Tumgik
#itiraz durmak
onderkaracay · 1 year
Text
Tumblr media
🗣️ Beton Çıbanlar
Bahar geliyor
Kökü toprakta kalan ağaçlar çiçeğe durmaya başladı bile
Ağaçların yerine dikilen beton çıbanlar ise çiçeğe durmayı bırakın yer kırıklarının üzerinde duramadıkları için insanların üzerine çökerek baharı karşılamaya başladılar
Yurdun dörtte biri göçük altında!
Kimi altında kaldı o beton çıbanların patlayan kalıntılarının kimi sevdiklerini kaybederek yarım kaldı
Kimileri de yer kırığı tehlikesi olan yurdumuzun başka yerlerinde bu beton çıbanların altında ne zaman kalacağım korkusunu yaşamaya başladı
Çok geçte olsa büyük sorular yeni yeni sorulmaya başlandı
Bu patlayan beton çıbanların altında aslında kim kaldı? Kimler kalacak?
Kim yanıt verecek?
Yok mu bu ülkede yetkisi olan tek bir kişi?
Var mı?
Var mı? Yok mu?
İşine gelince var, işine gelmeyince yok.
Biz hep var olacağız.
Yanlışın, yalanın, hilenin, talanın, sömürünün karşısında olmak için beton çıbanların altında kimse kalmasın diye çiçek gibi itiraz duracağız baharda
] Önder KARAÇAY [
10 notes · View notes
eylences-blog · 9 months
Text
SONUNDA DELDİRDİM 3. Bölüm (Hakan 32 Y., İzmir)
O travestiyle yaşadıklarımdan sonra biraz bunalıma girmiştim. Oynaşmak falan neyse de, her ne kadar bir kadın gibi görünse de bir güzel sikmişti beni. İtiraz etsem duracaktı, ama o itirazı yapmamam aklımı daha da karıştırmıştı. Çok düşünmeden bir hafta sonra bir eskort bir genç kız ayarladım ve sabaha kadar çok güzel bir şekilde siktim onu. Bahşişini bol tutup götüne girdiğimde daha da zevk aldım. Biraz moralimi düzeltmişti bu. 10 gün sonra yine siktim aynı kızı. Artık uzak durmak istiyordum gay ilişkiden. Ama geceleri sosyal medyada gay arayışlara bakınmadan da duramıyordum. Maddi olarak biraz fazla açılmıştım. Kredi kartının borcunu ilk defa ödeyemedim. İşe verdim kendimi ben de.
Ben her ne kadar uzak durmak istesem de sanırım gayleri çeken birşey vardı bende. Bir gün birşey danışmak için ofisime 20 yaşında biri geldi. Sosyal medyada küfür yemiş onun hakkında işlem yaptırmak istiyordu. Konuyu açtığımızda ise gay olduğunu öğrendim. Ne kadar rahattı insanlar. Ben asla açıklayamazdım böyle birşeyi. Onun durumunu öğrendiğimde ise çok değil ertesi gün evimde altımdaydı. Artık düşünmüyordum hiç. Çok zevkliydi onunla olmak. Bu kadar yakışıklı ve güzel vücutlu bir erkekle olmamıştım hiç. Hiç bir sınırlama koymayınca ise sex çok daha zevkli olmuştu. Birbirimizi siktik zevkle. Sikerken ne kadar zevk aldıysam sikilirken de aynı zevki almıştım. Ancak birşey vardı ki sikmeyi çok daha fazla seviyordum. Eğer pasif olacaksam partnerimin çok iyi sikmesi gerekirdi. Ondan sonra bir kadın, sonra yine bir gay. Bu seferki gayı internetten bulmuştum. Ve tam sertleşememesi, hafif efemine tavırları, ufak siki zevk almamı engellemişti. Götü güzeldi ama yine de. Keyfime baktım ben de.
Bu arada yıllar da geçmeye başlamış, ama istediğim büyüklükte bir dava bir türlü gelmemişti. Ekonomik olarak ne çok ileri gitmiş ne de gerilemiştim. İlk başladığım noktadaydım halen. Annem arada, "Kız buldum sana..." falan dese de bir şekilde idare ediyordum onu. Evlenirdim aslında birini bulsam, ama maddi olarak da psikolojik olarak da hazır değildim buna halen.
Bir Cumartesi öğlen gibi Şeref Dayı aradı. Adana'dan bir tanıdığının büyük bir miras davasını yönlendirdi bana. Bir sene kadar yol masraflarını bile ben ödeyerek gidip geldim Adana'ya. Sonunda işi bitirdim ve davayı kazandım. O gece güzel bir kutlama yaptık onlarla. Ben rakı içmeyecektim aslında, ama Şeref Dayının kaşı hafiften kalkınca içtim ben de onlarla. Dava sürerken bu sefer İzmir'de bir ticari davaya yönlendirdi beni. O işten güzel para kazanmıştım. Bir de bir şirketin avukatlığını yüksek sayılabilecek bir ücretle alınca, maddi olarak çok rahatlamış, evi ve ofisi değiştirmeyi düşünmeye başlamıştım artık. Maddi olarak rahatlamam libidomu da çok artırmıştı. Son haftalarda yoğun olsam da akşamları yerine göre rakımı veya viskimi içerken uygun bir gay bakınıyordum yine de.
Bir gece barda 40 yaşlarında bir kadın denk geldi. Eski bir tanıdıktı ve gerçek bir sex makinesi olduğunu arkadaşlarımdan duymuştum. Biraz sohbet, muhabbet iki üç tekila derken gece onun evinde sona erdi. Evine geldiğimde ikimiz de ne istediğimizi biliyorduk. Sadece sikişmek. Aşk, bağlanma, soru sorma ve ilerisini düşünme gibi şeylere hiç takılmadan sadece sikişmek. Birbirimize istediğimizi verdik. Çok iyi gelmişti bu...
Yaşıtım veya benden de yaşlı bir erkekle olmak çok ilgimi çekmiyordu. Birkaç kez genç gaylarla olmuştum ve çok daha zevk almıştım. Bir süre sonra internette arayış içindeyken 20 yaşında olduğunu söyleyen bir gay fark ettim. Her açıdan resimlerini koymuştu. Vücudu çok güzeldi doğrusu. Tamamen kılsız atletik bir beden, yuvarlak dolgun bir göt ve büyükçe sikiyle çok seksi görünen bir gençti Emre. Aktif veya pasif her türlü fantaziye açık olduğunu belirtiyordu. Çekinmeden de telefon numarasını vermişti. Anlaşılan bu işlerden para kazanmayı seven biriydi. Yüzünü göstermemişti. Bir saat kadar internette dolaşırken sürekli onun sayfasına ve resimlerine baktığımı fark ettim. Sonra da dayanamayıp verdiği telefon numarasını kaydettim ve mesaj attım. 10 dakika kadar sonra döndüğünde de arayıp konuştum.
Neşeli, sempatik bir gençti. Eğer istersem benimle olacağını söyledi. Şu an için yeri yokmuş. Evime veya bir otele gidebileceğimizi de anlatırken heyecanlanmıştım. Onunla konuşurken elim sikimdeydi ve çoktan sertleşmiştim bile. Evime yakın bir barı söyledim buluşmak için. İki saat sonra da buluştuk onunla. Dışarıdan kesinlikle belli olmuyordu gay olduğu. Kızların da çok beğeneceği, çok yakışıklı bir gençti gelen. Hafif bir kirli sakalı bile vardı. Tam anlamıyla ideal bir tipti benim için. İkişer bira sonrası o da bana ısınmış ve güvenmişti. Onu evime götürdüm. İstediği ücreti biraz da bahşişini ekleyerek verince sevindi. Yatak odama girdiğimizde ise oldukça usta olduğunu anladım. Yaramaz bir çocuk gibiydi yatakta. Beni soyarken kendi de soyunuyor ve bu arada her yerimi okşarken de bana sürtünüyordu.
Kısa sürede çırılçıplak kaldık. Her zamankinin tersine bu sefer önce ben aldım onun sikini ağzıma. Sikini emip ağzıma sokup çıkartırken belini de oynatıyordu yavaş yavaş. Ağzımı siker gibiydi bu halde. Çok zevk alıyordu. Dilimi her yerinde kullanmaya başladığımda ise kıvrandı zevkten. Ohh, bu yakışıklı sex yapmayı çok seviyordu. Para bile vermesem sevişebilirdi benimle sanki. Elini götüme atarken küstah bir şekilde sırıtıyordu. İstediği şeyi anlamıştım. Hoşuma gitmişti aslında. Beni sikmek istediğini belli ediyordu. Kırmadım onu hiç. Yüzüstü uzandığımda götümü kaldırdım. Dilini götümde hissettiğimde her zamanki gibi çok zevk almıştım. Ohhhhh, bayılıyordum buna. Çok ustaca kullanıyordu dilini.
Kısa sürede beni hazırlamıştı. Prezervatifi ve kaydırıcıyı uzattım ona. Saniyeler içinde hepsini hazırlayıp birden köküne kadar yerleştirmişti içime. Başım havaya kalkarken acıyla inledim. Ancak bu onu durdurmadı. Sert, hızlı bir şekilde sikmeye başladı götümü. Bir ara sanki taşaklarını da sokmak istermiş gibi içime bastırırken üstüme uzandı arkamdan. Ve sonra iyice hızlandı. Hiç ellerimi kullanmadan sikim taş gibi olmuştu ve sikimin kafasından sürekli zevk sularım akıyordu. İyice hızlandı arkamda. Ben titreyip kasılmaya başlarken o bazen yavaşlayıp bazen köklüyor, bazen de canımı acıtırcasına sertçe sokup çıkartıyordu. Dayanamadım daha fazla artık. Sike sike boşaltmıştı beni 15 dakikada.
İçimden çıkardı, beni sırtüstü yatırıp üstüme çıktı. Dudaklarımı öperken göğüslerime indi. Oradan da ağzına aldı sikimi. Henüz tam yumuşamamış, halen döllerim akan sikimin kafasını emerken zevkten bayılacak gibi olmuştum. Nefes alır gibi emiyordu kafasını. Sonra tekrar üstüme çıktı ve sikini yavaşça soktu götüme. Bu sefer çok daha yavaştı hareketi. Kafasına kadar çekip sertçe vurarak köklüyordu içime. Nefes almama bile izin vermemişti. Çok kısa sürede dimdik olmuştu sikim. Hiç böyle birşey yaşamamıştım daha önce. Tek bacağımı havaya kaldırıp hızlandı. Gözlerini kısmıştı beni sikerken. Yaklaştığını anladım. Saçlarından tutup çektim onu ve içimden çıkardım birden. Yüzü ekşimişti. Hiç içimden çıkarmak istemiyor gibiydi o an.
Arkasına geçip sarıldım. Sırtı göğsüme yaslanmışken uzandık yatağa. Tek bacağım üstündeydi. Uzattığı prezervatifi sikime geçirdim hızla. Kaydırıcı falan sürmeden tükürüp sertçe geçirdim götüne birden. Dibine kadar sokmuştum. İnleyip çığlık attı, "Ahhhhh, eşşek mi sikiyorsun yaa, yavaş olsana, ne biçim soktun öyle hayvan!" diye söylenirken hiç dinlemedim onu. Kollarımın arasına alıp sarmıştım onu iyice. Hiç durmadan sokup çıkartıyordum götüne. Elim sikine değdi. Prezervatif halen üstündeydi ve siki dimdikti halen. Elimi uzatıp okşadım. Titreyip kasılmaya başladı onu sikerken. İtiraz etmiyordu bu sefer. İyice yaslamıştı o güzel götünü bana. Kasıklarıma tam olarak oturmuştu götü. Onu kendime çekip çekip sokuyordum durmadan. Deliği birden sımsıkı sardı sikimi. Elimin içinde sikinin damarlarını hissettim. Aynı anda boşalmaya başladı prezervatifin içine. Deliği çok daha sıkılaşmış ve alev gibi yanıyordu o an. Çıldırdım bu duruma. Yara yara, kanırta kanırta sokup çıkarmaya başladım. Ağlar gibi inledi bir an. Tüm bedeni kasılıp gevşerken üstüne çıktım. Dudaklarını öperken altıma aldım onu. Ağırlığımı tamamen üstüne vermiştim. Kalçalarım inip kalkıyordu üstünde. Eski karyolam gıcırdayıp duruyordu ileri geri sallanırken...
Sikimi çıkardım götünden hızla. Prezervatifi sıyırıp attım ve ağzına soktum o haldeyken. Ağzının içine patlarken hayvan gibi böğürüyordum. İkimiz de yığıldık yatağa nefes nefese. O gece Emre durmadı. Aslında bir saat için anlaşmıştık onunla, ama sabaha kadar inmedi üstümden. Bazen beni sikiyor, bazen de kendini siktiriyordu bana. Onun enerjisine ayak uydurmakta zorlanmıştım çok. "19 yaşımdayken gelseydin ya sen karşıma!" diye gülümsüyordum ona bir ara. Sabaha karşı kollarımın arasında uyumuştu.
Ertesi gün onu yolcu ederken biraz daha para verdim. Almak istemese de biraz ısrar etmem yeterli olmuştu. 2-3 ay buralarda olmayacağını söyledi. Geldiğinde tekrar görüşmek istermiş benimle. Çekip gitti sonra. Belim ve götüm çok ağrıyordu o gittiğinde.
[Hakan]
64 notes · View notes
1sairbisikletle · 29 days
Text
Meursault’la Konuşmalar 30
Çay sofrasından saatin geç olduğunu düşünerek kalktım, hızlıca yarışa geçtim, telefona baktım saat 23.04. Neyse yavaş yavaş uykum gelir dedim ama gelmeyeceğini de biliyorum. Halbuki uykum da var gibi ama uyumam o kadar üzülen sürüyor ki en son sızıyorum. Uyuyamamak çok sancılı bir şey, yaşamayan bilemez. Çıldırtıyor beni.
Yatarken bir yandan başladığım her şeyi yarım bırakışımı düşünüyordum. Dün ne güzel kremimi sürüp yatmıştım bugün çat diye geçtim yatışa derken on dakikalık iç muhasebemin sonucunda kalktım yüzümü temizleyiciyle yıkayıp kremimi sürdüm. Bu cica krem güya yüzümün yaralarına merhem olacaktı ama hiçbir etkisini görmedim. Allah’ın cezası mhrs’de cildiyeye bırak randevu almayı talep bile oluşturulamıyor. Olmadı özele gideceğim artık.
Şimdi durup dururken pazartesi günü pazara gitme sırasının bende olduğunu hatırladım. Hafta sonu da evi temizleme sırası bende ama muhtemelen kavga çıkacak. Çünkü ben şehir dışındayken eve misafir geldi, ablam o gün evin yarısını süpürüp bırakmış. Yapmış sayılmaz, bu hafta da o süpürsün beni bağlamaz şeklinde itiraz edeceğim.
Benim acilen iş bulmam lazım. Annemin her alışveriş önerimde “çok kazanıyorsun herhalde” iması yapmasından gına geldi. Hayatımda ilk defa kazandığım parayı faturaya şuna buna yatırmadan harcama lüksüm var ama bu lüksü sağlayan şey annemlerle yaşamak, bu yüzden böyle bir handikapı var. Kardeşim hiçbir şeyim yok deyip habire pahalı sezon ürünlerinden alışveriş yapıyor ona bir şey demiyor ben indirimli çok makul şeyler alıyorum lafını ediyor. Sanırsın üvey evladım. Kendince hepimize eşit davranıyor ama öyle değil. Yıllar önce Nizip’te oturuyoruz, ablam o dönem kursta hoca, bana çoğu zaman para yetmiyor denirken (ki yetmiyordu çünkü babam bir devlet dairesi olan iş yerinde bütçe kalmayınca cepten harcıyordu) ablam her ay yeni bir elbise diktiriyordu. Hiç unutmuyorum, sık sık görüştüğümüz birinin evine oturmaya gittik, bir ara dedi ki Erva sizin evin sindirellası mı, B’yi (ablam) ne zaman görsem başka bir elbiseyle, şıkır şıkır, S. (kardeşim) desen yine öyle sen de hep şıksın ama Erva’yı hep aynı kıyafetlerle görüyorum. O gün eve gidince çok ağlamıştım odamda. Ben gerçekten de öyleydim, hala da öyleyimdir. Ne zaman üst baş almaya gitsek annem pahalı bulurdu. Tesettür markalarından hiç pardösü almadım mesela. Durumumuz olmadığından değil, babam bir devlet kurumunda idareciydi ama annem bilinçaltında onaylamadığı giyim şeklime para harcamayı bir türlü oturtamıyordu. Hala devam ediyor bu. Kız kardeşimle aynı şekilde giyiniyoruz, o bir şeye çok para verince annem “e daha ucuzu yok ki” diyor (piyasadan asla haberi yoktur) bana gelince hayırlı olsun demeden parasını soruyor. İlk başlarda bir de uyguna aldığıma inanmama huyu vardı. Ben her şeyin nereden alınacağını bilirim genelde, çok şükür Allah o konuda bir merak ve isabet kabiliyeti vermiş, en uygununu bulurum bir şekilde. Misal geçen sene bayramdan sonra gerçekten giyecektir şeyim kalmadığı hatta bu yüzden bayramda misafirlerin yanında hep feraceyle durmak zorunda kaldığım için bir elbise almıştım, fiyatına inanmadı, mümkün değil diyor ama nasıl emin mümkün olmadığından, faturasını mı göstereyim ne yapayım mümkün işte dediğimde göster demişti ve ciddi ciddi bakmıştı. Önceki hafta da iki demet frezya bir dal sümbül almıştım çingenelerden. Ben yokken konuşmuşlar belli ki annem iki gün sonra imalı bir tonda Erva bu çiçeklere kaç para verdin dedi. 150₺ niye sordun dedim, bu çiçeklerin çok pahalı olduğunu öğrendim de dedi. Ablam da o sırada odadaydı, mümkün değil dedi. Gayet de mümkün, demeti 50₺ hepsi 150₺ dedim. Sürdürdüler aynı muhabbeti, inanmıyorsanız keyfiniz bilir deyip geçtim. Sonraki hafta yine aldım, yine aynı muhabbet. Annem gerçekten 50₺ mi diye sordu. Dedim anne bir dahakine alırken satıcıyla video çekerim annem inanmıyor gerçeği söyle kaç para diye. Güldü, güldük geçtik. Ama içimde birikiyor bunlar, geçmiyor. Çıldırasım geliyor bu tavra. Diyalogları tırnak içinde yazmam gerekirdi ama çok üşendim, sorry.
Blogun adını değiştirmeyi düşünüyorum. Evet benimle özdeşleşti ama aynı zamanda anonimliğini de yitirdi. Geri istiyorum onu.
Hala uykum gelmedi. Halbuki telefonumu yatmadan çok önce geçirdim kırmızı ışık moduna. Girmiyor bir türlü düzene. Acaba melatonin mi alsam? Gerçi önce iyot alacağım. Depresyonla mücadelede çok etkiliymiş, biri kitap da önerdi bununla ilgili. Hemen şimdi uygulamaya geçip iyot siparişi vereyim. Kitabı da koyayım buraya merak eden varsa.
Tumblr media
Annemin ablamı ve kardeşimi daima benim önüne koymuş olmasını bunca saat terapiden sonra sindirebilmiş olmam gerekirdi ama gel gör ki ben tam iyileşme emaresi göstermeye başladığımda ailece yaşamaya başladık. Başa sardık yani. Şimdi her gün aynı şeye yeniden şahit oluyorum ve sinirlerim tekrar tekrar yıpranıyor. Buraya kadar okumaya sabreden varsa bana dua edebilir mi? Çok yoruldum. Oradan bakınca basit bir geçimsizlik hatta belki kıskançlık gibi görünüyor olabilir ama değil ve gerçekten çok yorucu.
Doktora evlenememe meselesini bu ara tekrardan takmaya başladığımı, geçen gece bu yüzden ağladığımı söyledim. Ve dedim bütün dualarımda “kendi düzenim olsun” derken buluyorum kendimi. Muhtemelen kendi evime çıksam bu kadar çok takılmayacağım bu konuya, doktorun da böyle düşündüğüne adım gibi eminim ama ayda 40-50k gelirim bile olsa bizimkiler ayrı eve çıkmama ikna olmazlar biliyorum. Ben de zaten ayrı eve çıkmak değil sevilmek, ince ince düşünülmek istiyorum. İnce düşünülmek çok etkiliyor beni. Misal geçen arkadaşım paylaştığım sümbülü görünce mesaj attı, istemediği bir şehre gitmek zorunda kaldı, burada bu çiçekler hiç yok dedi, saksıda satan bir fideci bulup odasına sümbül gönderdim kargoyla. Beni böyle düşünen bir arkadaşım yok. (Gerçi bir kere Beyza chado’nun şişesini çok beğendiğimi söylediğim tiviti görüp hediye almıştı, tek örnek) arkadaşlarımı, dostlarımı çok seviyorum, harikalar ama bu bir fıtrat ve odak meselesi. Sevgisiyle beni sarıp sarmalayacak, hayatının merkezine alacak, küçük hediyeler alarak beni mutlu edecek, duygu değişimlerimin farkına varacak birini istiyorum. Çünkü öz annem bile farkına varmıyor ruh halimin.
Doktor her şeyin adım adım olacağını ama önce tezi bitirmem gerektiğini hatırlatıyor her seferinde. Ben ise giderek açıyorum arayı tezimle. Ama buna bir dur diyeceğim. Elimdeki dosya biter bitmez teze döneceğim inşallah. Ve bitecek hayırlısıyla
Şimdi her şeye yeniden başlamadan önce uyuyup dinlenmeliyim. Uyuyabilirim inşallah
14 notes · View notes
yorgunhamza · 6 months
Text
#MüzelikŞiir
Yürüyen heykellerle
Aynı müzedeyim ben
Konuşan mumyalara
Kimden söz edeyim ben
Fikren işkencedeyim,
Ruhen cezadayım ben
Korkaklığın sükûtu
Kol geziyor her yerde
Sanki tek başımayım,
Tek kişilik mahşerde.
Putların gölgesinde
Dans eder akbabalar
Söz sokakta dolaşır,
Öz zindanda çabalar
Atılan ucuz safra
Selâmlar, merhabalar
En temiz topraklara
Gül eksem mantar biter
Yollar sırat köprüsü,
Durmak düşmekten beter.
Kaybettim mesafeyi,
Zamandan uzaklaştım
Sevgi diye sarıldım,
İsyanla kucaklaştım
Ne kendimden kurtuldum,
Ne kendime yaklaştım
Toprağın üstü mezar,
Zevke dalmış ölüler
Can sıkmaya yetiyor
Canlı kalmış ölüler.
Fuhuş yuvası sanki
En görkemli binalar
Çamur evlât doğurur
Taş yürekli analar
Resmen hak tevzi eder
Hakkı boğan canavar
Koşanlar, yarışanlar..
Dehşet ötesi dehşet
Akıl karaya vurdu,
Gırtlağı geçti vahşet.
Meydanlar tıklım tıklım,
Caddeler salkım-saçak
Kölelik histerisi yayılmış köşe-bucak
Elli tane hokkabaz,
Elli milyon oyuncak
Müdür ve müdüriçe
Müzenin bekçileri
Aferine çalışır
Düzenin bekçileri.
Mülkü kazanan ayrı,
Tasarruf eden ayrı
Hisseler neden farklı,
Hak, hukuk neden ayrı?
Hasta yaşar deniyor,
Baş ile beden ayrı
Tumblr media
Mantık yürütmek yasak,
İtiraz eylemek suç
Neşe-eğlence cinnet..
Yatıp uyumak korkunç.
Güvenmek aldanmaktır..
Ölçü-tartı izafî
Mert-namert,
Güzel-çirkin,
Eksi-artı izafî
Çoğunun cebindeki kimlik kartı izafî
Kim kimdir?
Kim kim değil?
Anlamak ve bilmek zor
Oynanan komediye gül diyorlar, Gülmek zor.
Figüran heykeller var
Kül tablası boyunda
Yediyüz göbek atar dakikalık oyunda
İşlenen her günaha
Kurtta ortak, koyun da
Kalmışım ara yerde,
Tozdayım, dumandayım
Kirli bir mekândayım,
İğrenç bir zamandayım..
#AbdurrahimKarakoç ...
#FreePleastine
#FreeGaza
#Gazze
#EbuUbeyda
4 notes · View notes
yenikibris · 9 months
Text
Dik durup boyun eğmeyenler - Temel Demirer
“Yol daima ayaklarınızın altında, rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1] İnsan olmak dik durmak/ diklenmektir; boyun eğmeyen, itiraz eden bilinçli cürettir, değiştirme iradesidir. Bu nedenle André Gide, “İnsan, kıyıyı gözden kaybetme cesareti olmadan yeni denizler keşfedemez”; Ingrid Bergman, “Kendiniz olun. Dünya, özgün olana hayran olur”; Albert Einstein, “İnsanı ayakta tutan iskelet ve kas sistemi…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
tigep · 2 years
Text
TİGEP | Tüm İş Sağlığı ve Güvenliği Eğitim Kurumları ve Profesyonelleri Derneği
NEDEN TİGEP'E ÜYE OLMALIYIZ?
Çünkü, TİGEP olarak sıfır iş kazası hedefiyle yola çıkıyoruz. TİGEP üye hedefi içinde yeralan iş sağlığı ve güvenliği eğitim kurumları, ortak sağlık güvenlik birimleri ile iş güvenliği uzmanları, işyeri hekimleri, diğer sağlık personeli gibi iş sağlığı ve güvenliği profesyonelleri bu hedefi gerçekleştirebilmekte hayati öneme sahiptir.
Sıfır iş kazası hedefi ile tutarlı çalışma programı ve ilkeleri ile yapılacak çalışma ve etkinlikler iş kazası ve meslek hastalıklarının azaltılmasına büyük katkı sağlayacaktır. Bu ise öncelikle çalışanların, iş sağlığı ve güvenliği kurum ve profesyonellerinin ve tüm ülkenin yararınadır. Çünkü iş kazaları ve meslek hastalıklarının çalışanlara, işletmelere ve tüm ülkeye büyük maliyetleri bulunmaktadır.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre dünyada her dakika 4 çalışan iş kazaları nedeniyle hayatını kaybetmektedir. Ülkemizde ise son SGK istatistiklerine göre bir yılda 1633 çalışan hayatını kaybetmiştir. Bu can kayıplarının maliyeti elbette ödenemez, ancak, yine SGK istatistiklerine göre iş kazaları ayrıca bir yılda 3.999.873 iş günü kaybına da neden olmuştur. Bunun da hem işletmelere hem de tüm ülke ekonomisine önemli maliyetleri bulunmaktadır. Bu tabloyu iyileştirmek mümkündür.
İşte bu nedenle TİGEP’ üye olmalıyız. Çünkü, bu olumsuz tabloyu iyileştirmek, iş kazaları ve meslek hastalıklarını önlemek için TİGEP üyesi eğitim kurumları, OSGB’ler ile İSG profesyonellerinin yapacağı çalışmalar ve etkinlikler büyük öneme sahiptir.  Bu süreçte tüm kesimlerin katkı ve katılımının sağlanması, ilkeli işbirliği yöntemlerinin geliştirilmesi ve uygulanması gereklidir. Bunun için eğitim, etik ilkeler, paydaşların hak ve çıkarlarının korunması, sürekli gelişimin sağlanması hayati öneme sahiptir.
İşte bu nedenle TİGEP’ üye olmalıyız. Çünkü, iş güvenliği uzmanlığı, işyeri hekimliği, diğer sağlık personeli ile çalışanların ve işveren vekillerinin eğitimlerinin amaca uygun olarak gerçekleştirilmesi süreçlerinin iyileştirmek, kalite ve etkinliği yükseltmek gereklidir. Ne yazık ki, bu eğitimler bazı kurum ve kuruluşlar tarafından etik dışı uygulamalarla ve içeriği boşaltılarak formalite haline getirilmiş durumdadır. İşte bu uygulamalara itiraz etmek, karşı durmak, mücadele etmek için TİGEP’e üye olmalıyız. Çünkü, iş kazaları ve meslek hastalıklarının önlenmesinde kilit öneme sahip olan İSG profesyonellerinin eğitimlerinin etik ilkelere ve mevzuata uygun, kaliteli ve etkin, sadece sınava yönelik değil uygulamayı da içerecek şekilde gerçekleştirilmesi için tüm paydaşlar olarak işbirliği içinde bu amacına ulaşmak için TİGEP’e üye olmalıyız.
TİGEP’ üyesi iş sağlığı ve güvenliği eğitim kurumları, ortak sağlık ve güvenlik birimleri, iş sağlığı ve güvenliği profesyonelleri olarak ana amacımız olan iş kazaları ve meslek hastalıklarının önlenmesi çalışmalarına odaklanmak, sektörün gelişimine katkıda bulunak, tüm paydaşlarla işbirliği ve yardımlaşmayı sağlamak, etik ilkeleri belirlemek ve uygulamak, tüm faaliyet ve çalışmalarda kalite ve etkinliği yükseltmek, sürekli gelişimi sağlamak için bir araya geliyoruz ve yola çıkıyoruz. Bu temel ilkeler ve hedefleri onaylayan tüm paydaşlar olarak katkı ve katılımda bulunmak, çalışmaları daha ilerletmek için TİGEP’e üye olmalıyız.
Gürbüz YILMAZ A sınıfı İş Güvenliği Uzmanı Eğitim Kurumu Sorumlu Müdürü İGU ve İYH Yetkili Eğitici  
TİGEP
TİGEP | Tüm İş Sağlığı ve Güvenliği Eğitim Kurumları ve Profesyonelleri Derneği
0 notes
ata-1966 · 3 years
Text
Tanrı eşeği yarattı ve ona dedi ki: “Sen güneşin doğuşundan batışınadek durmak, dinlenmek bilmeden çalışacaksın, sırtında ağır çuvallar taşıyacaksın ve zekâdan yoksun olarak 60 yıl yaşayacaksın. Eşek olacaksın!” Eşek 60 yılı çok uzun buldu. “Ben durmak bilmeden çalışmaya bu kadar uzun zaman nasıl katlanırım?” dedi. “Bana 20 yıl yeter.” Tanrı maymunu yarattı ve ona dedi ki: “Sen daldan dala atlayacaksın, saçma sapan şeyler yapacaksın, komik olacaksın ve 20 yıl yaşayacaksın.” Maymun da 20 yıl ömre itiraz etti. “Âlemin eğlencesi olmak için çok uzun bir zaman bu. Benim ömrüm 10 yıl olsun” dedi. Ve Tanrı insanı yarattı. Dedi ki: “Sen insan olacaksın, Bu gezegenin yegâne akıllı yaratığı olacaksın. Aklınla hayvanları yöneteceksin. Dünyaya egemen olacak ve 20 yıl yaşayacaksın!” İnsan açgözlüydü. 20 yıl ömrü az buldu. Zekâsına da pek güveniyordu. İtiraz etmekle kalmadı, Tanrı'ya yol yöntem de gösterdi. “20 yıl bana çok az. Sen en iyisi eşeğin ve maymunun istemediği yılları da bana ver” dedi. İşte bu yüzdendir; insan 20 yıl insan gibi yaşar. Sonra 40 yıl eşek gibi çalışır. Son 10 yılında da torun torbanın maskarası, yani maymunu olur.
✒️Psikeart Dergisi
9 notes · View notes
Text
Tanrı eşeği yarattı ve ona dedi ki: “Sen güneşin doğuşundan batışınadek durmak, dinlenmek bilmeden çalışacaksın, sırtında ağır çuvallar taşıyacaksın ve zekâdan yoksun olarak 60 yıl yaşayacaksın. Eşek olacaksın!” Eşek 60 yılı çok uzun buldu. “Ben durmak bilmeden çalışmaya bu kadar uzun zaman nasıl katlanırım?” dedi. “Bana 20 yıl yeter.” Tanrı maymunu yarattı ve ona dedi ki: “Sen daldan dala atlayacaksın, saçma sapan şeyler yapacaksın, komik olacaksın ve 20 yıl yaşayacaksın.” Maymun da 20 yıl ömre itiraz etti. “Âlemin eğlencesi olmak için çok uzun bir zaman bu. Benim ömrüm 10 yıl olsun” dedi. Ve Tanrı insanı yarattı. Dedi ki: “Sen insan olacaksın, Bu gezegenin yegâne akıllı yaratığı olacaksın. Aklınla hayvanları yöneteceksin. Dünyaya egemen olacak ve 20 yıl yaşayacaksın!” İnsan açgözlüydü. 20 yıl ömrü az buldu. Zekâsına da pek güveniyordu. İtiraz etmekle kalmadı, Tanrı'ya yol yöntem de gösterdi. “20 yıl bana çok az. Sen en iyisi eşeğin ve maymunun istemediği yılları da bana ver” dedi. İşte bu yüzdendir; insan 20 yıl insan gibi yaşar. Sonra 40 yıl eşek gibi çalışır. Son 10 yılında da torun torbanın maskarası, yani maymunu olur.
✒️Psikeart Dergisi
2 notes · View notes
etaali · 3 years
Text
Tumblr media
Muhsin Faxrizâde, elinde silah asker değildi. Askeri cephede değildi. Düşman hattında da değildi. Ondan önce sâir zamanlarda öldürülen diğer dört fizikçi de öyle...
Siyonizm-Batı Emperyalizmi, Doğu toplumlarını kendi mahiyetleri görmek istiyorlar. Şimdiye değin yüzlerce bilim sukiasti yaptılar. Çoğunu toplum farketmedi bile. Ülkelerdeki hareket sahalarının elverdiği ölçeğe göre kimine trafik kazası, kimine uçak düşme, kimine zehirlenme... Ve hatta psikolojik operasyon.
Düşman, İran'da ateşli silahları bilerek kullanıyor. Hem hedefi vuruyor hem de o sınıftaki diğer kişilerin gücünü zayıflatmayı düşünüyor. Yurtdışına çıkmalarını, çalışmalardan kopmalarını sağlamaya çalışıyor. Bu konuda rüşveti, iknayı da seçenek olarak kullanıyor. Kendi tarlası görüyor topraklarımızı. Kimsenin ne sürmesini istiyor ne tohum atmasını. Babasının malı biliyor bu coğrafyayı.
İslam dünyasını, yer altı ve yerüstü zenginliklerine musallat olduğu toplumları, kendi kapsama alanındaki göstermelik yöneticilerle tahakküm altında tutuyor. Yönetici sınıfa sağladığı refah yaşamla kirleterek kendine esir ediyor. Körfez ülkelerinde net bir şekilde görülen budur. "Onca zenginliğe rağmen yaşam sahasının bunca alanında buralardan niye "üretim" çıkmıyor" sorusunun cevabı budur. Tüketen toplum istiyor onlar.
İran, bu coğrafyada 40 yıldır buna itiraz edişin köteğini yiyor. Batı Emperyalizmi ve Siyonizmin sömürü alanlarına çomak sokuyor.
Batının finans dünyasına alternatif oluşturuyor. Ticaret yaptığı ülkelere dolar dışında ikili para birimiyle ticareti o sağladı. ABD, bu örneklik işlevsel olmasın diye ilk ticaretin başladığı Hindistan'a ambargo üstüne ambargo uyguladı.
İran, sağlıkta alternatif tıp üzerine yoğunlaştı. Uluslararası ilaç şebekelerinin devasa bütçelerine İran'dan payı büyük oranda kesti.
Kültür-sanat alanında ABD egemenliğini kırdı İran... Sinema'yla zihin işgaline kendi sinemasıyla cevap verdi.
Eğitim alanında öyle bir alan oluşturdu ki, ABD'nin yolunu bilmeyen fizikçiler şimdi öldürülüyorsa eğer, onlardan daha derinlikli bilgilerle iş yaptığı için... Bunun kimyagerleri de var. Biyologları da!
Velhasıl İran, bugün göğsüne 40 yıldır ateş doldurulan bir ülkeyse eğer, başını dik tuttuğundandır bu...
Ki, sadece hamaset değil, düşmana öyle boşa giden yumruk değil vurduğu.
Doğrudur bu savaşta o da vurluyor elbet.
Vurduğundandır, bilesin. Doğu adına, sömürülen halklar adına, hakları zorla elinden alınanlar adınadır vurduğu, vurluduğu.
Sahip çıkmak, yanında durmak; bir zihniyete, bir duruşa binaen...
Düşman yarasını sana göstermeden dikiyor gözüm, uyanmayasın istiyor. Çarkın bozulan sesini duymayasın istiyor.
Ki, bilmediği ve bildiğimiz en önemli gerçek: İnkılabın çerağı Huseynî, mektebi Kerbelaî...
Hamdolsun.
5 notes · View notes
bensutsevmem · 4 years
Text
Doğum Günü Yazısı ‘20
İyi ki doğdum.
Bu akşam, saat 21:00 itibariyle 32. yılıma/yaşıma ilk adımı atıyorum. Artık ne kadar uzun bir süre olduğunu hatırlayamadığım bir zamandır hep “32. yaşım harika olacak bence” demişimdir. Şimdi, kendimden ve hayattan beklentimi bu kadar yükseltmiş olmasaydım keşke diyorum. Çünkü 31. yaşımda beklentiyi yok yere yükseltmekle pozitif olmak arasındaki o ince çizginin ne kadar ince olduğunu tam anlamıyla öğrendim. Anlatacağım.
Düşününce, ben zaten hep pozitif bir insandım. “İyi yanından bakmayı”, “kabullenmeyi”, “her şeye rağmen gülmeyi” hep meziyet sandım. Daha beteri, güçlü olmak sandım. Bu yüzdendir ki başıma ne gelirse gelsin hep “daha kötüsü de olabilirdi” dedim. Belki de sırf bu yüzden çocuklara Polyanna okutulmamalı. Ben hiç isyan etmedim, bağırmadım ve hiç itiraz etmedim. Başıma gelenler benim seçimlerim dışında gelişen ve sonunda hep benim hayatımı etkileyen şeyler de olsa bunları kendi seçimlerimden doğmuş durumlar gibi kabullenip başım dik hayatıma devam ettim ve bunu hep güçlü olmak saydım. Yaşarken iyiydi de, bu yaşımda farkında olmadan bu tavrım yüzünden takdir edilirim, birileri de bir gün çıkar ve “Sen de bize hiç yük olmadın, teşekkür ederiz kızım. Biz hiç senin bir ihtiyacın var mı diye bile sormadık ama sen kendi çabanla bu günlere geldin, helal olsun.” der sandığımı ve bu yanılgının beni fazlasıyla yorduğunu öğrendim. İşte bu kötü oldu. Bu yıl öğrendim ki ben güçlü olmak ne demek yanlış bilmişim. Sesini çıkartmayıp durmak, hiçbir şeye itiraz etmemek ve sadece kabullenerek sana dağıtılan ele göre yaşamak değilmiş güçlü olmak. Aksine istemeden yanlış beklentilere girerek ruhu yıpratmak ve delirmeyi ertelemekmiş.
Ben 31 yaşımda, önce, delirdim.
Anladım ki yıllar önce ve hatta bazen/çoğunlukla sen fark etmeden oluşturulan/oluşan baş etme mekanizmaları bir yerden sonra işe yaramayı bırakıyor ve hatta hayatı tamamen sabote ediyormuş. Kişi kendi hayatını sabote ettiğini en nihayetinde anladığında da, bu durum suratına tokat gibi vuruyormuş. İşte o tokat bana bu yıl vurdu.
Bu yaşımda tam da bu sebeplerden dolayı yeniden başladığım terapiler, bana beni baştan anlatmaya devam etti. Konuştukça ağlamalarım azaldı, panik ataklarım kısaldı, kontrol ve hatta ikna edilebilir noktaya geldi. 31 yaşımda kendimi en hafif ve en sakin hissettiğim an, Ocak ayında Ekin’in “Bana artık ihtiyacın yok” diyerek beni azad ettiği gündü.
Ekin’le geçirdiğim vakit sayesinde bu yıl öğrendim ki sürekli “uyumlu olmak” her zaman iyi bir şey değilmiş. Uyumlu olmak bazen sadece ne istediğini bilmediğinden etrafındakilere uymakmış. Ne istediğini bilmeyen insanın rüzgarda bir yaprak gibi savrulacağını, ne yöne gideceğini bilemeyeceğini zaten öğrenmiştim de, bu yıl insanın yönünü kaybettiğini anlamasının ne kadar zor olduğunu da öğrendim. Hem yönümü kaybettiğimi hem de ben farkına bile varmadan ruhuma oturmuş bazı karakter özelliklerimin beni yok yere engellediğini anladığımda, belki de hayatta yanlış şeyleri önceliklendirdiğime ve planlarımı yanlış pencerelerden bakarak yaptığıma karar verdim. Bu yüzden bu yıl, yılbaşında daha önce hiç yapmadığım bir şey yaptım. Ocak ayında bende varolmasını istediğim veya eksik/fazla olduğunu düşündüğüm tüm özellikleri bir kenara yazarak her ay bunlardan bir tanesi üzerinde çalışmaya ve kendi kendimi yoluna koymaya karar verdim. Azimle başladığım “kendini sabote etmeme ve hayatının iplerini yeniden eline alma” hareketi, Eylül ayına kadar muhteşem tesadüflerle ilerleyen bir yapı halinde devam etti. Yıl sonuna kadar bu projenin, belki baştan ayağa değiştiremese bile, olmak istediğim insana beni 12 ay kadar daha yaklaştırmış olmasını bekliyorum. Şimdilik, belki bu sayfalardan çoktan okumuş olabileceğiniz üzere, aylık rastgele kelimelerimin hayatıma etkisinden ve bu minik projenin gidişatından çok memnunum ve kendimi şimdiden çok daha güçlü ve çok daha sağlam hissettiğime yemin edebilirim.
Ben tüm bunları yaparken pandemi geldi bu yıl, malum, Mart ayında bir anda hayat kökten değişti. Zaten hepsi aynı anda oldu; terfi, pandemi, sevgili. Mart ayında, daha üzerime yeni yüklendiğim tüm sorumlulukları, birkaç parça eşyamı ve laptopumu alıp daha yalnızca iki haftadır tanımaya başladığım bir adamla bir evin içine kapandım. Sokağa çıkma yasakları panik atağımı tetikler mi, bu akşam ne yesek, planladığım tüm projeler yarım kaldı, son bir TEDx konuşması kaldı, bugün yatağı ben yapayım, spor aslında iyi fikir, bu evde makas nerede duruyor, balkon soğuk mu olur şimdi, akşama instagramda canlı müzik yayını varmış, bugün ne izlesek, benim biraz belim ağrıdı oturmaktan, yelkene çıkalım bir gün havalar güzelleşsin de, bana Nesquick aldık mı, kendimize mat alalım hadi, ben biraz dans edicem, evde balık yapsak nasıl olur, ne demek evde cola bitti, sabah balkonda güneşlenelim, bu evde güveç yok bu nasıl ev, dışarı televizyon mu alsak, karides çok iyi oldu yanlız, ben biraz da bu koltukta oturacağım, saçım sevilebilir mi lütfen, bence Bursa köftesini seveceksin,  akşama şarap mı rakı mı, granola daha olgun bir kahvaltı bence, hadi bu akşam giyinip süslenelim, bugün hiç kitap okumadık, ben bu orkideleri açtırıcam, et bıçağı almamız lazım böyle olmuyor, en çok da LaBoom terası özledim, hadi yürüyüşe çıkalım, dur şurda fotoğrafını çekeyim, sen kendini hırssız mı görüyorsun, kendime ekran gözüğü almak istiyorum, ben fabrikaya gitmeyi özledim, bu yaz hiç tatil yapamayacak mıyız acaba, açık arttırmadan makine alalım, hadi hep birlikte facetime yapıp karşılıklı içelim, benim bu gözümdeki şey büyüyor mu sürekli, sen kendine günlük to do list mi yaptın, çiçeklerle konuştun mu sen bugün, evde çöp poşeti bitti, kilo vermeye başladım he, ben eve canlı çiçek istiyorum, alınacaklar listesine tavla yazsana, beni öpmeden gitme, artık bu poşetleri balkonda bekletmesek mi, pamuk koydun mu sen gözüne, bize ayaklı bir saksı lazım, balkonda örümcek var yine, bu kumkuat açmıyor bir türlü, bu akşam biraz sarılalım, ben bu sulama aletinden 3 tane almışım, ay papağanlar geldi, ben bi call yapıp geliyorum, sürekli telefonla oynuyorsun, sen haftasonları niye çalışıyosun ki, gelen kargo kimin acaba, ben bu saç sevme işini beceremiyorum, ikimize kahve yaptım, ne zaman işe döneceğiniz belli miymiş, kahve makinesi şart bu eve, arabayla gezmeye mi çıksak bi tur, bana artık viski alacak mıyız, ikimize kahve yaptım seninkine bulut koydum, dondurma mı söylesek eve, müzik açsana bize, yarına 10 tane sözleşme yazmam lazım, bugün 4 km yürüdük, bak yunus geçiyor, sabaha yeşil su sıkalım, ay kaçta doğuyormuş bugün derken, 4 koca ay geçti. Aslında bana hiç tahmin etmeyeceğim kadar iyi geldi. Dinlendim, resetlendim, kilo verdim, sağlıklı beslenmeyi öğrendim ve her sabah yine mutlu uyanıp, bütün gün gülümseyip, her şeye rağmen mutlu uyudum.
Haziran ayında bir anda, her şey tepetaklak oldu.
Önce, 5 yıldır didindiğim, uğraştığım, uğruna saçma sapan laflara, güneş girmeyen odalara ve onca saygısızlığa katlanarak sabırla elde ettiğim başarılar şak diye sorgusuz sualsiz bir kenara atıldı. Zorla, başladığım noktaya geri döndüm. Çalıştığım insanlar, bağlı olduğum yöneticiler, masam, odam yine bir anda değişti. Sonra, ben yine aniden takla atan iş hayatıma uyum sağlamaya çalışırken, tutukluğuna sabrettiğim, kararsızlığına kendimce sebepler bulduğum, her sekteye uğradığını hissettiğimde beni başka başka yerlerimden acıtan ve nedense bir türlü potansiyeline ulaşamayan başka şeyler de yavaş yavaş son bulmaya başladı.
31 yaşımda yeniden ve artık son kez istenmeme duygusu ile sınandım. Hayatımda duyduğum en kırıcı cümleleri bu yaşımda işittim. Onları kaldıramamanın yanı sıra, onlara kızamadım da. Zira kimse beni benim istediğim gibi sevmek/istemek zorunda değil. O yüzden sadece kırıldım, üzüldüm ve çokça ağladım. “Ben sana hiçbir şey yapmadım.” ile gelen; bir şeylerden istemeden, fark etmeden veya yanlışlıkla değil de, bile isteye ve göz göre göre mahrum bırakılmış olmanın hissiyatı ve aylarca sabredilenlerin, tahmin edilenlere ağır basamaması beni beklediğimden de fazla yaraladı. Bile bile yaşanmamış potansiyellerin ve sonu görülmemiş ihtimallerin ne kadar can yakabileceğini bu yaşımda öğrendim. 
Sonra, vardır elbet bir sebebi diyerek hayatıma devam ettim. Öğrendim ki bazen, bazı kapıları kendin kapatman ve bazı kapanışları kendin yaratman gerekir. İnandım ki bir şeyin bence yarım kalmış olması devam etmesi gerektiği anlamına gelmez ve hiçbir şey aslında yarım kalmaz, her şey olacağı kadardır.
Eninde sonunda her şey, olacağına varır.
Vardı da.
Temmuz ayının sonuna doğru, yanan canın külleri gözyaşıyla ıslanıp çamura, zamanla kuruyan çamur da yeniden bedene dönüştü. Aklım kendini toparladı, sarılmaya hasret ruhum kendi kendine sarılıp yaralarını sardı. Ben bu yıl, -çok etkilendiğim bir tiyatro oyununa da dedikleri gibi- içimin acısıyla tanıştım. Onunla anlaştım ve sonra da barıştım. 31 yaşımda öğrendim ki, senin için olan seni geçip gitmez.
Sonrası, Eylül ayı dahil, rüzgar gibi geçti. İşler yoğunlaştı, kalpler iyileşti, daha da önemlisi; Kıyı açıldı.
Bu yıl geçtiğimiz yaşlarımda yaptığımız gibi aylar süren kutlamalar yapamadık doğum günüm için. Her hafta başı ofise çiçekler, gün içinde kutu kutu donutlar gelemedi misal. Her gün bir başka dostla pasta kesilemedi. Yine de bugüne kadarki en tatlı doğum günü haftasonumu 31. yılımda geçirdim. Seyahat etmekten tut, sinemaya gitmeye kadar her şeyi engelleyen hayat, sürekli yanyana olmamızı da engelledi bu yıl. Evden çalıştıkça mesai saatleri uzadı, evden çıktıkça paranoyalar arttı, bir yanımız hep tedirgin, çoğunluk yapayalnız ve herkes mutsuz oldu bu yıl genelde. Ben yine de bu yılı/yaşımı kötüleyemem.
31. yaşım güzel düşlerle büyük hayal kırıklıklarını, hevesli mutluluklarla acı kalp ağrılarını, ani yükselişlerle derin düşüşleri, huzurlu sabahlarla tedirgin akşamları aynı potada eritti ve beni döve döve bir sene daha büyüttü. Bu yaşımda hayat, yeniden her şeye rağmen her dakikasına şükrettiğim, her anına/anısına gülümsediğim ve tahminimden de çok çalıştığım bir sorumluluk/sorunsuzluk yığınına dönüştü. Bu yıl yeniden her vedaya sonmuş, her probleme çoktan çözülmüş gibi yaklaştım. Her sohbete ders gibi, her sessizliğe meditasyon gibi, her damlaya deniz, her denize de su birikintisi gibi davrandım. Hayatıma sahillerde tekilalar içtiğim, kapandığımız evlerde Mezcal partileri yaptığım ve her yanlarında olduğumda kahkahalarla güldüğüm bir sürü güzel insan girdi. Her gelene merhaba, her gitmek isteyene bol şans dedim. Sonunda hepsi -gidenler bile- yanıma kar kaldı, her şey -tahmin edersiniz ki- yine olacağına vardı.
Ümidim, 32 yaşımda bu yıl kazandıklarımın ve zaten sahip olduklarımın hep yanımda kalmasıdır. Umudum da bir sonraki yaşımda yolda gördüğüm her tanıdığıma koşarak sarılma lüksüne tekrar kavuşmaktır. Bu yaşımı yaşanılır kılan, beni acıtan, güldüren, tebessüm ettiren, sevindiren, üzen her şeye ve herkese teşekkür ederim.
Hepinizi -şimdilik uzaktan- öperim.
Duygu Dee.
3 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Mo Dao Zu Shi - 125. Bölüm
Tumblr media
Mega // MangaTr
126. (son) bölüm de çıktı! Şimdi hemmen ona başlıyorum, bitene kadar durmak yok!
Bu arada bu bölümün sonuna “Ekstralardan son 2 bölüm kaldı” yazmışlardı, ancak 126′ya son demişler ve altında da çevirmenin, yazarın notları vs. var?? Bilemedim... Neyse, bölümü bugün bir aksilik olmazsa çevirip yayınlarım ama yazar-çevirmen(K)-editör notları da var en sonunda, belki onlar yarın veya sonraki güne olur, HOB çevirmem lazım çünkü :(
Nilüfer Tohum Kozaları
Nilüfer Rıhtım, Yunmeng.
Antrenman salonun dışında, ağustos böcekleri yaza şarkı söylüyordu; içeride, oldukça nahoş bir insan bedeni sırası yeri kaplamıştı.
Bir düzine oğlan, hepsi üstsüz, salonun ahşap yer döşemelerine uzanmışlardı. Arada bir sanki pişen omletler gibi kendilerini çeviriyor, perişan inlemeler koyveriyorlardı.
“Hava…”
“Çok sıcak…”
Gözleri kapalı, Wei WuXian sersemlemiş bir halde düşündü, Keşke Bulut Kovuğu kadar serin olsaydı.
Altındaki ahşap parçanın sıcaklığı yine kendi vücut ısısını eşitlemişti ve bu yüzden döndü. Tesadüfen Jiang Cheng de döndü. Birisinin bacağı diğerinin koluna sürtündü. Wei WuXian anında seslendi. “Jiang Cheng, çek kolunu. Kömür kadar sıcaksın.”
Jiang Cheng. “Bacağını çek.”
Wei WuXian. “Kol bacaktan daha hafiftir. Bacağımı hareket ettirmem daha zor, bu yüzden sen kolunu çek.”
Jiang Cheng tısladı. “Seni uyarıyorum Wei WuXian abartma. Çeneni kapat ve hiçbir şey söyleme. Sen konuştukça daha da sıcak basıyor!”
Altıncı shidi konuşmaya katıldı. “Tartışmayın artık olur mu? İkinizin tartışmasını dinlerken ısındım. Daha çabuk terlemeye bile başladım.”
Ancak kollar ve bacaklar çoktan havaya uçmaya başlamışlardı. “Siktir git!”, “Sen de!”, “Hayır, hayır, hayır – lütfen git!”, “Hayır, teşekkürler – önce sen siktirip gidebilirsin!”
Tüm shidiler şikayet ediyorlardı. “Eğer kavga edecekseniz dışarıda edin!”, “Lütfen birlikte siktirip gidin, olmaz mı? Yalvarırız!”
Wei WuXian. “Duydun mu? Sana git diyorlar. Bırak… bacağımı – kırılacak, Beyfendi!”
Jiang Cheng’in alnında damarlar patladı. “Açıkça sana git diyorlar… Önce sen benim kolumu bırak!”
Aniden dışarıdaki ahşap koridordan uzun bir elbisenin yere sürtünme sesi duyuldu. İkisi yıldırım gibi birbirinden ayrıldı. Bir anda bambu perdeler kaldırılmış ve Jiang YanLi içeriye bakmıştı. “Ah, demek herkes buraya saklanmış.”
Herkes onu selamladı. “Shijie!”, “Merhaba Shijie.” Daha çekingen olanlar ise köşeye çekilmekten ve kollarıyla göğüslerini saklamaktan kendilerini alamamışlardı.
Jiang YanLi. “Bugün kılıç çalışması yok mu? Tembellik ediyorsunuz, dimi?”
Wei WuXian itiraz etti. “Bugün ölümüne sıcak – antrenman sahası alev almış. Eğer çalışmayı denersek derimiz dökülüp gider. Kimseye söyleme, Shijie.”
Jiang YanLi dikkatli bir şekilde Jiang Cheng ve ona baktı, baştan aşağıya inceledi. “Siz yine kavga mı ettiniz?”
Wei WuXian. “Yoo!”
Jiang YanLi içeriye girdi. Elinde tabak gibi bir şey vardı. “O zaman kim A-Cheng’in göğsüne ayak izini bıraktı?”
Geride kanıt bıraktığını duyunca Wei WuXian görebilmek için döndü. Sahiden bırakmıştı, ama artık kimse kavga edip etmediklerini umursamıyordu. Jiang YanLi’nin ellerinde doğranmış karpuz parçalarıyla dolu geniş bir tabak vardı. Oğlanlar hemen oraya üşüştü, sadece birkaç saniye içerisinde parçalar dağıtılmış ve yere oturulmuş, karpuz kemiriliyordu. Kısa bir süre sonra tabağın üzerinde sıyrılmış kabuklardan küçük bir dağ bile oluştu.
Yaptıkları her şeyde Wei WuXian ve Jiang Cheng tamamen birbirlerine karşıydılar, konu karpuz yemek olsa bile. Hem zorla hem açgözlülükle, öyle mücadele ettiler ki diğerleri uzaklara kaçtı, çabucak etraflarındaki alanı boşaltmışlardı. İlk başta Wei WuXian karpuz yeme işine kendini oldukça kaptırmıştı, ama bir süre sonra aniden kahkaha attı.
Jiang Cheng anında telaşlanmıştı. “Bu kez ne yapacaksın?”
Wei WuXian bir parça daha aldı. “Hiç! Yanlış anlama. Hiçbir şey yapmayacağım. Sadece aklıma birisi geldi.”
Jiang Cheng. “Kim?”
Wei WuXian. “Lan Zhan.”
Jiang Cheng. “Sebepsiz yere nereden aklına geldi? Sekt kurallarını kopyalamak nasıl bir histi hatırlamak mı istedin?”
Wei WuXian bir çekirdeği tükürdü. “Onu düşünmek eğlenceli. Sen bilmezsin ama – o çok komik. Ona bir keresinde ‘Sektinizin yemekleri iğrenç. Sizin yemeklerinizi yemektense kızartılmış karpuz kabuğu yemeği tercih ederim. Eğer vaktin olursa, gelip Nilüfer Rıhtımda bizimle eğlensene…’ demiştim.”
O daha sözlerini bitiremeden Jiang Cheng vurarak karpuzunu düşürdü. “Delirdin mi sen? Onu gidip Nilüfer Rıhtıma davet etmişsin – işkence çekmek hoşuna mı gidiyor?”
Wei WuXian. “Neden bu kadar kızdın? Karpuzum uçup gitti! Sadece kibarlık ediyordum. Elbette gelmez. Sen onun hiç eğlenmek için kendi başına bir yere gittiğini duydun mu?”
Jiang Cheng’in yüzünde katı bir ifade vardı. “Açık konuşayım. Ne olursa olsun gelmesini istemiyorum. Davet etme.”
Wei WuXian. “Ondan bu kadar nefret ettiğini bilmiyordum?”
Jiang Cheng. “Lan WangJi’yle bir sorunum yok, ama eğer gelirse, annem bir şeyler söyleyebilir, beni başkasının çocuğuyla kıyaslar ve hoş bir durum olmaz.”
Wei WuXian. “Merak etme. Gelse bile korkulacak bir şey yok. Eğer gelirse, Jiang Amca’ya onu benimle yatırmasını söyle. Onu bir aydan kısa bir süre içerisinde delirtirim.”
Jiang Cheng alayla güldü. “Koca bir ay boyunca onunla mı yatmak istiyorsun? Bence bir hafta içerisinde ölümüne bıçaklanırsın.”
Wei WuXian endişelenmiyordu. “Ondan mı korkacağım? Eğer sahiden dövüşmeye başlarsak, bana karşı kazanamayabilir.”
Diğerleri anında ona destek oldular. Jiang Cheng görünürde onun vurdumduymazlığıyla dalga geçti, ama Wei WuXian’ın kendini övmediğinin farkındaydı. Jiang YanLi ikisinin arasına oturdu. “Kimden bahsediyorsunuz Gusu’dan bir arkadaşınız mı?”
Wei WuXian neşeyle cevapladı. “Evet!”
Jiang Cheng. “Ne kadar utanmaz bir ‘arkadaş’sın sen. Gidip Lan WangJi’ye sor bakalım seni arkadaş olarak görüyor muymuş.”
Wei WuXian. “Defol. Eğer beni istemiyorsa, isteyene kadar canını sıkarım.” Jiang YanLi’ye döndü. “Shijie, Lan WangJi’yi biliyor musun?”
Jiang YanLi. “Biliyorum. O herkesin yakışıklı ve yetenekli olarak tanımladığı İkinci Genç Efendi Lan, değil mi? Sahiden o kadar yakışıklı mı?”
Wei WuXian. “Öyle!”
Jiang YanLi. “Sana kıyasla?”
Wei WuXian bir süre düşündü. “Belki benden sadece biiirazcık daha yakışıklıdır.”
İki parmağının arasında oldukça minik bir boşluk bıraktı. Tabağı geri alırken Jiang YanLi gülümsedi. “Sahiden çok yakışıklı olmalı o zaman. Yeni bir arkadaş edinmen çok güzel. Gelecekte, boş zamanlarınızda birbirinizi ziyaret edebilirsiniz.”
Bunu duyunca Jiang Cheng karpuzunu tükürdü. Wei WuXian ise ellerini salladı. “Boş ver, boş ver. Onun yaşadığı yerde sadece kötü yemekler ve bir dolu kural var. Bir daha gitmem.”
Jiang YanLi. “O zaman onu buraya getirebilirsin. Güzel bir fırsat. Neden bir ara arkadaşını Nilüfer Rıhtımda kalması için çağırmıyorsun?”
Jiang Cheng. “Onun saçmalıklarını dinleme Abla. Gusu’da inanılmaz sinir bozucuydu. Lan WangJi onunla buraya gelmek asla istemez.”
Wei WuXian. “Ne demek bu!? Gelir tabi.”
Jiang Cheng. “Uyan artık. Lan WangJi sana defol demişti, duymadın mı? Hala hatırlıyorsun değil mi?”
Wei WuXian. “Sen ne bilirsin!? Her ne kadar yüzeyde bana defol dese de, benimle gizlice Yunmeng’de takılmak istediğinden eminim – hatta, bayıla bayıla gelir.”
Jiang Cheng. “Her gün aynı soruya cevap arıyorum – bu kadar özgüveni nereden buluyorsun?”
Wei WuXian. “Düşünmeyi bırak. Eğer yıllarca bir soruyu düşünsem ve cevap bulamasam, ben çoktan vazgeçerdim.”
Jiang Cheng başını iki yana salladı. Tam karpuzunu yere atacaktı ki, aniden bir dizi şiddetli ayak sesinin yaklaştığını duydu. Uzaklardan müsamahasız bir kadın sesi duyuldu. “Ben de herkes nereye gitti diyordum. Tahmin edildiği gibi…”
Oğlanların yüzlerindeki ifade anında değişti. Yu Hanım’ın salonun köşesinden dönmesini görmek için tam zamanında perdelerden dışarıya fırladılar, mor cübbesi güçle uçuşuyordu. Yüzünde ürpertici bir hava vardı. Oğlanların nahoş çıplaklıklarını görünce Yu Hanımın yüzü buruştu, kaşları yukarı kalktı.
Oğlanların hepsinin aklından, Olamaz!, diye geçiyordu, dehşet içinde diğer tarafa döndüler ve koştular. Bunu görünce Yu Hanım en sonunda fark etti, sinirlenmişti. “Jiang Cheng! Üzerine bir şeyler giy! Barbarlar gibi görünüyorsun! Seni böyle görünce insanlar benim hakkında ne düşünürler?!”
Jiang Cheng’in üst cübbesi beline bağlanmıştı. Annesinin azarını işitince, aceleyle başının üzerine çekti. Yu Hanım tekrar azarladı. “Ve siz oğlanlar! A-Li’nin burada olduğunu görmüyor musunuz? Kim siz veletlere bir kızın önünde böyle dolanmanızı öğretti!?”
Elbette kimin önderlik ettiğini sorgulamaya gerek yoktu. Bu nedenle Yu Hanımın bir sonraki cümlesi, her zamankindendi. “Wei Ying! Canına mı susadın!?”
Wei WuXian bağırdı. “Özür dilerim! Shijie’nin geleceğini bilmiyordum! Hemen gidip giysilerimi bulayım!”
Yu Hanım daha da sinirlenmişti. “Nasıl kaçmaya cüret edersin! Hemen geri dön ve diz çök!” Konuşurken bileğini sallamasıyla kırbacını serbest bıraktı. Wei WuXian yakıcı bir acının sırtından geçtiğini hissetti. Yüksek sesle haykırdı. “Ah!” Ve neredeyse yere düşüyordu. Ancak aniden, birisinin ince sesi Yu Hanım’ın kulaklarına ulaştı. “Anne, karpuz yemek ister misin…”
Yu Hanım yoktan var olan Jiang YanLi nedeniyle irkilmişti. Gecikmesiyle birlikte tüm oğlanlar buhar olup uçtu. O kadar kızmıştı ki Jiang YanLi’ye döndü ve yanağını çimdikledi. “Yemek, yemek, yemek – tek yaptığın yemek!”
Jiang YanLi annesinin çimdiği nedeniyle neredeyse ağlayacaktı, mırıldandı. “Anne, A-Xian ve diğerleri sıcak yüzünden burada yatıyorlardı ve ben kendim yanlarına geldim. Onları suçlama. Ka… Karpuz yemek ister misin… Kim getirmiş bilmiyorum, ama sahiden çok tatlılar. Yazın karpuz yemek serinlemek ve susuzluğu gidermek için harika. Senin için biraz daha keseyim…”
Yu Hanım düşündükçe daha da sinirleniyordu ve bir de üzerine yaz sıcağı binince, sahiden canı karpuz istemeye başlamıştı. Bu nedenle… daha da sinirlendi.
Diğer yandan, gençler en sonunda Nilüfer Rıhtımdan kaçmıştı ve doklara doğru koşup bir tekneye atladılar. Peşlerinden kimse gelmeyince ve belli bir süre geçince Wei WuXian en sonunda rahatlamıştı. Güçlükle birkaç kez kürek çekti. Hala sırtındaki acıyı hissedebiliyordu bu yüzden kürekleri bir başkasına verdi, oturdu ve acıyan yerine dokundu. “Haksızlık. Kimsenin üzerinde hiçbir şey yoktu, ama neden azarlanıp dayak yiyen bir tek ben oldum?”
Jiang Cheng. “Çünkü üzerinde kıyafet yokken en çok göz kanatan sensin.”
Wei WuXian ona bir bakış attı. Aniden zıpladı ve suya daldı. Sanki bir sinyal gönderilmiş gibi diğer herkeste suya girdi. Sadece birkaç saniye içerisinde teknede tek kalan Jiang Cheng’di.
Jiang Cheng aniden bir yanlışlık olduğunu fark etti. “Siz ne yapıyorsunuz?!”
Wei WuXian teknenin diğer yanına yüzdü ve sert bir darbe vurdu. Tekne hemen alabora oldu, sırtı yukarıya bakacak şekilde ağır ağır suya batıp çıkmaya başladı. Wei WuXian kahkaha attı, tekneye sıçradı ve çaprazlanmış bacaklarıyla oturdu. “Gözlerin hala kanıyor mu Jiang Cheng? Bir şey söyle, hey, hey!”
Birkaç kez bağırmasına rağmen baloncuklar dışında hiçbir şey çıkmıyordu. Wei WuXian yüzünü sildi, şaşkın görünüyordu. “Neden bu kadar uzun sürdü?”
Altıncı shidi de yanına yüzdü, haykırdı. “Boğuldu mu!?”
Wei WuXian. “İmkansız!” Tam aşağıya gidecek ve Jiang Cheng’e yardım edecekti ki, aniden arkasından bir nida duydu. Keskin bir ciyaklamayla, suya itilmişti. Bir kez daha tekne dönmüş, üzerinden sular damlıyordu. Sualtına gömüldükten sonra Jiang Cheng diğer tarafa yüzmüş ve Wei WuXian’ın arkasına geçmişti.
Her ikisi de sinsi saldırılarında başarılı olunca, teknenin etrafında tetikte bir şekilde çember çizmeye başladılar, diğerleri ise suda sıçrayarak, olanları izlemek için göle dağılmışlardı. Wei WuXian teknenin diğer yanından hava attı. “Silah kullanmak neydi şimdi? Küreği bırak ve çıplak ellerimizle savaşalım.”
Jiang Cheng alayla güldü. “Beni salak mı sanıyorsun? Bıraktığım anda sen alacaksın!” Küreği savurarak, Wei WuXian’ı kenara çekilmek ve saklanmak zorunda bıraktı. Tüm shidiler ona tezahürat etti. Sağa sola kaçıp dururken Wei WuXian en sonunda şikayet edecek fırsat buldu. “Nasıl bu kadar utanmaz davranırsın!?”
Yuhalamalar her yerden yankılanıyordu. “Da-Shixiong, bunu söyleyecek yüzün olmasına inanamıyorum!”
Kısa bir süre sonra hepsi kaotik bir su savaşına kapılmışlardı, Adaletin İtişinden, Zehir Bitkisine, Vahşet Kaçışına – Wei WuXian Jiang Cheng’e bir tekme attı, ardından en sonunda tekneye tırmanmayı başarmıştı. Bir ağız dolusu göl suyu tükürdü, ellerini salladı. “Bırakalım artık, bırakalım – ateşkes istiyorum!”
Herkesin kafasında yeşil su otları vardı, henüz durmaya hazır değillerdi. Telaşla. “Neden duruyoruz? Devam edelim! Devam edelim! Dezavantajlı durumdasın diye merhamet için yalvarıyor musun?”
Wei WuXian. “Kim demiş merhamet için yalvarıyorum diye? Sonra dövüşebiliriz. Ben çok acıktım. Önce bir şeyler yiyelim.”
Altıncı Shidi. “O zaman geri mi döneceğiz? Akşam yemeğinden önce biraz daha karpuz yiyebiliriz.”
Jiang Cheng. “Eğer şimdi geri dönersek, tek yiyeceğimiz şey kırbaç olur.”
Ancak, Wei WuXian’ın aklında başka bir fikir vardı. Duyurdu. “Geri dönmeyeceğiz. Nilüfer tohum  toplayalım!”
Jiang Cheng takıldı. “Sanırım ‘çalmak’ demek istedin?”
Wei WuXian. “Her seferinde parayı geri ödemiyor muyuz!”
YunmengJiang Sekti sık sık bölgedeki evlerle ilgilenirdi, hiçbir teminat beklemeden bölgedeki su hortlaklarını yok ederdi. Birkaç kilometre içerisindeki alanda, birkaç tohum kozası bir yana, insanlar onlar için tüm bir göle nilüfer ekmeye razıydılar. Sektin gençleri her dışarı çıktıklarında ve birisinin karpuzunu yediklerinde, tavuğunu yakaladıklarında veya köpek mamasını ilaçladıklarında, Jiang FengMian her şeyi yoluna koymak için birilerini gönderirdi. Her seferinde neden çalmakta ısrar ettiklerine gelinirse, kibir veya edepsizlikten değildi – oğlanlar sadece azarlanma keyfine ve komik duruma düşmeye ve kovalanmaya bayılıyorlardı. *ÇN: Çin’in kırsal kesimlerinde, köpekler sık sık hırsızlara karşı evi korumaları için kullanılırlar. Başka birisinin evine gizlice girebilmek için, oğlanlar köpeklerin uyuduğundan emin olmalılar (ama tabi öldürmeden).
Gençler tekneye yerleştiler. Bir süre kürek çektikten sonra bir nilüfer gölüne vardılar.
Yeşille kaplanmış oldukça büyük bir su kütlesiydi. Tabak kadar küçük ve şemsiye kadar büyük yapraklar, birbirlerinin üzerine kat kat yerleşmişlerdi. Dışarıdakiler daha alçak ve seyrekti, su üzerinde yüzen düz bir tabaka oluşturuyorlardı; içeridekiler ise uzun ve daha sıkışıktı, içerisindeki insanlarla birlikte tekneleri kaplamaya yeterlerdi. Ama nilüfer yapraklarına bir bakış atmak meraklanmak için yeterdi, insan içinde birisinin saklandığını fark edebilirdi.
Nilüfer Rıhtımdan gelen küçük tekne yeşil dünyaya süzüldü. Her yerde başı aşağıya sarkmış tombul tohum kozaları vardı. Birisi kürek çekerken diğerleri işe koyulmuşlardı. Büyük tohumlar uzun, üzerinde küçük, zararsız dikenler olan saplardan sallanıyordu. Sadece küçük bir çabayla saplar ikiye kırılabiliyordu. Tohumları büyük bir parça sapla birlikte kopartıyorlardı, bu sayede geri döndüklerinde birkaç şişe alıp, onları tekrar suya ekebilirlerdi. Bazıları bu şekilde, tohumların tadının birkaç gün daha taze kaldığını söylerdi. Wei WuXian bunu sadece başkalarından duymuştu. Doğru olup olmadığını bilmiyordu, ama yine de diğerlerine kendinden son derece emin bir şekilde söyleyivermişti.
Birkaç tanesini kırdı ve birisini soyup açtı, yuvarlak tohumları ağzına attı. Sıvı dilini yaktı. Yerken dalgın bir şekilde ‘Sana nilüfer tohumları ikram edersem, sen bana ne vereceksin?’ gibi bir şeyler mırıldanıyordu, Jiang Cheng nasılsa duymuştu. “Kime ikram ediyorsun?”
Wei WuXian. “Haha, sana olmadığı kesin!” Tam Jiang Cheng’i suratının ortasından nilüfer tohumuyla vuracaktı ki, aniden ‘şişt’ sesi çıkarttı. “Bittik. Yaşlı adam bugün burada!”
Yaşlı adam derken bu bölgedeki nilüferleri eken çiftçiyi kastediyordu. Wei WuXian da aslında ne kadar yaşlı olduğunu bilmiyordu. Her şekilde, ona göre, Jiang FengMian amcasıydı, bu yüzden Jiang FengMian’dan daha yaşlı olan herkese yaşlı adam denebilirdi. Wei WuXian’ın hatırlayabildiği en eski zamandan beri adam bu göldeydi. Yazın buraya nilüfer tohumları çalmaya geldiğinde, yakalanırsa onu döverdi. Wei WuXian sık sık yaşlı adamın yeniden doğmuş nilüfer tohumu ruhu olup olmadığından şüphelenirdi, gölden eksilen tohum sayısını avucunun içi gibi bilirdi – Wei WuXian’a attığı şamarların sayısını da. Nilüfer göletlerinde ilerlerken, bambu çubuklar küreklerden daha iyiydi, her darbesi ses çıkartır ve eti delerdi.
Diğer gençler de bu dayaktan nasiplerini almışlardı. Anında suspus oldular. “Kaçalım, kaçalım!” Aceleyle kürekleri kaptılar ve kaçtılar. Sallanarak gölden çıktılar ve arkalarına doğru suçlu bakışlar attılar. Yaşlı adamın teknesi çoktan kat kat yaprakları çekmiş, engin sularda sürükleniyordu. Başını geriye atan Wei WuXian bir süre baktıktan sonra haykırdı. “Ne tuhaf!”
Jiang Cheng de ayağa kalkmıştı. “Teknesi neden bu kadar hızlı gidiyor?”
Herkes döndü. Yaşlı adam sırtı onlara dönük bir şekilde durmuş, tek tek teknedeki nilüferleri sayıyordu, bambu çubukları da kenarda öylece duruyordu. Ancak teknesi hem istikrarlı hem hızlı bir şekilde ilerlemekteydi. Gençlerin teknesinden daha hızlıydı üstelik.
İki tekne yaklaşırken, en sonunda yaşlı adamın teknesinin altında şüpheli beyaz bir gölge olduğunu gördüler, su altında yüzüyordu.
Wei WuXian döndü, işaret parmağını dudaklarına bastırdı, diğerlerine yaşlı adamı veya altındaki su hortlağını ürkütmemeleri gerektiğini hatırlatıyordu. Jiang Cheng başını salladı. Küreği sadece birkaç sessiz dalgacık oluşturdu, neredeyse hiç hareket etmiyorlardı. İki tekne arasında on adım kadar mesafe kaldığında, üzerinden sular damlayan gri bir el sudan yükseldi ve yaşlı adamın teknesindeki nilüfer tohum kozalarından birisini kaptıktan sonra sessizce suya gömüldü.
Birkaç dakika sonra, iki nilüfer tohum kabuğu suyun üzerinde yüzdü.
Oğlanlar konuşamayacak kadar şaşırmışlardı. “Vay be, su hortlakları bile nilüfer tohumu çalıyor!”
Yaşlı adam en sonunda arkasında birileri olduğunu fark etmişti, elinde büyük bir tohum kozasıyla döndü ve diğer elinde bambu çubuğu vardı. Hareketi su hortlağını ürkütmüştü. Bir su şapırtısıyla beyaz gölge kayboldu. Oğlanlar bağırdı. “Gel buraya!”
Wei WuXian suya atladı ve derine daldı. Kısa bir süre sonra elinde bir şeyle yukarı çıktı. “Yakaladım!”
Elinde küçük bir su hortlağı vardı, benzi soluktu. On yaşından büyük olamayacak bir çocuk gibi görünüyordu. Korkudan, gençlerin gözü önünde neredeyse cenin pozisyonu almıştı.
Aniden yaşlı adam lanet ederken, bambu çubuğu savruldu. “Yine bela arıyorsunuz!”
Wei WuXian daha yeni sırtına bir kırbaç yemişti ve şimdi üzerine ikinci darbeyi almıştı. Ciyaklarken neredeyse elindekini bırakacaktı. Jiang Cheng köpürüyordu. “Düzgün konuş – neden birden ona vuruyorsun ki? Bu ne nankörlük!”
Wei WuXian aceleyle. “Ben iyiyim, iyiyim, Yaşl-… Efendim, dikkatle bakın. Biz hortlak değiliz. Hortlak olan bu.”
Yaşlı adam. “Saçmalık. Sadece yaşlıyım, kör değilim. Çabuk ol ve bırak şunu!”
Wei WuXian irkildi. Yakaladığı su hortlağı selamlama olarak ellerini bir araya getirmişti, koyu renk gözleri oldukça zavallı bir şekilde parlıyordu. Çaldığı tombul nilüfer tohumunu hala tutuyor, bırakmaya gönülsüzdü. Tohum çoktan çatlamıştı. Görünüşe göre Wei WuXian ona çekmeden önce birkaç ısırık almıştı.
Jiang Cheng içinden yaşlı adamın zırdeli olduğunu geçiriyordu. Wei WuXian’a döndü. “Bırakma. Onu geri götürelim.”
Bunu duyunca yaşlı adam tekrar bambu çubuğunu tuttu. Wei WuXian hemen bağırdı. “Yapma, yapma! Bırakacağım, tamam.”
Jiang Cheng. “Bırakma! Ya birisini öldürürse?!”
Wei WuXian. “Üzerinde hiç kan kokusu yok. Bu bölgenin dışına yüzmek için çok küçük ve bu bölgede hiç ölüm haberi duymadık. Muhtemelen hiç kimseyi öldürmemiş.”
Jiang Cheng. “Kimseyi öldürmemiş olması, ileride öldürmeyeceği…”
Ama sözlerini tamamlayamadan bambu çubuk ona doğru savruldu. Darbe inince Jiang Cheng kudurmuştu. “Sen aklını mı kaçırdın yaşlı adam?! Hortlak olduğunu biliyorsun – seni öldürmesinden korkmuyor musun?!”
Yaşlı adam oldukça emindi. “Neden eşiğin yarısını geçmiş bir adam hortlaktan korksun ki?”
Çok uzağa yüzemeyeceğini bilen Wei WuXian araya girdi. “Kavga etmeyin, kavga etmeyin. Bırakıyorum!”
Sahiden bıraktı. Bir şapırtıyla, su hortlağı yaşlı adamın teknesinin arkasına süzüldü, dışarı çıkmaya korkar gibiydi.
Sırılsıklam Wei WuXian tekneye tırmandı. Yaşlı adam tekneden bir tohum kozası aldı ve suya attı. Su hortlağı ilgilenmedi. Yaşlı adam daha büyük bir tane seçti ve tekrar suya attı. Koza birkaç kez su yüzeyinde sıçradı ardından yarım beyaz bir alın dışarı çıktı ve büyük, beyaz bir balık gibi iki yeşil kozayı ağzıyla su altına taşıdı. Kısa bir süre sonra, biraz daha beyazlık su yüzeyine çıktı. Omuzları ve elleri ortaya çıkmıştı, su hortlağı kemirirken teknenin arkasına saklanmıştı.
Kozanın tadını çıkarmasını izlerken, gençler şaşkına dönmüşlerdi.
Yaşlı adam suya bir koza daha attı. Wei WuXian çenesine dokundu, nasıl hissedeceğini bilmiyordu. “Efendim, neden o nilüfer kozalarınızı çaldığında izin veriyorsunuz, hatta kendiniz veriyorsunuz da, biz çaldığımızda dayak yiyoruz?”
Yaşlı adam. “Tekneme yardım ediyor, neden birkaç tane koza vermeyecekmişim? Ve diğer taraftan siz? Bugün kaç tane çaldınız?”
Gençler utanmışlardı. Wei WuXian göz ucuyla baktı. Teknenin karnına gizlenmiş bir sürü kozayı fark edince, işlerin iyiye gitmeyeceğini anlamıştı, aceleyle seslendi. “Hadi gidelim!”
Anında gençler kürek çekmeye koyuldular. Bambu çubuğunu kullanarak, yaşlı adam tayfun gibi üzerlerine geldi. Çubuğun her an onlara vurmak üzere olduğunu düşünürken saçları dikiliyordu, delirmiş gibi kürek çekiyorlardı. İki tekne nilüfer gölünün etrafında hızla birkaç tur attılar. İki tekne gittikçe yaklaşırken, Wei WuXian çoktan birkaç darbe almıştı ve dahası çubuğun kendisinden başka hiç kimseyi hedef almadığını fark etmişti. Başını sardı ve bağırdı. “Hiç adil değil! Neden sadece bana vuruyorsun! Neden yine ben!”
Shidi. “Böyle devam Shixiong! Her şey sana bağlı!”
Jiang Cheng ekledi. “Evet, aynen devam.”
Wei WuXian laf attı. “Hayır! Bu kadarı yeter!” Tekneden bir nilüfer tohum kozası aldı ve fırlattı. “Yakala!”
Oldukça büyük bir kozaydı, suya ulaştığında oldukça fazla su sıçrattı. Tahmin ettiği gibi yaşlı adamın teknesi duraksadı. Su hortlağı sersem bir halde yüzdü, kozayı aldı.
Fırsattan istifade, Nilüfer Rıhtımın teknesi kaçma şansı yakalamıştı.
Geri döndüklerinde shidilerden birisi sordu. “Da-Shixiong, hortlaklar tat alır mı?”
Wei WuXian. “Normalde hayır. Ama bence bu ufaklık, muhtemelen… muhtemelen… Haa-… Hapşuuu!”
Güneş batmış ve rüzgar çıkmıştı. Oldukça soğuk bir esintiydi. Wei WuXian burnunu çekti ve yüzünü ovalayarak devam etti. “Muhtemelen ölmeden önce hiç nilüfer kozası yiyememişti ve çalmak için göle girerken boğulmuştu. Ve bu yüzden de… Haa-… Ha-…”
Jiang Cheng. “Ve bu yüzden de son dileği olduğu için nilüfer tohumları yiyor. Bu sayede bir tür tatmin hissediyor.”
Wei WuXian. “Aa-ha, aynen öyle.”
Sırtına dokundu, hem yeni hem eski yaralarla doluydu ve hala düşünüp durduğu soruyu geri plana atamıyordu. “Bu ne haksızlık. Neden bir şey olunca hep dayak yiyen ben oluyorum?”
Shidilerden birisi cevapladı. “En yakışıklı sensin.”
Bir diğeri. “En güçlü efsuncu sensin.”
Ve diğeri. “Üzerinde kıyafet yokken en iyi görünen sensin.”
Herkes başını salladı. Wei WuXian. “Övgüler için teşekkürler gençler. Korkmaya başlıyorum.”
Shidi. “Bir şey değil Da-Shixiong. Her seferinde bizi koruyorsun. Daha fazlasını hak ediyorsun!”
Wei WuXian şaşırdı. “Ne? Daha fazlasını mı? Duyayım bakalım.”
Jiang Cheng daha fazla dinleyemeyecekti. “Kapa çeneni! Eğer düzgün konuşmamakta ısrar etmeye devam ederseniz, tekmeyi delerim ve burada hep birlikte geberip gideriz.”
O konuşurken, iki tarafında ekili alanları bulunan bir bölgeden geçiyorlardı. Tarlalarda çalışan birkaç ufak tefek kadın çiftçi vardı. Teknelerinin geçtiğini görünce kıyıya koştular ve uzaktan onlara seslendiler. “Hey – !”
Gençlerde aynı şekilde karşılık verdiler, ardından hepsi Wei WuXian’a takıldı. “Shixiong, sana sesleniyorlar! Sana sesleniyorlar!”
Wei WuXian dikkatle baktı. Sahiden kadınlarla daha önce ekibe önderlik ederken karşılaşmıştı. Anında morali düzeldi ve el sallamak için ayaklandı, sırıtıyordu. “Nasılsınız!?”
Tekne akıntıyla birlikte sürüklendi. Kadınlar da kıyı boyunca takip ettiler, sohbet ediyorlardı. “Siz çocuklar yine nilüfer tohum kozaları çalmaya gittiniz değil mi!?”
“Bu kez kaç tane kaptınız söyleyin!”
“Ya da bu kez birisinin köpeğini mi uyuttunuz?”
Dinlerken, Jiang Cheng neredeyse onları tekneden atmak istiyordu, hiç hoşlanmamıştı. “İtibarınız sektimizi utandırıyor.”
Wei WuXian karşı çıktı. “Bize ‘siz çocuklar’ dediler. Aynı teknedeyiz değil mi? Ben saygınlığımı kaybediyorsam, hepimiz kaybediyoruz.”
İkisi tartışırken kadınlar bir diğeri seslendi. “İyi miydi?”
Wei WuXian cevap vermeyi başardı. “Ne?”
Kadın. “Verdiğimiz karpuzlar. Güzel miydi?”
Wei WuXian farkına vardı. “Demek karpuzları siz vermiştiniz. Çok lezzetliydi! Neden içeri girip oturmadınız? Çay ikram ederdik!”
Kadın gülümsedi. “Sizi ziyarete gelmiyorduk, bu yüzden içeri girmedik. Beğendiğinize sevindim!”
Wei WuXian. “Teşekkürler!” teknenin dibinden birkaç tane büyük tohum kozası çıkardı. “Nilüfer tohum kozası alın. Bir dahaki ziyaretinizde, beni bulun ve antrenmanımı izleyin!”
Jiang Cheng burnundan soludu. “Kim senin antrenmanını izlemek ister?”
Wei WuXian kıyıya tohum kozalarını attı. Uzak bir mesafeydi, ama kadınların ellerine yumuşak bir şekilde inmişlerdi. Birkaç tane daha adı ve Jiang Cheng’in kollarına sıkıştırdı. “Ne diye orada dikiliyorsun? Çabuk olsana.”
Birkaç kez iteklendikten sonra Jiang Cheng’in tek yapabileceği kozaları almaktı. “Çabuk olup ne yapayım?”
Wei WuXian. “Sen de karpuzdan yedin, bu yüzden hediyeye karşılık vermelisin, değil mi? Al, al, utanma. Atmaya başladı, başla hadi.”
Jiang Cheng tekrar burnundan soludu. “Dalga geçiyor olmasın. Neden utanacakmışım?” Böyle dediyse bile, bütün shidiler tohum kozaları atmaya başlamış olsa da, yine de kendisi hareketlenmedi. Wei WuXian acele ettirdi. “At o zaman! Eğer şimdi onları atarsan, bir dahaki sefere tohumların tadının nasıl olduğunu sorabilirsin ve böylece tekrar sohbet etmiş olursunuz!”
Shidilerin hepsi huşu içindeydi. “Demek o yüzden! Harika bir ders. Bu şeyler konusunda çok tecrübelisin Shixiong!”
“Sürekli böyle şeyler yaptığı anlaşılıyor!”
“Of, kahretsin, hahahaha…”
Jiang Cheng tam bir tane atacaktı ki sözleri duyduğu anda ne kadar kulağa ne kadar utanmaz geldiklerini fark etti. Tohum kozalarını soydu ve kendisi yedi.
Tekne suda süzülürken, genç kızlar kıyıda küçük adımlarla peşlerinden koşuyor, gençlerin tekneden onlara attıkları yeşil nilüfer tohum kozalarını yakalıyorlardı, koşarken bir yandan gülüyorlardı. Wei WuXian sağ elini kaşlarının üzerine koydu, manzarayı içine çekti. Kahkahaların arasında, iç çekti. Diğerleri sordu. “Sorun ne Da-Shixiong?”, “Kızlar peşinden koşarken bile iç mi çekiyorsun?”
Wei WuXian küreği omzuna attı, sırıtıyordu. “Hiç. Sadece aklıma tüm samimiyetimle Lan Zhan’ı Yunmeng’e davet ettiğim ve yine de teklifimi reddetmeye cüret ettiği geldi.”
Gençler baş parmaklarını kaldırdılar. “Vay, Lan WangJi işte!”
Wei WuXian keyfi yerinde bir şekilde bildirdi. “Susun! Bir gün, onu buraya sürükleyecek ve tekneden atacağım. Onu nilüfer tohum kozaları çalması için kandıracağım ve yaşlı adamın bambu sopasıyla dayak yemesine izin vereceğim ve arkamdan koşup duracak, hahahaha…”
Bir süre kahkaha attıktan sonra döndü ve Jiang Cheng’e baktı, asık bir suratla teknenin önüne oturmuş tohum kozaları yiyordu. Gülümsemesi yavaş yavaş kaybolurken iç çekti. “Of, ne öğrenmez bir çocuk.”
Jiang Cheng köpürdü. “Yalnız yemek istiyorsam ne olmuş?”
Wei WuXian. “Şu haline bak Jiang Cheng. Boş ver. Umutsuz vakasın. Tüm hayatın boyunca yalnız ye de gör!”
Her şeye rağmen, nilüfer tohum kozaları çalmak için yola çıkan tekne bir kez daha zenginliklerle dönmüştü.
 Bulut Kovuğu, Gusu.
Dağların dışarısı haziran yazıyla yanıyordu. Dağlarda ise, serin ve huzurlu bir dünya vardı.
Lanshi’nin önünde, iki beyaz figür salonda duruyordu. Bir esinti geçti, cübbeleri nazikçe dalgalandı, ancak hareketsiz kaldılar.
Lan XiChen ve Lan WangJi oldukları yerde duruyorlardı.
Baş aşağı.
İkisi de hiçbir şey söylemedi, sanki çoktan meditasyon durumuna geçmiş gibiydiler. Duyulabilen tek ses suyun uğultusu ve kuşların cıvıltısıydı. Tezat olarak, onlar daha da sessizmiş gibi görünüyorlardı.
Bir süre sonra Lan WangJi aniden konuştu. “Ağabey.”
Lan XiChen sakince meditasyon halinden çıktı, gözleri tereddütsüzdü. “Efendim?”
Bir anlık sessizliğin ardından Lan WangJi sordu. “Daha önce hiç nilüfer tohum kozaları topladın mı?”
Lan XiChen ona baktı. “…Hayır.”
Eğer GusuLan Sektinin bir üyesi nilüfer tohumu yemek isterse, elbette tohum kozalarını kendisi toplamazdı.
Lan WangJi başını aşağıya doğru eğdi. “Ağabey, biliyor musun?”
Lan XiChen. “Neyi?”
Lan WangJi. “Saplarıyla birlikte koparılan nilüfer tohum kozalarının tadı diğerlerinden daha güzel olurmuş.”
Lan XiChen. “Aa? Daha önce böyle bir şeyi hiç duymadım. Nereden çıktı şimdi birden?”
Lan WangJi. “Hiç. Süre doldu. Diğer el.”
İkisi onlara destek olan ellerini sağdan sola değiştirdiler. Hareketleri son derece tekdüzeydi, istikrarlı ve sessiz.
Lan XiChen tam sormak üzereydi ki gözleri bir yere odaklandı ve gülümsedi. “WangJi, misafirlerin var.”
Ahşap holün köşesinden beyaz, tüylü bir tavşan aniden sıçrayarak gelmişti. Lan WangJi’nin sol eline yapıştı, pembe burnu kokluyordu.
Lan XiChen. “Buraya nasıl gelebilmiş?”
Lan WangJi tavşana hitaben konuştu. “Geri dön.”
Ve yine de tavşan dinlemedi. Lan WangJi’nin alın şeridini ısırdı ve güçle çekti, sanki öylece Lan WangJi’yi sürüklemek istermiş gibiydi.
Lan XiChen sakince yorum yaptı. “Belki de ona eşlik etmeni istiyordur.”
Tavşan, onu hareket ettiremiyordu, öfkeyle ikisi etrafında zıpladı. Lan XiChen oldukça eğlenmişti. “Bu yaygaracı olan mı?”
Lan WangJi. “Fazlasıyla.”
Lan XiChen. “Yaygaracı olması kötü bir şey değil. Çok sevimli sonuçta. Yanlış hatırlamıyorsam iki taneydiler. O ikisi çoğu zaman biradalar değil mi? Neden sadece biri gelmiş? Diğeri dışarıda oynamak yerine sükûneti mi tercih ediyor?”
Lan WangJi. “Gelir.”
Tahmin ettiği gibi, kısa bir süre sonra bir kar beyazı kafa daha ahşap salonun köşesinden sallandı. Diğer tavşan da gelmiş, öbürünü arıyordu.
İki kartopu bir süre birbirlerini kovaladılar. En sonunda Lan WangJi’nin sol elinin yanında, sarılmak için bir yer buldular.
Tavşanlar birbirlerine sokuldular, baş aşağı bakarken bile oldukça şirin bir görüntü oluşturuyorlardı. Lan XiChen. “İsimleri ne?”
Lan WangJi başını iki yana salladı, bu ya isimleri olmadığı ya da varsa söylemeyi reddettiği anlamına geliyordu.
Lan XiChen ise ekledi. “Geçen sefer onlara isimleriyle seslendiğini duydum.”
“…”
İçten bir şekilde Lan XiChen yorum yaptı. “Oldukça sevimli isimleri var.”
Lan WangJi elini değiştirdi. Lan XiChen. “Süre henüz dolmadı.”
Sessizce Lan WangJi tekrar elini değiştirdi.
Otuz dakika sonra, süreleri dolmuş ve antrenmanları bitmişti. İkisi Yashi’ye döndüler, usulca oturdular.
Bir hizmetkar sıcağı hafifletmek için buzlu meyveler sundu. Karpuz soyulmuştu. İçi düzgünce dilimlenmiş ve yeşim bir tabağa koyulmuştu, yarı saydam kırmızısı göze oldukça hoş geliyordu. İki kardeş hasırlara diz çökerek oturdular. Birkaç usul kelimenin, dünkü derste neler öğrendiklerini tartışmalarının ardından, en sonunda yemeye başladılar.
Lan XiChen bir karpuz parçası aldı. Ancak Lan WangJi’nin tabağa belirsiz bir amaçla baktığını görünce içgüdüsel olarak durdu.
Onu şaşırtmayarak Lan WangJi konuştu. Seslendi. “Ağabey.”
Lan XiChen. “Efendim?”
Lan WangJi. “Daha önce hiç karpuz kabuğu yedin mi?”
“…” Lan XiChen. “Karpuz kabuğu yenebilen bir şey mi?”
Bir anlık sessizliğin ardından Lan WangJi yanıtladı. “Kızartılabildiğini duymuştum.”
Lan XiChen. “Belki de öyledir.”
Lan WangJi. “Tadının oldukça güzel olduğunu duymuştum.”
“Hiç denemedim.”
“Ben de.”
“Hm…” Lan XiChen. “Birisinin senin için kızartmasını ister misin?”
Bir süre düşündükten sonra Lan WangJi başını iki yana salladı, ifadesi ciddiydi.
Lan XiChen rahat bir nefes aldı.
Bir nedenle, ‘bunları kimden duydun’ sorusunu sormasına gerek olmadığını hissediyordu…
İkinci gün Lan WangJi tek başına dağdan indi.
Dağdan inmesi nadir bir şey sayılmazdı, ama itiş tıkış pazar alanına gitmesi oldukça nadirdi.
İnsanlar sürekli gelip geçiyordu. Ne sektin içinde ne de dağın av alanlarında, bu kadar çok insan olmazdı. Kalabalık müzakere toplantılarında bile, düzenli bir insan topluluğu olurdu, böyle sıkışık olmazdı. Birisinin başkasının ayağına basması veya arabaların çarpışması hiçte şaşırtıcı bir olay olacakmış gibi görünmüyordu. Lan WangJi hiçbir zaman başka insanlara temas etmeyi sevmemişti. Durumu görünce, belli belirsiz tereddüt etti, ancak tamamıyla durmadı. Onun yerine birisine yol sormaya karar verdi. Ancak bir süre geçtikten sonra bile, soracak kimseyi bulamamıştı.
Lan WangJi onun başkalarına yaklaşmayı sevmemesiyle birlikte, insanların da ona yaklaşmak istemediğini ancak şimdi fark ediyordu.
Pazardaki aceleciliğe kıyasla sahiden çok farklıydı, çok saf. Sırtında bir kılıç bile vardı. Satıcılar, çiftçiler ve yoldan geçenler nadiren onun gibi genç efendileri görürlerdi, hepsi aceleyle ondan kaçınmaya başlamışlardı. Ya küstah bir varis olmasından, onu yanlışlıkla kızdırmaktan korkuyorlardı ya da soğuk ifadesinden. Sonuçta Lan XiChen bile bir keresinde Lan WangJi’nin altı adım yanında hiçbir canlının donmadan kalamayacağı konusunda şaka yapmıştı. Sadece kadınlar Lan WangJi’nin yanından geçerken ona bakmak istiyorlardı, ama onlar da uzun süre bakmaya cüret edemiyorlardı. Meşgulmüş gibi davranıp, başları önde kaçamak bakışlar atıyorlardı. O geçtikten sonra toplanıp arkasından kıkırdıyorlardı.
Lan WangJi en sonunda evinin önünü süpürmekte olan yaşlı bir kadın gördüğünde uzun zamandır yürüyordu. Sordu. “Afedersiniz. En yakın nilüfer gölü nerede?”
Kadının gözleri iyi görmüyordu ve dahası toz gözlerini sulandırmıştı. Hızla birkaç soluk aldı, onu net bir şekilde seçemiyordu. “Bu yoldan üç veya beş kilometre git. Bir ev bir yarım hektar kadar bir yeri ekti.”
Lan WangJi başını salladı. “Teşekkür ederim.”
Yaşlı kadın. “Genç Beyim, göl gece kimsenin girmesine izin vermezler. Eğer gitmek istiyorsan acele et ve gün kararmadan var.”
Lan WangJi tekrar etti. “Teşekkür ederim.”
Tam gitmek üzereyken, kadının ince bir bambu çubuğu havaya kaldırdığını gördü, çatıya sıkışmış bir dala vurmayı başaramıyordu. Parmağını uzatmasıyla kılıcının enerjisi dalı vurarak indirdi ve ardından gitmek için döndü.
Onun hızıyla üç beş kilometre çok uzun sürmezdi. Lan WangJi kadının ona gösterdiği yönü takip etti ve durmadı.
Bir kilometre sonra pazardan çıkmıştı; biraz daha ilerleyince binalar seyrelmeye başladı; iki kilometre sonra, etrafındaki her şey yeşil alanlara ve çaprazlaşan patikalara dönüşmüştü. Arada sırada küçük, bacasından eğri dumanlar çıkan eğri kulübelere denk geliyordu. Birkaç kirli, yeni yeni yürüyen, saçlarını tepeden toplamış çocuk da tarlalarda dolaşıyor, kıkırdayarak birbirlerine çamur atıyorlardı. O kadar ilgi çekici bir sahneydi ki Lan WangJi izleyebilmek için durdu, ancak kısa bir süre sonra fark edildi. Çocukların hepsi küçük ve utangaçtı, göz açıp kapayıncaya dek ortadan kaybolmuşlardı. O da en sonunda bir adım attı ve yürümeye devam etti. Yolun yarısına geldiğinde, Lan WangJi yanağında bir soğukluk hissetti. Rüzgarla gelmiş bir yağmur damlacığıydı.
Gökyüzüne baktı. Sahiden gri, yuvarlanan bulutlar gökyüzünden düşecekmiş gibi görünüyorlardı. Hemen adımlarını hızlandırdı, ancak yağmur ondan daha hızlıydı.
Aniden, önündeki alanda durmakta olan yarım düzine kadar insan gördü.
Yağmur damlaları çoktan sağanağa dönüşmüştü. Ancak insanların ne şemsiyeleri vardı ne de sığınacak bir yer arıyorlardı. Sanki bir şeyin etrafına toplanmış, başka şeylerle ilgilenecek vakitleri yok gibiydi. Lan WangJi oraya gitti. Yerde bir çiftçinin yattığını, acıyla inlediğini gördü.
Sadece birkaç kelime dinledikten sonra Lan WangJi neler olduğunu anlamıştı. Çiftçi tarladayken, bir öküz onu ezmişti. Şu anda kalkamıyordu, ya belini ya bacağını incitmişti. Suçu işleyen öküz tarlanın uzak ucuna kovalanmıştı, kuyruğunu sallıyor ve yaklaşmaya çok korkuyordu. Öküzün sahibi doktor bulmak için gitmişti, diğer çiftçiler ise yaralı adama dikkatsiz bir şekilde yaklaşıp zarar vermekten korktukları için hareket etmeye cüret edemiyorlardı. Onunla ilgilenmelerinin tek yolu buydu. Ne yazık ki, yağmur başlamıştı. Başlangıçta çiseleme bile denemezdi, ama kısa bir süre sonra fırtınaya dönüşmüştü.
Yağmur gittikçe şiddetini artırırken, bir çiftçi şemsiye bulma görevi için eve koştu. Ancak evi uzaktı ve bir anda geri dönemezdi. Geriye kalanlar ellerinden hiçbir şey gelmediği için endişeliydiler, yaralı çiftçiyi yağmurdan korumak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ama böyle devam ederse ellerine hiçbir şey geçmeyecekti. Şemsiye gelse bile, sadece bir tane gelecekti. Sadece birkaç kişiyi örtüp diğerlerini dışarıda bırakamazlardı ya?
Birisi alçak sesle lanet etti. “Kahretsin, daha sadece bir dakika geçti ve gökler tepemize inecek.”
Bu noktada çiftçilerden bir diğeri konuştu. “Şuradaki kulübeye sığınalım. En azından bir süre dayanır.”
Uzak sayılmayacak bir yerde eski, terk edilmiş, dört ağaç parçasından oluşan bir kulübe vardı. Parçalardan birisi yana yatmıştı, diğeri ise yılların doğa olaylarıyla çürümüştü.
Çiftçilerden birisi tereddüt etti. “Onu hareket ettirmememiz gerekmiyor mu?”
“Bir… Birkaç adımdan bir şey olmaz.”
Herkesin yardım etmesiyle çiftçiler yaralı adamı dikkatle taşıdılar. İki kişi kulübeyi tutmak için gitti, ancak iki çiftçi çatıyı kaldırmayı başaramamıştı. Diğerleri sıkıştırırken, tüm güçlerini kullandılar, yüzleri kızardı, ancak bir santim bile oynatamamışlardı. İki kişi daha katıldı, ancak hala hareket etmiyordu!
Kulübenin çatısı ahşap bir çerçeveydi ve içi çiniler, saman ve çamur tabakalarıyla doluydu. Hafif değildi, ama kesinlikle bütün sene tarlalarda çalışan dört çiftçinin beraberce kaldıramayacağı kadar ağır değildi.
Daha yaklaşmadan bile, Lan WangJi neler olduğunu anlamıştı. Kulübeye yürüdü, eğildi, çatının bir köşesini tuttu ve tek eliyle kaldırdı.
Çiftçiler konuşamayacak kadar şaşkındı.
Genç adam dört çiftçinin kaldıramadığı çatıyı tek eliyle kaldırmıştı!
Biraz zaman geçince, bir çiftçi diğerine bir şeyler fısıldadı. Sadece biraz tereddüt ettikten sonra, yaralı adamı içeri taşımaya devam ettiler. Hepsi kulübenin içine girdiklerinde, aynı anda Lan WangJi’ye baktılar. Lan WangJi dümdüz önüne bakıyordu.
Yaralı adamı yatırdıktan sonra iki kişi ona yaklaştı. “G-… Genç Efendi, bırak. Biz taşırız.”
Lan WangJi başını iki yana salladı. İki çiftçi ısrar ettiler. “Çok gençsin. Uzun süre dayanamazsın.”
Konuşurlarken ellerini kaldırdılar, çatıyı taşımasına yardım etmek istiyorlardı. Lan WangJi onlara sadece baktı. Hiçbir şey söylemedi, sadece uyguladığı gücün bir kısmını geri çekti. Bir anda çiftçilerin yüz ifadesi değişmişti.
Lan WangJi önüne döndü, tekrar gücün artmasına izin verdi. Utanan çiftçiler tekrar oturmaya gittiler.
Ahşap çatı tahmin edildiğinden çok daha ağır olduğunu kanıtlamıştı. Eğer oğlan bırakırsa, onlar taşıyamazlardı.
Birisi titredi. “Ne tuhaf. İçerideyiz ama neden burası daha soğuk?”
Şu anda hiçbiri göremiyordu ama kulübenin ortasında pasaklı bir figür vardı, saçları dolanmış ve dili dışarıdaydı.
Rüzgar ve yağmur dışarıdan vurmaya devam ederken, figür kulübenin altında ileri geri sallandı, ürkütücü bir rüzgar esintisi taşıyordu.
Çatıyı anormal derecede ağır yapan ruhtu bu, ne olursa olsun sıradan insanlar kaldıramazlardı.
Lan WangJi yanında ruhları serbest bırakmasına yarayacak bir eşya getirmemişti. Yaratık başkalarına zarar vermek niyetinde olmadığı için elbette umursamadan ruhu parçalayamazdı. Şu anda onu asılmış cesedini bırakmaya ikna edebilecekmiş gibi de görünmüyordu, bu yüzden şimdilik sadece çatıyı tutabilirdi. Sonrasında rapor edecek ve ilgilenmesi için insanlar gönderecekti.
Ruh Lan WangJi’nin arkasında bir ileri bir geri sallanmaya devam etti, rüzgarla oradan oraya uçuyordu. Şikayet etti. “Çok soğuk…”
“…”
Etrafına baktı ve yaslanacak bir çiftçi buldu, sıcaklık arayışındaydı muhtemelen. Çiftçi aniden titredi. Lan WangJi hafifçe başını çevirdi, oldukça katı, yan bir bakış attı.
Ruhta titredi, perişan bir şekilde geri döndü. Yine de dilini uzattı ve şikayet etti. “Ya-yağmur çok şiddetli. Ve açıklıkta duruyoruz… Sahiden çok soğuk…”
“…”
Doktor geldiği zaman bile çiftçiler Lan WangJi’yle konuşacak cesareti bulamamışlardı. Yağmur durduğunda, yaralıyı kulübenin dışına taşıdılar. Lan WangJi çatıyı geri bıraktı ve tek kelime etmeden gitti.
Göle ulaştığında çoktan güneş batmıştı. Tam içeri girecekti ki diğer taraftan küçük bir tekne geldi, üzerinde orta yaşlı bir kadın vardı. “Hey, hey, hey! Burada ne yapıyorsun?”
Lan WangJi. “Nilüfer tohum kozaları toplamak için geldim.”
Kadın. “Güneş battı. Karanlıkta kimsenin girmesine izin vermeyiz. Bugün olmaz. Başka zaman gel.”
Lan WangJi. “Uzun kalmam. Sadece kısa bir süreye ihtiyacım var.”
Kadın. “Hayır, hayır demektir. Kural bu. Kuralları ben koymadım. Mal sahibine sorabilirsin.”
Lan WangJi. “Gölün sahibi nerede?”
Kadın. “Uzun zaman önce evine gitti, bu yüzden bana sorman anlamsız. Eğer seni içeri alırsam, gölün sahibi de bana hiç hoş davranmaz. Benim için işleri zorlaştırma.”
Bu noktada Lan WangJi zorlamayı bıraktı. Başını salladı. “Rahatsızlık için özür dilerim.”
Her ne kadar ifadesi sakin olsa da, hakkındaki her şeyden hayal kırıklığı okunuyordu.
Her ne kadar kıyafetleri beyaz olsa da, yağmurdan yarı yarıya ıslanmış ve çizmelerinin de çamurla kaplanmış olduğunu görünce kadın ses tonunu yumuşattı. “Bugün çok geç geldin. Yarın daha erken gel. Neredensin? Biraz önceki yağmur berbattı. Çocuğum, buraya yağmurda koşarak gelmedin değil mi? Neden şemsiye almadın? Evin buraya ne kadar uzak?”
Lan WangJi dürüst bir şekilde cevapladı. “On altı kilometre.”
Kadın duyunca boğulacak gibi oldu. “O kadar mı uzak?! Buraya varman çok uzun sürdü değil mi? Eğer sahiden nilüfer tohumu yemek istiyorsan sokakta satanlardan alman gerek. Çok var.”
Lan WangJi tam dönmek üzereydi ki bunu duyunca döndü. “Sokakta satılan nilüfer tohum kozalarının sapları yok.”
Kadın eğlenmişti. “Üzerlerinde sap mı olması gerekiyor? Tadı farklı olacak değil ya.”
Lan WangJi. “Farklı.”
“Değil!”
Lan WangJi ısrar etti. “Farklı. Birisi öyle söylemişti.”
Kadın kahkahalara boğuldu. “Kim söyledi bunu? Ne kadar inatçı bir genç beysin böyle. Bir şey seni ele geçirmiş olmalı!” *ÇN: Bakınız, aşk.
Lan WangJi hiçbir şey söylemedi. Başı önde döndü ve geri yürümeye başladı. Kadın tekrar seslendi. “Evin sahiden o kadar uzak mı?”
Lan WangJi. “Mn.”
Kadın. “Peki… Peki ya bugün evine gitmesen? Yakın bir yerde konaklasan ve yarın gelsen?”
Lan WangJi. “Giriş saati belli. Yarın ders var.”
Kadın kafasını kaşıdı, sanki tereddüt ederek düşünüyormuş gibiydi. En sonunda konuştu. “…Tamam, girmene izin veriyorum. Sadece kısa bir süre, kısacık, tamam mı? Eğer nilüfer kozaları toplayacaksan acele et, birisi seni görürse beni göl sahibine beni ispiyonlar. Benim yaşımda azarlanmak oldukça utanç verici olur.”
Bulut Kovuğunda, yağmurdan sonra…
Manolya ağacı özellikte taze ve kibar görünüyordu. Lan XiChen’in oldukça ilgisini çekmişti. Masasına bir kağıt serdi ve pencerenin önünde resmetti.
Pencerenin içi boş oymaları arasından, beyazlı birisinin yavaşça yaklaştığını görebiliyordu. Lan XiChen fırçasını bırakmadı. “WangJi.”
Lan WangJi yürüdü ve pencerenin önünden seslendi. “Ağabey.”
Lan XiChen. “Dün nilüfer tohum kozalarından bahsetmiştin. Amcam bugün dağa getirdi. Yemek ister misin?”
Pencerenin dışındaki Lan WangJi. “Yedim.”
Lan XiChen şaşırmış gibiydi. “Yedin mi?”
Lan WangJi. “Mn.”
İki kardeş birkaç kelime daha konuştular ve Lan WangJi Jingshi’ye döndü.
Lan XiChen resmi tamamladıktan sonra bir süre inceledi, ardından bir yere kaldırdı ve unuttu. Liebing’i çıkarttı ve normalde Berraklık Sesi’ni çalıştığı yere gitti.
Küçük kulübenin önünde yumuşak, menekşe rengi kantaronların filizlenmiş çalıları vardı, yaprakları yıldızlar gibi çiy damlalarıyla süslenmişti. Lan XiChen patikaya adım attı. Başını kaldırdı ve duraksadı.
Kulübenin kapısının önündeki ahşap holde beyaz yeşimden bir vazo vardı. Vazonun içinde çeşitli yüksekliklerde nilüfer tohum kozaları bulunuyordu.
Yeşim vazo uzundu, kozaların sapları da öyle. Oldukça güzel bir görüntüydü.
Lan XiChen Liebing’i kaldırdı ve vazonun önüne oturdu. Başını kaldırıp bir süre boyunca izledi, tereddüt ediyordu.
En sonunda kendini tuttu, sapları üzerinde olan nilüfer tohum kozalarının tadının daha farklı olup olmadığını görmek için gizlice birini alıp soymamayı seçti.
Eğer WangJi o kadar mutlu görünüyorduysa, sahiden tatları güzel olmalıydı.
 Çeviri Notu
Önceki bölümlerde Nilüfer Tohum ‘kozası’ yerine daha önce ‘kabuk’ yazmış olabilirim :( Ne olduklarını ancak googlelayınca gördüm, koza da olmuyor aslında ama gerçekte ismi nedir hiçbir fikrim yok. (Lotus Seed Pods)
43 notes · View notes
Text
Tumblr media
Bir  6 ay boyunca her sabah, göğsümü parçalayan bir acı ile gözlerimi açtım. Uyanır uyanmaz gövdeme binlerce iğne batıyor, kalbim inanılmaz bir hızla çarpmaya başlıyor, düzensiz atıyor, tansiyon nefesimi kesiyordu. Güne panikle titreyerek ve nefessiz uyanıyordum.
Ayakta durmak işleri kötüleştirdiği için yataktan aşağı salınıp yere uzanıyor, yerde sürünerek kendime bir çay yapmaya gittiğim oluyordu… Ne pahasına olursa olsun o çayı içecektim. O çay benim ölmüyor olduğumun tek ispatıydı.
Her türlü kontrolden geçmiştim ve tamamen sağlıklıydım. Ama gün be gün yaşam gücüm hızla tükeniyor, direncim azalıyordu. Üzerime sanki kocaman bir enerji ağı atılmış ve beni sakat bırakmıştı. Gece saatlerinde anca rahatlamaya başlıyor, o yüzden de uykuyu mümkün olduğunca geciktiriyordum. Uyursam, yine sabah olacaktı… Henüz içimdeki karanlığa ışık tutmayı bilmiyordum. Onun yerine ‘ben bunu aşarım’, ‘ben bunu yenerim’ler vardı. Bu ekstra çaba zaten az olan enerjimi iyiden iyiye bitiriyordu.  Biliyordum, çok az zamanım kalmıştı. Yıkılacaktım ve yine depresyona girmek üzereydim.
O kadar şiddetli istiyordum ki iyileşmeyi, o kadar azimli, o kadar istekliydim ki, kalbim ikiye ayrıldı. Bedenimdeki kalp beni hapsediyor, içimdeki kalp ise saf bir niyet taşıyordu: Çare  
Bir gün yine, ellerimle yoğurabileceğim kadar yoğun bir karanlığa uyandım. Hüznüm tükenmiş, isyanım bitmiş, enerjim sıfırlanmış, yaşayabileceğim her türlü duyguyu tüketmiştim.
Gözlerimi kapadım, pijamalarımla yavaşça yataktan yere uzandım ve elimi kalbime koydum. Evet belki bedenim panik atakla sarsılıyordu ve belki her yanım ayrı bir sinyal verip bağırıyordu ama
yapacak hiçbir şeyim kalmamıştı. Etrafımdaki koyu enerji kazanmıştı. Yok. Bitti. Bu kadar… Ne olacaksa, artık olabilir. Ne yapacaksa, artık yapabilir.
O an elimden tek bir şey geldi: Ona direnmeyi bıraktım.
Kendimi teslimiyetin sonsuz kanatlarına bıraktım. Dolambaçsız, sorgusuz sualsiz, net ve tertemiz… Bıraktım.  
Olan kabulümdü.  
Bırakmışlığın içinde süzülmeye başladım. Ben süzülürken tüm dehşetin ötesinde bir ihtimal belirdi: Paniğin içinde sakin bir nokta olabilir miydi? Bunu bir yerlerden duymuştum.
İçime doğru uzanmaya başladım. Bu fırtınanın elbette bir kalbi vardı. Oraya inmeye başladım. Ne kadar dehşetli olursa olsun, hiçbir şeyine itiraz etmedim. Tabii ki rüzgarı, yıldırımı, yağmuru ve bir şiddeti olacaktı. Bense hepsini kabul ettim ve sadece içinde var olmak istedim.
Aşağılara uzandıkça, sesler kısılmaya başladı. Hava gitgide yumuşamaya ve hafiflemeye başladı. Hala kara-beyaz rüzgârını görüyor, şiddetini iliklerimde hissediyor, yıldırımlarının kalbimi zıplatmasını izleyebiliyordum. Uzanmaya devam ettim. Daha da geride kalmaya başladılar.  
Bir an geldi ve fırtınanın tam merkezinde buldum kendimi. Şimdi tam ortasında oturuyordum. Artık uzanmıyordum. İçindeydim. Etrafımdaydı. Güçlü ve sakindi. Saygın ve kutsaldı. Fırtınanın kalbindeydim. Güzelliğine hayranlıkla bakındım.
Sonra bam! 6 aydır beni oradan oraya savuran, saçımda sakin bir tel bırakmayan fırtına, bir saniye içinde yok oldu. Bir saniye! O kadar hızlı gitti ki, ne yapacağımı şaşırdım. Şaşkınlığım beni derin meditasyonun dışına atıverdi.
Gözlerimi açtığımda sanki hayatımda ilk defa açıyordum. Her şey daha parlak, gün daha aydınlık, hayat daha sakindi. Ben de daha sakindim. Ben buradaydım. Tam burada. Etrafımdaki titreşimleri açıkça görebiliyor, hafifliği ve aydınlığına hayranlıkla bakıyordum. Her  şey ne kadar da güzeldi, ne kadar da hafifti…
Hiçbir şey, onu olduğu gibi kabul etmeden sizi kendi kalbine almıyor. Ben saf niyetimle ve teslimiyetimle bunu başarmıştım. Başarmakla kalmamış, fırtınanın merkezine kendi ışığımı sunmuştum. Gördü, aldı. Bana kendi yıldırımlarını, rüzgarını ve güzelim dirayetini hediye etti. Bana her şeyin kalbine inebileceğimi ve bunu nasıl yapacağımı öğretti. Dönüştürmeyi öğretti ve ışık tutmayı.
Şimdi fark ediyorum ki, karanlığımın kalbine inerek oraya kendi ışığımı getirmek demek, iyileşmek demek.
15-16 yıldır, kocaman aylara yayılmış bloklar halinde yaşadığım panik ataklarımı böyle iyileştirdim. Yaşam enerjim bir daha hiç o şekilde tüketilmedi. Gün içinde panik, korku, anksiyete gibi duygular yaşarsam, ki yaşayabilirim, ben de insanım, hemen fırtınanın içindeki o sakin merkeze iniyorum. Yıllar oldu, beni bir daha hiç sallamadı.
Peki ya siz, hangi fırtınalarda, gemilerinizi yıkıyorsunuz?
1 note · View note
olmakihtimali · 4 years
Text
Görmezik/ gördürürler Davarın yedim doydum sandığı Bir dalgınlık
çünkü benden bir kahramanlık kalacak çünkü besmeleyle başlandı çünkü desturla tuttuk ne tuttuksa çünkü imanla çok şeylere çağrıldık gözümüz dağlarda kaldı eşya geride kaldı dünya arkada bırakıldı bir diş gibi ayrıldık çenemizden dil çağı kapandı göz bağı koptu bir tövbe sancağı açıldı bir zevk süreci değil çünkü bütün o zamanlar toptan kullanılmış oldu
içinde zalimlerin asılma sahneleri içinde kan akıtanların kanlarının seli içinde mahzun edenlerin gözyaşı nehirleri çünkü tövbe edildi izin verildi besmeleyle başlandı
sevgilinin elinden dertler hoş beline/ çamur çamur olarak tekme tekme olarak on gündür ve kırk gündür daha aç acına ayakta durmak elli gün ayakta durmak olarak kaydedildi sevilinin elinden bağış ve kefaret olarak bilindi kabul edildi razı olundu ağlanmadı peki ekmek istenmedi mi istendi Sadece bir parça ekmek istendi tapınmaya bedensel güç olarak Yalvarılmadı HİÇKİM SE YE ağlanmadı razı olundu kabul edildi öpüp başa kondu ve çünkü tövbe edildi bir tövbe sancağı açıldı bir zevk süreci devrildi bir isyan kazanı devrilmedi itiraz isyan akmadı bir tövbe sancağı açıldı çünkü bütün zamanlar toptan kullanıldı içinde zalimlerin asılma sahneleri içinde kan akıtanların kanlarının seli içinde mahzun edenlerin gözyaşı nehirleri çünkü tövbe edildi tövbe edildi
ağıt güzel vakitlerindendir estağfirullaaaaah ve işte böyle uzatarak kalbim aç etim yanık Dünya diz çöktüğüm yer kadardır dizimin yanında bir diz dizimin yanında bir diz sağdan biri iki üç dört beş altı yedi soldan bir iki üç dört beş altı yedi bir sana bir sana bir sana... avucunu aç avucunu kapa dilini tut aklını kravatın gibi çöz at şimdi bir damla gözyaşı bir iri yahut
Cahit Zarifoğlu
3 notes · View notes
belkidebirharfimben · 5 years
Text
Sen de yaşamaktan korkuyor musun?
"Bazı hastalar acı ilaçlara tahammül gösteremeyip hastalık çekmeye devam ederler. Bazıları da kalbin tedavisindeki zorluğu düşünerek hastalıklı yaşamayı tercih eder. Bazen de kişi ilacın acılığına katlanmak istese de kalbini tedavi ettirecek ehil doktor bulamaz. Çünkü bu hastalığın doktoru âlimlerdir. Oysa artık kalp hastalığı onları da sarmış durumda. Kendisi hasta olan doktorun yazdığı reçeteye pek iltifat edilmez. Bunun için günümüzde hastalık müzminleşti, dert ağırlaştı ve bu ilim ortadan kalktı. Öyle kalktı ki kalbin tedavisi ve hatta hastalığı bile tamamen inkar edildi." (İmam Gazalî (k.s.), İhyau Ulumi'd-Din, 3/63)
Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'unda geçen bir diyalog vardı. Doktor bir yerde esas oğlanımız Francesco'ya diyordu ki: "Sen ölmekten değil yaşamaktan korkuyorsun." Neden mi böyle söylüyordu? Çünkü Francesco sürekli 'ölüm fikriyle' uyanıyordu sabahları. Yalnız kaldığında duvarlar üstüne üstüne geliyordu. Sesler, en küçükleri bile, kulaklarını boğacak bir çınlama gibiydi yalnızken. Meşgul ediyordu kendini 'kendi dışındaki herşeyle' karanlıktan kaçmak için. Hayat düşmesi hiç bitmeyen bir boşluktu ona göre. Boşluktan kaçabilmenin tek yoluysa bir şekilde boşluğun varlığını unutmaktı. Bunu da 'hareketin sarhoşluğu' ile başarıyordu:
"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum; korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya. Her an. Yalnız başıma yaşamaya başladığım ilk zamanlar çıldırıyordum. Yemek masasında otururken mesela. Çünkü bizimkilerle ve televizyon açık yemek yemeye alışmıştım. Yalnız yemek yediğim ilk akşam daha fazla dayanamayıp telefon etmeye başladım insanlara. Yapayalnız ve sessizlik içinde çiğnediğim lokmanın sesini duyuyordum."
Fakat Francesco doktorun bu söylediğine önceleri bir anlam veremedi. Nasıl 'yaşamaktan korkuyor' olabilirdi? Hayatta tatmadığı şey, lezzet, tecrübe kalmamıştı. Uyuşturucu, içki, sigara. Her cinsten sefih eğlence, çılgın anı, türlü türlü delilikler, yığın yığın haz. Bunlardan onun kadar nasiplenmiş, tabir-i diğerle, hayattan onun kadar kâm almış ikinci bir kişi gösterebilmek mümkün müydü? Peki bu doktor nasıl olup da onun 'yaşamaktan korktuğunu' söyleyebilirdi? Neye dayanarak?
Dayanamadı. Böyle demekle neyi kastettiğini sordu ikinci bir ziyaretinde. Doktor da ona yaşamaktan kaçtığı/korktuğu birçok şey olduğunu söyledi. Francesco itiraz etti. Mümkün değildi böyle birşey. Doktor anlattı. Francesco sigara içmeyen bir insanın dünyayı nasıl algıladığını bilmiyordu. Uyuşturucu alınmadığında hayatın nasıl birşey olduğunun farkında değildi. Alkolsüz bir beynin nasıl bir uyanıklık içinde olacağını unutmuştu. Doktorun iddiası şuydu ki: Francesco'nun yaşamak sandığı tüm sefihlikler aslında 'asıl hayatı yaşamaktan duyduğu korku'dandı. Yaşamaktan korktuğu için bunların arkasına sığınıyordu Francesco.
Roman, Francesco'nun kendi içinde yaşadığı böylesi sorgulamalar eşliğinde sürüp gidiyor. Fakat en nihayet doktoruna hak veriyor Francesco. Ve tüm kötü alışkanlıklarını bir kenara bırakıyor. Ondan sonraki halet-i ruhiyesini anlattığı bölüm çok güzeldi ama kitap elimde mevcut olmadığı için doğrudan aktaramıyorum. Aklımda kaldığı kadarıyla tarif edeyim:
Kendisi gibi olanların ve fıtratlarını koruyanların aynı dünyada iki ayrı boyut, iki ayrı hayat, yani bir tür 'paralel evrenlerde' yaşadıklarını farkediyor Francesco en nihayetinde. Yani, ne aynı şekilde hissediyorlar, ne aynı şekilde algılıyorlar, ne de aynı şekilde görüyorlar dünyayı. Bir sigara örneği veriyor orada mesela. Bıraktığında koku farkındalığının şaşırtıcı bir şekilde arttığını belirtiyor. Daha önce tatmadığı şekilde tadıyor tüm lokmaları. Çiçeklerin varlığını daha bir hissediyor. Kötü alışkanlıklarını terk etmek onu asıl hayatın içinde bambaşka bir boyuta taşımış. Hem itiraf ediyor:
"Bu çarkın işleyişini görüyordum. Diğerlerinden daha zeki ya da daha duyarlı olduğumdan değil. Belki sadece bir şekilde biraz hızını kesebildiğim için. O taşıyıcı şeritten inmiştim biraz. Ve oradan inen kim olursa olsun, benim düşündüklerimi düşünürdü. Çünkü o, ortak bir hastalıktı. Herkesin hastalığı. Ruhun hastalığı. Hayatımda bir sürü uyuşturucu denedim ve deneyimledim, ama açık bir zihnin aralarında en iyisi olduğunu söylemeliyim. Bakmak, anlamak, düzenin işleyişini ve davranışları gözlemlemek ve sonuçları önden tahmin edebilme noktasına varmak. Harika uyuşturucu buydu."
Farkında olmak hayata tutunmanın en güzel yolu. Francesco üzerinden Fabio Volo bize bunu öğütlüyor. Tabii buraya kadar aktardıklarım beni ister istemez 'takva'yı da konuşmaya zorluyor. Takva nedir? Takva bir bedel midir sadece Allah'ın rızası için ödettiği? Bence takvayı böyle algılarsak yanlış algılarız. Yük gibi taşırız takvayı. Takva, hâşâ, Allah'ın ihtiyaç duyduğu birşey değildir. Bizim ihtiyacımızdır. Canımıza da iyi gelendir. Bize ikramdır. Takva ve ibadetle kurduğumuz ilişki, onların Allah'a bağışımızmış gibi algılanmasıyla başlıyorsa, bu ilişki sakattır. Bediüzzaman pekçok metninde bu nazar sorununu düzeltmeye çalışır:
"Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."
Allah, ne ibadeti, ne de takvayı bizi birşeylerden mahrum etmek için emrediyor. Daha fazlası oradayken razı olunmuş bir 'bu kadarcık' değil takva. Ya? Aslında takva bizi hayat içinde asl-ı hayata davet ediyor. Almıyor da aksine ikram ediyor. Ne demek asl-ı hayat? el-Cevab: Daha üst bir farkındalık. Daha uyanık bir yaşam. Daha asil ve şiddetli bir hissediş. Bunlara davet ediliyoruz aslında takvayla. Yani 'hayatı daha kaliteli yaşamak'tır takva. Biz takvaya uygun hareket ettikçe Allah'ın o uyum içinde sakladığı güzelliklerle tanışıyoruz.
Hayatı hazlardan ibaret görenler çılgınlığın 'yaşamak' olduğunu sanıyorlar. Bizim buna karşı iddiamız şu: Hayır, hayatı yaşamak haz değil, hissediş meselesidir. Ve ehl-i takva, kaçındığı herbir günahla, aslında daha üstdüzey bir hissedişe talip olur. Birçok örnek verebilirim buna. Fakat sırf oruç hakkında konuşmak bile yeter. Oruç bize ne yapıyor? Nasıl yeni farkındalıklar kazandırıyor? Açken tokken uyanamadığımız nelere uyanıyoruz? Ramazan Risalesi'ni bu gözle yeniden bir okuyalım lütfen.
Zaten hayat dediğimiz de bir 'farkedişler süreci' değil mi? Biz birşeyin canlı olduğunu nasıl anlıyoruz en temelde? Çılgınlık yapmasından mı? Yok. Ondan değil. Ya? Farketmesinden değil mi? Daha canlı olan da 'daha çok farkeden' değil mi? Peki 'çılgınlık yapmak' ne ara yaşamanın ölçüsü oluverdi? İnsan hayvandan, hayvan bitkiden, bitki taştan çılgınlığıyla değil, farkındalığıyla üstün. O halde hayatı daha dolu yaşamak için talip olunması gereken şey de uyuşmak değil daha çok uyanmak! Daha çok farketmek!
Ve takva, bu pencereden bakılınca, gafletten koruyuculuğu ile 'bizi mahrum etme' aracı değil, 'daha fazlasıyla muhatap kılmanın' aracı. Yeni farkedişlerin aracı. Yeniden hissedişlerin aracı. Oruç tutmamışların anlayamadığı bir dünyaya sahip oluyor oruç tutan. Göğsü yarılıp genişliyor yeniden. Namaz kılmayanların sezemeyeceği bir huzura eriyor namaz kılan. Eğilmeyi öğreniyor harbiden. Yani demem o ki: Şemsiye, seni yağmurdan mahrum etmek için değil, daha fazlasıyla muhatap etmek için var. Hasta olmadan yağmur altında yürüyesin diye var. Daha zengin bir evren keşfedesin diye var. İmam Mâlik rahmetullahi aleyhin bir sözüyle bitirelim bu yazıyı da: "Muhtaç olmadığı birşeyi satın alan kimse ihtiyaç duyduğu şeyi satmış olur."
20 notes · View notes
adam-slx · 5 years
Text
He göt kafalı adam_slx bir girmediğin din ile bilim kalmıştı girdin, şimdi onlarda sana girecek
Hep küfürlü yazdığın için düşüncenin de o yönde şekillendiğini farkettiğin oldu mu? Her şeyi sikiştirmek gibi mesela?
Soru 1 giren yararak bir, hani dakika 1 gol 1 gibi, la yediğim din ile bilim yazacam zorlama küfür etmiyecem
Hani senin ünsüz bir sözün var ya "sikini eline alan her deliği amcık sanırmış" onun babında söyledim yoksa konuyu küfre getirmeye hiç niyetim yok.
Benim değil ama söylediklerimden daha ünlü bir söz daha var bilirmisin "kısmetten çıkmış götün yarrağı bağdatdan gelir" şu anda yaptığın beni bağdat'dan çağırmak, örneği "Elimdeki çekiç sebebiyle etrafı çivi görmek" olarak da verebilirdin illa beyninin oruspuluğunu göstereceksin....
Başlığa bakılırsa sanki hiç din ile bilim arasında ki ilişkiyi yada ilişkisizliği sorgulamamış gibisin seni tanımasam başlığa bakıp sana koca bir siktir çekebilirdim, önceden bu konularla daha çok ilgiliydin, ne oldu sana?
Hala ilgili sayılabilirim. Zihin felsefesi herhalde felsefe niyetine okunması en faydalı alanlardan biri. Teknik felsefe diyorlar ya, anlaşılması zor, ancak hala bir takım sorunları çözebilme veya anlayışımızı geliştirebilme ihtimali olan bir alan. Sadece din ile ahlakî sorunları çözemezsin, din felsefesi büyük ölçüde laf ebeliğine dönmüş durumda günümüzün dini kadınların yaptıklarından besleniyor zaten eskilerin din dediği şey de bilim haline geldi, ancak Bilim Felsefesi ve Matematik Felsefesi daha fazla faydalı sayılabileceklerden. Bilimin sınırlarının ne olduğunu tartışmanın anlamı yok veya bilimsel bilginin ne kadar doğru olduğunun. Neticede bilimi eleştirdiğimiz bilgi veya fikir, bilimin kendisi kadar sağlam değil.
Nasıl eleştiriyorlar mesela?
Bilimin gerçek bilgiye ulaştıramayacağı mesela, belli sınırlar içinde kaldığı gibi eleştiriler. Bunlar doğru, yanlış değil. Bilimin metodundan kaynaklanan engelleri mevcut, Tıbbî bilginin %10'u tam manasıyla bilimsel veya Sosyal Bilim denen konularda bilim yazdığımız hikayedeki bir karakter sadece. Bununla beraber, bilime bu açıdan eleştiri getirecek bilgi de daha sağlam değil.
Mesela dinî bilginin bilimsel bilgiden daha geçerli olduğu gibi mi,
Maalesef evet. Bilim her çağda değişiyor, din hiç değişmiyor. Bugün ak dediğine, yarın kara demiyor ancak insanların kavramasını beklediğim, kesin saydıkları bilgilerin de aslında o kadar kesin olmadığı ve hayatta pek çok şeye bilmiyoruz demeye gücümüz yetmediği için karşılıklar uydurduğumuz.
Bilimsel bilgiden neyi kastediyorsun?
Tekrarlanabilir, test edilebilir, herkesin kontrolüne açık bilgiyi kastediyorum. Bu özellik önemli sınırlamalar getiriyor. Bununla beraber, bu özelliği sunmayan bir çeşit bilginin bu bilgiden daha üstün olduğunu iddia edmiyorum.
Peki bilime itiraz edenlerin sebepleri ne?
Onun sebebi de büyük ölçüde bilimcilerin bilmiyoruz demeyi kendilerine yedirememesi. Biliminsanlarının aydınlanmacı olmasına gerek yok, bilim kaynaklı bilgiyi kullarak insanlara bilimsel olamayan felsefeler sunmasına itiraz ediyorlar gerçekte. Tekrarlanabilir bilgi konusunda itiraz yok, ancak tüm hayatı buna göre düzenlemeye çalışmaya itiraz ediyorlar. Hayatın bilimsel olması mümkün mü?(hadi göt kafalı hep sen sormayacaksın al bu soruda götüne girsin 😎 çok fenayım çok) Hayatın tekrarlanabilir olması mümkün değil. Hayattaki çoğu kararı bilimsel yollarla almak mümkün değil. İrrasyonellik hayatın özüne bilimden çok daha yakın. Ancak bilimciler, hayata müdahale etmeye başladıklarında, bunun mümkün olduğunu iddia ediyorlar. Birey için bilimsellik hemen hemen imkansız bir şey.
Çok mu imkansız?
İnsanlar mantıklı davranmayı ister. Bununla beraber, diyelim, evleneceği insana bilimsel yollarla nasıl karar verebilir? Gideceği okula? Çalışacağı mesleğe? Bazı rasyonel kriterler sözkonusu olabilir ancak hiçkimse, diyelim, evlilik konusunda veya iş konusunda bir hedefi takip edip, sonra başa dönüp, başka bir hedefi takip edip, ikisini mukayese edemez. Bilimin asıl yaptığı mukayese ise, bireyin hayatında zamana ve şartlara bağlı değişkenler bu mukayeseyi imkansız hale getirir. Evleneceği insana tekrarlanabilir deneyle karar vermeye çalışan çok gerçi. Evet ama evlendikten sonra deney şartlarının değiştiğini gözden kaçırıyorlar. Şartlar değiştiğinde insanlar da değişiyor, evlilik de önemli bir değişiklik hayatta. Ancak toplumların bilimsel yönetilmesi mümkün olabilir.
Birey için pek geçerli değilse de...
Evet, tek bir insanın nasıl davranacağına karar vermek zor ama bir milyon insanın nasıl davranacağı konusunda deney yapabiliriz. Bir kişi için deney şartlarını oluşturmak zor, ancak bir milyon kişi için kolay. Bir milyon kişiye yirmişer lira verseniz, harcama davranışlarının ülkeden ülkeye veya yaş gruplarına göre nasıl değiştiğini izlemek mümkün olur. Tek bir kişinin ne yapacağını bilmekten kolaydır.
Bu garip bir durum değil mi? Bir kişinin davranışını tahmin etmenin zor olması, ancak bir milyon kişinin kolay olması?
Aslında o kadar tuhaf değil. İnsanlar bulundukları şartlarını diğer insanlara borçlu. Birinin şartlarını değiştirmemenin en kolay yolu, etrafındaki herkesle beraber şartlarını değiştirmek. Tek bir kapıyı kırmızıya boyarsan işkilleniyor, ancak bütün kapıları kırmızıya boyarsan o kadar endişe etmiyor yani? Böyle de denebilir.
Peki bilimsel bilginin ötesine geçmenin imkanı yok mu? Daha kesin bir bilgi?
Ölçümüz kesinlikse, ifade edilebilirlikse, gözlenebilirlikse, tekrar edilebilirlikse, hayır, yok. Ancak bunlar iyi bilginin tek özelliği değil. Hayatını sadece bu çeşit bilgiye göre yaşayamaz insan.
İyi bilgi ne? İyi bilgi, insanı iyiliğe götüren bilgi diyebilir miyiz?
Bilerek daha iyi olduğu bilgi. Tabii iyiliğin ne olduğunu da soracaksın şimdi.
Sorabilirim aslında ama bunun üzerinde durmak istemediğini sanıyorum.
Aferin beni iyi tanıyorsun. İyilik aslında herkesin bildiği cinsten bir şey. Daha doğrusu, insanlar iyilik diye bir şey olduğunu biliyor. Neyin iyilik olduğunu bilemese de.
İyiliğin varlığı kesin ama neyin iyilik olduğu mu şüpheli?
Evet. İnsanlara sorsan, iyilik diye bir şey olduğunu söylerler. Neyin iyi olduğu konusunda anlaşamasalar da, herkes bir şeylerin iyi olduğunu kabul eder.
İyiliğe götüren bilgi de, insanın kendi tanıdığı iyiliğe götüren bilgi mi?
Hayır, tam tersine, iyiliğin gerçekte ne olduğunu gösteren bilgi. İnsan iyi sandığı şeylerin ne kadar iyi ve kötü sandığı şeylerin ne kadar kötü olduğunu anlamaya devam etmeli. Bu anlayışı sağlayan bilgiye iyi bilgi denebilir.
Bilimsel bilgiden farkı ne?
İnsanın kendini tanıması, hayallerini anlaması, etrafındakileri tanıması, şartlarının ne olduğunu, diyelim zekasını ve iradesinin kuvvetini tanıması da iyi bilgidir. Bunlar bilimsel değildir, yani, etrafındakileri kendi gözüyle tanır, kendini takip ederken taraflıdır, şartları değişir ve onları yanlış anlayabilir. Bununla beraber bu çeşit bilgi sayesinde, iyiliğe yaklaşabilir.
Bilimsel bilgi de önemli o zaman. O kadar da boş değil.
Göt kafalı onu nerden çıkarttın algısını siktiğim Tabii ki değil. Yüz sene önce sigaranın kanser yaptığını bilmiyorduk, şimdi biliyoruz. Elli sene önce emniyet kemerinin önemli bir hayat koruma aracı olduğundan kimsenin haberi yoktu. Kırk sene önce atmosferdeki karbondioksit miktarının ozon tabakasına zarar verdiğine şahit değildik. Bunlar insanı iyiliğe götüren bilgiler.
Yüz sene önce sigarayı bırakmak iyilik sayılmazdı ancak şimdi sayılır diyorsun.
Algını sikmek iyi geldi gibi baksana hemen anladın. Evet. Bu bilgi de insanı iyiliğe götüren cinsten bir bilgi. Bunun dışındakileri inkar etmediği sürece de en önemli kaynaklardan biri bile kabul edilebilir. Ancak bazen bu iyi bilginin kaynaklarında çelişkiler olacak.
Diyelim, bilim şarap içmenin çok faydalı olduğunu buldu. Veya her derde deva bir ilaç buldu, ancak aynı zamanda insanı da sarhoş ettiği için dinen haram kabul edildi. Bu durumlarda ne olacak?
Hahhahha asıl soruya geldin değil mi? Din cız diyor bilim ama bu diyor, bugüne kadarki tecrübem, bu gibi konularda daha yakından bakıldığında, çelişki bulunmadığı oldu. Şarabın kalbe faydası mesela, üzümde bulunan flavonoitlerden kaynaklı ve alkolün verdiği zararı gözardı edecek kadar değil. Üzüm yiyerek veya üzüm suyuyla da aynı faydaya ulaşabiliyor insan. Bu gibi durumlarda hemen her zaman daha yakından bakıldığında meselenin çözüldüğünü gördüm.
Yine de her zaman olmayabilir.
Eğer hiçbir şüpheye yer bırakmayan bir bilimsel bilgi, dinî kuralla çatışırsa demek istiyorsun?
Evet, onun gibi. Hangisi iyi bilgi olur o zaman?
Şartlara bakmak gerek. öyle bir durumda din buna haram dedi iyileşsemde içmem diyen bir inanan görmedim. (göt korkusu inançdan büyük) İnsanın dini doğruları, daha doğru bir yaklaşım bulduğunda terkedebilmesi de iyi bilgi cinsinden sayılabilir. bilim, kanunlaşmış bilgiye tutunmayı tavsiye etmez.
Kestirme bir cevap oldu.
Çok mu kestirme oldu, daha kestirme ölçü birimleri var ne dersin bilimle din içiçe gibi mesela evet ebenin amı daha uzun yada bu konu ebenin amından daha sıcak ne dersin bitirmeyelim mi
E, hadi o zaman, kolay gelsin.
3 notes · View notes
wozwaldllik · 5 years
Text
Atom Çağı
Tumblr media
Olayları bizzat yaşayan, gören, idrak etmeye çalışmış insanları gösteren, onların yaşadıklarını bizzat kendi ağızlarından dinlediğim belgeseli aşağıya bıraktım… İzlemenizi temenni ederim…
Nükleer yıkımın acısını bizzat yaşayanlardan biri de Hiroshima Communications Hastanesi'nin yöneticiliğini yapan Dr. Michihiko Hachiya'ydı. Hachiya, hastanenin hemen yakınında ve patlamanın merkezine de 1,5 km uzaklıkta yaşıyordu. 1955'te yayınlanan günlüğüne (Hiroshima Diary ),  Atom Çağı'nın başladığını şu satırlarla aktarıyordu:
 "Saat daha erkendi; sabah olmak üzereydi, hava ılık ve güzeldi. Titreyen yapraklar, bulutsuz bir gökyüzünden yansıyan güneş, güneye açılan kapımdan etrafı izledikçe bahçemdeki gölgelerle tatlı bir tezatlık oluşturuyordu. Üzerimde sadece bir atlet ve iç çamaşırım vardı. Oturma odasında, yorgunluktan bitmiş bir halde yere uzanmıştım, hastanedeki nöbetimde uykusuz bir gece geçirmiştim.
    Birden, güçlü bir ışıkla irkildim, sonra bir tane daha. Bazen insanlar küçük şeyleri daha iyi hatırlar. Hâlâ çok canlı bir şekilde bahçemdeki taş fenerin gözleri kör edercesine yandığını ve bu ışığa bir magnezyum patlamasının mı yoksa tramvayın elektrik hatlarında çıkan kıvılcımların mı sebep olduğu konusunda şüpheye düştüğümü hatırlıyorum.
    Bahçedeki gölgeler kayboldu. Bir dakika öncesine göre görünen manzara daha parlaktı ve gökyüzü şimdi kapkara olmuştu. Havada dönen toz bulutunun içerisinde evimi köşelerden destekleyen tahtalardan birinin uçuştuğunu fark ettim. Çılgınca olduğum yerde dönüyordum ve derken tavan tamamıyla çöktü. İçgüdüsel olarak kaçmaya çalıştım; ancak molozlar ve tavandan düşen keresteler yolu tıkamıştı. Önümdekileri dikkatli bir şekilde temizleyerek bahçeye çıktım. Kendimi çok zayıf hissediyordum ve biraz güç toplamak için durdum. Beni şaşırtan şey ise tamamen çıplak olduğumu fark etmem oldu. Ne kadar garip! iç çamaşırlarım nereye gitmişti?
    Vücudumun sağ tarafı tamamen kesiklerle doluydu ve kanıyordu. Uyluğumda oluşan yaranın içinde büyük bir kıymık parçası duruyordu ve ağzımda sıcak bir şeylerin aktığını hissediyordum. Çenem parçalanmıştı; yavaşça kontrol ettim. Alt dudağım ardına kadar açık vaziyette duruyordu. Enseme ise oldukça büyük bir cam parçası saplanmıştı ve ben hiç acele etmeden onu dışarı çıkardım. Üzerimdeki şaşkınlığı ve şoku atlatınca da ensemi ve kana bulanmış olan elimi tekrar inceledim.
  Birden bir telaşa kapıldım ve eşim için bağırmaya başladım: ‘Ya eko-san! Ya eko-san! Nerdesin? �� Birden kan fışkırmaya başladı. Yoksa şah damarım mı kesilmişti? Ölümcül bir kanama mıydı? Korkuyla ve akılsızca kendisine yeniden seslendim: 'Beş yüz tonluk bir bomba patladı. Ya eko-san! Nerdesin? Beş yüz tonluk bir bomba düştü!’
 Ya eko-san, korkmuş ve benzi atmış, elbiseleri parçalanmış ve kanlanmış bir şekilde kalıntılar arasında gözüktü. Dirseğini tutuyordu. Onu görünce güvenim yerine geldi. Kendi paniğim yatışmıştı, bu sefer onu sakinleştirmeye çalıştım. Tam anlamıyla bir kâbustu…
Dr. Hachiya ve eşi caddeye çıktılar. Çevredeki tüm evler yıkılmıştı.
Tumblr media
“Yürümeye başladık; ancak 20-30 adım sonra durmak zorunda kaldım. Nefesim kesilmeye başladı, kalbim hızla çarpıyordu ve dizlerim artık tutmaz hâle gelmişti. Dayanılmaz bir şekilde susamıştım ve Ya eko-san biraz su bulması için yalvarıyordum. Fakat etrafta hiç su yoktu. Bir süre sonra gücüm tekrar yerine geldi ve devam edebilecek halim kalmamıştı. Hâlâ çıplaktım ve utanma hissinin zerresi olmamasına rağmen, içinde bulunduğum durumdan rahatsız oldum. Köşeyi dönerken orada bekleyen bir askere rastladık. Askerin omuzlarında bir havlu vardı ve çıplak bedenimi örtmek için havluyu istedim. Bir süre sonra havluyu kaybettim.
 Bu kez Ya eko-san önlüğünü çıkarıp belime sardı… Gücüm, hatta yaşama isteğim tamamen tükendiği için en az benim kadar kötü yaralanmış olan karıma, yola bensiz devam etmesini söyledim.
 Buna itiraz etti ama başka da seçenek yoktu. Gidip bana yardım etmesi için birilerini bulması gerekiyordu. Ya eko-san bir an yüzüme baktı ve tek söz bile söylemeden geri dönerek hastaneye doğru koşmaya başladı. Hava artık oldukça karanlıktı ve eşimin gidişiyle içimi korkunç bir yalnızlık hissi kapladı…
   Çevremdeki tüm insanlar gölge şeklindeydi; bazıları yürüyen hayaletlere benziyordu. Bazıları ise acı içinde, bir korkuluk gibi yürüyorlardı; kollarını vücutlarına değmeyecek şekilde kaldırmışlardı ve dirseklerinden aşağısı ile elleri sallanıyordu. İlk başta bu kişiler beni şaşırttı ancak daha sonra bir anda bu kişilerin yanmış olabileceğini ve yanık yerlerine temas etmemek için kollarını o vaziyette tutuyor olabileceklerini fark ettim.
 Çıplak bebeğini taşıyan çıplak bir anne ilişti gözüme. Gözlerimi ovuşturdum. İkisi de banyodan yeni çıkmış olmalı diye düşündüm. Ama o sırada başka bir çıplak adam daha gördüm ve anladım ki; benim üzerimdekileri ne parçaladıysa, aynı şeyi onlara da yapmıştı.
Hepimiz çıplaktık! Yanımda, yüzünden çok acı çektiği belli olan yaşlı bir kadın uzanıyordu; ancak hiç ses çıkarmıyordu. Aslında, görebildiğim kadarıyla herkes için ortak olan tek bir şey vardı: Sessizlik. Yapabilen herkes hastaneye doğru gidiyordu. Gücüm biraz olsun yerine gelince bu kederli alaya ben de katıldım ve sonunda iletişim Bürosu'nun geçidine ulaştım…”
 Ali Çimen, Tarihi Değiştiren Olaylar
Olayları daha iyi anlayabilmeniz açısından bir belgesel:
https://youtu.be/W-C-bBu6G0M
15 notes · View notes