Tumgik
#düalizm
insanzee · 3 months
Text
Tumblr media
31 notes · View notes
aklingolgesi · 5 months
Text
BİLİNÇ NEDİR? (ZİHİN FELSEFESİ) | FİLOZOFLARDAN SEÇMELER
İnsanlık tarihi boyunca felsefi, psikolojik, bilimsel, tarihsel ve sosyolojik olarak en ateşli tartışmalara yol açan, günümüzde bile hala sonu gelmeyen bir konu. Sorulan soruların ve verilen cevapların asla bitmediği, sonu belirsiz olan gizemli bir konu: Bilinç. Bilinç sizce nedir? Düşünebilme yeteneğimiz midir, sorgulayabilmemizi mi sağlar, sadece fiziksel bir elektriklenmeden mi ibarettir yoksa…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
doriangray1789 · 2 months
Text
BELİRSİZLİK ve KORKUNUN YENİ DÜZENİN OLUŞMASINA KATKISI
Bir aşı'nın, ilaç'ın, fikir'in, sistem'in, düşünce'nin, ütopya'nın hata payının düşmesi için, daha kaliteli bir model ortaya koyabilmesi için, kusursuzluk emaresi göstermesi için ne gerekir?
O aşı'nın, ilaç'ın, fikir'in, sistem'in, düşünce'nin, ütopya'nın kendini sürekli olarak geliştiren, dönüştüren bir karşıtının olması gerekir!
Düalizm ile Materyalizm gibi. Realizm ile İdealizm gibi. Görünmez bir düşman ile Karşıtlık gibi buradaki sentez konsolidasyonda birleşiyor..
Korkunun düzeni uzun bir süredir sadece ülkemizde yaşanmıyor siyasetin şekillendiği zamandan bu yana insanlığın üzerinde davranış belirleme daha doğrusu davranış yönlendirmede kullanılmıştır...
İslam'da ki tasavvuflaşma dönemlerini inceleyin lütfen. İki ekol vardır.
1-) Rabia Tül Adeviyye.
Sevgi temelli bir Allah inancının en güçlü temsilcilerindendir.
2-) Hasan-ı Basri.
Korku temelli bir Allah ve pratik anlayışının sembol isimlerindendir. Mevcutta ki tarikatlara, cemaatlere, din'i yapılara, hocalara, bu yapıların liderlerine dikkatlice bakın.
Bir tanesi olsun sevgi temelli bir ekolden nasiplenmiş iki kelam ediyor mu? Günah, yasak, mekruh, cehennem, yanarsın, kanarsın, pişersin..
Öyle cehennem tasvirleri, öylesine ızdırap anlatımları var ki insanın o metinleri okuduktan sonra normal hayata dönmekte sıkıntı yaşamaması büyük başarı.
pandemiye bakın - Virüs.
Yine görünmez, belirsiz, açıklaması güç, kargaşa içinde anlatımları olan sinsi bir düşman.
Ne kadar tanıdık bir formül.
Ne kadar aynı başarılı sonuçları veren stratejik bir atak.
bu stratejik ataklar yaşamımızın her alanına girmiş ve davranışlarımızı şekillendiriyor karşıt tepki ...? İsmet Özel'in bir sözüdür;
'' Medya gücü yoktur. Gücün medyası vardır! ''
Korku, kortuna yarar! Korku, korkutma gücünü elinde tutana güç getirir! Peki bu psikolojik hipnoz'un üstesinden nasıl geleceğiz..? bir araba sahibisiniz,hadi lüks bir araba olsun, tek benzinci var ve o benzinci size diyor ki: -ben şu arabayi seviyorum eğer o arabaya binmezsen sana benzin vermeyeceğim...karşıt tepkiniz ne olur ? OY YOKSA GAZ YOK Çocukluğunuzdan bu yana size öğretilen "doğruları" hiç sorguladınız mı? Kendinize dair sorgulamalar yapabiliyor musunuz? "Değişim, kafana sokulan ''ilk doğruya'' başlattığın suikastle yakalayabileceğin bir süreçtir" diyor yazar. Siyasi tercihlerini belirleyen itki, kendi zihinsel faaliyetleri mi? Yoksa mensubu olduğu kitlenin salık verdiği yönelim mi? yoksa korkunun yönlendirmesi mi? BAKINIZ YADIRGASANIZ DA OY YOKSA GAZ YOK sözü bizim toplumu yönlendirebilir... İmamoğlu da "merkezi hükümet projelerimizi engelliyor" sözüyle korkunun düzeninin gücünü bilinç altına sokuyor Buraya kadar kendinize dair hiçbir doğrunuzun olmaması, hiçbir şeyden şüphe duymayacak kadar emin bir duruş sergilemenize mani olmayacaktır! Değişim, kafana sokulan ''ilk doğruya'' başlattığın suikastle yakalayabileceğin bir süreçtir. Kolay değildir. Hiç kolay değildir. DEMEDİ DEMEYİN...
2 notes · View notes
yalnzardc · 5 months
Text
Monizm ; bircilik, her şeyin bir tek zorunluluğun, ilkenin, madde ve enerjiden olduğunu iddia eden veya tek bir tözden kaynaklandığını savunan felsefi görüş.
Düalizm ; ikicilik. Zihinsel işlevlerin fiziksel olmadığı yada zihin ve bedenin ayrılabilir olduğu görüşüdür.
6 notes · View notes
epifizz · 2 years
Photo
Tumblr media
The Storm on the Sea of Galilee, Rembrandt van Rijn (1633)
Aydınlanma rüzgarının gelmekte olan esintileri, tüm ikircikliğiyle 17. Yüzyılda Hollanda sanatında hissedilmeye başlamıştı. Bu çatışma gerek tekniğin ışık ve gölge oyunlarında gerekse ikonların girdikleri etkileşimler arasında hissedilmekteydi. İnancın ve sınavın, dehşetin ve sükunetin, kudretin ve acizliğin karşımıza çıktığı bu eserde de düalizm, anlamın yeşerdiği temel zemin işlevini görmektedir.
Döneminden alışık olduğumuz kudretli deniz (ve diğer örneklerinde karşılaştığımız gök) tasvirinin ışıkla güçlendirildiği tablomuzda temel kontrast, dönemi sanatçılarının nazaran uzak durduğu İncil figürleri arasında oluşmaktadır. Hollanda sanatçıları, özellikle İtalyan Barok sanatçıları aksine -alıcılarının tüccar sınıfı olmasının da etkisiyle- kudreti ve uhreviyatı yüce doğa imajları içerisinde sunmaya meyilli olmuşlardır. Rembrandt bu kudretli doğa imajını inancın test eden figürü olarak konumlandırarak, karşısında aciz duran inancın sallantılı botununu konumlandırmıştır. Bot içerisinde sunduğu emosyonel bir diğer kontrast da ise sanatçı, takipçileri ve peygamber arasında yaşanan ve kudret-acziyet ikiliğinden de beslenen Peygamber İsa’da karakterize olmuş inancın sarsılmaz sükunetinin güçlü bir anlatımını yapmıştır. Realist figürler ve ışığın tenebrist vurguları ile dönemin ruhuna uygun bir tarz sağlamasına rağmen gerek bireysel, gerek dönemi içinde uyguladığı sentez ile Rembrandt, özgün sunumunu hem sembolik hem de ışığın ince kullanımı ile teknik anlamda bizlere iletmektedir. Yaptığı tek deniz resmi olması bakımından daha çok portre resimleriyle ön plana çıkan Rembrandt’ın tabloları arasında da özel bir konuma sahip olan bu eserde kısaca inancın doğayla, yani tanrının elleri arasında çetin bir testine tabiliğini görmekteyiz. Işığın vurduğu boyutlarda güçlenen dalgaların haşinliği ile odağın çok daha solda kaldığı tabloda, gölgenin atıllığında kalan inancın temsili botunun yavanlığı içinde sınama çok daha derinlikli bir boyut kazanmaktadır. Sol tarafta mücadelenin fiziksel boyutunun önce çıktığı eserde gerilim, sağ tarafta peygamberin sükuneti çevresinde belirginleşen farklı duygu durumlarına bürünen takipçilerin tepkileriyle ile doğayla girilen çatışmanın psikolojik boyutlarına da ışık tutmaktadır. Peygamberin sükuneti unrealistik ışık halesiyle çok daha belirgin bir boyut kazanırken, Bakire Meryem’de görmeye alışık olduğumuz mavi pelerinle de mavinin sakinliği bu sunumu destekleyen bir unsur gibi görünmektedir.
Dini anlatımın özellikle İtalyan sanatının aksine çok daha dünyevi ve realist şekilde yapıldığı bu tablo, içeriğinin yanı sıra kendi başına da ilginç bir hikayeye sahiptir. 1990 yılında kendini polis olarak tanıtan iki hırsız tarafından çalınmış olan bu nadide eser, orada olmayışını vurgulayan ve dolmayı bekleyen boş çerçevesiyle hala Isabella Stewart Gardner Müzesi’nde gizemli bekleyişini sürdürmektedir.
18 notes · View notes
felsefebilim · 3 years
Text
Zerdüştlerin Bilge Tanr��sı Ahuramazda
Tumblr media
En eski tek tanrılı din olan Pers İmparatorluğu’nun düalist dini Zerdüştçülüğün yüce, bilge tanrısının adı Ahuramazda’dır. Ahuramazda, kötülüğün temeli/tanrısı olarak bilinen Ehriman’la sürekli savaş halindedir. Zerdüştçülüğün inancına göre bu savaştan mutlak bir zaferle ayrılacak olan iyilik ve iyiliğin temsilcisi baştanrı Ahuramazda’dır.
Ahuramazda, bütün düzeni, canlıları, yeryüzünü ve iyi olan her şeyi meydana getirir; tanrısal düzenin bekçisidir. Dolayısıyla insanların davranışlarını, eylemlerindeki amacı da denetleyendir. Bedeni öldükten sonra canlılar Ahuramazda’nın karşısına çıkarak hesap verirler.
53 notes · View notes
estellamila · 7 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
“Oysa insanın çelişkili şeylere aynı anda inanabilme kapasitesi muazzamdır.”
“Kaleydoskop: Çiçek dürbünü olarak da bilinen, bakıldığında renkli desenler görülen bir aygıt. Bu desenler, ışığın yansımasıyla elde edilir ve dürbün hareket ettirildikçe sürekli değişir.”
25 notes · View notes
sokratesinizinde · 2 years
Text
Felsefe Özlü Sözler ve Karamsar Tavırlar Sergileyip "Hadi eyvallah" Çekmek gibi Bir Şey Değildir. Peki Nedir?
Kavramları tanımlama işidir o. Bunu çok çeşitli yollarla yapar. Mesela Platon diyalogları kullanırken Sartre kurgusal anlatı formunu kullanır. Kimi zaman da Aristoteles gibi, kavramları direkt ne olduklarını tanımlayıp sistem içerisinde kullanan düz yazı formunda metinlerle karşılaşırsınız. Bunlardan hangisi olursa olsun, hepsinde olan, bir kavram tanımlama yahut araştırma işidir. O halde kavram nedir? Onu tanımlamaktan ne anlamalıyız?
Kavram sözcüğünü sıfırdan ele almak için Descartes'çı bir düalizm metodu kullanacağım ve evreni, varlığı, her şeyi, biz (bilinç yahut ruh, ego) ve biz olmayan (dışarısı - gerçeklik - nesneler dünyası) diye ayıracağım. Kavram burada, dış dünyanın zihnimizde oluşturduğu izlenimin adıdır. Buna isim vermemiz, diğer bütün isim vermeler gibi aynı amaca hizmet eder: İletişim kurmak. Yani toplumsal bir varlık olmak. Bu yazı bir giriş yazısı olduğu için, felsefede normalde asla yapılmaması gereken bir şeyi yapıp somut örnek vereceğim: Kavram, örneğin "bardak" yahut "kırmızılık" olabilir. Bunların bizim tarafımızdan tecrübe edilişi ortaktır ki görüleceği üzere bu nesnelerin de isimleri var. Ancak felsefe teker teker her kavramla uğraşmaz, onun kavramları belli başlıdır ve o kadardır, sayısı arttırılamaz. Bu teknik tartışmaya burda girmeyeceğim ama örneğin hiçbir filozofta bardağın detaylı tanımını bulamazsınız. Bulsanız bile bu tanımın yapılmasının amacı bardağın tarif edilmesi değil, "tarif" kavramının açımlanmasına yönelik metodik bir demonstrasyondur. Muhtemelen analitik bir modern filozof okuyorsunuzdur. Yani, bardak tarif edilmez ancak, bardak diye bir "ad" olmasının nasıl mümkün olduğu, zihnimizde nasıl yer ettiği, gerçek olup olmadığı, kurgusalsa gerçeklikle nasıl bir bağının olup olduğu gibi sorularla felsefe uğraşır. Bu problemin hangi açıdan ele alındığına, hangi kısmına odaklanıldığına bağlı olarak da problem felsefenin üç ana alt başlığına girer: Ontoloji, Epistemoloji ve Fenomenoloji (tartışmalıdır, kimi yalnız fenomenolojiye indirgerken kimi ontoloji ve epistemolojiyi bir kabul eder vb.).
Peki felsefe o halde, hangi kavramlarla uğraşır ve bunların tanımlanması demek, bu bağlamda ne anlama gelir? Bardak söz konusu olursa, örneğin, ne olduğundan bahsedilir. "O neden öyledir?" sorusu bizi az önce bahsettiğim üç alt başlığa yönlendirir. Bunlar, aslında felsefe denen koca labirentin üç ana giriş kapısıdır. Labirentin merkezinde de, tabiri caizse hakikat vardır (hayır Nietzsche nihilist değildir). Labirente girdikten sonra, karşımıza dönemeçler çıkar. Burada yol, deneyim yahut akıl gibi yine iki temel tartışmalı epistemolojik araç (sistem) yoluyla alınıyor diye düşünülebilir. Karşımıza duvar çıkması, yahut çıkmaz sokağa girmek ise, kavramları oluşturan ögeleri tanımlarken bir çelişki yarattık ve aynı terime karşıt imleri gösteren yüklemlemeler yaptık demektir. Örneğin bardağı tanımlarken, içine su doldurulabilen dediğimizi varsayalım: Lakin şişenin de içine su dolduruluyor? İşte bu, "su" ve "doldurmak" söz konusu olduğunda bu iki terimi zihnimizdeki (öyle kabul edelim) tecrübemize konu olan o bardak izlenimine yeterli düşmeyecek şekilde yaptığımız anlamına geliyor. Dolayısıyla başa dönüp, bardak ve şişeyi birbirinden ayıracak, güncel dilde dolaşımda olan başka terimler bulmamız gerekecek yahut; "su" ve "doldurmak" terimlerini başka bir şekilde tanımlayabilmek için onlara ilişkin başka bir kavram analizine kalkışacağız. Bu, kabul edilen varlık teorisine göre fraktal bir şekilde sonsuza kadar kavram analizine de gidebilir; hiçbir açıklamayı makul kabul etmeyen bir mistisizme de yönelebilir. Ama tabii oturup bardak için yapmıyoruz biz bunu.
Bardak diye bir şey su içmemiz için var. Bunun üzerinde anlaşsak iyi olur, tıpkı bütün araçlar gibi. Adalet, iyi, günah, din, tanrı, insan, kötü, doğru, yanlış gibi bardaktan hiç de daha az önemli olmayan kavramlarımız da var. Bunlar su içmekten biraz daha hayati öneme sahip çünkü su içebilmeniz için en azından toplu olmanız ve siz içerken size göz kulak olabilecek insanların olması gerekiyor. Şimdi neyse ki su içene yılan bile dokunmuyor ama başka bayağı sıkıntılı dertlerimiz var; mesela adalet, tanrı, iyi, kötü kavramlarımız bayağı karışık durumda. Bu vaziyette şunu düşünün, bir odaya girdiniz ve herkes nesneleri farklı isimlendiriyor. O halde bardak istediğinizde tesadüfen sizinle aynı dili konuşan birini bulamazsanız, en iyi ihtimalle susuzluktan ölürsünüz. En iyi ihtimal diyorum çünkü "bardak" sözcüğü, başka bir klan arasında en kutsal sayılana küfür olarak da kodlanmış olabilir. Adaleti, iyiyi, kötüyü ve tanrıyı da böyle kendinize göre tanımlarsanız; sevgili ülkenizi bok götürür. Siz susuzluktan nolur bi su verin diye kıvranırken; "su" sözcüğünün komik bir espri anlamında kodlandığı bir klan siz ölmek üzereyken her sayıklayışınızda kahkahalarla güler. Anladınız mı? Seve seve, ya da sevmeye sevmeye felsefe yapacaksınız. İster efendi efendi her şey yolundayken yapacaksınız; ister herkes birbirine girdiğinde, insanlar başka takımlı yahut başka renkten - partiden diye birbirini öldürdüğünde, tanrılar savaş emrettiği için ülkeler birbirine girdiğinde yapacaksınız.
Bu harekette, değerli arkadaşlarım ve meslektaşlarımla birlikte, ülkemizdeki bu inanılmaz ahmakça kavram kargaşasını elimizden geldiğince önlemeye çalışacak; hayata atılma evresinde kendi hayatının anlamını inşa eden değerli yurttaşlarımıza olabildiğince ince ve çeşitli, insana yakışır araçlar vermeye çalışacağız.
Sevgiyle kalın.
Ödev: Platon - Lysis
1 note · View note
nyctophilia-35 · 3 years
Note
Her şeyin zıtlıklarıyla var olduğunu düşünüyorum. Hayat da zıtlıklar arasında mekik dokurken hayattaki amacımızı bulmaya çalıştığımız bir arena. Yalnızca pozitif ya da yalnızca negatif şeyler olsaydı, bir diğerinin anlamı kalmazdı. Herkes mutlu olmak istiyor ancak hayatlarının amacı bu değil. Hayattaki amaç, yaparken mutlu olduğun ve bunu yapabilecek potansiyele sahip olduğun bir şey bence. Sadece onu ortaya çıkarmamız ve geliştirmemiz gerekiyor. ❄️
Düalizm felsefesine göre her şeyin bir zıttı olduğu kabul edilir. Sizin de söylediğiniz gibi. Ben buna katılmıyorum her şey siyah ve beyazdan ibaret değildir. Daima gri olanlarımız da vardır. Mesela acı, acı bir mutluluk mudur yoksa bir mutsuzluk mu? Acıyı iki zit kavrama sığdırabilir miyiz? Acı daima hedeflerimiz arasında yer almıştır.(herhangi bir yere dokunmak, yürümek vs.. Bunlar bir acı örneğidir. Sadece basınç değeri düşük olduğundan dolayı biz buna acı yerine hissiyat deriz.) Bunu hangi kavrama baglayabiliriz? Mutluluk mu?
6 notes · View notes
hetesiya · 3 years
Text
Engels ve felsefenin küçümsenmesi
Yener Orkunoğlu
Lenin, “Hegel’in tüm Mantığı incelenmeden ve kavranmadan, Marx’ın Kapital’i ve özellikle Kapital’in I. Bölümü tam olarak kavranamaz. Dolayısıyla hiçbir Marksist ondan yarım asır sonra bile Marx’ı anlamadı” demekle yetinmedi. Sağlam ve tutarlı bir felsefe olmadan doğa bilimlerindeki gelişmeleri doğru yorumlamanın mümkün olmayacağına da işaret etti
Tumblr media
İnsan soyuna yardım edebilmek için felsefe, düşkün ve zayıf insanları ayağa kaldırmalı ve onları yönlendirmelidir.
Giambattista Vico
Daha önceki yazımda Engels’in diyalektik anlayışındaki bazı sorunlara dikkat çekmeye çalışmış; onun, doğadaki diyalektik ile toplumdaki diyalektik arasındaki farkı yeterince bilince çıkarmadığını vurgulamıştım. Doğa ve toplumdaki hareketi eşitleyen bakış açısının, iki tür bilgi arasındaki farkı ortadan kaldırdığını belirtmiştim. Doğa ve toplumdaki gelişmeyi birbirinden ayırmayan böylesi bir bakış açısının, sonuç olarak, toplumsal alanda bilinç, irade, amaç gibi olguların önemini küçümsemeye yol açtığına işaret etmiştim. Ayrım yapmayan yaklaşım, doğadaki determinizmi toplumsal alana uygulamaya çalışmasından dolayı, doğa bilimlerini abartırken, felsefeyi küçümsemiştir. Böylesi bir yaklaşım ise, Marksizm ile Pozitivizm arasındaki sınırların ortadan kalkmasına ve pozitivist eğilimlerin Marksizm’e sızmasına yol açmıştır. Engels, doğa ve toplum bilimleri arasındaki düalizme karşı durma adına, ikisi arasındaki farkı dikkate almayan bir tutum sergilemiştir.
Yazıma bir eleştiri yöneltildiğini bazı dostlarım bana bildirince hem meraklandım hem de sevindim. Meraklandım; acaba ne yazmıştır diye. Sevindim; çünkü bazı önemli felsefi sorunlar üzerine yapılan tartışmanın, düşünceyi ilerleteceğini varsaydığım için. Ancak, okuyunca ikili bir hayal kırıklığı yaşadım. Öncelikle yazımı eleştiren Alper Öztaş’ın, beni hiç anlamadığını gördüm. Sorunsalımı, neyi dert edindiğimi, niçin böylesi bir yazıyı kaleme alma gereği duyduğumu göz önüne almadan; bunlara üzerine hiç kafa yormadan sarılmış kalemine. Ayrıca yazısı, içerik açısından zayıf; çünkü Cafer Güler ile birlikte yazdıkları “Sistematik Diyalektiğin Diyalektik Materyalist Eleştirisi” başlıklı yazıda, Thomas T. Sekine adlı yazara yönelttikleri eleştirinin aynısını tekrarlamaktadır.
Thomas T. Sekine, neyi savunuyor? Şunu: Hegelci diyalektik, toplum biliminde kullanılırken, doğa bilimlerinde kullanılmaz. Oysa ben hem doğadaki hem de toplumdaki değişimlerin diyalektik olduğunu vurguluyorum. Ancak bu iki tip değişim ve iki tip diyalektik arasında önemli bir fark olduğunun altını çiziyorum. Şöyle ki; doğada değişim ve gelişim, öznellikten yoksundur; doğadaki nesneler (bitkiler, güneş sistemi, gezegenler vb.) bir bilince sahip değiller. Oysa toplumdaki değişimler öznelliği, bilinci vb. gerektirir. Hegel, birçok eserinde doğa ve toplum diyalektiği arasında ayrımı özellikle vurgulamıştır.
Üzerine düşünüldüğünde şunu saptamak mümkündür: Doğa ve toplum diyalektiğini aynılaştırma çabaları, burjuva uygarlığının yaklaşımıdır ve egemenliğini sürdüren burjuvazinin sınıf çıkarlarını yansıtmaktadır. Çünkü doğadaki determinizmi bire-bir topluma aktarmak, kaderci bir bekleyişe zemin hazırlar; toplumsal değişimler için, bilinç, irade ve amaç gibi tinsel olguların önemi görmezden gelir. II. Enternasyonal’in sığ Marksizm anlayışının doğurduğu sonuçlar, yeterince biliniyor sanırım.
Alper Öztaş, doğa ve toplum diyalektiği arasındaki ayrımının önemi üzerine yeterince kafa yormadığından, karşıtlık ve çelişki arasındaki farkı anlama yönünde bir çaba gösterme gereği duymuyor. Öztaş’ın yazısında göze çarpan olgulardan biri kullandığı kavramlardaki bulanıklıktır ki, bu bulanıklık, diline ve kullandığı kavramlara yansımış durumda. Örneğin iki kavramı, yani pozitivizm ve metafizik kavramlarını açıklamadan, görüşümü “pozitivist metafizik” olmakla itham ediyor. Üstelik bu iki kavramı yan yana getirmek kavram karışıklığının ürünüdür. Çünkü pozitivizm, olguların ve deneyin ötesine geçen her düşünceyi, metafizik olarak algıladığı için, genelde her türlü metafiziğe ve felsefeye karşıdır. Metafizik konusunda ise birçok görüş vardır. İdealistler, materyalistler ve pozitivistler, metafizik konusunda farklı tanımlar yapmaktadırlar. Engels’in ontolojiyi küçümseyen yaklaşımı sorunludur. Çünkü ontolojiden uzaklaşan her görüş, gizli bir öznelliğe ve nihilizme kucak açar.
Alper Öztaş, doğa ve toplumdaki hareket arasında, dolayısıyla doğa bilimleri ve onun yöntemi ile toplum bilimleri ve onun yönteminin ayrı olduklarına itiraz etmektedir. O zaman yapması gereken, ya doğadaki nesnelerin bir bilinci olduğunu ya da toplumsal alanda da bilinç olmadığını göstermesi gerekir. Ancak böyle bir çabaya da girişmiyor.
Dolayısıyla Alper Öztaş’ın yazısında yaşadığım ikinci hayal kırıklığım ise, uzun zamandır eleştirdiğim sığ bir diyalektik anlayışın ve sığ bir Marksizm görüşünün egemenliğinin hâlâ sürmüş olduğunu görmemdir. Öztaş, “günümüzde gittikçe yaygınlaşan Engels eleştirileri”nden yakınıyor. Oysa Engels’e yönelik eleştiriler, 1890’lı yıllardan itibaren gündemdedir. Özellikle Hegelci geleneğin bir dönem güçlü olduğu İtalya’da, bazı düşünürler tarafından Engels’in doğa ve diyalektik arasındaki ilişkiyi yanlış anladığı dile getirilmiştir. Örneğin Marx’tan bağımsız olarak “tarihsel materyalizmi” keşfetmiş olan İtalyan düşünür Antonio Labriola, Engels’i pozitivizme eğilim göstermekle itham etmiştir. Asıl amacım, Engels’i eleştirmek değil, insanlığın kurtuluşu konusunda önemli bir rol oynayacağını düşündüğüm Marksist teorideki eksikliklere ve yanılgılara işaret ederek, bunları aşma çabasına destek olabilmektir.
Öztaş, “Doğanın Diyalektiği”ni yazan Engels”ten bahsediyor. Engels’in kitabının başlığı konusunda küçük bir bilgi vermeyi gerekli görüyorum. Doğa üzerine araştırmalar yapan Engels, bu çalışmasına bir başlık koymamıştı. Engels’in doğa üzerine araştırmaları, 1925 yılında Sovyetler Birliği’nde kurulmuş olan Marx-Engels Araştırma Enstitüsü’nün başkanı olan D. Rjasanow tarafından “Doğa ve Diyalektik” başlığı altında yayımlandı. Bu başlık 1935’ten sonra “Doğanın Diyalektiği” olarak değiştirilir. Sovyetler Birliği’nde diyalektiğin dogma haline gelişi, muhtemelen böyle başlıyor. Kendisiyle tanışma şansına sahip olduğum Alman filozofu Hans Heinz Holz, SSCB’de felsefenin, ideolog Jdanov’un yozlaşmış materyalizmine saplanıp kaldığına dikkat çekmişti. Yozlaşmış bir materyalist, determinist, sığ bir Marksizm anlayışının çok yaygın olduğu bir sır değil.
Bu nedenle, doğadaki değişim ile toplumsal alandaki değişimin birbirinden farklı olduğunu yeni argümanlarla ortaya koymam gerekir. Görüşlerimin çıkış noktasını, bir makalenin çerçevesine sığacak bir şekilde kısaca açıklamakta yarar görüyorum:
Madde ve bilinç, nesne ve özne ontolojik olarak birbirinden ayrılmazlar. Ontolojiden kopuk olan epistemoloji sorunludur. Madde ile bilinç arasındaki ilişkide hangisinin hangi durumda birincil olduğunu belirlemek için ontolojiye uygun bir epistemoloji gereklidir.
Madde-bilinç ve özne-nesne düalizminin kökleri, geçmişe dayanmaktadır. Bu köklerden biri, materyalizm ile idealizmi karşı karşıya getiren eksik ve hatalı yaklaşımdır.
Madde ve bilincin ayrılmaz birliği, özünde materyalizm ile idealizmin bir sentezini gerektirir.
Bilincin ilk kaynağı maddedir; bu durumda madde birincil bilinç ikincildir. Ne var ki verili gerçekliğin ve verili teorilerin ötesine geçmek, gerçekliği değiştirecek aktif bilinci gerektirir. Bu durum ise, bilincin birincil ve belirleyici olmasını; bir başka deyişle, politikanın ekonomi karşısında öncel olmasını gerektirir. Dolayısıyla koşullara göre, bazen madde, bazen de bilinç birincil ve belirleyici olur. Bugünün dünyasında kapitalizmi aşmak, amaç, bilinç, irade ve örgütlenme gibi tinsel etkinliklerin önceliğini gerektirir.
Doğa, esas olarak zorunluluklar ve kısmen tesadüfler alanıdır; Toplum ise hem zorunluluklar, hem tesadüfler hem de özgürlükler alanıdır.
Doğa tarihini insan yapmaz, ama toplumsal tarih, insan etkinliğinin ürünüdür.
Doğadaki hareket, sürekli kendini tekrarlayan döngüsel bir harekettir. Oysa toplumdaki hareket, olup biten değişimler, esas olarak Tinin ileriye yönelik değişimleridir.
Doğadaki hareket, bilinçsiz bir harekettir. Yasalara uygun olarak güneşin çevresinde dönen gezegenler, bu konuda bir bilince sahip değildirler. Oysa toplumdaki hareket, insanların bilinç, irade ve amaçlarını gerektirir.
Doğadaki hareket ve değişim, genel olarak sakin ve dingin bir biçimde seyreder. Oysa toplumsal yaşamda, köklü değişimler, sert kavgaları ve mücadeleleri
Doğadaki hareket, bir İdea’dan yoksunken, insanların etkinlikleri bir amaca, İdea’ya yöneliktir.
Doğa tarihi ile toplum tarihi, dolayısıyla iki tür bilgi biçimi arasında ayrım yapan ilk düşünürlerden biri, İtalyan düşünürü Giambattista Vico’dur. Vico’nun görüşünü olumlayan Marx da, Kapital’in I. Cildinde şöyle yazar: “İnsanlığın tarihini doğa tarihinden ayıran şey, ilkini bizim yapmamız ve ama ikincisini bizim yapmamamızdır.” (Marx, Kapital Cilt 1, s. 326). Düalizme karşı duran Öztaş, doğa ve topluma aynı yöntemle yaklaşmayı savunmaktadır. Bu yanlış görüşün arkasında yatan neden, özne ile nesne arasında farkın, düalizm olarak algılanmasıdır. Özne-nesne ilişkisi konusuna doğru yaklaşım, özne-nesne düalizmine düşmeden, ama özne ile nesneyi aynılaştırmadan, aralarındaki farkı görmeyi gerektirir.
Özne-nesne ilişkisi, felsefenin en önemli konularından biridir. Basit gibi görünen, ancak çok karmaşık olan sorunun anlaşılması önemlidir: Bu nedenle, Hegel’in özne-nesne ilişkisi konusundaki görüşü ile pozitivizmin bu konudaki görüşü arasındaki farkın ortaya konulması gerekir.
Pozitivizm, özne ve nesneyi birbirinden ayırır; her ikisini karşı karşıya getirir. Pozitivizmin özne-nesne ilişkisi konusundaki yaklaşımın eksikliğini ortaya koyan ilk önemli filozoflardan biridir Hegel. İlk önemli yazısı olan Differenz (Fichte’nin ve Schelling’in Felsefe Sistemleri Arasındaki Fark) başlıklı incelemesinde özne-nesne ilişkisi konusunda şu değerlendirmeyi yapıyor. Hegel açısından, Fichte’nin görüşü, öznelliğin ağır bastığı bir görüştür; yani özne tarafından yaratılan nesnel dünya varsayımına dayanmaktadır. Bir başka deyişle, öznelerin nesnel dünyayı nasıl gördüğüne dair bir yaklaşım söz konusudur. Hegel bu yaklaşımı “öznel özne-nesne” olarak adlandırır. Schelling ise, doğadaki nesnelerin zihnimize nasıl girdiği ve öznel deneyimlerimizi nasıl belirlediği ile ilgilenir. Schelling’in yaklaşımını ise “nesnel özne-nesne” olarak adlandırdığı biliniyor. (Hegel, Hegel Werke 2, s, 52–110).
Hegel açısından özne ve nesne arasında çifte bir özdeşlik vardır; yani bir taraf özneden hareketle nesneye, diğer yanda nesneden hareketle özneye yaklaşır. “Bu nedenle bu özdeşlik, doğru bir şekilde özne-nesne olarak belirlenir, çünkü kendisi hem biçimsel ya da öznel kavramdır, hem de bizzat nesnedir.” (Pinkard, Hegel, s, 336).
Hegel’in, bu çifte özdeşliği içeren yaklaşımı, bir birlik olarak, yani Ben–Biz ve Biz-Ben ilişkisi olarak da anlaşılabilir. Bu birlik üçlü bir şeyi içermektedir: 1) “Öznel özne-nesne”; 2) “Nesnel özne-nesne”; 3) Bu ikisinin sürekli karşılıklı ilişkisini gözeten, ama aynı zamanda nesne ile öznenin farklılığını da içeren birliği.
Özetle; doğadaki hareket ve nesneler, insan bilincini şart koşmazlar; insan bilinci olmadan varlıklarını sürdürürler. İnsan bilinci, doğadaki gelişmeleri yansıtır sadece. Oysa toplumsal yaşam ve tarih, insanın etkinliği tarafından yaratılır. Öte yandan doğa ve toplumdaki gerçekliğin kavramlaştırılması, insan bilincini gerektirirler. Nasıl ki madde olmadan bilinç olmazsa, bilinç olmadan da nesnel dünya kavramlaştırılamaz. Demek ki, kavramlar hem nesnel hem de özneldirler. Bir örnek vermek gerekirse ‘Orman’ kavramı hem nesnel hem de özneldir. Nesneldir çünkü reel bir şeyi ifade etmektedir. Özneldir çünkü elle tutulamayan gözle görülemeyen ideal bir şeydir. Oysa toplum, insan tarafından yaratılan ve kavramlaştırılan bir gerçekliktir.
Diyalektik Materyalizm, materyalizmin ve idealizmin sentezidir
Uzun araştırmalarım sonucu, özellikle Hegel felsefesini Almanca kaynaklardan incelemelerimin sonucu, materyalizm ile idealizmin tek yanlı olduklarını düşündüğümden, yaygın görüşlerin tersine diyalektik materyalizmin, bu ikisinin sentezi olduğunu savunuyorum. Bu görüşümün, 150 yıldır sosyalistler arasında yaygın olan görüşlere karşıt olduğunun bilincindeyim. Bu nedenle, hem materyalizmin hem de idealizmin tek yanlı olduklarını, hem de doğa ve toplumdaki gelişmelerin birbirinden farklı olduğunu özet olarak açıklamak durumundayım.
Neden idealizm ve materyalizm karşıtlığı doğdu? Neden filozoflar, idealizm ile materyalizm arasında seçim yapmak zorunda kaldılar? Bu ayrımın elbette çok çeşitli, ekonomik, toplumsal, tarihsel ve entelektüel nedenleri vardır. Bu konu başlı başına ayrı bir yazıyı gerektiriyor. Sadece tarihsel ve entelektüel nedenlerden birine değinmekle yetineceğim. Önemli bir neden, 1804-1872 yılları arasında yaşamış olan Alman filozofu Ludwig Feuerbach’ın bir saptamasına dayanmaktadır. Feuerbach’a göre, felsefe tarihi, özünde idealizm ile materyalizm arasında süregelen mücadelenin tarihidir. Bir tarafta maddeye öncelik tanıyarak dünyayı açıklamaya çalışan felsefi akım olan materyalizm; diğer yanda doğayı, doğaüstü güçlere dayanarak açıklamalar getiren idealizm, birbirlerini çürütmek için aralıksız mücadele yürütmüştür. Birçok filozof, bu iki büyük felsefi okuldan biri için karar vermek durumunda kalmıştır.
Bu yazı materyalizm ile idealizmin tek yanlı olduğundan hareket etmektedir. Materyalizm ve idealizm neden tek yanlıdır? Bu ikisinin sentezi neden gereklidir?
Öncelikle materyalizm, bilginin ilk kaynağının madde olduğunu vurgulaması açısından önemlidir. Materyalistler, doğanın ve doğadaki nesnelerin varlığının, insan bilincinden bağımsız olduğunu; duyular ve nesne arasındaki karşılıklı ilişkinin bir yanılsama olmadığını ileri sürdüler. Olması gerekeni aramak yerine, olanı aramaya yöneldiler. Dünyayı ve onu algılayan duyuları kabul ederek, insanın doğayla olan özgün ilişkisinin dayandığı beş duyuya sahip olduğuna; duyusal algının ilk unsurlarına, yani düşüncenin zorunlu, biricik öncülüne dikkat çektiler. Metafizikçileri skolâstik saçmalıklarından uzaklaşmaya, sis bulutlarından aşağı inmeye çağırdılar, onları şimdiye ve nesnel gerçekliği anlamaya davet ettiler.
Ancak materyalizm, bazı yönlerden eksik ve tek-yanlıdır. Duyu organlarına sahip olan bireyden yola çıkar ve organik bir bireşime (senteze) ulaşabilme gücünden yoksundur. Çünkü duyu verileri kendilerini sentezleyemezler. Onları sentezleyen bir yeti, yani Verstand (Anlak) gereklidir. Ayrıca duyuları temel alan materyalizm, toplumu, bireylerin soyut bir toplamı ve insan kişiliğini de mekanik süreçlerin ve maddesel tekil parçacıkların toplamı olarak görür. Bilincin rolünü önemsemeyen her türlü materyalizmin, mekanik materyalizme saplanması rastlantı değildir. Nihayet Marx, Feuerbach Üzerine Tezler’in I. maddesinde, Feuerbach da dâhil olmak üzere her türlü materyalizmin, bilinci maddenin pasif yansıması olarak görmesini eleştirmiş, aktif öznenin idealizm tarafından geliştirildiğini vurgulamıştır. Her şeyin maddeden, ekonomik temelden kaynaklandığını ileri süren materyalizm, düşünce tembelliğine götürmekte ve kolaycılığa yol açmaktadır.
Materyalizm, bilginin maddi kaynağına dikkat çekmekle yetindiği için tek yanlıdır. Çünkü bilincin madde üzerindeki aktif rolünü ihmal etmektedir. Materyalizm, aktif özne, bilinç, irade, eylem ve amaç gibi tinselliklerin toplumsal değişimdeki rolünü doyurucu bir biçimde açıklama gücünde değildir. Dahası materyalizm, tekile, bireye önem verdiğinden tümel olanı ve İdea’yı ortaya çıkarma yeteneğinden yoksundur. Materyalizm, yalnızca deneyime önem vermektedir. Oysa tek başına deneyim, bir teorinin yanlışlığını veya doğruluğunu göstermek için yeterli değildir.
İdealizmin tek yanlı olmasının nedenlerine gelince; idealizm, özünde bilincin, iradenin, amacın önemini açığa çıkarırken, bu tip olguların maddi kökenlerini görmezden gelir. İdealizm, tümel olandan, İdeadan, yani kişisel olmayan Akıldan yola çıkar ve genellikle somut, bireysel insanı gözden kaçırır.
Marx’tan çok önce Hegel, materyalizmin ve öznel idealizmin tek-yanlıklarını ortaya koymuştur. Ortaya çıkan yeni araştırmalar, Hegel’in yarı-idealist ve yarı-materyalist olduğunu ortaya koymaktadırlar. Lenin, Felsefe Defterleri başlığı altında yayımlanan notlarında, Hegel’in (diyalektik materyalizm dışında) her türlü materyalizme darbe indirdiğini vurgular. Marx da kaba materyalizmi eleştirdiği ve aktif özneye dikkat çektiği için hem materyalist hem de idealist olarak tanımlanabilir. Lenin, Hegel’i okuduktan sonra II. Enternasyonal’in mekanik materyalizmden kopar. Lenin, Hegel okumaları sayesinde öznelliğin ve bilincin yaratıcı gücünü şöyle ifade eder: “İnsan bilinci, yalnızca nesnel dünyayı yansıtmaz, aynı zamanda yaratır da.” (Lenin, Philosophische Hefte, Lenin Werke 38, s. 203. Ayrıca Bkz. Lenin, Felsefe Defterleri, s. 172). Lenin’in sosyalizme geçişi savunmasında Hegel okumalarının etkisi olduğu, birçok araştırmacı tarafından açıklığa kavuşturulmuştur.
Materyalizm ile idealizmin sentezi neden önemlidir? Materyalizm yalnızca tekili, idealizm ise yalnızca tümeli önemser. Önemli olan tekil ile tümelin uyumlu bireşimidir. Ancak bu uyumlu bireşim, materyalizm ile idealizmin uygun sentezini gerektirir. Materyalizm, bireyi tümelin tiranlığına karşı korur. Bütünlüğe ve tümele önem veren idealizm ise, toplumu rasyonel bir şekilde örgütlerken, toplumun atomlara ve bireyci kişiliklere çözülmesine engel olabilir. Öte yandan tek başına ne materyalizm ne de tek başına idealizm dünyayı anlayıp kavrayabilir. Ne yalnızca madde ne de sadece bilinç, dünyayı açıklayıp kavramaya yetebilir.
Marx ve Engels, geçmişte Alman İdealizmine karşı, maddi unsurlara ve ekonomik temele aşırı vurgu yapmayı gerekli gördüler. Son yıllarında Engels’in, ekonomik yana gerektiğinden fazla ağırlık verip, diğer üst-yapı unsurlarını ihmal etmelerinden dolayı Marx ile kendini sorumlu tuttuğu biliniyor. Dolayısıyla tek-yönlü, indirgemeci olmayan çok yönlü ve bütünsel bir yaklaşım, günümüzde her zamankinden daha fazla gereklidir.
Yaşamının son yıllarında, gençler arasında kaba materyalizmin (ekonomik materyalizm) yaygın olduğunu gören Engels, 21 Eylül 1890 tarihinde Joseph Bloch’a yazdığı bir mektupta şöyle bir özeleştiri yapacaktı:
Gençlerin zaman zaman, ekonomik yana gerektiğinden daha çok ağırlık vermelerinden, kısmen Marx ile ben sorumluyuz. Hasımlarımızın karşısında onların yadsıdıkları ana ilkeyi, özellikle vurgulamamız gerekiyordu ve o zaman karşılıklı etkiye katılan öteki etkenlerin hakkını verecek ne zamanı ne yeri ne fırsatı bulabildik. (Engels, MEW, s. 462)
Engels’in eleştirdiği bu yaklaşım tarzı, II. Enternasyonal’in teorisyenlerinin büyük çoğunluğunda egemen görüş haline geldi. Engels, doğa bilimlerini abartan söylemleri aracılığıyla Avrupa Marksist hareketinde felsefenin küçümsenmesine vesile oldu.
Felsefe ve bilim ilişkisi
Felsefe ile doğa bilimleri arasındaki ilişki, bir açıdan idealizm ile materyalizm arasındaki ilişki ile bağlantılıdır. Nasıl ki düalizmin keskin neşteri, idealizm ile materyalizmi birbirinden ayırmışsa, felsefe ve bilimi de birbirinden koparmıştır. Oysa nasıl ki, madde ve bilinç birbirinden ayrılamazsa, bilim ve felsefe de birbirinden ayrılamaz. Her ikisi, gerçekliğe yaklaşımın birbirini tamamlayan iki yanını ifade eder. Doğa bilimleri, tikeli ele alırlar ve deneye dayanırlar. Felsefe tümelden hareket eder; deneyin sınırlarının ötesine geçer. Felsefe olmadan bilim kör; bilim olmadan felsefe içeriksiz ve boştur.
Geçmişte felsefe ve bilim, uzun zaman birlikte geliştiler. Antikçağ’da (yaklaşık M.Ö 700- M.S 500) felsefe ve bilim iç içeydi, ayrışmamıştı. Platon (M.Ö. 428–349) için doğa bilimleri felsefenin bir alt koluydu. Platon’un öğrencisi olan Aristoteles (M.Ö. 384–322), empirik araştırmalara önem vermeyen hocasının görüşlerini eleştirmiş ve eksik bulmuştur. Aristoteles’e göre, Platon da Sokrates gibi, ilgilerini yalnızca ahlak sorunlarına yönelterek, doğa üzerine araştırmaları ihmal etmiştir.
Antikçağ’da, felsefe ve doğa bilimleri iç içe olduğu için, filozoflar, hakikatin araştırılmasını iyinin araştırılmasından bağımsız olarak ele almıyorlardı. “Doğru nedir?” sorusu “iyi nedir” sorusu ile birlikte ele alınıyordu. Yani sadece doğru olan değil, iyi olanın da ne olduğu incelemelerin konusuydu. Ne var ki, daha sonraki çağlarda felsefe ve bilimin birbirinden ayrılması sonucu, “doğru” ve “iyi” olan birbirinden ayrıldı. Doğa bilimcileri, sadece kesin bilginin, doğru bilginin araştırılmasına yöneldiler. İyi olanın ne olduğunun araştırılmasını felsefeye bıraktılar, ancak giderek felsefeden de uzaklaştılar.
Ortaçağ’da skolâstik düşüncenin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkan düalizm, yeniden bilim ve felsefe arasında bir bölünmeye yol açtı. Birey ve toplumu, yaşam ile yaşayanları, düşünce ile düşünenleri, özetle madde ile bilinci birbirinden ayıran düalizm, o koşullarda teolojinin ve idealizmin güçlenmesine zemin hazırladı. İnancın hizmetine giren felsefe, doğa bilimlerini küçümsedi. Ruhun ölümsüzlüğü adına maddi dünyayı hor gördü. Ortaçağ, teolojinin ve idealizmin egemen olduğu bir çağdır. Bu dönemde, felsefe ve bilim, birbirlerine karşı nefret duyarak, karşılıklı güvensizlik içinde büyüdüler. Her ikisinin de birbirine karşı o kadar köklü önyargıları oluştu.
Kapitalizmin çocukluk evresine denk düşen Rönesans, materyalizmin yeniden doğuşuna ve empirik araştırmaların, ilerleme yönünde başarıyla yürümesine yol açmıştır. Felsefe, ulaşılamaz yüksekliklerde dolaşarak doğanın sırlarını açıkladığını ileri sürerken, bilim ise, daha alçakgönüllü bir tavırla, deneye önem vererek, deneyin önünde eğildi.
Reformasyon ise, idealizmin gelişimini destekleyip yüreklendiren bir dönem olmuştur. Bu iki gelişme, yeniçağın önüne ikili bir görev koymuştur: Birincisi, çağdaş empirizmin babası olan R. Bacon ile idealizmin babası olan Descartes’ın bir bireşimini yapmak, ikincisi ise, aydınlanmış materyalizm ile Hegelci idealizmin sentezini gerçekleştirmek.
Ne var ki, bilim ve felsefenin sentezi, tam anlamıyla başarılamadı. Son 200 yıldır, doğa bilimlerindeki keşiflerin ve ilerlemelerin, felsefe üzerinde olumsuz etkisi oldu. Doğa bilimlerindeki gelişmeler, pratik yaşamı kolaylaştıran araçlar ve ürünler yarattı. İlk önce mekanikçilerle birlikte diğer doğa bilimleri, yeni keşiflerle yaşamımızı kolaylaştırdılar. Makineleri kullanarak, karmaşık ve zor üretim biçimlerini basitleştirerek, daha az çabayla üretimi artırma olanağı sağlayan doğa bilimleri, en önemli sosyal sorunun çözümü için, yani insanın elini kesintisiz, zahmetli işten kurtarmak için araçlar sağladılar. Elektronik alandaki teknik devrimler, internet ve dijital iletim araçları, haberleşmeyi, bilgiye ulaşmayı hem hızlandırdı hem de kolaylaştırdı.
Burjuvazinin yükselişine paralel olarak gelişen bir olgu ise, doğanın matematiksel olarak ifade edilmesidir. Descartes ile başlayan Yeniçağ Felsefesi matematiksel mantığın etkisinden kurtulamadığı için, tarihi ve felsefeyi, doğa bilimlerinde egemen olan mantığa uygun bir yorumlama çabasına girmiş ve bu çaba egemen hale gelmiştir. Bu durum ise, felsefe ve tarihin, doğa bilimlerinde egemen olan matematiksel mantık şemasına sıkıştırılması sonucunu doğurmuştur. Matematik bilimi, kesinlik sunması açısından önemlidir. Ancak matematiksel mantık, içerikten çok yönteme, nitelikten çok niceliğe önem veren bir mantıktır. Kesin bilgiyi olanaklı kılan matematik, “doğru” ile “yanlış” arasında ayrım yapabilirken, “iyi” ile “kötü” arasında ayrım yapma yeteneğinden yoksundur. Hegel, matematik biliminin hem amaç hem de araç açısından yoksul olduğunu dikkat çekmişti. Matematik, hem amaç hem de araç açısından yoksun bir bilimdir. Amaç açısından yoksundur, çünkü matematik nitelik bilimi değil, nicelik bilimidir; amacı, nicel büyüklüğe yöneliktir. Araç ve malzeme açısından da yoksundur, çünkü matematiğin araçları uzam (Raum) ve sayıdır.
Hegel’e göre, tarihsel ve toplumsal gelişmeyi açıklayamayan matematiğe karşı yeni bir araca ve yönteme başvurmak gerekiyordu. İnsan bilincinin tarihsel süreç içerisinde değiştiğini ancak felsefe ortaya koyabilirdi. Ne yazık ki, doğa bilimleri, soyut kavramlar ortaya atan ve genel olarak tekil olmadan var olan bir tümelleri ileri süren felsefeye karşı olumsuz yaklaştılar. Engels’in felsefeyi küçümseyip, doğa bilimlerine önem vermesinde doğa bilimlerindeki gelişmelerin etkisi olmuştur.
Doğa bilimleri, esas olarak verili durumu açıklamaya çalışırlar. Tikeli konu edindiklerinden, bütünlüğü açıklamayı dert edinmezler. Bütünsel bilginin imkânsız olduğu varsayımından hareket eden doğa bilimleri, belirli bir İdea’ya sahip değiller. İdea’dan, dolayısıyla idealizmden yoksun olan doğa bilimcilerinin materyalizmi, insanı verili koşullara boyun eğmeye götürür. Dolayısıyla pozitivizm, maddeyi dönüştürme olanağından ve dolayısıyla idealizmden yoksun olan materyalizmin bir çeşididir.
Doğa bilimcileri, esas olarak bir düşünce biçimi olan Verstand (Anlak) ile yetinmektedirler. Daha üstün bir düşünce biçimi olan Vernunft’un (Us), bütünlüğü kavrama gibi en doğal ve haklı talepleriyle ilgilenmedikleri gibi, insanın “çözemeyeceği” şeylerle uğraşmaması gerektiğini ileri sürdüklerinden, felsefeye karşı ilgisiz kalmaktadırlar. Doğa bilimcileri için hakikatin ölçütü, Us (Vernunft) değil, yalnızca inandıkları duyusal kesinlik ve deneydir. Onlar tarafından düşünme, nesnenin dışında olan, tamamen kişisel bir eylem olarak algılanır. Böylesi bilimciler, felsefeye ve onun yöntemine karşı küçümseyici bir tavır içindedirler, çünkü onu yalnızca skolâstik tanımların toplamı olarak sanmaktadırlar.
Ne var ki, doğa bilimcilerinin empirik araştırmalarının karşılaştıkları sorunlar, onları felsefeyle ilgilenmeye zorlamaktadır. Bütünsel bilginin imkânsız olduğu varsayımı, gerçek bilimcileri sakinleştiremez! Gerçekliği kavramayı amaç edinen bilim insanları için, bir yerde durup kalmak imkânsızdır. Çünkü bilgiye âşık birinin doğada gömülü bir hazineyi tanımak istememesi ve gerçeği aramaması düşünülemez. Bugün, insanlığa gerekli olan, hem “doğru” hem de “iyi” olanın birliğini gerçekleştiren düşünce tarzıdır; bu ikisini birleştirecek yeni bir Ussallık, en acil ihtiyaçtır.
Felsefenin sonu
Engels’e göre, Hegel ile felsefe sona ermiştir, artık geleceğin görevi, felsefi bilgi değil, pozitif ve bilimsel bilgidir. Şöyle yazmıştı Engels:
Felsefenin işi bitmiş olduğundan, “her türlü ‘mutlak hakikat”ten vazgeçilir ve bunun yerine diyalektik düşüncenin yardımıyla, pozitif bilimler ve bu bilimlerin sonuçlarının sentezi yoluyla ulaşılabilir göreli gerçeklerin ardına düşülür. Felsefenin genel olarak sona erişi Hegel iledir.
Engels’in Hegel felsefesi konusundaki yorumunun çok olumsuz sonuçları oldu. Marx sonrası Marksistleri, Hegel’in eserleriyle ilgilenmekten alıkoydu. Daha doğrusu birçok Marksist, Hegel’i incelememek için, Engels’in yorumunu bahane olarak kullandı. Marksistlerin her bir kuşağı tarafından diyalektik meselesi, yeniden incelenecek ve geliştirilecek bir şey değil, sadece uygulanacak bir yöntemdir. Bu yöntemin sonucu olarak gelecek, doğal olarak bilimsel materyalizmde yatmaktadır. Dolayısıyla Marksist olmak için esas önemli olan şey, idealizm karşısında materyalizmi ve böylelikle pozitif bilimleri seçmektir.
Alman Marksist’i Karl Korsch, Marksizm ve Felsefe (1923) başlıklı önemli eserinde, bilimi abartan ve felsefe ve diyalektiği küçümseyen, devrimci pratiğin yerine eleştiriyi geçiren ve pozitivizmin batağına batan II. Enternasyonal’i eleştirir. II. Enternasyonal’in önemli teorisyeni olan Hilferding’in pozitivist görüşünü eleştirir. Hilferding’e göre, Marksizm’in teorisi gibi, politikası da bilimseldir ve değer yargılarından uzaktır. Oysa Korsch açısından, bırakın politik alanı, doğa bilimcileri bile değer yargılarından tamamen uzak değillerdir.
Korsch, felsefenin ihmali konusunda üç neden göstermektedir.
Birinci neden, Marx ve Engels’in felsefeyi aşma veya rafa kaldırma konusunda ileri sürdüğü görüştür. Marx ve Engels’in “felsefenin ortadan kalkması” şeklindeki söylemleri de Marksist Hareket’te felsefeye karşı bir ilgisizliğe açık kapı bırakmıştır. Marx ve Engels sonrası dönemde Marksistlerin çoğu, bu konuda hiçbir sorun görmediler. Ustalarının verdiği talimata uydular, ama sadece Hegel felsefesini değil, her çeşit felsefeyi bir kenara ittiler.
Felsefenin ihmal edilmesinin daha önemli olan ikinci nedeni ise, II. Enternasyonal Marksistlerinin çoğunluğunun, Marksizm’in sırf bir bilim olduğunu savunması, Marksizm’in kendine özgü bir felsefeye sahip olmadığını düşünmesiydi. Bu konuda, burjuva felsefe profesörlerinin iddiasıyla (Marksizm’in bir felsefesi yoktur) aynı ortak görüşe sahiplerdi.
Felsefenin ihmal edilmesinin üçüncü nedeni, burjuva filozof ve tarihçilerinin, 19. yüzyılın ortasından itibaren, Hegel felsefesinden ve özellikle diyalektikten kopmaları, salt felsefe tarihi konusunda araştırmalara geri dönmeleridir. Felsefeyi, düşüncelerin arka arkaya sıralanmasına indirgediler. Felsefeyi, gerçek yaşamdan kopardılar, oysa Hegel açısından felsefe, çağın bilincidir. Korsch’un iddiasına göre, henüz 1850’lere varmadan, koskoca Hegel felsefesini Almanya’da anlayacak neredeyse hiç kimse kalmadığı için, 1860’lı yıllardan sonra sığlaşmış Kant felsefesi egemen hale geldi. Dolayısıyla burjuva felsefesi, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra hem sığlaştı hem Hegel felsefesi konusunda üç sınır veya dar kafalılık açığa çıktı.
Birinci dar kafalılık kendini şu şekilde gösterdi: Akademik düşünürlerin çoğu, Hegel felsefesinin, onun çelişki mantığının bilimlerde ve toplumsal pratikte sürdüğünü ve süreceğini göremediler. İkinci tür dar kafalılık ise, Almanya’da ölü köpek olarak ilan edilen Hegel felsefesine, Almanya dışında bir ilginin gelişebileceğinin öngörülememesidir. Dar kafalı Almanlar, Almanya’nın dışında filozof olduğunu, Hegel felsefesine ilginin olduğunu ve onun felsefesinin etkisinin sürdüğünü fark edemediler. Alman burjuva filozoflarının dar kafalılığının üçüncü biçimi, onların burjuva toplumunun ufku dışına çıkamayışıdır.
Oysa Lenin, “Hegel’in tüm Mantığı incelenmeden ve kavranmadan, Marx’ın Kapital’i ve özellikle Kapital’in I. Bölümü tam olarak kavranamaz. Dolayısıyla hiçbir Marksist ondan yarım asır sonra bile Marx’ı anlamadı” demekle yetinmedi. Sağlam ve tutarlı bir felsefe olmadan doğa bilimlerindeki gelişmeleri doğru yorumlamanın mümkün olmayacağına da işaret etti. Çünkü sağlam felsefi temeller olmadan, burjuva düşüncelerin saldırıları ve burjuva dünya görüşünün sürekli kendilerini yenilemesi ve tekrar geri gelmesi karşısında ayakta kalmak çok zordur. Felsefi alanda savaşı kazanabilmek ve tam bir zaferle sonuçlandırabilmek için, doğa bilimleri alanındaki gelişmeleri doğru yorumlamak ve bu gelişmelerin ortaya çıkardığı sorulara doğru cevap bulmak son derece önemlidir: Lenin’e göre doğa bilimlerindeki devrimler, burjuva modasına tapan entelektüelleri gerici eğilimlere sürüklemektedir.
Ne yazık ki, felsefeye önem verilmesini öneren Lenin’in vasiyeti yerine getirilemedi.
https://sendika.org/2021/09/engels-ve-felsefenin-kucumsenmesi-632432/
1 note · View note
wozwaldllik · 5 years
Text
Beynin Tarihi
Tumblr media
“Beyin” sözcüğü, yazılı olarak ilk kez MÖ 1700’lerden kalma Mısır hiyerogliflerine karşımıza çıkar. Bu kaynaklarda oldukça detaylı tarif edilirken işlevi konusunda pek bilgi yoktur.
 Ardından MÖ 4. yüzyıl civarlarında yaşayan ünlü düşünür Eflatun, zihni beyinle ilişkilendirdi ve beynin, zihinsel süreçlerin merkezi olduğunu düşündü. En ünlü öğrencisi Aristo, hayvanlar üzerinde anatomik deneyler de yaparak, “zihin merkezinin kalp olduğu” ve “beynin, kalbi soğutmakla görevli bir organ olduğu” yönünde bir düşünce geliştirdi. Daha sonra devrinin en meşhur cerrah ve düşünürlerinden olan Galen de beynin, sıvı enerjileri yoluyla beden hareketlerini kontrol eden bir organ olabileceği sonucuna vardı.
 Beyinle ilgili fikirler 16. yüzyıla kadar kabaca bu merkezde ilerledi, ta ki 1600’lerde ünlü matematikçi düşünür Descartes,  “hayvani ruhlar” dediği sıvılar aracılığıyla, beynin bedeni ve düşünceleri yönettiğini öne sürene kadar… Descartes, düalizm olarak bildiğimiz “ikici” görüşün kurucularındandı ve ruhla bedenin ayrı şeyler olduğuna ve ikisinin birbiriyle, beyindeki “epifiz bezi” aracılığıyla iletişim kurduğuna inanıyordu. 1700’lerden itibaren sinir dokunun elektriksel enerjiyle bilgi alışverişi yaptığı, hücrelerin bağlantıları aracılığıyla bu enerjiyi değiş tokuş ettiği anlaşıldı.
                  Sinan Canan, Değişen Be(y)nim
26 notes · View notes
doriangray1789 · 1 year
Text
CHAPTER SEVEN (kalpler) ____ DORIAN GRAY’İN PORTRESİ ____BİR NARSİST TÜKENİŞ’İN ANALİZİ HRİSTİYANLIK İNANCINDAKİ DUALİZM: Dorian Gray’in portresi, başlı başına bir Dualizm’dir. Birisi birinin yerine geçmiş iki insan gibidir. Tablodaki portre, iyinin ve kötünün yer değiştirmesi olarak karşımıza çıkar. Teoloji Biliminde (Tanrıbilim), düalizm kavramı, iyi ve kötü olmak üzere eşit güce sahip iki farklı varlık varsayar. Hristiyan düalizminde; Tanrı iyiyi; Şeytan ise kötüyü temsil eder. Şeytan (İblis), bazı üst düzey güçlere sahip olsa da Tanrı’ya denk değildir. Çünkü, İblis, Tanrı’ya isyan etmeden önce yine Tanrı tarafından yaratılmış bir melek olarak vardır. Kutsal metinlerde, iyi-kötü zıtlığı ikisi de eşit güçte değildir. Çünkü Tanrı, iyiliği temsil eder ve yaratıcı sıfatında maliktir. Şeytan(İblis)daki güç ise çok daha düşük seviyeli etkiye sahip bir güçtür. Dolayısıyla kötülüğün iyiliği yenme gibi bir ihtimali de olamaz. Şimdi romana dönelim… Romanda iyilik ve kötülük ya da romandaki kurgusuyla gençlik-yaşlılık birbirine zıt güç olarak resmedildiğinde, Her şeyin yaratıcısı olan Tanrı’nın yani ‘’İyiliğin Temsili’’nin tüm evrenin tek hakim gücü olduğunu savunan Kutsal Kitap’a aykırılık teşkil eder. Şeytan, cennetten kovulmuştur ve hiçbir zaman da Tanrı’ya denk ya da üstün olamayacaktır ama bu, Şeytan’ın varolduğu müddetçe Tanrı’ya denk ya da üstün olmaya çalışacağındanvazgeçtiğini de göstermez. Şeytan, sadece ve sadece olağanüstü çabalarıyla varoluşunu sürdürür ve iyiliğin tezatı olan kötülüğün temsili pozisyonundaki varoluşsal rolünü muhafaza etmekten başka bir gücü de yoktur. Buradan hareketle yola çıkarak; evrende düalizmin var olması mümkün değildir. Bu sebeple de birbirine zıt iki eşit güç olduğunu savunan herhangi bir doktrin de mümkün değildir. Romanın trajik finalinde de herkes ve her şey ait olduğu özüne dönmüştür. Tablo, orijinal hali ile gençlik görüntüsüne; Dorian Gray ise ait olduğu yıla göre yaşlı haline dönmüş ve yok olmuş – güç savaşlarında kötülük de ortadan silinmiştir. Hem teolojik hem de felsefi düalizm olarak yoruma açık bir perspektifte romandır. Romanda düalizm sadece Dorian Gray karakteri ve portresi ile sınırlı değildir. Şeytan (İblis) ın romandaki iç sesi olan aforizmalarıyla romanı kasıp kavuran – bence Dorian Gray’den çok daha fazla bu romana etki eden bir karakter olan – Lord Henry Wotton yani, insan görünümlü İblis’i ‘’Düalizm ve Hedonizm’’ kavramları açısından ele alalım;
Tumblr media
CHAPTER EİGHT ____ DORIAN GRAY’İN PORTRESİ ____BİR NARSİST TÜKENİŞ’İN ANALİZİ LORD HENRY WOTTON KARAKTERİ: Sadece Lord Henry’nin aforizmaları için bile okunası bir kitaptır ve sadece Lord Henry karakterinin olduğu bir kitap yazılmış olsa çekinmeden satın alır ve okurum. Bir karakter bu kadar mı etkileyici olur tüm romanı ve karakterleri domine edebilir?… Aforizmaları, kitabın başından sonuna kadar hatta her ağzını açtığında çıkan her bir cümle başlı başına bir aforizmadır. Kitapta Lord Henry’nin söylediği cümleleri çizmekten elim de kalemim de oldukça yoruldu. Keşke Oscar Wilde, sadece Lord Henry Wotton karakteri için başlı başına bir kitap çıkarsaymış dedirten cinsten bir karakter tanıdım bu romanda. Unutulmaz roman karakterlerim arasında en başlarda yerini aldı, Lord Henry karakteri. Hristiyanlıktaki düalizm kavramından bahsetmiştik; Lord Henry, şeytanın iç sesi gibidir. Hem yoldan hem baştan çıkarır. Her türlü insanı saptıran bir tılsımı vardır; Şeytanın asası ile insanlara çomak sokar, dürter ve onları en sonunda rayından çıkarır, tepe taklak eder. Karizması çok yüksektir. Girdiği ortamdaki ağırlığı, yüksek kalibresi kendini hemen belli eder. Söylediği sözler, karşıdakinin ruhunu kimyasını allak bullak eder, Şeytan’ın ruhunu karşısında konuştuğu kişinin ruhunun içine kaçırır sanki. Yukarıda da bahsettiğim gibi Dorian Gray de akıl hocası Lord Henry gibi kötülüğü metastaz gibi yaya yaya romanda ilerletir. Lord Henry’nin en büyük avı ise, Dorian Gray’dir. Dorian, bu zengin, züppe, zeki, burjuva bir adam olan Lord Henry’nin çekim alanına girer. Kendi özünü iradesini kiraya verir. Gerçekte Dorian böyle bir insan değildir. Dorian Gray, Lord Henry ile tanışmadan evvel kendi halinde, dünyanın nimetlerinden habersiz yaşayıp giden mütevazı kendi halinde bir beyefendi adamdır. Ta ki portresini yaptırdığı ressam Basil’in evinde tesadüfen orada misafirlikte Lord Henry’nin de olması ve ilk kez Dorian ile orada tanışması ve ardından Onunla sohbet edip ruhunu ele geçirmesiyle romana sert bir giriş yapar. Dorian, Onun için bir denektir. Dorian’ı haz odaklı hedonist bir birey olarak yaşaması adına aklını çeler, ruhuna şeytanı kaçırır. Lord Henry, koyu bir hedonisttir. Hedonizme göre; en yüksek iyi, hazdır. Anlayış olarak; *Aristipos’un Hedonizm kavramını benimsediği görülmektedir.
3 notes · View notes
kelimebulmaca · 3 years
Text
düalizm
düalizm ne demek!
Tumblr media
⏬ ⏬ ⏬ ⏬ ⏬ ⏬
düalizm ne demek!
düalizm anlamı nedir? Kelime Bulmaca
0 notes
epifizz · 4 years
Note
Hologram evren teorisi hakkında ne düşünüyorsun?
Holografik ilke aslında bildiğimiz anlamda bir StarWars hologramı değildir. Burada ifade edilen tıpkı bir karadeliğin entropisinin olay ufkunun yüzeyinden ölçülerek onun hacmi üzerinden değil sınırı/yüzeyi üzerinden yola çıkarak bir bilgi ifadesine ulaşılması gibidir. Buradaki asıl olay Maldacena’nın M-Kuramı çerçevesinde zarın kendisi ile yüzeyi arasında bulduğu özdeşliktir. Bilindiği üzere kuantum alan teorisi açım sicimler üzerinde çalışır ve açık sicimler zarın yüzeyine bağımlıdır ancak kütle çekimi kapalı sicimler üzerinden üretilir ve bu sebeple bağımsızdır ve kuantum alan teorisi dahilinde değildir. Maldacena dahiyane bir şey yapıyor ve zarın kendi davranışı ile zarın yüzeyindeki açık sicimlerin davranışları arasında bir düalizm olduğunu ortaya koyarak bu açık sicimlerin ifadesi olan kuantum alan kuramının esasında 10 uzay-zaman boyutlu zarın kendisinin, kütleçekimini de içinde barındıran (çünkü Maldacena zarın etkileşimini kapalı bir sicimin etkileşimi üzerinden incelemişti) fizikle farklı dillerde aynı şeyi söylediği sonucuna varıyor. Bu benzersiz bir görüş ancak bazıları için bu aynı zamanda elde olan fiziğin tamamen kuramsal olana uydurulması anlamını da taşıyor, yine de ben bir külteçekim-kuantum alan kuramı olarak bunu çok eşsiz ve güçlü bir iddia olarak buluyorum. 10 uzay-zaman boyutlu evrenimizin tüm bilgisi 4 uzay-zaman boyutlu bir sınırda bir hologram gibi bilgisinin ifadesini taşıyor olabilir pekala.
3 notes · View notes
arkeolog · 6 years
Photo
Tumblr media
Raffaello’nun “Atina Okulu” freskinden detay; göğü işaret eden Platon kökenin idealar dünyasında olduğunu vurgularken düalizmi simgeler. Buna karşılık öğrencisi Aristotales ise yeri göstererek tümellerin varlığa içkin olduğuna işaret eder ve monizmi vurgular. Aristotales’e göre öz, aşkın bir idealar dünyasında değil (ki bu durum düalizme yol açıyor) bizzat her bir tikel varlığın içindedir.
67 notes · View notes
mimzedall · 4 years
Text
İslam'ın Vadettikleri [Roger Garaudy]
Tumblr media
Aşkınlığa el koyup onu donuklaştıran dogmalar…
Tumblr media
Roger Garaudy’nin adını belki de 2012 yılında vefat ettiğinde duymuşsunuzdur belki de duymadınız. 2012 yılında Garaudy İslam’la şereflenişinin otuzuncu yılını yaşıyordu. Hayatının ise doksan dokuzuncu yılı. Bir ömre sığan onca şeyden, siyasetten (Fransız milletvekili, senatör), akademisyenlikten sonra İslam’la tanışan yazar bundan sonraki hayatında İslam üzerine araştırma yaparak eserler yayınlıyor. İslam’ın Vadettikleri de bunlardan birisi. Garaudy’nin düşünceleri, sonradan Müslüman olduğu için önemli benim için. Nihayetinde sonradan iman eden, atalarının dinine karşı duran bir insan. Bizler gibi doğuştan Müslüman olmadığı için bakış açısının bizlerden farklı olduğu muhakkak. Bu bakış açısının bizlerim de fikir hazinemize yeni şeyler katması beklenir. İslam’ın Vadettikleri 1983 yılında yazılmış. Yazarın Müslüman olduktan sonra ilk yazdığı eserlerden biri, belki de ilki. İslam dünyası ile Batı’nın karşılaştırılması üzerine kurulu bir kitap. Batı dünyasının Grek-Romen ve Yahudi-Hıristiyan dünyasının miraslarıyla kurulduğu iddiasına karşı “Üçüncü Mirasın” reddedildiği savıyla çıkıyor. Üçüncü miras, İslam’ın mirasıdır ve inkâr edilemez bir şekilde bugünkü anlamda Batı’nın kuruluşunun temelinde İslam’ın öğrettikleri vardır. Bu kuruluşu kutsamıyor Garaudy. İslam’ın öğrettiklerine çok fazla sırtını yaslasa da İslam’ın Vahdet fikrini diğer ilmi gelişmeleri gibi taklit etmeyen Batı dünyası “iki milyon seneden bu yana, nice oluşumlar ve fedakârlık pahasına kurulmuş olan bir insanlık destanını altüst etmeye muktedir” diyor. “Mülkiyete gelince: Bütün mülk sadece Allah’ın olduğuna ve her insan, çalışması neticesinde ancak bu mülkiyetin kullanım hakkından yararlanabileceğine göre, Kuran’ın ve Hz. Peygamberin ortaya koydukları mülkiyet anlayışı batılı ve burjuva mülkiyet anlayışının tamamen zıddıdır.” “Genel iradenin, parlamentolar ve partiler yoluyla temsil edilmesine dair canlı, tarihi misaller, iktidarın bütünü temsil etmesi için bir gruba devredilmesinin gülünç bir demokrasiden başka bir şey olmadığını açıkça göstermiştir; çünkü halkın bu şekilde iktidara katılması, hayal ve aldatmacadan başka bir şey değildir” diyerek bugünkü manasıyla demokrasiyi yine Vahdet kavramına dayanarak eleştiriyor. Batılı manada demokrasi de ferdiyetçiliği ifade ettiği sürece insana aykırı, adalet anlayışı da yine ferdiyetçi Roma Hukuku’nu temel aldığı için sakattır demek istiyor yazar. “Oysa cihad savaş anlamına gelmez (bunun için başka bir kelime vardır: harp) fakat, Allah yolunda gösterilen gayreti ifade eder.” Kuran’ı Kerim bu konuda tamamen açıktır: ‘Dinde zorlama yoktur’ ifadeleriyle İslam dininin “kılıç dini” “kavga dini” olarak gösterilmesine eleştiri sunuyor yazar. Kitap boyunca İslam mirasının reddedilmesini eleştirdiği gibi İslam’ın sürekli farklı tanıtılmasına da kızgınlığını ifade ederek doğru olanları göstermeye çalışıyor. Cihad aslında insanın bencilliğini yenmeye yönelik bir aksiyon olduğunu, insanın basit zevklerden kendisini kurtarmasıyla ancak başarılı olabileceğini, bu basit zevklerin putlaştırılmasının küfre bir yol açtığını anlatıyor. İslam ve Batı karşılaştırmasında, İslam’ı şiddet dini olarak gösterenlere karşı da tarihin büyük Hıristiyan eliyle yapılmış katliamlarını örnek gösteriyor Garaudy, Kudüs katliamı, Amerikalıların yerlileri katletmeleri ve uzunca bir liste. Aksi şekilde İslam’ın dini yaymak için savaşılmasını reddettiğinden bahsediyor. Sufilerden ve tasavvuftan da sıkça bahsediyor yazar eseri boyunca. Meşhur tasavvuf şairlerini de çok okuduğu belli oluyor. Sufilerin temel prensibini oluşturan şu söz dikkat çekici: “Hiçbir şeye sahip değillerdir ve hiçbir şey tarafından sahip olunmamışlardır.” Bir de çalmak tabiri ilginç: “Çalmak, ihtiyaç duyulan şeyi almak değil fakat ihtiyaç duyulmayan şeyi lüzumsuz yere toplamaktır…” “…ne zaman ictihad kapısının kapandığı ilan edilmişse yani, her türlü yorum teşebbüsü dine aykırı gösterilmişse İslam kültür ve siyasetinin durgunluğuna hatta gerilemesine şahit olunmuştur.” “Mesela halifelik, ancak Bizans veya Sasani mutlakıyet rejimlerinin taklit edilmesiyle verasete dayanan bir hanedanlığa dönüşmüştür.” “Millet, Batı’ya has bir hastalık, İslam cemaatinin sömürgeciler tarafından parçalanmasının uğursuz ve öldürücü bir mirasıdır.” “Gerçekte gelişmiş ülkeler ve az gelişmiş ülkeler diye bir şey yoktur, fakat hasta ve aldatılmış ülkeler vardır. Bir kısmı büyümelerinden dolayı hastadır. (Kitabın başka bir yerinde yazar İslam’ın iktisadi olarak büyümeyi değil dengeyi öngördüğünü söylüyor). Diğerleri ise Batı’da yetişmiş ve geleceklerinin hasta ülkelerin geçmişinde ve onların elitleri tarafından yürütülen bu intihar sayılabilecek bu büyüme hayaliyle aldatılmışlardır.” “O halde Batı’nın büyümesinin bir anomi, tarihi patolojik bir fenomen olduğunun bilincine ne zaman varılacaktır?” “İlim kendinden başka bir gayeye sahip değilse ve diğer bütün değerlerinden zararına olarak gelişmesine imkân verilmişse ölçüsüzlükten başka bir şey değildir. Bu biçimsiz gelişme hayattan kopmuş bir bilginin aşırı gelişmesi; aşk, estetik yaratma, hayatın gayeleri üzerine tefekkür, tabiatla ve insanlarla olan ilişkilerimizde denge ve ahenge duyulan sade arzu gibi insanın diğer medeniyetlerin ve onların ilim ve tekniklerinin gelişmesinin ölçüldüğünün iddia edildiği bir model olarak kabul edilemez.” “El-Memun 815’te Bağdat’ta Beyt-ül Hikme’yi kurdu. Bu kültür yuvasında bir milyon eser mevcuttu. 891 yılında bir seyyah şehirde yüzden fazla halk kütüphanesinin bulunduğunu ifade etmiştir.” “Gerçekten de Dekart’la birlikte ilmimiz prensip olarak insanı ve öncelikle onun temel boyutu olan aşkınlığı tanımaz olmuştur.” “Müslümanlar her şeyden önce tavizsiz bir şekilde aşkınlığı savunmuşlardır ki bu da ilimler açısından şu iki anlamı ifade eder: 1- İlim ve teknikler büyüme ve iktidar gayelerinden üstün gayelere sadece tabiatın bir parçası olmayan bir insan ve cemiyetin gayelerinden üstün gayelerle yönetilmelidir. 2- Aklın sebepten sebebe ve sebepten neticeye inen işleyiş şeklinden farklı bir işleyiş şekli vardır. Bu da gayeden gayeye basit gayelerden daha yüce gayelere yükselen ve asla nihayete varmadan kendi dışında kalan her şeye bir anlam veren yüce bir birliği hedef alan bir aklın işleyişidir.” “Büyük gerileme dış sebeplere bağlıdır. İslam’ın iki nur kaynağı doğuda Bağdat, batıda Kurtuba istilacılar tarafından söndürülmüştür. 1258’de Moğollar Bağdat’ı ele geçirirler 1236’da Kurtuba Kastilya krallarının eline geçer ve böylece parlayışı da sona erer. Gerek felsefe gerekse İslam kültürünün bütün diğer sahaları bakımında gerilemesinin dâhili sebebi ise yaratıcı geliştirmeye gösterilen karşı çıkmadır.” “O halde bir cemiyette özel ilişkilerde dini en dar kalıpları içinde tut, sosyal hayatta ise çılgınca tüketim tarzından işbölümüne hiyerarşisine ve medeni cemiyeti siyasi cemiyetten ayıran ferdiyetçiliğine varıncaya kadar batının tüm müesseselerini adapte etmekten daha kötü bir düalizm var mıdır. Batıda büyüme dediğimiz şey evren açısından az gelişmişliğin büyümesinden daha başka bir şey değildir. Çünkü birkaç ülkenin büyümesi ancak dünyanın dörtte üçünün maddi ve insani kaynaklarının yağma edilmesiyle mümkündür.” “Açlıktan silahlanmaya batıdaki hayatın anlam ve gayesini yitirmesinden fertlerin gurupların ülke içinde şiddet ve baskı hareketlerine başvurmasına varıncaya kadar yaşadığımız dünyadaki problemlerin tümünde batı modeli büyüme yatmaktadır. Bu modem giderek daha hızlı faydalı faydasız zararlı ve hatta öldürücü nasıl olursa olsun üretmekten ve sonra da reklam ve pazarlama ile fakat daha çok sosyal eşitsizliklere yol açan iğrenç bir şekilde rekabete başvurarak herkesi bu üretilen şeyleri tüketmeye zorlamaktan ibarettir. Yine bu model batıya mutluluk ve gelişmenin hayat seviyesi ve tüketilen maddelerin miktarlarıyla eşdeğer olduğuna inandırmıştır. Böylece o içinde bulundukları sefahatten kurtulup düşlerinin gerçekleştiğini görmeleri için dünyadaki açların kafalarına bu yolla girmelerinin mümkün ve hatta zaruri bile olduğu kuruntusunu iyice sokmak amacıyla onların sefalet ve düşlerini istismar etmektedir.” Kitabın basımını Pınar Yayınları yapmış. Elimde 2004 yılına ait 7. Baskı var. Umarım sonraki baskılarda yazım hatalarını düzeltmişlerdir çünkü okunmaya engel olacak kadar çoktu neredeyse. 232 sayfalık bu müthiş eser okuduktan sonra neden daha önce okumamışım duygusu uyandırıyor inşada. Allah Rahmet eylesin Roger abimize. Mekanı cennet olsun. Read the full article
0 notes