Tumgik
#bu kadar kötülüğe gerek yok
ahbeazra · 1 year
Text
Twitter'da bi kız Suriye'deki depremzedelere hiç yardım gitmediği için üzldüğünü söylemişti sadece bu ama yorumlarda konuyu çok başka yerlere çekip saçma sapan linçliyorlardı kızı
0 notes
keemlenyekun · 4 months
Text
bu nasıl bir yıla merhabadır
öncelikle merhaba sayın defter.
iç sıkıntım bugün doruk yapmış durumda. Bast haline girmiş bulunuyorum. hayırlısı. astroloji çık aklımdan. retro var. 24 ocağa kadar sıkıntı deyorlar.
kafam ağrıyor.
oysa bu tip iç sıkıntılarına alışığım. böyle olduğumda genelde kendimi odama kapatıp sabahlara kadar dizi film izler kitap şiir geçiştirirdim. deftere yazardım yazardım yazardım. bir de üstüne hayatıma ilişkin keskin bir karar alırdım. eskiden. eskidendi. eskilerde kaldı o serco cancağzım.
şimdi öyle kaçıp saklanma imkanım yok. oğlan ağlıyor. işler beni bekliyor. hanım hasta.
işte büyümek de tam olarak bu.
ama dur bakalım. halledicez.
şimdi canım neye sıkıldı? önümde akrabalardan gelen üç mühim dava var. yani hepsi hakkında fikir sahibiyim. ancak uygulama sahibi değilim. kafayı yedirecek bana bu. çünkü böyle olmalı diyorum bu davada. ama sonra başka bir karar okuyunca şöyle de olabilirmiş diyorum. bu da beni bir miktar özgüvensizliğe itmiş durumda.
avukat olmanın en büyük zorluğu takmamayı öğrenmek olmalı. ama ben bunu öğrenemem. her davayı her sorunu profesyonellikten uzak şekilde şahsileştirip dert edinirim. ki öyle oluyor. alışmam gerek sanırım.
söz konusu davaları öyle kafaya takmış durumdayım ki, başka şey düşünemez oldum.
bu gibi durumlarda, eskiden olduğu gibi kaçamayacağıma göre, fikir üretmek en iyisi.
sadece bu da değil sanırım. bir tatile ihtiyacım var. yaklaşık bir buçuk aydır inanılmaz yoğun çalıştım. üstüne geçen hafta onca yoğunluk içerisinde ev ahalisi hasta oldu. oğlanın ateşi düşmez, hastaneye götürdük 200 kişi sırada acilde, hop özele götürdük, orada çocuk ortalığı yıktı, doktor ve sedye travmamız var zira, yetmedi evde üç gün boyunca hasta geceler geçirdi, yetmedi hanım da hastalandı. bunaldım haliyle. yetmedi ödevler, dilekçeler, sorular derken. he bir de zaten retro. puahahhahah.
tez konumu netleştirdim. kamu görevlileri ve AİHS md. 8 incelemesi. yani zevkli bir tez olacak. fakülte araştırma görevlisi kadrosu açmış, hoca siz de başvurun diyor bana. sayın hocam ben kamu görevlerinden yasaklandım, ömür boyu, avukatlığımı zor verdiler siz ne diyorsunuz dedim. ayrıca ben siyasetin ve bağnazlığın kol gezdiği bir akademide neden bulunmak isteyeyim ki? geçim derdi sebebiyle akademi seçenler dışında. hukuk saçma konuların tartışıldığı bir mecra olmamalı. yani şöyle hukukçu akademisyenler eğer ülkedeki hukuksuzluklara, ya da dünyadakilere ses etmiyor, ses etmeye korkuyorlarsa, hukuk akademisi neden var ki? avukat olun ve bu konuda özgür olun.
ülkede herkesin tımarhanelik olduğu kanım gün geçtikçe güçleniyor. iki büyük baro şiddeti övmese de bayrak tutan birisine vurulan yumruğu hakmış gibi savunabiliyor? güzide bir üniversitede okuyan bir gencimiz sevmiyor diye birisine vurma noktasına geliyor? biz toplum olarak kavramlarımızı ve eğitimimizi tamamlayamadık bir türlü. okumuş ya da okumamış farketmiyor. hepimiz cahiliz, bu cahilliğimiz bizi kötülüğe sevkediyor, ve en kötüsü de şu bu kötülüğe kendimize hak görüyoruz. insanları sevmiyor olabiliriz, bizim açımızdan savunulacak bir düşünceyi bırakın bizim için çok salakça düşünceleri de olabilir. bu kimileri için tarikatlardır, kimisi için kemalizmdir, kimisi için galatasaray, kimisi için fenerbahçe. tüm bunlara rağmen eğer ortada açık bir suç yoksa kimsenin düşüncesini, hayatını,yaşayışını yasaklayamayız. yumruklayamayız. burada açık bir suç terimini özellikle belirtmeli. misal verelim bir islamcı için lgbt yürüyüşü ölümüne yasaklanmalı. böyle değilse bile uygulamada böyle. şahsen hiç sevmiyorum, ama bu sevmemek onların yürüyüş düzenleme hakkını engellememeli. veyahut da aynı şekilde gazze için galatada yürümek isteyene yumruk atmanın saçmalığı gibi.
en kötüsünün tüm bunlar olurken herkesin kendisini tek haklı görmesi. işte bizi yok eden de bu. çünkü bu haklılık herkesi her kötülüğü yapmaya hakkı olduğuna ikna ediyor. öyle büyük örnekler aramamalı. her komşu kendisini haklı görüyor mesela gürültü konusunda. şuan bu apartman yöneticisi olarak gecenin birinde çamaşır makinesinin sıkma sesi eşliğinde yazıyorum bu yazıyı misal. çok daha büyük bir kötülük anlatayım misal. dün haberlere yansıdı. balıkesirin bir köyünde bir çiftçi kuzularının öldüğünü, yaralandığını farkediyor. ahırına kamera takıyor. komşusu olan adamın kuzuların koyunların makatına sopa soktuğu görülüyor. bakın bu iğrenç kötülüğü yapan normal namazında niyazında, muhtemelen ailesi tarafından iyi olarak görülen bir köylü. bu kötülüğe kendisine hak görüyor. bu tip binlerce örnek var. örneklerin önemi yok.
kötülüğün cahilliğimiz sebebiyle normalleşmesi.
işte bizi millet olarak bitirecek illet budur. bundan kurtulmak bizim açımızdan mümkün gözükmüyor.
galiba sosyoloji okumam artık farz oldu. puahahahha.
yazmak insanı rahatlatıyor. saçma sapan da olsa durum bu.
24 ocağa kadar diş sıkacağız. bir de kış gelmedi bir türlü. ben kışçıyım tüm şişmanlar gibi. şişman adam yazı nasıl sevsin, vıcık vıcık. puh senin allah belanı.
şişman demişken, diyetteyim yeniden. bir üç kilo verdim. ama pek niyetli değilim. annem pancar sarması yapmış, macır böreği yapmış. ben nasıl diyet yapayım. sonra kahvaltıda maydanoz ye ne olacak.
bir şey daha var. futbolsuzluk. benim kafayı rahatlatan şeylerden bir tanesiydi. ama bir soğudum yahu. izlemek içimden gelmiyor.
uzun oldu ama ilaç gibi geldi.
şimdi şu sıkıntılı zamanımı güzele çevireyim. hanımı ilk gördüğüm ana gideyim. üsküdar su sebili. sonra kuzguncuk. bak sayın defter, istanbuldan nefret eden adama istanbulu sevdirdiler. daha ne olsun.
bugün ben bir güzel gördüm. kamaştı gözümün nuru onun hüsnü cemalinde. yaz sıcağı. ağustos. üsküdar. kalabalık. heyecanlıyım. sebilden su aldım. heyecanı bastırmanın yolu saçma şeyler yapmaktır. dedim bu kız ufak tefek bir şey. ben ayı gibiyim. ahahahah. ne yalan diyeyim bu kadar aşık olacağımı sanmazdım. cezaevinden çıkalı altı ay oldu olmamıştı. allah o sebildeki su gibi aşk şarabından içirdi. 7 seneyi devirdik. bak bu şükür vesilesi de iyi geldi haaa.
tam da o gün dinlenilen türkü. çamaşır makinesi sesini bastırsın mümkünse.
youtube
2 notes · View notes
yeshua2019sblog · 2 years
Text
KIYAMET DÖNEMLERİ BİTTİ
İnsanların düşünceleri çok önemlidir. Düşünce ya da astral denilen dünyanın yarı bilinçli sanal varlıklarını üretirler. Bizler bu nedenle düşüncelerimizi de saf halde ve iyi de tutmalıyız. Düşündüğümüz herşey düşünce dünyasında bir görüntü yaratır. Aydınlık ya da karanlık her düşünce bunu yaratır. Bu düşüncelerin yarattığı formlar atmosferin dışına çıkamaz. 
Dünyada dört büyük kıyamet yaşanmış ve her bir kıyametle de bizler daha kaba maddelere ve daha kısa ömürlere ve hastalıklı bedenlere mahkum olmuşuz. İlk üç neslin var oluşunun melekvari bir yaşamla, çok daha suptil ve uzun ömürlü bedenlerde olduğu söylenir. Dördüncü devir bile bizden çok daha iyi şartlardaymış. Birinci nesil en suptil olanmış ve dördüncü nesle doğru bedenlerde ve yeteneklerinde devamlı bir düşüş olmuş.  Nihayet beşinci nesil olan bizler onlara göre, hastalıklı, astral/düşünce dünyasının bilgisinden kopuk, içimizdeki özle kısmen ve çok zor irtibat kurabilen, sefil varlıklar haline gelmişiz. En doğrusunu Tanrı bilir şüphesiz.
İnsan nesilleri kendilerine sunulan yaşamda hep kötülüğe saparak, kendilerini bir şekilde Tanrı yerine koyarak kıyametlerle sonuçlanan kapanışlara, sonlara gitmişler. Ancak dördüncü kapanıştan sonra artık toplu kapanış devri bitmiş. Dünyaya kötü düşünceleri temizleyen bazı mekanizmalar konmuş. Bu mekanizmaların dünya boyutundaki maddi yapıları zamanla deforme olsa da düşünce alemindeki ilk orijinal halleri  işlevlerini orada icra etmekteymişler. Kıyamet denen ani yok oluş kötü düşüncelerin atmosferde belirli bir seviyeye gelince patlamasıymış. İşte bu özel yapılar bunu engellemekteymiş. Yani astral/düşünce aleminde olumsuz enerjilerin çoğalıp patlama noktasına gelmesini önlüyorlarmış. Aramızda bedenli olarak yaşayan kutsal ruhlar bu kötülükleri kendi üzerlerine çekip saflaştırdikları bana söylenmişti. "Dünya iyilerin yüzüsuyu hürmetine ayakta duruyor" demenin anlamı bu olsa gerek.
İnsanlarla aranıza sınır koymak onları yargılanak, ceza vermek veya ihanet değildir. Birini sevmediğiniz anlamına da gelmez. Sınır koymak insanlara size nasıl davranmaları gerektiğini gösterir ve, böylece onlarda size kendinize saygı duymanızı sağlayacak davranışları gösterirler. Bu sebeble kötü insanların azmaması için bu sınır koyma, doğru tepkiyi verme eyleminin zamanında tereddütsüz yapılması çok önemlidir. Zaten dünyada kötü düşünceli insan sayısı bir hayli fazladır. Birde daha fazla meydanı boş bulup iyice kontrolden çıkmasınlar. Kötülüklere mani olunmalıdır. Kötü düşünceli insanlara itibar edilmemelidir çünki yaratı
Başlangıçtan itibaren maddi alemler atomlardan oluştuğuna göre tüm varlıkların bir şekilde mikro(quantum) düzeyde birbirine bağlı olduklarını ve birbirini etkilediğini artık biliyoruz. Bu nedenle kimse başına buyruk davranamamalıdır. Kimse kimseyi rahatsız etmemelidir. Düşünceleri ile yarattıkları olumsuz girdaplarla, bu yarı bilinçli varlıklarları oluşturarak genele zarar vermemelidir. Bu yaratılan enerji girdaplarına üç harfli ya da cin deniyor. Bunların iyi olanları da vardır ama her halükarda bunlarla irtibat kurulması onların enerjilerini çoğaltır. Onları besler. İrtibat kuranın enerjisiyle beslenirler. Bu nedenle onlarla irtibat kurulmamalıdır. Bunlar enerji/bilinç seviyesi düşük insanlarla irtibat kurup onlarla beslenirler. Geleceği bilemez adeta insanlara dalga geçerler. Yüksek bilinçli, titreşimi yüksek olan insanlara ise yaklaşamazlar.
Evet, artık kıyametler devri kapanmıştır deniyor ancak bu doğanın kendini korumayacağı ve insana teslim olacağı anlamına gelmez. Ve doğanın temizlenme süreci başladı hatta insanlara iki büyük ihtar verildi. Çok büyük ölçekte gerçekleşen bu iki afette mucize kabilinden hiç kimse ölmedi. Bu iki olay, insanların başı boş olmadıklarına, ayaklarını denk almaları gerektiğine dikkatlerini çekmek içindi. Çünki bu büyüklükteki iki afette hiç kimsenin ölmemesi normal şartlarda hiç mümkün değildi. 
"Neden bu kadar hastalanıyoruz" derseniz eğer cevabı "hiç hastalanmasaydı insan şimdi ki kötülüklerini binle veya onbinle çarpmak gerekirdi" deriz. Bundan evvelki nesiller daha uzun yaşıyordu ve hastalanmıyorlardı ama sonuçta Tanrı onlardan iyi olan bir avuç ruhu muhafaza etti ve diğerlerini toptan ve aniden imha etti. Bu üstünlükleri onları günaha sapmaktan, kendilerini tanrılaştırmaktan alıkoyamadı. Bu neslin insanlarının bin yıl yaşadığını düşünelim. Oluşturacakları kötü düşünce enerjilerini ve tabi bunların yeryüzündeki tezahürlerini düşünebilir misiniz? 
Kanımca, şayet herşeyden şikayet eden olumsuz bir insansanız gidip hastanelerin onkoloji servislerini bir gezin derim...
Yeşua2000 
0 notes
tanzmitmirsblog · 3 years
Text
Sessiz Bir Gece
“Efendim” sesi bıkkın geliyordu. Tüm hafta onlarla uğraşmamış gibi tatilinde de hala çalışmaya zorluyorlardı. “Evet biliyorum fakat şu an o konuyla ilgilenmek istemiyorum. Beni yeterince etkiledi tek istediğim sizden biraz izin.” Karşı taraf asla susmak bilmiyordu. “Davadaki kızın bir fotoğrafı bile yok. Sadece söylentileri yazdım bana bir bilgi vermediler.” Ne zaman telefonu kapatacaktı acaba? “İznimin bitmesine iki gün kaldı. Geldiğimde dosyaları incelerim. Belgin hanım da zaten bilgi toplayacaktır.” Her gün yeni bir kötü haber duymaktan bunları yazıya dökmekten ciddi anlamda yorulmuştu. İstifa etmeyi birçok kez düşünmüştü. “Anladım. Siz Belgin hanımla konuşun lütfen. O zaten iş başında. Benim bugün izin günüm.” Son cümlesini vurgulayarak söylemişti. Karşısındaki insan asla bunu anlayamıyordu. Sadece biraz dinlenmek, olaylardan uzak durmak istiyordu. Hep aynı sahne ve hep aynı oyunun sergilenmesinden bıkmıştı, kandırmak en basit eylemdi onlar için, gözlerinin içine bakıyorlardı, bir kukla misali kendi istediklerini yaptırıyorlardı, herkesin uyması gereken bu düzenin bozulması onların çöküşüne işaretti, herkes sadece sürüye uyuyordu, onun istediği bu değildi, yaşamaktı…. Cesaret edemediği için de esirdi.
 Kadın telefonu kapattığında Defne de telefonu sonunda koltuğa fırlattı. Fırına doğru yürüdüğünde burnuna yanık kokuları geliyordu. Fırından yemeği çıkarıp lavabonun içine koydu. ‘Çok güzel!’ Diye söylendi. Aklı asla orada değildi. Aklı tamamen karışmıştı, bulanıktı fikirleri ve düşünceleri. Balkona geçip bir şeyler yazıp düşüncelerini özgür bırakmak istiyordu. Sehpanın üzerindeki kahve bardağını alıp balkona çıktı. Gözlerini kapatıp derince orman kokusunu içine çekti. Çiftliği seviyordu. Ağaçların rüzgardaki çıtırtıları, kuşların cıvıltıları, atların koşuşturmaları, köpek havlamaları, kedilerin şirinlikleri… Bunlar düşüncelerini dağıtmak için yeterli değildi ama şimdilik işe yarıyordu. Seviyordu yalnızlığı. Yalnızlığı hariç her şeyi paylaşabilirdi. Hayvanlarla ilgilenen bir Leyla teyzesi ve eşi haricinde tek insan kendisiydi. Onlar da zaten kaldığı evin yan tarafında küçük bir evde kalıyorlardı. Akşama kadar bahçeyle ve hayvanlarla ilgilenip akşam evlerine gidiyorlardı. Yaprakların uçuşu kısa da olsa bir anı hatırlattı ona, aklındaki sahneler hiçbir zaman durmuyordu, sürekli canlanan bu olaylar onu çıldırma noktasına getirecekti, gözlerini sıkıca kapadı, unutmak, o an unutmak istiyordu, aklında sıralanan düşünceler sürekli döngü halindeydi, aklını sustursa vicdanını susturamazdı, vicdanı onu rahatsız ediyordu, vücuduna yayılan bu acı aslında onu ayakta tutandı, acı çektiğinin farkındaydı, gözyaşları yavaş yavaş yanaklarında ilerlerken balkonun demirlerine sıkıca tutundu, bir an için aşağıya baktı, sadece bir an için düşündü, ama bu neyi düzeltecekti, ondan geriye ne kalacaktı, bir hiç olmak istemiyordu, bir ses bırakmak istiyordu bu dünyaya, ruhunun bu kadar acı çekmesini istemiyordu, gözyaşlarını silip derin bir nefes aldı. İçeri geçti, biraz etrafı toparladı ardından plak çalara baktı, en son çalan parça ‘Nocturne in C Sharp Minor’, Chopin’den en sevdiği parçaydı, onu çıkartıp, ‘Comptine d`un autre ete’ adlı parçayı koydu, tezgaha doğru döndü, kendine hızlıca bir şeyler hazırladı, sandalyeye oturup etrafı izledi, yemeğini bitirdikten sonra ilerleyip,plak çaların sesini yükseltti, tüm ev sanki onunla birlikte dans edecek gibiydi, dönmeye başladı, saçlarını açtı ve parmak uçlarında dans etmeye başladı, aklındaki sürü susmuştu, evin her tarafı camla kaplıydı, dışarısını görüyordu, tüm orman onu izlese de aldırmadı, merdivenlere doğru ilerledi, odasına geldi ve kendini yatağa bıraktı, bir gün daha sona ermişti, gözlerini kapayıp huzurlu bir şekilde uyudu… Uyanır uyanmaz aşağıya indi, balkonun camlarını sonuna kadar araladı ve güneşe bakıp tebessüm etti, mutfağa yönelip kendine güzel bir kahvaltı hazırlamaya başladı, mutfaktaki sesler ahenk içindeydi, kuşların cıvıltısı ise bu orkestraya eşlik etti, telefonu çaldığında doğradığı domatesleri tabağa bırakıp koltuğa doğru baktı, arayan Belgindi.  
“Sabah güneşimiz doğmuş anlaşılan, günaydın.” diyerek açtı telefonu ve belini tezgaha dayadı, buzdolabına doğru yönelip biraz bakındı, ne zamandır alışveriş yapmadığını merak ediyordu. Belgin sekreterine elini kaldırıp odasını gösterdi, bu kahvemi getir demenin artık kalıplaşmış haliydi “Sen… Dün gece nerelerdeydin?” diye sordu Defne’ye. Defne buzdolabına alık alık bakıyordu, bir anda dalgınlığını bozup kapattı. “Mmm, düşünmek gerekirse, özel jetimle ekvatoru gezintiye çıkmıştım.” alaycı bir şekilde gülümsedi,“Bırak dalgayı da söyle bugün müsait misin?“ dedi Belgin, hala,ekreterine bakınıyordu, istediği o an olmayınca, bir an öfkesine yenik düşebiliyordu Belgin, disiplin onun hayatının olmazsa olmazıydı, iş yerindeki rolü oldukça baskındı ve bu da onu oldukça yoruyordu. “Sekreterime sormam gerek.“ dedi Defne yine alaycı bir tavırla. “Anlaşıldı senin keyfin yerinde, bahsettiğim dava hakkında bir şeyler yazabildin mi,basın benim için şu an önemli, dosyayı kapatmak istiyorlar buna izin veremem ailesine söz verdim.” Belgin sonunda bakışı ile sekreterinin getirdiği kahveden bir yudum aldı ve hemen dosyalara yöneldi, o kadar dava arasından hangi birini çözüme kavuşturacağını düşünüyordu.
“Artık yazmak istemiyorum Belgin, olay görmek istemiyorum,işin içinden çıkamıyoruz ve sürekli bir engel çıkıyor karşımıza.“ Tiksinerek söylemişti bunu Defne.
“ Bunun için geç kaldık Defne, hadi söyle gelirken bir şeyler alayım mı?“ Belgin bir an duraksadı ve derin bir nefes aldı, yine Defne’nin bir şekilde aklında kurduğu bu girdap onu adeta içine almıştı, üstüne gidemezdi, sakince onu o gidarptan çıkarması gerekiyordu ama bunun telefonla olmayacağını da biliyordu bu yüzden hemen konuyu geçiştirdi.  Defne konunun değişmesinden anlamıştı Belgin konuyu ele alacaktı ama telefonda değil bizzat yanına gelerek.“ Biraz tatlı alsan fena olmaz.“ dedi ve konunun şimdilik kapatılmasını sağladı. Belgin bu cümleden anladığı ‘konuşmaya ihtiyacım var‘ demekti çünkü Defne duygularını ifade etmekte zorlanan bir insandı ve hemen her şeyi anlatmak istemezdi,ilk önce kendisi savaşır sonra atlattığını anlatırdı bu onu epey yaralardı ama onun tek bildiği buydu. “Tamam Defne, öpüyorum.“  Telefonu bırakıp çayı demlemeye başladı, yine o ürperti sardı vücudunu, zilin sesiyle dalgınlığını bozdu, o kadar uzun süre nasıl dalgın kaldığına şaşırdı, kapıyı açtığında, Belgin o güzel gülüşüyle karşısındaydı, sarılmak istedi o an, sarıldı. Şaşkın gözlerle Defneye bakan Belgin“Ben sana dedim, bak beni özlersin bu dağ başına taşınma dedim, şuna bak ahtapot gibi sarıldı.“  İkisi de gülümsedi, daha sonra içeri geçtiler. Belgin elindeki kutuyu Defne‘ye uzatarak “Al bakalım tatlını“ dedi. Defne onu gördüğü için mutluydu. Kafasını dağıtmaya ihtiyacı vardı. “İlk önce kahvaltı edelim“ Belgin içeri girerken panikle ‘‘Ay yok  ben diyetteyim‘’ dedi fakat içeri geçip enfes masayı gördüğünde eline dilimlenmiş salatadan bir tane alıp, Defne‘ye dönerek ‘‘ Imm bunca yemeğe ayıp olmasın“ dedi. Defne gözlerini devirip gülümsemekle yetindi. Defne çayları koyarken Belgin de kızarmış ekmekleri getirdi. Belgin dışarıyı seyretti bir süre. Sanki bir tablonun içerisinde yer alıyordu, yeşile kaplanmış orman,kuş cıvıltıları, bulutların arasından yavaşça süzülen güneş,yaprakların hışırtısı… Defne’ye bakıp “ Bu manzara için buradasın değil mi?“ dedi. Defne alışıktı bu manzaraya ona çok da olağan gelmiyordu.“ Güzel, ama sıkıldım galiba.“ Deyip hemen önüne baktı.Yalan söylediği belliydi, o bu eşsiz manzaradan değil bulunduğu durumdan sıkılmıştı ama bir yandan da arkadaşına yardım etmek istiyordu. “Annen aradı mı?“ Belgin yine konuyu değiştimek niyetindeydi çayından bir yudum alıp karşıya baktı. Belgin bu sakinliğin tadını çıkarmak adına biraz bekledi. “Dün aradı, neşeliydi, yazlıkta keyifleri yerinde.“ ses tonu biraz daha iyiydi. Belgin“ Dün bana bıraktı sarmaları.“ diyerek hafifçe tebessüm etti. Defne gözlerini iri iri açıp inanamamışçasına belgine baktı.  “Ama bu haksızlık.“ dedi dudaklarını büzerek biraz çocuklaşmak istiyordu Defne.“Deliye bak, gelseydin yerdin, dün gece yoksa bir kaçamak mı yaptın?“ diye imalı bir şekilde Defne’ye bakış attı ve göz kırptı.“ Evet dün toplantı vardı ormanda, neymiş arılar mahsullerinin yenmesinden şikayetçiymiş, ayılar da biz yiyeceğiz hakkımız dediler ortalık birbirine girdi, kurtların ciddiliği olmasa arılar o kadar sakin kalmazdı.“ Belgin bakışlarını değiştirerek“ Nasıl da dalga geçiyor benimle, selam söyle bir dahakine kurtlara en kısa zamanda dönüşüp bizi ısırsınlar.“ dedi. Defne gülüşünü fazla uzun sürdürmedi, biraz duraksadı. Karşıya bakıp sessizliğin tadını çıkardı.“Sadece biraz sakinlik istedim, telefonu kapatmadım, müziğin sesinden duymadım muhtemelen.“ Defne ellerin masadan çekip biraz geriye yaslandı. Belgin konuşmanın tam sırası diye düşündü ve yavaşça Defne’nin ellerini tuttu. “Biliyorum, gördüklerini unutmak istiyorsun ama inan bekleyen bir aile var,kızlarını bekleyen bir aile, ardında sadece bir mektup var, kızın yazısı eşleşmiyor bile mektupla ama olayı kapattılar,ben bu olayı çözüp aileyi savunmazsam, yardımcı olamazsam o zaman avukat olmamın bir değeri yok gözümde ve sen de bu gerçekleri yazıya döküp insanlara göstermezsen gazeteci olmanın bir anlamı kalır mı? Evet,benzer şeyler yaşıyoruz,insanlarla uğraşıyoruz, şahit oluyoruz ve…“ Belgin daha lafını bitirmeden“ Ve bazen de susuyoruz.“ Dedi. Gözleri dolmuştu bunu söylerken.“Dünyanın her bir köşesindeki ve her dakikada gerçekleşen vahşete ve kötülüğe engel olamayız, biz sadece ışık tutanlarız, insanların görmelerini sağlıyoruz, bilmelerini, yararlı olmaya çalışıyoruz, hepsine yetişemeyiz, insanız.“ Belgin Defne’ye bakarken görüyordu, yıprandığını ve yorulduğunu,Belgin acısıyla ilerleyenlerdi, ne olursa olsun güçlü durabiliyordu ama Defne tam tersiydi,içindeki sesi dışarı çıkartmaktan korkuyordu, oysa haykırsa, haykırsa içinden geçenleri belki de biraz olsun azaltacaktı bu yükü, yankısız duvarlarıyla beklemeyi tercih ediyordu.“Tüm bu korkum insanlıktan, bazı kelimelere kendimizi adadık, nefrete, sevgiye, merhamete, açgözlülüğe, sadakate ve güce. Oysa onlar sadece kelimeydi biz şekillendirdik, bizler anlam yükledik, keşfettikçe daha fazlasını istedik, güce ulaştıkça yükseldik, şimdi ise boşluktayız, belki de bu yüzden bunca kötülük, kendimizi bilmediğimizden, haddimizi bilmediğimizden…“ kendine gelerek söyledi bunu Defne. “ O vakit ne anlamı kalıyor insan olmamızın eğer duygularımız olmayacaksa, sen görmek istemiyorsun ama bu hep böyleydi, hep var olan bir şeydi, tarih boyunca savaşlar, katliamlar ve kötülükler vardı, akıl ve sağduyu ile ilerlemeliyiz, yeni şeyler türetmeliyiz, tekrar ediyorsa değiştirmeliyiz düzeni, iyileştirmek için çabalamalıyız değil mi? İnsanoğlu olarak bozulduysa düzeltmeliyiz, tüm bu olaylar sarsıntıya yol açmadan önlemeliyiz, bir böcek gibi kıvranmaktansa karınca gibi hareket etmeliyiz. Sen sadece bir kısmını gördün, daha çok var Defne, yolun yarısında bile değilsin, ettiğin sitem bir şeyleri değiştirmeyecek bunun yerine harekete geç, bulunduğun yeri iyileştir, bunun bilincinde olan herkes öyle yapıyor, sen de onlardan biri ol.“ Defne gözlerini yavaşça araladı ve bu sözcükleri tekrar tekrar tarttı kafasında. Sakin bir şekilde nefes aldı, Belgin haklıydı, bu hayatın endişe ve karmaşası içinde sürünemezdi.“ Minnettarım sana, ayak uydurmalıyım ben de, başka türlüsü güç.“ Dedi ve ayağa kalkıp tatlıları koymaya başladı. “Benim tanıdığım Defne hoş geldin, hadi balkona geçelim yeterince felsefe yaptık. Yarın da sen beni toplarsın.“ Belgin gülerek balkona doğru ilerledi. Oturur oturmaz ahvelerini yudumlayıp, eski anlardan bahsettiler, biraz güldüler, biraz hatırlamadığı detayları hatırlamaya çalıştılar. Sohbet o kadar koyuydu ki vaktin nasıl geçtiğini anlamadılar. Defne uzaklara bakarak “İzafiyet teorisi miydi?“ dedi.Belgin yaslandığı koltuktan doğruldu “Einstein’a geldiyse konu ben kalkayım artık.“ Geç oldu kal burada.“ “ Çok isterdim, ama sabaha yetişmesi gereken işler beni bekler.“ ayağa kalktı ve balkonun demirliklerine dayanıp Defne’ye baktı.“ Birlikte bitiririz burada.“ Diye ısrar etti Defne. Belgin yaslandığı yerden kalkıp hızlıca Defne’nin yanına gitti.“ Sen dur bakalım, sana bu hafta iş yükleyeceğim sen ilk önce onları bitir.“ Dedi.“ İşte buna dost kazığı derler.“  Arabaya kadar birlikte yürüdüler. Belgin etrafın ıssızlığından ürkmüştü. Defne’nin bu cesaretine hayran kalmıştı. Çiftlikte başkaları da vardı ama yine tenha bir yerdi.Belgin bahçe kapısına yakın yerdeki çiçekleri görünce bir an heyecanlanıp ”Bu çiçekler yeni mi?” diye sordu.” Evet yeni getirdim al kitap köşenin oradaki sehpaya koyarsın.“ Belgin hızlıca hepsine göz attı ve bir tanesini aldı. Belgin saksıyı arabaya koyduktan sonra sıkıca sarıldı, Defne de aynı içtenlikle cevap verdi. Bu sarılmanın uzun oluşunu farkeden Belgin” Biraz da yarına kalsın yoksa aşırı sevgiden öleceğiz.” Dedi.Belgin arabaya bindikten sonra Defne’ye baktı. Defne zarifçe gülümsedi. Belgin gittikten sonra artık hava tamamen kararmıştı. Gökyüzündeki ayın ışığından başka ışık yoktu çiftlikte. Biraz yürüyüş yapma fikri cazip geliyordu. Terliklerini de çıkarıp çıplak ayaklarıyla çimenlerin üzerinde yürümeye başladı. Dudaklarında bir şarkı mırıldanıyordu. Ellerini sallayarak parmak uçlarında geziniyor arada gökyüzüne bakıyordu. Evden yeterince uzaklaşıp ormana giriş yaptığını fark etmemişti bile. Ta ki bir çığlık duyana kadar. Aniden durdu ve etrafına bakındı. Tüm vücudunu tedirginlik kapladı. Korkuyla etrafına bakındı. Ağaçlar ve çalılıklardan başka bir şey yoktu etrafında. Tedirginlikle kafasını oraya doğru çevirdi. Bir hayvan sesi olabileceğini düşündüğü için içeri geçecekti ama içinden bir ses ağaçlara doğru yönelmesini söylüyordu. Evden uzaklaşarak ağaçlara doğru yürüdü fakat artık sesi bir daha duymadı. Tüyleri diken diken olmuştu. Ağaçlara yaklaştıkça karanlık onu içine alıyordu. İki adım sonra artık gözleri bir şey seçemez oldu. ‘Kimse var mı?’ Diye söylendi kısık bir sesle. Sesi tedirginlikten cılız çıkmıştı. Çalılıkların arasında bir şeylerin kıpırdadığını gördü. Gözlerini kısarak o karanlıkta bir şeyler seçmeye çalıştı ama artık iç sesi de oradan uzaklaşması gerektiğini söylüyordu. Aklına birçok şey geliyordu. Vahşi bir hayvan olabilirdi ama ayakları ondan bağımsız oraya doğru küçük adımlarla ilerliyordu, bir anda yerde yatan küçük bir kız çocuğu gördü. Üzerindeki elbisesi çamur ve kan içindeydi. Yüzü kirden gözükmüyor saçları birbirine girmişti. Defne onu gördüğünde şok içinde kaldı. Ona doğru eğilip “İyi misin? Ne oldu sana?” diye sordu. Küçük kız sesi duyduğunda irkilerek geriye kaçmaya çalıştı. “Hayır hayır hayır” kızın sesi boğuk ve anlaşılmaz çıkıyordu. Sürekli inliyordu. “Tamam, tamam sakin ol. Sana zarar vermem ileride evim var. Orada yaşıyorum” Defne küçük kızın kendisini anlamadığını fark etti. Dikkatlice onu kucağına alıp eve yürüdü. Her adımında kulağına “Sakin ol ben yanındayım” diye fısıldıyordu. Ne yapacağını kendisi de bilemiyordu. Nasıl gelmişti buraya? Şehirden çok uzaktaydı en yakın yerleşim yeri kaç kilometre uzaklıktaydı. Tüm vücudu dehşet içindeydi, ağır adımlarla ilerlerken kızı inceledi, her tarafı yırtık olan bu kıza ne olmuştu, bu yaralar nasıl olmuştu, sormak istediği sorulardan sıyrılıp kızı eve kadar getirdi. Tam içeri girerken kız inmeye kalkıştı, haklıydı, bu haldeyken bir yabancıya güvenmek onun için zordu ama başka seçeneği de yoktu.” Korkma, kimse yok, sadece ben yaşıyorum ,içeri girip polisi ararız, şu yaralarını temizleriz, merak etme hadi gel. Adın ne senin?” diyerek sakinleştirmeye çalıştı. Kız ”Arsen” diye fısıldadı ve yine aynı donuklukla Defne’ye baktı, bilincini kaybetmiş gibiydi, ayakta durmakta zorluk çekiyordu, Defne’ye tutunup içeri girdi. Adımları hem halsiz hem de temkinliydi, İçeri girip kızı koltuğa oturttu. Kızın en fazla 12 yaşında olduğunu düşündü Defne. C pozisyonunda oturuyordu kız kendini dış dünyadan soyutlamış gibiydi. “Her ne olduysa sana yardım edebilirim.” Ne söyleyeceğini bilemiyordu. Küçük kıza ne olduğunu nasıl bu hale geldiğini tahmin bile etmek istemiyordu. Çocuk onu duymuyordu bile. “Önce yaralarını temizleyeceğim tamam mı? Sonra da polisi ararız aile.” cümlesini bitirmeden kız ona korku dolu bakışlarla “hayır hayır hayır” diye sayıkladı. Susmuyordu sürekli tekrarlıyordu. Defne kızı izlerken gözlerinden yaşlar akmaya başladı. “Tamam, sakin ol ben yaralarınla ilgileneceğim. Ne yapacağımıza yarın karar veririz.” demekle yetindi. Kızın başından tutup onun yavaşça yatmasını sağladı. Küçük kızın Defne’nin her hareketinde tedirgin olduğunu fark ediyordu. Yukarıya ilk yardım çantasını almaya gitti. Hala ne olduğunu merak ediyordu. Odasına girip önce giyebileceği eşyaları hazırladı. Çarşaf ve pike de aldı yanına. Şu an polisi araması gerektiğini biliyordu ama küçük kızın tepkilerinden sonra bunu yarına erteledi. Mantıklı düşünemediğinin farkındaydı. Lavaboya girip elindeki eşyaları kenara bırakıp önce yüzünü yıkadı. Elleri titriyordu aynaya baktığında kendisinin de ağladığını gördü. Derin bir nefes aldı. Küçük kıza karşı bu durumda olamazdı. Banyodan da ilk yardım çantasını alıp banyodan çıktı. Merdivenlerden aşağı iniyordu ki yerde kan gölünü görmesiyle şoka uğradı. Koltuktan damlayan kanlar ve hemen yanındaki korkunç adamı görür görmez yukarı doğru koştu. Ellerindekilerin hepsini merdivende düşürmüştü. Odaya girip hızla kapattı kapıyı. Titreyen parmaklarıyla zorla kapıyı kilitledi. Aşağıdan gelen seslerden hiçbir şey anlayamıyordu. Tüm vücudu titriyordu. Her taraf ölüm sessizliğine bürünmüştü. Etrafına bakındı. Kaçacağı hiçbir yer yoktu. Odası çatı katında olduğundan tek yukarıda, gökyüzüne bakan bir pencere vardı ve boyu asla ulaşmıyordu oraya. Onu kırıp kaçabilirim miyim diye düşündü. Odada ne bulduysa kapının önüne sürükledi. Bunları zorlukla yapıyor, gittikçe gücü azalıyordu. Nefesi kesiliyordu. Aşağıdan adım sesleri geldiğinde artık bacakları onu taşıyacak gücü kalmamıştı. Gözleri kararıyor nefes almakta zorluk yaşıyordu. Sesini çıkarmamaya çalıştı. Nefesi kesik kesik çıkıyor elleriyle ağzını kapamaya çalışıyordu. Adım sesleri yaklaşırken bir yandan da demirin demire çarpma seslerini duydu. Eline bıçak mı almıştı? Kapının önünde hissediyordu onu. Sessizlik hiç bu kadar ürkütücü gelmemişti. Sürekli yutkunuyor midesine kramplar giriyordu. Kapının karşısında yığıldı kaldı yere. Sürekli dökülen kanları ve koltukta kafası kesilen kızı düşünüyordu. Kendisinin sonu da öyle olacaktı.  Dehşet içinde dışarıdaki sesleri dinliyordu. Nasıl girmişti? Kapıyı açık mı unutmuştu? Milyonlarca düşünce geçiyordu kafasından. Beyni zonkluyordu. Artık dizlerinin üzerine çökmüş ağlıyordu. Sesini çıkarmamaya çalışıyordu. Nefesi kesik kesik çıkıyordu. Çığlık atmak istese de bir işe yaramayacağını biliyordu.  Elleriyle ağzını kapattı, ağlamasını tutmaya çabalıyordu. Gözleri kararıyordu başı dönüyordu. Kapının önünde hissediyordu onu. Sessizlik hiç bu kadar ürkütücü gelmemişti ona. Merdivenlerden yukarı doğru gelen sesi dinledi. Kapının tam önüne yığıldı güçsüz vücudu, Sürekli dökülen kanlar ve koltukta kafası kesilen kızı düşünüyordu. Kendisinin sonu da öyle olacaktı. Kapıya bir darbe gelmesiyle çığlık kopardı. Kapıda küçücük bir delik oluşmasını sağlayan keskin bir demir vardı. Ağlaması şiddetlendi. Demir geri çekildiğinde ayağa kalkıp kapıya baktı. Kaçacak bir yeri yoktu. Kapının kırılan köşesinden baktığında adamın gözleriyle karşılaştı. Sürekli ağlıyordu. Bir kere daha çığlık attı ve eline geçen cam şişeyi kapıya fırlattı. Cam şişe bin parçaya ayrılırken arkadaki adamın geriye kaçtığını gördü. Böyle bir psikopatın korkması Defne'yi şaşırtmıştı. Onun şaşkınlığını fırsat bilip eline  odadaki parfüm şişelerini alıp yukarıdaki cama attı. Camın parçalara ayrıldığını gördüğünde umudu çoğaldı. Yatağına çıkıp avazı çıktığı kadar bağırdı. “Yardım edin lütfen, lütfen. Duyun sesimi.” Çığlıkları boşunaydı. Dışarıda hayvan seslerinden başka hiçbir şey yoktu. Teyzesi ve eşi huzurlu bir şekilde çiftlikten uzakta uyuyorlardı. Defnenin boğazı tahriş olmuştu bağırmaktan. Kapıya bir darbe daha indi. Bir çığlık sesi daha yükseldi odadan. Kapıya doğru baktığında deliğin büyüyüp artık adamı kolaylıkla görebileceği şekile geldiğini gördü. Adamın kirli kıyafetleri ve korkunç görünümüyle karşısındaydı. Kanlı ellerini kapıya dayadı ve Defne’ye sinsice sırıttı. Sırıtış öylesine iğrençti ki Defne sesi kısılasıya kadar bağırdı. Çığlık attı, yardım istiyordu, yalvarıyordu. Ne yazık ki adamın haricinde kimse sesini duymuyordu. Sanki vahşi adamın nefesi ensesindeydi, sanki tüm gücünü emiyor ruhunu içine alıyordu. Gözünü kapattı ve sessizce ağlamaya başladı. Sürekli “Lütfen, lütfen, lütfen, lütfen…” diye sayıklıyordu. Kapıdan gelen ses bir bıçak sesiydi. Adam bir an durdu ve kapıdan kafasını içeri uzatarak “ Dışarı çıkma zamanı.” dedi. Defne hıçkırıklara boğulurken adam iki adım geriledi ve merdivenlere dayandı. Kapıdaki kırık artık onu bütünüyle görebilecek şekildeydi, adam kirli kıyafetleri ve korkunç görünümüyle ellerindeki kanı üzerine sildi ve kafasını yerden kaldırıp Defne’ye baktı ve sinsice sırıttı, Defne bağırdı, çığlık attı, yardım istiyordu ama kimse sesini duyamazdı, Göz göze bakışıyorlardı. Adam pis bir şekilde sırıtıp “Burada kim varmış, seni kimseler de duyamazmış…” dedi şarkı söyler gibi. Kalbi duracaktı. Terlemeye başladı. Korkudan artık bilincini kaybedecek gibi gözleri bir kararıyor bir etrafı görüyordu. Masaya baktığında bilgisayarını gördü ve zorla emekleyerek masanın yanına gidip eline bilgisayarını aldı. Hala kurtulma şansı vardı. Ölmek istemiyordu. Vahşice katledilmek istemiyordu. Hayatı sadece iki dakikalık bir görsel olarak sunulmasını ya da adının yazılmasını istemiyordu, hatta en acısı unutulacaktı, o da unutulup gidecekti, aklına gelen binlerce vahşi olaydan biri olacaktı, anlatılmazdı, açıklanamazdı, çok değil en fazla iki gün, iki gün sonra sessizlik bürüyecekti. Her şeyden önce insandı, bu şekilde ölümü hak etmek için hiçbir kötülüğü yapmamıştı. Karşısındaki adamı tanımıyordu bile. Titreyen ellerine baktı, çaresiz olan kendine, gözleri kan çanağı olmuştu, hala bir umudu vardı. Bilgisayarını açar açmaz gördüğü şey karşısında yıkıldı. Bu Defne’nin yazdığı haber yazısıydı.
“O bizden biri!
Dehşete düşüren cinayetlerin sonu gelmiyor. Seri katil aramızda. Aylardır kayıp iddiasıyla aranan A.C.  yetkililerin bulduğu bir mektupla evden kaçtığı düşünülüyordu fakat grafolojiye göre küçük kızın el yazısıyla mektup eşleşmiyor. Olayın cinayet olduğu yönde şüpheler artıyor ve şimdiden bir seri katil bağlantısı olduğu düşünülüyor. Avukat B.G. bu davanın basına yansıması konusunda ısrarcı.“yazılan haber başlığını okuduğu an dondu kaldı. Bunu yazarken şüphelilerin dosyasına bakmıştı,hepsi tehlikeli ve sapkın insanlardı. Kapının ardındaki hangisiydi peki?
Fazla gecikmeden kapının açılma sesi geldi, Defne artık titremiyordu, müziğin sesini duyar gibiydi bu bazı yaşanmışlıkları silmek istersiniz ve tam o sırada dinlediğiniz bir müzik bunu unutmanıza yardımcı olmak için arka planda çalar ‘Johannes Bornlöf- The Rose and The Thorn’ gibi tam da aranan bir parçadır, o an bütün bu yaşanılanların önemsiz ve sıradan olduğunu anlarsınız. Fazla önemsediğiniz şeyler bir şarkı dinlerken önemini kayıp eder ve sıradanlaşır ya işte bu parça ve piyanist bunu fazlasıyla başarılı yapıyor. O an yankılandı bu ses, arkaya doğru dönmek istemiyordu, yaklaşan felaketi kalbinin derinliklerinde hissetti, arkasını döndü ve son kez çaresizce baktı o korkunç gözlere, yaşanılan en acı teslimiyet olacaktı belki de…
Fatma Korkut & Efsa Şener
15 notes · View notes
siradanbirseyler · 3 years
Text
İçimizin yangınları taştı.
İçimizin yangınları dışımıza sıçradı.
İçimiz de harlayıp büyuttüğümüz yangın artık sadece içimizi değil etrafı da yakmaya başladı.
Yıllardır yaktığımız içimiz, artık yangının ağırlığını taşıyamayıp dışa vurdu.
İnsan, uyan, artık sadece kendi içini değil, çevreni de yakıyorsun.
Kül ediyorsun benliğinle birlikte tüm güzel şeyleri teker teker.
Yok ediyorsun.
Var etmek için varken, aksini yapıp yok ediyorsun, ama bilmiyorsun ki yok oluş ilk seninle başlar.
Tüm kötülüğe tekâbul eden kavramlar insan kelimesinin tanımı olsa gerek.
Yok etmek.
Bu kadar kolay mı?
Yok ettiğimizi sanarken aynı zaman da yok oluyoruz, bundan bihaber bir şekilde.
Her gün biraz daha fazla gidiyoruz yokluk uçurumuna doğru.
Yok olmak, idrak edebiliyor muyuz bunu sâhiden?
Fıtratımız da mı var kötü olmak?
Bir şeylere kötü derken aslında kötülüğün bizim içimizden doğduğunun farkında olmuyoruz galiba.
Var edebilirken, var ederek daha çok var olabilme şansına sahipken, neden yok edip de yok olmayı seçeriz ki?
Eriyoruz.
Günden güne daha fazla eriyoruz.
-sıradanbirseyler
24 notes · View notes
yantekerlek · 3 years
Text
el meselesi, dil meselesi, kalp meselesi
ingilizce-arapça bilmemek bireysel olarak sorunu çözmek üzere çabalamaya kalktığımızda biraz daha az şey yapmamıza sebep oluyor. topluca hareket edersek ingilizce arapça bilenlerimizce biraz daha aktif hareket edebiliyoruz. topluca hareket etmezsek o da yok.
islam'ı güzelce yaşadığımızın ingilizcesi de lazım, arapçası da, ispanyolcası da, almancası da (örnek) fransızcası da lazım.
en çok esef ettiğim şey bu oldu şu günlerde. arapça ingilizce, kelimelerim var, gramerim var. ama dilim tutuk. yazamıyorum. olmuyor. kullanamıyorum eğitimini aldığım dilleri. üzerine eğilmedim. hep geçiştirdim. amaan dedim. demesem daha aktif olabilirdim sosyal medyada. en çok kendime kızıyorum. bir şeyler yapmamın gereğini çok derinden hissediyorum. inşallah his olarak kalmaz.
bizi yanlış tanıtanların, anlatanların aksine bizim kendimizi doğru anlatmamız lazım (örnek). bu bir aşağılık kompleksi değil. yaşamayı bırakıp birilerine kendimizi anlatmamız lazım, bizi kabul etmeleri lazım anlamında söylemiyorum. en azından karalayanların (örnek) karalarının doğru olmadığının açıkça görülmesi açısından dilimizin hakimiyeti lazım. dil kullanabilmemiz lazım. müslüman bir kötülük gördüğünde eliyle düzeltir, olmadı diliyle düzeltir, olmadı kalbiyle buğz eder/tiksinir/yapılan kötülüğe baktığında kusası gelir bu da imanın en düşük derecesi. yani imanlıysan en az bunu yapabiliyor olman lazım demek bu. dilin mi bağlı, dilsiz misin, ses çıkarmaya gücün yok mu, o zaman kalbinin cayır cayır yanıyor olması, rahatsızlık duyuyor olman lazım. olmam lazım. bakın çabasızlığımız ingilizce-arapça vs. vs. diğer dil eğitimlerini gereksiz görmemiz köşe bucak kaçmamız gayret etmememiz uluslararası planda dilimizi bağlıyor. içe kapanıyoruz. islami eğitimimizi yeterince doğru bilgilerle temellendirmediğimiz için bunun için elimizden gelen çabayı göstermek yerine ana babamıza çevremize suç atmaktan daha kendi dilimizi konuşanla islamî üsluba, içeriğe uygun konuşup tartışamıyoruz. daha kendi dilimizde konuşana durumu anlatamıyoruz.
dil meselesi içte dışta bizi acizleştiriyor. yalnızca kalbiyle buğz eden seviyesine indiriyor. ki bu imkan yoksa zaten bir müminin elinden gelen en büyük şey. eliyle mücadele imkanı olanın dil seviyesine çabalaması zuldür, diliyle mücadele imkanı olanın kalbimle buğz ediyorum ya yetmez mi demesi zuldür, kalbiyle buğz edemeyene bir şey diyemeyiz Allah hepimize hidayet versin deriz.
bizim bu zulümden almamız gereken ders ay beş para etmiyoruz reziliz bitmişiz hükmümüz kalmamış daha konuşamıyoruz demek değil. nitelikli fertlerden, kendini geliştirme çabasında olan fertlerden oluşan birlik/ümmet olmak, aklı kullanmak, imkanları kullanmak, imkanları zorlamak dersini almamız lazım. tembellikten kurtulma, okuma, anlama, öğrenme, dünyanın balını alma, zehrinin ne olduğunu anlama, dünyanın bitirdiği mahvettiği değil dünyanın onaranı güzelleştireni olma. bunları gazla ben de bağıra bağıra söylüyorum farkındaysanız. bunun gazla değil gayretle, imanla söylenmesi ve uygulanması işe yarar ancak.
biz link kaydıralım, biz dizi izleyelim, biz o oğlan şu kız bize niye aşık değil diye sevda türküleri tutturalım, bizim niye 3. bir ayakkabımız, şalımız yok diye üzülelim, cinsellik, fiziki güzellik, ana meselemiz olsun. günlük meselelerimizi derin psikolojik rahatsızlıklar bunalımlar halinde yaşayalım biz. tedavisini aramak yerine, ayağa kalkmak yerine de iyice perişan edelim kendimizi, ölmek istiyorumlara kadar gidelim. anamız babamız canını malını evladının uğrunda evladının iyi biri olması için değil başka şeyler için tüketsin. evlatlarımız imkanlarını carta curta seferber etsin filan. baştan ayağa kokan halimizi temizlemek için bunları da söylemek gerek ama bunları eleştiri seviyesinde bırakıp tükürüp öylece bırakıp yola devam edemeyiz. varsa bir kokuşmuşluk önce pencereleri açıp çürüyen yerleri kesip atıp çürümemiş kökle devam etmemiz, o kökün gücünü gürleştirmemiz lazım. akıl, izan, ahlak, iman hepsi eş zamanlı var olmalı, eş zamanlı uygulanmalı, biri diğerinin önünde veya arkasında altında üstünde değil beraber olmaları lazım.
bu bir ümitsizlik yazısı gibi algılanmasın. ümidim olduğu için yazıyorum.
Allah yardımcımız olsun. gayretlerimiz bereketli olsun amin.
20 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing - 94. Bölüm
Mega // Drive
Bölüm 94: Kötülüğe Gebe, Yeni Bir Dalga Ortalığı Karıştırır
“Muhtemelen yok edildi.” Xie Lian cevapladı.
Zengin tüccar ürperdi, “Y-yok edildi?!”
Xie Lian başını sallayarak onayladı. Zengin tüccar panikliyordu, “Öyleyse, Daozhang, ben şimdi ne yapacağım? Şu anda hamile olan bir eşim daha var, ya o canavar bir kez daha ortaya çıkarsa?!”
Aynı evde bebek bekleyen bir kadın daha mı vardı?!
Xie Lian elini kaldırdı, “Sakin olun, bir soru daha sormama izin verin; hanımefendi rüyasındaki çocukla nerede karşılaştığını hatırlıyor mu?”
Zengin tüccar konuştu, “Bulanık olduğunu söyledi ancak büyük bir köşke benziyormuş, ama bunun haricinde hiçbir şey hatırlamıyor. Hem, sadece bir rüya, detayları kim o kadar net hatırlayabilir ki?” Ardından dişlerini gıcırdattı, “Ben... neredeyse kırk yılın ardından, sonunda bir oğlumun olmasını bekliyordum, bu ne acı bir durum böyle! DAOZHANG! O CANAVARI BULUP İCABINA BAKACAKSIN ÖYLE DEĞİL Mİ? AİLEME DAHA FAZLA ZARAR GELMESİNE MÜSAADE EDEMEM!”
“Paniklemeyin, paniklemeyin.” Xie Lian avuttu, “Elimden geleni yapacağım.”
Bu sözlerin ardından zengin tüccarın keyfi yerine geldi ve ellerini birbirine sürttü, “İyi iyi iyi, Daozhang’ın bir şeye ihtiyacı var mı? Nasıl bir ücreti olursa olsun sorun değil!”
Fakat Xie Lian reddetti, “Herhangi bir ücrete gerek yok, ancak birkaç hususta yardımınızı rica edeceğim. Birincisi, bana bir takım günlük kadın kıyafeti bulun lütfen; bir erkeğin giyebileceği kadar bol olmalı. Ve korkarım ki bebek bekleyen eşinizden bir tutam saça ihtiyacım var.”
Zengin tüccar hizmetçilere işaret etti, “Not alıyor musunuz?”
Xie Lian devam etti, “İkincisi, bebek bekleyen eşinize bu gece başka bir odada uyumasını söyleyin. Ne olursa olsun kendisine ‘anne’ diye seslenen çocuk sesine cevap vermemeli. En iyisi ağzını hiç açmaması olur. İnsanlar rüya görürken rüyada olduklarının farkına varmazlar, bilinçleri ve hisleri körelir, ancak sürekli kulağına fısıldayarak konuşmaması gerektiğini aklına kazırsanız eğer, işe yarayabilir.”
Zengin tüccar talimatları kabul etti. Ardından Xie Lian konuştu, “Üçüncüsü, bugün benimle beraber gelen iki ufaklık var, lütfen onlarla ilgilenin ve onlara yiyecek bir şeyler verin.”
“Böylesine küçük şeyler, bırakın iki ricayı, yüz tane ricada bulunsanız bile yerine getiririm!” Zengin tüccar bağırdı.
Sonunda, sıra en önemli nesneye geldi. Xie Lian konuştu, “Dört,”
Kıyafetinin kolundan Puji Mabedince kutsanmış bir koruma tılsımı çıkardı ve iki eliyle tüccara uzatırken kendinden emin bir sesle konuştu, “Lütfen bu koruma tılsımını alın ve ‘Ekselansları Veliaht Prens lütfen beni koru!’ diye bağırın – böylelikle bu hadise benim tapınağımın adı altında kayda geçmiş olacak.”
“...”
O gece, Xie Lian bir kez daha kadın kıyafetlerine büründü.
Kadın kıyafetleri giymeye her ne kadar artık yabancı olmasa da bu, ilk defa hamile bir kadın kılığına girişiydi. Makyajını tamamlaması yarım tütsü zaman bile almamıştı. Karnına bir yastık tıkıştırdı, ardından hamile kadına ait bir tutam saçı yastığın altına koydu ve yatağa yattı. Soğukkanlı ve sakindi, nefes alışını yavaşlattı ve uykuya dalması uzun sürmedi.
Aradan biraz zaman geçtikten sonra Xie Lian yavaşça gözlerini açtı. Gözlerinin önündeki görüntü artık zengin tüccarın eşinin yatak odası değildi, fakat gösterişli bir köşktü. 
Xie Lian’ın ilk tepkisi Fang Xin’in hala yanında olup olmadığını kontrol etmekti, orada olduğunu hissettikten sonra rahatladı. Ne de olsa Fang Xin kutsal bir kılıçtı, bu yüzden kendisine derin bir bağ ile bağlıydı. Doğrulup oturduktan sonra avuç içlerinin yapışkan olduğunu hissetti, ne olduğuna bakmak için ellerini kaldırdığında ise yattığı yatağın henüz tam kurumamış kanla kaplı olduğunu gördü, vücudunun yarısı kırmızıya boyanmıştı, şok edici derecede ürkünçtü.
Xie Lian alışılmışın dışında olaylarla karşılaşmaya alışıktı, yataktan kalktı ve bir anda üzerinden bir şeyin düştüğünü hissetti. Aşağı baktı, yere düşen kıyafetin içindeki yastıktı, yastığı çabucak yerden alarak tekrar karnına tıkıştırdı. Birkaç adımın ardından yastık bir kez daha yere düştü, bu yüzden Xie Lian karnındaki yastığı iki eliyle yerinde tutarak etrafına bakındı.
Sarayda büyümüş olmanın verdiği bir özellik olacak ki gördüğü ve duyduğu şeylerden fazlaca etkileniyor, etrafındakileri dikkatlice inceliyordu. Konu güzelliğe geldiğinde, Xie Lian’ın da kendine göre birtakım standartları vardı. Bulunduğu bu mekan, ona göre, güzel olabilirdi, fakat baştan çıkarıcı bir havası vardı, bu yüzden eğer tahmin edecek olsaydı bulunduğu yerin bir restoran ya da eğlence yeri olduğunu söylerdi. Ayrıca, o günün mimari stiliyle kıyaslanacak olursa oldukça eski bir tarzdaydı, neredeyse yüzlerce yıl öncesinden bir yapı gibi gözüküyordu, ancak tam olarak nereye ait olduğunu çıkaramadı.
Yani, bu muhtemelen zengin tüccarın aldırılan bebeğinin ruhunun intikamı değildi. Bunun sebebi ise şeytani ruhların sanrı oluşturduklarında sadece kendi bildikleri görüntüleri kullanabilmeleriydi. Yüzlerce yıl öncesine ait bir yapının sanrısı ancak aynı yaştaki bir ruh tarafından oluşturulabilirdi. Etrafı bir kez yürüyerek turladıktan sonra, kimsecikler yoktu, Xie Lian başladığı yere geri döndü.
Bir kadın odasıydı. Çekmeceleri yerinden çıkabilen bir şifonyerin içinde bebek kıyafetleri ve oyuncaklar vardı. Xie Lian hepsini tek tek eline alıp inceledikten sonra yepyeni olduklarını fark etti, bu da bu odanın sahibi olan kadının bunlara oldukça değer verdiğini gösteriyordu. Bu da bu kadının bu ‘çocuğa’ karşı büyük bir sevgi beslediği anlamına geliyordu.
Etrafta biraz daha dolandı, fakat aniden, Xie Lian şaşkınlığa uğradı. Bebek kıyafetlerinin arasında bir koruma tılsımı bulmuştu, ve bu tılsım kendisine aitti!
Nutku tutulmuş, Xie Lian üç kez onaylamak zorunda kalmıştı. Hata yoktu. Gerçekten de onun koruma tılsımıydı. Üstelik dağdan yabani bitkiler toplayıp kendi elleriyle diktiği ve kırmızı ipliklerle bağladığı koruma tılsımlarından değildi. Bu, sekiz yüz yıl öncesinden kalma bir tılsımdı, Xian Le Veliaht Prensi’nin ününün zirvede olduğu zamanlardan kalmaydı, kullanılan materyallerden tılsımdaki el işçiliğine kadar her şey zarif ve asildi. Neredeyse krallıktaki herkesin evinde bir tane bulunurdu.
Bu mümkün müydü, bu mekanın sahibi olan kadın bir zamanlar ona mı tapıyordu?
O sırada Xie Lian, ölüm sessizliğini bozan kıs kıs gülüş sesleri duydu.
Bu o bebeğin gülüşüydü, aniden sessizliği bozmuş, her tarafta yankılanıyordu, nereden geldiği ise meçhuldü. Xie Lian ne hareket etti ne de bir tepki verdi, fakat zihni düşünceden düşünceye atlıyordu; bu ses tanıdık gelmişti, daha önce nerede duymuş olabilirdi ki? Nerede?
Ardından farkına vardı ve küçük çocuğun sesleri zihninde yankılandı, “Yeni gelin. Yeni gelin. Kırmızı düğün arabasındaki yeni gelin.”
“Yaşlarla dolan gözler, dağın tümseklerinden geçiyor, duvağın altında…”
Bu ses Yu Jun Dağında, düğün arabasıyla ormandan geçerken duyduğu çocuğa aitti!
Xie Lian düşüncelerini toparladığında, çocuk ruhunun kahkahaları da aniden durdu. Hemen arkasını döndü fakat hiçbir gölge görmedi.
Yu Jun Dağı meselesinin ardından iletişim rününde bu konu hakkında sorular sormuştu, fakat herkes dağın yakınlarında öyle bir ruhun bulunmadığını, kimsenin çocuk sesi duymadığını söylemişti. Lakin şimdi, aynı ruh bir kez daha karşısına çıkıyordu, öyleyse bu bir tesadüf müydü? Yoksa kasıtlı mıydı?
Çocuk ruhu gülmeyi bıraktı ve seslendi, “Anne.”
Bu ‘anne’ yakın bir yerlerden geliyordu fakat Xie Lian bir türlü sesin nereden geldiğini anlayamadı. Olduğu yerde hareketsiz durdu, nefesini tuttu ve kulaklarını sivriltti.
Bir süre sessizliğin ardından Xie Lian anladı – ses karnından geliyordu!
Bunca zaman Xie Lian iki eliyle karnındaki yastığı tutuyordu ve ancak o an tuttuğu yastığın, ne zamandan beri bilinmez, ağırlaştığını fark edebildi. Yastığa bir kez eliyle vurdu, ve kıyafetlerinin altından topağı andıran bir şey yuvarlanarak dışarı çıktı, görünüşü soluk beyaz bir çocuk gibiydi, ağzından bir şeyler dışarı fışkırdı ve hemen ardından karanlığın içinde gözden kayboldu. Xie Lian, topağın ağzından çıkardıklarına bakmak için aceleyle o tarafa yöneldi, bunlar birkaç parça iplik ve siyah bir topak saçtı. Görünüşe göre yaptığı illüzyon işe yaramıştı. Küçük hayalet, diğer kadına yaptığı gibi onun karnındaki ‘çocuğu’ da yemek istemişti, ancak bunun yerine Xie Lian’ın kıyafetlerinin altındaki pamuk yastığı yemişti. Çok geçmeden Xie Lian bir çığlık daha duydu, “ANNE!”
Nasıl seslenirse seslensin, ne kadar ağlarsa ağlasın, Xie Lian yine de kendisine hâkim oldu ve ağzını biraz bile açmadı. Xie Lian, bu çocuk ruhunun aslında bir cenin ruhu olduğunun farkına varmıştı, içinde bulundukları oda da bir zamanlar annesiyle beraber yaşadıkları oda olmalıydı. Şeytani ruhların aldıkları şekil, öldükleri zaman sahip oldukları görüntü olurdu, fakat bu ruh kendisini çoğunlukla siyah bir duman bulutu veya bulanık beyaz bir gölge olarak göstermişti, bu da ruhun kendisinin nasıl gözükmesi gerektiğini bilmediği anlamına geliyordu. Yani gerçek bir şekli yoktu. Ayrıca, çekmecelerdeki henüz hiç giyilmemiş bebek kıyafetleri ve yatağın üstündeki kan havuzu; Xie Lian bu odada yaşayan kadının bebeğini düşürdüğü çıkarımında bulundu, doğmamış çocuğu belli belirsiz bir şekle ve biraz da bilince sahipti. Bir cenin ruhuna dönüşmesinin ardından annesinin karnına geri dönmek istemiş ama bunun yerine zengin tüccarın kapısını çalmıştı.
Hanımefendi’nin rüyasında ‘anne’ diye seslenmesinin ardından hanımefendinin buna cevap vermek için ağzını açması yanlış bir hareketti. Anne ve çocuk arasındaki bağın özel olduğu söylenirdi, kadının ağzını açması bir çeşit ‘izin’ yerine geçmiş olmalıydı. Ağzını açtığında o şeytani varlığın vücuduna girmesi için ona fırsat tanımış ve küçük hayalet içeri girmiş, orada olması gereken fetüsü yiyerek yok etmişti. Xie Lian bir adam olabilirdi, fakat ağzını açarsa ruhun bu fırsattan istifade ederek karnına girip girmeyeceğinden pek de emin olamıyordu. Ne olur ne olmaz, ağzını kapalı tutacaktı.
Böylelikle, dudaklarını sıkıca birbirine bastırıp elindeki Fang Xin’i sıkıca kavrayarak çocuğun izini sürmeye başladı. İş tehlikeye geldiğinde Xie Lian’ın içgüdüleri özellikle güçlüydü, bu binlerce savaşın ardından elde ettiği bir şeydi. Nerede olduğu hakkında ufak da olsa bir fikri ve elinde de kılıcı varsa, dikkatli bakmasına gerek kalmaksızın on hedefin dokuzunu tutturabilirdi. Her ne kadar çocuğun illüzyonunun içerisindeyken saldırıları biraz zayıflamış da olsa üst üste gelmeleri çocuğu sinirlendirmişti. Xie Lian, bir süre sonra ayağında keskin bir acı hissetti. Görünüşe bakılırsa fazlasıyla sivri bir şeyin üstüne basmıştı, hafifçe duraksadı.
Onun bu tuzağına düştüğünü gören çocuk ruhu kısa aralıklarla hince kıkırdıyordu. Sesi oldukça körpeydi fakat bir çocuktan çıkmaması gerekiyordu, daha çok kötü niyetli yetişkin bir adamın gülüşü gibiydi, kontrast açık ve keskindi, duyanın kanını donduracak cinsten bir sesti. Ne var ki Xie Lian’ın yüzü biraz bile seğirmedi ve yoluna devam etti; kılıcını savurdu ve hedefi tam ortadan vurdu!
Çocuk ruhu acıyla ciyakladı, hasar almıştı, ve uzaklarda bir yerlere saklandı. Ancak o zaman Xie Lian çizmelerinin altına bakabildi, yerde dik duran küçük ve ince bir iğnenin üzerine basmıştı. Açıkça çocuğun ruhu tarafından oraya yerleştirilmişti ve muhtemelen Xie Lian’ın ağzını açıp acı içinde bağırmasını beklemişti. Ne var ki yanılmıştı. Xie Lian acıya tahammül etmekte çok iyiydi; değil ki iğneye basmak, devasa bir kapan tarafından bacağı koparılsa bile durum o şekilde gerektirdiği için ses çıkarmazdı.
O küçücük iğne oldukça derine gitmişti, başta Xie Lian onu çıkarmak istedi, fakat çocuk ruhunun istediğini elde edemeden kaçması onu endişelendiriyordu, bu şansı kaçarak başkalarına zarar vermek için kullanabilirdi, bu yüzden ayağındaki iğneye aldırış etmeksizin peşine takıldı. Bir süre sonra acıyı hissetmemeye başladı ve adeta rüzgar gibi koştu. Binanın içinde çocuk ruhundan bir iz yoktu, Xie Lian ise şaşkın hissediyordu, Gerçekten de benim saldırılarımdan mı korktu?, ama tam da o sırada rüzgar esmemesine karşın bir pencere açıldı.
Xie Lian aceleyle o tarafa yönelerek dışarı baktı, fakat gördükleri onu şok etmişti. Görünürde ne bir sokak vardı, ne bir dağ, ne de insanlar. Sadece dibi görünmeyen bir göl.
Gölün diğer tarafında başka bir ev duruyordu, ve evin içinde iki küçük çocuk oturuyordu. Masada oturup yemek yiyen çocuklar Lang Ying ve Gu Zi idi. Fakat başlarının üstünde dönerek kıs kıs gülen ve kahkaha atan kalın, kara duman bulutunu fark etmemişlerdi. Bulut çığlık atıyordu, “ANNE! ANNE!”
Xie Lian, kalbinin bir anlığına durduğunu hissetti, elleri pencerenin kenarlarını sıkıca kavradı, seslenecek ve çocukları uyaracaktı. Fakat son anda ağzını açmaması gerektiğini hatırladı ve sözlerini yuttu.
Bu her ne kadar ruhun yarattığı basit bir sanrıdan fazlası olmasa da Lang Ying ve Gu Zi’nin kendisiyle birlikte sanrının içine çekilip çekilmediğinden emin değildi, ve eğer durum buysa onlara gelecek herhangi bir zarar gerçek bedenlerine de gelecekti. Uyarı olarak fırlatmak için bir vazo ya da öyle bir şey aradı fakat atabileceği hiçbir şey yoktu. Masalar ve sandalyeler pencereden atmak için fazla büyüktü, sığmazdı, ve iki binanın arasında büyük bir göl vardı, bu yüzerek karşıya geçmesi gerektiği anlamına mı geliyordu?
Tam o sırada başından beri yorgun görünen Gu Zi, esnemek için ağzını açtı. Kara duman bulutu bir araya geldi ve ağzından içeri girmek üzereymişçesine ona doğru yöneldi.
Çocukların bağışıklıkları oldukça zayıftı; o şey, izin vermiş olmasalar bile içeriye sızabilirdi. Xie Lian’ın yüzmek ya da düşünmek için vakti yoktu. Anlık bir kararla bağırdı, “AĞZINI KAPAT! KAÇ!”
Sözler Xie Lian’ın ağzından döküldüğü an, Lang Ying ve Gu Zi yerlerinde zıplayarak şaşkınlıkla ağızlarını kapadılar ve ayağa fırladılar. Çocuk ruhu, ne var ki, bir anda ortadan kayboldu, saliseler sonra kara bir duman bulutu Xie Lian’ın yüzüne doğru patladı.
Xie Lian her ne kadar bağırdıktan sonra ağzını hemen kapatmış olsa da boğazından aşağı doğru giden soğuk havayı hissedebiliyordu. İç organları sanki etrafındaki her şey donuyormuş gibi üşüyordu. Xie Lian dişlerini gıcırdattı, aceleyle kollarından birkaç koruma tılsımı çıkardı, içlerindeki şifalı otları ve efsunlanmış kağıtları zorla ağzına tıkarak güç bela çiğneyerek yuttu. Aradan fazla zaman geçmeden boğazı kaşınmaya başladı ve kara duman bulutu kendisini dışarı attı!
Xie Lian kollarıyla ağzını kapadı, durmadan öksürüyordu, gözyaşlarına boğulmuştu, çaresizce buna karşı koymanın yollarını düşünmeye çalışıyordu. Kara duman bulutunu çıkardıktan sonra bile ruh, inatla kendisine tutunmaya devam ediyordu. Böylelikle Xie Lian, bedenini kaldırdı ve pencerenin dışındaki göle atladı.
Su sesinin ardından Xie Lian, gölün kalbine doğru batmaya başladı. Nefesini tuttu, ellerini ve ayaklarını çaprazladı, oturma pozisyonuna geçti, bedeninin buz gibi göl suyunun dibine batmasına izin verirken derin düşüncelere daldı. Kalp atışları normale döndüğünde yukarı baktı, tepesinde dolanan ve gölün yüzeyini mühürleyen kara duman bulutunu az da olsa seçebiliyordu. Dışarı çıktığında derin bir nefes almalıydı, lakin derin bir nefes alırsa eğer, çocuk ruhunu da muhakkak karnına çekecekti. Yetişkin bir adamın devasa, şişkin bir karnının olması hiç de komik olmazdı.
Suyun içine atlaması sadece kendisine biraz düşünme süresi tanımak istemesinden ötürüydü. Çok geçmeden Xie Lian’ın aklına bir fikir geldi, Ya onu yutarsam? Ardından Fang Xin’i de yutarım. Bu numarayı sokaklarda gösteri yaptığı zamanlarda öğrenmişti, biraz canını yakacak da olsa bu yolla çocuk ruhunu yakalayabilirdi.
Kararını veren Xie Lian, kollarını ve bacaklarını açarak kenarlara doğru yüzmeye başladı. Ne var ki yukarıdan boğuk bir su sıçrama sesi duyuldu ve aniden, uçsuz bucaksız, parlak bir ateş kırmızısı belirdi gözlerinin önünde.
Kalın, simsiyah saçlar; sıçrayan su ve baloncuklar yüzünden hiçbir şey göremiyordu. Xie Lian gözlerini kırptı, kendisini çevreleyen binlerce, milyonlarca baloncuktan uzaklaşmaya çalıştı. Fakat ardından, kendisini çevreleyen bir çift güçlü kol hissetti. Ellerden birisi belini kavrarken diğeri çenesini kaldırdı.
Bir sonraki saniye, dudakları soğuk ve yumuşak bir şey tarafından örtüldü.
 Çevirmen: Jason
153 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 4 years
Text
Jean-Paul Sartre / İnsan kafasına yerleştirilmiş ne varsa, hepsine isyan etmeli
Tumblr media
Felsefi romanları, geliştirdiği Varoluşçuluk akımı ve siyasal duruşu ile 20. yüzyılın en önemli aydınlarındandı Jean Paul Sartre. Özgürlükçü ve bağımsız konumunu, siyasal etkinlikle de sürdüren yazar, 'çağının vicdanı" olarak tanımlandı. Sartre'ın 1964 yılında Le Monde'da çıkan söyleşisi, düşünce ve edebiyat dünyasında çok ses getirdi. Söyleşinin Türkçe çevirisi, "Bir uzun, acı, tatlı çılgınlık" başlığı ile Yeni Dergi'de yayınlandı.
Jean-Paul Sartre'ın Le Monde'da yayımlanan bir konuşması "sanatta bağlanma" konusunu yeniden öne çıkardı, geniş yankılar uyandırdı. Bu arada iki solcu yazar, Claude Simon ile Yves Berger, L'Express'de Sartre'a cevap verdiler. İspanya Savaşı'na katılmış, Nazilerin işkencesine uğramış olan Claude Simon'un yazısı özellikle ilginç görüldü. Aşağıdaki çeviri konuşmanın İngilizcesinden yapılmıştır (Enconunter, Haziran sayısı). Çevirmen Anthony Hartley, Sartre'ın Le Monde'a gönderdiği bir mektupta yaptığı düzeltmeleri de göz önünde tutmuş.
SARTRE - Sözcükler'deki (Les Mots) tarih sıralamasında çelişmeler var, eleştirmenler onlara parmak basmakta haklıydılar. Kitabın büyük bir parçası 1954'de yazılmıştı da, on yıl sonra, yayımlanışından birkaç ay önce yeniden ele alıp bazı değiştirmeler yaptım. Tarih sıralamasına girişmedim.
"On yıldır bir uzun, acı, tatlı çılgınlıktan uyanmaktaydım" dediğinizde, bu değişikliğin gerçekten 1954'de mi başladığını anlamalıyız.
- Evet. O sırada, olayların itişiyle, büsbütün politikaya vermiştim kendimi. Eylem havasına girince, birdenbire, önceki eserlerimi avucuna almış olan nevrozu anlayıverdim. Hiç farkında değildim bunun daha önce, içindeydim çünkü. Simone de Beauvoir benden önce sezdi bu nedenleri. Her nevrozun özelliği kendini doğalmış gibi göstermesidir. Yazmak için yaratıldığıma büyük bir rahatlıkla inanıyordum. Varlığımı doğrulamam gerekliydi ve bütünüyle edebiyata yaslanıyordum. Bu düşünüşten kurtulabilmem otuz yıl sürdü. Politikayla kurduğum ilgiler gerekli açıyı sağlamama yol açınca, hayatımı yazmaya karar verdim. Bir insanın kutsal bilinen edebiyattan entellektüelliğini yitirmeden nasıl eyleme geçebileceğini göstermeye çalıştım.
Sözcükler'de (Les Mots) çılgınlığımın, nevrozumun kaynağını açıklıyorum. Yaptığım çözümleme yazı yazmayı düşleyen gençlere yardımcı olabilir. Bu özlem hayli tuhaf gene de, bir "çatlaklık" niteliği yok değil. Bir boks şampiyonu ya da bir amiral olmayı düşleyen genç gerçeği seçiyor. Eğer yazar hayaliyi seçerse, ikisini karıştırıyor birbirine.
 Politika da kurtarmıyor insanı edebiyattan fazla
Yazdıklarınızı okuduktan sonra, edebiyatı seçmek zorunda kaldığınıza pişman olmuş göründüğünüzü söyleyebilir insan.
- Doğrusunu isterseniz, 1954'de pişman olmak üzereydim. Başka bir dünyaya ayak basıyordum. Hayatımı elli yıl hesaplamıştım (şimdi elli dokuz olmak üzereyim). Ama, görüyorsunuz, Sözcükler'de iki ayrı ses var: Biri yazarlığımı mahkûm edişimin yankısı, biri de bu sert yargının yumuşatılması. Hayat hikâyemi daha önce, o en atak biçimiyle yayımlamayışımın nedeni çok abartılmış olduğunu görmemdi. Yazı yazıyor diye bir mutsuz kişiyi çamura batırmak gerekmez. Ayrıca, bu arada, eyleme geçmenin de zorlukları olduğunu, insanın ona da bir nevroz yüzünden girebileceğini anladım. Politika da kurtarmıyor insanı, edebiyattan fazla.
40 yıl mutlakla yaşadım, bu bir nevroz, mutlak yok artık
Ne kurtarır insanı?
- Hiçbir şey. Hiçbir yerde kurtuluş yoktur. Kurtuluş düşüncesi bir mutlak düşüncesini gerektirir. Kırk yıl mutlakla yaşadım, bir nevroz. Mutlak yok artık. Geriye sayısız çaba kalıyor ve edebiyat onların en imtiyazlısı değil. "Artık hayatımı ne yapacağımı bilmiyorum" sözümün böyle anlaşılması gerekir. Oysa eleştirmenler, Simone de Beauvoir'ın "Aldatıldım" sözünü olduğu gibi, bunu da yanlış anladılar, bir umutsuzluk çığlığı sandılar. Beauvoir o sözü söylemekle hayattan beklediği ama bulamadığı bir mutlak'ı işaret ediyordu. Görüşümüz aynı. Benim umutsuzluğum da onunkinden fazla değil. Ayrıca, ben oldum olası iyimser bir insanım, belki de gereğinden çok...
Sömürü metafizik kötülüğü arkaya itti
İlk Sartre evreni, Bulantı'daki (La Nausee), hiç de gül-pembe değildi. Dünyayı o ışıkla görmüyor musunuz artık?
- Hayır, evren gene karanlık. Bizler bir belaya uğramış hayvanlarız... Ama, birden anladım ki, yabancılaşma, insanın insanı sömürmesi, gıdasızlık gibi kötülükler, bir lüks olan metafizik kötülüğü arkaya itti. Açlıktır kötülük bugün. Bir Sovyet vatandaşı, görevli bir yazar, bir gün bana şöyle dedi: "Yeryüzünde herkes rahata ulaştığı zaman, insanın tragedyası başlayacak, sınırlılığı." Şimdiden bunu düşünmek gereksiz. Ben toplumsal ve ekonomik dertlerin giderilebileceğine inanıyorum, özlüyorum bunu. Biraz talihle o mutlu çağ gelebilir. Dünya değişince işlerin daha iyi gideceğine inananlardan yanayım ben.
Hayat şartları düzelsin ki evrensel ahlak yaratılabilsin
Öyleyse bir Beckett'in kötülüğe mahkûm evrenini kabul etmiyorsunuz?
- Beckett'e hayranım, ama bütün varlığımla ona karşıyım. O hiç gelişme yolu aramıyor. Benim kötümserliğim hiçbir zaman gevşekliğe düşmemiştir. Bulantı'yı yazdığım günden beri hep bir ahlâk yaratmak istedim. Bendeki gelişme artık böyle şeyler düşlememem. Bugün Dünya Nimetleri'ni (Les Nourritures Terrestres) korkunç bir kitap olarak görüyorum. "Tanrıyı her yerden başka bir yerde arama." Gidip bir işçiye, ya da bir mühendise söyleyin! Gide bunu bana söyleyebilir; birkaç seçkin kişiye iletilebilecek bir yazar ahlâkı. Onun için de beni ilgilendirmiyor artık. Her şeyden önce insanlar hayat şartlarını düzelterek insan olmalıdırlar ki evrensel bir ahlâk yaratılabilsin. Ben onlara, "Yalan söylemeyeceksin" diyerek işe başlarsam, politik eyleme yer kalmaz ondan sonra. İlk iş insanın bağımsızlığını sağlamaktır.
Ölü bir çocuğun karşısında bulantı ağır basamaz
Bütün bunlar daha önce yazdıklarınızdan vazgeçmeye mi götürüyor sizi?
- Hiç de değil. Sözcükler'de bunu üzerine yazdıklarım yanlış anlaşıldı. Vazgeçtiğim bir kitabım yok. Ama bu onları iyi bulduğum anlamına gelmez. Bulantı'da sonradan pişman olduğum şey kendimi işin içine bütünüyle sokmamış olmamdır. Kahramanımdaki hastalığın dışında kaldım; nevrozumdu koruyan, yazmak yoluyla, bana mutluluk veriyordu... Her zaman mutluydum. O sıra kendime karşı daha dürüst de olsam gene yazardım Bulantı'yı. Bende eksik olan gerçeklik duygusuydu. Değiştim o günden bu yana. Yavaş yavaş gerçekliğin yaşantısına varmayı öğrendim. Açlıktan ölen çocuklar gördüm. Ölü bir çocuğun karşısında Bulantı ağır basamaz.
Yazar çocuğun yanında olmalı
Hangi eser ağır basabilir?
- İşte yazarın sorunu tam bu. Aç bir dünyada edebiyatın görevi, yeri nedir? Ahlâk gibi, edebiyatın da evrensel olması gerekir. Onun için de yazar çoğunluğun yanında yer almalıdır, iki milyar açın yanında, eğer herkese seslenmek, herkesce okunmak istiyorsa. Bunu yapmadıkça, seçkinler sınıfının hizmetindedir ve onlar gibi sömürücüdür. Büyük okur yığınına ulaşmanın iki yolu var yazar için. Birincisi kimi memleketlerde sosyalist yazarların yaptığı gibi, halkı eğitmek amacıyla bir süre edebiyattan vazgeçmek. Yönetici sıkıntısı çeken bir memlekette, Afrika'da örnekse, nasıl olur da Avrupa'da öğrenim görmüş bir yerli, öğretmenlik etmeyi kabul etmez, edebiyat uğraşını birlikte sürdüremeyeceğini anlasa bile? Avrupa'da oturup roman yazmayı yeğlerse, bu davranışı bana ihanete doğru bir kayma gibi görünür. Görünüşteki karşıtlık bir yana, bütün bir topluma hizmetle edebiyatın gerekleri arasında ayrım yoktur.
İkinci yol, ancak bizim devrimci olmayan toplumlarımıza uygulanabilir, herkesin okuyacağı günlere hazırlanmak, sorunları en atak, en kaçamaksız biçimiyle ortaya koymaktır. Alain Badiou'nun Almagestes'de yaptığı budur, bir temizleme, bir arıtma amacıyla dili yargılıyor.
Halk yazarı anlamak için çaba göstermeli
Bir Almagestes herkesce okunabilir mi?
- Dikkatli olun. Ben en aşağı şeylere yönelen orta malı edebiyatı salık vermiyorum. Halk da bir yazarı anlamak için çaba göstermek zorundadır; çünkü bir yazar kapalılığı özlemese bile, yeni edinilmiş düşüncelerini her zaman açıkça, bilinen örneklere uyarak dile getiremez. Mallarme'yi alalım. Onu Fransız şairlerinin en büyüğü sayarım, ve şiirlerini anlamak için hayli zaman harcadım. Savunduğu kapalılık teorisi yanlıştır, ama söylediği şeyler güç olduğu zaman okunması da güçleşebilir. Hem halkın yalnız kolay anlaşılır şeyler istediği de sanılmamalıdır. Son cep kitapları denemesi bunu açıkça gösterdi. Kitaplarım daha küçük basılmaya başladığından beri benim de okurlarım değişti. Şimdi işçilerden, daktilolardan mektup alıyorum... Çok ilgi çekici mektuplar.
Açlığı yazamayanlar tedirginliğin altında ezilecek
Kısacası, edebiyatı sonunda sağlığa erdirecek genişlikte olmasını istediğiniz yazarla halkın buluşması her iki yan için de bir zafer olacak...
- Bu savaşın yapılması gerek. Yazar iki milyar aç insan için yazamadıkça hep bir tedirginlik duygusu altında ezilecektir.
Kalemini ezilenlerin hizmetine vermesini mi istiyorsunuz?
- Evet ama yazarın görevidir bu, yapması gerekeni yaptığı zaman bundan bir karşılık beklemez. Kahramanlık kalemin ucuyla kazanılmaz.
Benim yazardan istediğim, gerçekleri ve ana sorunları önemsemesidir. Dünyadaki açlık, atom tehlikesi, insanın yabancılaşması, nasıl oluyor da bunlar bütün edebiyatımıza renklerini vermiyor, şaşıyorum. Az gelişmiş bir memlekette Robbe-Grillet'yi okuyabilir miyim sanıyorsunuz? O kendinde hiçbir sakatlık görmüyor. Bence iyi bir yazar, ama rahata ermiş burjuvazi için yazıyor. Yeryüzünde Guinea'nin de bulunduğunu anlamasını isterdim. Guinea'de Kafka'yı okuyabilirim. Onda kendi rahatsızlığımı yeniden buluyorum. Almagestes'i de, çünkü dil yoluyla gene bizim dünyamız yargılanan. Görüyorsunuz, çağdaş yazar kendi huzursuzluk bildirilerini yazmalı ve onları açmaya çalışmalıdır. Kendisini bütünüyle umutsuzluğa kaptırmayan bir çeşit Beckett. Biçim o kadar önemli değil bence, isterse klâsik olsun, isterse de olmasın. Harp ve Sulh'un ya da Almagestes'in biçimi. Hepsi doyurucu. Bir eserin tek değer ölçüsü sağlamlığıdır: Hem kavrayacak, hem de kalıcı olacak.
Hayatınızı yazmaya devam edecek misiniz?
- Elbette, ama hemen değil. Şu anda Flaubert'in biyografisini bitirmeye uğraşıyorum.
Niye Flaubert?
- Çünkü o benim tam karşıtım. Karşı düşünceler gerekli aydınlanmaya. Sözcükler'de yazdım "sık sık kendime karşı düşündüğümü." Bu cümle de anlaşılamadı. Eleştirmenler onda bir mazoşizm itirafı ördüler. Ama insan böyle düşünmeli; kafasına yerleştirilmiş ne varsa, hepsine isyan ederek.
Tedirginlik, yargılama, tartışma, isyan, sağlık, bağımsızlık... Fazla değişmiş değilsiniz.
- Herkesin değiştiği gibi değiştim, bir değişmezlik içinde.
(Yeni Dergi, Ekim 1964, Sayı 1, Sayfa 11 - 15 / Arşiv çalışması, dizgi: Ferruh Yazıcı)
2 notes · View notes
thxgodlifeisshort · 4 years
Text
Hayatıma dönüp baktığım zaman pişmanlık görüyorum. Doğmuş olmanın pişmanlığı yalnızca. Çok saçma; doğduğun hayatı seçemiyor oluşun, doğduğun hayatı değiştirmek için bir şeyler yapabilecek yapıda doğmamış oluşun.. Değiştiremediğin kişilik özelliklerin ve günden güne daha da beterleşmeleri.. Eskiden her şeye rağmen iyiydim, en azından iyi düşünürdüm. Her fikre saygı duyulmalı, derdim. Beni üzen insanlar üzülmesin, derdim. Kimseyle ilgilenmezdim. Sonra saygı duyulmalı dediğim insanların saygısızlığına maruz kaldım. Benim fikirlerim yokmuş gibi davrandılar. Saygımı yitirdim. Kötü kalpli insanları bile üzmemek adına yaptığım incelikler görmezden gelindi, üstelik hep ben kötü oldum. Belki de hep ben kötü olandım. Sonuçta kötülüğe maruz kalıp iyiliğini kaybetmemek gerçek iyilik değil miydi? Değilmiş işte kardeşim. Kerizlikmiş, bunu anladım da değiştim. Uğruna sıkıntılara girdiğim, ciddi anlamda psikolojimi bozduğum insanlar hiçbir şeyden etkilenmediler. Olan bana oldu. Olan bana olduğundan beridir farkındayım ve düşüncelerim değişti. Ama kendimden asla emin olamıyorum. Düşüncelerinizin yanlış olduğunu, benimkilerin farklı olduğunu yüzünüze karşı haykıramıyorum. Bu benim ezikliğim belki ya da hayat şartlarımdır. Asiliğim kendime, seviyesi de belli. İçinde bulunmak zorunda olduğum yaşantının hiçbir yerine uymuyorum ama artık uymadığım için kendimi suçlamıyorum. Sadece çevremdeki yarım akıllı insanlara gerçek beni gösterip söylediklerini kulak arkası etmek o kadar güçlü hissettirirdi ki beni.. Bunun için eksik olan bir dayanak mi? Kendi içimdeki güç mü? Ne gerekli? Tüm savaşlarımı kendimle vermişim, tüm gücümü kendime harcamışım. Sonradan kendimi kabul edip asıl sizle savaşmam gerektiğini farkettiğimde yorgunluk çöktü üzerime. Beni siz yordunuz. İçinde bulunduğum kafesin parmaklıklarıyla renklerimin uyuşmaması yordu. Beni bu düzenin ortasına atan tanrı varsa eğer, o yordu. Beni üretirken aykırılık katan makine yordu. Beni kendimi bildim bileli kafamda bir savaşla yaşamama neden olan bu düzen yordu. Onu değiştirmek istiyorum. Yolum yok, çözüm yok ya da belki gözlerimin bağını çıkarıp atmam gerek.
2 notes · View notes
ablasiguzellerdenn · 4 years
Text
kuvvetle muhtemel hayatım boyunca senin gibi bir ablaya sahip olduğum ve kimsenin senin gibi bir ablaya sahip olamayacağını bildiğim için kendimi şanslı kabul edeceğim. çünkü şanslıyım. abla ne demek senden öğrendim ve nasıl abla olunur senden gördüm. bir ablanın tüm vasıflarını çarpı beş olarak kendinde barındırmanın ve abladan çok anne gibi anaçlığa sahip oluşunun dışında çok iyi birisin özünde ki anlatmama gerek yok bilirsin zaten. böyle sevdiğim biri hakkında bir şey yazmaktan pek hoşlanmıyorum çünkü genelde böyle tam ortasında tıkanıyorum. şimdi sana seni nasıl sevdiğimi anlatmaya çalışsam eksik kalır, bilirim. kelimeler yetmez çünkü içimdeki seni anlatmaya. sana şimdi, seni attığın her adımda yeniden seviyorum desem belki anlamazsın beni ve eksik kalır sevgim. ben seni bu kadar az sevmiyorum ki. lügatımda içimdeki sevgiye tam manasıyla karşılık gelen bir kelime yok. eğer olsaydı emin ol her cümlemde kullanırdım. seni olduğun gibi seviyorum, çünkü benim tanıdığım en iyi insanlardan dördüncüsüsün. (sırada babaannem berfin ablam ve halam var) kötülüğe bile iyilikle karşılık verebilecek kadar olgun, beni ne yaparsam yapayım sevebilecek kadar merhametli bir ablasın. yaşın ilerledikçe daha da tatlılaşıyorsun bu konularda.senin yanında eğleniyorum, gülüyorum bazen ağlıyorum. her zaman yanımda oluyorsun. ablam olduğun için göğsümde taşıdığım gururu tahmin edemezsin. insanın senin gibi bir ablaya sahip olması lütuf bence. yaşadığın tüm zorluklara ve engellere rağmen hayatına güler yüzünle devam etmene hayranım. sen hayran olunası bir insansın. hep benim önümde, örnek alabileceğim bir insansın. ne yazsam hakkında eksik kalır biliyorum. ama yine bir şeyler yazmak istiyorum. hayatıma iyi ki girdin çünkü en kötü anımda sen vardın yanımda, hani düşünüyorum sen olmasan atlatamazdım belki de ya da belki bu kadar olgunlaşamazdım, gülüp geçemezdim bazı şeyleri. bana çok şey kattın, senden çok şey öğrendim ki öğrenmeye de devam ediyorum. ne yaparsam yapayım, nasıl bir hata yaparsam yapayım arkamda olacağını bildiğimden kararla atıyorum adımlarımı. hep yanımdasın çünkü ne bok yersem yiyeyim.çok fazla olmasa da seninle yıllardır dostmuşum gibi hissediyorum aramızdaki samimiyetten kaynaklı. anlatamasam da, sürekli dile getiremesem de seni seviyorum. varlığını hissetmeyi, yanımda olmanı seviyorum. dostum olmanı, en yakınım olmanı seviyorum. üzüldüğümde bana söylediklerini düşünüyorum ve sonra diyorum ki iyi ki doğmuşsun. iyi ki doğmuşsun ve ablam olmuşsun. ablanın sözlük anlamını hissettiren bir abla. seni seviyorum. söyleyemediğim her saniyenin anısına bir kez daha. daha bir sürü 25 sene göreceksin. hepsi birlikte ve böyle keyifli olur umarım. seni çok çok seviyorum. ablam olduğun için teşekkür ederim.
-Toprak
3 notes · View notes
Text
Tumblr media
⭐⭐⭐⭐⭐
••┈┈┈•• Birileri hakkında düşünür, konuşur, bir kanaate, bir yargıya ulaşır ve onları ulu orta ifade ederken adaletin terazisini dosdoğru tutuyor muyuz?
Başkalarına bakarken hep içimizdeki savcı görev başında sanki, avukatsa hiç ortalıkta yok. Duruma göre suçlamak, mahkûm etmek, yaftalamak, karalamak, havasını indirmek, fiyakasını bozmak hevesi içimizi boydan boya kaplıyor ama onu bir insan bilerek savunmak, anlamaya çabalamak, temiz tutmaya, lekelemekten korumaya çalışmak, yanında durmak pek gelmiyor aklımıza. Velev ki söz konusu kişiler, akla gelen menfi fiilleri bütünüyle işliyor ve bizim kendilerine yakıştırdığımız suç ve sıfatları sonuna kadar hak ediyor olsunlar; her mahkemenin olduğu gibi içimizdeki mahkemenin de bir ‘savunma makamı’ olması gerekmez mi? Onca keskin uçlu, katı, mahkûm edici cümlenin içinde hiç değilse birkaç sesini duyurmaya çalışan ‘belki’ cümlesi, azıcık da olsa hayra yorulacak ihtimal bulunmaz mı? Hangimiz gerek aşikâr, gerek kendini kıyı köşemize ustaca gizleyen zayıflıklardan, hatalardan ve günahlardan beri ve azadeyiz ki!
Her hükmün hakka, hukuka, hakkaniyete ve bütün bunların temeli olan hakikate tastamam uygun düşmesi icap etmez mi?
İçimizdeki mahkemede birilerini durmadan asıp keserken nasıl oluyor da bütün ağırlıkları sol kefeye koymakta bu kadar rahat, bu kadar pervasız, bu kadar keyfî davranan insanlar olabiliyoruz?
Neredeyse her gün, her saat, her an, her önümüze gelen kişi hakkında kaskatı hükümler verir, ağır yargılarda bulunur, boynuna uluorta yaftalar takıp dururken, neden en azından bir de dönüp hakka, hukuka, hakkaniyete ve elbette hakikate doğru bakma zarureti hissetmiyoruz? Adaleti kendi içinde tesis edemeyen, tesis etmek için çaba göstermeyen, yazık ki bunu aklına dahi getirmeyen bir insan, o dönüp bakmadığımız hakikat nezdinde insan mıdır?
İnsanlar nefis geçimini başka insanları harcayarak temin eder hale geldi. Hepimiz az ya da çok bu kirli döngünün içine giriyor, bu çirkinliğin bir parçası oluyoruz. Hepimiz az ya da çok bu kötülüğe, bu suça, bu günaha batıyor, bulaşıyoruz. Hatta pek çoğumuz o kadar gündelik hale getirdik ki bu karalama faaliyetini hayatımızın rutini bu artık. Bu çürütücü hastalığı yayan mecra ve araçlara körü körüne kapılışımızdan, bağlılığımızdan, bağımlılığımızdan, irademizi neredeyse ele geçiren bu sinsi iptiladan vazgeçemiyoruz, sanki vazgeçecek gibi de değiliz. Her gün sabahtan akşama sözle, yazıyla birilerini harcayıp duruyoruz. Bunu küçük fiskelerle ya da ağır darbelerle yapmış olmamız çok bir şeyi değiştirmiyor. Sonuçta çürüyoruz, bize hiç yakışmayan bir çirkinlik bizi hep beraber kendi rengine boyuyor.
‘İnsan’ı önce kendimize karşı, kendimizden, nefsimizden, şişkin egolarımızdan, örtülü enaniyetimizden, tecessüs düşkünlüğümüzden korumamız ve savunmamız gerekiyor. Yargı bizim mesleğimiz değil... İnsanlar da bizim günlük eğlencemiz değil... Tepelere bir yerlere kurulup, elimizdeki değneklerle hayatları, kişilikleri, davranışları didiklemek bizi kibirli ve kör kılıyor.'
⭐Evet, nihaî tahlilde bu da yargıda bulunan, yargılayan bir yazı... Yani ortada kaçınılmaz biçimde yine bir mahkeme varmış gibi duruyor. Esasen bir mahkeme kurmak benim işim de değil, haddim de değil; muradım bu vesileyle hepimiz için bir muhasebe ve muhakemeye kapı açmaktır.
O En Güzele Emanetsiniz...🌺
________________°🌺💞🌸°_________________
🎀
12 notes · View notes
priitikana · 4 years
Text
Hindistan gezi notlarım/Fatma Nur Kayral
Yoga Vidya Gurukul
Mumbai /Nashik Ashram notları
25.10. 2019 cuma
Hindistan yolculuğum, varılacak yerin coğrafi konumu itibariyle uzun olduğu kadar, sonunda varılacak hiçbir noktanın olmaması açısından da göz açıp kapama mesafesindeydi diyebilirim. Cuma günü sabah İzmir’den İstanbul’a ve oradan Mumbai, Hindistan’a bütün gün boyunca süren yolculuğumuz Nashik şehrindeki Yoga Vidya Gurukul’da cumartesi sabah saat 11.30 da son bulmuştu.
Burada bizleri bolca kara ve sivrisinek, temiz, nemli ve yağmurlu bir hava, kafamızdaki meraklı düşünceler, yemyeşil bir doğa ve Şiva'nın girişteki maviye boyanmış heykeli ile güler yüzlü insanlar karşıladı. Aşram deneyimimiz boyunca küf kokusunun bize eşlik edeceğini henüz bilmediğimiz saatlerdi. Sabah erkenden yol kenarında yerel bir restoranda yediğimiz hardal, kimyon ve zerdeçal kokulu Hint yemeklerinin içindeki baharatların, aşram deneyiminin en ilginç noktalarından birini oluşturacağını kim bilebilirdi. Aşrama girişte önce kayıt yaptırdık. Ardından aşramın enerjisi en yüksek bölümlerinde yer alan odalarımıza yerleşirken bulduk kendimizi. Yazımı yazarken Bora hocama sordum aşram kelimesinin kısaca ne anlama geldiğini söyler misiniz diye: Aşram “Çaba ve çile içindeki yer”i kelime anlamı diye belirtti. Ardından düşündüm; çaba ve çile benim içimde mi, yoksa ben mi çaba ve çile içinde bir yerdeyim? Çaba ve çile içimdeki tüm çatışmalardan bazen yaralı bazen de, sağ çıkmayı başardığım bir yeri hatırlatıyor yani ilişkilerimi. Çatışma bütünlüklü bir ilişkiye içkinse, çatışması olmayan bir ilişki gerçek bir ilişki değildir diyorum ve çile ile çabanın olduğu yerde yani aşramda oluşan çatışmalara hazırlanıyorum, üstelik bütün silahlarımı bırakarak. Tüm bunları düşünürken Bora hocam “Aşram fiziksel bir yapıdır” diye cevap verince, kafamdaki çatışma da son bulmuş oluyor.
Aşramda ilk akşamım, anlamsızlığın hakim olduğu bir zaman dilimine dönüşmüştü. Neden buradaydım, burası neresiydi, beni neler bekliyordu? anlamlı ve gerçekliğime uygun hiçbir karşılığı yoktu. Bilinmezliğe katlanabilmek gerçek anlamda hissedilir bir dil oluşturmuştu da, henüz bu dili konuşmayı bildiğimi de sanmıyordum. Kocaman bir anlamsızlık kapısının önünde duruyordum ancak kapının ardında beni bekleyenlere hazır mıydım bilmiyordum. Alıştığım hiç bir şey yoktu burada; yüzler, tatlar, mekanlar, diller, duygular, hayvanlar ve havasını bile bilmediğim bu kocaman kapının ardında bana farklı deneyimler vadediyordu. Önce yüreğim daraldı, anlamsızlık denizinde boğulma korkusuyla bocalarken yorgunluktan uyuyakalmışım. Sabah uyandığımda dinlenmiş olmanın verdiği güçle, yüreğimdeki ve kafamdaki çalkantının anlamını çözmek üzere erkenden kalktım. Macera başlıyordu.
Tumblr media
 26.10. 2019 cumartesi 
Alıştığımız dünyanın bizi esir aldığı WiFi, aşramda tek bir noktada çekiyor. Sosyalleşmek, alıştığımız düzeni devam ettirmek, isyan etmek, kaçmak veya kendimle buluşmak veya karşılaşmamak için, tek bir nokta yani. Benim payıma düşen hangisiydi? Belki de hepsi. Yağmur yağıyor yine ahmakıslatan cinsten. Her yer ıslak, kokular muson ikliminden olsa gerek, küfün tonları. Ayağı kayıp düşenlerin oluşturduğu manzaralar çoğaldı, biride bendim. Bazı şeyleri öğrenmek, benimsemek ve alışmak zaman alacaktı, mesela kaymadan yürümek, baharat kokmak, kobra yılanlarının her yerde olabileceği fikri gibi. Burası bu mevsimde oldukça kalabalık, hem de zaman yavaş akıyor ve çoğu zaman da sessiz. Hem sıcak, hem de her dem yağmurdan nemli ve ıslak. Hem yeşil hem de güneşli. Hem hiç şarap yok ortalıkta hem de üzüm bağlarının ortasındayız. Hem kalabalık, hem de sessiz. Zıtlıklar aynı anda var olmak için mutlak doğruyu zorluyor adeta.  Mumbai ise çok büyük, karmaşık ve zıt kutupların birlikteliği ilkesinin başkenti olma ünvanını hak eder cinsten bir şehir. Şimdi oradan 185 km civarı uzakta Nashik'deyiz. 
Burada kullanılan tüm sular yağmur suyundan elde ediliyor. Saçlarım, cildim yumuşacık oldu. İçtiğimiz su bile yağmurdan elde ediliyormuş.
Bu akşam Bora hocamızla beraber grubumuza hoş geldiniz demek için Pooja seramonisi yapılacak. Puja veya pooja’nın anlamı; Hindular tarafından bir veya daha fazla tanrıya adanmışlık ibadet etmek veya bir konuğu ruhsal olarak kutlamak, ağırlamak veya onurlandırmak için yapılan bir ibadet töreniymiş. Özel misafirlerin varlığını onurlandırmak veya kutlamak için yapılıyormuş. Eğitime gelen her yeni gruba yapıyorlar. Tatlı dağıtıp Guru'nun fotoğrafına çiçekler sunuyorlar. Mantralar ve şarkılar da söyledik beraber, ardından herkes gurunun fotoğrafına çiçek sunarken dua etti. Aynı zamanda bu gezinin Diwali'ye denk gelmesi de sanırım Bora hocamın önceden planladığı bir şeydi. Puja ve Diwali bir arada oldu. Geleneklerine hala bu kadar bağlı olmaları çok hoşuma gitti, bizde geleneklere bağlılığın ne kadar azaldığını düşününce. Diwali “ışık demeti” anlamına gelen ve Hinduizmin en önemli festivallerinden biriymiş. Işıkların baş rolde olduğu bu kutsal festivalde; ışığın karanlığa, iyiliğin kötülüğe ve bilginin cahilliğe karşı zaferinin kutlandığını söylüyorlar. Kuzey yarım kürede her yıl sonbaharda kutlanan Diwali, kapılarda, pencerelerde, binaların çatılarında, tapınaklarda ve nerdeyse görebildiğimiz her yerde parlayan ışıkla gözümüzü kamaştırdı. Sonunda ise havai fişek gösterisi yaptılar, gökyüzü de ışıklara boyanmıştı. Bende içimdeki karanlığın, içimdeki ışığın zaferiyle aydınlanması için dua ederek uyudum içimdeki inancın gücüne sığınarak o gece. Neye inandığım önemli miydi yada kime belki hangi tanrıya hiç tanımadığım bu topraklarda. Bora hocam bir dersinde Hindistan için neye inandıklarından çok “inancın” önemli olduğunu söylediğini hatırlıyorum ve huzurla uykuya dalıyorum.
Tumblr media
27.10.2019 pazar
Gün ne güzel aydı bu sabah da erkenden, ama yol yorgunluğum hala devam ediyordu. Yemekler ve kahvaltı benim için pek tercih edilir cinsten olmasa da alışmaya başlamıştım. Sevdiğime duyduğum özleme içkindi bu sabah meditasyonum. Tüm yorgunluğumu alan ağrı kesici bir tarafı vardı aşkın benim için. Ardından meditasyonda sevdiğim ve özlediğim herkes yanıma geliyor ve bana enerji veriyor sevgileri. Şükran duymak, dua etmek, olanı görüp şefkatle kabul etmek buradaki en güzel ritüelim haline geliyor.
Bora hocamız şehir gezimiz sırasında ilginç bir bilgi aktarıyor bize: Hindistan’da Ganj’ın çevreleyen şehirlerde, 12 yılda bir dünyanın en büyük festivali gerçekleşiyormuş. 2001 yılında yapılan festivale 60 milyon kişi katılmış. 2013 yılında ise 120 milyon Hindu katılmış. 12 yılda bire denk gelen o tarihlerde  gitmemeye karar veriyorum  Hindistan’a bu inanılmaz kalabalığı duyunca.
Bulunmaz Hint kumaşını bulmaya gideceğiz bugün Godawari, Nashik'e. Bora hocam ile doğuyu gezmek, gezdiğimiz yer ile alakalı felsefi ve coğrafi, güncel ve popüler bilgileri dinlemek, bunca zamandır anlattığı ve yazdığı, yoga eğitimlerindeki sembol ve dili yerinde görerek çözmek benim en büyük keyfim. Hindistan'daki aşramlar'ın en meşhuru, Beatles grubunun kaldığı Chaurasi Kutia olarak da bilinen Beatles Ashramının, Uttarkand eyaletindeki kuzey Hindistan şehri Rishikesh'e yakın bir yerde olduğunu ve Satyananda'nın Bihar'daki aşramında Jnana Yoga'nın ağırlıklı olduğunu bununla yoganın felsefesi ve yoga hakkında yazılan kitaplar ile tüm bilginin buradan Hindistan’a ve tüm dünyaya yayıldığını söylüyor hocamız. 
Mahindra ve Nashik yol boyunca çok renkliydi. Türkiye’deki 3 tekerlekli motoguzilerin adı burada Rikşa. Aynı araçlar Tayland’da tuk-tuk olarak isimlendiriliyormuş. Böylesi kalabalık bir ülkenin toplu taşımasında az yer tutması açısından, trafik için oldukça iyi düşünülmüş bence bu küçük taksiler.  Kentte kadın erkek ve çocuklar çok güzel giyinmiş, arabalar, evler ve dükkanlar ise çiçeklerle süslenmiş. Diwali'nin rengarenk çiçeklerle bezenmiş, kandillerle ışıklandırılmış güzelliğine her yerde rastlamak mümkün. 
 Godawari nehri kıyısında ve kasabanın içinde Nashik'e yakın bir yerleşkede geziyoruz. Buradan rudrakşa (Şivanın gözyaşları anlamına anlamına gelen aldık. Çok fakir ve pis bir kasaba olduğunu söyleyebilirim. Godawari nehri kıyısında tüm Hint gelenekleri gerçekleştiriliyor, ölü yıkama, çamaşırlar ve banyo. Tüm kasaba nehir kıyısına yakın yerleşmiş diğerlerinde olduğu gibi Ganj tüm Hindistanı besliyor. 
Yerli halk bir şeyler satmak için elinden geleni yapsa da pazarlıkçı ruhumuz iş başındaydı. 
Tumblr media
Triambakesh ise Godawari 'den sonra aniden tertemiz caddeleri, avm' si ve düzgün yapılarıyla bir anda karşımıza Nashik şehri çıktı. Değişim çok ani olmuştu şaşırdık. Bu kadar kısa mesafede bu kadar ani bir değişim!
Aşramda yoga derslerimizi veren Hintli hocalar derse girişte ısınmaları daha kısa tutup hemen pozlara geçiyorlar. Birazda aşram mantığıymış bu, her an hazır olacaksın yoga yapmaya yani, onların bedenleri oldukça hazır görünüyor bize nazaran. Çünkü hayat tarzlarını oluşturuyor yoga, yani arada bir yaptıkları bir etkinlik değil her an hazır bulundukları bir yaşam tarzı.
Om-kara ve Triambak mantra 11 kez tekrar ediliyor burada. 5 duyu organı yani pança jnanedriyani, 5 fiil organı yani pança karmendriyani ile zihni de ekleyince toplam 11 elde ediliyor. Bu yüzden tekrarların 11 kez olduğunu ifade ediyor Bayan Purnima.
Gezi dönüşü gece Diwali 'yi kutladık. Çiçekler sunduk yüce guruya mantralarla. Şeker yedik hep beraber, ateşler yandı her yerde kandiller ve mumlar hiç sönmedi. Turuncu kasımpatı çiçekleri neredeyse her yeri süsledi. Bizde katıldık ritüele ve çiçeklerle dualarla hem kutsadık Guruyu hem de kutsandık. Yeni yıl hoş geldin. Belki bizim için de yeniliklerle geldin. Sonunda aşram bizim için çok ilginç ve yeni bir deneyim oldu. Yeniliklere gebe olması da kaçınılmaz gibi görünüyor. Bu gezimiz boşuna Diwali 'ye denk gelmiş olamazdı. Günün sonunda rangolimizi (Diwalide renkli kumlarla evlerin önüne, her yerde yerlere çizilen mandalaya benzeyen şekiller) renkli kumlarla çizdik yere ve havai fişeklerle veda ettik geceye. 
Bugün başımda bir basınç artışı söz konusu, sanırım çay, kahve içmediğim için. Hepimizde hafif dökülmeler. Sinir sistemimin zorlandığını hissediyorum. Tapas (riyazet-disiplin-çaba) aşramın en temel öğesiymiş. Bakalım nereye varacak bu baş ağrısı? 
28.10.2019 pazartesi 
"Yaptığın en küçük harekete bile kalbini, ruhunu ve aklını kat. Başarının sırrı budur" demiş S. Şivananda. 
Aşram koşulları zor. Sabah 5'te uyanınca öğlen yemeğine kadar kısa bir mauna yani sessizlik yaptık grup olarak. Hiç konuşmadan enerjimizi sadece kendimize, içimize doğru yönlendirdik. Baktığın her şeyde, gördüğün her kişide, karşılaştığın her durumda kendimi fark etmem ne hoş, bununla birlikte boğazında ki düğümler de bırakmıyor insanın yakasını. Farkındalık böyle gelişiyor anladığım burada ve Antar Mauna: içsel sessizlik demek, böyle arınıyor insan karmasından aşramda, sadhana ve karma yoga yaparak; yani herkes her şeyden sorumlu ve karşılaştığım durumlara verdiğim tepkilerim tamamen benimle ilgili. Sadhana yoga öğretisinde spiritüel bir amaca, arınmaya, aydınlanmaya yönelik olarak yapılan uygulamaların genel adıdır ve düzenli olarak yapılması esastır. Yani ne yaptığımızdan çok nasıl yaptığımız önemli. Karma yoga ve Bhakti yoga beraber yani. Bhakti yogayı her akşam tüm aşramın katıldığı ve Tryambakam mantrasını 108 kez söylediğimiz yajna seramonisi ile yapıyoruz. Buna arada bir yaptıkları Bhajanı da (kiirtan) katalım. Seramonide sürekli yanan aleve dökülen Ghe yağının aynı zamanda ortamdaki havayı da temizlediğini söyledi Bayan Purnima yani Gurujinin eşi, Guruji ise bu okulun, aşramın gurusu. 108 adet tryambakam mantrası ve ilahiler söyleniyor. Ruhsala doğru böyle ilerliyorlar burada. Çok güzel bir seramoni, her akşam yemekten önce katılmayı adet ediniyoruz bizde keyifle. 
Her akşam saat 17.00 civarında yağmur, sanki sözleşmiş gibi yağıyor hem de oldukça iyi yağıyor. Oysa gün içinde hava çok sıcak. Hocamız Gandar, hem yeşili, yağmuru hem de böyle bir güneşi bir arada göremezsiniz çok şanslısınız diyor bize. Diwaliye denk geldik ya ondandır diye düşünüyorum birden. 
Bu akşam Bhajan var yani Kirtan yapacağız. Herkes müzik aletlerini paylaştı, sonsuz sevginin her yerde ve her zaman bizimle olduğunu anlatan mantralar ve şarkılar söylerken çok mutluyduk. Tabii ki dans etmeyi de ihmal etmedik. İnsan ruhsala doğru böyle zamanlarda birlik ve bütünlük hissiyle daha rahat ulaşıyor. Sevginin olmadığı her yer sararıp solmuyor muydu günün sonunda diye düşünüyorum yatmaya giderken, dilimde gurupuja mantra eşliğinde. 
29.10.2019 salı
Bu sabah çok erken trekking ile başladık güne, güneşi selamlamak için aşramın arkasındaki dağa tırmandık sessizce. Çok uzun sürmedi tırmanışımız ama yağmurdan dolayı biraz tehlikeliydi. Havada tatlı bir serinlik ve hafif nemin eşlik ettiği yağmur da bizimleydi. Zirvede güneş doğarken surya namaskar (güneşe selam) serisini yaptık. Rüzgar içimize işlerken, harika bir manzara eşliğinde güneşi selamlıyor olmanın haklı bir gururu vardı hepimizin yüzünde. Huzur vardıysa ve mutlulukta ona eşlik ediyorduysa, işte tam olarak bizi de içine almıştı bu duygu. Çok uzun zamandır hissetmediğim ve belki de çok uzun zaman boyunca da hissedemeyeceğim bir duyguya tanıklık ederken, bu duygunun ne olduğunu tarif bile edemiyordum dağın zirvesinde meditasyon sırasında. Huzurun dayanılmaz hafifliğiyle aşağı inerken herkes birbirine yardım ediyordu. Ama sırılsıklam ve çamur olmuştu ayaklarımız, matlar ve ayakkabılar kirlendi. Oysa tüm bu kire, çamura inat ruhlarımız derinlemesine arınmıştı dağın zirvesinde.
Tumblr media
 Dönüşte hummalı bir temizlik bizi bekliyordu. Aynı gün başka odalara taşındık. Ttc öğrencileri ayrıldı aşramdan, böylece güzel odaları bize terk ettiler anlayacağınız. Herkes odasını pırıl pırıl temizleyip çıktı yeni odasına. Aşramda temizliği her daim katılımcılar yapıyor karma yoga olarak. Bizler bu konuda kimseye pabuç bırakmadık, tüm Nashik yaptığımız temizlikten dolayı bizi konuşuyormuş diye espri konusu bile olduk Bora hocamızın dilinde. 
Sonunda yeni odalarda ve daha az börtü böceğin, yengeç ve kurbağanın olduğu alanda olduğumuza inanmak istiyorduk. Gandhar ise yanıldığımızı bu alanda en çok yılanın olduğunu söylerken ekliyordu; ama bu güne dek kimseyi sokmadılar. Rahatlamalı mıydık bilemezken, aşramda küçük bir panik havası esmeye başlıyor.
 Kaldığımız yeni alan bana yatılı okulda geçen lise yıllarımı anımsattı. Zor yıllardı benim için hatırladığım ve hatırlamak beni duygusal anlamda biraz zorladı. Çelik ranza yataklar, ortalıkta asılı çamaşırlar, gece bitmeyen sohbetler, tuvalet, banyo sırası beklemek ve dolaptaki yiyeceklerimizle tam bir yatılı okul havasındaydık. İçeriden bakınca tam bir gecekondu hayatı yaşadığımızı düşündük ve bizi en çok eğlendiren de bu oldu. Kahkahalarımızı diğer tüm odalardan duyduklarını daha sonra öğrenecektik.
Güneş var gökyüzünde, tatlı bir rüzgarla dağılıyor sıcaklık ama gökyüzünden gelen ses, gök gürültüsü. Öte yandan cırcır böcekleri nihavent makamında şarkılar söylerken sallandığım salıncaktan ufka dalmak hep hatırlamak istediğim bir anım olarak kalacak. 
Akşam yajna ya giderken yağmurdan yosun tutmuş taşlara dikkatsiz  ve acele basınca yere düştüm. O acıyla hemen kalkıp yajna ya yetiştim ama kolum ve kalçamın ağrısından erkenden yatmak zorunda kaldım. Birde yatılı okul anılarımın kalp ağrısı eklenmişti bedensel ağrılarımın kıyısına. 
Bu kadarıyla kurtulduğuma şükrederek uyumuştum saat 20.30'da, gözlerimde bir kaç damla yaşla.
30.10.2019 Çarşamba 
Sabah yine 5'te uyandık. Mauna yapan arkadaşları rahatsız etmemek için bizde sessizdik. Her sabah 6’da gün başlıyordu aşramda. Meditasyon ve yoga her sabah keyifle beklediğimiz uygulamalar. Gün içinde ise farklı derslerimiz oluyor. Hindistan yemeklerini pişirmeyi öğrenmek, Hint baş masajı atölyesine katılmak, Gandhar’ın ve Bayan Purnima’nın teorik ve pratik dersleri ile Ayurveda sohbetlerimiz akılda kalacak başka bir konuydu. 
Aşramda zaman zaman dadandığımız başka bir yerdi köy bakkalını andıran kokusuyla kendine has küçük dükkan. Tütsüler, takılar, ayurvedik yağlar, kıyafetler, sabunlar bizim için bambaşka bir dünyaya açılan bir kapı olmuştu. Hem alışveriş zevkimiz tatmin oluyor hem de orada vakit geçirmek farklı bir sosyalleşme biçimimiz olmuştu burada. Hemen yanında da kitapların olduğu dükkan ise aynı merakla baktığımız bir alandı.
Aşram da kalan ve bir şekilde çalışan herkesin komün bir hayat yaşıyor olması hayal ettiğim bir yaşam tarzıydı. Birlikte pişiriyor, üretiyor ve yiyip içiyorlardı. Çöpleri geri dönüştürüp hiç bir şeyin ziyan olmasına izin verilmiyordu. Herkes yaptığı işinin bilincindeydi. Ben çirkinim, eksiğim, herkes bana ne der, aman güzel ve derli toplu görüneyim, vay kırışmışım, kaşlarım uzadı hemen gidip aldırayım, tırnaklarımı, saçlarımı yaptırayım stresi hiç yoktu burada yaşayan hiç kimsede. Oldukları gibi öyle doğal ve güzeller ki. Kadınlarda eski ya da yeni demeden hep geleneksel kıyafet olan sarilerini giyiyorlardı hergün. Erkeklerde öyle sayılır, uzun bir elbisenin altında pantolon ve terlik. En büyük aksesuarları ise yüzlerinden hiç eksik olmayan gülümsemeleriydi içimizi ısıtan. 
Gün sıradan bir aşram deneyimi ile sona eriyor. 
Arada bir WiFi buldukça dış dünya ile iletişim kurma çabamız takdire değer ama son bir iki gündür kendiliğinden azalmış durumda. Günde sadece 1 kez girdim nete dün.
 Kendimle başbaşa kaldığım zamanların kıymetini hiçbir şeyle ölçemem burada. Ben ve kendim bile değil, sadece ben. 
31.10.2019 Perşembe 
Bugün büyük temizlik günü, tüm aşram ��ğrencileri işlere eşit olarak dağıldık. Kiminin elinde toz bezi, kiminde paspas, kiminde ise süpürge vardı. Tüm aşram pırıl pırıl oldu. Birlikte el ele çalışmak, çalışırken içine gönüllülük ve sevgimizi katmak eminim hepimize iyi gelmişti. Karma yoganın insan ruhunu tazeleyen bir yanı vardı. Nereden mi anladım, herkesin yüzü gülüyordu. Nihayet ayurvedik masaj randevumu da almıştım ertesi sabaha. Sabah akşam düzenli yoga asana uygulamalarından ve yol yorgunluğundan sonra bu masajın çok iyi geleceğine emindim. Bugünse mauna, içsel sessizlik günüm. Sabahtan beri ağzımı açmadım. Biraz yazdım, biraz gezdim, meyve yedim ve çokça meditasyon yaptım. Mantralar söyledim içimden ve hep sustum. Sessizlik tanrıların diliymiş. Doğanın sesi içimizdeki sesmiş ve daima bizimle beraber olanmış, Gandhar hocamızın ifadeleriyle. 
Ayrıca fark ettiğim en önemli şeylerden biri de sessizliğin sınırlarımı yeniden fark edip yenilediğim bir alan açması oldu. Sürekli konuşurken sınırları dış dünya koyuyordu, oysa iç sessizliğimdeyken sınırlarımı ben belirliyorum, daha önce hiç koyamadıklarımı da fark ederek. 
Susunca anladığım diğer şey ise yargılarımın ardında başka bir dünya olduğuydu. Oysa dünya başka bir yer, insanlar başka. Stres altında günlük yaşamın içinde akarken daha doğrusu sürüklenirken göremediğim şeyler ne kadar parlak görünüyor burada. Tüm duyu organlarının işlevini azalttığım ve meditasyon ile duyu organlarımı rahatça geri çekebildiğim bir yerdi aşram. Bakış açımı değiştirebilme gücü veriyordu tüm bunlar bana. Daha fazla istediğin değil, olanla hatta azla yetinmeyi öğrenerek zenginleştiğim bir yer. 
Tumblr media
Günlerdir peynir, yumurta, çay, kahve, zeytin ve ekmek yok burada. İlk 2 gün sanki aradım ama sonra unutuldu gitti. Şimdi baharatların ismini ve nasıl kullanıldıklarını anlamaya çalışıyorum. Aşramda tapas ilk planda, yani disiplin çok önemli burada. Her zaman gülüyor Gandar hocamız ve bir o kadar da disiplini hissettiriyor. İncinmiyorsun asla sadece egonu nasıl geri çekeceğini öğreniyorsun aşram koşullarında. 
En büyük şansım küçük bir aşram olan Yalova Köy evinde tüm bu çalışmaların benzerlerini son 8 yıldır deneyimlemiş olmam. Bu yüzden hazırlıksız değildim. Çocukluğum da aşramdaki hayata çok benzer bir hayatmış, burada anladım. Dahası yatılı okulun disiplinini ve komün yaşamını da katarsak hayat beni bu koşullara fazlasıyla hazırlamış sanki. Çünkü kendimi asıl burada gerçek evimde gibi hissediyorum, yani tam olarak merkezimde. 
01.11.2019 cuma 
Sabah her zamanki erken kalkışımızın ardından harika bir meditasyon ve hatha yoga dersi sonrası kendimi Ayurvedik masajın kollarına bırakıyorum. Gencecik, zayıf kara kuru Hintli bir genç kadının güçlü parmakları ve sıcacık yağ ile yaptığı masajın tüm bedenime mesajı net oluyor; kendini daha çok sev, daha çok dokun ve daha fazla hisset. 
Hindistan'da günler uçarak geçerken buradaki birçok kişiyle daha yakın ilişkiler kurmaya başlamanın keyfi bu deneyimin önemli bir kısmını oluşturuyordu. Yeni arkadaşlarım vardı artık. 
Bugün Bora hocamız ile Triambakesh'teki Jyotirlinga tapınağına olan gezimiz Hintlilerin yapılara değil, daha çok ruhsallığa önem verdiklerini bir kez daha kanıtlar nitelikteydi. Onca harika eski yapılarda bakım neredeyse hiç yok. 3 yıl önceki Nepal gezimizde de aynı duruma tanıklık ettiğimi hatırlıyorum. Tapınakta Lord Shiva'nın Altın tacı pazartesi günleri görülebiliyormuş, oysa bugün Cuma. Genel olarak darshan için gelen Hintli adanmışların katı kıyafet kurallarına uyması beklenmese de, kutsal alan içinde özel bir pooja yapmayı tercih eden erkek adanmışların beyaz dhoti ve havlu giymesi bizim için çok ilginç görüntüler oluşturmuştu. Bu arada darshan (Darśana), bir tanrının veya kutsal bir insanın hayırlı görüşü anlamına geliyormuş. Böyle enerjisi yüksek tapınaklarda çeşitli sembol ve ritüllerle kutsanıp adanılan şey "yüksek bilinç" aslında. O bilince erişmek için adaklar, sunular her kültürde, dinde mevcut. Bizlerin Şiva *Linga'ya yaklaşık 5 metre mesafeden bakmamız ve sadece yakınına çiçek bırakmamıza izin verilirken, sadece özel Pooja yapmak isteyen adanmışların ana kutsal alana girip Linga'ya dokunmalarına izin verildiğini öğrendim bu gezide. *[linga: lord Şiva nın özel simgesi]. 
Tumblr media
Alışveriş içinse harika bir yer burası. Rudrakşa, Şiva linga heykelcikleri, müskat ve kakule dövmek için havan, Şiva Şakti heykelleri ile Tiger balm, kolye, küpe, bilezik ve daha neler neler. Yediğimiz Hint burgerin tadı ise hala damağımda. Samosa denen bir börek de tadına bakılmadan dönülmemesi gerekenlerden. Ama yiyeceğin yerini doğru seçmek önemli, çünkü her işi elleriyle alelade yapıyorlar. Hijyenin h'si buralara az uğruyor. 
Sokakların kralı ise yine inekler. Ben böyle sevimli kendini sevdiren, seven kişiyi yalayan inek görmedim. İsim de verdim benekliye, "Krişna". Neden Krişna diye sorarsanız eğer; burada dilediğin şeye kutsal kabul edilen tanrıların isimleri verilebiliyor.
Tumblr media
Gezinin sonunda Gandhar hocanın harika dersi bizi bekliyordu. Konumuz meditasyon bugün. Gandhar hocanın, gerek dersini dinlerken gerekse sohbetlerinden anladığım, entelektüel bilgiyi pratik bilgeliğe dönüştürmüş bir kişi olduğu. Derste bize kendimizle arkadaş olup olmadığımızı sordu. Kendimizi arkadaşlarımızdan daha fazla eleştirdiğimizi, daha fazla kendimize kızıp, suçlayıp, yargıladığımızı yani kendimize karşı çok acımasız olduğumuzu ifade etti. Düşündüğümde haklı olduğunu fark ettim, çünkü içimizde çok güçlü duygular var ve onların ifade bulması için genelde faturayı kendimize çıkartıyoruz. Aşram koşulları kendimi sevmek ve şefkatle sararak, yargılayıp suçlamadan kabul ederek arkadaş olabileceğim bolca sessiz zamanlar vadediyor.  Bu dersi ayrıca başka bir yazımda anlatmayı çok isterim.
Ardından da Ayurvedik Dr. Satish Chavan ile Ayurveda giriş kursuna başlıyoruz. 
 Yoga Vidya Gurukul, 1978 yılında buradaki hocamız Gandhar Mandlik'in babası olan Yogacharya Dr. Vishwas Mandlik tarafından kar amacı gütmeyen bir organizasyon olarak kurulmuş. Bu okul Bihar Yoga Okulu'ndan Swami Satyananda'nın vizyonundan ilham alıyor ve yönlendiriliyormuş. Hindistan geleneksel hatha yoga tarzı temel öğretim biçimleri. Hindistan'da 18000'den fazla yoga öğretmenine, yabancı ülkelerde 4500 yoga öğretmenine ve tüm dünyada 300.000'den fazla yoga öğrencisine sahip olan bu okulun bir parçası olmak bizlere de iyi geldi. Hindistan'da 35, Singapur, Avustralya, Hong Kong, Kazakistan, İtalya ve Tayland'da 5 merkezi olan “yoga vidya gurukul” seva bilinci ile hizmet vermeye devam etmesi de buranın bir parçası olarak bana çok iyi geldi. 
Seva, Karma yoganın (benliği unutarak hizmet etmenin yogası) ve Bakhti Yoganın (teslimiyetin yogası) temel taşlarındandır ki; bu yoga türünde kendini düşünmeden vermeye odaklanmak, en yüksek seviyedeki ibadet olan ruhsal çalışmanın bedene dönüşmüş halidir.
 2.11.2019 cmt
Muson yağmurları şarkılar söylüyor geldiğimizden beri. Dün gece başlayan yağmur hiç durmadan, sabah gün doğumuna kadar yağdı. Öyle sıradan romantik de değil, kazandan boşanırcasına. Saatlerdir yağan o yağmur nerede şimdi, onca su nereye gitti? Toprak müthiş hepsini kucaklamış görünüyor. Su kültürü hakim bir ülkede olduğumuz net zaten. Burada ısıtma sistemi yok, klima yok. Yani üşümek çok mümkün burada eğer hava kışın çok soğuk olursa.
 Gündüzleri bu mevsimde 33 dereceyi gördük. Yağmurda kobra yılanları ortaya çıkıyormuş ve öyle kobrayı görünce ay ne şeker demeyin sabit kalın pek hareket etmeyin diye de uyardılar. Zaten her yerde yılan gördüğünüzde uymanız gereken talimatlar asılı. Panik yok yani. Bir kobra yılanı ile en yakın mesafede göz göze geldiğim yer olarak da burası kişisel tarihime kazınıyor. 
Gandhar hocamızın babası buraya ilk geldiklerinde kobraların burada yaşadıklarını biliyormuş ve şöyle söylemiş; burası onların evi, saygılı olursak onlarda bize saygılı olur. Bu güne dek ne bir kobra öldürmüşler, ne de oradaki bir kişiyi kobra yılanı ısırmış. Önceleri yakaladıkları kobraları tutmuşlar ellerinde ama fareler çoğalmış bu kez. Doğanın dengesini bozduğunda hemen cevap veriyor bize, eğer dinlemesini bilirsek. Fareleri zehirlediklerinde ise onların leşini yiyen kedi, köpekler de telef olmuş. Burada olmak dersin kendisi anlayacağınız. Çünkü doğanın tam kalbindeyiz. Ayrıca hocalardan eğitim almak, sohbet etmekte üstünün kreması gibi. Sabah Bora hocamın harika dersinden sonra şimdi mutfakta karma yogaya gidiyoruz kalanlar da oda ve etraf temizliğine. 
Tumblr media
Mutfakta işler biraz karışık. Hem temizlik yapıyoruz hem de kahvaltılık ile öğlen ve akşam yemeklerine hazırlık yapılıyor. Mutfakta herkes kendi bulaşığını kendi yıkıyor ve kurulayıp yerine bırakıyor. Yemek yerken her daim sessizlik var. Biz yemeği yaparken bile sessizdik. Sessizliğe alıştım desem yeri var. Konuşmanın ne kadar yorucu olduğunu ve dinlemenin de enerjini nasıl aldığını fark ettim. Odaklanmak için sessizce içine dönmek gerek anlayacağınız. Sonra seslerin arasında bile belki mezkezlenebilir insan. Daha önce bilmediğim bir fasulye çeşidi ayıkladım, kabak, salatalık ve domates öğlen yemeği içindi. Papaya ve kavun ile süt hazırlığı ise kahvaltılık. Mutfakta 15 kişiye yakın sayıda vardık. Yeni ttc öğrencileri de gelince sayımız arttı. Artık yemek almak ve bulaşık yıkamak için sıra bekliyoruz. 
Bugün Gandhar hocamızın dersi vardı. 
Önce sorulamızı cevapladı ardından baba bir konu ile beraberdik; ZİHİN. Konuya hakimiyetine, hazırlanışına ve gülümseyerek anlatma disiplinine hayran oldum. 
Derse başlarken “öncelikle zihinlerimizin burada olduğuna emin olalım” dedi ve sordu? Zihin nerede? Bu yazıyı okurken yani şu anda zihniniz nerede?
 3.11.2019 pazar 
Bu sabah yoga ve meditasyon pratiğimizde "Burada asıl olan içimize yaptığımız  yolculuktur" dedi Bora hocam. Size anlattığım her şey buradaki deneyimlerin bendeki yansımaları hakkında. Aşram koşulları kolay değil doğru, bununla bereber aşramdaki koşulların ve eğitimlerin herkes üzerinde farklı etkileri olduğu kesin. Çünkü zihinsel koşullanmalarımız farklı her birimizin, çağrışımları başka, üstelik aynı olayların içinde olsak bile. Bu sebeple içimizdeki yolculuğun seyri ister istemez değişiyor. Bir kişide travma yaratan süreç, bir başkasında şifaya neden olabiliyor. Burada başkasının gözleriyle görmeye, bakış açılarımızı yenilemeye davet etti bizi Gandhar "zihin" den bahsederken. Bora hoca ise bu sabah dersinde son-uç'tan özgür, sür-eç kelimelerine çekti dikkatimizi, bizi nasıl etkilediğine. 
Tumblr media
Karma yoga, seva çalışmaları, her gün yaptığım bir ritüele dönüştü burada. Mutfak, oda ve çevremizi temiz tutmak üstelik bunu hep birlikte yapmanın güzelliği tartışılmaz. Yoga kelimesi, birleştirmek anlamına geliyor. Tüm deneyimlerim bu birlik hissine doğru akıyor.
Bizi var eden anne babamıza ve büyürken bizde emeği olan her bir kişiye, yediğimiz yemekteki her şeyi yetiştiren emek veren çiftçiye, bilgi veren öğretmene ve tüm doğaya, deneyimlerimiz için borçluyuz. Bu borcumuzu da ödemekle mükellefiz. Çalışarak, üreterek ve potansiyelimizi sonuna kadar kullanarak, karşılıksız beklentisiz vererek borcumuzu ödeyebileceğimizi anlatıyor Gandhar. 
Ayurveda ve vinyasa dersleriyle aktı gün, asıl ders aşramda deneyim olsa da. Akşam yine yajna seramonisi yaptık, dualarım, sevdiklerim, arkadaşlarım ve herkes için, tüm doğa ve hayvanlar için. Gece yaptığımız şifa çemberi de niyet ve dualarımızı güçlendirdi. Sevgi sonsuzdur bu sebeple herkesi, her şeyi ve her yeri kaplasın diye beraberdik. 
4.11.2019 pazartesi 
Gün bütün zenginliğini sunduğunu anlatmak istercesine aydı bu sabah rengarenk çiçeklerin kokularıyla. Yaşamak tüm sorumluluğumuz, başka bir şey değil ve tabii ki önce zarar vermeden. 
Bu sabah meditasyon ve yoga pratiğimin sonrasında shirodhara masajı aldım. Daha meditatif bir hale gelemezdim kanımca. İyi ki yaptım dediklerimden. Herkese tavsiye ederim.
Bu ülkede her şey yavaş geliyor bana, gün uzuuuun uzuuuun akıyor, hatta bazen akmıyor sanki. Sadece konuşmalar, insan sesleri, gülüşmeler duyuluyor gün akmazken. Sabrın tarihi bu coğrafyada yeniden yazılıyor benim için. Bunu sessizlik [mauna] yaptığım günler daha iyi fark ettim. Burada daha az konuştuğum kesin, daha az yediğim de. Burada , azalırken çoğalan en önemli şey “fark ettiklerim”. Mesela doğanın renkleri, yağmurun sesi, çiçeğin açıldığı ve kapandığı zamanlar, insanların yüzlerinin ayrıntıları, iç seslerim, yargılarım, iç sessizliğimin rehberliği, birbirinden güzel çiçeklerin kokuları. Trafik yavaş Nashik Mahindra'da ve insanlar yavaş anlıyor, sakin dinliyor. Kısacası biz hızlı kaldık burada, çok hızlı. 
Nashik 'teki son günümüz. Yoga vidya gurukul'daki son derslerimiz de bugün. Yarın sabah erkenden Mumbai'da olacağız ve Çarşamba sabah 4.55'te uçağa binip Sharjah ve yaklaşık 5 saat bekledikten sonra İstanbul, ardından hemen İzmir. Mumbai'yi de gezme şansımız olacak böylece. İzmir beni nasıl bekliyor bilmiyorum. Bildiğim benim İzmir'e henüz hazır olmadığım. Her ne kadar daha önce de buna benzeyen inzivalarda bulunsam da bu sefer her açıdan bir başkaydı. Kafamda tuhaf sorular, kalbimde bir burukluk hissi ayrılmadan önce. 
 Bugün ziyaret ettiğimiz, Hindistan'ın Nashik - Maharashtra kentinin yakınında bulunan  Pandavleni Mağaraları, Trivashmi Tepeleri'nin antik kaya mağaralarıymış. Bu mağaralar 2000 yıldan fazla bir süredir var olup, M.Ö. 3. yüzyıl ile MS 2. yüzyıl arasındaki döneme dayanmaktadır diye yazıyor tırmanacağımız yolun başındaki levhada.  Pandavleni mağaraları Hinayana Budizm'ini temsil eden 24 mağaradan oluşuyor. Hepsi de birbirinden ilginç. Çevresi oldukça yeşil ve ağaçlandırılmış. Tepeden şehrin panaromik manzarası ise harika görünüyor. 
Tumblr media
Dönüşte 2'ye ayrıldık, alışveriş yapmak isteyenlerle, aşrama geri dönmek isteyenler olarak. Ben şehrin gürültüsü ile güneşin sıcaklığını çekemediğim için, aşramı özlediğimi fark ettim. Döner dönmez kendimi havuza attım. Gökyüzünün muhteşemliğini seyrederek yağmur sularıyla dolan bu havuzda yüzmenin tadı hiç bir yerde yoktu. Ardından Gandhar hocamızın gaddarca hazırladığı bir asana dersine katıldım. Zihinsel esnekliğinin ve bilgeliğinin bedenine de yansımaması mümkün değildi. Hayranlıkla hem izledim hem de asanaları yapmaya çalıştım. 
Aşramın dükkanı küçük ve çok kullanışlı bir alandı. Son alınacaklar için yemekten sonra kendimi orada buldum diğer tüm arkadaşlarım gibi. Zaten bizden çok alışveriş yapan da olmadığını söylediler. Dükkanı boşaltan Türk grup olarak ünlendik. Bir diğer ünümüz de su ile her yeri yıkayıp temizlememiz konusuydu daha önce de yazdığım gibi. 
Saat 20.30 'da ise Yoga Vidya Gurukul' un başkanı Guruji, eşi bayan Purnima ve oğulları olan hocamız Gandhar ile son buluşmamız ger��ekleşti. Karşılıklı duygulu paylaşımlar, son tembihler, teşekkürler, fotoğraflar, bizde kalan izlerin aktarımı, Gandhar' ın flüt üflemesi, Purnima 'nın şarkısı ve belgelerimizin dağıtılması ile son bulan veda seramonisi akıllarımızdan hiç silinmeyecekti. 
Tumblr media
Gece içimde uçuşan zıt duygularla valizlerimi topladım ve zor da olsa uykuya daldım. 
5.11.2019 Salı 
Yoga Vidya Gurukul' un sabah saat 6.00'da yeni doğan güneşine, börtü böceğine, yılanına kobrasına, havasına, suyuna, yağmuruna, beni kucaklayan sıcacık atmosferine, çiçeklerine, toprağına, tanıştığım her güzel yüreğe kısacası her şeyine selam durdum ayrılık vakti gelip çattığında. Kendimce bir vedaydı bu. Belki yine gelme umudunu içimde barındırarak. 
Yaklaşık 4 saat sonra 20 milyon nüfüsa sahip olan Hindistan’ın en kalabalık şehri Maharastra’nın başkenti, 7 adanın üzerine kurulmuş Mumbai’ye varmıştık. Meşhur Tajmahal oteline yakın, Fariyas otelinde odalarımıza yerleşip, yemek yedikten sonra rehber eşliğinde çıkıyoruz Mumbai gezimize.
Eski adı Bombay’mış kentin ve 1995’te Hindistan hükümeti tarafından adı sekiz kollu Tanrıça Mumba Devi’den esinlenerek Mumbai olarak değiştirilmiş. Bence en görkemli yapılardan biri Hindistan’ın “Giriş Kapısıydı”. Geçmişte Hindistan’a deniz yoluyla ulaşılır, limandan girilirmiş. Bu nedenle liman “Giriş Kapısı” (Gateway of India) adını almış. Gotik ve İslam üslubunu yansıtan anıt şeklindeki kapı 1911’de İngiltere Kralı V. George’un ülkeyi ziyareti şerefine yapılmış. İşin ilginç ve ironik bulduğum yanı ise, 1947’de Hindistan bağımsızlığını kazanınca sömürgeci İngilizlere kapının yine buradan gösterilmiş olmasıymış.
Tumblr media
Burada antik çağlardan beri yerleşimlerin bulunduğunu söylüyor rehberimiz. 13’üncü yüzyılda kurulan kent 14’üncü yüzyılda Müslümanların, 16’ncı yüzyılın ilk yarısında ise Portekizlilerin eline geçmiş olması mimariyi de etkilemiş elbette. “Güzel Körfez” anlamına gelen “Bom bahai” ismini de Porkekizliler koymuş. 1661’de şehri II. Charles ile evlenen Braganzalı Catherine’ye düğün hediyesi olarak alan İngilizler devreye girince isim “Bombay”a dönüşmüş. İngilizler sayesinde Bombay limanı önem kazanmış ve ticaret gelişmeye başlamış. Aynı zamanda bir kültür şehri olan Mumbai’de Bollywood, 1978’de inşa edilmiş ve Hint sineması burada yılda 120 film çekiyormuş. Ama zaman yetmediği için biz gezip göremedik.
Mumbai üniversitesi ve kriket sahası karşılıklı çok güzel bir görsellik sunuyor. Burada İngiliz mimarisi ve yaşam tarzı hakim. Viktoria tren istasyonu Asya’da tren yollarının başladığı ilk yermiş. Mimariler bir harika. Gezimizi otobüsten seyrettiğim için pek fotoğraf çekemedim. Gregory David Roberts’in yazdığı “Shantaram” kitabının içinde anlatılan hikayede adı geçen mekanı da gördük, “Leopold kafe”. Burada kahve içmek isteyenler oldu bu yüzden. Kitabın baş sayfasında yazan yazı ise oldukça düşündürücü: “Kader seni güldürmüyorsa espriyi anlayamadın demektir.”
Hindistan’da yaşayanların %70’i Hindu, % 20’si Müslüman ve % 10’u diğer dinlerden oluştuğunu öğreniyoruz yolculuk sırasında.
Banyan ağaçları Hindistan'da çok meşhur bir ağaç. Dalları yere kadar uzayıp dağılıyor. 450 yıllık Banyan ağaçları varmış. Banyan ağacının uzun yaşaması Hint ailelerinde uzun süre yaşasınlar diye, yere uzayan dallarından elde ettikleri  bir ekstratı hem saçlarına sürüp parlak olması için, hem de rahat bir uyku uyumak için kullanıyorlarmış.
Tumblr media
İlginç olan başka bir manzara da, 5000 kişinin aynı anda kıyafetlerini yıkayıp taşlara çarparak kurutacağı dev bir yıkama alanına tanıklık etmek. Yol kıyısında durduk hem fotoğrafını çektik açık hava çamaşırhanesinin hem de mini alışveriş yaparak tekrar yola koyulduk. 
Tumblr media
Gezinin diğer durağı da Mumbai de İskon tapınağıydı. Lord Krişna için bir tapınak. Orada keşiş Karuna bize rehberlik etti. Oldukça genç olan Karuna, adanmış bir kişinin bakışlarına sahip diye düşündürdü beni. Yaşından büyüktü cümleleri ve Bhagavat Gita'yı bir öğretmen ile okuyun mutlaka dedi bize. Kendisi ezbere biliyor gibiydi. Son birkaç aydır yağan yağmurlar yüzünden geçici çatılar yapılmış tapınağa. Rajasthan bölgesinden gelen kum taşları oyularak yapılmış tüm bina. Mimaride İslam ve Hindu öğeleri hakim. Tavus kuşlarının Hinduizm’de çok özel bir anlamı varmış. Yoganın farklı derinlik seviyeleri var diyor keşiş Karuna. Yoganın zihinsel bedensel ve duygusal anlamda ince ayar yaptığını anlatıyor, hayat amacımızı anlayabilmek için. Bu cevapları aramaya başlayınca ruhsal seviyeye gelmiş olduğumuzu anlıyorum. Bizim aynada gördüğümüz şey değil bir bilinç olduğumuzu anlamaya başlarız diye devam ediyor Karuna. Buraya gelenler için 2 yol vardır diyor; kişisel olan ve kişisel olmayan yol olarak. İki yol da doğru diyor. Güneşi hem görüyoruz hem de enerjisini hissediyoruz, ikisi de gerçek diye ekliyor. Kişisel olan yolu seçenler ilahi bir varlığa yöneliyorlar ve Hinduizm burada devreye giriyor. Hinduizm’de 3 ana karakter var; Krişna=Vişnu, Brahma ve Şiva (üçü de kendine özgü ilahi varlıklar). Krişna’nın elinde her zaman bir flüt var. Çocukluğunda elinde tuttuğu flüt, büyüdüğünde ise bir sopaya dönüşüyor ve Vişnu oluyor. Hinduizm’in ilginç yanı dişi ve erkek figürler hep yan yana olmasıymış. Bu tapınakta Krişna'nın odasındaki resimlerde de öyleydi. 
Tumblr media
Farsiler burada çokmuş eski zamanlarda, 100 yıl kadar önce bir yetimhaneye dönüşmüş bu tapınak. İlk kurulduğunda ahşapmış sonra taş ile değiştirilmiş. Ama Lord Krişna'nın odası 150 yıllık tik ağacından yapılmış ve hala ilk halini koruyormuş. 
Oradan Mumbai’in en güzel sahili Chowpatty’den, Arap denizinin ufkuna doğru inen güneşin batışını izlemeye gittik. Güneş bile yavaş yavaş batıyordu burada, artık kesinlikle emindim. Chowpatty Plajı, Mumbai'daki en ünlü plajlardan biriymiş rehberin ifadesine göre. Şehrin göbeğinde yer alan bu plaja, çoğu insanın uzun ve yorucu bir günün ardından dinlenmek için uğradığı bir yer olduğunu da ekliyor. Kesinlikle haksız değildi, kocaman bir şehrin ortasındaki plajın gerçekten dinlendirici olduğunu İzmir’den biliyordum. Üzücü olan, her büyük şehirde olduğu gibi plajın artık denize girilemeyecek kadar kirli olmasıydı.
Geri dönüşte çarşıların alışveriş çağrısına kulak verdik. Elbiseler, etekler ve süs eşyaları satan dükkanlar oldukça renkli bir çerçeve çizmiş. “Shantaram” kitabında adı geçen meşhur Leopold Cafenin civarında gezindik biraz. Bu yıl vizyona giren “Mumbai Oteli” filminin mekanını yani Tajmahal otelini ve Hindistan’ın “giriş kapısını” uzaktan izleyebildim otobüste olduğum için. Belki başka bir gelişimde daha ayrıntılı gezme şansı bulurum umuduyla otelime geri döndüm.
Akşam pazarına indik saat 20.30 sularında birkaç arkadaş Mumbai'nin arka sokaklarında. Kısa mesafelerle kent ve insan manzaralarının böylesine değişmesi inanılmazdı. Bir yanda zenginliğin hüküm sürdüğü yerleri izlerken, diğer yanda sefaletin sınırının olmadığı bir alana tanıklık etmek çok ilginçti. Lüks arabaların üstüne çıkıp ağaç yapraklarını yiyen keçi ise "bunların hiç biri beni bağlamaz" der gibiydi. 
Tumblr media
Yazımı bitirmeden önce Gandhar hocamın bir sözü ile veda etmek istiyorum:
“Acı ve mutluluğu yaratan zihindir, çikolata değil. Stres, endişe ve depresyonda zihindedir. Aşramda özgürlüğünüzün elinden alındığını düşünmek ya da gerçek özgürlüğün aşram koşullarında bulunabileceğini düşünmek de zihindedir. Sizin için hangisi geçerli?”
Geri dönüş vakti geldi çattı. Valizler hazır ve gece yarısı yine yollardaydık. Uzun ve yorucu ama berberliğimizin verdiği bir keyifle akan yolculuğumuzun ardından evlerimize varmanın keyfini paylaştık whatsapp grubumuzdan hep beraber.
Yoganın birleştiren ve bağlayan anlamı, bu gezimize de damgasını vurdu. Bora hocama başta olmak üzere Yoga Vidya Gurukul’un tüm hocalarına ve değerli yol arkadaşlarıma bir kez daha sonsuz teşekkürler.
Yol’da olmak güzel…
Hariom Tat Sat
 Fatma Nur Kayral
3 notes · View notes
izbirakin · 5 years
Text
Oğul;
“İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler. Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir. Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür. Hırsımız, bencilliğimiz…”
Dünya bir garip han, bir hoyrat mekan, İnsan bir garip varlık kabına sığmayan… Hayat bir yudum su, bir anlık rüya… Ömür bir kısa yol tekrarı olmayan…
Bu yolda nazarımızı sonsuzluğa dikip; büyük yürümek ve büyük ölmek gerek. Bu yolda hırs, diken; benlik ve kibir, engeldir oğul. Sakın ha kendine takılmayasın ve kendinde boğulmayasın. Teklik sadece Allah’a mahsustur, tek başına karara durup hoyrat dünyanın dayanılmaz ağırlığını kaldırmayasın. İşlerini ehil kişilere danışarak tutasın, danışırsan yol alırsın, danışmasan yolda takılıp kalırsın oğul.
“Güçlüsün, akıllısın, söz sahibisin; ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen, sabah rüzgarında savrulup gidersin.”
Bir dem gelir bir tekmeyle dünyaları yıkacak olursun, bir dem gelir yerdeki karıncaya mağlup olursun. Güç hayvanda bile mevcut. Akıl sadece anahtar. Anahtara takılmasın. Aslolan anahtarın açacağı kapılardır. Kapıların ardında hazineler, kapıların ardında sırlar vardır. Sırlar ki, ebedi muştuları koynunda barındırır; sonsuza kavuşturur. Aklını kullanıp dünyadayken cennetin kapılarını aralayasın oğul.
“Öfken ve benliğin bir olup aklını yener! Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın, azminden dönmeyesin. Çıktığın yolu, taşıyacağın yükü iyi bil, her işin gereğini vaktinde yap!”
Öfke ateş, öfke afet, öfke şeytandır oğul. İnsanoğlu dağları devirir; ama öfkesine mağlup olabilir. Öfkeyle savaşı daima taze tutmak gerektir.
“Yolcu, buruk baş gerek
Gözde daim yaş gerek Huy biraz yavaş gerek
Yoksa yollar aşılmaz.”. diyen ne güzel söylemiştir. Öfke benliğin yemi, en lezzetli gıdasıdır. Benlik semirdi mi irade yok olur gider. İradesi zayıflayanın ruhu intihar eder. Posalaşmış bir beden taşımak ne ağır zillet, ötelere kapalı bir ruh taşımak ne büyük ihanet.
Sabırsız olmaz oğul. Sabırsız menzile varılmaz. Kaf Dağı’na sabırsız ulaşılmaz. “Sabır kara bir dikeni yutmak, diken içini parçalayıp geçerken de hiç ses çıkarmamaktadır.” İnsan ocaklar gibi yanmalı, yanmalı da kimselere gamını ilan etmemelidir. Gözünü ötelere dikesin oğul, hesabını idealine göre yapasın. Şunu da asla unutmayasın: “Her şeyin vakti tayin edilmiştir. Vaktinden önce öten horozun başı kesilir.”
Vazifen çetin, yükün ağırdır oğul. Hizmette önde ücrette geride olasın. Vazifenin en ağırına talip olmakta kaçınmayasın. Vazifenin ağırlığı Yaratan’ın kullarına ihsanıdır.
“Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördüğünü söyleme, bildiğini bilme, sözünü unutma, sözü söz olsun diye söyleme.”
Bizler nefreti eritmek için, muhabbetin asaletini dünyaya yeniden hakim kılmak için çıktık yola. Bu yolda utanacak bir şeyimiz yoktur. Muhabbet yolunun gizlisi saklısı yoktur oğul. Ama altının değerini de sarraf bilir, sözünü muhatabına göre ayarlayasın. Cahilin karşısında altınlarını çamura atmayasın. Yiğit olan kördür, kötülüğü görmez; sağırdır, kem sözü işitmez; dilsizdir, her ağzına geleni demez. Bildiğini de her yerde ayaklar altına sermez. Yunus gibidir o; yüreği muhabbete, gönül ibresi Hakikate ayarlıdır. O bir defa söz verdi mi, onu namusu bilir.
“Ananı, atanı say; bereket büyüklerle beraberdir!”
Anadolu; içinden kıvrım kıvrım ırmaklar akan, ağıtları alev alev ciğerler yakan… “Ana”larla dolu olan…
Ana çile yumağıdır, oğul dua kaynağıdır. Ana yüreği narin bir ipek, ata bileği Hakk’ın diktiği en sağlam direktir. Ne ananın ince yüreğini yakasın, ne de babanın kapı gibi bileğini kırasın oğul. Yarın yuva kurduğunda ocağınla onlar arasında köprü olasın. Ana ve ata düşmemek için sırtımızı dayadığımız duvardır, yarın duvar yıkıldığında kıymetini anlarsın.
“Sevildiğin yere sıkça gidip gelme, muhabbetin kalkar, itibarın kalmaz. Düşmanını çoğaltma, haklı olduğunda kavgadan korkma! Bilesin ki; atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler!”
Her şeyin ortası makbuldür, sevginin de. Sevdiğini gereğinden fazla sevmeyesin. Sevgini de, sadece yüreğinin eline vermeyesin. En çetin imtihan “sevgi”yle olanıdır. “Kişi ne kadar bahadır olsa da, muhabbete tuş olur.” diyen atanın sözünü aklından çıkarmayasın. Böyle imtihan olmamak, istikbalde neslinden utanmamak için gecelerin bağrında, seherlerin aydınlığında duaya durasın. Senin ideallerin ve geleceğe dair hedeflerin var oğul.
Gönül adamı ömrünü boşa harcamaz, yüreğini ucuza satmaz, edep tacını başından almaz. Gönül erinin her zaman yüzü yerde, gönlü göktedir. Haklı olduğunda kavga vermesini bilir. Kavgayı sadece bileğiyle değil, ilmiyle ve yüreğiyle yapmasını bilir.
İyiliğe kötülük, şer kişinin kârı,
İyiliğe iyilik her kişinin kârı
Kötülüğe iyilik de, er kişinin kârıymış oğul.
Sen bizim rüyamız, sen bizim devâmız, sen bizim duamızsın oğul. Daima başın dik, alnın ak, gönlün pak olsun.
Zümrüt-ü Anka’nı iyi seç ki Kaf Dağı sana yakın olsun. Yolun ebediyete kadar açık olsun.
24 notes · View notes
musstuffsworld · 5 years
Text
Tumblr media
kİSKANMAYAN ERKEKTE HAYIR YOKTUR " SÖZÜ HÂDİS MIDIR ?
CEVAP
Bu söz hadis değildir. Hz. Ali (ra)'ye izafe edilmektedir: Hz. Ali (r.a.) halka şöyle buyurmuştur:
"İşittiğime göre kadınlarınız çarşı ve pazarlarda erkekler arasında gezip dolaşıyorlar. Sizde kıskançlık duygusu yok mu? Şunu bilin ki kıskanmayan kimsede hayır yoktur."
"Kıskançlığın iki çeşidi vardır: Birincisi güzel olanıdır ki insan onunla aile efradını ıslah ederek onların kötü yollara düşmelerine engel olur. İkincisi de kötü olanıdır ki bu, sahibini cehenneme götürür."(1)
Dinî metinlerde kıskançlık anlamında kullanılan Arapça "gayret" kelimesi "kişi­nin kendi mahremini koruması yönünde gösterdiği aşırı duyarlılık, izzet-i nefsine, şeref ve namusuna zarar verecek durum­lardan sakınıp korunmasını sağlayan duy­gusal tepki",daha özel olarak da "erkek veya kadının başkasının cinsel ilgisine karşı kendi eşini koruma ve savunma duygusu" mânasına gelir.(2)
Bir kimsenin eşini ve kendine ait olan bir hak ve menfaati, başkasından kıskanması ha­set değil gayret olarak nitelendirilir. Çün­kü bu tabii ve fıtrî bir eğilimdir. Kişinin sevip bağlandığı, değer verdiği bir kimseyi ve bir şeyi koruma altına alması, esirge­mesi sonucunu doğuran kıskanma duy­gusu ve bundan kaynaklanan eylemler, yükselme, ilerleme, olgunlaşma, namus ve iffetin, hak ve menfaatlerin muhafa­zası için gerekli bir tutum ve davranış özelliği olarak kabul edilir.(3) Bu sebeple İslâm ahlâk kül­türünde dengeli bir kıskançlık duygusu asalet, namus, iffet ve mertliğin temeli sayılmış ve bir onur ifadesi olarak kabul edilmiştir.
Kıskançlığın olumlu ve olumsuz yönle­rini birbirinden ayırt etmek önemlidir. Bazı kıskançlık belirtileri vardır ki görünüşte dinî-ahlâkî endişe ve hassasiyetin dışa vurumu gibi olsa da çok defa şahsî zaaf ve bencilce dürtülerden kaynaklanır. Gerek Resûl-i Ekrem (asv)'in hadislerinde ge­rekse Müslüman âlimlerin açıklamalannda, kıskançlık duyguları arasındaki bu ayı­rıma dikkat çekildiği görülmektedir. Ni­tekim bir hadiste Allah'ın sevdiği ve sevmediği kıskançlık çeşitlerinin bulunduğu belirtilerek birincisinin haklı bir şüpheye dayanan kıskanma, ikincisinin ortada şüphelenecek bir durum yokken ortaya konan kıskançlık olduğu ifade edilmiştir.(4)
İffet ve namusu koruma yönündeki kıskançlığı, kocaya dü­şen bir görev olarak gören Gazzâlî, bu ko­nuda aşırı gitmeyi de doğru bulmamak­ta ve orta yolu tavsiye etmektedir. Ona göre sonu kötülüğe varacak davranışlara göz yummamak gerekir; fakat kadınla il­gili haksız bir kanaatin oluşmasına yol açacak şekilde gereksiz yere vesveseye kapılmak da doğru değildir.
Meselâ, ka­dınların gizli hallerini araştırmaya (teces­süs) varacak kadar kıskançlıkta aşırılığa sapmak yanlış ve zararlıdır. Ayrıca bu Al­lah'ın Kur'an'da açıkça yasakladığı(5) suizanna girer.(6)
Allah Teâlâ'nın dininde be­lirlemiş olduğu özel durumlarda kıskanç­lık gereklidir. Bu sınırları aşan her kıs­kançlık aklın sınırlan dışında olup yersiz duygulardan kaynaklanan bir davranış­tır. İnsanın kıskançlık duygusunun tesi­riyle eşinin sırlarını açığa çıkarmaya kal­kışması da yanlıştır. Kıskançlıkta aşırı gi­den kişi, Allah'ın kötülük saymadığı bir konuda kendisinin Allah'tan daha duyarlı olduğunu İddia etmiş sayılır.(7)
İlave bilgi için tıklayınız:
Eşler arası kıskançlık ne ölçüde olmalıdır?..
Dipnot:
1. Kenz, II/161; M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü's-Sahabe, .3/276
2. İbnü'l-Esîr, III, 401; Lisânü'l-'Arab, "ğyr" md.; Râgıb el-İsfahânî, s.347
3. Elmalılı, IX, 6405-6406
4. İbn Mâce, Nikâh, 56; ayrıca bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 82
5. el-Hucurât 49/12
6. İhya, II, 38-39
7. el-Yevakit ve’l-Cevâhir, 11, 42
Kaynak: DİA, Kıskançlık Md.
2 notes · View notes
kolej-postasi · 3 years
Text
BİR PANDEMİ ÖYKÜSÜ: YARASA ÇORBASI KISIK ATEŞTE
Tumblr media
İyi güzel diyorsun da bu hikâyenin hikâyesi ne? Sonu meçhul ama başı ne? Kapanmak zor, kapana kapanmak daha zor. Bu zamana kadar ne sakladın ki kendine zaten. Evham… Evham, endişe, kaygı iyi değil karantinada. Dinlersen kendini baş edemeyeceğin sesler duyarsın duvarlardan. Hıyarcıklı vebadan tehlikelisi kendini dinlemek. Karantina. Şimdiden çürüttü sol yanımı. Ne kelimeymiş. Düşündüm de hiç cümlede kullanmamışım. Kendinden bile kaçacak yer bırakmıyor insana.
“Hiç böylesini görmemişiz faslı baharın”
Kısa zaman önce liseden arkadaşlarla bir sosyal medya mecrasında toplaştık. Sonbaharda ilkbaharı yâd etmenin sevincini yaşadık. Tazelenen küçük hatıralarla herkes birbirine güzel sıcak şeyler söyledi. Küçük duygusallıkları, belli imgeleri yeğnimizde saklamışız ama hayat bazılarımızı çimen gibi ezmiş. Kırk yıl sonra sınıfça kırkımızın bir araya gelmesi müthiş bir ruhsal tecrübe oldu. Yerinde kalanların duyguları, hatıraları teru tazeydi. Zaman onları aşındırmamış, olmadık detayları hatırlıyorlar ve konuşmaya, buluşmaya şiddetle arzu duyuyorlardı. Benim gibi uzakta karmaşık bir hayat sürenlerse mesafeli ve yorgun. En heyecanlımız Sacit, sanal mecrayı sınıf gibi görüyor, herkesi kaynaştırmak istiyor, önden giden kırk yılın açığını kapamaya çalışıyor.
Derken tazelenecek hatıra kalmadı ve allı güllü cuma mesajları ile dua zincirlerine kaldık. Bir akşam bir iki arkadaş mevzu açıp muhabbeti koyultmaya çalışırken Sacit’ten tuhaf bir cümle düştü: “Arkadaşlar dün evim yandı.” Yekten böyle deyince Sacit, kanım dondu. Herkes resmi geçit gibi sırayla “Geçmiş olsun” dedi, o da “Sağolun arkadaşlar” diye yazdı. Başkanımızı aradım sordum. “Bilemedim, sufi meşreptir Sacit, acaba bir metafor mu diye düşündüm” dedi. Sacit’i aradım ulaşılamıyor. Her hatıraya iç geçiren arkadaşlar tekrar can ciğer olmaya çalışırken bu haberi her hafta birimizin evi yanıyormuş gibi karşılamışlardı. Kimse vay kardeşim adresini ver demedi. Neyse Harun gitti de öğrendik ki, otuz beş yıllık ev iğneden ipliğe kül olmuş. Üç kızı ile karısı perişanmış, neyse ki can kaybı yokmuş. Ev başıma dar geldi ve sınıftan çıktım. Derken Çin’den Pandemi geldi. O gün bugündür kendi kendime konuşuyorum ama kelimelerim yetmiyor.
Kapanmak zor, kapana kapanmak daha zor. Bu zamana kadar ne sakladın ki kendine zaten. Evham. Evham, endişe, kaygı iyi değil karantinada. Dinlersen kendini baş edemeyeceğin sesler duyarsın duvarlardan. Hıyarcıklı vebadan tehlikelisi kendini dinlemek. Evde kal, zaten kalmak istiyorum ama önce ekmeğin aşın, unun bulgurun var mı diye sorman gerek. Evet, evde kal ama bir şeyler yap, yaz, oku. Veba romanı hariç. Karanlık kitaplar okuma. Varoluşçuluğun lüzumu yok. Kaldıysa dostlarını ara. Kusur arama. Eski yeni deme. Kendinden çık. Dizinde top sektir, ters takla at, yirmi üç nisan sevincini tazele, balkona çık, kendini alkışla. Egzersizlerle kültürfizik yap.
Karantina. Şimdiden çürüttü sol yanımı. Ne kelimeymiş. Düşündüm de hiç cümlede kullanmamışım. Kendinden bile kaçacak yer bırakmıyor insana. Bilirsen seni salıvereceğiz deseler, zinhar bilemezdim. Bitecek mi, inşallah ama ne zaman bitecek? Kapandık, kısıldık kaldık. Bütün sesleri, insanlı insansız motorları, savaş uçaklarını nasıl da susturdu. Kozmetik sektörü bile çöktü. Kim evinde güzelleşmek ister? Kim kime? Covid 19 Parisli bir parfüm değil. Neyse, zor günler. Kendinle çatışma, çapın hududun belli, ülke sınırı değil ki tel örgü öresin boylu boyunca. Yahut duvar. İçine dön, ama düşme. Hayattan alacaklarını tam tahsil edecekken yakalanman üzücü tabii. Kıskıvrak. İyiler önden gitmişken kime tutunacaksın? Dünya dedikleri gölgeliğe nasıl?
Ellerimi yüzümü, kollarımı ayaklarımı yıkıyor, dönüp tekrar yıkıyorum. Gözümün önünde minnacık bir leke beliriyor, gözlerini gözlerime dikmiş, büyüyor. Korona sen misin? Ses vermiyor. Kimselere göstermeden eldiven giyiyor, toz beziyle onu alıyorum. Önce toz bezini sonra ellerimi yıkıyorum. Sonra bir daha yıkıyorum. Fena bir karıncalanma var, boğazım yanıyor mu ne? Aynada yüzüme bakıyorum, bir fark göremiyorum. İnşallah yakalanmamışımdır. Biri mi öksürdü? Aaa o ben miydim, hiç anlamadım?
Kapıdan ayrı, eşiğinden ayrı korkuyorum. Bina akıllı ama virüs değil. Ekmek poşetine eldivenle uzanıyor, bir metre uzağımda tutup balkona bırakıyor, dönüp ellerimi Siirt’in Bıttım sabunuyla yıkıyor el havlusuyla kuruluyorum. Afyon’dan almıştık bu havluları bir seyahatte. Çok alalım demiştim de karım yok demişti. Almak ne güzeldi, gitmek ne güzel. Şehir yaşamıyor. Dünyanın hiçbir şehri yaşamıyor. Kafka’nın şehri bile şen şakrak. Bu labirentten çıkılmaz galiba. Toplu yaşanan yerler tehlikeli. Sosyal medya gruplarından çıkıyorum ama çıkılmıyor. Af mesajları beyhude. Suç ve cezalar orantısız. Cezaevleri boşalsa mahkûmlar geri döner. Otobüs dolmuş çalışmıyor. İn, cin evde. Peki ya asiyab-ı devlet. Dönüyor. Ya çarkıfelek? O da dönüyor. O hâlde sorun ne? Bilemiyorum. Eve ekmek götürecek emekçiler zorda ama memur değil. Küçük esnaf çok zorda. Sen ne hâldesin? Böyle işte. Kabristana bile gidemiyorum.
İnsanlık ellerini yıkar diyorsun ama yıkamaz. Kulları sahi bir ar damarım vardı dese devletler müsaade buyurmaz. Bu bir döngü, kısır ama döngü işte. Su ve değirmen ve taş değişmez. Sana verseler sen de değiştirmez, haz alırsın. Tütün gibi, keyif veren bir şey. Böyle gelmiş böyle gider. Devletler bin pişmanlık duysa kulları müsaade etmez. “Haşa” derler. Biz emir kuluyuz, malum, bize acz sana güç kudret yaraşır derler. Öyledir, haşa derler. Roma’dan Kartaca’ya, Bizans’tan Sasani’ye bilirim. Ve bunu diyecek ve bunu böyle diyecek ne çok ama ne çok beslemesi, halayığı, horantası, leşkeri, yanaşması vardır. Öyle yani.
Koronanın, Pandeminin, karantinanın kırkı çıktı mı? Çıktı ama elimiz, evimiz şehrimiz daha yıkanmadı yunmadı. Yunmaz. Ölümlerin seyri de yükseliş eğrisini düşürmedi henüz. Kaç oldu ölüm diye istatistik soruyor, aldığımız cevaba hmmm diyoruz. “Hmmm”. Elimiz yüreğimizde, yüreğimiz boş. Eskisinden de mi boş? Korkarım diyor ya ecnebiler, korkarım öyle. Bizim sınıf acaba ne konuşuyor? Sacit’in evi ne oldu? Üniversite çağındaki kızları eve, giysilerine değil de oyuncaklarının kül oluşuna yanmış. Ya hayat böyle derdik. Onu bile diyemez olduk.
Eee. E işte. Hayat sedyede. Ölüm, yoğun bakımdan çıkarak doğru kabristana gidiyor. Şu aralıktan, bak gidiyor. Ambulans sessiz, sirensiz. Morg iptal. Musalla taşı bile yok. Düşünsene. Ecel şerbetinin nasıl içileceğinin bilgisi yok. Sahi ilk kim ‘Ecel’ ile ‘Şerbeti’ bütünledi? Kim bilir? Ne terkip ama? ‘Ölüm’ ile ‘Döşeği’ kim birleştirdiyse o olmalı. Mümkün. Gezegene hükmedemediğine hayıflanan bir dangalak “Hayat inisiyatifimizin dışına çıktı” dedi radyoda. Duydum. “Nasıl bir edep yoksunusun” demeye davrandım ama bağlamadı dijital kadın. Zaman durdu. Sahi durmayı hiç düşünmemişim. Ne hâlin varsa gör diye elini çeker mi ki insandan Allahımız? Çekmez, hayır.
Hayrolsun. Pandemiden iyileşerek çıkar insan, modalar fikirler değişir deniyor. Kötülükler azalır diyen de var, ırkçılık mesela biter diyen de. Şahsen, hiç sanmam. Benim bildiğim insan bir yol bulur kötülüğe, bulur cenabetliğe. İlla bulur. ‘Adalet’ ve ‘Anlam’ açığı kapanmaz insanın. Bunca güç aşısı yapılan varlık azmanlığından geri adım mı atar, saldırganlaşır mı? Şu Covid 19’a da bir aşı yakıştırsın, gör bak tababet tanrısını. Yunan’ın tıp tanrısı başka Mısır’ınki başka. Akupunktur, Çin işkencesi, istemez. Kalsın.
Bu illüzyon ne kadar sürer? Nasıl bileyim. Bu perde kapanır yeni bir perde mi aralanır? İnsan esaslı bir sorgulamadan geçerek vahdet yönünde dirilir mi? Zor. Bir metafizik dalga mı gelir çıkışta, yoksa alır başını gider mi nihilist yahut batıni yorumlar? Yine herkesin hakikati kendine kabilesine mi olur? Bilemem. “Yetti artık” diye insandan arınmaya mı gidiyor dünya? Bunu da bilemem. Sanal dünyamızın yakıtı tükenir, oyun oynaş tedavülden kalkarsa esas o zaman kime çalınır çanlar? Ya şu davetsiz ezanlarımıza ne demeli. İnsan hangi ufka, hangi ufuk noktasına baksın? Beni en ziyade müezzinler üzüyor. Ya seni? Gün gelecek, “ışık gölgeye, dişi erkeğe, iyi fenaya, dünya insana ihtiyaç duymayacak” diye senaryolar okuduyduk da absürt dediydik. Absürd. İnsan ölümü bile ortadan kaldırmak istiyor absürd ama istiyor.
Ölüm bir rakamla bir sayıyla öldürülmek isteniyor. Cesetler ceset torbaları sayıyoruz eldivenli ellerimizle, maskelerimizle. Biz alışkınız da ceset saymaya, torbaya, maskeye, eldivenli batılılar unutmuştu. Onların da ışıkları sönen şehirleri insanın içini ayrı yakıyor. Ya biz? İlk taşı biz mi atıyoruz yoksa? İnsanlık ölürken bile ayrımcılıktan vazgeçmiyor muyuz; haklı olmanın konforundan hissemize pay mı çıkarıyoruz? Başkasının felaketi bize haz mı veriyor? Biz vaftizle arındık siz hak ettiniz mi diyoruz Veba’daki Oran Şehri’nin papazı gibi? Hak ettiniz diyordu doktora papaz. Milano, Venedik, Floransa dahil Doğu ve Batı solunum cihazına bağlı.. Yurtsuzlar şimdilik nasyonalistlerden daha mutlu ama yarın onlara da meçhul Uzun namlular, keskin nişancılar sosyal mesafeye tabi. Kimseye saklanacak yer yok. Acz hepimize.
Ev, evet ev… Ev iyi de çitilenmeden oturulmuyor evde. Kolonya kokusu da sıktı artık. Şu gördüğün koltuktayım ya kırk gün kırk gecedir. Aynanın karşısında gizliden iki kültürfizik hareketi yapayım dedim utandım. Kapıya gelen komşumun hem kapımı çalması, hem böyle bir zamanda ekmek istemesi şu kuş kursağıma küçük bir umut ile az sevinç doldurdu ama verdiği habere de içim yandı. Komşu komşu. Hu huuu. “Yaşın yetmiş işin bitmiş, otur oturduğun yerde” diye taşlıyorlarmış akranlarımızı.. Ben çok üzüldüm. Üzerine gazap yağar da bu büyüklükte bir musibetten daha büyük bir musibet ancak böyle devşirilir. Taş mı yağacak üstümüze, taş devrine mi döneceğiz? Daha toprağa, betona, yutonga doymamışken.
Süper yapay zekâcılar medeniyet biterse kimlerin ayakta kalacağını hesap ediyor? Nükleer savaş, iklim krizi an meselesiymiş. Her an gezegenin işi bitebilirmiş. Daha ben komşuya gidemeden, ekmek borcunu ödeyemeden, Sacit’in Bursa Çekirgedeki yeni evine varamadan. Karantina ağırlaştı, yaprak kımıldamıyor. Ne hazin. Onca sokak, yol, kapı kapalı. Bir eczaneler açık. Rüyalarımda bazı mekânlar ve başlarken bitmesinden korktuğum sohbetimiz devam ediyor ama şehir kapalı. Hamuşan diyeceğim de şu ucubeye hamuşan dersem de o canım kelimenin gönlü incinir. Bu insansız heyulalar arasında bir sana yetiyordu sesim, şimdi sana da yetmiyor. Sen de zaten ısrarla evde kal diyorsun.
Şu ev bahsi de ayrıca can sıkıcı. Sanırsın herkes ehli beyt. Yirmi üç nisan ağzıyla neşe dolu sınıfımız. On bir ayın sultanı da geldi. Sefalar, şifalar getirmiştir inşallah. Hazır giyim, ahiret azığı, oh ne ala. Kendinle baş başa ol, içine dön, dünyayı evine al, daha neler. Şu bol baharatlı, tuzu kuru mistisizm de ayrı bir lezzet. İçine dönüyor, oradan cevher çıkarıyormuşsun. Cevher projesi yani… Bir cevher bir proje, bir proje bir cevher… Eve dön, tamam da evin, gönlün yerinde mi? Sonra bizi niye hep kendi odunumuzla dövüyorlar? Niye ama?
Plan projelerinizi kapalı devre ortaklarınızla yapsanız da bize de ekmek arası bir şeyler kalsa. Ramazan pidesinin kokusu mesela. O koku bana bize annedir. Sancak’ta aldım en son. Din, medeniyet, kültür, tasavvuf, tıp, tabiat, ruh. Karalahana, Çubuk turşusu, Etli ekmek, Çi börek değil ki hepsini yiyesin. Yemesene. Sonra fosilin ne ki cevherin ne olsun. Bir bak haline. İşini yap git. Şeyhi Ekber’den iki pasajla, Mevlana’dan iki mottoyla başımıza Buda kesilme. Eğ başını git. İçimizi kemiren, ruhumuzu boşaltan şu daraldığımız günlerde bari yaşam koçluğu etmesin bari? Call Center mi, maneviyat rehberi misin, nesin? Herkesin elinde avucundakini kapmak zorunda mısın? Yapma etme.
Yoğun bakım üniteleri yetersizmiş de sokaklarında insanların öldüğü Avrupa’yı en ziyade bu vurmuş. Uğruna denizlerde boğulan, sınırlarda vurulan yurtsuzların can attığı ama varamadığı güzelim sokaklarında. Hayat fışkıran Birinci Viyana’da, Champs Elyses’de bile öksürükle hapşırıkla yayılıyormuş. Hapşuuu. Elhamdulillah. Çok yaşa demeye varmadan dökülüyormuş insan. Boğazda bir yanmayla başlıyor, ateş, nefes darlığı, kuru öksürükle devam ediyormuş. Çare maske, çare sosyal mesafe, çare evden çıkmamak. Naçara ne çare? Dışarı çıkma diyorlar bana. Çıkmıyorum. İmmun sistemin zayıf, diyabetin, tansiyonun, kalbin, zatürren var sakın diyorlar. İçimde deli sorular dönüp durduğu halde pencere aralığından bile bakmıyorum. Söz hekimlerin, korkuyorum onlardan, istemeseler de dua ediyorum kendilerine. Benim duamdan ne olursa.
İyi güzel diyorsun da bu hikâyenin hikâyesi ne? Sonu meçhul ama başı ne? Anlatayım. Çin’in Vuhan’ında bir kadın bir yarasa çorbası içmiş ve dişlerinin arasında virüs infilak etmiş. Saraybosna’da köprünün üzerinde Veliahd Franz Ferdinand’ın Sırp kökenli bir çakal tarafından öldürülmesinin Cihan harbine giden yolu döşemesi gibi. Ya da “Yetti artık” diye sebze sattığı ruhsatsız işporta tezgâhını devirerek kendini ateşe veren Tunus’lu Muhammed Buazizi gibi. Hangi laboratuvarda üretildiği meçhul bu biyolojik silahla her milletten her ülkeden binler on binler ölüyor. Gerçeği yalnız gerçeği kimse söylemeyecek. Ne Şi Jipling ne Tramp. Irak kavruldu, Saddam öldürüldü de nükleer silahlarının yerini hiç bilemedik..
Eski dünya akıldaneleri hiçten başka ne dedi? Başımızı eğelim, bize acz iyi demedi, demezler. Dünyanın kudretli kudretsiz tüm otoriteleri yek ağız virüse savaş ilan etti ya ben esas bundan korkuyorum. Savaşkan bir dil ile düşmanı virüs olan bir topyekun savaş nasıl kazanılsın? Daha dünya kısık ateşte, pişiyor. Manhattan’dan Roma’ya uygarlık kavruluyorken. Herkes biçare..Azmanlaşan Çin deyince artık akla Çin işi, Çin İşkencesi, Ucuz İşgücü, Konfüçyüs, Tao, Mao gelmeyecek. Çin gayrı yarasa çorbası, Amerika nasıl o çirkin şebekse. Öyle işte.
Ya biz? Allah’ın izniyle yine yol açılır bize. Rah vardır sevdiğim dilden dile. Yine tavafımıza döner, yine saflarımızı sıklaştırır, sosyal mesafelerin tamamını aşar, birbirimize kavuşur, sarıp sarmalar, beraber yürürüz yağan yağmurda, cem eder, cumamızı eda ederiz. Yine söyleriz ilahilerimizi: “Kâbe’nin yolları bölüktür. Benim yüreciğim delik deliktir. Dünya dedikleri bir gölgeliktir.” Öyledir. Bakmayın, gölgeliğe gökdelen diktik ama o başka. Nasip kısmet olursa evden çıkar, yine çalarız sazımı söyleriz umut türkümüzü. şiirimizi: “Taş bağırda sular dizde gideriz/ Bir gün akşam olur biz de gideriz/ Kalır dudaklarda şarkımız bizim.”
“Hiç böylesini görmemişiz faslı baharın” diyen Taşlıcalı Yahya’ya hürmetler bu kıvamını bulmamış öyküden. Evi yanan Sacit’e de yeni dijital dünyamızdan sevgiler. Evinde, oturma odasında oturan insanlığa da şifalar. Kısık ateşte, yarasa çorbası, yani yalan dünya. Kapitalizm krizde, petol savaşları dinlenmede, silahlanma biyolojiye kaydı. Corona sen misin? Seni alacak toz bezimiz yok. Ah bir toz bezimiz olaydı. Bir de aşımız. Sacit’e koşsaydık. Tabiat dersinde çocukları dövmeseydi öğretmen. Keşke. Yollar tutuk, mabetler insansız. Cami, mescit, iftar, sahur mahzun. Hüzün dere tepe, dağ taş. Maske zorunlu, sokak yasak, hayat karantinada. Şaftı kayan dünyayı endişe rehin aldı. Boşa kostaklanan haydutlar başlarını uzatamıyor. Acz göründü herkese, hepimize. “Solgun halk çocuklarına” devletler belki yanlış sorular sormaz bir daha. İnsan dizini kırdı ama kimsenin minderi altında değil. Şimdilik şeşi beş görüyor insan. Şarkı sustu, susacak. Sala okunuyor. Acz yalnız bilime yakıştırılamıyor. Tababet ateşlendiriyor. Virüs üreten bilim çırpınıyor. Adamları çırpınıyor. Dünya soğuyor, İnsanlar ölüyor. Devletler ve uygarlık öksürüyor kuru kuru.
NİSAN 26, 2020 | PERSPEKTİF ONLİNE*
MUSTAFA ŞAHİN |  BİR PANDEMİ ÖYKÜSÜ: YARASA ÇORBASI KISIK ATEŞTE
Tumblr media
0 notes
snapeingozyasii · 3 years
Text
Hayatta yaşanacak bir sürü yenilgi var. Bir sürü korku, hüzün, mutsuzluk. Yaşanacak kötü olan bir sürü şey var. Ve bunlar varken gelecek güzel günler de var. Çok canınız yanabilir. Hatalar yapabilirsiniz önemli olan bunları yaptıktan sonra geri dönüp baktığınızda yüzleşmekten korkmayıp daha dik ve daha sağlam yere basabilmek. Eğer bunu başarıyorsan sen insan olabilmişsin demektir. Herkes herkesi kaybedebilir. Insanlar hayatınızdan çıkabilir ya da yeni insanlar girebilir. Yıkılmaya, savrulmaya gerek olmayan bu hayatta olabildiğince vicdanınla huzurlu olmaya bak. 70 yaşına geldiğinde geriye dönüp bakarken vicdanının sesini susturmak yerine ben bu hayatı yaşadım iyisiyle kötüsüyle bir hayat yaşadım ve geride güzellikler bırakabildim diyebilmek için yaşa. Yapamayacağın şeyler için söz verme. Söz verdiysen yap. Insanları incitme seni ne kadar incitirlerse incitsinler bırak onlar kendi vicdanlarıyla baş başa kalsın. Sen hep iyi kal. Mutsuz olsanda mutlu et. Sevebileceğin kadar sev, zarar mı görüyorsun sevmekten vazgeçme ama sevdiğinden vazgeç. Hayat üzülmek için çok kısa, insanların sana karşı yaptığı hata paylarından üzülmek için ise yok denecek kadar kısa. Kaderin kollarına tamamen bırakma kendini ama kadere inanmaktan da vazgeçme. Hayat seçimler sunar bize, seçimini yaptıktan sonra sonuçlarını göze al. Seçimin mi kötü o kötülüğü iyiliğe çevirmek için çabala. Mükemmeli arama kusurları sev. Herkes mükemmelin peşinde, herkes en iyi olma derdinde. Sen bir fark yap kusurları sev. Mükemmellik en iyi olmak değil bence o kusurların içinde gizlenen iyiliği görebilmek. Hiç üzülmeyeceksin demiyorum sana hayat her zaman sana güler yüz göstermeyecek üzül, ağla hüznü de yaşa. Her göz yaşının altından güzel bir gülümseme gelecek sadece bekle. Acılara kapılıp hayatını mahvetme. Küçük şeylerle mutlu olmayı başar. Inan ki o kocaman mutluluklardan çok ufak tefek şeyler seni daha da çok mutlu edecek. Yetinmeyi bil fazlasını arama. Korktuğun tek şey iyiliğini kaybetmek olsun. Insanların sana kötülük yapmasından korkma çünkü yapacaklar, sen sadece onlara benzemekten kork bu seni kötülüğe itmekten uzak tutar. Hatalar yap ama hatanı telafi etmeyi başar. Keşke deme diyorsan da onu iyikiye çevirmeyi başar. Gerektiğinde görünmez ol ama içindeki iyiliği kaybetme, çünkü o huzur paha biçilmez. Zorlukların her üstesinden iyilikle geldiğinde, gülümsemeyi ihmal etmediğinde sevdiklerinle mutluluğu yakalayacaksın. Bana bu düşünceleri sağlayan beni bu noktaya getiren her şeye teşekkür ederim. Çünkü bildiğim bir şey var ne kadar kötü olursanız olun yakıp yıkın ben sizin gibi olmayacağım. Kötülüğe karşı hep iyilikle geleceğim. Çünkü ben kendime yeterim, bir gün sizde bunu umarım hisseder ve yüreğinizle gülümsemeyi başarırsınız. Mutluluk kapının arkasında o kapıyı açmayı ihmal etmeyin. 🌼
0 notes