Tumgik
#Edebiyat toplum ilişkisi
blogmakine · 7 months
Text
EDEBİYATNOTU - GOLD
Tumblr media
Edebiyat her zaman toplumun bir yansıması olarak görülmüştür. Okuyucular, yazarların eserleri aracılığıyla, yazıldıkları toplumun yaşam tarzı, kültürü ve değerleri hakkında fikir sahibi olabilirler. Bu anlamda edebiyat, kültür ve medeniyetin ifadesi ve ayrılmaz bir parçası olarak hizmet vermektedir. Edebi eserlerde kullanılan dil çoğu zaman üretildiği toplumdan etkilenerek o dönemin toplumsal normlarını ve değerlerini yansıtır. Dolayısıyla edebiyat bir boşlukta yaratılmamıştır, kendi döneminin toplumsal dokusuyla derinden iç içe geçmiştir. Edebiyat toplum ilişkisi ile Edebiyat, aynı zamanda toplumsal eleştiri ve değişim aracı olarak da kullanılmıştır. Yazarlar, toplumsal meseleleri tasvir ederek farkındalık yaratma, düşünceyi kışkırtma ve eyleme ilham verme gücüne sahiptir. Edebiyat, statükoya meydan okuma ve yeni fikirleri teşvik etme yeteneğine sahip olduğundan toplumsal değişim için bir katalizör olabilir. Örneğin, Harper Lee'nin "Alaycı Kuşu Öldürmek" ve John Steinbeck'in "Gazap Üzümleri" gibi romanları, sosyal adaletsizlik konusunda farkındalık yaratmada ve sosyal değişime ilham vermede etkili olmuştur. Edebiyat tarih boyunca toplum ve kültür üzerinde derin bir etkiye sahip olmuştur. Çağlar boyunca insanların inançlarını, değerlerini ve tutumlarını şekillendirmede önemli bir rol oynamıştır. "İlyada" ve "Odysseia" gibi antik destanlardan George Orwell'in "1984" gibi günümüz eserlerine kadar edebiyat, insan deneyiminin bir yansıması olmuştur ve etrafımızdaki dünyaya dair anlayışımızı şekillendirmeye yardımcı olmuştur. Ayrıca edebiyat notları, kültürel mirasın korunması ve nesilden nesile aktarılmasının bir aracı olmuştur. Dolayısıyla edebiyat ve toplum arasındaki ilişki karmaşık ve dinamik bir ilişkidir; her biri sürekli bir döngü içinde diğerini etkiler ve şekillendirir. Detaylı bilgi sahibi olmak için web sitemizi ziyaret edebilirsiniz.
369 notes · View notes
diyariedebiyat · 6 months
Text
Edebiyat ve Toplum İlişkisi
Edebiyat ilhamını toplumdan alır ve yine topluma aktarır. Bir toplumun ruhu ne kadar özgür, yaşadığı çevre güzel ve tabii olursa, aynı zamanda sanat da bu ortamdan esinlenirse o toplumun yarattığı edebiyat da bir o kadar millî olur.
Yazının kullanılmadığı dönemlerde, ilk insanlar mağara duvarlarına çizdikleri resimlerle birbirlerine haber veriyor veya yaptıkları işleri anlatıyorlardı. Bu açıdan bakıldığında o insanların hayatlarında güzel sanatlardan resmin önemli bir yeri olması, buna paralel olarak edebiyatın da insan hayatında etkili olduğunu göstermektedir. Edebiyat ilhamını toplumdan alır ve yine topluma aktarır. Bir…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
pdfsayar · 2 years
Text
11. Sınıf Edebiyat Eis Föy
11. Sınıf Edebiyat Eis Föy
10 sonuç bulundu. Dosya Boyutu Önizleme Bağlantıları İndirme Bağlantıları Giriş – I Föy 01 Test 01FÖY 01 GİRİŞ – I 1 ÂVÂÂWé•ÂÂÂDWÕ Edebiyat-Toplum • Sanat Akımları İlişkisi – I 1. Toplumların geçirdikleri evreleri estetik formlar içinde anlamak, onları oluşturan nedenleri öğren-mek, neden-sonuç ilişkilerini kurmak, sanat dalları arasındaki ilişkiyi ve etkileşimi görmek kişinin ha-Kaynak:…
View On WordPress
0 notes
turkhabersaati · 4 years
Text
Edebiyat ve Toplum İlişkisi Üzerine
https://is.gd/j0x4I2
Edebiyat ve Toplum İlişkisi Üzerine
Tumblr media
0 notes
edebiyatsoylesileri · 4 years
Text
Memduh Şevket Esendal / Hikâyeciler bu yurdun içli, duygulu evlatlarıdır
Tumblr media
Eşsiz hikâyelerinde hayat hep ortasından yakalanır; ne başlangıç, ne düğümleniş, ne de keskin sonuçlar. Beylik hikâye tanımını altüst etmiştir. Kendini gizleyişlerinde yapıtına imza atmaktan kaçınan eski ustaların inceliği yakalanır. Eseri üzerinde ciddiyetle durmamak ise bize özgü çarpık zihniyetin acı göstergesidir. Selim İleri'nin kaleminden "Bir Büyük Usta".
Doğumu tam altı gün önceye rastlıyordu: 29 Mart 1883. Nankörlükle bezenmiş edebiyatımızın yitikleri arasında onu da saymak, anmak gerekir mi, pek kestiremiyorum. Çünkü o, zaten kendini gizlemiş: M.Ş.E.'nin Memduh Şevket Esendal adının kısaltması olduğunu ne zaman öğrendim, hatırlamıyorum.Edindiğim ilk öykü kitapları beyaz kapaklı, dümdüz, kırmızı M.Ş.E. yazılıydı. 1960'larda, Sahaflar'dan edinmiştim. Vurulduğum öykülerle donanmıştı bu kitaplar.Kitaplardan önce ilk bilgileri Tahir Alangu'nun Cumhuriyet'ten Sonra Hikâye ve Roman, Cevdet Kudret'in Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman inceleme - antolojilerinden devşirmiş olmalıyım. Alangu da, Cevdet Kudret de büyük bir hikâyeci olduğunu belirtiyorlardı.Adının gizi konusunda Cevdet Kudret şöyle diyor:"Hikâyelerinde ve romanlarında çoklukla 'M.Ş.', 'M.Ş.E.', ara sıra da 'Mustafa Memduh', 'Mustafa Yalınkat', 'M. Oğulcuk', vb gibi takma adları kullanmıştır. Bunu, 'edebiyatı küçümsemek' diye yorumlayan olmuşsa da genellikle kullandığı 'M.Ş.' ve 'M.Ş.E'yi -Divan ve Halk edebiyatı geleneğimizde olduğu gibi- birer 'mahlas' diye görmek daha doğrudur. Yazılarında kendi adını kullanarak sanat alanında ün alıp bundan siyaset hayatında yararlanması olanağı varken, siyasetçi kişiliğiyle sanatçı kişiliğini birbirinden ayırmış, siyasetin gölgesini sanatına sıçratmak istememiştir."Günümüzün her ne yoldan olursa olsun, ünlenme çaba ve girişimlerine o kadar ters düşen bu tutum için Alangu da konuşmak ihtiyacını duymuş:"M. Ş. E., ölümüne yakın yıllara gelinceye kadar, daha çok politika alanında tanınmıştı. (...) Sanat yolunda acelesi, ün kazanmak için telaşı olmamıştır. Sanatçı kişiliği hiç göze çarpmadan, kendisi de bunu isteyip aramadan, 1946 yılına kadar bir yeraltı suyu gibi aktı geldi."Esendal, Çorlu'da doğmuş. Babası Rumeli göçmenlerinden, çiftçi Mehmet Şevket Bey'miş. Esendal'ın öğrenim hayatı bölük pörçük; kendi kendisini yetiştirmiş. 1906'da İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne giriyor. Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara hükümetinin yanında yer alıyor ve ortaelçilikle Azerbaycan'a gönderiliyor (1920-1924). Bir dönem İstanbul liselerinde öğretmenlik. Sonra yine elçilik görevi; Bilecik milletvekilliği (1938-1950). 1941-1945 arası Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri. 16 Mayıs 1952'de Ankara'da ölüyor. İşte özetin özeti yaşamöyküsü.
Farklı bir hikâyeci: Olaysız, yalın, içli ve derin
Esendal 1925 yılına kadar büsbütün gizli bir hikâyecidir. Yazdıklarını yayımlamaz. Bu yayımlanmamış hikâyeler, işin aslı aranırsa, dönemlerinin çok önündedir.Olaya ağırlık veren Ömer Seyfettin hikâyeciliğinin moda olma özelliği gösterdiği o dönemde Esendal, olaysız, düşünce ve duygunun çözümlenmesine giriştiği, yalın, çarpıcılıktan uzak, ama hemen hepsi içli, derin hikâyeler yazmıştır. Olayın geri plana itildiği hikâyelerde, toplumsal çevre çeşitliliği, değişik katmanlardan insan bolluğu Esendal'ı ilginç kılar. Burada kişisel gözlem yalnız kendisinden söz açmaz, bütün bir topluma açılmak ister.Esendal'ın toplum hayatı, toplumsal düzen konusunda kendine özgü, ütopik olduğu ölçüde şiirsel görüşleri var. Bir büyük şair, Cahit Külebi, çok güzel dile getiriyor:"Ankara'dan çıkıp ne kadar gitseniz sonu gelmeyecek bir şehir, daha doğrusu kasaba. Taa sınırlara kadar. Ardı arkası gelmeyecek, küçük, güzel evler. Bağlar, bahçeler. Ekilmiş tarlalar. Ve o küçük mülklerin mesut sahipleri... Makine medeniyetini de inkâr etmediğini sözlerine ekliyordu. Ama bu iki âlemi nasıl kaynaştırıyordu, soramadım."Belki öyküler ve romanlar yanıtlıyor: M.Ş.E. sürekli mutluluğun arayışı içinde bir dünya kurmayı gereksinmemiş midir? Çok acıklı bir öyküsünde, 'Karısının Kocası'nda bile, olup bitenlerin bir daha olup bitmemesi için açık temenniler duyumsanır. Makine medeniyeti, insanlığın erinci ve mutluluğuna anlam kattığı ölçüde uygarlık özelliği edinebilecektir.  O bağ bahçe özlemiyle, Esendal, altını çizmediği bir 'çevrecilik' manifestosu kaleme getirmiş sayılmaz mı?
Hikâyelerinde hayat hep ortasından yakalanır
Onun eşsiz hikâyelerinde hayat hep ortasından yakalanır; ne bir başlangıç söz konusudur, ne bir düğümleniş, ne de keskin sonuçlar. Bir bakıma, klasik hikâye sanatı, beylik hikâye tanımı altüst edilmiştir.Çok sevdiğim, külyutmaz gülüşlü 'Hamit İçin Bir  Yazı'da Esendal, bir gazete yönetim yerinde iki genç adamı konuşturur. Bu iki gazeteciden biri okumamışlığıyla övünmektedir. Abdülhak Hâmid konsunda bütün bilgisizliğine karşın iki de nutuk atar; ilki övgülü, ikincisi yergili. Öteki gazeteci, 'ulu şair'in ölüm yıldönümü için yazılacak yazıyı bu tırnak içinde ünlem işaretli uzman arkadaştan isteyecektir. Allem kallem, sonunda yazı yazılır ve üstadlarca da beğenilir.'Hâmit İçin Bir Yazı'da dümdüz giden çizgi, ortalıkta hiçbir şey yok sanısı uyandırırken, öyle geniş perspektiflere açılır ki, hakikatli okur şaşakalır. Ulus gazetesinde 1948 tarihinde yayımlanmış öykünün bir cümlesi, günümüz basın dünyasını yorumlamaya hâlâ yetip artıyor:"Bizi adam sandıkları için mi okuyorlar sanıyorsun? Dedikoduyu, ortalığa çamurlaşmayı biraz gevşetelim, görürsün bak, satış ne oluyor!"
Esendal içtendir; okuruyla karşılıklı söyleşir gibidir
Esendal modern bir hikâyecidir. Olanca iddiasız tutumunda onu yeniye, modern olana alıp götürense, en başta, büyük içtenliğidir. Öykülerinde 'edebi' olmak endişesinden alabildiğine uzak duruşu, gerçek, has bir edebiyat adamının seçimi sayılmalıdır.Büyük içtenlik, dedim; Esendal karşılıklı söyleşir gibidir okuruyla, tatlı tatlı anlatmakta, yorumu bizimle paylaşmak istemektedir. Okura kimileyin dedikodular fısıldar, kimileyin yakınır; sizin de  dertlerinizi, kaygılarınızı, sevinçlerinizi dinlemeye hazırdır.Peki, kolay mı böylesi bir öykü havası yakalamak? Alangu yanıtlıyor:"Onun, anlattıkları karşısındaki bu sinirsiz rahatlığı, gerçeği öğrenmesinde harcadığı uzun emeğin tabii bir sonucudur. (...) Esendal, bir toplum düzeninin, bu milletin yüzyıllar boyunca yaşayışının sürüp getirdiği güzel ve iyi törelerin, milli değerlerin ayıklanmış bütünü ile Batılı tekniğin birleşmesinden meydana gelecek yeni bir düzenin, savunucusu ve habercisiydi. İnsanların kötülüklerinden bahsederken, bu mutlu gelişmeyi göz önünde tutarak, bunların hepsinin iyiye varacağını duyurarak babaca bir hoşgörürlükle anlatmaktadır."M.Ş.E. roman alanında uzun yıllar tek bir eseriyle, Ayaşlı ile Kiracıları'yla (1934) tanınıyordu. Bilgi Yayınevi, Muzaffer Uyguner'in emeğiyle usta yazarın iki romanını daha sundu okura: Vassaf Bey (1983), Miras (1988). Çok değerli, incelikli bir romancıyla tanıştık.
Ayaşlı ile Kiracıları'nda baş kişi 'çevre'dir
Ayaşlı ile Kiracıları, öyküde aranmış yenilikçiliği, romanda, roman sanatında da uygular: Eserin baş kişileri yoktur. Baş kişi, doğrudan doğruya 'çevre'dir. Eski Ankara'dan yeni Ankara'ya yol almış bu çevre, bir apartmanın oda oda kiraya verilmiş katında bir araya gelen kişilerden oluşmadır. Kişiler birbirlerine yaklaşırlar, uzaklaşırlar, kimileyin de teğet geçerler.Tanpınar, Ayaşlı ile Kiracıları'nı değerlendiriyor:"Ayaşlı ile Kiracıları adlı büyük romanı, yeni kurulan Ankara'nın havasında memleketteki seviye ve zihniyet farklarını kuvvetle gösteren bir eserdir. Bu hiç mütearrız görünmeden her söylemek istediğini söyleyen realizme bugünkü edebiyatımız en canlı taraflarından birini borçludur."
Yeni Ankara'da Cumhuriyet'in yarattığı umutlar
Vassaf Bey'e gelince, eser, 1930'lar Ankara'sında,yeni başkentte bir aşk masalı niteliğindedir. Öte yandan bu aşk ilişkisi, neredeyse, geçmişin görücü yönteminden izdüşümler taşır.Orta yaşı aşkın Vassaf Bey, birbirini hiç tanımamış genç erkekle genç kızı ayrı ayrı tanımış, beğenmiş, sevmiş; onların bir arada mutlu yaşayacaklarını, bir yuva kurabileceklerini sezinlemiştir. O yuva, Vassaf Bey'in ölümünden sonra, ama Vassaf Bey'in hayattayken hazırlamış olduğu plan sonucu kurulur. Genç kız ve genç adam birbirlerini usul usul tanırlar, Vassaf Bey'in haksız olmadığı ortaya çıkar.Vassaf Bey, tıpkı Ayaşlı ile Kiracıları gibi, umut dolu bir romandır. Ankara'nın odak seçilmesi, söz konusu umudun yeni düzenden, Cumhuriyet'ten kaynaklandığına  işaret eder. Andığım iki romanla Yakup Kadri'nin umarsız Ankara'sı karşılaştırılsa, hayli ilginç toplumsal veriler derlenebilecektir. Esendal, umudunu, işinde gücünde, kendi halinde, çalışkan, iddiasız, gayretli yurttaşlara açar...Yazarın bilinen son romanı Miras, aslında, 1924'te tefrika edilirken yarım kalmıştır. İmparatorluğun çözülüşünü panoramasına katan bu romanın çok usta işi anlatımı, üslubu, alçakgönüllü Esendal'ın romancılığımıza o yıllarda neler armağan etmiş olduğunu ancak bugün söyleyebiliyor. Kimbilir ne çok zaman harcanmasıyla!
Hikâyeciler bu yurdun içli, duygulu evlatlarıdır
1970'lerdeydi, Bilgi Yayınevi'nin sahibi Ahmet Tevfik Küflü, M.Ş.E. öykülerinin hayranı olduğunu, bu öykülerin tümünü devşirip yayımlamak istediğini söylerdi. Nitekim isteğini gerçekleştirdi.Adam Öykü dergisinin mart-nisan sayısında, 'Öykü dünyasından haberler'i okurken bir Esendal haberine çok sevindim:İstanbul İl Kitaplığı'nda düzenlenen toplantıda Esendal'ı irdeleyen konuşmacılardan Muzaffer Uyguner, dinleyicilere iki defter gösteriyor. Defterlerde elyazısıyla Esendal'ın anıları; bunlardan 1925 tarihli Tahran Günlüğü yayımlanacakmış. 1050 sayfayı bulan öteki anılar ise Esendal'ın çocukluk dönemine ilişkinmiş.Bu önemli eserlerin -yazık ki- satış rekorları kırmayacağını biliyorum. Yine de Bilgi Yayınevi'nin yayımlama onurunu taşımasını dilemekteyim.Siyaset hayatının ortasında bir ömürboyu yazma arzusunu, edebiyata bağlılığını asla yitirmemiş Esendal'ı gerçekten özümsediğimizi elbette ileri sürmeyeceğim, süremeyeceğim. Keşke sürebilseydim...Onun kendini gizleyişlerinde, eserine imza atmaktan kaçınmış eski ustaların inceliği yakalanıyor. Gün ışığına çıkmakta olan toplu eseri üzerinde ciddiyetle durmuyor olmak, bize özgü çarpık zihniyetin açı göstergesi. Gazetelerimizde,  televizyon kanallarımızda Jules Verne'in yeni bulunmuş romanı haber olabiliyor; ne Vassaf Bey için, ne Miras için aynı heyecan yaşandı.Sonra bir başka usta hikâyecimizin, Vüs'at O. Bener'in saptadığı şu müthiş sözler; Bener'e şöyle diyor Esendal:"Hikâyeciler, bu yurdun içli, duygulu evlatlarıdır. Onlar nasıl bir yurt özlediklerini söylüyorlar, kendilerine dokunan hadiseleri ortaya döküyorlar, bir iş görüyorlar, iş! Gezevelik değil bu!.. Bakmayın siz o sanatı hor görenlere."Yurdun içli, duygulu evlatları... Bu söz kulaklarımızda çınlayakalsın!.. 
(Selim İleri / Cumhuriyet gazetesi / 4 Nisan 1996 / Sayfa 15)
0 notes
epifizz · 5 years
Note
Edebiyat ve toplum ilişkisi hakkında ne düşünüyorsun
Edebiyat yazanın bakışında kavrulur, bu açıdan insana yeni bir bakış sunar. Yazarın içselleştirdiği dış dünyanın tekrar dışa vurumu kişiyi dünyayı daha başka tanımaya ve sorgulamaya iter, gözden kaçırılan noktaların görülmesini sağlar. Düşünce kurguyla seyreltilir keskinliği ve sertliği azaltılır bu sayede toplumun daha geniş kesimlerine hitap eder ayrıca dile gelmeyeni ifade etmeyi kolaylaştırır.
Betimlemeler kişiyi hayatın sıradanlığını incelemeye, içe bakışlar kendini tanımaya teşvik eder. Ancak en nihayetinde edebiyat bir araçtır; yazarın bakışına göre açılan pencere değişir, bu pencere her zaman güzel bir manzaraya sahip olmayabilir.
Edebiyatın araçsallığı tam da yazarın kendini kamuya açmasında, toplumla bir ilişkiye girmesinde ortaya çıkar.
2 notes · View notes
kaanozer · 5 years
Text
Tarde Sosyolojisi
Bir kişi aynı anda nasıl hem sosyolog hem de metafizikçi olabilir? Hiç kuşkusuz köklerinde hiç değilse Aydınlanma felsefesinin, ama eş ölçüde de Devrim sonrası karşı-Aydınlanmacı muhafazakâr düşüncenin yattığı sosyoloji ders kitaplarının ilk cümlelerinden biri...
Ütopyacı sosyalizmin Saint-Simon ile, pozitif felsefenin ise Auguste Comte ile yeşerdiği de biliniyor. Fransa'da ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra bütün eserlerinin basımına yeniden girişilen Gabriel Tarde yine de kanıksadığımız bu tür bir felsefe-sosyal bilim etkileşiminde günümüz için son derecede önemli olduğunu düşündüğüm bir "tuhaflık", hiç değilse bir "anomali" sunuyor. Yeniden basımı yapılan erken dönem kitaplarından Monadologie et sociologie ("Monadoloji ve Sosyoloji"), Leibnizci metafiziğe hangi yollardan bağlanıyor?
Libération'da yayımlanan tanıtım yazısında Bruno Latour'un Tarde'ı rasyonalizmin karşısında bir ir rasyonalizme doğru itmesi hangi oranda kabul edilebilir? Tarde gibi bir taşra hukukçusu günümüz sosyolojisini hareketlendiren hangi düşünceleri beslemiş olabilir?
Okuduğunuz yazıda Tarde'm günümüz sosyal bilimlerinin en yeni   ve   aktüel  tartışma alanlarında,   iletişim,   medyatizasyon,   mikro-politika,  mikro-ekonomide neden yeniden kabul görmeye başladığını tartışmaya çalışacağım.
Gabriel Tarde (1843-1904) yalnızca kriminolojinin değil, sosyal-psikolojinin, mikro-sosyolojinin, gruplar sosyolojisinin, sosyometrinin de kurucusu olarak anılmalı. Beşerî bilimler alanının Kıta Avrupa'sı ve Anglosakson coğraryalarındaki dağılımı içinde kendine uzun süre (ve herhalde Durkheimcılığın akademik başarısı yüzünden) yer bulamamıştı. Uzun süre Durkheim'la yapmış olduğu polemiğin sınırları dahilinde ciddiye alındı. Bir de etkili takipçisi Henri Bergson tarafından. Uzun süre Fransa taşrasının muhtelif yerlerinde yürüttüğü yargıçlık görevi sırasında (biraz da suça ilişkin devlet arşivlerinin başında bulunması sayesinde) "Karşılaştırmalı Kriminoloji" başlıklı geniş bir araştırma yayımladı. Belki de gizli niyeti dönemin etkili kriminologu Lombroso'nun psiko-biyolojik tiplemelere dayalı "suçluluk" anlayışıyla mücadele etmekti. Ama bunun için tart��şmasının kuramsal ufkunu bütün bir tarihsel-toplumsal düzleme yayması gerekecekti. Olgunluk dönemi eserleri işte bunu gerçekleştirmeye yönelik: Les Lois de l'imitation ("Taklidin Yasaları", 1890), La Logique sociale ("Toplumsal Mantık", 1895) ve 'Opposition universelle ("Evrensel Karşıtlık", 1897) adlı kitaplar.
Durkheim'la teorik ve metodolojik polemikleri özellikle "Monadoloji ve Sosyoloji" başlıklı uzun metninde ortaya çıkıyor. Durkheim sosyolojisinin zaaflarını tespit ettiği birkaç noktayı hatırlatalım: Durkheim'ın sosyolojisi, çok yalın bir formülle söylemeye çalışırsak, "fait social", yani "toplumsal olgu" adını verdiği bir tespit kriterine dayanır; buna göre eğer birey kendi üzerinde nedenini kendinde bulamadığı, dolayısıyla dışarıdan gelen herhangi bir yaptırım gücü, istediğiniz kadar içselleştirilmiş olduğunu düşünün, herhangi bir dışsal etken hissediyorsa işte buna "toplum" adını vermek gerekir.
Durkheim'ın toplumun "sui generis" bir varlık olduğunu söylemesi aslında bu varsayıma dayanıyor. Toplumsal olgunun kendi başına anlaşılabilir ayrıksılığı temellendirilmek zorun-daydı, çünkü daha intihar üstüne ünlü araştırmasından itibaren Durkheim sosyolojiyi Wundt'un içebakışının, Fransa'da ise biyo-fızyolojinin yönlendirdiği psikolojiden ayırt etmeliydi. Böylece toplumsal olan her şey salt sosyolojinin, bireysel olan her şey ise psikolojinin alanlarına gönderilebilecekti -ve toplumsal olan şeyler, işbölümü, ahlak, din...
"Monadoloji"sinde Tarde Durkheim'ı her şeyden önce esas olarak metodoloji alanında gerçekleştirdiği bir ayrımı ontolojik bir alana taşımakla suçluyor. Bir tarafta toplum var, öte tarafta birey...
Durkheim sonuçta bireyler kolektivitesinden, bireysel ilişkilerden tümüyle soyutlanabilir bir toplum fikrine varıyor.
Oysa toplumun hangi anlamda bireylerden oluştuğu banalitesinin sorgulanması gerekir: Fransız sosyolojisine o sıralar en uygun düşen temaların neler olduğunu hatırlayalım -kalabalıkların bireysel hallerden farklı olarak nasıl davrandıkları (Gustave Le Bon, ama bir o kadar da Le Play sosyolojileri). Tabii devrimci çıkışların, ulusal irade temasının giderek güçlendirilmesi uğruna gösterilen çabaların arttığı bir çağda bu temalar temellerini rahatça bulabiliyorlardı.
Bireyin aynı zamanda bir kalabalık içinde oluşu sosyolojinin kuruluş fikirlerinden birisidir. Ancak her zaman bunun zaten besbelli olduğu söylenebilir. Tarde'ın önemi, belli bir oranda Spinoza'dan, önemli ölçüde de Leibniz felsefesinden türettiği bir principium individuationis'i, yani "bireyleştirme ilkesini" sosyal psikolojinin temel metodolojik kriteri olarak seferber edebilmesine dayanır: Toplum-birey ilişkisi gibi bir problem yerine bireyin içindeki toplumları, toplumlar içindeki bireylikleri keşfe çıkmak...
Nasıl? Eğer kâinatta değişmez olduğu ve her şeye gücü yettiği durağan dengeleri hedeflediği farz edilen yasalardan ve bu yasaların uygulandığı kabul edilen homojen bir tözden başka bir şey yoksa nasıl olur da bu yasaların bu töz üstündeki eylemi her an kâinatı gençleştiren bu harika değişkenlikleri ve kâinatı dönüştüren şu devrimler serisini üretiyor? Nasıl en küçük bir nota  süslemesi bile bu katı ritimler boyunca kayarak dünyanın ezelî-ebedl kutsal şarkısını söyleyebiliyor? Bunca monoton ve homojen bir rahimden sıkıntıdan başka ne doğabilir ki? Her şey özdeşlikten [bugün sosyolojide ayrıcalıklı mefhumlardan olduğu için aslında ''kimlik" diye de okumanızı öneririm] geliyorsa  ve ona doğru gitmişse, gidecekse bizi kapıp götüren bu çeşitlilikler ırmağının kaynağı ne? Emin olun, ne kadar renksizmiş gibi kabul edilse bile şeylerin dibi o kadar da yoksul, o kadar da kısır değil.
Tipler frenlerden, yasalar ise devrimci, içsel farklılıkların önüne boşuna dikilen raptiyelerden başka şey değil. Orada gizliden gizliye yarının yasaları ve tipleri hazırlanmakta - ve bunlar çok sayıda boyundurukla istendiği kadar ket vurulmaya çalışılsın, kimyevî ve hayatı disipline rağmen, akla rağmen, gökler mekaniğine rağmen, günün birinde bir ulusun insanları gibi, bütün engelleri parçalayıp kendi kalıntılarını bile daha üst düzey bir çeşitliliğin aracı yapmayı başaracaklar.
Anlaşıldığı kadarıyla Bergson'un ünlü "süre" mefhumunun ilk Delirişlerinden biri, tarihsel-toplumsal süreçleri hiç değilse Hegelci bir tarzda anlamayan birinin eserinde bulunuyor. Bu, belirgin haliyle Tarde tarih düşüncesini ele alırken ortaya çıkıyor:
Tarihte bireysel nedenler teorisinin karşıtlarına hak verdiren şey çoğu kez çok sade ve küçük insanlarda beliren büyük fikirlerden bahsetmek gerekirken hep büyük insanlardan bahseden böyle bir teorinin çoktan yanlışlanmış olmasıdır.
Ama küçük adamların "büyük" fikirlerini kolektif bir sürecin üretmesi, devralması ve sürekli olarak "yeni"yi sunan bir dünya zaman-mekânında işlemesi gerekir. Söz konusu olan şey, tarihteki bir ilerleme veya "tarih"in ilerleyişi değildir; tarihin "açık" olduğu ve sonsuz sayıda monadolojik bireyliklerin eyledikleri, yayıldıkları bir "plan", bir "düzlem" oluşturduğudur. Böylece hiçbir zaman bir "biz'den başlanmaz -"doğa"nın uluslar, kavimler yaratmadığını, yalnızca bireyler yarattığını söyleyen Spinoza'ydı. Ancak Spino-za'dan Leibniz'e, oradan Tarde'a aktarılan bir anlayış doğrultusunda: Sonsuz sayıda bireyin oluşturduğu sonsuz sayıda birey - ve gene söylemek gerekir ki, bu durumda bir toplum da bireydir. İşte monadolojik bireylikler teorisinin Tarde'daki ifadesi:
"Biz"in arka planında, eğer iyi ararsanız, çoğalarak çalışan birleşen, yuvarlanıp giden belli bir sayıda "onlar" ve "bunlar"dan başka bir şey bulamazsınız. (...) Gerçekte bu türden açıklamalar yanıltıcıdır ve bunları yapanlar, kolektif bir kudreti, milyonlarca insanın üstelik birtakım ilişkiler boyunca bir benzerliğini postüla olarak ortaya attıkları zaman, en büyük zorluktan, yani bu gene yutulmanın nasıl olup bittiğini bilmeye çalışma zorluğundan kaçabildiklerini sanırlar.
Nasıl ki bir cümle oluşturduğu konuşmadan, bir konuşma ise bir konuşmalar topluluğundan, bir söylemden daha mantıklıysa, bireylik de sonsuz çeşitliliklerin bir süreci içinde kavranmalıdır.
Böyle bir yaklaşımın taçlandığı yer ise Tarde'in iki ciltlik dev Psychologie-économique’inde,   "Ekonominin   Psikolojisi"nde bulunuyor. Georg Simmel'in Philosophie des Geldes'iyle ("Paranın Felsefesi") yaklaşık olarak aynı dönemde kaleme alınan bu çalışma, Marx'tan sonra ekonomi-politiğin yaşadığı ikinci bir devrim olarak düşünülebilir -tabii ki etkisini ancak çok geç hissedebiliyoruz ("tarde" kelimesi Fransızca'da zaten "geç" anlamına gelir)... İlk devrimi Marx gerçekleştirmişti tabii: Adam Smith ile Ricardo öncesinde bir "ekonomi-politiğin" varlığından bahsedilemeyeceği konusunda ısrarlıydı, çünkü merkantilizmden fızyokrasiye kadar bakışlar emeğe ve üretim sürecine, yani sermaye ile emek-gücüne değil, zenginliklere, yani nesnelere, yani büyük toprak mülkiyetine, hazinedeki altın miktarına, nehirlere, ormanlara yönelikti -bütün bir "ulusların zenginliği" kavrayışı... Özellikle Ricardo'nun. emek-değer kuramıyla bütün ölçütler büyük, kıymetli nesneler dünyasından öznelliğin alanına aktarılır. Artık kaynaklar emek ve sermayedir-ta ki Marx sermayenin kaynağını ("kristalleşmiş . emek" olarak sermaye) sorgulamaya girişene kadar. Artık ekonomi-politik antagonistik iki sınıf çerçevesinde tartışılacaktır, çünkü sermaye olsa olsa yutmuş olduğu emeğin öznelliğini taşırken başka bir sınıfın mülküdür.
Kıymetin kaynağı sorunu üzerinde işleyen ekonomi-politik alanına Fransa taşrasından ne gibi bir katkı gelebilirdi ki? Tarde'in katkısı Simmel'e paralel olarak ekonomi sorusunu kültüre ilişkin olarak sormaya girişmesinden geliyor. Hatırlanabileceği gibi, Simmel'in güçlü sezgisi onu kültürün ekonomik üretim tarzı ve bu tarza tekabül eden sosyalizasyon süreçleri karşısındaki özerkliği talebinin (ki bu talep kültür, sanat ve edebiyat dünyasında bol bol dile getirilir) yerine külline ait olan üretim ve sosyalizasyon tarzlarının ekonomiyi' dahil edilmesi talebine vardırmıştı. Tarde bir adım daha atmayı öneriyor: Bunu kültürel emeğin taşıyıcılarının iradesinden bekleyemeyeceğimiz belli olduğuna göre, en azından şu gözlemi dikkate almamız gerekir: Kapitalizmin daha ileri safhalarında "entelektüel üretim" zenginlikler üretiminin düzenlenmesini ve örgütlenmesini daha yoğun bir şekilde üstlenmeye meyleder. Ekonomik gelişme adı verilen şey bir tür "bilme isteğini" er geç içermeye başlayacaktır. Bilgi ve "güzelliğe", yani "sanata" yönelik sevgi gittikçe daha belirgin bir şekilde arzular düzleminde talepkâr motiflere dönüşeceklerdir. Henüz 1902 yılında yayımlanan "Ekonominin Psikolojisi" dönemin Avrupa ufkunda -kolayca unutulduğuna göre- gerçek bir yer alamamıştı. Oysa, son yüzyıl boyunca gerek Marksizm içinde, gerekse dışında ekonomi-politiğe yöneltilen eleştirilen sezgisel bir nüve halinde de olsa barındırıyordu: Öncelikle ekonomik çözümlemenin çıkış noktasını ve yönünü tersine çevirerek - bu çıkış noktası artık "kullanım değeri" üretimi olmayacaktı; yani Aydınlanmanın ünlü "Ansiklopedisinden Adam Smith'e varıncaya dek pek çok yerde rastlanabilecek ideal "iğne fabrikası" (maddî üretim) modelinin yerine Tarde "bir kitap nasıl üretiliyor?" sorusunu soruyordu. Bu dolaysızca "bilgi nasıl üretiliyor?" sorusudur ve ekonomi-politiğin tartışma alanına Tarde'dan yüz yıl sonra girmeye başlamıştır: "Bir kitap nasıl imal edilir? Bu bir iğnenin ya da düğmenin nasıl imal edildiğinden daha az ilginç değil." Tahmin edilebileceği gibi bugün bu tür sorular post-fordist üretim kalıplarının bir modeli, hatta bir paradigması olarak soruluyorlar -yani enformasyon üretiminin, yazılımlar üretiminin ve kültür üretiminin dayattığı sorular olarak. Tarde hayli erken bir dönemde valeurs-verites kelimesini kavramlaştırır- hakikat-değerleri diye tercüme edebilirsiniz bunu. Bu terim doğrudan "bilgi"ye gönderiyor.
Bilgi hangi bakımlardan ve hangi biçimler altında üretilmektedir? kapitalizmin geliştirdiği aygıtlar bilginin üretimini ve tüketimini gittikçe homojenleştirilebilir ve yeniden-üretilebilir kılmaktalar. Bu noktada Tarde "basın"dan ve "kamuoyu"ndan bahsetmeye başlayacaktır- bu yol televizyondan geçerek bilgisayar şebekelerine ve internete kadar varacaktır. Tarde'a göre basın ve kamuoyu gibi aygıtlar "gitgide sağlamlaşan bir 'niceliksel' karaktere sahip olmaktalar; böylece mübadele-değeriyle karşılaştırılmaları gittikçe daha zorunlu bir hale geliyor". Peki ama bunlar her şey gibi birer meta olabilirler mi?
Ekonominin bakış açısından bilgi her şey gibi ekonomik zenginliğin kalemlerinden biri olarak göründüğü için, elbette her şey gibi kullanım-değeri olarak ele alınmaya devam eder. Oysa Tarde'a göre bilgi "işbölümüne" indirgenemeyecek bir üretim tarzıdır.
Durkheim'ın perspektifinden görülemeyecek kadar bir "sosyalleşme" ve "sosyal iletişim" tarzıdır. Dolayısıyla ürünleri, üretim ve tüketim değerleri "çarpıtılmadan" pazar mekanizmalarıyla ve mübadeleyle üretilemez.
Ekonomi-politik hakikat-değerlerini diğer mallar gibi görmeye devam etmek zorunda kalır. Bunun nedeni hep kullanım-değeri üretimi çerçevesinde ele alınmış bir metoda bağlı kalışıdır. Ama esas önemli neden ekonomi-politiğin hakikat-değerlerine maddî ürünlermiş gibi bakmak zorunda oluşudur, çünkü böyle yapmasaydı kuramsal, özellikle de siyasî mefhumları tümüyle yıkıma uğrardı: "Bilginin ışıltıları" ekonomi-politiğin kıymete, ekonomiye ve zenginliğe dair mefhumlarını altüst eder, çünkü bütün bu mefhumlar ekonomi biliminde genel geçer olan tüm bir eksiklik, ihtiyaç, yokluk, kıtlık, özveri ve feda retoriğinin sonuçlarıdırlar. Ekonomi-politiğin yaptığı gibi elbette üretimle başlayalım -ama iğnelerin değil, kitapların üretimiyle...
Bir kitap nasıl üretilir? İğnenin üretiminden farkı nedir? İlke olarak üretim tarzıyla mülkiyet rejimlerinin düzenini tam tersine çevirmeniz gerekir:
Kitap meselesinde kural bireysel üretimdir, oysa mülk edinilmesi esas olarak kolektiftir; çünkü eserlere mal muamelesi yapıhnasaydı "edebi mülkiyet"in bireysel bir anlamı olamazdı; ayrıca kitabın fikri yayımlanmadan önce, yani toplumsal dünyaya henüz yabancıyken sadece ve tümüyle yazara ait de değildir zaten. Diğer taraftan malların üretimi de gittikçe daha fazla kolektif, mülk edinilmeleri de gittikçe daha fazla bireyseldir ve hep öyle kalacaktır -toprağı ve sermayeyi kamusallaştırsanız bile... Öyleyse bu kitap meselesinde özgürce üretimin en iyi üretim ortamı olarak hayatî bir önem taşıdığına hiç kuşku yok. Bu alanda deneysel araştırmayı düzenleyecek bilimsel bir emek örgütlenmesi ya da yasamalar üzerindeki felsefi bir düşünce olsa olsa açması sonuçlar vermekle kalacaktır.
Günümüz enformasyon sektörünün büyük uluslararası şirketleri, IBM, Microsoft, büyük yayınevleri ve televizyon kanalları üretimin artık "bilimsel işletme" metotlarıyla örgütle-nemeyeceğini kabul ediyorlar; oysa mülkiyet rejimleri açısından tek bir sorgulamayı telaffuz ettikleri yok. Yüzeydeki bu sorun Tarde'in derinliğine indirildiğinde bize şu soruyu sordurmalı: Mülkiyet mefhumu bütün değer türlerine -kullanım-değerinden güzellik-değerine ve hakikat-değerine varıncaya kadar- gerçekten uygulanabilir mi?
Bilgi, tıpkı bir iğne gibi mi ait olur bize? Belki öyle olur, ama Tarde'a göre ekonominin ve hukukun kabul ettiği gibi bir "serbest hazır-bulunuş" tarzı altında değil: Yaşayan bir varlık olmayı sürdürdükçe kimse bedeninin uzuvlarını başkasına vermez. Aynı şekilde "şerefini, haysiyetini, soyluluğunu" da...
Demek ki bu değerlerin başkaları tarafından mülk edinilmesinden çekinilecek hiçbir taraf yoktur - hepsinden daha önemli olan kamusallaştırılmaları, ulusallaştırılmaları en zor olan bu değerlerin...
Oysa ekonomi-politiğin bakış tarzı onu "maddî olmayan ürünleri" "maddî ürünlere" dönüştürmeye zorluyor...
Tüketim cephesinden bakıldığında da Tarde'ın yine bir sorusu var: Zenginliklerin tüketimi hakikat ve güzellik değerlerinin tüketimiyle aynı mıdır? "Düşünürken kanaatleri, inançları, seyrederken hayran olduğumuz şaheserleri mi tüketiyoruz?" Hissedilebileceği gibi, yalnızca maddî zenginlik piyasa ve bireysel mülk rejimi tarafından koşullandırılabilen bir "yıkıcı tüketime" açılabilir. Bilgi ve güzellik tüketimi ise ne belirgin bir yabancılaşmaya ne de yıkıcı tüketime bağlanmak zorundadır. Tarde'a göre, bilginin bilme arzusunu gidermek için birisinin mülkü olması ve "pazarlanması", yani ürünün yabancılaşması" gerekmiyor. Genel olarak toplumsal iletişimin çerçevesinden bakarsak bilginin iletiminin üretenden de, edinenden de hiçbir şey azaltmadığını görebiliyoruz. Aksine, iletilmekle bilgi ve güzellik hem yaratıcısının değerini hem de bilginin ve güzelliğin kendisinin değerini artırıyor:
Diyalog halindeki iki kişinin fikirlerini veya hayranlıklarını "mübadele ettiklerini" söylediğimizde bu bir metafor veya dilin kötüye kullanılmasıdır. Bilgi ışıltılarının ve güzelliğin açısından mübadele bir feda anlamı taşımaz: O daha çok karşılıklı etkileme, hediye alışverişindeki karşılıklılıktır -tabii ki bu, zenginliklerle hiç alakası olmayan bir hediyedir; burada veren kişi verdikçe alır; hakikatleri ve güzellikleri hem verir hem elinde tutar. Bazan iktidar, güç-kudret meselesinde de aynı durum söz konusudur...
Fikirlerin serbest mübadelesine gelince, tıpkı dinî inançlar, sanat ve edebiyat, kurumlar ve ahlaklar gibi: İki kişi ya da halk arasında mübadele edilmeleri, birilerinin mutlaka fakirleşmesiyle sonuçlanan serbest meta mübadelesi gibi suçlanabilir değildir.
Bu durum, "kitabın üretimi" ve fikirlerin serbest mübadelesi meselesini iktisadî değil, doğrudan doğruya etik bir mesele kılıyor:
Pazar meselesi değil, bir ahlak meselesi... Elbette ki bilgiyi ve güzelliği kazanabilir, yitirebilirsiniz - ama bu bir pazar sistemi boyutunda gerçekleşmez; bilginizi çaldırırsınız veya hediye edersiniz...
Öte yandan, doğası itibariyle fikirlerin serbest ticareti, bir yerine-geçme değil karşılıklı bir ekleme olduğundan, bir araya getirdiği homojen olmayan şeyler arasında ya verimli karşılaşmalar ya da ölümcül şoklar, çatışmalar yaratır. Bu yüzden iyi bir şeyler üretemezse büyük felaketlere neden olur. Ve nasıl bu entelektüel ve ahlakî serbest ticaret kaçınılmaz bir şekilde ekonomik serbest ticarete eşlik ediyorsa, bunun tersi de doğrudur.Birbirlerinden kopartıldıklarında her biri etkisiz ve lüzumsuz kalırdı...
Burada önemli olan şey, Tarde'ın yaklaşımıyla ele alındığı zaman bilginin üretim ve iletiminin bizi aslında ekonominin (ve ona tekabül eden ekonomizmin) ve işbölümü, para ve mülkiyetin ötesine taşımasıdır. Bu toplumsal alanlardaki iktidar ilişkilerinin devreden çıktığı anlamına gelmiyor: "Verimli buluşmalar" ya da "ölümcül çatışmalar"... Tarde'ın eğitim kurumlarına yönelik çalışmaları böyle bir tartışmanın para-digmasını yeterince oluşturuyorlar:
Hakikat-değerleriyle zenginlik-değerleri arasındaki zorunlu ama ikisini birbirinden ayırmaktan geri kalmayan bağ pedagojinin alanında beliriyor -özellikle hocanın aktaracağı bilgiyle öğrencinin çaba ve yetenekleri arasında nasıl verimli bir etkileşim oluşturulacağı konusunda...
Doğrusu eğitim alanındaki bütün bu çabalar öyle çok fazla yararlı görünmüyorlar. Her şeyin üstünde, iyi eğitim için ilk şart -öğretmenle öğrencinin psikolojik şartları bir kez yola koyulduktan sonra- iyi bir okul programıdır, ve bir program her şeyden önce bir fikirler sisteminin, bir inancın bulunmasını varsayar. Aynı şekilde, iyi bir ekonomik üretim için de herkesin üzerinde uzlaştığı bir ahlakî kodun bulunması şarttır. Moral bir kod endüstriyel üretim için, yani tüketim için bir programdır - çünkü ikisi asla birbirinden bağımsız değil...
Böylece Tarde'ın gözettiği "entelektüel üretim biçimi" sadece bilgiye ve sanat eserine layık bir ahlakı devreye sokmayı, ekonomiye dahil ve üstün kılmayı amaçlıyor değil -daha çok üretime gittikçe daha özgür, daha özgürleştirici bir tarz verebilecek olmasıdır söz konusu olan... Kapitalizmin muhteşem bir tarifiyle karşı karşıyayız o halde:
Uygarlığın etkisi iş ve ticaret dünyasına -yani ekonomistin ilgi alanına- önceden fiyatı bulunmayan bir şeyler yığınım, hatta haklarla insan güçlerini bile mütemadiyen sürüp durmasıdır.
Böylece, zenginlikler teorisi sürekli olarak hak teorisinin ve iktidar teorisinin üzerine abanıp duruyor -yani hukukun ve siyasetin üzerine.
Ve, tıpkı çağdaşı Simmefin kaydettiği gibi, kültür ile sanatın üzerine...
Simmel herkesin yaptığının tersine kültür ve sanat alanlarının "özerkliğini" asla talep etmemekle yeterince akıllı davranmıştı. Kapitalizmin kültür hayatı üzerine çöreklenmesine öyle dosdoğru karşı çıkmanın pek bir sonuç getirmeyeceğinin farkındaydı. Öte yandan, estetik değer tipinin en yoğun, en bulaşıcı, bulaştıkça artan ama eş ölçüde değişken ve özelleşmiş bir değer olduğunu kaydedebiliyordu. Tarde ise doğrudan "bulaşıcılığın" teorisini yapmaya girişmişti: Her güzellik ve hakikat değerinin iletim sürecinde artıyor oluşu alıştığımız ekonomik alanın kurallarından farklı bir ekonomi tasavvurunu uyandıracaktı. Simmel'in de kaçındığı "kültürel özerklik" arayışı sınaî emekle sanatsal ve entelektüel emek arasında niteliksel bir fark bulunduğunun kabulüne dayanıyordu.
Oysa "maddî-olmayan" emeğin üretirken aslında ne ürettiğini sorgulamak gerekir: O zaman onun Simmel'in söylediği gibi tüketim sürecinde "uyarılar" ve "duyuşlar", yani aslında "iletilemez", dolayısıyla ekonomik bölüşüme konu olamayacak şeyler ürettiği sonucuna zorunlu olarak varırız. Aynı şekilde Tarde için de "temsili olmayan" bu duyuşlar, en üstün olan sanatsal formları içinde din, ahlak, hukuk ve ekonomi gibi değer sistemlerinin duyguları "manipüle" etmekteki üstün yeteneklerine karşın, onları "yetiştirmede", "beslemede" ve "eğitmede" en büyük rolü oynamalıydılar. Tabii ki bunun için kapitalizmin belli bir döneminde devreye soktuğu "kafa emeği/kol emeği" ayrımı klişesini yalnızca alt etmeye çalışmak yetmez, aynı zamanda varsayımlar arasından çıkarmak da gerekir. •
Ulus Baker Gabriel de Tarde'ın Mart 2004'te Öteki Yayınevi'nden çıkan Monadoloji ve Sosyoloji adlı kitabına yazılan Önsözdür.
6 notes · View notes
hetesiya · 3 years
Text
Anarşist Ütopya: Solarpunk
Tumblr media
Ütopyalar “insanın iyileştirilebilme olasılığı üzerine ciddi bir düşünsel arayıştır”1. Anarşist ideolojinin ise insanın yaşam istencinin en özgür şekilde dışavurumu olduğu tanımı yapılırsa ütopyaların anarşist toplum düzenine giden yolda önemli bir katalizör görevi yaptığı söylenebilir. Fakat bu tanımı yaparken ütopya kavramının tanımını “gerçekleşme ihtimali olmayan, hayal ürünü toplum tasarısı” şeklinde değil, “ulaşılmak istenen toplum tahayyülü” şeklinde yapmak önem taşımaktadır. Çok geniş ve çeşitli ütopya tasvirleri olsa da anarşist nizamın başat siyasal değer olarak rol oynadığı ütopyalar kolay bulunur değil. Tam da bu noktada Solarpunk adlı sanat akımı, bilim ve teknoloji kullanımının ön plana çıktığı otoritesiz bir toplum düzeni ile anarşist bir ütopya yaratıyor. Bu akımın modadan mimariye kadar farklı alanlarda yansımaları olsa da ütopya hikayeleriyle daha çok ön plana çıkıyor.
Ekolojik ütopyalar arasında çok yeni bir tür olarak Solarpunk henüz 2010’larda oluşmaya başlamış, bilim kurgu ve fantazya alanında, post-ütopya olarak da kategorilendirilen, çiçeği burnunda bir edebiyat janrıdır. Geçmiş ya da geleceğe odaklanmaktansa günümüzdeki toplum ve çevre koşullarını ele alıp gerçekçi kurgular oluşturarak ütopik şehirler tasvir eder. Bu tasvirlerde en dikkat çeken özellik Solarpunk’ın 21. yüzyılın sorunlarını çözmeye yönelik olacak şekilde bir yaşam tahayyül etmesidir. Söz konusu tahayyüllerdeki sosyal sorunların çözümünde Murray Bookchin’in toplumsal ekoloji düşüncesine de bolca atıfta bulunularak toplum içindeki her türlü adaletsizliği gidermeye yönelik, çoğunlukla anarşist ve kesinlikle iyimser bir bakış açısı benimsenir2.
Politik olarak homojen olmayan bir yapıya sahip olan Solarpunk, ekonomik büyüme ve rekabetin hâkim olduğu bir düzendense komünal bir düzende, insanın içine dahil olduğu ekosistemle bir tevazu ilişkisi içinde, adil bir yaşam tasviri yapar. Büyük ölçekli ulusların yerini küçük ölçekli topluluklar ve eko-şehir-devletleri alır. Güneş teknolojisinin ana gelişim kaynağı olduğu şehir tasvirlerinde bu teknolojik gelişmenin yanı sıra toplumsal ilişkiler ve değer sistemlerinin değişimi de önemlidir3.
Solarpunk’ın, Bookchin’in toplumsal ekoloji felsefesinden yararlandığı ideolojik temellerinden bahsetmekte fayda var. Bookchin’e göre tüm ekolojik sorunlar, toplumsal sorunlardan kaynaklanmaktadır. Şiddeti sürdüren, ekonomik temelli ve toplumsal sorunlar çözülmediği müddetçe insan yaşamını da içine dahil eden ekolojik uyumdan bahsetmek mümkün değildir. Solarpunk da ekolojik bir holizme dayalı konseptiyle insanlık ve doğa arasında bir denge kurmayı amaçladığı için tamamlayıcılık esas alınıyor; yani, insanın destekleyici tür olduğu, insan dışı yaşamların da değer verildiği bütüncül bir toplum tasviri yapılıyor4. Bookchin’in toplumsal ekoloji felsefesinde böyle natüralist bir yaşam biçimi betimlenirken bu kesinlikle primitivist bir gericilik anlayışıyla olmak zorunda olmadığı gibi öyle bir toplum tasviri yapmak da mümkündür. Ancak bu durum Solarpunk için geçerli değildir, çünkü, daha önce de belirtildiği gibi, Solarpunk günümüz teknolojisinin tercihen daha da ilerletilmiş halinin efektif bir uygulaması şeklinde bir nitelik kazanmaktadır. Geriye dönük bir primitivizm pek olası olmadığı gibi olması durumunda da mevcut 21. yüzyıl koşullarının söz konusu olması daha muhtemeldir. Yani aslında Solarpunk’ta belirleyici özellik teknolojinin doğayla uyum içinde gelişmiş varlığıdır.
Öte yandan Solarpunk türü literatürde daha çok devletsiz ve anarşist bir toplum düzeni çizse de Batılı yazarların sıklıkla liberal eğilimlerle yeşil kapitalizm ve sürdürülebilirlik temalarını işlediği öyküler de vardır. Rhys Williams, Solarpunk’ın ana temasını oluşturan güneş teknolojilerinin hem merkezi hem de merkezi olmayan ekonomik modellerle uyumlu olduğunu söyler3. Ancak, neoliberal tahayyüller yeşil direnişi kendinden uzaklaştırıp türün ütopik özelliğini kırmaktadır, çünkü zaten ekolojik sorunlar günümüzdeki kapitalist sistemden ötürü meydana gelmekte. Kapitalist düzenin neden olduğu bu facialar, sistemin giderek büyüttüğü mega şirketler ve distopik hükumetlere karşı oluşturulan, yenilgiyi kabul etmeyen umut dolu bir perspektif sergiler Solarpunk. Aynı zamanda bu umut yerel halkın merkezi olmayan, küçük topluluklar halinde direnişiyle toplumsal hiyerarşileri ve hegemonyaları yıkmayı amaçlar. Nihai olarak istenen ütopik toplum düzenine erişmek için Bookchin’den esinlenerek “sürekli doğal evrim”i savunur. Burada savunulan ana düşünce “büyüme için büyüme”yi savunan kapitalist mantra değildir. Sürekli doğal evrim teorisi, “büyüme”yi değil “ilerleme”yi baz alır, dolayısıyla bu bakış açısıyla Solarpunk janrında ilerleme faydalı bir kavram ve asıl hedeftir. Solarpunk edebiyatı, toplumsal ilerlemenin, kapitalizm ve hiyerarşiden uzak, merkezi olmayan ve birbirine bağlı komünlerin oluşumuna yer vererek olacağını öne sürer2.
Toplumsal ilerlemenin yanı sıra, Solarpunk’ta fiziksel ilerleme olarak insan zihni ve bedeninin de evrimi önem arz eder. Post-hümanizmi de iyimser bir bakış açısıyla değerlendirip insanın yabancı, dünya dışı yaşam formlarıyla bütünleşmesini destekleyici bir tasvir çizilir. Bu fiziksel evrim de yine aslında Bookchin’in toplumsal ekoloji felsefesine dayanıyor. Zira Solarpunk’ın, insan vücudunun daha dayanıklı bir yaşam formuna evrilmesinin ancak teknolojik büyümeyle ulaşılabilecek bir şey olduğunu kabul eden duruşu, toplumsal ekolojinin evrim anlayışında da mevcuttur. Toplumsal ekolojinin felsefesi gereği evrim, organizmaları yeni çevre zorluklarına karşı daha uyumlu kılar ve bilhassa insanları, ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak çevrelerini değiştirmeye hazırlar4.
Solarpunk, tüm bu ilerlemeci değişimleri öngörürken kontrolsüz bir büyümeden yana değildir; sorumsuz tüketimlerden kaçınmaya çalışır. Toplumsal ekolojinin adalet nosyonunda böyle aşırılıklar olmadığı gibi durgunluk da yoktur. Durgunluk, toplumun gelişimi için en az aşırılıklar kadar zararlıdır. İnsan ilerleyişinin süregelmesi ve ideal topluma ulaşılamaması, Solarpunk’ın bir post-ütopya türü olarak en önemli özelliklerindendir. İdeal topluma ulaşılamamasının nedeni, dünya ve insanlığın sürekli değişiyor olması ve aynı zamanda, ütopik manada tarihin sonuna ulaşılmasının, ilerlemenin durması anlamına gelecek olmasıdır. Yani aslında Solarpunk’taki iyimserlik, Solarpunk idealine ulaşmak için insanlığın, toplumun ve teknolojinin sürekli evrimini hedeflemektedir2.
Solarpunkın adalet nosyonu, kapitalizmin doğayı sömürüsünü anlamak için bir araçtır. Kapitalizme alternatif ekonomik sistem düzenlerini bilim kurgu ile harmanlayarak iklim krizini çözmeye, insan ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek üretimi sağlamaya yönelik gerçekçi senaryolar çizer. Her Solarpunk hikayesinin bilinçli veya bilinçsiz nihai amacı malların eşit dağıtımının keşfidir, çünkü eşit dağıtım olmadan toplumlar ekolojik bir şekilde var olamaz. İnsanlar arasında olduğu gibi insan-doğa ilişkilerinde de adil bağlar oluşturacak ekonomik ve sosyal yapıların yeniden inşası esastır5.
Toplumsal ve ekonomik özelliklerine ek olarak, Solarpunk aynı zamanda mimari ve estetik alanlarındaki yaratıcı tasvirleriyle de ön plana çıkar. Eserlerde gelişmiş güneş teknolojisinin vurgusu sık sık yapılarak “aydınlık” ve “parlaklık” gibi kavramlar detaylı bir şekilde betimlenir. Örneğin, genelde binaların dış cepheleri komple güneş panelleriyle kaplanmıştır ve mimari itibariyle ağaç ve çiçeklere benzer yapılarla sık karşılaşılabilir. Bu estetik tasarımlar güneş panellerinin fonksiyonel özelliklerini gizleyip şehirlerin altyapı sistemlerine çığır açıcı yenilikler getirmiş olur. Altyapı sistemlerinin teknik özelliklerinin güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanıyor olması, sistemin kendi kendini sürdürebilme arzusunu yansıtmaktadır. Williams, güneş teknolojisi üretim araçlarının toplumsal olarak adil değişiminin, hakiki bir değişim için gerekli olduğunu söyler3.
Son olarak; Solarpunkın köklerini dayandırdığı nokta ekolojik ütopyalardır, ancak yazı boyunca detaylı anlatımından çıkarılabileceği üzere, Solarpunk’ı Solarpunk yapan yegâne unsur başta güneş olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarının insanın doğayla bütünleşik yaşamında ön plana çıkan konumudur. Öte yandan, Solarpunkta ön plana çıkarılan bu enerjilerin anarşist nizam için sorgulanması gerektiğini belirtmekte fayda var çünkü doğadaki canlı ve cansız tüm varlıkları kaynak olarak gören kapitalizm içinde bu kadar enerjiye neden ihtiyaç olduğunu, hatta ihtiyaç olup olmadığını sorgulamadan üretilecek alternatiflerle ancak yeşile boyanmış kapitalizm sürdürülebilir, lakin Solarpunk’la ilgili olarak bu meseleyi de başka bir yazıda ele alabiliriz.
Solarpunk’ın estetik bir şekilde mimariye yedirilmesi, Solarpunk ütopyalarının göze hitap eden, “aydınlık” ve “yeşil” alanları betimlemesi, ona en yakın tür olarak karanlık bir gelecek tasviri çizen cyberpunk’tan ayrışıp bu özellikleriyle aslında onun 180 derece karşısında durması Solarpunk’ın ne kadar orijinal bir edebi janr olduğunu gösteriyor. Distopya edebiyatının daha revaçta olduğu ve pandeminin etkisiyle yaşamlarımızın şimdiye dek hiç olmadığı kadar kontrol altına alınmaya çalışıldığı günümüzde, ütopyaların değer kazanması bile mevcut düzene bir başkaldırı niteliği taşıyacakken Solarpunk gibi son derece gerçekçi bir alternatif yaşam tahayyülünün bilinmesi bir umut ışığı olacaktır. Her ne kadar bu yazıda ağırlıklı olarak siyasal ve edebi perspektiften bir incelemesi yapılsa da, Solarpunkın güzel sanatlar ve mimari gibi birden fazla alanı kapsayan geniş bir sanat hareketi olduğunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var.
Nisa Durdu
Kaynakça
1Kumar, K.(2005). Ütopyacılık (Çev. A. Somel). Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. (Orijinal yayın tarihi, 1991)
2Schuller, W. K. (2019). “Evolution takes love:” Tracing some themes of the solarpunk genre. (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). QSpace: Queen’s Scholarship & Digital Collections. Erişim adresi https://qspace.library.queensu.ca/handle/1974/26518
3Williams, R. (2019). ‘This shining confluence of magic and technology’: Solarpunk, energy imaginaries, and the infrastructures of solarity. Open Library of Humanities, 5(1): 60,1-35. https://doi.org/10.16995/olh.329
4Bookchin, M. (2006). Social ecology and communalism. ABD: AK Press.
5Farver, K. (2019). Negotiating the boundaries of solarpunk literature in environmental justice. WWU Honors Program Senior Projects, 124. Erişim adresi https://cedar.wwu.edu/wwu_honors/124
https://meydan1.org/2021/04/24/anarsist-utopya-solarpunk/
0 notes
psikologrehber · 4 years
Text
Psikoterapi Tarihi - Tahir ÖZAKKAŞ
Tumblr media
Psikoterapi Tarihi ve Bütüncül Psikoterapi Tahir ÖZAKKAŞ İnsanlık tarihi kadar eski olan ve geçmişte bilimsel olmayan psikoterapi veya psikoterapimsi uygulamalar; günümüzde, modern dünyada tanımlanabilen ve ölçülebilen bir bilimsel noktaya ulaşmıştır. İnsanların yaşamış oldukları içsel, kişiler arası, çevre ve sistemle olan etkileşiminden ortaya çıkan sıkıntılar çeşitli şekillerde anlamlandırılmıştır. Bu anlamlandırmalara göz attığımızda; Tarihin başlangıcında bu anlamlandırmalar daha çok aşkın bir gücün kişi üzerindeki etkileri olarak ifade edilmiştir. Hastalıklar veya rahatsızlıklar elle tutulamayan, gözle görülemeyen birtakım ruhsal varlıkların bireye duhulü veya tasallut etmesi şeklinde tanımlanmıştır. Bazen de kişinin bir şekilde yola getirilmesi amacına yönelik, aşkın güçler tarafından verilen mesajlar olarak değerlendirilmiştir (Norcross, 2005). Kişi bir taraftan kendi kendine rahatsızlıklarını anlamlandırmaya çalışırken, toplumdaki diğer bireyler ise hasta olan kişiyi etiketleyerek rahatsızlıklara ve hasta bireylere özel anlamlar atfetmektedir. Hastalıklı kişiler, bireysel olarak yaşamış olduğu iç psişik sıkıntılarını kendi iç dünyasında anlamlandırırken; dışsallaştırma, somutlaştırma veya aşkın bir güce bağlamayla ilgili çözüm yolları bulmaktadır. Diğer taraftan da toplumsal katmanlar sıkıntılı olan kişiyi değerlendirirken ona özel etiketler yüklemişlerdir. Bazen hastalıklı kişiye veli derken bazen deli diyerek bu süreçler içerisinde farklı farklı anlamlar yüklemişlerdir. Uzakdoğu'dan Eski Mısır'a, Afrika Yerlileri'nden Eskimolar'a, Kızılderili'lerden Güney Amerikalı'lara veya Mezopotamya Kültürüne baktığımızda, kültürlerde içsel sıkıntıları olan, problemleri olan, gerçekliği değerlendirme konusunda birtakım yeti bozuklukları yaşayan kişilere çok çeşitli yaklaşımlarla yaklaşıldığını görmekteyiz. Bazı kültürlerde bunlar seçilmiş insan, özel insan muamelesi görüp, ermiş insan kabul edilip toplum tarafından korunup yüceltilirken, bazı kültürlerde şeytanla işbirliği yapmış, içine cadı kaçmış, aşkın güçlerin topluma bir mesajı olarak değerlendirilmiştir. Bu şekilde zihinsel problemi olan insanların ortadan kaldırılması, yakılması ve öldürülmesi noktasına varacak uygulamalar ortaya koymuşlardır. Bu durum ortaçağın sonuna kadar gelen bir süreçtir. Bugünkü anlamda baktığımızda toplumsal yapılar; organik bozukluğa bağlı psikotik sıkıntılardan epileptik ataklara, ağır kişilik bozukluklarından nevrotik düzleme, gelip geçici reaktif hallerden madde kullanımına bağlı olarak ortaya çıkan her türlü rahatsızlıkları değerlendirdiğini veya etiketlediğini görmekteyiz. Rönesansla beraber ortaya çıkan ve insanın varlığının incelenmesini de içeren, deneye dayalı, kanıta dayalı bilim anlayışı dünyaya egemen olmuştur. Bu bilim anlayışı insanın ruhsal problemlerine de benzer şekilde yaklaşmıştır. Belki de bunun ilk adımı Dr. Pinel'in akıl hastanelerindeki zincirlenmiş hastaları bu bağlarından kopararak tedaviye başlamıştır (Songar, 1988). İnsanın ruhsal yapısı ve problemleri de benzer perspektifte incelenmeye alınmıştır. Ruh hastaları veya psikolojik problemleri olan insanları anlamak için, hastalıkların nedenselliğini tespite yönelik olarak bilimsel incelemeler ortaya konmuştur. İlk başta akıl hastaları üzerinden yapılan bu çalışmalar akıl hastalarının bir beyin bozukluğu, organik bir bozukluk olabileceği, bir hastalık olabileceğine dair varsayımlarla tedavi gayretleri içerisine girilmiştir. Diğer taraftan akıl hastalıkları dışında kalan kişilik bozukluları ve nevrotik tablolar perspektifinde de olayı anlamlandırmaya yönelik olarak bilimsel aktiviteler ortaya konmuştur.
Sigmund Freud ve Çalışmaları
Kişilik bozuklukları ve ruhsal problemlerle ilgili olarak derli toplu bir yaklaşım tarzını ortaya koyan ilk bilim insanı Sigmund Freud’dur. (Freud, 1905, 1910, 1912, 1913, 1915, 1916-1917, 1923, 1926, 1937; Gabbard, 2012). Freud bir hekim ve araştırmacı olarak olayları irdelediğinde bazı rahatsızlıkların organik kaynaklı olduğunu tespit etmiş ve bunları tıbbi bir modelle tedavi etmeye çalışmıştır. Organik bir nedensellik bulunamayan ruhsal rahatsızlıklar için, yeni bir bakış açısı geliştirmiştir. Sanal bir zihinsel aygıt tanımlamış ve bunun oluşumunu, gelişimini ve psikopatolojisini ortaya koymuştur. Ruhsal aygıtı yapısal, topografik, genetik, dinamik ve ekonomiklik ilkelerine göre detaylandırmıştır. Tanı ve tedaviyi de bu tanımlara göre geliştirmiştir. (Freud, 1905, 1910, 1912, 1913, 1915, 1916-1917, 1923, 1926, 1937; Gabbard, 2012). Bu şekilde geniş kapsamlı bir insan anlayışı olan Psikanaliz’in hayata geçmesine önderlik etmiştir. Özellikle Fransa’da Prof. Charcot'un yanında görmüş olduğu bilinçdışı süreçler ve hipnozla elde etmiş olduğu bilinçdışı çalışma mekanizmalarının iç görüsüyle kuramını geliştirmiştir. (Nash, 2008) Joseph Breuer ile birlikte ilk vakası olan Anna O. ile başlayan çalışmalar zenginleşerek bir ömür boyu devam eden ilmi bir gayrete ve merak ile kapsamalı bir kurama dönüşmüştür (Freud, 1905, 1910, 1912, 1913, 1915, 1916-1917, 1923, 1926, 1937; Nash, 2008). Freud'un bu süreçte oluşturduğu tablo; insanın normal gelişim sürecini anlattığı gibi, gelişim sürecinde meydana gelen engellemeler, duraklamalar veya sapkınlıklarla ilgili klinik tabloları izah eden derli toplu bir çalışma olarak önümüze konmuştur (Freud, 1905, 1910, 1912, 1913, 1915, 1916-1917, 1923, 1926, 1937; Gabbard, 2012). Freud, klasik psikanaliz olarak isimlendirmiş olduğu kuramsal yaklaşımında; normal insanların psikolojik yapısının oluşum süreçlerini, bebekliğinden itibaren ruhsal aygıtın gelişimini incelemiş ve bebeklik dönemindeki bozuklukları vakalarında gözlemleyerek klinik tabloları tanımlamıştır. Hayatı boyunca kuramını yenilemiş, değiştirmiş, dönüştürmüş ve kuramsal bilgilerini klinik tecrübesi ile harmanlayarak vakalar üzerinde uygulamıştır. Bu şekilde klasik psikanaliz ortaya çıkmıştır (Gabbard, 2012; Nash, 2008). O günlerde doğaüstü güçlere atfedilen ruhsal bozukluklar, üzerinde bilimsel olarak hiç durulmayan klinik tablolar, ilk defa Sigmund Freud sayesinde bir nedenselliğe oturtulmaya çalışılmıştır. Neden sonuç ilişkisi açısından bakılmayan iç ruhsal yapı ve ruhsal yapının kişiler arası boyutu ve sistemik yaklaşımı ilk defa Freud tarafından ele alınmıştır. Bu perspektifte klasik psikanalizin insan anlayışı sayesinde tarihin inşası, kültürün inşası, edebiyatın ve sanatın inşası da bu bağlamda değerlendirilerek farklı bir bakış noktası yaratılmıştır (Gabbard, 2012). Psikopatolojiyi bu bağlamda izah eden Freud, deha niteliğindeki çalışmalarıyla bu psikopatolojik anlayışa ilaveten kendi geliştirmiş olduğu psikanalitik tedavi, teknik ve yöntemleriyle tedavi teknik ve stratejileri ortaya koymuş ve bununla ilgili tedavi rehberleri geliştirmiştir (Freud, 1905, 1910, 1912, 1913, 1915, 1916-1917, 1923, 1926, 1937; Gabbard, 2012). Rasyonel bilim paradigması ve üniversiteler zamanın ruhuna uygun olarak katı bir bilim anlayışını kendisine referans almıştır. Psikanaliz bu bilim anlayışının taleplerini karşılayamadığı için bir nevi üniversitelerden dışlanmıştır. Süreç içerisinde bir taraftan üniversitelerde daha katı ve keskin bilime dayalı ve ölçülebilen sistemle ilgili bilimsel incelemeler yapılırken, Psikanaliz bağımsız varoluşunu sürdürmüştür. Psikanaliz Cemiyetleri dünyanın dört bir tarafında kurumsallaşmış ve bir çatı altında toplanmıştır. Kendi bağımsız kurumsal kimlikleri yanında, bağımsız bir literatür oluşturup kendi içindeki gelişimini sürdürmüştür (Gabbard, 2012).
Psikoloji Bilimi ve Davranışçı Kuramın Gelişmesi
Felsefeden ayrılarak bir bilim olma iddiasında bulunan psikoloji ise; insanın ruhsal yapısının oluşumu ve gelişimini, düşüncelerini, davranışlarını, duygularını ve bunların her biriyle etkileşim içerisinde oluşan fizyolojik tepkilerini anlamaya çalışmıştır (Magnavita, 2002). Bu amaca yönelik olarak davranışçı yaklaşım tüm dünyaya egemen olmuş ve inanılmaz bir çalışma içerisine girmiştir. Davranışçı kuramın 1930'larda ve 40'larda başlayan bu çalışma azmi ve gayreti; davranışçılığın bütün dünyadaki davranış ve psikoloji fakültelerinde etkin olan bir yaklaşım tarzı olarak benimsenmesini sağlamıştır. İnsanın zihinlerinde neler olup bittiğini bilimsel olarak inceleme imkânını bulamayan akademisyenler insanların dışarıdan gözlemlenebilen davranışlarının nedenselliğini anlamaya yönelik olarak binlerce, on binlerce çalışma yapmıştır. Önce hayvan deneyleriyle başlayan bu çalışmalar süreçte insanlara doğru kaydırılmış, öğrenme ilkelerinin temel dinamikleri yapılan bu çalışmalar sonucunda ortaya çıkartılmıştır (Magnavita, 2002; Norcross, 2005). Davranışçı Kuramın yol haritasına baktığımızda; Rus fizyolog Ivan Pavlov onun karşısında Avrupalı ve Amerikalı davranışçı bilim insanlarının geliştirmiş olduğu (Watson, Skinner, Thorndike, vb.) çalışmalar ile muhteşem bir edebiyat ortaya çıkmıştır. Bu yoğun çalışmaların sonucunda davranışçılığın ve davranışsal öğrenme ilkelerinin bütün detaylarıyla ortaya konmasına ve sonuçlarının ilan edilmesine ulaşılmıştır (Magnavita, 2002; Norcross, 2005). Fakat süreçte davranışsal açıdan insanlarla hayvanlar arasındaki temel fark irdelenmiştir. İnsanlar olaylar hakkında her ne kadar etkiye karşı tepki verseler de tepkiden önce insan zihni olaylar hakkında bir değerlendirme, kültürel ve/veya öznel yorumlar yaparak tepkilerini buna göre çeşitlendirmektedir. İnsan zihninin etkilere karşı tepkilerinin her insana göre farklılaşması bu süreçleri içerisinde bilinen bir gerçektir. Bu durum herkes tarafından bilinmesine rağmen, bu öznel tepkilerin ölçülebilmesi mümkün olmadığı için davranışçılık egemen bir kuram olarak üniversitelere 50 yıl boyunca hâkim olmuştur (Magnavita, 2002; Norcross, 2005).
Bilişsel Kuramın Gelişmesi
50-60 yıl kadar süren bu davranışçı hegemonyadan sonra bilişsel kuram oluşmaya başlamıştır. Bilişsel kuramın gelişebilmesi için; bilgi işleme süreçleri, algının değerlendirilmesi, algının beyinde işlemlenmesi, hafıza ve bellekten geri çağırılması, bunların entegrasyonu ve beynin nasıl çalıştığına dair yapılan hipotetik çalışmaların ortaya çıkması gerekmiştir. Bu çalışmalar yavaş yavaş üniversitelerde yapılmaya başladığında; bilginin nasıl işlemlendiği, değerlendirildiği ve cevaplandığı kısmı biraz daha açıklığa kavuşturulunca psikoterapi yaklaşımları yavaş yavaş davranışçılıktan bilişsel bir terapiye doğru kaymıştır (Beck, 1976, 1979, 1985, 1990; Magnavita, 2002; Norcross, 2005). Bu durumda etki, yorum ve tepki dediğimiz bir üçgen oluşmuştur. Tepkiden önce insanların mutlaka olaylar hakkında kanaatleri ve yorumlarının tepkiyi değiştirdiği tespit edilmiştir. Bundan dolayı bu yorum kısmının nasıl çalıştığına dair incelemeler ve araştırmalar bilim adamlarının üzerinde durduğu temel konu olmuştur. Bunun sonucunda insanların etkilere temelde otomatik düşüncelerle cevap verdiği, bu otomatik düşüncelerin de kaynağında şemaların olduğu gerçeği keşfedilmiştir. Bilgi işleme şemalarının da çocukluktan getirilen temel kalıpların üzerine bina edildiğine dair zihinsel bir aygıtın tasarımı ileri sürülmüştür. Bu durum, bir nevi Freud'un yıllar önce yaptığının üniversitede karşılığı olan bilişsel şema oluşum süreçleri şeklinde şekil almıştır (Young, 2003; Leahy, 1997). Beyin açısından baktığımızda davranışçıların odaklandığı beyin alanı paryetal lobdaki korteks'imizdeki ana yarıktır. Davranışlarımızın ve hareketlerimizin nasıl oluştuğunu anlatan sistemi incelemek için beynin bu alanına odaklanmak gerekmektedir. Çünkü hareketi sağlayan alanlar burada oturmuştur (Schore, 2003; Cozolino, 2004). Bilim insanları Bilişsel Psikoterapiye yöneldiklerinde beyinde ilgilendikleri alan Preforontal Alan ve korteksi olmuştur. Bilişsel Psikoterapi araştırmacıları yavaş yavaş Preforontal Alan ve korteksi ile ilgili ket vurma, dikkat, değerlendirme ve gözlemleme gibi birtakım entelektüel yetilerimizin ve düşünmeyle ilgili fonksiyonlarımızın üzerinde çalışmaya başlamışlardır. Son dönemdeki bilimsel gelişmeler sayesinde davranış ve biliş birleştirilerek bilişsel-davranışçı terapiler oluşmuştur. Süreç içerisinde görülmüştür ki sadece davranış ve biliş sistemi egemen olan bir yapı değil insan, daha karmaşık ve kompleks bir yapı, onun da altında orta beyni ilgilendiren, duygu şemalarından oluşan temel duygusal öğrenmelerimizin davranışı ve bilişimizi belirleyen bir sistem olduğu ve bu sistemlerin karşılıklı birbirini etkileyerek sistemlerde değişim ve dönüşüme neden olan feedback sistemleri yarattığı açık ve net bir şekilde ortaya konmuştur (Greenberg, 2011; Cozolino, 2004; Schore, 2003).
Nörobiyolojik Gelişmeler ve Duygu Kuramının Gelişmesi
Psikoterapi Biliminin gelişim sürecinde her bir dalga yeni bir dalgaya evrilmiş, davranışçılıkla başlayan hikâye bilişsel bir farkındalık ve bilişsel mekanizmaların açığa çıkarılmasına yönelik bilimsel aktivitelerle devam etmiştir. Bu bilişsel dalga, duygu odaklı yeni dalgalara öncülük etmiştir. On binlerce araştırmanın kliniklere egemen olması ve sonuçlarının ortaya çıkması; arka planda yavaş yavaş duygu odaklı araştırmaları da beraberinde getirmiştir (Greenberg, 2011). Orta beyin üzerinde hâkim olan, duygu sistemimizin merkezinde bulunan amigdal çekirdek ve limbik sistemdeki tüm diğer yapılar duyguların işlemlenmesine aracılık eden, oluşturan ve duygu şemalarını meydana getiren beyin bölgeleridir (Greenberg, 2011; Cozolino, 2004; Schore, 2003). Bu beyin bölgelerinin duygu odaklı duygu şemalarının oluşmasında ne kadar etkin olduğu bugün daha iyi anlaşılmıştır. Deneyime dayalı duygu şemalarını oluşturan mühürlenme işlemlerinin ne kadar önemli olduğu da bilimsel olarak kanıtlanmıştır (Greenberg, 2011; Cozolino, 2004; Schore, 2003). Leslie Greenberg’in ve nörobilimle ilgilenen bilim insanlarının bu konuya dair elde ettikleri derin bilgiyle beraber üçüncü bir dalga olan Duygu Odaklı Psikoterapi dalgası başlamıştır. Bu yeni yaklaşım tarzına göre öncelikle beynimizde duygularımızın bize rehberlik ettiği, yol gösterdiği iddia edilmiş, düşüncelerimizin ve davranışlarımızın duygudan sonra ortaya çıktığı kabul edilmiştir. Bu şekilde duygularımızın öncülüğünün farkındalığı ile beraber üçlü sistem kabul edilmiştir. Duygu, düşünce ve davranış olarak birbirini etkileyen yeni bir psikoterapi anlayışı olarak karşımıza çıkmıştır.
İnsan Fizyolojisi ve Genetiğinin Etkisi
İnsan beyninin işlev ve yapılanması üzerinden tekrardan beyin oluşumuna bakacak olursak; davranışın, bilişin ve duygunun işlendiği yerin beyin olduğunu görürüz. Beyin; duygu, düşünce ve davranışın şekillendiği ve bunların da fizyolojik düzenlemeler aracılığı ile yapıldığı merkezi bir organdır. Beyin kökündeki hayati yapılar insan fizyolojisinin en hayati fonksiyonlarını düzenleyen sistemleri barındırmaktadır. Bu bölgedeki fiziksel değişiklikler (Organik, kimyasal, hormonal, biyolojik, fiziksel vb.) tüm organlarda fizyolojik karşılıklarla son bulmaktadır. Organların fizyolojik tepkileri, insanoğlunda duyguyu, düşünceyi ve davranışı etkilemektedir. Aynı şekilde duygu, düşünce ve davranıştaki değişimler de organların fizyolojik tepkilerine neden olmaktadır. Bu sistem karşılıklı olarak birbirini düzenleyen geri beslemeli bir düzene sahiptir. Bu ilişki çizgisel olmayıp kaotik ve sistem kurallarına göre fonksiyon görmektedir. (Lichtenberg, Lachmann ve Fosshage, 2009). Bu bilgiler bize göstermektedir ki; beynimizde ve vücudumuzda oluşan fizyolojik tepkimelerin de insan hayatında ne kadar önemli olduğudur. Kimliğin ve kişiliğin gelişiminde fizyolojik mekanizmaların ne kadar büyük bir rol aldığına da bu şekilde öğrenmiş olmaktayız.
Sistem Teorisi ve Kaos Yaklaşımı
Son zamanlarda yapılan çalışmalarda fizyolojik etkinin duyguları, duygusal etkinin düşünceleri ve düşüncelerin davranışları, aynı şekilde tersi yönden davranışların düşünceleri, düşüncelerin duyguları, duyguların da fizyolojiyi etkilediğine dair komple sistemin ahenkli bir şekilde çalıştığ��nı görüyoruz. Kurt Lewin’in geliştirdiği alan kuramı, psikoterapide kendini genişleterek ortaya koymuştur (Katz ve Magnavita, 2002; Lewin, 1976). Bu sistemin herhangi bir yerinde herhangi bir şekilde meydana gelecek olan arızanın zaman zaman davranış kaynaklı, zaman zaman biliş kaynaklı, zaman zaman duygu şema kaynaklı, zaman zaman fizyolojik madde ve organik köken kaynaklı etkilerine bağlı olarak iç ruhsal yapının, kişiler arası boyutunun, sistem boyutunun bozulduğu ve buna bağlı olarak klinik tabloların ortaya çıktığını açıkça söylemek mümkündür (Katz ve Magnavita, 2002; Lewin, 1976).
Kişilik Bozuklukları Kuramları (Jung, Adler vb.)
Davranışçılığın ve Bilişsel kuramların üniversitelere egemen tutumu devam ederken Klasik Psikanaliz bildiği yolda paralel bir şekilde kendi dünyasını inşaya devam etmektedir. Psikanalitik dünya da kendi içerisinde iki gruba ayrılarak bölünmelere başlamıştır. Bugün geriye doğru baktığımızda; başını Sigmund Freud’un çektiği ve daha çok nevroz vakalarının tedavisi ile ilgilenen klasik orta yolcu psikanaliz grubu vardır. İkinci bir yol olarak yoluna devam eden diğer grup ise; nevroz vakalarından ziyade kişilik bozukluklarına ilgi duymuş ve ödipal öncesi dönemin problemlerine odaklanmışlardır. Bu ne anlama gelmektedir? Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un kuramına başkaldırı niteliğinde olan kopuşlar Carl Gustav Jung tarafından başlatılmış ve ardından Alfred Adler ile devam etmiştir. Bu ayrılışların ortak ögesi yeni dinamik kuramcıların ilgilendiği alan ödipal çatışmalardan ziyade; kişiliğin ve kendiliğin gelişim süreçleri ve patolojileridir (Gabbard, 2012; Magnavita, 2002). Tüm bu kopuşlara rağmen dinamik kuramcıların ortak özelliği Heinz Kohut’a kadar tek kişilik terapilerin bakış açısıyla insanı eğerlendirmeleridir. Kişilik bozukluklarına odaklanan bu çalışmalar her ne kadar tek kişilik psikoterapiler grubunda anılsalar da içlerinde iki kişilik terapilerin gelişmesini sağlayacak bir zemin ve tohum barındırmaktadır (Wachtel, 2008). Sigmund Freud’un ödipal düzlemdeki patolojileri ele alan psikanalitik boyutuna karşı yavaş yavaş kişilik bozukluklarını incelemeye doğru bir eğilim başlamıştır. Jung'la başlayan bu eğilim, Adler'le beraber kendilik kavramı üzerinden çalışmalarla devam etmiş, nevrotik tablolar ve üçlü ilişkilerdeki bozukluklardan ziyade ikili ilişkilerdeki bozuklukları inceleyen terapi alanlarına doğru evrilmiştir (Gabbard, 2012; Magnavita, 2002).
Kendilik Psikolojisi Kuramın Gelişmesi (Heinz Kohut)
Psikanalitik literatürlerden bağımsız bir kopuş olarak nitelendirilebilecek olan esas kopuş; kendilik psikolojisi kuramını inşa eden Heinz Kohut'un çıkışıdır. Heinz Kohut’un bu başkaldırısı tek kişilik terapilerden iki kişilik terapilere geçme noktası olarak kabul edilmektedir (Kohut, 1971; Mitchell, 1988; Watchel, 2008). Heinz Kohut suçlu insanı değil, trajik insanı merkezine almıştır. Sigmund Freud’un getirdiği kuramsal birikimi ve terminolojiyi alt üst etmiştir. İnsan gelişimini ve psikopatolojisini yeni baştan yorumlamıştır. Kendilik ve kendilik nesnesi, birincil aynalanma, ikincil aynalanma, akran aynalanması, büyüklenmeci kendilik, idealize edilmiş ebeveyn imagosu, birincil narsisizm, ikincil narsisizm, gelişimsel duraklama, parçalanma kaygısı, gerilim yayı, kendilik nesnesi işlevi gibi yeni terimlerle yeni bir kuram inşa etmiştir. Kuramının adını “Kendilik Psikolojisi” olarak isimlendirmiştir. Tüm bu yenilemelere rağmen Freud’un etkisi ve terminolojisi gizliden gizliye kuramının içinde bulunmuştur (Kohut, 1971, Mitchell, 1988; Watchel, 2008). Kişinin kendilik nesnesi olarak bahsetmiş olduğu bu çalışmalarda Kohut, tekli ilişkilerden ikili ilişkilere geçmiş; fakat kuramsal tam bağımsızlığını ilan ederken Freud'un getirmiş olduğu terminolojiden uzak kalamamıştır (Mitchell, 1988; Watchel, 2008). Kuramının detaylarını açıklarken ve terapötik yaklaşımını inşa ederken; bir nevi arkaik bir model olan klasik psikanalitik modelin terimleriyle kendisini ifade etmiştir. Bu durum daha sonraki takipçileri tarafından eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin sonucunda “Kendilik Psikolojisi” içerisinden iki kişilik terapiler vücut bulmuştur. Karşılıklı etkileşim ve kendilik nesnesi işleviyle ortaya çıkan bu terapiler ilişkisel psikanalizi doğurmuş ve buna bağlı olarak birçok alt versiyonları ortaya konmuştur (Mitchell, 1988; Watchel, 2008; Aron ve Harris, 2011).
Nesne İlişkileri Kuramının Gelişmesi (Melanie Klein)
Süreç içerisinde aktarım ve karşı aktarım duyguları değişiklik arz etmiş, özellikle nesne ilişkileriyle başlayan, Melanie Klein'la başlayan sistemde Freud'un getirmiş olduğu ana yapı yeni bir evrime ulaşmıştır. Bu gelişim içselleştirilmiş nesne ilişkileri bağlamındaki fantezilere doğru kaymış, içerideki agresif birimin kontrol edilmesine bağlı libidinal birimin dengeleyici unsur olabilmesi özelliği üzerinde durulmuştur. Bölme temel savunma mekanizması olarak alınmış ve tüm kuram bölmenin etrafında şekillenmiştir. Bölmeye dayalı idealizasyon, devalüasyon ve bunlara bağlı ortaya çıkan yansıtmalı özdeşim kavramı üzerinde durulmuştur. Tüm kişilik bozuklukları bölme mekanizmasının devamına bağlanmıştır. Bölme savunma düzeneği ve buna bağlı diğer savunma düzenekleri çok incelenmiş ve terapide üzerinde durulan temel konu olmuştur. Nesne ilişkilerinden doğan kuramlar kendi içerisinde modern çağdaş nesne ilişkileri kuramı, Masterson'un geliştirmiş olduğu terk depresyon kuramı gibi farklı uygulamalara ve bakış açılarına dönüşmüşlerdir. Kohut'tan gelen iki kişilik terapiler, çağdaş kendilik psikolojisi, öznelerarası alan, güdülenme sistemleri, ilişkisel psikanaliz gibi çeşitli versiyonları halinde bir çeşitliliğe ulaşmış, her bir çeşidi bir klinik tabloyu daha iyi izah edebilecek bir potansiyele sahip olmuştur. Bir taraftan çağdaş, modern üniversitelerin geliştirmiş olduğu bilişsel, davranışçı ve duyguların ve fizyolojisi üzerine daha çok kanıta dayalı nesnel araştırmalar üzerinden çalışan sistem devam ederken diğer taraftan Freud'dan başlayan sistem tek kişilik terapilerden iki kişilik terapilere, oradan nesne ilişkilerine, nesne ilişkilerinden daha çok kişilik bozuklukları üzerine çalışan yapılara, ilişkisel psikanalize ve çağdaş nesne ilişkileri kuramına, Masterson'un terk depresyonu kuramı gibi kuramlara doğru evrilmiştir. Bunun yanında bu kuramları entegre eden, bütün kuramlara üstten bakan yeni kuramsal çerçeveler oluşmuştur. Geştaltiyen terapileri, interpersonel terapileri, sistem terapilerini buna dâhil etmek mümkündür. Tüm bunlar insanın kendisini anlamaya yönelik olarak tarihsel süreç içerisinde verilmiş olan ilginç çalışmalar ve örneklerdir.
Bütüncül Psikoterapi Kuramın Gelişmesi
Burada bahsi geçen tüm çalışmalar perspektifinde baktığımızda; bilimin merkezi olan üniversitelerdeki gelişim davranışçılıkla başlamıştır. Ardından bu süreç bilişsel bir evrime dönüşmüştür. Bilişsel bir evrimden duygu şemalarına ulaşarak Duygu Odaklı Terapiler ortaya çıkmıştır. Duygu şemalarından yola çıktığımızda da fizyolojik etkilerin karşılıklı etkileşimiyle beraber entegratif bir yapıya doğru evirildiğini gördük. Bahsi geçen evreler ve parametrelerin birbirleriyle etkileşen sistemler içerisinde olduğunu ve sistem teorisinin katkısı olmadan konunun anlaşılamayacağına dair bir bütünleşmeye ulaştık. Diğer taraftan klasik psikanalizin dürtü kuramıyla başlayan Freud’un kuramsal hikayesinin dürtü çatışma kuramının ötesinde yavaş yavaş kişilik yapısının oluşmasıyla ilgili gelişimsel süreçlere vardığını tespit ettik. Bu sürecin devam ederek içselleştirilmiş nesne ilişkilerine, buradaki libidinal birimle agresif birimin, modern anlamda ifade edecek olursak sağ beyinle sol beyinin entegrasyonundaki çalışmaların agresif birimi kontrol altına alacak ve insan kendisiyle ve çevreyle olan ilişkilerini sağlıklı bir hale getirebilecek bütünleşmiş bir sisteme doğru evrildiğine şahit olduk. Değişim ve gelişim sürerek; tek kişilik terapilerden iki kişilik terapilere, oradan ilişkisel psikanalitik terapilere, ardından kendilik psikoterapilerine, öznelerarası alana, güdülenme sistemlerine ulaşıp iki kişilik terapilerin sahasına adım atılmış oldu. Bu süreçler sonuçta insan beynine ulaşarak; yavaş yavaş nörobiyoloji ve 'neuroscience'a doğru götüren ve sağ beyinle sol beyin arasındaki ilişkiyi irdeleyen daha çok ayağı nörobiyolojik temellere dayanan bir psikanalitik gelişim seyri noktasına gelmiştir. Diğer taraftan da üniversitelerde yapılmış olan bilişsel-davranışçı, duygu şemalı ve fizyolojik gelişimlerle gelişen sistemin de nörobiyolojik bir temele doğru gittiği ve kendilerini nesnel bir kanıt oluşabilmek ve beyinde nelerin olup bittiğini anlayabilmeye yönelik olarak çalışmalar içerisinde bütünleştirdikleri görülmüştür. Süreç içerisinde bu dağınıklık o hale gelmiştir ki dört yüzün üzerinde psikoterapi tekniği ve yaklaşım tarzının bilimsel olarak tanımlandığı bir çeşitliliğe ulaşılmıştır. İnsanoğlu asla bir ötekine benzemeyecek kadar öznel olan bir varlıktır. Her bir hareketi, eylemi yani düşüncesi, duygusu, davranışı ve fizyolojik tepkileri anda olan ve asla bir daha tekrarlanamayacak olan bir öznelliğe sahiptir. Böyle bir yapının anlaşılabilmek için dar kalıplar içerisinde, determinal bir yapı içerisinde izah edilmeye çalışılması elbette mümkün değildir. Sonuç itibarıyla yakalanan her bir parçanın ayrı bir tedavi ve teknik olarak ortaya çıkmış olması bu çeşitlilikten kaynaklanmaktadır. İşte buradaki birbirinden çeşitli olan, farklı olan hatta birbiriyle savaş halinde olan psikoterapötik kuramlar son dalga olarak bütünleştirilmeye, aralarındaki ilişkinin anlaşılmasına, daha sistematik bir şekilde bakılmaya dayalı bir çalışma süreci başlatılmıştır (Gold ve Wachtel, 1993; Norcross, 2005; Luborsky ve Barrett, 2006; Goldfried, 1995b; Wachtel, 2008; Magnavita, 2002; Beutler, 1983; Lazarus, 1989). Bu manada bütüncül psikoterapiler; bundan 30 yıl kadar önce bir grup bilim adamının bir araya gelerek psikoterapide etkin olan şey nedir, insanı nasıl anlarız şeklindeki karşılıklı çalışmaları ve sohbetleriyle ortaya çıkan, bilimsel etkinlikleriyle ortaya çıkan bir dalga olarak görülmüştür. Bu dalganın içerisinde bütüncül psikoterapiler kendi içerisinde farklı farklı ekollerin ve tekniklerin bütünleştirilebildiği, bunların teorik, teknik ve yahut da yaklaşım tarzı olarak bütünleştirilebileceğine dair birtakım iddialar ortaya çıkmıştır. Terapideki işe yarayan ve yaramayan öğelerin yani uydurulan veya mit olarak ortaya çıkan yapıların bir şekilde klinik ortamlarda değerlendirilebileceği, araştırılabileceğine dair yeni araştırma yöntemleri geliştirilmiş, psikoterapide etkin olan hususların açığa çıkarılması ve etkin olmayan hususların saf dışı bırakılmasıyla ilgili nedenselliğin açığa çıkarılmasına yönelik yeni bir dalga olarak kendisini ortaya koymuştur (Gold ve Wachtel, 1993; Norcross, 2005; Luborsky ve Barrett, 2006; Goldfried, 1995b; Wachtel, 2008; Magnavita, 2002; Beutler, 1983; Lazarus, 1989). Bu manada bütüncül psikoterapilere baktığımızda bütüncül psikoterapilerin öncelikle dört ana kümede toparlandığını görürüz. Bunları; eklektik bütüncül psikoterapiler, entegratif bütüncül psikoterapiler, ortak faktörlere dayalı bütüncül psikoterapiler, asimilatif bütüncül psikoterapiler olarak değerlendirmek mümkündür. Bütüncül Psikoterapilerin de kendine ait bir literatürü oluşmuştur. Bu literatür bağlamında bir klinik örnek üzerinden kuramın tanıtılması, kişilik teorisinin incelenmesi, arkadaki psikopatoloji teorisinin hipotez ve varsayımlarının neler olduğu ortaya konmaya çalışılmıştır. Ortaya atılan Bütüncül Yaklaşımların terapötik süreçlerinin ne olduğunun irdelenmesi, terapötik içerik konusuna bakılması, terapötik bir ilişkinin nasıl olduğunun incelenmesi, terapinin uygulamaya yönelik yönlerinin irdelenmesi tek tek bilimsel olarak araştırma konusu olmuştur. Bu çalışmaların sonucunda; terapinin yapılan araştırmalardaki etkilerinin ortaya konması ve terapiye yönelik olan eleştiriler olacağına dair diğer kuramların eleştirilerinin dikkate alınması ve gelecekle ilgili olarak tahminlerin neler olduğuna dair bir bilginin ve araştırmanın yapılması temel hedef olarak görülmüştür (Gold ve Wachtel, 1993; Norcross, 2005; Luborsky ve Barrett, 2006; Goldfried, 1995b; Wachtel, 2008; Magnavita, 2002; Beutler, 1983; Lazarus, 1989).
Eklektik Bütüncül Psikoterapi Kuramının Gelişmesi
Psikoterapide eklektizm dört entegratif yöntem içinde en az teorik yönelimli olandır. Eklektizmi en iyi anlatan ifade “Hangi sorun için, ne yaparsam işe yarar?” yaklaşımıdır. Psikoterapist anlık pragmatik müdahale seçeneklerine odaklanır. Belirli bir hasta ve belirli bir problem için hangi tekniğin işe yaradığına dair geçmişte yapılan araştırmaların sonucu olan ampirik bilgiye dayanır. Kullanılan tekniklerin alındıkları teoriler (kişilik veya psikopatoloji teorisi) ontolojik veya epistemolojik yönden uzlaştırılamaz olabilirler. Bu entegrasyon modelinin savunucuları, teorik sentezin boşuna bir çaba olacağına inanırlar, bunun yerine literatürde bulunan sayısız psikoterapi tekniğinden yeri geldiğince yararlanabilmenin zengin bir klinik repertuvar oluşturabilmek için gerekli olduğuna inanırlar (Lazarus, 1989; Norcross, 2005). Lazarus’un Multimodal Teorisi ve Larry K. Beutler’in Sistematik Tedavi Seçimi ortak faktörler yaklaşımının iki önemli örneğidir. Arnold A. Lazarus teknik eklektizmini BASIC I.D. formülü ile sunmaktadır. Bu formül 7 parametreden oluşmaktadır. Bunlar İngilizce yedi kelimenin baş harfleridir. Multimodal Terapi bu 7 parametredeki açılımlarla ilgili sorulara cevap arar. Bunlar; Behavior (Davranış), Affect (Duygulanım), Sensation (Duyum), Imagery (Tasarım), Cognition (Biliş), Interpersonel (Kişilerarası ilişki) ve Drugs/biology (İlaçlar ve biyoloji) dir.
Entegratif Bütüncül Psikoterapi Kuramının Gelişmesi
Entegratif psikoterapileri daha çok teorik alandaki insan zihninin izah edilmesine yönelik olarak kuramları bütünleştirme ve teorik olarak onlar arasında yeni bir formül üreterek insan zihninde olup biteni yeni bir paradigma, diğer şekliyle oluşturmaya yönelik olan gayretlerdir. Transteorik çalışma buna ilginç bir örnek olarak ortaya konulmuştur veyahut da Paul Wachtel'in geliştirmiş olduğu dinamik döngüsel model bu entegratif çalışmalara ilginç bir örnektir. Keza aynı şekilde bütüncül psikoterapiler bağlamında bir birleştirilmiş psikoterapi yöntemi olarak rölatif bütüncül psikoterapi de entegratif bütüncül psikoterapi çalışmasındaki yapılmış olan ülkemizdeki öncü çalışmalardan bir tanesidir (Özakkaş, 2005; Wachtel, 2008; Norcross, 2005; Ellis, 1973). Bu bir psikoterapi meta-modeli veya terapilerin terapisini oluşturma sürecine verilen addır. Teorik entegrasyonda, birden fazla teorinin en başarılı yönleri tek bir kavramsal çerçevede sentez edilmeye çalışılır. Yeni teori zuhur eden (emergent) bir niteliğe sahip olmalıdır; yani onu oluşturan (bileşen) teorilerin basit bir toplamından daha fazla anlam içermelidir. Bu tarz bir metateorik entegrasyon modeli üretme çabası kimileri tarafından imkânsız, kimileri tarafından ise fazla gösterişli bir çaba olarak görülmüştür. Çünkü meta-teorik bir seviyede herhangi bir yakınlaşma çabasının fazlaca zorlu ve ürkütücü olduğu düşünülmektedir. Oysa bu tip pek çok meta-teorik model geliştirilebilmiş ve klinisyenlere entegratif (bütüncül) pratiklerini dayandırabilecekleri genel bir harita veya anlatı sunularak, uygulama için destek sağlanmıştır. Bir teorik entegrasyon iddiası, iyi kurgulanmış bir insan teorisine dayandırılmalıdır. Bu türden meta-teorik entegrasyon modeli geliştirmeye çalışan kişiler arasında, insanların yaşamları boyunca geçirdikleri psikospiritüel gelişim sürecini izleyen modeliyle Wilber, terapötik ilişkiye yaptığı vurgu üzerinden üç ana terapi geleneği arasında köprü kurmaya çalışan beş-ilişki modeliyle Clarkson ile birlikte insan işleyişini anlamak ve klinik seçenekleri sunmak için geliştirdiği yedi-aşamalı modeliyle Lapworth ve insanın içinde var olduğu sosyal ve ekolojik sistemlere de bakan supraparadigmatik modeliyle Opazo sayılabilir (Norcross, 2005; Ellis, 1973).
Ortak Faktörlere Dayalı Bütüncül Psikoterapi Kuramının Gelişmesi
Entegrasyonu hedef alan bazı araştırmacılar, psikoterapi yaklaşımlarında ortak olarak bulunan faktörlerin (zemin), bu yaklaşımlardaki biricik, özgül faktörlerden (figür) daha önemli olduğunu düşünmektedirler. Ortak faktörler yaklaşımına yöneltilen en önemli eleştiri ise, entegrasyonu sadece ortak faktörlere dayandırdığımız zaman, aslında gayet gelişmiş teori ve teknikleri içeren büyük bir zenginliği kaybedebileceğimiz şeklindedir. Ne var ki sağaltım sürecinde bir yandan ortak faktörlerden yararlanırken, diğer yandan da terapiste ve hastaya uygun teknik ve stratejik zenginlikten faydalanmamak için hiçbir sebep bulunmamaktadır. Ortak ve özgül faktörlerin birlikte kullanımı en etkin çözüm olacaktır. Goldfried yapılan araştırmalarda farklı psikoterapi yaklaşımları arasındaki ortak noktaları şu şekilde sıralamaktadır. Kültürel olarak, terapinin yardımcı olacağı görüşünün hasta tarafından kabul görmesi.Psikoterapötik ilişkiye katılım.Hastaya, kendisine ve dünyaya dışarıdan bir bakış kazanma imkanının verilmesi.Düzeltici duygusal deneyimlerin teşvik edilmesi.Gerçekliği tekrar tekrar sınama fırsatı. Goldfried farklı yaklaşımları kapsayacak ortak bir terapi dili bulmak için çalışmıştır. Goldfried böyle bir dilin farklı yönelimli terapiler arasında, ortaklaşmış kavramlar üzerinden bir klinik diyalog kurulmasını mümkün kılacağına inanmaktadır. Örnek olarak yazarın kullandığı “kısır döngü” teriminin psikanalizdeki karşılığı “nörotik tekrarlama zorlantısı”, transaksiyonel analizdeki karşılığı “oyun”, geştalt psikoterapisindeki karşılığı “değişmez geştalt” ve bilişsel terapideki karşılığı “temel şemalar”dır (Goldfried, 1995b). Literatürde 15’ten fazla yapılandırılmış vaka formülasyonu metodu mevcuttur. Bu metotların birçoğu psikodinamik çerçeve içerisinde geliştirildiyse de davranışsal, bilişsel-davranışsal, bilişsel-analitik ve eklektik/bütünleyici okullardan metotlar da önerilmiştir. Birçoğunun güvenilirliği ve geçerliliği test edilmiştir. Ortak faktör yaklaşımı yoluyla birçok psikoterapi yaklaşımının vaka formülasyonunu ortak bir kavramsal çatıda buluşturmak mümkündür. Bu konuyla ilgili olarak da Luborsky ve Barrett’in geliştirdiği “çekirdek çatışmasal ilişki teması (ÇÇİT)” önemlidir. Luborsky 1973’ten başlayarak günümüze kadar yaptığı çalışmalarda, psikoterapi süreçlerindeki hastaların ortak taleplerini bulmaya ve bunları kanıta dayalı bir şekilde incelemeye çalışmıştır. Bu çalışmaların sonucunda ÇÇİT modelini ortaya koymuştur. Bu modelin özünde hastaların temel ilişki örüntülerini incelemek yatmaktadır (Luborsky ve Barrett, 2009).
Asimilatif Bütüncül Psikoterapi Kuramının Gelişmesi
1992’de öne sürülen asimilatif entegrasyon yaklaşımında, merkezde bir ana teori bulunurken, diğer yaklaşımların teknik ve kavramları bu orijinal yönelime asimile edilir. Bu asimilasyon sürecinde hem ithal edilen teori hem de merkezde hazır bulunan teori karşılıklı olarak değişime uğrar. Asimilatif entegrasyonun amacı bir yandan orijinal teoriyi korurken, diğer taraftan terapistin yaklaşımındaki zayıflıkları düzeltebilecek ampirik müdahaleleri bu teorinin bünyesine katmaktır.
Asimilatif Psikodinamik Psikoterapi
Asimilatif psikodinamik psikoterapik entegrasyonla ilgili yayınların büyük bir kısmı Gold ve Stricker tarafından yapılmıştır. Asimilatif psikodinamik yaklaşımın temelinde hastanın anlaşılmasının ve formüle edilmesinin ana yapısı psikodinamik bir yaklaşım tarzına sahiptir. Ancak bu tekniğin hemen yanı başında bilişsel, davranışsal ve hümanistik yaklaşımlar da mevcuttur (Gold ve Stricker, 1993). Gold ve Stricker 1980‘de asimilatif entegratif yaklaşımda iç içe geçmiş üç halkalı interaktif bir model önermektedirler. En dış halkada davranışsal katman varken, en altta psikodinamik katman mevcuttur. Orta katman ise bilişsel yapılarla ilintilidir. Davranışlar bilinçdışı süreçleri etkilerken, bilinçdışı süreçler davranışları etkileyebilmektedir. Düzeltici duygusal deneyimleri de aynı şekilde kalıplar olmasına rağmen, ilk nesne ilişkilerinin düzeltici etkileri söz konusudur. Bu durumda davranışsal katmanla psikodinamik katman birbiriyle ilişki içerisindedir (Stricker ve Gold, 1993; Norcross, 2005; Ellis, 1973).
Bilişsel Davranışsal Asimilatif Entegrasyon
Bilişsel Davranışsal Asimilatif Entegrasyon üzerine çalışan Costonguay, Newman, Borkovec, Holfroth ve Maramba’ya göre birçok psikoterapi yaklaşımında, onların aralarındaki ortak prensiplere inandıklarını ifade etmektedirler. Bu ortak prensiplere baktığımızda şunları sayabiliriz. 1-Kendiliğe yeni bir perspektif kazandırmak, 2-Terapötik iş birliğini tesis etmek, 3-Yeni veya düzeltici deneyimleri yaratmak, 4-Terapötik değişimlerin tamamını, danışanın günlük yaşamına yansıtmak. Yukarıdaki ortak nedenler nedeniyle temel bakış açısı kognitif-davranışçı ekol olmalarına rağmen danışanın yarar görebilmesi için yeri geldiğinde diğer tedavi yaklaşımlarından çeşitli teknikleri kullanmaları mümkün olmaktadır. Yapılan bilimsel çalışmalarda duygusal derinlik ve kişiler arası ilişkilerin artmasını uyaran ilave tekniklerin uygulanması ile CBT’nin etkinliğini arttırdığını göstermişlerdir. Bazı araştırmacılar, CBT’nin kişiler arası ilişkilerdeki faktörleri göz ardı etmesi nedeniyle CBT'yi eleştirmişlerdir. Birçok araştırmacı CBT’lerin intrapersonel yapılarla daha çok ilgilendiklerini ve interpersonal (kişilerarası) ilişkilerle daha az ilgilendiklerini bildirmişlerdir. CBT’nin eleştirildiği bu noktalarda; psikodinamik interpersonel (Pİ) yaklaşımla terapistler, hastaların duygularını ifade etme ve gösterme konusunda hastayı motive ederken, CBT’ler hastanın bu duygularını göstermesi değil kontrol etmesi ve duygularını düzenlemesi üzerine çalışmaktadır. Bunlar da göstermektedir ki; CBT’ye ilave başka teknikler eklenmesi tedavinin etkinliğini artırmaktadır. Bu yaklaşımlar hala gelişme aşamasında olan bütüncül psikoterapi dalgasının ana dalgalarıdır. Çok çeşitlilik arz eden psikoterapi savaşlarında bir dinginliğe, bütünleşmeye; danışanın ihtiyaçlarını gidermeye ve insan ruhunun temel yapılarını, ana taşlarını anlamaya ve kavramaya yönelik çalışmaların son kertede bu noktada da yine nörobiyoloji ve 'neuroscience'la yolları kesişmektedir. Özellikle modern teknolojinin geliştirmiş olduğu pozitron emisyon tomografi ve fonksiyonel manyetik rezonans gibi çalışmalarda canlı olarak insan beyninin nasıl geliştiği ve insan beyninin sosyal bir beyin olduğu, bir başka beyin olmadan gelişemeyeceği, bu nedenle anne - bebek ilişkisinin özelikle 0-2 yaş arasında ve 0-5 yaş arasında ne kadar önemli olduğuna dair bilimsel verilerle desteklenmiştir (Cozolino, 2004; Schore, 2003).
Öznelerarası Alan ve Sistemik Bütüncül Psikoterapi Kuramının Gelişmesi
Bu da psikodinamik kuramların gerçekten çok önemli olduğu, davranışsal öğrenme ilkelerinin bebeklikten itibaren çok etkin ve önemli olduğuna dair bilgiyi vermiştir ve öznelerarası alan kuramının, kaos kuramının ve sistem kuramında sisteme egemen olarak daha önümüzdeki dönemlerde etkin olacağını gösteren veriler olarak önümüzde durmaktadır (Stolorow ve Atwood, 1992; Lichtenberg, 1989; Stern, 2004; Katz ve Magnavita, 2002). Kaynakça Aron, L. ve Harris, A. (2011). Relational psychoanalysis: Expansion of theory. Routledge. Beck, A. T. (1976). Cognitive therapy and the emotional disorders. New York: International Universities Press. Beck, A. T., Rush, A. J., Shaw, B. F., ve Emery, G. (1979). Cognitive therapy of depression. New York: Guilford Press. Beck, A. T., Emery, G., ve Greenberg, R. (1985). Anxiety disorders and phobias: A cognitive perspective. New York: Basic Books. Beck, A. T. ve Freeman, A. (1990). Cognitive therapy of personality disorders. New York: Guilford Press. Beutler, L. E. ve Hodgson, A. B. (1993). Prescriptive psychotherapy. In Stricker G and Gold JR.(Eds.), Compherensive handbook of psychotherapy integration (p 151-163). New York and London Plenum Press. Castonguay, L. G. (2005). Cognitive-behavioral asimilative integration. In Norcross JC. and Goldfried MR., (Eds.) Handbook of psychotherapy integration (2nd ed., p. 241-259). New York: Oxford University Press. Clarkson, P. (1992). Transactional analysis psychotherapy (1st ed). London: Routledge. Cozolino, L. (2004). The making of a therapist: A practical guide for the inner journey. New York: W. W. Norton & Company, Inc. Dryden, W. ve Norcross, J. C. (1990). Eclecticism in counselling and psychotherapy (1st Ed., p. 184-185). Ipswich: Gale Centre Publications. Eells T. D. (2007). Handbook of psychotherapy case formulation. Second Edition, New York, London: The Guilford Press. Ellis, A. (1973). Rational-emotive therapy. Big Sur Recordings. Evans, K. R. ve Gilbert, M. C. (2005). An introduction to integrative psychotherapy (1st ed., p. 1- 30). New York: Palgrave Macmillan. French, T. M. (1993). Interrelations between psychoanalysis and the experimental work of pavlov. American Journal of Psychiatry, 89, 1165-203. Freud, S. (1894). The Neuro-psychoses of defence, in The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud, Vol 3. Translated and edited by Strachey J. London, Hogarth Press. Freud, S. (1905). Fragment of an analysis of a case of hysteria, in The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud, Vol 7. Translated and edited by Strachey J. London, Hogarth Press. Freud, S. (1910). The future prospects of psycho-analytic therapy, in The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud, Vol 11. Translated by Strachey J. London, Hogarth Press. Freud, S. (1912). Recommendations to physicians practicing psychoanalysis, in The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud, Vol 12. Translated and edited by Strachey J. London, Hogarth. Freud, S. (1913). On beginning the treatment (Further recommendations on the technique of psycho-analysis), in The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud, Vol 12. Translated and edited by Strachey J. London, Hogarth Press. Freud, S. (1916-1917). Introductory lectures on psycho-analysis, in The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud, Vols 15-16. Translated and edited by Strachey J. London, Hogarth Press. Freud, S. (1923). The ego and the id, in The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud, Vol 18. Translated and edited by Strachey J. London, Hogarth Press. Freud, S. (1926). Inhibitions, symptoms and anxiety, in The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud, Vol 20. Translated and edited by Strachey J. London, Hogarth Press. Freud, S. (1937). Analysis terminable and interminable, in The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud, Vol 23. Translated and edited by Strachey J. London, Hogarth Press. Gabbard, G. O. (2012). Deconstructing vínculo. Psychoanalytic Quarterly, 81(3), 579-587. Gabbard, G. O. ve Hobday, G. S. (2012). A psychoanalytic perspective on ethics, self-deception and the corrupt physician. Brit. J. Psychother., 28(2), 235-248. Goldfried, M. R. (1995). Toward a common language for case formulation. Journal for Psychotherapy Integration, 5(3), 221-4. Gold, J. ve Wachtel, P. L. (2006). Cyclical Psychodynamics. In Stricker G. and Gold J., (Eds.), A casebook of psychotherapy integration (1st ed., ss 79-88). Washington DC: American Psychological Assosiation. Greenberg, L. S. (2011). Emotion-focused therapy. Washington DC: American Psychological Association. Kohut, H. (1971). The analysis of the self; A systematic approach to the psychoanalytic treatment of narcissistic personality disorders. Chicago: The University of Chicago Press. Kohut, H., (1977). The Restoration of the self. Chicago: The University of Chicago Press. Lazarus, A. A. (1989). The practice of multimodal therapy: Systematic, comprehensive, and effective psychotherapy. Baltimore: Johns Hopkins University Press. Leahy, R. (1997). Practicing cognitive therapy: A guide to interventions. Northvale, New Jersey, London: Jason Aronson Inc. Lewin, K. (1976). Field theory in social science selected theoretical papers, (5th ed.). Chicago: University Of Chicago Press. Lichtenberg, J. D. (1989). Psychoanalysis and motivation. The Analytic Press. Lichtenberg J. D., Lachmann F. M., ve Fosshage J. L. (2009). Self and motivational systems: Towards a theory of psychoanalytic technique. New York and London: Routledge Taylor & Francis Group. Luborsky, L. ve Barrett, M. S. (2006). The core conflictual relationship theme (CCRT) a basic case formulation method, In handbook status of psychotherapy case formulation, 2nd edn (ed. Eells, TD., pp. 105-35.) New York: The Guilford Press. Luborsky, L. ve Barrett, M. S. (2009). Çekirdek çatışmasal ilişki teması temel bir vaka formülasyon metodu, (Editör: Tahir Özakkaş). İstanbul: Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları. Mace, C. (1999). Introduction: Philosophy and psychotherapy, In: Mace C. (ed.) Heart and soul: The therapetic face of philosophy (1st ed, pp. 1-13). London: Routledge. Magnavita, J. J. (2002). Theories of personality (1st ed). New York: John Wiley & Sons, Inc. Press. Mahrer, A. R. (1989). The integration of psychotherapies (1st ed). New York: Plenum Publishing. Mitchell, S. A. (1988). Relational concepts in psychoanalysis. Cambridge, Massachusetts and London, England: Harvard University Press. Norcross, J. C. (2005). A primer on psychotherapy integration. In J. C. Norcross & M. R. Goldfried (Eds.), Oxford series in clinical psychology. Handbook of psychotherapy integration (pp. 3-23). Norcross, J. C. ve Goldfried, M. R. (2005). Handbook of psychotherapy integration. (2nd ed.) New York: Oxford University Press. Özakkaş, T. (2008). Bütüncül psikoterapi. İstanbul: Litera Yayınevi. Özakkaş, T. (2006). Anksiyete bozuklukları ve tedavisi (1. Baskı). İstanbul: Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları. Prochaska, J. O. ve Diclemente, C. C. (2005). The transtheoretical approach. In Norcross JC and Goldfried MR., eds. Handbook of psychotherapy integration (2nd ed, pp. 147-171). New York: Oxford University Press. Rosen, A. (1996). Meaning-making narratives: Foundations for constructivist and social constructivist psychotherapies, constructing realities: Meaning making perspectives for psychotherapiests: Inquiries in social construction (1st Ed., pp. 20-21), London: Sage. Ryle, A. ve Bennink-Bolt, F. (2002). Cognitive-analitic therapy: A vygotskian devolepment of object realitions theory. Nolan IS and Cqsw PN., eds. Object Relations and Integrative Psychotherapy tradition and Innovation in Theory and Practice (1st ed., pp. 126-141), London and Philadelphia:Whurr Publishers. Schultz, P. D. (2002). Davranışçılık: İlk etkiler. (Y.Aslay, çev.). Modern psikoloji tarihi içinde, İstanbul: Kaktüs Yayınları. Shore, A. N. (1994). Affect regulation and the origin of the self-the neurobiology of emotional development. Lawrence Erlbaum Associated, Inc. Shore, A. N. (2003). Affect dysregulation and disorders of the self. New York: W.W. Norton & Company, Inc. Songar, A. (1988). Dünyada ve Türkiye'de 1850 yılından sonra tıp dallarındaki ilerlemelerin tarihi (editör: E. K. Unat). İstanbul: Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Vakfı Yayınları. Stern, D. N. (2004). The present moment in pscyhotherapy and everyday life. New York: W.W. Norton & Company. Stolorow, R. D. ve Atwood, G. E. (1992). Contexts of being (1st ed.). Hillsdale: The Analytic Press. Stricker, G. (2006). Asimilative psychodynamic psychotherapy integration. In Stricker, G and Gold J., ed. A casebook of psychotherapy integration (1st ed.) Washington DC: American Psychological Assosiation. Stricker, G. ve Gold, J. (2006). A casebook of psychotherapy integration. Washington DC: American Psychological Association. Stricker, G. ve Gold, J. R. (1993). Compherensive handbook of psychotherapy integration (1st ed). New York and London Plenum Press. Wachtel, P. L. (2008). Relational theory and the practice of psychotherapy. New York: Guilford. Weinberger, J. (1993). Common factors in psychotherapy. In Comprehensive handbook of psychotherapy integration (pp. 43-56). Springer US. Yalom, I. D. (1980). Existential psychotherapy. New York: Basic boks. Young, J. E., Klosko, J. S., ve Weishaar, M. E. (2003). Schema therapy: A practitioner's guide. New York: Guilford Press. Read the full article
0 notes
the34mag · 5 years
Text
Bu toprakların Homeros’u
Tumblr media
BERİL ERBİL
Bir yazarın edebiyatını onun yaşantısından ayrı düşünemeyiz. Yazarın yaşadıkları, gördüğü hayatlar, tanık olduğu olaylar karşısında hissettikleri ve sorguladıkları, ilmek ilmek örer onun edebiyatını. Bu sebeple bir yazarı okurken onun yaşantısına hâkim olmak, yazdığı eserleri daha iyi anlamamıza fayda sağlar.
Gerekli Kitaplar Ocak 2019'da yola çıktığında, bir yayınevi olarak önemli kişilerin yaptıkları ve yapıtları ile hayatları arasındaki bağın önemini vurgulayarak edebiyatımızda biyografi alanındaki eksikliği tamamlamak için kitap kataloğunu zenginleştireceğini açıklamıştı. Yayınevinin kitaplarından elime yakın zamanda ulaşan bir tanesi Meral Saklıyan’ın kaleme aldığı Yaşar Kemal biyografisi oldu: “Çukurova’dan Dünyaya” Meral Saklıyan, tıp eğitiminin ardından Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde tiyatro oyunculuğu ve metin yazarlığı alanında dört yıl eğitim almış, öyküleri çeşitli edebiyat dergilerinde ve internet sitelerinde yayımlanan bir yazar ve bu çalışma Saklıyan’ın ilk kitabı. Emre Sönmez’e ait Yaşar Kemal illüstrasyonu kitabın kapağını süslüyor. Kapağı çevirdiğiniz gibi Yaşar Kemal edebiyatının bir özetini kendisinden bir alıntıda okumanız mümkün: “Bir yanım toplum, bir yanım doğa, bir yanım da insan değerlerine dayalı olsun istedim.” Meral Saklıyan Yaşar Kemal’i bu toprakların Homeros’u şeklinde tanımlayarak başlamış biyografiyi yazmaya. Yaşar Kemal’in çocukluğunu ve yaşantısını edebiyatına da bağlayarak devam etmiş anlatmaya. Anlatısını bazen Yaşar Kemal’den bazen farklı kaynaklardan alıntılarla desteklemiş. İlk sayfalarda Yaşar Kemal’in trajedilerle dolu çocukluğunu anlatmış; babasının öldürülmesi, annesinin töre gereği amcasıyla evlendirilmesi, yaşadığı köyde tek Kürt ailenin çocuğu olması, babasının katili peşindeki amcasının tüm serveti bu uğurda yemesi, Yaşar Kemal 8 yaşındayken köyün en fakir ailelerinden birinin çocuğu olması… Çocukluk ve okul yılları, ilk yazıları ve etkilendiği yazarlar ile devam etmiş Saklıyan yaşam öyküsünü anlatmaya. Burada dilimize kazandırdığı sözcüklerden, askerlik döneminden, Arif Dino, Abidin Dino ve Orhan Kemal’le tanışmasından da bahsetmiş. Arif Dino’nun onu Don Quijote ile tanıştırdığı ve Goriot Baba’nın Orhan Kemal’le dostluklarını başlatan kitap olduğu ayrıntılarına yer vermiş. Ardından da TİP ile tanışma, hapishane günleri ve Cumhuriyet gazetesine giriş sürecini anlatmış. Buradan sonra Yaşar Kemal’in ürettiği türler ve bu türlerdeki çizgisi ve edebiyat anlayışı üzerinde durmuş Saklıyan. Marshall Yardımı ile Türkiye’nin 1950’lerdeki halinden bahsetmiş ve bunu özellikle Hüyükteki Nar Ağacı romanıyla birleştirmiş. Röportajlarıyla birlikte yarattığı farktan söz ederken de okuru Yaşar Kemal’in edebiyatında daha çok gezindirmeye başlamış, türlerle ilişkisi ve yazdığı konular üzerinde durmuş. Yaşar Kemal’in ürettiği edebi türlere yönelik -bazen biyografinin akışını bozduğunu düşünsem de- ansiklopedik bilgiler vermeyi de ihmal etmemiş. Yaşar Kemal ve Türkçe, Yaşar Kemal’i Yaşar Kemal Yapan Özellikler, Yaşar Kemal’in İstanbul’u gibi bölüm başlıklarıyla devam eden biyografide; dünya kültürünü “Bin bir çiçekli kültür bahçesi” olarak tanımlayan Yaşar Kemal’in Kürtler ve Kürt sorununa bakışına da değinilmiş; Yaşar Kemal’in romanlarındaki objektif bakış açısına ve toplumsal gerçekçi üslubuna vurgu yapılmış. Saklıyan biyografiyi Yaşar Kemal’in kronolojik yaşam öyküsüyle noktalamış, kaynakçayla da detaylı okumalara davet etmiş okuru. Yaşar Kemal, edebiyatımızın en büyük yazarlarından biri olarak politik kişiliğiyle de ön plandaydı. Hatta bu yönünü detaylı olarak Aydın Orak’ın Yaşar Kemal Efsanesi belgeselinde izlemiştik. Meral Saklıyan bu alana dokunmadan ana hatlarıyla Yaşar Kemal’in hayatını ve edebiyatını anlatmayı seçmiş. Dolayısıyla Yaşar Kemal’i okumaya bu biyografiyle başlayıp üstüne daha detaylı okumalar yapmayı tercih edebilirsiniz.
0 notes
Photo
Tumblr media
Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi Eğitim Fakültesi Okulöncesi Eğitimi Ana Bilim Dalında Öğretim Üyesi olarak görev yapan Murtaza Aykaç "Uyum Sürecinde Yaratıcı Drama ve Edebiyat İlişkisi, Ya Armut Dibine Düşmezse!" başlıklı atölyesi ile 30.Uluslararası Eğitimde Yaratıcı Drama Kongremizde bizlerle! UYUM SÜRECİNDE YARATICI DRAMA VE EDEBİYAT İLİŞKİSİ “YA ARMUT DİBİNE DÜŞMEZSE!” Toplum, kendinden farklı olanı kabul etmekten daha çok onu kendisine dönüştürme ve kendisi gibi yapılandırma eğilimindedir. Bu tutum toplum için kolay ve sorunsuz bir alışkanlık biçimini almıştır. Söz konusu alışkanlıklar zamanla daha da güçlenerek tabulara dönüşmüştür. Zamanın büyütüp güçlendirdiği tabular, farklılıkların yaşam alanını iyice daraltarak yok etme noktasında güçlenmeyi sürdürmektedir. Bu nedenle, daralan yaşam alanını genişletme çabası zorunlu olmuştur. Andre Solomon’un “Armut Dibine Düşmeyince” adlı kitabın kılavuzluğunda yapılacak olan bu çalışma, bir anlamda yalnızlaşmaya/yalnızlaştırılmaya karşı sağlıklı bir anlayış geliştirmenin, eşduyumun ve değer verişin yeterli düzeye ulaştığı bir yaşam biçiminin, uyumun, sağlıklı iletişimin ve nitelikli bir sosyo-psikolojik ortamın oluşmasına önemli bir katkı sunacağı düşünülmektedir. Bu atölyede toplum ve ailenin beklentisini karşılayan ve onlarca da olağan karşılanan dikey kimliklerin yerine, bireyin kendi gerçeğine dönük olarak biçimlenen yatay kimliklerin toplumsal kabul süreci yaratıcı drama ile irdelenecektir. Konu ile ilgili https://dramacongress2019.cu.edu.tr/cu/atolye-liderleri/6-saatlik-atolye-liderleri/Murtaza-Aykaç linkinden ayrıntılı bilgi alabilirsiniz 😊🍀 #cagdasdramadernegi #çağdaşdramadernegi #yaratıcıdrama #yaraticidrama #drama #dramaeğitimi #dramaineducation #creativedrama #kongre #dramakongresi #cddadana #adana #adanadrama #çağdaşdramaantalya https://www.instagram.com/p/B0wQjWujbeC/?igshid=17awiqkjjx5nq
0 notes
devrimcikadinlar · 7 years
Photo
Tumblr media
Ataerkilliğin bir alâmeti olan “Yengelik realitesi” üzerine zevkli denemeler
yengeler-cumhuriyetiMustafa Çiftci ve Tanıl Bora’nın derlediği “Yengeler Cumhuriyeti” İletişim Yayınları etiketiyle yayımlandı.
Tanıtım bülteninden
Yenge… Ne kadar sık duyduğumuz bir hitap, bir ad. Kadını evlilik ilişkisi üzerinden tanımlayışıyla, onun “sahipli” olduğunu vurgulayarak “korumaya” almasıyla, ataerkilliğin bir alâmeti.
İçerdiği hürmet ifadesi, “yenge”nin kendinden ziyade onun eşi olan “abi”ye mi yönelik aslında? Yengeliğin de kendince bir ağırlığı, bir saltanatı, bir cumhuriyeti yok mu ama? Yenge “makamının” kadınlar arası ilişkilerdeki hükmünü de düşünürsek…
Yenge hitabının binbir anlamı… Yengeliğin “hukuku”, konforları ve tekinsizlikleri… Yengelerin akrabalık ilişkilerinin keşmekeşiyle baş etme stratejileri… “Korkunç Yenge” imgesi… Korkulan, şefkat duyulan, minnet edilen, hayran olunan, arkadaş olunan yengeler… Edebiyatta, sinemada ve televizyon dizilerinde yenge tiplemeleri… Kürtlerde yengeliğin “jinbra” (küçük kardeş ya da ağabey eşi), “jinmam” (amca eşi), “jinxal” (dayı eşi) kategorileri… “Yenge” mertebesini asla elde edemeyen “madam”lar…
“Yengelik realitesi” üzerine zevkli denemeler…
Kiraz Akın, Cihan Aktaş, Sema Aslan, Ethem Baran, Fatma Barbarosoğlu, Funda Şenol Cantek, Mustafa Çiftci, Leyla Burcu Dündar, Deniz Erkul Düzgün, Rita Ender, Mahir Ünsal Eriş, Adem Erkoçak, Hüsrev Hatemi, Sema Karabıyık, Ercan Kesal, Ender Özkahraman ve Metin Solmaz’ın katkılarıyla.
Kitaptan bir bölüm okumak için>>>
Tanıl Bora
1963 Ankara doğumlu. İstanbul Erkek Lisesi’ni ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. 1984-88 arasında haftalık haber dergisi Yeni Gündem’de gazetecilik yaptı. 1988’den beri İletişim Yayınları’nda araştırma-inceleme dizisi editörüdür. O zamandan beri kitap çevirmenliğiyle de meşguldür. 1993’ten 2014’e kadar üç aylık sosyal bilimler dergisi Toplum&Bilim dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. 1989’dan beri düzenli yazdığı aylık sosyalist kültür dergisi Birikim’in 2012’de yayın koordinatörlüğünü, 2016’da yayın yönetmenliğini üstlendi.
Ağırlıklı çalışma alanları, Türkiye’de siyasal düşünceler, özellikle sağ ideoloji ve milliyetçiliktir. Bu konularda yayımlanmış kitapları: Devlet Ocak Dergâh – 1980’lerde Ülkücü Hareket (Kemal Can’la birlikte – İletişim Yayınları, 1991), Milliyetçiliğin Kara Baharı (Birikim Yayınları, 1995), Türk Sağının Üç Hali (Birikim Yayınları, 1998), Devlet ve Kuzgun – 1990’lardan 2000’lere MHP (Kemal Can’la birlikte – İletişim Yayınları, 2004), Medeniyet Kaybı- Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar (Birikim Yayınları, 2006), Türkiye’nin Linç Rejimi (Birikim Yayınları, 2008), Sol, Sinizm, Pragmatizm (Birikim Yayınları, 2010), Cereyanlar – Türkiye’de Siyasî İdeolojiler (İletişim Yayınları, 2017).
Mustafa Çiftci
1977 doğumlu, ilk ve ortaöğrenimini Yozgat’ta tamamladı. 1999 yılında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. 2000-2001 yıllarında Güney Afrika Cumhuriyeti’nde bulundu. Dönüşünde İngilizce okutmanlık, metin yazarlığı, radyo ve TV programcılığı yaptı. Çeşitli dergilerde yayımlanmış hikâyelerini Adem’in Kekliği ve Chopin (Ülke Edebiyat, 2012; İletişim Yayınları, 2015) adlı kitabında topladı. Evli ve iki çocuk babası. İkinci kitabı Bozkırda Altmışaltı (İletişim Yayınları, 2014), Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “2014 Yılının En İyi Hikâye Kitabı” seçildi. Çiftci, 2016 yılında da Necip Fazıl Ödülleri kapsamında “İlk Eserler Ödülü” almıştır.
edebiyathaber.net (18 Nisan 2017)
7 notes · View notes
pdfsayar · 2 years
Text
11. Sınıf Palme Edebiyat Konu Ankatım
11. Sınıf Palme Edebiyat Konu Ankatım
7 sonuç bulundu. Dosya Boyutu Önizleme Bağlantıları İndirme Bağlantıları 11. Sınıf – Evrenseldijital.comEdebiyat ve Toplum İlişkisi … değişen 11. sınıf Türk dili ve edebiyatı dersi kazanımlarını titizlikle inceleyip bunları kita- … Konu anlatmadan sorularla konunun kavratılması zor ve bir o kadar da teknik bir iştir. Her seçeneğin, soru öncülünün, soru kökünün, sorulacak bilgilerin üzerinde…
View On WordPress
0 notes
bilgipera-blog · 6 years
Text
11.Sınıf MEB Türk Dili ve Edebiyatı Kitabı Cevapları, 2018-2019, Sayfa 29
11.Sınıf MEB Türk Dili ve Edebiyatı Kitabı Cevapları, 2018-2019, Sayfa 29
11.Sınıf  MEB Türk Dili ve Edebiyatı Kitabı Cevapları, 2018-2019, Sayfa 29 Sayfa 29 b. Yazma Sürecini Uygulama
Etkinlik
a. Okuduğunuz metinlerden hareketle “edebiyat ve toplum ilişkisi” üzerine bir yazı yazınız. Yazma çalışmanızda toplumlar arası kültürel ve dilsel çeşitliliği göz önünde bulundurunuz. Cevap:  Yazacağınız yazıda
SÖZLÜ İLETİŞİM ÇALIŞMALARI Etkinlik Sanat akımlarının edebiyat,…
View On WordPress
0 notes
guncelpdfindir-blog · 6 years
Text
Siyaset ve Edebiyat
Siyaset ve Edebiyat Siyaset-edebiyat ilişkisine yakından bakılmalıdır. Siyaset ve edebiyat arasındaki bağlantı, sağlayabileceği her türlü fayda için ayrıntılı olarak araştırılıp anlaşılmalıdır. Siyaset ve edebiyat ilişkisi çok yönlü işlenmeli, örnek ve rehber oluşturulmalıdır. Sistematik araştırma ve incelemelerle teorik ve uygulamalı, olumlu, verimli, sağlıklı sonuçlar sağlayabilecek veriler pratik kullanıma sunulmalıdır. Siyaset-yazar-eser ilişkisi, edebî metinler üzerinden siyasî analiz yapılarak açıklanmalıdır. Edebiyatın siyasî yönü edebî metinler aracılığıyla gösterilmelidir. Edebî eserler siyasî içerikleri açısından anlaşılmalıdır. Siyasî hayata edebî metinler üzerinden bakmak siyasetin anlam derinliğine ruhuna kanat çırpmaktır. Edebiyat alanında ortaya konan eserler, siyasî kavramlar çerçevesinde incelenmelidir. Birçok edebiyat metinleri vasıtasıyla siyaset gerçeklerinin arka planına girilmelidir. Edebiyat metinlerindeki siyasete ilişkin gizli varsayımlar ve anlamlar ortaya çıkarılmaya çalışılmalıdır. Örnek metinler üzerinden siyaset ile edebiyat arasındaki etkileşim tartışılmalıdır. Edebiyat ile siyasetin birbirleri ile paralelliği görülmelidir. Edebiyat, devletin inşası ve kimliğin kuruluş süreçleri açısından ele alınarak varlığın dayanakları, içyüzü, sırlarıyla anlaşılıp değerlendirilmelidir. Siyasî edebiyatın kullandığı temel metotlar tartışılmalıdır. Edebiyat, siyasî mücadeleler alanı olarak incelenmelidir. Yapılan siyasî tartışmalarda edebî argümanların önemi anlaşılmalı, edebî eserleri siyasî bakımdan okuma gereği bilinçle kavranmalıdır. Çalışmada iki ana bölüm var. Önce siyaset ve edebiyat ilişkisi teorik birikimle ortaya koyuldu. Sonra Türk edebiyatının 1970-1980 ve 1980-2000 arası, belirli ölçüler kullanılarak tesadüfî seçilmiş romanlar aracılığıyla ele alındı. Sağladığı siyasî verilerle incelenerek edebiyatımıza akseden siyasî özellikler, şartlar uygulamalı olarak belirlendi, örneklendi, yorumlandı. Oldukça eklektik bir çalışma oldu. Umarız, derli toplu bir fikir verebilir, yol gösterebilir, siyaset-edebiyat ilişkisini araştırmaya ilgi uyandırabilir, teşvik edebilir. Fayda sağlamasını dileriz.                                                                                                                                                                            Kitaptaki Konuların Ana Başlıkları:   Siyaset ve Edebiyat Edebiyat ve Toplum, Zihniyet                                                Sanatın Siyasî Mücadeledeki Etkisi                                         Siyasetçi Edebiyatçı İlişkisi                                                    Türk Düşüncesinde Siyaset ve Edebiyat                                 Türk Edebiyatında Siyasî Tahliller                                          Ülkemizde Edebiyatın İdeolojideki Yeri                                Türkiye’de 1960 ile 1980 Arasında Edebî Üretim ve Siyaset Askerî Darbeler ve Edebiyat                                                   27 Mayıs’ın Romanları                                                            12 Mart’ın Romanları                                                             1980’lerden 1990’lara                                                             28 Şubat’ın Romanları ve Önceki Darbelerin Sarsıntıları     Edebiyat Hayatın Tanığıdır                                                   Sağ ve Sol Batılılaşmanın İki Ayrı Yönteminin Yarışıdır    Dinî Düşünce Edebiyat Diliyle Zenginleşmiş, Edebiyat Dilini Zenginleştirmiştir                                                                   Siyasetsiz Edebiyat ve Sanat                                                 Edebiyat ve Düşünce Dünyamız, Bir Tür Gönüllü Sömürge Zihniyetiyle Sakattır                                                              Edebiyat Dünyasının Siyasî Düzlemi Kuşatan Bir Perspektifi Yok                                                                                        1970-1980 Arası Romanımız ve Siyasî Hayatımız               Sağ-Sol Çatışması                                                     Bölücülük                                                                 1980-2000 Arası Türk Romanında Siyaset Açısından Baba-Oğul İlişkisi                                                                            
Siyaset ve Edebiyat
0 notes
kitapidea · 6 years
Text
İki Sokak Sonra Deniz
İki Sokak Sonra Deniz
Bu kitap Ekin Erman’ın edebiyat disiplini anlamında ilk çalışmasıdır… Doğa, toplum ve düşüncenin iç diyalektiğinin estetiksel yansıması olan sanat’ın heykel disipliniyle uzun yıllardır uğraşan ve başarılı yapıtlara imza atan Ekin Erman; bu çalışmasında şiir ile öykü arasında med-cezir ilişkisi kuruyor…
Şiirden öyküye, öyküden şiire geçişken metinlerden oluşan kitapta; metinler çağrışımlarına…
View On WordPress
0 notes