Tumgik
#Reşat Ekrem Koçu
bluesyemre · 1 year
Text
İstanbul Ansiklopedisi Arşivi çalışmaları başlatıldı
İstanbul Ansiklopedisi Arşivi çalışmaları başlatıldı
Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi için yaptırdığı yapı çizimlerinden bir seçkiFotoğraf: Mustafa Hazneci, SALT Araştırma ve Programlar SALT ve Kadir Has Üniversitesi, iki kurumun karşılıklı öğrenmeye dayalı ortak programlar geliştirmesi amacıyla imzaladıkları iş birliği protokolünün ikinci yılında uzun vadeli bir arşiv ve araştırma projesini hayata geçiriyor. Üç yıla yayılacak projeyle…
Tumblr media
View On WordPress
1 note · View note
hetesiya · 11 months
Text
1/10 "KRAL ÇIPLAK!" DİYECEK ELEMAN ARANIYOR
Ayşe Hür
Danimarkalı masal yazarı Hans Christian Andersen’in (1805-1875) ünlü “Kralın Yeni Elbisesi” adlı masalında, dış görünüşünden başka hiçbir şey umurunda olmayan bir Krala, iki uyanık terzi, sadece akıllı insanların görebileceği 2/10 bir elbise yaptıklarını söyleyerek Kralı çıplak dolaştırırlar. Kral, ahmak damgası yememek için susar; Kralın çevresindekiler de Kralın çıplak olduğunu gördükleri halde makamlarını, ayrıcalıklarını, kellelerini kaybetmemek için krallarına gerçeği söyleyemezler. 3/10 Kral bir gün, halkın arasına "yeni elbisesi" ile yani çıplak olarak çıkar. Başlarına bir şey gelmesin diye korkan ahali aslında olmayan elbiseye övgüler düzüp çıplak kralı alkışlarken, kalabalıkta bir çocuk bağırır: “Aaaa! Kral çıplak! Neden Krala kimse bunu söylemiyor???" 4/10 Etraflarını sadece soytarılarla, dalkavuklarla dolduran güç sahiplerinin düşebilecekleri hali anlatan bu masal okul müfredatımıza bile girmiştir! Hayret ki hayret! Andersen'i benim kuşağım Kibritçi Kız, Küçük Deniz Kızı, Hansel&Gretel gibi aşırı acıklı masallarıyla tanır. 5/10 Meğer Andersen 1841 baharında İstanbul'a gelmiş. Kız Kulesi'ni, Üsküdar'ı gezmiş. Abdülmecid'in Cuma selamlığında bandonun Rossini'den opera parçaları çalmasına ve Sultan'ın bunu garipsememesine şaşırmış. Ardından İzmir'e gitmiş. İki şehirde de ne kadar kaldığı belli değil. 6/10 Andersen'i neden andığımı anlamışsınızdır. Söz dalkavuktan açılmışken; Reşat Ekrem Koçu der ki, Topkapı Sarayı arşivindeki I. Mahmut devrine (1730-1754) ait bir arizanın ekinde şöyle bir "dalkavukluk tarifesi" varmış: Dalkavuğun burnuna fiske vurma, fiske başına: 20 para. 7/10 Başına kabak vurma, seferi: 20 para. Yüzüne tokat atma, tokat başına: 30 para. Oturduğu minderden ve setten aşağı yuvarlama: 30 para Yüzüne mürekkep veya kömür sürme: 37 para. Ellerini ve ayaklarını domuz topu ile bağlama: 40 para. 8/10 Bir salkım üzümün sapı ile beraber yedirilmesi: 40 para Kafasına yumruk indirme, yumruk başına: 40 para Çıplak başını tokatlama, tokat başına: 45 para Elinde beş on kıl kalmak ve dişlerini leylek gibi çatırdatmak şartı ile sakal boyamasına: 60 para. 9/10 Sakalın yarısı veya tamamının arpa boyunca kırkılması: Ayda 30 kuruştan 90 kuruş nafaka. Eyerinin bir tarafında üzengi bulunmayan haşarı bir ata bindirilip temaşası hoşa giderse: 300 para Kuyruğu dışarıda kalmak üzere bir fındık sıçanını ağzının içine kapatma: 400 para. 10/10 Bostan dolabına bağlanarak su içinde bir müddet durdurulmak şartıyla bostan kuyusu içinde bir devir: 600 para. Bu latifede birden fazla her devir için ayrıca 100 para. Bu latifede dalkavuk boğulup ölürse: Cenaze masrafı latifeyi yapana ait.
Günümüzde tarife ne acep?
Tumblr media
1 note · View note
haytaogluyunus · 2 months
Text
Tumblr media
ANMA:
BUGÜN 26 ŞUBAT(1994)
OSMANCIK, KÜÇÜK AĞA, ROMANLARIN YAZARI
TARIK BUĞRA'NIN ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ.
HAYATIMDA ESERLERİ İLE ÖNEMLİ YERİ OLAN BÜYÜK EDEBİYATÇI YAZAR TARIK BUĞRA'YI RAHMETLE ANIYORUM.
ESERLERİNİN TÜRK OKUNMASI DİLEĞİ İLE..
TARIK BUĞRA 1918'de Akşehir'de doğdu. Babası, Akşehir'de Ağır Ceza Reisi olarak bulunan Erzurumlu Mehmet Nazım Bey, annesi Akşehir Nazike Hanım idi. Çocukluğunun geçtiği Akşehir de , sanat yaşamına nüfuz etti ve eserlerinin çoğunda mekân olarak bu şehri tercih etti.
İlk ve ortaokulu Akşehir'de okudu. Ortaokulda Rıfkı Melül Meriç'in öğrenicisi oldu. 1933’de ortaokulu bitirdikten sonra yatılı öğrenci olarak İstanbul Lisesi'ne devam etti. İstanbul Lisesi’nde Hakkı Süha Gezgin'in, Pertev Naili Boratav'ın öğrencisi oldu. Yazar olmaya onuncu sınıfta karar verdi. “Tarık Nazım” takma ismiyle hikâye ve şiirler yazmaya başladı. Okulun yatılı kısmı kapanınca Konya Lisesi'ne geçti ve 1936'da mezun oldu.
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde iki yıl okuduktan sonra Hukuk Fakültesi'ne geçti.bir Parasızlık nedeniyle zor bir öğrencilik dönemi geçirdi ve üç yıl sonra mezun olamadan bu okuldan da ayrıldı.
1942-1945 yılları arasındaki üç yıllık askerlik görevi sırasında devlet memurlarının bıyıklarını kesme kuralını ihlal ettiği için on bir sürgün yaşadı. İlk piyeslerini ve ilk romanını askerliği sırasında yazdı. İlk eseri, “Akümülatörlü Radyo” adlı piyes idi. Şehir Tiyatroları tarafından eser çevrilince onu roman haline getirmiş; böylece ilk romanı “Yalnızlar” ortaya çıkmıştı.
Askerliği bittikten sonra İstanbul'a döndü ve 1947'de Edebiyat Fakültesi'ne kaydoldu. Burada Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan'ın öğrencisi oldu. Bir yandan da Şişli Terakki Lisesi'nde muallim muavinliğinde bulundu. 1948'de yazdığı “Oğlumuz” adlı hikâyesi Cumhuriyet gazetesinin açtığı yarışmada ikincilik ödülüne layık görüldü. Bu ödül ona edebiyat ve basın dünyasının kapılarını araladı. 1949'da ilk kitabı olan ve içinde 13 öykü bulunan “Oğlumuz”'u yayımladı. Çınaraltı dergisini çıkaran Yusuf Ziya Ortaç, kendisine dergiye katılmasını, “Sanat Hareketleri” başlıklı sütunda her hafta bir öykü yazmasını önerdi Dergiye gönderdiği ilk hikâye, “Havuçlu Pilav Meselesi” başlıklı hikâyesi oldu. Basın dünyasından da iş teklifleri alan yazar, bu teklifler sayesinde basın hayatına atılmak için cesaret buldu ve Edebiyat Fakültesi’nden mezuniyet tezini vermeden ayrıldı.
1949-1952 arasında babası ile birlikte Akşehir’de babası Erzurumlu Mehmet Nâzım Bey’le birlikte “Nasreddin Hoca” gazetesini çıkardı. 1950'de Jale Baysal ile evlendi, on sekiz yıl sonra boşanma ile sonlanan bu evlilikten 1951’de kızları Ayşe dünyaya geldi. 1952'de babasını kaybeden Buğra, gazeteyi elden çıkardı ve İstanbul'a döndü. Aynı yıl, ikinci hikâye kitabı “Yarın Diye Bir Şey Yoktur” yayımlandı.
1952-1956 arasında Milliyet Vatan, Yeni İstanbul gibi gazetelerde edebiyat tenkitleri ve denemeler yazdı. Gazeteciliğinin bu ilk yıllarında Abdi İpekçi, Reşat Ekrem Koçu ve Peyami Safa ile çalışma imkanı bulduğu bilinmektedir. Bu arada üçüncü öykü kitabı İki Uyku Arasında (1954)'yı yayımlayan Buğra, 1955'te Siyah Kehribar ile romana geçti. Dönemin faşist İtalya'sında geçen romanın pek çok eleştirmen tarafından hoş görülmedi ve yazar bir bekleme dönemine girerek uzun süre tekrar roman yayımlamadı.
Gazetecilik yaşamı 1956-1957 yıllarında Vatan ve Yenigün gazetelerinde yayın müdürlüğü yaparak devam etti. 1958'de Milliyet Gazetesi spor sayfası sorumluluğu yapan Buğra, aynı yıl Tercüman ve Yeni İstanbul gazetelerinde de yazarlık görevini sürdürdü. 1959'da önce Tercüman'ın, ardından Yeni İstanbul'un, ardından “Türkiye Spor” isimli günlük spor gazetesinin yayın müdürlüğünü yaptı. 1962 yılında “Yol” adlı haftalık derginin yayın müdürlüğünü yaptı. Bu arada Kurtuluş Savaşı’nı konu edinen Küçük Ağa romanını hazırladı.
Ankara'da Milli Kütüphane önündeki Tarık Buğra heykeli
Küçük Ağa 1963 yılında Yeni İstanbul'da tefrika edildi ve 1964'te kitap olarak yayımlandı. Çok olumlu tepkiler alan roman, Mehmet Kaplan tarafından mezuniyet tezi olarak kabul edilmiş ve böylece yazar, Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü'nden diploma almıştır. Küçük Ağa'nın ardından Buğra dördüncü öykü kitabı Hikâyeler (1964)'i, Küçük Ağa'nın devamı olan “Küçük Ağa Ankara'da” (1967)'yı ve ardından "Komik-i şehir” Naşit'in hayatından yola çıkarak yazdığı İbiş'in Rüyası(1970)'nı yayımladı. İbiş'in Rüyası, 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması'nda başarı ödülüne değer bulundu.
Buğra, 1970-1976 arasında Tercüman gazetesinde köşe yazarlığı ve sanat sayfaları düzenleme işini sürdürdü. 1976'da Tercüman Gazetesi]]'ndeki işinden ayrıldı ve zamanını bütünüyle edebiyata verdi. Firavun İmanı (1976), Dönemeçte' (1978), Gençliğim Eyvah (1979), Yağmur Beklerken (1981) adlı dönem romanlarını yayımladı. Bu romanlarda Cumnuriyet'in çeşitli evrelerini, demokrasiye geçiş sürecindeki çalkantıları konu edindi. Devlet Tiyatroları'nda Edebi Kurul Başkanlığı'nda Edebi Kurul üyeliği yaptı. 8 Eylül 1977'de hikâye yazarı Hatice Bilen ile ikinci evliliğini yaptı.
Yazarın Ayakta Durmak İstiyorum (1966) ve Üç Oyun (1981) adlarıyla kitaplaştırdığı piyeslerinin hemen hepsi sahnelendi, romanları TV dizisi haline getirildi. Fıkralarından seçmeleri Gençlik Türküsü (1964), gezi notlarını Gagaringrad (1962), dil ve edebiyat üzerine yazılarını Düşman Kazanmak Sanatı (1979), denemelerini Bu Çağın Adı (1979) başlıklarıyla yayımladı. Yazarın ayrıca Sakıp Sabancı'nın hayatını anlattığı “Patron” isimli bir piyesi, yarım bıraktığı “Mimar Sinan” senaryosu ile Mehmed Akif'in hayatını ele aldığı bir romanı da mevcuttur.
Buğra Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş yıllarını anlattığı Osmancık'la (1985) Milli Kültür Vakfı Edebiyat Armağanı’nı, “Yağmur Beklerken” romanı 1989 Türkiye İş Bankası Büyük Ödülü'nü aldı. 1991'de Devlet Sanatçısı unvanını aldı.
1993'teki ani rahatsızlığının ardından kanser teşhisi konan Buğra, tedavi gördüğü Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 26 Şubat 1994'te hayatını kaybetti. Cenazesi Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.
1999-2000 öğrenim döneminde İstanbul'un Pendik ilçesinde açılan bir liseye “Tarık Buğra” adı verilmiş;2002’de Akşehir merkez Ortaokulu’nun adı "Akşehir Tarık Buğra İlköğretim okulu" olarak değiştirilmiş ve 2004 yılında Akşehir'e bir Tarık Buğra heykeli dikilmiştir. Ayrıca Ankara’da Milli Kütüphane önünde bir heykeli bulunur.
Eserleri
Hikâye
Oğlumuz (1949)
Yarın Diye Bir Şey Yoktur (1952)
İki Uyku Arasında (1954)
Hikâyeler (1964, yeni ilavelerle 1969)
Tiyatro
Ayakta Durmak İstiyorum
Akümülatörlü Radyo
Yüzlerce Çiçek Birden Açtı – 1979)
Gezi Yazıları
Gagaringrad (Moskova Notları) (1962)
Fıkra ve Deneme
Gençlik Türküsü (1964)
Düşman Kazanmak Sanatı (1979)
Politika Dışı (1992).
Bu Çağın Adı (1990)
Roman[değiştir
Siyah Kehribar (1955)
Küçük Ağa (1954)
Küçük Ağa Ankara da (1966)
İbiş'in Rüyası (1970)
Firavun İmanı (1976)
Gençliğim Eyvah (1979)
Dönemeçte (1980)[6]
Yalnızlar (1981)
Yağmur Beklerken (1981)
Osmancık (1973)
Dünyanın En Pis Sokağı (1989)
Senaryo ve oyunu
Sıfırdan Doruğa-Patron (1994)
0 notes
meriheyolculuk · 1 year
Text
Cinsiyetleri, kimlikleri tartışmaya açarak, insanoğlunu bölmeye, birbirine düşman etmeye çalışanların çoğunlukta olduğu günlerdeyiz, öyleymiş böyleymiş, şöyle hitap olmalıymış gibi hergün yeni bir ötekileştirme ile karşılaşıyoruz. Halbuki insan insan, ırk, cins, dil, din farketmez insan oluş bir özellik. Bu yazıda bir metafor yapmaya çalışacağım.
Geçenlerde Taner Ceylan’ın harika sergisini gezdik. İnanılmazdı, sanatçıyla konuşma şansını yakalamamız ise unutulmaz kıldı bu sergiyi. Sevgili Taner Ceylan İstanbul’un heykelini tasarlamış, boğazın sularına bakan tüller için de şahane bir adam olmuş İstanbul. Sanatçı o güne kadar İstanbul’un hep kadın olarak imgelendiğini, o ise, İstanbul’u böyle tüller içinde
küstah, eli belinde, burnu havada, kimseye aldırış etmeyen, kendi güzelliğiyle büyülenmiş başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan, kimseye kendini göstermeyen, onu hissettiren o örtüyü asla kaldırmayan muhteşem bir erkek olarak gördüğünü ve bu eseri tasarladğını söylüyor. Heykelin şahaneliği bir yana o üstten kayıverecekmiş gibi duran taştan tül görenlerin aklını başından alıyor . İşte benim de böyle aklım başımdan gitmişken değişik düşünceler üşüşüyor, acaba ben İstabul’u nasıl görüyorum diye; nacizane düşüncem İstanbul’u bir cinsiyet içine hapsetmenin yanlış olduğu. İstanbul u düşünüyorum gözlerim kapalı ve onu insan olarak görüyorum, çok olgun, görüp geçirmiş, yüzyıllara meydan okumuş, yangınlar depremler atlatmış ama yüceliğinden birşey kaybetmemiş bir güzel insan olabilir olsa olsa. Yüreği kocaman, gözleri hüzünle bakan boğaz mavisi renginde, kokusu deniz, teni biraz yıpranmış aldığı darbelerden, yaşadığı ihanetlerden ama yıkılmamış, herşeye rağmen dimdik ayakta bir güzel insan. Herşeye rağmen yaşama sıkı sıkıya tutunuyor, üstünden gelip geçenlere, aldığı insan darbelerine, bu güzelliği yoketmek için vargücüyle, makinalarla, vinçlerle yüreğini delmeye çalışan insanoğluna dayanıyor, ve meydan okuyor gururla.
Milattan binlerce yıl önce insanların yaşamaya başladığı, Bizans, Roma, Osmanlı gibi koca imparatorlukların bile sonlarının geldiği bu evrende, mücevher gibi dizilmiş kuleleriyle daha da çok dayanacak eminim.
Sadece dayanmakla kalmayıp şairlere, mimarlara, sanatçılara ilham vermeye devam edecek. İstanbul denince ilk aklıma gelen ışıkla adını sonsuza yazan Mimar Sinan, sonra Reşat Ekrem Koçu, sonra Orhan Pamuk, Ara Güler, Sezen Aksu, daha kimler kimler..
Dünyaya son kere bakacaksın deseler bu bakışı İstanbul’un Çamlıca’sından isterdim demiş Lamartine. Yine bir İstanbul sevdalısı olan Orhan Pamuk dünyayı İstanbul’da tanıdığını, insanlıkla İstanbul’da tanıştığını söyler. Vapur düdüğü, kaldırımlara çarpan Boğaz dalgalarının, uçan martıların ve denizdeki küçük teknelerin seslerini İstanbul’un sesleri olarak tanımlar.
Ben ise İstanbul’u dolaşıyorum içimde biriktirdiğim, yıllardır okuduğum, taa yüreğimin dibinde taşıdığım şairlerle dolaşıyorum İstanbul’u. İlk sırada Turgut Uyar var.
‘Güzel İstanbul belki hatırlarsın, bir bahar gününde, taze ve güzel bir sabah vakti kapımı çalıp, daha sisler kalkmadan Haliç'ten,
Uykudan uyandırmıştın beni:
Etraf alacakaranlık, vapur düdükleri ötmedeyken.
Kapalıçarşı, Mahmutpaşa, satıcılar arasında bir hafiflik içinde elele, yaya, gülüşmüştük, sonra da 
Yahya Kemal’le birlikte sana dün bir tepeden bakmıştık aziz İstanbul!’
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer….
İstanbul istanbul olalı görmedi böyle keder, ama evren var oldukça İstanbul dimdik ayakta kalıp, dünyaya meydan okuyacak biliyorum, aynı kötülüğün birgün iyiliğe yenik düşeceğini bildiğim gibi…
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
1 note · View note
yourdailyqueer · 3 years
Photo
Tumblr media
Reşat Ekrem Koçu (deceased)
Gender: Male
Sexuality: Gay
DOB: Born 1905
RIP: 6 July 1975
Ethnicity: Turkish
Occupation: Historian, writer, scholar
86 notes · View notes
immoraltales · 6 years
Photo
Tumblr media
Reşat Ekrem Koçu
(D. 1905, İstanbul - Ö. 6 Temmuz 1975, İstanbul)
12 notes · View notes
mustafakemalimcom · 4 years
Text
Zavallı Recep ...Sen İstanbul’un Hangi Köşesinin Evlâdı İdin?!.
Zavallı Recep …Sen İstanbul’un Hangi Köşesinin Evlâdı İdin?!.
Zavallı Recep… Zavallı bahriyeli.. 1918’in cehennemi çöküşünde İstanbul’a dönememiş, sekiz cephenin kim bilir hangisinde şehit olmuş tığ gibi delikanlı, sen İstanbul’un hangi köşesinin evlâdı idin?!
5 Ocak 1955 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanan Recebim başlıklı ve Reşat Ekrem Koçu imzalı yazı:
Tumblr media
Recebim….Bu da bir İstanbul türküsüdür… 1918’de çıktı. Herkesin ağzına düştü. Kara…
View On WordPress
0 notes
tuzcularisin · 4 years
Text
Reşat Ekrem Koçu
(1905 – 6 Temmuz 1975)
Tarihçi, Yazar
“Öncelikle metinlerinin taşıdığı Türkçe lezzeti için okurum onu. Osmanlıca sözcükleri şimdi olduğu gibi öyle uluorta kullanan insanların değil, belli bir dil duygusu, zevki ve zarafetiyle kullanan insanların döneminin yazarıdır o… Reşad Ekrem Koçu’nun bir diğer önemi, birçok tarihçi yazarın atladığı, önem vermediği, oysa dönem ruhunu ve atmosferini…
View On WordPress
0 notes
mavciefendi · 6 years
Text
Cadılık bizim bu topraklarda da eski zanaatlardan birisidir, hikayeden ve görsellerden de anlaşılacağı üzere cadılar erkek ya da kadın olabilirler bizim memlekette.
Haydin iyi okumalar, hepi helovin!
TIRNAVA CADILARI – Reşad Ekrem Koçu
Tarihimizde Garip Vakalar – 1. Baskı Mart 1952
Cadıya, gulyabaniye, hortlağa inananlar dünyanın her tarafında her zaman bulunur. Hüseyin Rahmi merhum bu korkunç mevzuu mizah edebiyatımıza mal etmişti. Zamanımızda da gazeteler perili, cinli evlerden, geceleyin taşlanan pencerelerden bahsederler, arası çok geçmez, bu cinlerle perilerin huysuz ve geçimsiz komşular ve bir takım külhani serseriler olduğunu öğreniriz. Tarihimizde garip vak’alarave pek tuhaf ve hatta tüyler ürpertici batıl itikatlara rastlanır. Bakınız, Bulgaristanın Türk idaresinde bulunduğu zamanlarda Tırnava kadısı Ahmet Şükrü Efendi hükumet merkezine gönderdiği resmi yazıda neler anlatıyor! Bu mektup Hicri 19 Rebiülahır 1249 (Miladi 1833) [5 Eylül 1833] tarihli olup devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayinin 69uncu nüshasında neşredilmiştir; bugünkü yazı dilimize çevirerek okuyalım:
«Tırnava’da cadı türedi. Gün battıktan sonra evlere musallat olmağa başladı. Zahireye dair un, yağ,bal gibi şeyleri birbirine katar ve kah içlerine toprak karıştırır… Yüklüklerde bulduğu yastık, yorgan şilte ve bohçaları didikler, açar ve dağıtır …İnsanların üzerine taş, toprak, çanak ve çömlek atar … Hiç kimse bir şey göremez … Birkaç erkek ve kadının da üzerine saldırmış … Bunlar çağınldı, soruldu: Üstümüze sanki bir manda çökmüş sandık, dediler … Bu yüzden iki mahalle halkı evlerini bırakıp başka tarafa kaçtılar … Kasaba halkı bunların cadı denilen habis ruhların eseri olduğunda ittifak etti. .. İslimye kasabasında cadıcılık ile tanınmış Nikola ismindeki adam Tırnava’ya getirildi ve sekiz yüz kuruşa pazarlık edildi. Bu adamın elinde resimli bir tahta vardı, mezarlığa gider, tahtayı parmağının üzerinde çevirir, resmi hangi mezara bakarsa cadı o mezardaki ruhu habis imiş …  Büyük bir kalabalık ile mezarlığa gidildi… Resimli tahtayı parmağında çevirmeğe başlayınca resim, sağlıklarında yeniçeri ocağının kanlı zorbalarından olanTetikoğlu Ali Alemdar ile Apti Alemdar denilen iki şakinin mezarlarına karşı durdu … Mezarlar açıldı… Cesetleri yarım misli büyümüş, kılları ve tırnaklarıda üçer, dörder parmak uzamış bulundu… Gözlerini kan bürümüş, gayet korkunç idi. Mezarlıktaki bütün kalabalık bunu gördü.. Bu adamlar, sağlıklarında her türlü fesadı irtikap etmiş, ırza, namusa, mala tecavüz etmiş, adam öldürmüş, ocakları lağvedildiği zaman her nasılsa yaşlarına riayet olunarak cellada verilmemiş, ecelleriyle ölmüşlerdi… Sağlıklarında yaptıkları yetişmemiş gibi şimdi de halka ruhu habis olarak musallat olmuşlardı.. Cadıcı Nikola’nın tarifine göre bu gibi habis ruhları defetmek için cesetlerinin göbeğine birer ağaç kazık çakılır ve yürekleri kaynar su ile haşlanırimiş … Ali Alemdar’la Apti Alemdar’ın cesetleri mezarlarından çıkarıldı… Göbeklerine birer ağaç kazık çakıldı ve yürekleri bir kazan kaynar su ile haşlandı,fakat hiç tesir etmedi. Cadıcı bu cesetleri yakınak lazım, dedi. Bu hususta şer’an da izin verilebileceğinden ruhsat verildi … Ve iki yeniçerinin mezarlarından çıkarılan cesetleri mezarlıkta yakıldı ve çok şükür kasabamız da cadı şerrinden kurtuldu… »
Cadı – Karagöz Turkish Shadow Theatre – Metin And
“İki Cazu” – Karagöz Turkish Shadow Theatre – Metin And
Cadılar Bayramı – a la Turca Cadılık bizim bu topraklarda da eski zanaatlardan birisidir, hikayeden ve görsellerden de anlaşılacağı üzere cadılar erkek ya da kadın olabilirler bizim memlekette.
0 notes
edebiyatsoylesileri · 3 years
Text
Reşat Ekrem Koçu / Ahmet Rasim'in yazılarını sıkınız: İstanbul'un kokusu, esansı damlayacaktır
Tumblr media
Ahmet Rasim, en kuvvetli bir fotoğraf objektifinden farksız yazılarıyle, yaşadığı devrin canlı, renkli, doğru yüzlerce klişesini çıkarmıştır. Bu yazılar, en tipik bir İstanbul çocuğunun seyyal zekâsı, ince zevkleri, müstehzi, şakrak uslûbu, pürüzsüz, düzgün lisaniyle yaratılmış eşsiz şeylerdir.
Ben merhum Ahmet Rasim'i perestiş ettiğim büyük Türk san'atkâr ve muharriri Evliya Çelebi'nin, iki buçuk asır sonra gelmiş bir torunu olarak görmekteyim.
Evliya, nasıl, orijinal uslûbu, ince görüşü, bir Venedik ressamını andıran renkli cümleleriyle devrinin hakikî tablosunu çizmeğe muvaffak olmuş ise, Ahmet Rasim merhum da, en kuvvetli bir fotoğraf objektifinden farksız yazılarıyle, yaşadığı devrin canlı, renkli, doğru yüzlerce klişesini çıkarmıştır. 
Bu yazılar, en tipik bir İstanbul çocuğunun seyyal zekâsı, ince zevkleri, müstehzi, şakrak uslûbu, pürüzsüz, düzgün lisaniyle yaratılmış eşsiz şeylerdir.
Şimdi de Ahmet Rasim, Osmanlı Tarihi, Tarih ve Muharrir eserleriyle bize ilk tarih zevkini veren bir hocadır. Fakat onun hakikî simasını, biz Şehir Mektupları'nda, Eşkâli Zaman'da, ve muhtelif gazetelerde çıkmış, ne yazık ki bir kitap halinde toplanamamış ve her birisi zamanının bir köşesini aksettiren birçok makalelerinde görürüz. Ahmet Rasim'in bu yazıları da, zamanında zevk ile okunmuştur. Bugün için ve yarın için ise, hem aynı zevk ve neşe ile okunacaktır, hem de birer tarihi vesika olarak birçok içtimaiyatcı ve müverrihe, birer tetkik mevzuu olacaklardır.
Ahmet Rasim'in yazılarında, yaşadığı devrin psikolojisini, en bariz hatlarıyle görürüz; sonra, bu orijinal muharririn en büyük kıymetlerinden biri de, onun, muhtelif halk tabakalarına inmesi olmuştur.
Bütün manzaraları ile ve her çeşit insanı ile, büyük bir şehir, İstanbul, Ahmet Rasim'in emsalsiz bir objektife benzeyen gözlerinden en gizli köşelerini bile saklayamamış, Ahmet Rasim'in yazılarında, bir sesli filim halinde akmıştır.
Ahmet Rasim'in yazılarından evvelâ İstanbul'un bir panoraması çıkarılabilir. Sokakları, evleri ve mabetleri, çeşmeleri, meyhaneleri, batakhaneleri; vapur, kayık, tramvay, tünel, araba, nakil vasıtaları...
Ahmet Rasim'in yazılarından, İstanbul'un içtimaî tarihçesini okuyabiliriz. Rasim'in hayatı temadi eden bir inkılâp senelerine tesadüf etmiştir. İnkılâpların hayat üzerinde yaptığı değişiklikleri, onun yazılarında, adım adım adım takip etmek mümkündür. Balıkçılar, tulumbacılar, serseriler hırsızlar, kumarbazlar, zamanın meşhur simaları, nüktedanları, mahalle aralar��ndan yükselen kadın ve çoluk çocuk sesleri, yangınlarda, gece baskınlarında, meyhane kavgalarında yükselen mübhem, karışık, anonim sesler, tabaka tabaka, sınıf sınıf, yaş yaş bütün bir İstanbul halkı, Ahmet Rasim'in yazılarında en öz lisanları, şiveleri, argoları ile konuşurlar. Ahmet Rasim'in yazılarını sıkınız: İstanbul'un kokusu, esansı damlayacaktır.
Evet, Ahmet Rasim'in ölümü ile, biz, içtimaî hayatımıza çevrilmiş emsalsiz gözler kaybettik. Ahmet Rasim, ebedi döşeğinde rahat rahat uyusun, o kıymetli gözler, ve o seyyal zekâ, yurduna, elinden gelen hizmeti yapmıştır; ne duymuş ise, ne görmüş ise, alicenap bir sevgi ve cömertlik ile neşretmiştir.
(Reşat Ekrem Koçu / Muhit)
0 notes
bobofaegean · 4 years
Photo
Tumblr media
UNUTMAYIN BİZİ... Ramazan ayının en masalsı geleneklerinden birinden bahsedeceğim. Daha doğrusu, size, masal anlatır gibi yazan Reşat Ekrem Koçu’ya kulak verdireceğim biraz. Ramazan ayının en çok etkilediği yerler tabii ki meyhaneler. Eski İstanbul’da, Ramazan’da tüm meyhanelerin kapıları bir ay boyunca kapalı olurmuş. Reşat Ekrem Koçu, 1947 senesinde yayımlanan ‘Eski İstanbul’da Meyhaneler ve Meyhane Köçekleri’ başlıklı kitabında, bu durumla ilgili ilginç bir âdeti anlatır: “Meyhaneler yılda bir ay, ramazanda kapatılırdı. Barba, çok hatırlı müşterilerinin evlerine bayramın ilk günü birer büyük kayık tabak içinde midye dolması gönderirdi, Adı 'UNUTMA BİZİ DOLMASIYDI" “Meyhanemiz açıldı, bekleriz efendim” der gibi, bir nevi davetname... Ama bir midye dolması ki, ağızlara layık. Mesela 100 adet midye dolması yapılacaksa, 100 adet dolmalık iri midyenin yanında 200 adet de küçük iç midye alınır, o iç midyeler kıyılıp dolmanın üzümlü fıstıklı iç harcına katılır...” Artık bulmak zor tabi.. Araya sadece Ramazan girmedi ; Covid 19 denen Pandemik illette bizi birbirimizden ayrı kıldı..Yaklaşık 2.5 aylık bir moladan sonra yine birlikte olacağız. Sizleri çok özledik. O kadar özledik ki ... Her gelen misafirimizi hasretle kucaklayıp şapur şupur öpeceğiz... Şaka şaka...😀😀😀... Bizde virüse karşı gerekli her türlü önlemi aldık. İşletmemiz komple boyandı. Masa ve oturma düzeni güncellendi.. Dezenfektanlar ve ateş ölçer aletler tedarik edildi. Personele gerekli eğitimler verildi... ekipmanlar dağıtıldı... O zaman ne bekliyoruz..Normalleşelim... 03 Haziran 2020 Çarşamba Müdavimlerle birlikte... Girit Adası EtveBalıkevi Mavişehir... Rez: KSK 3373434 https://www.instagram.com/p/CA7rXwzgwT_/?igshid=13t9x1nwvhh8i
0 notes
bluesyemre · 2 years
Text
İstanbul Ansiklopedisi Radyosu Podcast Serisi #ErdemDilbaz
İstanbul Ansiklopedisi Radyosu Podcast Serisi #ErdemDilbaz
Ben Erdem Dilbaz, ömrüm yettiği kadarıyla baştan sona Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansikloedisi’ni kıra döke okuyorum. https://open.spotify.com/show/7vsno0NGCOApWLTaK1IXEk?si=24f1cd9e322f43d5
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
havahaber · 5 years
Text
Adım adım İstanbul
Tumblr media
Gezi yazarı Melih Uslu, İstanbul’daki 34 rotanın her birini bizzat gezerek gördü ve gezginleri şehrin ruhuna indirecek 340 mekânı titizlikle seçti. Bu kitabı hazırlarken ünlü yazarlardan tarih profesörlerine, esnaftan şehir uzmanlarına ve turizmcilere pek çok insandan görüş aldı. Kitaptaki rotaların bazıları The Daily Telegraph, Le Figaro, Die Welt ve Gulf News gibi global mecralarda yayımlandı.
Tumblr media
İSTANBUL’UN RUHUNA İNEBİLECEĞİNİZ 340 YÜRÜYÜŞ ROTASI! Deneyimli seyahat yazarı Melih Uslu’nun yeni kitabı Yürüyerek İstanbul: 34 Rota, 340 Öneri, ister doğma büyüme İstanbullu olsun, ister başka kentlerden veya ülkelerden ziyarete gelsin; araştırmayı, öğrenmeyi, tatmayı, izlemeyi seven her “gezgin ruh” için pek çok bilgi içeriyor. Uslu’nun tam 10 yıllık yoğun emek ve titiz bir seçki ile yayına hazır hale getirdiği kitapta, İstanbul’dan seçilmiş her biri iki ile dört saatlik süreler arasında yürünebilen 34 farklı güzergâh anlatılıyor. 400 sayfalık geniş hacmi, yaratıcı illüstrasyonlarıve detaylı içeriğiyle dikkat çeken kitapta, Haliç’ten Tarihi Yarımada’ya, Boğaziçi’nden Adalar’a İstanbul’un en iyi yürüyüş rotaları bir araya gelmiş. Yürüyerek İstanbul, Prof. İlber Ortaylı’dan Mario Levi’ye, Selim İleri’den Saffet EmreTonguç’a ünlülerin yazıları, görüşleri ve katkılarıyla yayınahazırlanmış.  Ahmet Hamdi Tanpınar, Reşat Ekrem Koçu, Haldun Taner veProf. Ahmet Haluk Dursun gibi İstanbul âşığı yazarlarınınyanı sıra, hattat Hasan Çelebi, Neyzen İlyas Çelikoğlu, Kumkapılı Kör Agop ve Bebek’in unutulmaz siması Madam Anastasia gibi renkli isimlerin yazı, görüş ve hatıralarıylaçeşitlenen kitap, özel mekân önerileri ve az bilinen seyahattüyolarıyla ilgi çekiyor.   GEZMEK MUTLU EDER! “Gezmek mutlu eder!” sloganıyla yola çıkan yazar Melih Uslu, Türk Hava Yolları Skylife’ta editörlük ve SunExpressuçak içi yayını SunTimes’ta yayın yönetmenliği yaptı. Hürriyet Seyahat Gazetesi’nin düzenlediği Türkiye’nin “en iyi seyahat yazarları” yarışmasında ilk üçe giren Uslu, bugüne dek aralarında İngiltere’den The Daily Telegraph, Fransa’dan Le Figaro, Körfez ülkelerinden Gulf News ve The National, Rusya’dan Pravda ve Kommersant, Almanya’dan Die Welt,Hollanda’dan Levenin Turkije, Kuzey Kıbrıs’tan Caretta’nında aralarında bulunduğu 20’den fazla gazete, dergi ve internet sitesi için içerik hazırladı. Hâlen Hürriyet Seyahat ve Hürriyet Daily News gazeteleri ile uçak içi dergilerde düzenli yazıları yayımlanan Uslu, eşi Filiz ile birlikte “Cennetim!” dediği Marmaris’te yaşıyor, profesyonel turist rehberliği yapıp, farklı dergiler için seyahat yazıları kaleme alıyor ve AntoninaTurizm’in gezi kitapçıklarının editörlüğünü yürütüyor. KİTAPTAN… Burmalı Mescit’in hemen sol tarafında kalan Şehzadebaşı Caddesinin, bir zamanların ünlü “kanto” merkezi “Direklerarası” olduğunu biliyor muydunuz? Şehzade Camisinden Vezneciler altgeçidine kadar uzanan cadde, adını Bizans’ın iki yanı sütunlu caddesinden almış. Ne yazık ki bu sütunları bugün göremiyoruz. Direklerarası, 19. yüzyıl İstanbul’unda Batılı tarzda eğlencenin Türk zevkine adapte edildiği yeni tip eğlence hayatının merkezi olmuş. Biryanda meddah, Karagöz ve ortaoyunu geleneği sürdürülürken; diğer yanda hareketli ve müzikli gösterilerin hâkim olduğu kanto ve tiyatro temsilleri yapılmaya başlanmış. Oyunlar önceleri kıraathanelerde sergilenirken, 1880’den sonra pek çok tiyatro yaptırılmış. Hatta sonradan Şehir Tiyatrosu’na dönüşecek olan Darülbedayi-i Osmani’nin temelleri de burada atılmış. Tiyatrolar, kafeşantanlar ve müzikholler peşi sıra açılmış. 20. yüzyılda bu mekânlara sinemalar da eklenmiş. Günümüzde Direklerarası’nda bu renkli hayattan eser yok. Hepsi cadde üzerinde sıralanan dönemin ünlü adreslerinden Ferah Tiyatrosu, Şehzade Sahnesi ve Club Sineması çoktan kapanmış. Yine de bölgede gezinirken, İstanbul beyefendilerini müzikhollere taşıyan faytonları, kantocuların coşkulu danslarını ve sinemalarda gösterilen siyah beyaz Ayhan Işık filmleri gözünüzde canlanacak. Read the full article
0 notes
keremulusoy · 4 years
Text
Külliyat araştırmalarında edebiyat tarihçiliğinin gereği olarak kronik çalışmaları önemli bir yer tutar. Bu metodu ters yüz edince tarih edebiyatçılığı diye bir kavram ortaya çıkar ki aslında var olmayan bu tanımlama İstanbul âşığı ve nevi şahsına münhasır bir ayrıntı tarihçisi olmakla maruf Reşad Ekrem Koçu’nun eserlerini işaret eder. Koçu’nun anlattığı tarih savaşların, fetihlerin, ganimetlerin tarihi değildir. Kılıç şakırtıları, süvarilerin nal sesleri ya da zafer marşları da işitilmez onun tarih yazılarında. O aleladenin, göz ardı edilenin, çoğu zaman değeri bilinmeyenin peşine düşmüş tuhaf bir İstanbul tarihçisidir.
Fetiş Bir İstanbul Tarihi Koçu için, tarihi edebiyata yaklaştıran muharrir, ayrıntıları anlatan adam ya da ötekinin tarihçisi gibi yakıştırmalar yapılmışsa da onun tarih anlayışının membaını gösteren en doğru tanımlama “İstanbul Tarihçisi” olduğudur. Koçu’dan önce Ahmet Rasim ve Ahmet Refik gibi isimler İstanbul tarihi üzerine çalışmalar yapmışsa da ‘hüsnüniyet’ dolu bir çabadan öteye gitmeyen bu mesailer İstanbul Ansiklopedisi’nin detay işçiliğinin yanına dahi yaklaşamazlar. Ansiklopedi bir Selçuklu ya da Osmanlı mimari işçiliği titizliğinde ince detay süslemeleri ve her bir fasikülünde külli bir üslup birliği ile âdeta yekpare bir tavırla inşa edilmiştir.
‘İstanbul Ansiklopedisi, Koçu’nun hayatının eseridir.’  tanımlaması yazarın ansiklopedi için yaptığı fedakârlıklar göz önünde bulundurulduğunda içi boş bir yakıştırma olmaz. Ömrünün büyük bir bölümünü yazımına, araştırma çalışmalarına, çizim ve resimlerine hatta basımı için gerekli finansmana adadığı ansiklopedi, yazarın ömrünün vefa etmeyişi nedeniyle ‘G’ maddesinin ortalarında yarım kalmıştır.
Reşad Ekrem’in tasavvurları daha öncesine dayansa da fiili olarak 1944 yılının Kasım ayında başlayan İstanbul Ansiklopedisi macerası 1973’e kadar sürecektir. Konu üzerine çalışan araştırmacıların işaret ettiğine göre 1951’den sonra yedi-sekiz senelik bir boşluk oluşmuş, bu süre zarfında yeni bir fasikül çıkarılmamıştır. Bu yüzden ansiklopedi çalışmalarında 1944-1951 yılları arası birinci dönem, 1958’den sonrası ise ikinci dönem olarak sınıflandırılır.
Fethin 500. Yılına Armağan Reşad Ekrem Koçu, eserin takdim yazısında “İstanbul Ansiklopedisi’ni beş kuşaktan beri hemşehrisi olmakla övündüğüm büyük şehrin Türkler tarafından fethinin beş yüzüncü yılına hediye etmeye ant içtim.” diyerek 1953 yılını işaret etmiş fakat bu ikbal takvimi çoğunlukla maddi çıkmazlar nedeniyle yirmi yıl kadar tehire uğramasına rağmen basımı katiyen a’dan z’ye tamamlanamamıştır. Üstadın ahir ömrü vefa etmeyince İstanbul’un kim bilir hangi latif güzelliklerini okumaktan mahrum kaldığımız ise büyük bir muamma olarak akılları kurcalar durur.
Koçu’nun, ansiklopedinin teksif edilmesi hususundaki ketum tavrı, öyle ki birtakım meslek erbabını sayfalarca uzunlukta anlatması, eserin tamamlanamamış fetiş bir kent tarihi olarak arşivlerde yer almasının en büyük nedenlerindendir. Asıl sekteyi ise finansman noktasında yaşayan Koçu, ansiklopedinin otuzuncu fasikülünün son söz yazısında okuruna bu konuda açıkça sitem ve serzenişte bulunur.
“Sonsuz takdirleriniz ve şahsıma gösterdiğiniz söz dostluğu kâfi değildir. Bana maddeten zahir olmanız lâzımdır. ‘Belediye almaz mı? Maarif yardım etmez mi? Parti el uzatmaz mı?’ diye bana akıl öğretmeye, yol göstermeye kalkmayın. 365 günde, yani koca yılda bir defacık efendim, bir defacık, kesenizi İstanbul Ansiklopedisi’ne açınız ve 1560 kuruş gibi, üç mavnacının Balıkpazarı’nda bir akşamlık rakı parasını vererek abone olunuz.”
İstanbul’un Kütüğünü Oluşturmak Reşad Ekrem Koçu, tıpkı şairin dediği gibi “Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl ü bahâdır” (Bu İstanbul şehri eşsiz değerdedir, paha biçilmez) diye düşünür. Şehre hayranlığını ölümsüzleştirmek için İstanbul Ansiklopedisi’ni yazmayı çok önceleri kafaya koymuştur. Kendi tabiriyle “İstanbul’un kütüğünü” meydana getirme işine 1940’ların başında girişir. İkinci Dünya Savaşı yıllarının dünya ekonomisini allak bullak edişi genç Cumhuriyeti de fazlasıyla etkilemiştir.
Tabinin ve karinin (yayımcının ve okurun) mülahazalar ve neşriyata (düşünce ve yayın ürünlerine) ayıracağı para kısıtlıdır. Birkaç yıllık arayışın ardından Cemal Çaltı adında en az Koçu kadar çılgın bir tüccar, ansiklopedinin mali külfetine talip olur. Koçu her ay otuz iki sayfadan mürekkep fasiküller halinde tamamlamayı planladığı ansiklopediyi bu tempoda yayımlayamaz. Yine de ilk dönem çalışmaları oldukça verimli ilerler.  Koçu’nun ansiklopedi üzerinde çalıştığı yazıhane Ankara Caddesi’nde Nallı Mescit’in yakınında yer alır. Çalışma bürosu ansiklopedinin sponsoru Cemal Çaltı’nın yetişemediği mali gereksinimlere el atan edebiyatçı, tarihçi ve bilumum münevverle dolup taşar. Kısa zamanda entelektüel bir buluşma mekânına dönüşen büro İstanbul Ansiklopedisi’ne girmesi gereken maddelerin tartışıldığı, fikirlerin ve tavsiyelerin bolca dillendirildiği bir yere evrilir. “Bârika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar” sözünün gerçekliğine şahit olan Koçu bu dönemde ciddi manada fasiküllere tesir eden bir beyin takımının katkılarıyla çalışmasını ilerletir.
Beş yıllık bir çabanın ardından henüz yirminci fasiküle varılmadan Koçu-Çaltı ortaklığı bozulur, ikili dostça ayrılır ve dünya yazın tarihinde eşi benzeri olmayan bu özgün kent tarihinin müzmin yalnızlığı başlar. Reşad Ekrem Koçu’nun tutkusu ve bulabildiği nispette maddi olanakları bundan sonra eserin yayım hızını belirleyecektir.
Tamamlanamamış Bir Rüya Reşad Ekrem’in tarih anlayış ve anlatış üslubunun bu kadar sevilmesinde ve onu çağının çok ötesine taşımasındaki en önemli husus, olayları basmakalıp bir nedensellik zincirinden sıyırarak anlatması ve gündelik hayata, basit insan hikâyelerine, şehrin nefaset ve insicamına eğilmesinden ileri gelir. Siyasi tarih Koçu’nun çok uzak durduğu bir türdür. Bu bakımdan İstanbul gibi kadim bir şehrin ansiklopedi maddelerine çoğu sıradan insan profilleri, esnaflar, satıcılar, kadınlar, çocuklar, sokaklar, camiler, bedestenler, meczuplar, nevcivânlar, hanendeler, sazendeler, çengiler, yangınlar, salgınlar, zelzeleler konu olur. Bu yüzdendir ki okur İstanbul Ansiklopedisi’ni formel bir tarih olarak görmez; İstanbul’un romanı sayar, ta içinde hisseder.
Her arşivcinin ya da bibliyofilin kütüphanesinde yer almasını arzuladığı İstanbul Ansiklopedisi Koçu’ya göre “Her şeyden evvel bu büyük beldenin üzerindeki Türk damgasını belirtmektedir. İstanbul’un 500. fetih yılına çok kalmamıştır ve bu yılda (1953) en müspet ve manalı eser İstanbul Ansiklopedisi olacaktır. Öyle ki İstanbul Ansiklopedisi; İstanbul tarihinin hazinesi, kütüphanelerin ziyneti, her İstanbullunun ve İstanbul severin satın alması gereken bir eserdir.” (İstanbul Sergisi’nde dağıtılan İstanbul Ansiklopedisi broşüründen-1949)
İstanbul mecnunu olan tarihçinin dünyada bir örneğinin daha az bulunduğu bir şehir ansiklopedisi yazma düşüncesinin müzmin bir tamamlanamayışa doğru sürüklenmesinin en önemli nedenleri, çalışmanın ilmi bir metoda göre ele alınmayışı, kaynakların ve maddelerin belirli bir önem sırasına göre değil yazarın beğeni ve ilgi seviyesine göre tasnif edilişi ve detaylara gömülmesiyle ilgili olduğu belirtilmektedir.
1970’lere gelindiğinde ansiklopedi maddelerine katkılar sunan kimi yetenekli yazarların eserden uzaklaşması zaten metotsuz ve el yordamıyla ilerleyen yazımın iyice kişisel bir forma hatta bilvasıta Reşad Ekrem otobiyografisine doğru evrilmesine neden olmuştur. 1973 yılında yayımlanan 173 sayılı fasikül dünya yazın tarihinde fetiş bir metin olarak yerini alan İstanbul Ansiklopedisi’nin son ürünü olur. ‘G’ harfinin ‘Gökçınar’ maddesinde basım çalışmaları durdurulur.
Merhum sanat tarihçisi Semavi Eyice’nin “İstanbul Ansiklopedisi Anıları” adlı çalışmasında belirttiği serzenişleri her koleksiyoncunun canıgönülden ‘keşke’ dediği cinstendir. “Reşad Ekrem Koçu, kendisine maddi destek sağlayanlardan ayrılmasa, ansiklopediyi lüzumsuz uzatan maddelere yer vermekten sakınsa, her şeyin üstünde düzenli bir yaşama sahip olsa ve bazı öncüleri gibi içkiye düşkün olmasa, daha bir süre ansiklopedisinin yayınını sürdürebilirdi.”
İstanbul Ansiklopedisi
Pertevniyal Lisesi Tarih Muallimi Reşad Ekrem Koçu
Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi için yaptırdığı portre çizimlerinden bir seçki
NOTLAR
İstanbul Mecnunu Bir Tarihçi: Reşad Ekrem Koçu Kimdir? Tarihi konularda yazdığı fıkra, roman, hikâye ve araştırmalarıyla bilinen fakat adı en önemli eseri olan İstanbul Ansiklopedisi’yle anılan Reşad Ekrem, 1905’te İstanbul’da doğmuş, Konya ve Bursa’da öğrenimine devam etmiştir. Cumhuriyet, Yeni Sabah, Milliyet, Hergün, Yeni Tanin ve Tercüman gibi gazetelerle Hayat Tarih Mecmuası, Resimli Tarih Mecmuası, Tarih Dünyası, Hayat, Yeşilay, Büyük Doğu, Hafta, Türk Folklor Araştırmaları, İstanbul Enstitüsü Mecmuası vb. dergilerde makaleler yazarak geçimini sağlamıştır. 6 Temmuz 1975 tarihinde vefat etmiş ve Sahrayıcedid Mezarlığı’na defnedilmiştir.
İstanbul Ansiklopedisi 1973’ten itibaren Reşad Ekrem’in İstanbul Ansiklopedisi’ni tamamlayamadığı biliniyordu fakat ‘G’ harfinden sonrası için çalışmalar yaptığı 2010 yılında Koçu’nun vârislerinin tüm vesikaları üçüncü şahıslara devretmesiyle ortaya çıktı. Varaka incelendiğinde merhumun fasikül maddelerini ‘Z’ harfine kadar götürdüğü görüldü.
İstanbul Ansiklopedisi’nin Her Cildinin Başında Yer Alan Konu Başlıkları “İstanbul’un: Cami, Mescid, Medrese, Mekteb, Kütübhâne, Tekke, Türbe, Kilise, Ayazma, Çeşme, Sebil, Saray, Yalı, Konak, Köşk, Han, Hamam, Tiyatro, Kahvehane, Meyhâne.. Bütün Yapıları… Devlet Adamı, Âlim, Şâir, Sanatkâr, İş Adamı, Hekim, Muallim, Hoca, Derviş, Papaz, Keşiş, Meczub, Nevcivan, Nigâr, Hanende, Sazende, Çengi, Köçek, Ayyaş, Derbeder, Pehlivan, Tulumbacı, Kabadayı, Kumarbaz, Hırsız, Serseri, Dilenci, Kaatil.. Bütün Şöhretleri. Dağı, Bayırı, Suyu, Havası, Mesire Yerleri, Bahçeleri, Bostanları ve İlâh. Bütün Tabiat Güzellikleri ve Coğrafyası… Sokakları, Mahalleleri, Semtleri… Yangınları, Salgınları, Zelzeleleri, İhtilâlleri, Cinayetleri ve Dillere Destan Olan Aşk Maceraları… İstanbul’a Ait Resimler, Şiirler, Kitaplar, Romanlar, Seyahatnameler… İstanbul’a Gelmiş Yabancı Şöhretler…”  (Koçu’nun Yazdığı Şekliyle)
İnsanlara Dair Tarihin İzleri “Reşad Ekrem Koçu, siyasi tarihten pek söz etmez. Onun satırlarında hep gündelik yaşama, insan profiline, şehir belleğine, giyim kuşama, cinsi ayrımların getirdiği tuhaflıklara yani sözleşmelere, antlaşmalara, sınırlara dair değil, insanlara dair tarihin izleri takip edilir. Gelgelelim bu hâl, zaman zaman onun tarihçiliğini, aktardığı bilgilerin sağlığını tartışma konusuna çevirmiştir.”
Murat Belge’nin Reşad Ekrem Koçu hakkındaki değerlendirmesi…
Gündelik Hayatın Tutanakları “Öncelikle metinlerinin taşıdığı Türkçe lezzeti için okurum onu. Osmanlıca sözcükleri şimdi olduğu gibi öyle ulu orta kullanan insanların değil, belli bir dil duygusu, zevki ve zarafetiyle kullanan insanların döneminin yazarıdır o. Reşad Ekrem Koçu’nun bir diğer önemi, birçok tarihçi yazarın atladığı, önem vermediği, oysa dönem ruhunu ve atmosferini yansıtmada çok önemli olan nesnelere, eşyalara, ayrıntılara, âdetlere dikkat çekmesi, bir çeşit gündelik hayatın tutanaklarını sergilemesidir.”
“Murathan Mungan’ın Kendi Başına Olarak Bir Tarih: Reşad Ekrem Koçu” yazısından…
Yazan: Necati Bulut *Bu yazı Marmara Life 2019 / Kasım-Aralık sayısında yayımlanmıştır.
Bir Ayrıntı Tarihçisinin Gözünden İstanbul’u Okumak / Reşad Ekrem Koçu ve İstanbul Ansiklopedisi Külliyat araştırmalarında edebiyat tarihçiliğinin gereği olarak kronik çalışmaları önemli bir yer tutar. Bu metodu ters yüz edince tarih edebiyatçılığı diye bir kavram ortaya çıkar ki aslında var olmayan bu tanımlama İstanbul âşığı ve nevi şahsına münhasır bir ayrıntı tarihçisi olmakla maruf Reşad Ekrem Koçu’nun eserlerini işaret eder.
0 notes
Photo
Tumblr media
RT @dunyabizim: Muaz Ergü yazdı: Tarihimizin güler yüzlü yazıcısı: Reşat Ekrem Koçu https://t.co/u2MhFhmO4Z https://t.co/quKZk9bAcp
0 notes
gereksiztedirginlik · 6 years
Text
Tumblr media
“Serin yaşamak”. Abdülhak Şinasi Hisar için bir nezaket , huzur, temaşa zenginliği değil yalnızca bu, eminim. Vardı ya Akif’in bir dizesi: “sessiz yaşadım kim beni nereden bilecektir” diye. Sonradan hakkında hazırlanmış bir kitaba filan da başlık oldu bu. Onun gibi bir şey bu serin yaşamak. Nasıl yaşadın diyorlar, “serin” diyorsun. Hani Yahya Kemal’in bir şiirini tamamlamak İçin 25 yıl beklediğini söylüyorlar ya, bir yere uygun kelimeyi bulamadığı İçin o kadar zaman beklemiş diyorlar. İşte o kelime de “serin”. Şiirde eksikliği şiirin tümünü etkileyen serinlik, yaşamda eksikse ne etmeli? Zor soru.
Dün uçakta Boğaziçi Yalıları’nı tekrar okumak istedim. Abdülhak Şinasi Hisar ihmal edilen bir yazar. Reşat Ekrem Koçu gibi, Nihad Sami Banarlı gibi, Memduh Şevket gibi. Yazılarındaki cümle kurma becerileri insanı bazen hayrete düşürüyor. Hayatı aktarmadaki sadelikleri edebiyatı sevdiriyor vesaire. O tadı tekrar duymaya ihtiyacım olduğundan , son bir aydır onlarca kez seyran ettiğim boğaziçini tekrar bu kitapla okumak istedim. Görmenin tadına varmıştım, bir kez daha neden okumayaydım?
İtiraf edeyim, ön koltukta sürekli geğiren amcanın, Yan koltukta insan azmanı ve en temel muaşeret terbiyesinden yoksun mahluk taklidinin gerçekliği ile, sayfalardaki Rumeli gezintileri, Arnavutköy muhabbetleri, Kandilli Sefaları pek sürreel kaldı. Ama bu zıtlığı sevdim. Kaçamak ve korunaklı ilgilerin değil,şuurlu ve kıyasçı görgülerin tarafını tutarken buldum kendimi. Yine de zevk-i Selim oldukça seçkinci bir şeydir. Kalabalığa ve yoğun vasata çok da sıcak bakmaz.
Kitabın yalnızca mehtabın güzelliğinden, yalı sefalarından, kayık gezmelerinden, muaşakalardan oluşmadığını söylemem gerek. Yazılar dönemin İstanbul’una götürüyor beni. Çok da bir şeyin değişmediğini, sermayenin, kentleşmenin etkilerinin her dönemde etkisini hissettirdiğini anlıyorsun. Ve fakat bir öz kültürün sonsuzca Yok edildiğini de.
Kitabı neredeyse yarıladım ama aklımda gönlümde o serin su sesi, o serin kayıklar, o serin muhabbetler, o serin yaşam kaldı.
Ölüler bizi serinliğe yakıştıramaz da, diriler çok mu serin bulur sanki?
0 notes