DERİNDEN
Annemin yakın dostu Aliye Abla’nın kızı evleniyordu. Akşama doğru yola çıktık. Benzini doldurmak için yakın bir akaryakıt istasyonuna girdim. Tam istasyondan çıkacağım annem:
“Kemal, yavrum bana su alıver. İlaçlarımı şimdi içeyim sonra unutuyorum.”
“Anne madem ilaç içeceksin ne diye yanında su bulundurmazsın ki!”
“Ay senden de bir şey istenmiyor. Çabuk al, geç kalmayalım.”
Oflaya puflaya arabadan inip markete girdim. Su aldıktan sonra Selim’i görmüştüm. Liseden sonra onu çok aramıştım ama hiç ulaşamamıştım. Yanına gittim. Saçlarını uzatmıştı boyu benimkiyle aynıydı. Hafif bir çökmüştü ama olur o kadar. Yanına gidip ayaküstü biraz konuşup yarın buluşmak için sözleştik. Kim derdi ki hiç gitmek istediğim düğünün bana eski bir arkadaşımı vereceğini. Kader denilen şey var olduğunu bir kez daha kanıtladı bana. Hayatıma bir anda girmişti bir anda çıkmıştı.
Onun okula geldiği ilk günü hatırlıyorum. Kimseyle konuşmuyordu. Elinde defter, kalem sürekli bir şeyler çizip duruyordu. Başta özel eğitime ihtiyacı olduğunu düşünmüştüm ama sonra annesi sadece ergenliğe girdiğini çok zeki olduğunu alışmadığı için böyle yaptığını söyledi. Ne müdür ne öğretmenler inanmıştı annesinin sözüne. Bunun üzerine Selim’i teste soktular. Sonuç okul için şaşırtıcıydı bütün testlerden yüksek puanla geçmişti. Selim geldikten birkaç ay sonra okulda bir dedikodu çıktı: konuşmamasının sebebi ise yeni evlenen annesini cezalandırmakmış. Gittikçe merakım daha da artıyordu. Birkaç kere yanına gittim. Konuşmaya çalıştım bana mısın demedi. Çizdiği şeylere bakmak için hafifçe bakmaya çalıştım. Çizimi yarıda bırakıp defterini kapatıp oradan uzaklaştı. Bir hafta sonra okulda iki iri yarı çocukla kavga ederken o geldi. Hiç yanından ayırmadığı defter kalemi yere bıraktı. Konuşmaya başladı:
“İki kişi bir kişiye oluyor mu böyle ben de geleyim eşitlenelim?”
“Geri bas dilsiz çocuk dayak yersin!”
“Görelim bakalım kim dayak yiyor?”
Veli’ye bir yumruk attı. Veli yerde buldu kendini. Ahmet’in kaşını patlattı. Öfkeyle tekmelemeye başladı. Nöbetçi hocalar olmasa çocuklar hastaneliklerdi. Benim yüzümden disiplinlik olacaktı. Tüm suçu üstüme almama rağmen diğer çocuklar Selim’i suçlamışlardı. İkimizin de ailesini çağırmak için telefon numaralarını istemişlerdi. Selim cevabı kesindi:
“Benim ailem yok. Öldüler.”
“Ne demek evladım öldü? Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Seni besleyip büyüten okula gönderen ailene karşı nankörlük ediyorsun?”
“Ağzımdan çıkanı kulağım iyi duyuyor. Benim için öldüler. Babam eve terk ederken beni yanında götürmediği için öldü. Annem beni unutup evlendiği için öldü. Şimdi beni sokağa atmadıkları için onlara minnettar mı olmalıyım? Keşke doğar doğmaz beni atsalardı öyle yapmış olsalardı onlardan daha az nefret ederdim. Şimdi ne bana annelik ne de babalık yapmış insanların telefon numarasını istemeyin.”
Ortak bir nokta bulmuştum onunla benim babam ölmüştü onunki ise kalbinde ölmüştü. Ben babam olmadığı için üzülürken o babası gittiği için üzülüyordu. Üzüldüğünü göstermek yerine nefret ettiğini göstermeye çalışıyordu. Birkaç saat sonra benim annem onun babası gelmişti. Babası şık bir takım elbise giymişti. Peyzaj mimarıymış. Belediyeye geniş yeşil kütüphane proje için anlaşma yapmışlardı. Oradan geliyordu. Müdür durumu anlattı. Normalde uzaklaştırma almamız gerekiyordu ama Selim’in babası bir şekilde ikna etmişti. Bizi sınıflarımıza göndermişlerdi. Selim’e dönüp elimi uzattım:
“Artık arkadaş mıyız?”
“Niye arkadaşın oluyorum senin?”
“Niye yardım ettin peki?”
“Dayak yiyeceğin çok belliydi. Nedense dayak yemeni seyretmek istemedim.”
“Arkadaş olalım işte. Borcumu ödemem için arkadaş olmalıyız. Bir dahakine ben sana yardım ederim.”
Gülüp geçti dediğimi ama anlamıştım beni onaylamıştı. Artık bu tuhaf çocukla arkadaştım. Yavaş yavaş arkadaşlığımız ilerledi. O kendin içinde yaşamaya çalışsa da ben bir şekilde dahil oluyordum onun yaşamına. Bir gün çizmeye neden başladığını sordum. O da bana şu cevabı verdi: “Bu okula gelmeden önce öfke kontrol sorunlarım vardı. Annem babam ayrıldıktan sonra daha da arttı. En ufak bir yanlış ya da aptalca bir soru beni çok sinirlendiriyordu. Bir anda sandalyeler sopalar kırıyordum. Sürekli birilerini dövmek istiyordum. Tabi okul bir yere kadar dayandı. Beni terapiste gönderdiler. Adı Hasan’dı başta hiç sevmedim onu. Hiç usanmadan benimle konuşmaya çalıştı. Neyse işte terapiler sırasında çizme yeteneğimi keşfettim. Hasan bana öfkemi çizerek sakinleştirebileceğimi göstermişti. Artık birinin kolunu kırmak yerine onu kolu kırık çiziyorum. Suratını mı dağıtmak istiyorum suratı dağılmış bir halde çiziyorum. Böylece insanlara vurmadan vurmayı öğrendim” Aslında bu cevaptan sonra ondan korkmalıydım ya da uzaklaşmalıydım. Karşımda bir psikopat gibi insanlara saldırmak isteyen biri vardı. Bense onu anlamaya çalışıyordum. Selimle tanıştıktan sonra yazmaya ilgim arttı. Her şey üzerine yazı yazıyordum. Selim benzer karakterinde bir katil yazacak kadar ustalaşmaya çalışıyordum.
Bir gün öğle arasında otururken konuşmaya başladı:
“Biliyor musun? Bazen kitaplardaki karakterlerine bürünüp öyle çizmeye çiziyorum. Geçen mesela Otomatik Portakal’daki Alex’tim. Sabahları süt içmemin sebebiydi. Aslında Alex, herkesin onun gibi mutsuz olmasını istemişti. Kendi mutlu olamıyorsa başkasının da mutlu olmasını istememişti.”
“Hayır, yanılıyorsun Alex, adalet sisteminin çalışmadığı bir yerde her istediğini yapan bir ergendi.”
“Ne yani sana göre ergen bir çocuk suç işlediyse hapse gitmeli öyle mi?”
“Eğer ıslah olmayacak kadar kötüleşmişse evet hapse gitmeli çünkü o tüm yolları kendi kapattı.”
“Peki hapse girdiğinde ne oldu? Herkes ona yardım etti? HAYIR olanların tüm bedelini ödettiler. Bana adaletten bahsetme hele de bir çocuğa karşı olan adaletten?”
“İnsanlara zarar veren hiç kimseyi affetmem ben; isterse bir çocuk olsun bu”
Bu konuşmadan sonra aramız hiç eskisi gibi olmadı. Üç ay sonra babasını yanına aldı Selim’i. Selim mutlu ayrılıyordu okuldan. Vedalaştık. Artık kendi yolundaydı ben kendi yolumdaydım. Yazacağım romanı kenara kaldırdım. Üniversitede işletme okudum. Şimdilerde bir şirkette çalışıyorum. O ise Türkiye’nin en iyi karikatüristi olmuştu.
1 note
·
View note
-at a gala-
Joker: *holds Danny hostage bc he thinks he’s a Wayne*
Danny: Oh my god, at least my town’s clown villain wasn’t fucking sad. He also wore his goddamn contacts!
Joker, reaching for his stupid acid flower: Oooh! If you want to show a little backbone, I’ll be happy to help.
Danny: *double checks that there are no cameras*
Danny, phasing through his chains and pulling out his spine like a sword: Much appreciated. :)
-In the batcave-
Jason, watching live feed from Cass’s mask: This is amazing.
Jason: I’d ask someone to pinch me to check if I’m dreaming, but even I couldn’t come up with something this fucking funny.
Tim, frantically searching for answers: WHY DID IT START GLOWING AFTER THE FIRST SWING?!
Jason: No clue, but—Black Bat, stop laughing, he’ll hear you!—but can you find his address for me?
Tim:
Tim: I’m already doing that, but something tells me I need to judge you right now.
Jason: I need to give this man a casserole.
Tim: The one I gave—
Jason: Of course it’s the one you gave Kon and Bernard.
Tim, giving a thumbs up and doubling down: Say no more.
3K notes
·
View notes
i'm so used to there just being random unidentified bones laying around everywhere in these damn books that it finally occurred to me, just now, to wonder where the bones on new rho came from. y'know, the bones palamedes always tried to teach nona necromancy on.
they're his.
palamedes, who always loved teaching, living on borrowed time in a body that's not his own. palamedes, mentoring, teaching- parenting, by sixth standards, mind you. and that boy is sixth, through and through.
and the entire point of teaching nona necromancy in the first place was to try and determine if nona is, well, nonagesimus, right? so it has to be bones, it can't not be bones. bones are, like, her whole thing.
but they're not in the nine houses, anymore. things are different, on new rho.
they burn bones here. dig up the cemeteries. a society terrified of zombies will evolve to dispose of its dead differently.
the only bones he has access to now are his own. (camilla wouldn't let anyone take them- skull or hand, doesn't matter. they're still him, and she doesn't let go, remember? it's her one thing.)
palamedes woke up every morning wearing someone else's body to then gently place the shrapnel of his own in the cupped palms of a girl who's the closest thing he'll ever have to a daughter and try to teach her- how did the angel put it, again? normal school, as much as possible, for as long as possible.
(but hey, in a roundabout way, at least it's a chance for him to touch camilla again, right? nevermind that she's not there to feel any of it because he's in the driver's seat, that he can only stay for fifteen minutes at a time. it's atoms that belong to camilla touching atoms that used to belong to him, and that's close enough. he'll take what he can get, these days- if she can be their flesh, he can be the end. so what if holding his own bones is a mindfuck? so what if looking at them makes him nauseous? surely he can suck it up and deal with it for fifteen minutes. it's the least he can do— his poor camilla was the one who had to scrape the bloody pulp of them off the floors of canaan house.)
(speaking of, here's a fun fact: we actually only see nona practicing with the bones one time, on-page. camilla's final line in that scene, before palamedes takes over, is none other than: 'keep going. there are some bones left.' ow!)
remember, too, that the only part of dulcinea, the real dulcinea, that palamedes ever physically touched, was her tooth- the one that ianthe gave him, pulled from the ashes cytherea burnt her down to. he only ever touched dulcie once, and it wasn't until after she was already gone, but that doesn't matter- it still happened, and you can't take loved away.
in this same roundabout, bittersweet, by-proxy sort of way, palamedes has been physically touched by nona, too: the atoms she currently occupies, touching atoms that he used to occupy, and never will again.
the main interaction we've seen between palamedes and his mother took place back on the sixth, with her acting as mentor and him as pupil: the two of them studying a set of hand bones, juno encouraging him every step of the way.
we know that harrowhark's "most vivid memory of her mother was of her hands guiding harrow's over an inexpertly rendered portion of skull, her fingers encircling the fat baby bracelets of harrow's wrists, tightening this cuff to indicate correct technique."
they're still small for a nineteen year old, but the wrists are bigger, in this new set of memories nona's making. and it's not an inexpertly rendered portion of skull anymore- it's a hand, now, albeit one crafted from [a piece of skull reassembled (painstakingly—passionately—laboriously reassembled) from fragments, manually, and not by a bone magician, from the skull of someone who, soon after death or symptomatically during, had exploded.] and the identity and origin of these bones is no mystery at all. they belong to palamedes, and he's consented to their use for this purpose, and that matters.
but the details are just set dressing, really. the foundation of the memory is the same.
palamedes and his mother, juno and her son.
harrow and her mother; pelleamena and her daughter.
nona and her father-mother-teacher; palamedes and his daughter.
1K notes
·
View notes