden/inançtan etnisite-ırk ve burjuva ulus-devlet yaratma projesi içinde uygun tarihsel/nesnel koşullar da oluşmuştur.
Türklük ne bir ırk ne de bir etnisite'dir. Türk kavramı gök-tengri-cilik'ten gelir. Aslında Türk (Tıngrı/Tengri) Şaman inancına özgü bir doğa-tanrı'sıdır. Türk kavramının ulusçuluk ile eş anlamlı olarak ideolojik bir boyut kazanması büyük oranda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla başlamıştır. Onun öncesinde Osmanlı kendisi için asla Türk dememiştir. Hatta kendi tarihinde bugün ki modern anlamıyla Türklere değil ama o günün Türkmenlerine dahi ikinci sınıf insan gözüyle bakmış ve onları sürekli olarak aşalamıştır. Feodal bir devlet yapısından kapitalist bir devlet yapısına geçişte ulusal pazarın ve ulus devletin inşa edilmesi için gereken ideolojik çimento “sekülerleşmiş tengricilik heyyulası” olmuştur. Başka bir deyişle, dinden ırk-etnisite yaratılmaya çalışılmasının bir başka nedeni de "Türk burjuvazisi"nin kendisine olan güvensizliği ve zayıflığıdır. Ki pek çok başka ülkede de feodal dinsel kimliklerden ve inançlardan kapitalizm ile birlikte modern ulus inşasına geçiş yapılmıştır. [1].
Bizzat Mustafa Kemal (kendisine verdiği resmi isimle “Atatürk”) bu konuda antropolojik ve arkeolojik çalışmalar yaptırmış (Orta Asya ülkelerine bilimsel ekipler yollamış), Türklüğün bir ırk ya da etnisite olmadığını, Şaman inancının/tanrısının bir parçası olduğunu anlayınca da kendi ulusçuluk anlayışını daha çok "asimile edici kültürel milliyetçilik eksenine" oturtmaya çalışarak, "Ne Mutlu Türküm Diyene!" şoven şiarını öne çıkarma gereği duymuştur. Yani bugün ki Türkiye Türklüğünün (ve hatta “Anadolu İslamı”nın) dinsel çıkış noktası Orta Asya Tengriciliğine ve ritüellerine dayansa da, bu kimlik asıl olarak (kendi tarihsel özünden koparılarak) yeni rejimin ve teocu/postçu Kemalizm’lerin ideolojik ve politik ihtiyaçlarına göre şekillendirilmiştir. Örneğin, bugün bile minimalist-türk-ulusçuluğu ile glokalist-türk-ulusçuluğu arasındaki yarılma vesilesiyle ortaya çıkan kimlik bunalımının/bekaa sorunun temelinde de yine aynı kimlik karmaşası yatmaktadır.
Ne ilginçtir ki; Ankara’daki ilk meclis açılışını da Topal Osman ve Çetesi yapmıştır. Ulus’taki ilk meclis binasına gidilirse bu şahısların resimleri rahatlıkla görülebilir. Daha da gerilere gitmek gerekirse; İngilizler Çanakkale’de Alman komutası sayesinde geri püskürtülmüştür. Lakin; Almanların Fransız cephesi düşünce, Almanlar Osmanlı’dan geri çekilmek zorunda kalmışlardır. İşte o zaman “geçilmez!” denilen Çanakkale’den İngiliz gemileri geçerek Osmanlı Payitahtını işgal etmişlerdir. Artık Osmanlı bir İngiliz mandası olmuştur. Bu süreçte; İstanbul hükümeti aracılığı ile Ankara hükümeti kurulup “ılgaya-mülga” oluşturulmuştur. Yeni kurulan Ankara hükümetinin mebusları İstanbul hükümetinin bir kısım mebuslarıdır. Tabii ki bu meclis İngilizlerin onayı ile kurulmuştur. Resmi tarihin iddialarının askine; asıl kurtuluş savaşı Yunan işgal kuvvetlerine karşı Kuvayi-seyyare birlikleri tarafından verilmiştir. Örneğin, Doğu’da Karayılan-Şahin Bey ve birlikleri (kürtler, Araplar vs.) Fransızlara karşı, Batı’da Çerkes Ethem ve birlikleri (Efeler ve Yörükler) Yunanlılara karşı silahlı bir mukavemet/gerilla savaşı yürütmüşlerdir. Ne trajiktir ki; yine aynı isimler resmi tarih yazımı tarafından da "hain" ilan edilmişlerdir.
Öte yandan, Bolşevik kızıl birlikler Çarlık’tan geriye kalan beyaz askerleri ezip T.C’nin kuruluşuna yardım ettikleri gibi, T.C’yi tanıyan ile devlette Sovyetler Birliği olmuştur. Erzincan Uluç (İlyiç) kasabasının adı Atatürk tarafından Lenin’e ithaf edilerek verilmiştir. Lenin tarafından bu dönemde altın, silah ve para yardımı yapılmıştır. Özellikle de ağır silahlar Kuvayi-Milliye’ye teslim edilmiştir. Öte yandan, Karadeniz’de 1919-1923 aralığında gerçekleştirilen katliamlar (özellikle de Pontos Rum katliamı) Sovyet generallerinin raporlarına kadar yansımıştır. Bu raporlardan bazılarını yazan iki Sovyet generalinin heykeli bugün Taksim meydanı’nda bulunmaktadır. Aslında olup biten kabaca şudur; İngilizler ve Fransızlar işgal ettikleri tüm Osmanlı bakiyesi üzerinde yeni bir “Cumhuriyet”in kuruluşuna ön ayak olarak geri çekilmişlerdir. Dolayısıyla; resmi tarihte iddia edildiği gibi İngilizler yenilmemiş T.C’nin kuruluşunu sağlayıp geri çekilmişlerdir. Giderken de işi garantiye almak için padişahı/halifeyi esir alarak gemiye bindirip İngiltere’ye götürmüşlerdir. Bugün bile hanedan soyundan Osmanlı torunlarının bir çoğunun İngiliz vatandaşı olması da tesadüf değildir.
İstanbul’da kalan en son İngiliz gemisi 1941 yılında ülkeden ayrılmıştır. Yine kurtuluş savaşı sırasında Fransızlar onbinlerce silahı ve cephaneyi Kürt kuvayicilerine teslim etmiştir. İstanbul ve Marmara bölgesinde İngiliz işgaline karşı mukavemet eden TKP (Türkiye Komünist Partisi) dahil, diğer Rum ve Ermeni milliyetçi-devrimci gruplarından resmi tarih hiç bahsetmez. O dönem için Osmanlı bakiyesinde ve genel olarak Ortadoğu’da hangi taşın altı kaldırılsa İngilizler çıkar. Yine İngiliz Başbakan’ı Churchill ile Mustafa Kemal’in Kastamonu’da buluşmasından resmi tarihte hiç söz edilmez. İttihatçılar ne derece Alman yanlısı olsalar da, İttihatçılığın içinden çıkan Kemalistler de bir o kadar İngiliz yanlısı bir siyaset yürütmüşlerdir. Resmi tarih yazımında yok sayılan bir gerçek olarak; İttihatçılar ve Mustafa Kemal İngiliz Başbakan’ı Churchill ile birlikte Doğu, Batı ve Orta Karadeniz’i dolaşmıştır. Karadeniz’deki Pontos Rum katliamı da yine hamicilik politikası ile yetiştirilmiş “kripto-rumlar” tarafından gerçekleştirilmiştir. Topal Osman ve çetesi de kripto-rum çeteciliğinin bir uzantısıdır.
Ermeni katliamlarında da yine bu kripto Rum, Çerkez, Kürt vs. kimlikler ön plandadır. Dahası; kimilerine “çılgınca” gelecek olsa da; padişah/halife Ali Osman’ın İngiltere’ye götürülmesi neticesinde Osmanlı devlet geleneğinden devralma “vezirlik” ve “ulemalık” makamlarına denk düşen yarı-feodal ön-modern kurumlarda bu devşirme-kripto-rumlara kalmıştır. Bugün bile dikkatli bir şekilde araştırıldığında bu kripto-ailelerin devlet ve bürokrasi içindeki “torunları” görülebilir. Yalçın Küçük ve benzeri kimi yazarlar “sebatayistlik” ile uğraşacağına “kripto-rumlarla” uğraşsaydı belki bir arpa boyu yol alabilirlerdi. Keza; bu kriptolar resmi bir kurtuluş savaşı tarihi üreterek, İngilizlerin ve Rusların-sovyetlerin himayesinde bir “cumhuriyet” kurmuşlar ve bu sürecin sonunda ülke dönemin “en zeki politikacısı” konumunda olan Mustafa Kemal Paşa’ya teslim edilmiştir. Kısacası olup biten bundan ibarettir.
Bazılarına “abartılı” bir çıkarsama gibi gelse de, bugün Topal Osman’ın “torunları” (“Trabzon Cumhuriyeti”) hala “Türk derin devleti”nin başındadır. Keza; Türkiye’de asıl sorulması gereken soru şudur: “Devlet mi çeteleşmiştir? Yoksa çeteler mi devletleşmiştir?” Kuşkusuz bu sorunun Türkiye Cumhuriyeti’ndeki karşılığı/cevabı “çeteler devletleşmiştir!” olacaktır. Zira; Topal Osman ve çetesi de dahil olmak üzere “gayri nizami hukuk cemiyetlerinin”, müdafai hukuk cemiyetlerinin altına alınması, gerçekte tüm çeteleri birleştirme kararı olup; müdafai hukuk cemiyetlerinden kuvayi-milliye oluşturma adımları da çetelerin devletleşmesinin temellerinin atılması manasına gelmektedir. Elbette ki kendi özgünlüklerini ve tarihselliklerini gözardı etmeden söylemek gerekir ki, dünya üzerindeki tüm kapitalist devletler ister Batı’da olsun, ister Doğu’da olsun benzer şekillerde oluşmuştur. Batı’da da ister İngiliz, ister Fransız, ister Amerikan vs. ön-burjuva-çeteleri olsun, hepsi benzer yollardan geçerek devletleşmişlerdir. Hemen hemen bütün ülkelerde feodal yapının tasfiyesi ve sanayi emeğine dayalı kapitalist devletlerin ve ulusal pazarların inşası çatışmalı ve kanlı süreçlerden geçilerek tamamlanmıştır.
Ne tesadüf ki; (bu tespit kimi proletaryan-marksistleri kızdıracak olsa da!) Sovyetler Birliği’ninde de benzer bir şekilde proletaryan-efendici-devletleşme sürecinin tamamlandığı düşünülürse (Sovyetlere ilişkin bürokratik yozlaşma ve çürüme eleştirileri anımsayalım!), burjuva devlet teorisinin/felsefesinin doruk noktası olan Hegel’in yasama, yargı ve yürütme erklerine dayalı “üç bacaklı” devletiyle bağlantılı olarak, kapitalizmin kendisini bir devlet formuna dönüştürmek için çeteleşme/kastlaşma yoluna gittiğini de peşinen söylememiz gerekir. Dolayısıyla; sosyalist devletin kapitalist devlet gibi “çeteleşmemesi/kastlaşmaması” için en temel panzehir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde toplumsal/vatandaş denetim/ağı kurumundan başka da bir şey değildir. Aşağıdan yukarıya doğru yükselen bireysel ve toplumsal denetimin olmadığı bir yerde sosyalizmin yeşermesi de asla mümkün olmayacaktır.
Ayrıca; Topal Osman konusunda şu ekleri de yapmakta yarar vardır: kripto-hamici bir “rum” olan Topal Osman Ankara hükümetinin oluşumunda ve kurulmasında yer aldığı gibi, meclis muhafız alayının da komutanı idi. Bir emsal olarak Topal Osman neden önemlidir? Keza; Topal Osman bugün için devletleşmiş olan çetelerin ön proto-tipolojisi’dir. Bazılarına saçma gelecek olsa da; çetelerin devletleşmesi süreci Topal Osman’la başlamıştır. Dolayısıyla; Cumhuriyet’te bugüne kadar masa başında kurulmuş olan bürokratik bir yapı olarak kalmıştır. Bu yüzden de demokratik bir cumhuriyet bu topraklarda şimdiye kadar yeşerememiştir. Pontos rumlarını katleden devşirme kripto hamiciler devletleşmiş çete geleneğinin de temellerini atmışlardır. Hatta Kürtleri “gavurlara karşı savaş” adı altında Ermenilere karşı örgütleyenler de yine aynı kripto-hamiciler olmuştur. Lakin; bu gerçekler hiçbir zaman (sollar içinde bile) tam manasıyla tartışılamamıştır. Keza; konuların “ürkütücülüğü” (başımıza iş alırız/tepki çekeriz/taraftar kaybederiz düşüncesi!) bu türden konuların tartışılmasını da geçiktirmiştir.
Bu yaşananlar dönemin ruhu açısından aslında “doğal” bir durumdur da. Keza; feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, feodal döneme özgü dinsel kimliklerin ve inançların ulusal pazar ve ulus devlet yaratma sürecine girmiş olan “Türk burjuvazi” tarafından modern ve seküler kimliklere dönüştürülmeye çalışılması, yalnızca T.C’ye değil, benzer kapitalistleşme süreçlerini yaşayan hemen hemen tüm toplumlarda da görülmüş olan bir “ideolojik kırılma” durumudur. Bu yüzden çok milletli, çok etnisiteli bir feodal imparatorluktan (resmi ideoloji gereği) tek uluslu bir yapıya geçişte “ulusal kimliğin” çimentosu olarak Şaman Tanrısı olan Türklüğün öne çıkarılması ve geri kalan tüm kimliklerin baskılanması da yine sanayi emeğinin monist (tekçi/birci) yapısının bir sonucudur. Başka bir deyişle, Osmanlı’dan devri miras alınan yapının tek bir potata eritilerek ortak bir “ulusal bilincin” inşa edilebileceğine ilişkin kanaat tarım emeğinden sanayi emeğine geçiş koşullarının tekleştirici/bircileştirici özelliklerini de taşımaktadır. Dolayısıyla; bu tekleştirici/bircileştirici hedefe (hristiyan toplulukları bu çoğrafyadan silerek homojen/kaynaşmış türk-müslüman bir ulus yaratma hedefine) ulaşılabilmesi içinde yüksek dozda katliamcılığa, ırkçılığa, şovenizme, ayrımcılığa vs. başvurulmuştur.
Bu nokta da Osmanlı millet sistemi içinde yer alan “Türk dışı” kimliklerin; örneğin Ermeni ve Rum kimliğinin (hristiyan toplulukların) ya da yeni Türk kimliğinin “bekası” için gerekli görülen “sünni-müslüman” kimliğinin dışında kalan Kızılbaş-Alevilik ve benzeri inanç gruplarının Cumnuriyet tarihi boyunca baskılandırılması, asimilasyona tabi tutulması ve aşağalanması da, yine bu sürecin bir parçası olmuştur. Lakin; böylesi bir hamicilik anlayışı kendi kökenlerindeki “müslümanlaşmış rumluk” izini silmek pahasına ya da bu geçmişi unutturmak pahasına, oluşturmaya çalıştığı Türk kimliğini dahi, “Türklüğe karşı Türklük”, “Müslümanlığa karşı Müslümanlık” vs. biçiminde kurguladığı içindir ki; oluşturulmak istenen yeni yapının (dar kalıbın) açmazlarından dolayı da ortaya patalojik bir kimlik bunalımı (“Beka sorunu”) çıkmıştır.
Bugün bile Türk kimliği etrafında şekillenmiş olan neredeyse tüm sol/sağ politik-ideolojik hareketlerin “bölünme ve parçalanma korkusuna” dayalı savunmacı bir refleks içinde olması da elbette ki bir raslantı değildir. Bu nedenlerden dolayıdır ki; aynı kesimler için Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler vs. daima “potansiyel bir iç tehdit” (mahzemesi!) olarak algılana gelmiştir.
Günümüze kadar süre gelen bütün bu “Türklük”, “Kürtlük”, “Müslümanlık”, “Rumluk/Pontosçuluk”, “Kızılbaşlık-Alevilik”, vs. tartışmaları aslında bugünün tartışmaları olsa da, kökü itibariyle dünün çözüme erdirilememiş olan “demokratizm” sorunlarının devlet ve toplum yaşamındaki gerilimli fay hatları olmaya bugünde devam etmektedir. Ne yazık ki genel olarak sol cenahta da bütün bu tarih ağırlıklı olarak burjuva popülizmi ve Batı tipi moderniteye/ilerlemeci/aydınlanmacı düşünceye dayalı bir şekilde okunduğu içindir ki; aslında bu “sol” tarihçiliğin burjuva tarihçiliğinden içerik ve biçim açısından pekte bir farkı yoktur.
Son dönemde T.C’nin bir “reis-cumhuriyeti”ne geçiş yapmaya çalışması da hiçte tesadüf değildir. Keza; glokal-kapitalist-restorasyonun ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir tarzda gelişen “reis/şaman cumhuriyeti” bunun en somut kanıtıdır. “Türk tipi başkanlık” olarak cilalanan ve sözde toplumdan rıza(lık) alınarak (dayatmalı/plebisiten referandum/seçimler yoluyla) kurulmaya çalışılan bu sistem, tam da bu tarihsel mirasın bakiyesine uygun olarak gelişmektedir. Türk-reis-başkanlığı ya da Türk-reis-memur-sultası şeklinde gelişen bu sistem; “memur şaman tanrılarının yeryüzündeki krallığını” kurmaya çalışırcasına, Bay-ülgen’in elindeki Tuğ-ran asasını toplumun üzerinde sallayarak hegemonyanın/rızanın yeniden üretimini sağlamaya çalışmaktadır.
Gökteki baş(kan)-tıngrı-tengri-tanrı misali; glokalizmin asası olmaya soyunan bu memur-çetesi, yasamadaki oligarşik, yürütmedeki aristokratik ve yargıdaki jülistokratik kast yapılanmalarının bir devamı olarak, mevcut usul, koruma ve dokunulmazlık zırhlarının/yasalarının arkasına saklanmakta ve vatandaşın ister atanmış olsun ister seçilmiş olsun devlet memurlarını aşağıdan yukarıya doğru denetleme hakkını gasp etmeyi sürdürmektedir. Şayet cumhuriyet adı üzerinde; bir “cumhur-iyet” ise, yani (teori de) yetkiyi halktan aldığını iddia eden bir sistem ise, bu cumhuriyetin demokratik bir yapıya kavuşabilmesi ancak toplumsal bir denetim kurumunun inşası ile mümkün olacaktır.
Vatandaşın; seçme, seçilme, geri çağırma, hesap sorma ve denetleme hakkının olmadığı bir yerde ne bir cumhuriyetten ne de bir demokrasiden söz edilebilir. Bunların olmadığı yerde yalnızca çetelerin sözde “demokrasisi” ve “cumhuriyeti” vardır. Toplumsal denetim savunulmadan demokrat olunamayacağı gibi, vatandaş denetiminin olmadığı bir yerde memur-çetelerine ve onların bürokratik usul/yetki diktatörlüklerine karşı da mücadele edilemez.
Şayet her vatandaş/emekçi sınıflar bireysel ve toplumsal olarak memur-çetelerinin gücünün asıl kaynağı olan usul yasalarına ve kanunlarına karşı mücadele ederse; bu sayede çetelerin vatandaşı ezmek için kullandığı burjuva bürokratizmi gerileyeceği gibi, denetimin aşağıdan yukarıya doğru, özellikle de en alttan/muhtarlıklardan başlayarak en üstte/cumhur’un başına kadar uzanan eli, şimdilik kapitalizmin sınırları içinde de olsa vatandaşa/emekçi sınıflara doğrudan demokrasi ilişkilerine dayalı bir sisteme geçiş yapma yolunda önemli bir mevzi de kazandıracaktır.
Kuşkusuz bu mücadele tek başına sosyalizm mücadelesi anlamına gelmese de, yalnızca bu şekliyle bile denetim mücadelesi sosyalizme giden yolda yürütülmesi gereken demokrasi mücadelesinin de en ileri ve en radikal biçimi olma özelliğine sahiptir. Bu sebepledir ki; denetim mücadelesi tek başına sosyalizm mücadelesi olmasa da, bu mücadele sosyalizme giden yolda engel oluşturan taşların kısmi olarak temizlenmesi ve devrimci güçler için yolun açılması anlamına da gelmektedir.
Kapitalizme ve onun memur-çetelerine karşı mücadele de öz-denetim kurumları mücadelesi demokratizmin olmazsa olmaz mücadele biçimlerinden yalnızca biridir. Aksi takdirde; burjuva devletlerin hiçbir şekilde “demokratikleştirilemeyeceği” ön kabulunden hareketle (ki bu açıkcası metafizik bir önermedir!), sosyalist devletin çekirdeğini/zeminini oluşturacak olan toplumsal denetim fikrinin, yine kapitalizmin içinde gerçekleşecek olan bir dizi mücadeleler sonucunda maddi ve somut bir biçim alacağı gerçeği de göz ardı edilmiş olacaktır.
Bu yüzden emekçi sınıfların demokratik alanda yürütecekleri her türden mücadelenin merkezinde yer alması gereken asıl perspektif toplumsal denetim hareketinin her yönüyle örgütlenmesi meselesidir de. Böylesi bir bakış açısı emekçi kitleler arasında yaygınlaşmadığı müddetçe, sosyalizm mücadelesi de dahil olmak üzere diğer mücadele alanlarında ilerleme kaydedilebilmesi de mümkün olmayacaktır.
Dipnot
[1] Feodal dönemde kralın/padişahın tebası olan halk, kapitalist dönemde “ulus” mertebesine yükseltilmiştir. Lakin; geçmişte (feodal/teolojik din devletinde) padişah/kral tanrının yeryüzündeki vekili iken, modern dönemde seçimle gelen burjuva “kral/padişah” bu defa ulusun vekili-hamisi haline gelmiştir. Diğer bir deyişle, ulus/emekçi sınıflar seçimle (temsiliyetçi-faşizm ile) gelen “padişahın/kralın” tebaasıdır. Gerçekte ise, tanrı, ulus, seçim vb. gibi kavramlar her daim burjuvazinin ve yönetici sınıfların elinde kullanışlı birer ideolojik hegemonya aracı olarak kalmıştır.
25.05.2019
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
kelimebulmaca · 3 years
Text
devşirmecilik
devşirmecilik ne demek!
⏬ ⏬ ⏬ ⏬ ⏬ ⏬
devşirmecilik ne demek!
devşirmecilik anlamı nedir? Kelime Bulmaca
0 notes
hetesiya · 3 years
Text
Cumhuriyet, Kürtler ve Erdoğan Şans mı?
Dursun Ali Küçük 100 yıldır bir adım ilerlemeyen bir cumhuriyet. Birinci ve ikinci dünya savaşları oldu, köklü değişiklikler yaşandı. Başka uluslar ve halklar kaç cumhuriyet değiştirdi. Türkler ise 1. Cumhuriyetin üstüne yatmış ve allayıp pulluyorlar. *Cumhuriyet kurulduğunda soykırımcıydı. Yaşamı soykırım inkar ve devşirmecilik ile geçti. Türk ulusu devlet eliyle kuruldu. “Kaynaşmış ve birleşmiş bir millet” denilip totaliter sistem ile başlandı. Tarih ve toplum muhendisliğinde üstüne yoktur. Her tür kötülüğü yapmıştır.. Soykırım ve inkar ve ötekileri yok etmek, Teklere dayanmak, bu gün de tek ulus , tel dil ve tek din vb vb sürdürmek, Bu cumhuriyetinin en büyük “marifetidir” Soykırım ve insanlık suçları işleyen bir cumhuriyettir.. *Eşine az rastlanır.. Türkler, Türk-İslam sentezi ile herşeyi kutsallaştırırlar. Hristiyanlık Avrupada eleştiriden geçireli 4000 yıl oldu.. Bu gün İslamı ve TC yi eleştiremezsin. Kutsal kırmızı çizgiler. Mustafa Kemal i eleştiremezsin. Anayasanın Türklüğe ve Türkçülüğün bölünmez bütünlüğüne dayanan ilk üç maddesinin değiştirilmesini dahi teklif edemezsin. Yeşil kemalist Erdoğan Kuran ı sözde referans alıp herkesi eleştirebilir, Cehennem ateşinden bu dünyada yakabilir. Erdoğan’ın islamını, siyasal islamı eleştiremezsin.. Neden? Peygambere karşı olursun.. Avrupa modernitesi bütün peygamberleri sorguladı. Bu bir düşünceydi. Kilisenin etkisi kırıldı. Şeriatçi lider ve rejimleri ve bunların dayandığı siyasal İslamı eleştirirsen, Kuran, Allah ve Peygambere karşı gelmiş olursun. İşin tuhafı demokrat ve modern geçinenlerin de çokça buna katılmasıdır. Bu; Erdoğan ve şeriatını, Türk-islam sentezini onaylamasıdır. Mustafa Kemal laik değildir. Diyanet İşleri Bakanlığını kurarak dini TC nin güdümüne aldı. Reya Haq-Hak Yolu inançlarını veya Aleviliği ise ysakladı. *Kürtleri soykırımdan geçirdi ve inkara, asimilasyona tabi tuttu. Modernlik ve medeniyet getirmişmişmiş 300 yıl geriden takip ettikleri medeniyeti başlarına çalsınlar. Başkalarıda ve bizlerde moderniteyi çok iyi öğrendik .. Üstelik bu, kemalizm sayesinde olmadı Ona karşı durarak güncel uygarlığı ve toplumsal gelişmeleri yakaladık. Cumhuriyet, Kürtler için soykırım demektir. İmnkar ve asimilasyon demektir.: Dilimize ve kültürümüze karşı küfür ve inkar demektir. İnançlarımızı yok sayıp devleti dinini bize dayatmadır. *TC şimdi her alanda ABD ve Rusya arasında gidip gelmektedir Osmanlılarda bir ara böyleydi. Kendini birine karşı koz olarak kullanıyordu. Jeo stratejik önemini kullanıyordu. Görünüşte bölgede her işe el atıyorlar. Şimdi Azerbeycan yanında ve Rusya onayıyla.. Azerbeycan a TC yi sokması Rusyanın işine gelmez. Şimdi Fransa ve AB ye hava atıyor. Bazen ABD ye atıyor. Bazen Rusya ya atıyor.. En çokta Kürtlerin çoğrafyası ve soykırımı üzerine çalışıyor. *Erdoğan Şans mı? Hem soykırımcımız ve sömürgeciliği katmerleştiriyor.. Öte yandan bizim açımızdan büyük bir şanstır.. Doğru kullanmasını bilirsek şansa dönüşür. Kullanamazsak, 1. düntya savaşından sonra ortaya ÇIKAN BÜYÜK KOŞULLARI Kürtler kullanamadı. TC tuzağına düştüler.. Şimdi birleşir ve dünyada tecrit olmaya başlayan ve içte dinamiklerini ve eski havasını kaybeden Erdoğan ve buna dayalı sisitemin yalnızlaşmasını lehimize çevirebiliriz. Bu cumhuriyeti demokratikleştirmek bize düşmez. Bizler bu cumhuriyetle hesaplaşmalıyız. Biz hesaplaşmaya hazırlanmazsak , cumhuriyet üstümüze kötü gelir. Bizi ezebilir. Erdoğan ve ona dayalı rejim ne kadar güçlü görünse de bir o kadarda zayıftır. Bölgede büyük işler çıkaran havaları epeyce indi ve inmeye devam edecek.. Ulusal birlik ve Kürt barışını sağlamak önemlidir. Çatışmalı dillerden ve pratikten uzak duracağız. Erdoğan ve TC , Suriye yi almaya gitti, orda İŞİD i iktidara getireceklerdi. Kobani ile bu gidişat durduruldu. ABD ve Koalisyon da devreye girdi. Rojava Kürdistan'ı gerçeği ortaya çıktı. Avrupa ve Fran sa da Erdoğan ve TC ye karşı yeni dalga gelişecek. Trump büyük ihtimalle kaybederse, ABD TC poltikası yenilenecek.. Rusya her ne kadar TC ye “patnerim” desede bu her an tökezleyebilir. NATO vb den çıkıp Rusya ya mı sığınacak? Bu olsa düğün yaparız. AKP-MHP rejiminin kredisi tükeniyor.. CHP ve diğerleri Fransa ve diğer büytün konularda Erdoğan ın arkasında duruyorlar. Cumhuriyeti, klasik soykırımcı cumhuriyeti üstlenemek ve savunmak dışında değişik bir programnları yoktur.. Diğer demokrasi vb söylediklerinin hepsi laftır. Rejim içi kamplaşmalarda sürüyor..Ne zaman patlak verir, beklemek lazım.. Erdoğan ve Bahçeli ve rejimleri soykırımcı, kötününde kötüsüsüdür. Kötünün kötüsü şansa dönüşebilir. Küresel alanda yalnızlaşmasını iyi takip edip, diplomasi ve ilişkileri örmek çok önemlidir. Örgütlenir ve hazırlanırsak ŞANS olan bize güler. Seyredersek başımıza soykırıma varana kadar her tür felaket gelebilir.
0 notes
keremabadi · 6 years
Text
RT @SETACanli: Modern devşirmecilik, ülkenin ve milletin değerlerini devşirerek millete karşı kullanmaktadır. Bu bir yabancılaşma mekanizmasıdır. Haluk Alkan
Modern devşirmecilik, ülkenin ve milletin değerlerini devşirerek millete karşı kullanmaktadır. Bu bir yabancılaşma mekanizmasıdır. Haluk Alkan
— SETA Canlı Yayın (@SETACanli) July 12, 2018
0 notes