Tumgik
#deniz fahri
Text
33. yaşıma dair 33 şey
Bir defteri de bitirince şöyle bir dönüp bakar, okurum baştan sona ezelden beri kaldırıp kenara koymadan. Onun gibi oldu, el sallamak için otuz üçe dönüp bir baktım:
Nasıl başlarsan öyle gider dedim, doğumgünümde erken uyandım. Deniz havası aldım. O gün yeni işimde de ilk günümdü. Güzel başlangıçlara heves ettim. Çok güzel bir gündü.
Yeni yaşımın ikinci gününde baba yarısı canım eniştemi kaybettim. Kalbime telafisi mümkün olmayan bir çizik atıldı. Pişman olmadan yaşamak ve iyi insan olmak üzerine çok düşündüm. Onu, onunla geçen çocukluğumu çok büyük özlemle ve çok sık anıyorum.
İspanya'da tanıştığım, ailem olan iki can arkadaşım seneler içinde çok engel aştılar, evlilikleri dahil çok şey kutladık birlikte. Hiç ummazdım ama ayrılıklarına tanık olmak varmış bu yılın ajandasında. Anladım ki büyük zaferler kazanmış büyük aşklar da yoruluyor. Aşk, her şeyi gerçekten de affetmiyor.
Sevilebilir olduğuma dair şüphelerin içimi durmaksızın kemirdiği karanlık bir dönem oldu. Tam o sıralarda çantamı kapıp gittiğim Almanya’da aniden sevgi sarhoşu oldum. Dostlarımın gözlerinin en içine kadar baktım bu koca sevgiyi neden hak ettiğimi anlamak için. Olduğum hal ve olduğum kadarı onlar için ne kadar da yeterliydi; şaştım. Kabul ettim, keyfime baktım.
Bana önceleri yuva sonra ızdırap olan evimle vedalaştım. İçimi karartan tüm yaşanmışlıkları orada bıraktım, kapıyı çektim. Oh dedim. Yeni evimin aydınlığına çevirdim yüzümü.
Terapiye ara verdim. Bıraktım demeye dilim hiç varmaz çünkü hep derim bitmeyen bir yol arkadaşlığı beni orada cezbeden. Ucu açık, sessiz bir vedaydı; bir boşluk oldu önce ama sonra alıştım.
Büyük pişmanlıklar haneme bir çizik daha attım. Aman insanlar ne der diye değil de benim kendime yakıştırmadığım hatalarıma üzüldüm. Kendimi dövdüm bol bol ama bir zaman sonra bir sabah uyandım - kendimi affetmenin, arkama değil de önüme bakmanın bir yolunu buldum.
Borç harç ile tanıştım. Bilen bilir, ben de ne kredi olur ne kredi kartı. Olur-du. Biraz korkak, emniyeti elden bırakmadan hadi kızım dedim yaparsın. Yatağımdan koltuğuma enerjisi, anısı kötü ne varsa yeniledim gitti. Şükür, borçlar da bitti.
Kestirip atma, yenilenme hevesi ile aşırı kötü bir karar verip saçımı kestirdim. Sonra daha kötü bir karar daha verip bir de beni aynalara küstüren bir renge boyattım. Dertsiz başıma dert aldım.
Yok-muş gibi yaptığım kırgınlıklarımla yüzleştim. En çok sevdiklerime çok kırılmış, susup yükünü taşımışım bir zamandır; farkına vardım. Mış gibi yapmak beni kırıldıklarımdan her gün uzaklaştırdı. Her şey kötü olmasın diye susmanın ne kadar yanlış bir karar olduğunu her şey kötüye gittiğinde anladım. Konuştukça ferahladım.
Kaliteli yaşamanın, yaşlanmanın ne demek olduğu ile bir tanecik anneanneciğim her geçen gün bizden, bu dünyadan elini ayağını çektiğinde yüzleştim. Nefes almak yaşamak değilmiş. Elini hala tutabilirken gözlerinin içine baktığımda anneannemi orada göremediğim gün biraz daha büyüdüm.
Can kardeşim Esra’m farklı bir şehirde kalbimin köşesi ikizlerini büyütme telaşındayken yollar her izin verdiğinde yanına koştum. Çocuk sevmem, beni bilirsiniz. Ama ikizler. Onlar başka. Ben de neden böyle hissediyorum her defasında kendime şaşırıyorum.
Altı senedir Seço’mun hasretini çektiğim yetmez gibi Yağmur’umu da bu sene Amsterdam’a uğurladım. Yalnızlıktan başım döndü. Tahmin edersiniz; çok ama çok ağladım.
Sevdiğim çok şey Amsterdam’da olunca ben de çıkıp çıkıp geldim. Ne yağmuru ne soğuğu benlik; ne de bisikleti. Ama insan sevdiklerinin peşinden her yere gidiyor. Daha da çok giderim, fahri evimdir; kabul ettim.
Bazı kötü şeyler senin, sevdiklerinin başına gelmeyecek sanıyorsun. Başkasının başına geldiğini duyabiliyorsun ve anlayabilirsin sanıyorsun. Öyle değil. En sevdiklerinle en olmayacak yerden sen de bir güzel sınanıyorsun. Of, nasıl da benzemiyormuş başka şeylere dertlenmeye. Of.
Kar yağınca allah dağ gibi duracak gücü veriyor. Böyle hissettim en zor zamanlarda. Kötü giden, kötü gidebilecek her şeye rağmen sabahları uyandığımda kendime şu soruyu sormaya başladım: “Bugün neşeyi seçtin mi Meltem?” Ve her sabah ısrarla seçtim. Neşem hem bana, hem sevdiklerime şifa oldu. Bunu gördükçe daha çok neşelendim.
Bir kitap okudum, içerisinde geçen “bekleme odası” metaforuna baya bir takıldım. Zaman, para, ideal partner veya aklınıza ne gelirse beklerken akıp giden hayat beni korkuttu. Kitapta en son şöyle diyordu, bekleme odası diye bir yer aslında yoktur; yarım hayatlar vardır. Yarım bana yetmez dedim, ertelediğim ne varsa masaya döktüm, harakete geçtim.
Sigarayı bıraktım. İlk kez değil; kabul ama son olmasını umuyorum. O rakı sofralarında hiç bir zaman kolay olmayacak hayır demek, onu da anladım. Dört aydır gösterdiğim irade için kendimi alnımdan öpüyorum.
Risk budur dedim, yıllardır kalbimden geçirdiğim o tatil için krediyi çektim. Hayatta heves ettiğim şeyler için kimseyi, kimsenin uygun şartlarını beklememeyi de kafaya koydum.
Ben cesur davranıp hayallerimin peşinden giderken tatlı sürprizlerin de mümkün olabileceğini gördüm. Hayaller kesişebilir, bazen uzun yolculuklara can dostlarla birlikte de çıkılabilir. Çocuk gibi sevindim.
Barışamadığım kısa saçlarımı ne yaparsam yapayım uzatamadım. Dostlarımın tavsiyesine uydum, çözümü olan bir şeyi kafama takmaktan vazgeçtim. Hayatımda hiç sahip olmadığım kadar uzun ve güzel saçlarım oldu ben sorunlara değil de çözümlere verince dikkatimi. Bayılıyorum rüzgarda uçuşmalarına.
Ben ille de neşe desem de zor zamanlar vücudum için çok da neşeli sonuçlar doğurmadı. Stres yüzümde beni bazı günler cayır cayır yakan bir roza bıraktı. Hala daha bundan sonra hayatımda olduğu fikriyle barışmaya çalışıyorum.
Biraz kilo aldım. İki, üç falan da değil, nereden baksan sekiz. Bu konu hakkında sakin kalmakta zorlandım geçmişi düşünerek ama en sonunda o sekiz kilonun neşemi kaçırmaması için kendime, hafiflemek için bedenimin en doğru zamanı ve yöntemi bulacağına güvenmeyi tercih ettim.
Baya iyi ve bir o kadar da kötü date'lerim oldu. Tuhaf insanlarla tanıştım. Otuz üç yaşında hala beni bu kadar şaşırtan şeyler olmasına ben de şaşırdım.
Sonunda Güney Amerika topraklarına ayak bastım. Büyülendim. Kalbim kocaman oldu.
Tatilin son günü dünyanın bir ucunda zıkkımın peki bir bakteriyi buldum ve onu kaptım. Peru'daki son gecemi bir hastanede geçirdim. Çok korktum. Başımda bekleyen, benim için endişelenen dost yüzler insana dair kaybettiğim güven duyguma iyi geldi.
Covid sonrası en çok şükrettiğim şeylerden biri evden çalışmak. Yılın Bodrum vakti yine geldi ve tasımı tarağımı toplayıp kendimi sığınağıma, hayatta en çok ait hissettiğim yere yine atıverdim. Hayatta sahip olduğum en büyük lükslerden biri mobilite.
Annemin benim için haşladığı mısırı; yaptığı domatesli pilavı, ayran aşı çorbasını afiyetle yedim. Ben hepsini çok seviyorum, o ayrı ama annemin sevgisi hepsine ayrı bir lezzet kattı. Düşündüm; küçük şeyler... Ah! Ne büyük.
Bu sene az okudum, az yazdım. Kendime yine de kızmadım.
Vaktiyle ihmal edip kendime küstürdüğüm bir kaç değerli kalbi geri kazandım. Aklımda bir kaç kişi daha var.
Bu yaşımda en çok yogayı özledim. Dönmeyi birden çok kez denedim, beceremedim.
Otuz üç yıllık ömrümün kendimi en yalnız hissettiğim yaşını geçirdim. Bugün için üzüldüm, yarın için korktum. Hayatla en büyük meselesi hep yalnızlık olmuş biri için iç yakıcı bir tarafı da olsa tüm ihtimallerle barıştım.
32 yaşımda şükretmeyi (-edebilmeyi) özlemiştim en çok. 33 bana şükür dolu bir kalp verdi. En çok bunun için teşekkür ederim.
0 notes
piyasahaberleri · 1 year
Link
Getty Images/iStockphoto Nerede, ne vakit ve kimin için ağladığınızı düşünün. İşte beni ağlatan şeylerin kapsamlı olmayan bir sıralaması: malzemeleri her doğramam, küp küp doğramam yada parçalamam gerektiğinde; güneşte havlayan bir grup deniz aslanı; hüzünlü müzik; parasız bir sosisli sandviç alın; Film yazın 500 günü; dağınık bir ev. Tilburg Üniversitesi'nde fahri profesör ve dünyanın önde gelen şarap uzmanlarından önde gelen Ad Vingerhoets'e gore, tüm bu deneyimleri birbirine bağlayan tek duygu, bir güçsüzlük hissidir. Vingerhoets, oldukca ufak bir köpek yavrusuyla tanışmak yada en iyi arkadaşınızın düğünde koridorda yürümesini seyretmek benzer biçimde göz yaşartıcı pozitif yönde vakalar bağlamında bile bunaltıcı bir his bulunduğunu söylüyor. "Ek olarak kendinizi ufak, çaresiz ve alçakgönüllü hissediyorsunuz" diyor. İnsanlar ağlayarak doğarlar ve biz asla durmayız. Bebekler olarak ebeveynlerimizin dikkatini çekmek ve onlara kızgın, korkmuş, acı içinde, aç yada bitkin olduğumuzu göstermek için ağlarız. Çocuklukta ve ergenlikte fizyolojik acıdan diz incinmesi benzer biçimde ağlarız, sadece buluğluk yıllarımızda empati geliştirdiğimizde, kitaplar, filmler ve öteki insanların acısı benzer biçimde dışsal katalizörler gözyaşlarına niçin olur. Pittsburgh Üniversitesi'nde psikiyatri ve psikoloji doçenti Lauren Bylsma, yaşlandıkça güzellik, huşu, merak ve duygusallığın bizi gözyaşlarına boğabileceğini söylüyor. Bazı insanoğlu için gözyaşı pınarı kurudu. Feryat atanların daha zayıf ya da daha azca erkeksi görüldüğü klişesi, adamların (ve adamların) ağlamadığına dair yaygın görüşe katkıda bulunuyor. Aslen, bayanlar erkeklerden daha sık ağladıklarını ve ağlama nöbetleri içinde erkeklerden daha kısa duraklamalar bulunduğunu bildirmektedir. Sonrasında hıçkırarak gelen o dikenli savunmasızlık duygusu var; Stoacılık görünümüne ihanet etmek bazıları için son aşama rahatsız edicidir, desteğe ihtiyacınız bulunduğunu kabul etmek bir başarısızlık olarak görülebilir. Fakat niçin ağladığını asla düşündün mü? Üzüntü yada bunalımın sebebi? Gözyaşlarından ne öğrenebilirsin? Duygularınızın derinliklerine inmek, daha derin güvensizliklere, korkulara, sevinçlere ve ilişki komplikasyonlarına ışık tutabilir. Gözyaşlarımız bizlere ne konu alıyor? Vassar Koleji'nde psikoloji profesörü olan Randolph Cornelius, gözyaşlarının varlığının temel bir mesajı işaret ettiğini söylüyor: Desteğe ihtiyacım var. "Öteki insanlardan bizlere yardım etmelerini istiyoruz" diyor. Araştırmalar, gözyaşlarının yardım almada oldukca etkili bulunduğunu, şundan dolayı ağlayanların daha mutsuz, daha çaresiz, daha azca saldırgan ve kişilerarası bağlantıya gerekseme duyan kişiler olarak görüldüğünü gösteriyor. Vingerhoets tarafınca 2017 senesinde meydana getirilen bir araştırmaya gore, insanların ağlayan bir kişiye yardım teklif etme olasılığı, mutsuz, kuru yüzlü bir kişiden daha fazladır. “Kabul et ki insanoğlu [are] Ağlamak ve desteğe gerekseme duymak oldukça otomatik bir süreç” diyor Cornelius. Vingerhoets, üzüntü, kalp kırıklığı ve vatan hasretinin yaşam boyu gözyaşı için en yaygın tetikleyicilerden bazıları bulunduğunu söylüyor. (Hanımefendilerin çoğu zaman daha basit ve çatışmayla ilgili durumlarda ağlama olasılığı daha yüksek olsa da, Vingerhoets, ağlamanın bu temel motivasyonları söz mevzusu olduğunda "cinsiyet farkı o denli büyük değil" diyor.) Sonrasında pozitif yönde ağlamalar var: Don 'Yalnız bir ayrılık için değil, bir kavuşma için ağla; korkudan değil, rahatlamadan ağlamak; Yalnız alırken değil, bir armağan alırken de gözyaşı dökün. Vingerhoets, "Gözyaşlarına yol açan tüm bu negatif durumların hepsinin zıttı var benzer biçimde görünüyor," diyor Vingerhoets, "bu da gözyaşlarına niçin oluyor." Bizlere rahatlık ve duygusal destek sunmak için en donanımlı şahıs olan Bylsma, en büyük desteği bir partnerimizin yada arkadaşımızın önünde ağladığımızda alıyoruz, diyor. Araştırmalar, görünür gözyaşlarının varlığının insanları birbirine yaklaştırabileceğini ve toplumsal bağları destekleyebileceğini gösteriyor. Vingerhoets, "Stresli olduğunuzda, başkalarından toplumsal destek almak önemlidir, şundan dolayı bu, stresin sağlığınız üstündeki negatif etkilerini hafifletebilir" diyor. Bilinçaltı olsun ya da olmasın, suyu açmanın bizlere istediğimizi verdiğini görebiliriz. Cornelius, "10 yaşlarında bir torunum var ve ağlamasını açıp kapatabiliyor" diyor. "Çocuklar yetişkinleri iyi mi manipüle edeceklerini öğrenirler ve bu bizlere kalır." Gözyaşlarının, bilhassa beyaz bayanlar tarafınca ayrıcalığı korumak ve sempati kazanmak için bir tabanca olarak kullanılması hakkında oldukca şey yazıldı. Araştırmalar, düzmece feryat atanların manipülatif, daha azca güvenilir, daha azca sıcak, daha azca yetkin ve daha azca dost, iş arkadaşı yada komşu olarak görüldüğünü bulmuştur. Sadece, Cornelius'a gore yetişkinler, tipik olarak, ağlamak için toplumsal açıdan uygun bölgeleri (hususi, lastiğiniz patlamışsa yol kenarında) öğrendikleri ve işteyken masalarımızda ağlamamayı seçtikleri için gözyaşlarını tuttuklarını söylüyor. hüsrana uğradık. Doğrusu, beklenmedik bir trajedi karşısında olduğu benzer biçimde, durum benzersiz bir halde bunaltıcı olmadığı sürece, diyor Cornelius. Çığlığın bağlamı niçin önemlidir? Popüler anane, ağlamanın katartik bir edinim bulunduğunu, iyi bir ağlamadan sonrasında kendimizi arınmış ve ağırlıksız hissettiğimizi kabul eder. Bylsma, "Bu devamlı bu şekilde değildir," diyor ve "hakikaten çeşitli bağlamsal faktörlere bağlı." Güvenli bir yerde birkaç gözyaşı dökebildiğimizde muhtemelen ağlamaktan en oldukca yararlanacağız, diyor Bylsma. "Araştırmamızda, birisinin utanç verici bir yerde ağlaması durumunda, insanların negatif tepki verebileceği, mesela işte iyi tanımadığınız insanların önünde ağlamak, mesela birisi ayrılırken ağlamanın size hissettirdiğini bulduk. Daha da kötüsü," diyor, "bir eşin yada arkadaşın önünde olduğu benzer biçimde daha destekleyici bir ortamda ağlamanın aksine, bundan yararlanma olasılığınız daha yüksektir." Vingerhoets ve Bylsma tarafınca meydana getirilen bir çalışmada, depresif, endişeli yada tükenmiş insanların daha çok ağladığını sadece ağladıktan sonrasında rahatlama hissetmediklerini buldular. Utanç ve mahcubiyet hissedenlerin de ağladıktan sonrasında kendilerini daha iyi hissetme olasılıkları daha düşüktü. İnsanlar, bir ölüm benzer biçimde denetim edilemeyen bir olayın aksine, onları ağlatan durum denetim edilebilir olduğunda (eşleriyle kavga etmek benzer biçimde) daha çok ağlama sonrası arınma yaşarlar. Bylsma, anketlere gore kronik gözyaşı baskılamasının daha azca empati ve duygusal destek benzer biçimde negatif duygusal etkilerle ilişkili bulunduğunu da belirtiyor. Bu yüzden, bir iş toplantısının ortasında ağlama ihtiyacı hissederseniz, wcye gidip ağlamayı deneyin. Aksine Vingerhoets, ağlamak için bir sebebi olmayan ve uzun süreler, hatta senelerce ağlamaktan kaçınanlar için bir ziyanı olmadığını söylüyor. Bylsma, bununla beraber, devamlı ağlama nöbetleri ve aynı problemler üstüne kara kara düşünme ağlamaya yaklaşımınızı değiştirmeniz icap ettiğinin bir işareti olabilir, diyor Bylsma. Bununla başa çıkmanıza destek olabilecek bir terapist yada psikologdan yardım almayı deneyin. Ağlamak neyi açığa çıkarır İster hüzünlü bir film, ister güzel bigün batımı olsun, sizi ağlatan ne olursa olsun, daha derin bir anlam vardır. Gözyaşlarının varlığı sizin için neyin mühim bulunduğunu gösterir. Cornelius, "Kimi zaman gözyaşlarımız, olayların önemi hakkında kendimize bir işarettir" diyor. Son olarak ne vakit ağladığınızı düşünün. Kavga mıydı? Yorucu bigün mü? Leziz bir kek? Peki ya duyguları uyandıran durumlar? Cornelius, ağlama kısmı anında, sizi tam olarak neyin ağlattığını işlemeye çalışın, diyor. “Kendimizi tanımak için içsel bir dürtümüz var” diyor. "Bence duygularımızı tanırsak ve onlara bunu yapma hakkı verirsek, bunu yapabiliriz." Zaman içinde duygularınızda kalıplar görmeye başlayabilirsiniz: Bu durumlarda öfkeleniyorum, bu yorumlardan utanıyorum. Bu içgörü, durumu tekrardan ifade etmenize destek olabilir: Bu, çöpü dışarı çıkarmakla ilgili bir münakaşa değil, saygıyla ilgili bir münakaşa. Kimi zaman gözyaşları bu temel mesajları ortaya çıkarmaya destek olabilir. Cornelius, "Kendinizle ilgili, kendinizi değişik görmenize müsaade eden bir farkındalığınız olduğunda, kendinizi güçlenmiş hissedersiniz" diyor.
0 notes
mehmetkali · 2 years
Text
Kamerun Çıtayı Yükseltmek İçin Türkiye’den Yatırım Bekliyor  https://ift.tt/PmLtcX6
Kamerun Çıtayı Yükseltmek İçin Türkiye’den Yatırım Bekliyor 
Tumblr media
Kamerun Çıtayı Yükseltmek İçin Türkiye’den Yatırım Bekliyor 
24 Eylül 2022 tarihinde Yenikapı etkinlik alanındaki Dr. Mimar Kadir Topbaş Gösteri ve Sanat Merkezi’nde gerçekleşen ‘Türkiye-Kamerun Sektörler Arası B2B Platformu’, Türk ve Afrikalı iş insanlarının yoğun katılımına sahne oldu. Mali Müşavir-Yazar Sadettin Turhan’ın sunuşuyla başlayan organizasyon, protokol konuşmaları, firma stant ziyaretleri ve B2B görüşmelerinin ardından gala yemeği ile sona erdi.  
Sunuş konuşmasında bugünü sadece bir başlangıç olarak gördüklerini söyleyen Sadettin Turhan, ‘Tarih boyunca Afrikalı dostlarımızla çok birlikte olduk, araya zaman girdi, bundan sonra tekrar birlikte olmanın adımlarını atacağız. Yakın geçmişte yaşamış olduğumuz pandemi ve diğer sıkıntılar, yeni bir fırsatın ilk adımıdır ve biz burada ilk adımı Kamerunlu dostlarımızla birlikte atıyoruz’ dedi. 
Tumblr media
Kamerun Çıtayı Yükseltmek İçin Türkiye’den Yatırım Bekliyor  12
Önce Tanışalım, Sonra Konuşalım, Daha Sonra da Çalışalım 
Konuşmasının devamında, ‘Hayatın devam etmesi için ticaret şarttır. Her şeye ihtiyaç var, her şeyin fazlası var; biz ihtiyaçları temin etmeye, fazlaları vermeye talibiz’ ifadesini kullanan Turhan, B2B sisteminin kalabalıklar yerine daha az ve kaliteli insanların bir araya gelmelerine zemin hazırladığı için çok önemli olduğunu ve bu fırsatı oluşturduğu için Kamerunlu Majestelerine ve Sıraç Bey’e özel olarak teşekkürlerini ilettiğini belirtti. 
Afrika’daki Büyüme Eğilimi Dikkat Çekiyor 
Organizasyon Danışmanı ve Zorman Dış Ticaret Ltd. Şti. Başkanı Zorman Bayramoğlu açılış konuşmalarında, Dünya ekonomisinin nabzı Avrupa ülkelerinde atıyormuş gibi görünse de diğer ülkelerin de ciddi ekonomik sorunlarla uğraştığını, bu sorunların üstesinden gelebilmek için parlayan yıldız Afrika’nın değerli iş insanlarıyla el sıkışmak için burada bulunduklarını dile getirdi. 
Afrika’daki büyüme eğiliminin Dünya’nın geriye kalan kısmına göre çok daha fazla bir artışla devam ettiğini aktaran Bayramoğlu, ‘Avrupa’da, Uzak Doğu’da, Amerika’da ve Rusya’da savaş ve pandemi ekonomilerinden dolayı büyüme eğilimi çok küçük kaldı. Bugün burada, inşaat, tekstil, gıda, sağlık sektörlerindeki imalatçı ve sanayicilerimizle Afrika’daki iş insanlarını bir araya getirerek, bu eğilimin derecesini yukarı almaya çalışacağız’ ifadelerini kullandı.
Dünya 5’ten İbaret Değil; Biz de Varız
Organizasyon sponsorlarından Oco Group Kurucu Başkanı Ömer Coşkun, Afrika ile Türkiye arasındaki ticaretin dinamikleriyle ilgili yaptığı konuşmada şunları söyledi: ‘Esnaf bir aileden geliyorum ve şu anki konumumu da uluslararası esnaf olarak nitelendiriyorum. 80’li yıllardaki görünümümüzün çok ilerisindeyiz. O zamanlar Fransa’dan Türkiye’nin görünümü, şu an Türkiye’den Afrika’nın görünümü gibiydi. Geldiğimiz seviye gerçekten de umut vadediyor. Cumhurbaşkanının da dediği gibi Dünya beşten ibaret değil; artık biz de varız.’ 
Afrika’ya; Avrupa-Amerika ve Rusya’ya göre daha farklı saiklerle ihracat yapıldığını vurgulayan Coşkun, ikili ilişkilerin ve karşılıklı güvenin bu noktada belirleyici olduğunu, Afrika’da bankacılık sistemindeki henüz oturmamış bazı hususlardan dolayı oradaki iş insanlarının ellerindeki parayı bankada tutmak yerine mal almak istediği muhatabına ön ödeme olarak aktardığını, bu durumun da karşılarına, var olan uluslararası ticaret modelinden farklı bir tablo çıkardığını belirtti.
Süreç içerisinde geliştirdikleri ilişkiler ağının bu yeni modeli verimli hale getirdiğini, bundan diğer Türk iş insanlarının da istifade etmesini istediklerini söyleyen Coşkun, zaman sonra Afrikalı dostlarına sadece mal satmakla yetinmeyip onlara üretmeyi de öğretmeleri gerektiğinin altını çizdi. 
Kamerun Çıtayı Yükseltmek İçin Türkiye’den Yatırım Bekliyor  13
Barış, iş ve Vatan 
Ordu Ticaret ve Sanayi Odası (OTSO) Başkanı Fahri Danışmanı Tarkan Deniz ise konuşmasında Kamerun hakkında önemli bilgiler verdi. Orta Batı Afrika ülkesi Kamerun’un, 402 Km Atlas Okyanusu kıyısıyla balıkçılık ve liman işletmeciliği anlamında bir cazibe merkezi olduğunu, TİKA’nın tecrübe paylaşım programı kapsamında orada kano üretim kooperatifi kurduğunu, Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında ortaya çıkan buğday krizini aşmak için alternatif bir ürünü devreye sokarak ekmek üretimine devam ettiklerini, bunun da Kamerunluların sosyal ve ekonomik hayatta pratik insanlar olduğunu gösterdiğini, tüm bunlara rağmen aradaki ticaretin istenen seviyede olmadığını, sloganları ‘Barış-iş-Vatan’ olan Kamerun için çok daha fazla çalışılması gerektiğini aktardı.  
Kamerun Birleştirir
Majesteleri Mbele Dombil de Kamerun’un tüm sektörleri kucaklayan ve onlarla çalışmak isteyen bir ülke olduğunu, bu yüzden yatırımcı ve iş insanlarının Kamerun’a gelmekten asla pişman olmayacaklarını, ülkelerinin coğrafyada birleştirici bir misyon üstlendiğini ve bunun da Türkiye-Kamerun ortaklığına ciddi katkılar sağlayacağını anlattığı kısa bir konuşma yaptı. 
Kamerun’un Türkiye’ye İhtiyacı Var
Kraliyet Vakfı’nın Türkiye sorumlusu S.M. Mekep sa’a ngon Ferdinand da konuşmasında, Afrika genelinde güzel işler yapacağına inandığı bu organizasyonun içerisinde bulunmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirirken, buradaki muhataplarının kendilerini kardeşleri gibi görmelerinin çok kıymetli olduğunu,
Türkiye Afrika Ekonomik Operatörleri Başkanı olarak Türkiye’de resmi bir şube açmayı planladıklarını, süreç içerisinde organizasyonla bir kontrat imzalayarak daha kapsamlı birliktelikleri hedeflediklerini, Cumhurbaşkanlarıyla yaptıkları söyleşilerde Türkiye’nin ticari anlamda önemli açılımlar gerçekleştirdiği ve iki ülke arasındaki iş hacminin daha da büyümesi gerektiğine ilişkin konuların geçtiğini aktararak, bu tür organizasyonlara Kamerun’un ihtiyacı olduğunu, ülkelerinin gelişmesinde Türk dostlarının yardımlarını esirgemeyeceğine inandığını ifade etti. 
Serbest Ticaret Anlaşmasının Çerçevesi Belirleniyor 
Avukat Feyyaz Burus, uluslararası hukuk doğrultusunda sınır ötesi ticaretin bazı nüanslarla rahatlatıldığını, bu çerçevede Kamerun’la çifte vergilendirmenin önlenmesiyle serbest ticaret anlaşmalarında son aşamaya gelindiği, gerekli anlaşmaların imzalanarak ülkelerin ilgili birimlerine gönderileceğinin, Türkiye Cumhuriyeti makamlarınca açıklandığını söyledi. Her iki ülke vatandaşlarının da karşılıklı olarak en çok kayırılan ulus sıfatına sahip olduğunu belirten Burus, tüccarların da paralarını ve mallarını herhangi bir kesintiye maruz kalmadan rahatlıkla Türkiye-Kamerun arasında taşıyabildiklerini dile getirdi. 
Kamerun Çıtayı Yükseltmek İçin Türkiye’den Yatırım Bekliyor  14
‘5 Milyon Dolarlık Ticaret Bekliyorum’
Son olarak HBS Uluslararası Organizasyon Yönetim Kurulu Başkanı Sıraç Tanır, konuşmalarını yapmak üzere sahneye geldi ve şunları söyledi: ‘Bugün sizden 5 milyon dolarlık ticaret bekliyorum. Amacım, bu ülkeye 1 dolar girmesine vesile olabilmektir. Ülkemizin en büyük sorunu cari açıktır. Bu açığı kapatacak tek şey de ihracattır. Bugünden sonra 2023 yılı sonuna kadar 15 ülkeyle daha bu organizasyonları birlikte gerçekleştireceğiz.’ Satış yapılamasa dahi firmaların üzülmemesi gerektiğini sözlerine ekleyen Tanır, güven oluşturabilirseniz süreç içerisinde mutlaka alış-veriş de olur, diyerek konuşmasını tamamladı. 
Konuşmaların ardından Sıraç Tanır, Mekep sa’a ngon Ferdinand’a günün hatırası olarak Osmanlı Arması takdim etti. Hatıra fotoğrafı çekiminden sonra diğer salonlarda kurulan firma stantları, Organizasyon heyeti ve Kamerunlu misafirlerle birlikte ziyaret edildi. Butik bir fuar atmosferi sunan salonun diğer tarafında ise B2B görüşmeleri yapıldı. Türk ve Kamerunlu iş insanları akşam saatlerine kadar ticaretlerine yeni bir ivme kazandırabilmek için görüşmeler yaptılar. 
Gala yemeğiyle birlikte son bulan organizasyon, her iki ülkenin ticari ve kültürel manada yakınlaşması için önemli bir fırsat ve değer olarak kayda geçmiş oldu. 
Kamerun Çıtayı Yükseltmek İçin Türkiye’den Yatırım Bekliyor 
Tumblr media
from 0 554 1730000 I [email protected] / Güncel Havacılık Haberleri https://ift.tt/4HzL8Ku via IFTTT
0 notes
beyzamcom · 2 years
Text
Görüntülü Sohbet Hiç Kullandınız Mı?
Tumblr media
Türk Edebiyatı’nda diğer türlerle kıyasladığımızda sohbet türünde daha az eser verildiğini görülmektedir. Nitekim, çeşitli markaların yanı sıra Türk rakısına en yakın olarak bilinen ve 48 dereceyle en sert uzo olan , üç kez damıtılmış “Barbayanni Aphrodite” de burada üretiliyor.Bu markanın Türk rakısıyla benzerliği olması rastlantı değil. Bu bilgilerin yanı sıra hobileriniz hakkında da bilgi almak isteyen Azar görüntülü konuşma uygulaması bu bilgiler ile size eşleştirme yapacağı kişileri bulmaktadır. Siz de anında güvenli ve görüntülü konuşma imkanı bulabilirsiniz. Bu başlığa değmek istersek eğer, biliyorsunuz ki Mirc programları .exe uzantılı dosyalara kurularak indirme imkanı sunuluyor ve bir çok virüs üzerine yazılımlar .exe uzantılı dosyalara entegresi sağlanıyor. Bu bir kitaptaki satırdan, bir film repliğinden ya da sohbet ettiğiniz bir kişiden gelebilir; vizörü geniş tutun. Sosyalleşmek adına artık İnternet üzerinden sohbet odaları imdadımıza yetişiyor. Önceden sadece bilgisayar üzerinden sohbet edilebilirken artık mobil cihazlardan da sohbet edebileceksiniz. Mobil sohbet sektöründe ve Sohbet Odaları adı altında sizlere hizmet vermekte olan sitemiz, en güzel ortamları kullanıcılarına hazırlamak adına aralıksız çalışmalarını sürdürmektedir. Katılımcıların zevkleri doğrultusunda birçok farklı kategoriye ayrılmış olan eski mynet sohbet, kesintisiz sürdürülen canlı radyo yayınlarıyla kaliteli hizmet vermeye devam etmektedir.
Tumblr media
Batılılaşma rüzgarlarının etkisiyle saray görevlilerinin bile rakı ürettiği bir dönemde(Tekirdağ yolu üzerindeki Umurca çiftliğinde kurulan Umurca Rakı Fabrikası) piyasada kaliteli rakı olarak “Umurca Rakı”sının yanı sıra “Deniz Kızı Rakısı” da bulunuyodu. Yakın bir zamana kadar rakı, erişkin erkek içkisi olarak kabul ediliyordu. “Şanı-yüce cömertlerin ve unvan sahibi olarak anılan büyüklerin ve safa ehlinin sofralarında kırk-elli kadar mezelikler,fıstık,fındık ve kavrulmuş badem bol olmalı.Sofra balık yumurtası,havyar ve pastırma türünden yiyeceklerle dolup taşmalı. Rakı sofralarında yapılan sohbetlerin bir üslubu, kuralı vardır. Sohbetlerin genel kuralı konuşma adabına dayanır. Ama rakının adabı budur, kuralı vardır rakının, kuralları vardır içmenin. Yiyecek ve içecek servisinde kural yoktu ama ahenk vardı. Fahri Efendi’nin de küçük Ahmet’in Yaşlarında bir oğlu vardı, bir de aynı mahallede bir doktor komşuları vardı, onun da aynı yaşlarda bir oğlu vardı. Ayrıca doğal ve yalın bir anlatım tekniği benimser ve sözcükleri akıcı kullanırlar. 9.yy.’da Bağdat ve Şam’da kullanırlar ilk damıtma tekniğini. Son damıtma işleminde sulandırılır ve içine şeker katılır.Bu karıştırma işlemi sonunda son ürün elde edilir.
Damıtma tekniği ise Avrupa’da 10.yy.’da başlar.Araplar ,İspanya üzerinden getirir. Gün içerisinde sıkıldığınız veya farklı kişilerle sohbet etmek istediğiniz durumlarda canlı sohbet siteleri üzerinden yapacağınız görüşmeler sayesinde aktif konumda olan üyeleri tanıma fırsatı elde edebilirsiniz. Gittiğiniz herhangi bir yerde bulunan Badoo kullanıcılarını saniyeler içerisinde tespit edebilir ve bu kişilerle iletişim kurabilirsiniz. Yaptığım bu çalışmada tek bir esere bağlı kalmakasızın farklı kaynaklardan,hatta farklı kültürlerden gelen yazarların edebi eserlerinden faydalandım.Komşumuz Yunanistan’ın da rakı kültüründe bize benzer kültürel gelişmeler yaşayışı,müziğinin,dansının,sofra kültürünün rakıdan etkilenişi incelememin bir diğer konusu oldu. Rakıdan bir cura yudumladıktan sonra mezelerden çatal ucu azar azar alırlar. Bu meyhanenin müdavimleri rakı içerken ellerini yumruk yapar,bir yudum rakıdan alır sonrasında da yumruğunu yalardı. Pirinçten yapılan rakı da bazı Asya halkları tarafından “Arak” olarak adlandırılır. Tek kişi tarafından ya da birkaç oyuncunun çember şeklinde dizilmesiyle oynanır. Bayanlarla tanışmak ve sohbet etmek isteyen beylerin tek adresi bu sohbet numaralarıdır. Antalya ve civar illerden bütün insanları tek çatı altında toplayıp reel olarak görüştürmekteyiz.
Karışım bakır imbiklerden baş tadımcının gözetimi altında çekilir.İmbikten iki ya da üç kez geçirilen uzo soğutulduktan sonra 40 derece sertliğe indirilir. Yunanistan’da ise hemen her yerde bulunan ouzerie‘ler,meze eşliğinde uzo servis edilen kafe benzeri yerleridir.Yurtdışında açılmış Yunan restoranlarında,iyice soğutulmuş uzanın shot bardaklarında sek olarak servis edilmesi yaygınsa da,uzonun Yunanistan’daki geleneksel kullanımı,ülkemizdeki rakı geleneğine benzeyen meze eşliğindeki sohbet sofralarıdır. Konuklar, servis görevlisinden istemiş olduğu mezenin yada çerezin gecikmesi halinde kalkar mutfağa gider,mezesini,çerezini kendisi alırdı. Mayşe damıtılır,kaynatılıp tüplerden geçirilir ve damlalar halinde büyük kaplara toplanır. 18 chat yapmak için değil seviyeli kaliteli bir şekilde yeni arkadaşlarla buluşup konuşmak içinde kullanmaktadırlar. Sohbet odamiz gerek goruntulu konusma ozelligi,gerek birbirinden guzel muzikleriyle sosyallesme adina kaliteli bir ortam olusturmayi hedefler ve bunu olusturur. Uygun bir yerde durulup konuştuktan sonra yürümeye devam etmek gerekir. Burası adanın Mytilini’den sonra ikinci büyük kenti. 1875-1880 yıllarına kadar meyhanelerde masa kullanılmamıştır. O dönemde geleneksel meyhane kültüründe kadının yeri yoktu.O günlere dek çalgılı meyhanelerin dışında meyhanelerde kadına rastlanmazdı pek.
0 notes
Text
Traji komik bir olay
Nasıl anlatsam, nerden başlasam. Benim başıma gelen pişmiş tavuğun başına gelmez herhalde. Her seferinde yok artık diyorum. Sabah sabah cep telefonuma gelen mesaj ile irkildim. 2000 TL trafik cezası. “Oha, cüş, aman tanrım” dedim. Daha bişeyler dedim de yazamıyorum. Vergi dairesine gittim mesele “nedir ne değildir” diye. Kaymakamlığa gitmemi söyledi. Kamakamlıkla vergi dairesi arası arabayla 20 dakika var. Kaymakamlığa gittim. Oradan aldığım cevaplar şok üzerine şok oldum. Oradaki memur bey diyor ki “size cezayı fahri trafik polisi kesmiş.” Nasıl dedim ya “Siz Beykoz’da birden fazla şerit değiştirmişsiniz oradaki fahri memur size ceza yazmış.” Dedim “Beykoz yolu bomboş yol gittiğim yer belli orada nasıl yani birden fazla şerit için ceza yiyorum” Neyse diğer ceza ne imiş dedim. “Arabanızı çekmişler şu tarihte” dedi. “Kimse arabamı çekmedi kimse bana çekiyoruz veya çekeceğiz demedi” dedim. İşte “Çekme cezası yazmış” dedi. Yani “Arabam çekilmeden araba çekme cezası mı yedim?.” Evet dedi. “Valla tebrik ediyorum çalışan müthiş memurlarımız var” dedim. Bitti mi bitmedi. Onlardan aldığım kağıtlarla tekrar Vergi dairesine gittim. Borcumu yatırayım en azından bilmem yüzde kaç indirimden faydalanayım diye. Kredi kartı ile ödeme butonuna bastım. Sıra bana geldi. Kredi kartını uzattım. Dediki “Sadece Ziraat Bankası kredi kartı geçiyor.” “Nasıl yani. Ben niye Ziraat Bankası kredi kartı kullanmaya mahkum ediliyorum. Orada kartlı işlem butonu niye yazıyorsunuz o zamam. Devlet işlerine akıl sır ermiyor. Mantıksızca saçma sapan sistem” dedim. Çıktım Yapı Kredi bankası aradım. Bankadan para çektim. Tekrar geri geldim. Paramı öyle yatırdım. İşe tam 12.00′de girebildim. Akşam 5′te çıkmam lazım. Sinirlendikçe geriliyorum, Gerildikçe sinirleniyorum. Kısır döngü içerisine girdim. Olacak iş değil ama oluyor işte. Güne böyle mükemmel başladım. Oysa ne güzel deniz havası alarak başlamıştım. Tüm enerjim gitti. 
36 notes · View notes
1-not21 · 3 years
Text
Afgan-Y.Òzdil
Afganistan'dan çıkıp yürüye yürüye Türkiye'ye gelmen demek, Türkiye'den yola çıkıp yürüye yürüye Hollanda'ya gitmen demek…
Arada o kadar mesafe var. Ve hâlâ, bunların yürüye yürüye geldiklerine inanan gerizekalılar var.
Hepsi erkek, hepsi eli silah tutacak yaşta, savaştan kaçıyoruz diyorlar ama, yanlarında hiç kadın yok, hiç çocuk yok, hiç yaşlı yok, gelenlerin arasında kilolu adam bile yok, hepsi zımba gibi, hemen hepsi Pakistan'da üretilen bir spor ayakkabıyı giyiyor.
Bavulları yok, ellerinde donunu fanilasını veya yarım kuru ekmek koyacağı bir poşet bile yok, güya dört bin kilometre uzaktan geliyorlar, yanlarında küçük pet şişe su bile yok, belli ki sınırı geçer geçmez, bu tür imkanların kendilerini hazır beklediğini biliyorlar.
Dolayısıyla herkes merak ediyor, neler oluyor?
1995 yılıydı.
CIA, dolar yüklü kamyonlar göndererek, peşmergeleri örgütledi, örtülü operasyonlarla Saddam'ı devirmek için düğmeye bastı.
Türkiye'den yola çıkan kamyon konvoylarında, karton kutular içinde yüz dolarlık banknotlar vardı, adam satın almak, milis güç kurmak, sabotajlar, suikastlar için yüz milyonlarca doları nakit dağıttılar.
Olmadı.
Beceremediler.
Peşmerge aşiretlerinden değil silahlı kuvvetler, zabıta teşkilatı bile kurmak mümkün değildi, hem eğitimleri yoktu, hem savaşabilme kabiliyetleri yoktu, fiyaskoyla sonuçlandı.
CIA apar topar tahliye operasyonu başlattı.
Saddam bu işbirlikçi peşmergeleri imha etmesin diye, maşa olarak kullandıkları 10 bin civarında peşmergeyi kaçırdılar.
Habur'dan Türkiye'ye soktular.
Batman'dan nakliye uçaklarına bindirdiler.
Tee pasifik okyanusundaki Guam adasına götürdüler.
Niye oraya götürdüler?
Çünkü, orada ABD'nin en önemli hava ve deniz üslerinden biri vardı.
Bu seferki girişimlerinde başarısız olan peşmergeleri, bir dahaki sefere başarılı olmaları için eğiteceklerdi.
Bazılarını Özel Operasyon Bölümü tarafından eğitip, adı üstünde, örtülü operasyonlarda savaşçı olarak kullanacaklardı, bazılarını da akademik konularda eğitip, merkez bankası, nüfus idaresi, tapu dairesi, vergi dairesi gibi, yakında kurulacak olan Kürdistan'ın bürokrat kadrosunu yetiştireceklerdi.
Küçük bi pürüz vardı…
CIA'in peşmergeleri ABD Adana Konsolosluğu denetiminde sınırdan geçirilip Silopi'deki hac konaklama tesislerine yerleştirilmişti ama, pasaportları yoktu, kimlik bilgileri yoktu.
Daha doğrusu, elbette vardı ama, Amerikalılar yok diyor, yok dedirtiyordu, işbirlikçi peşmergelerin kimlik bilgilerini Türkiye'ye vermek istemiyorlardı.
Bize akıl öğrettiler… “Sizin pasaport kanununuzda bu tür durumlara uygun madde var, parmak izlerini alın, geçirin” dediler.
Bizimkiler hık mık etti ama, elleri mecburdu, geçirmiyoruz birader diyecek halleri yoktu.
Ankara'dan beş kişilik uzman ekip getirildi, peşmergelerin tek tek parmak izleri alındı, buyrun geçin denildi.
Parmak izi bilgileri, MİT arşivine kaldırıldı.
– (Parantez açalım… CIA peşmergelerinin, Habur'dan Batman'a transferi sırasında, ABD Ankara Büyükelçiliği'nde Batman doğumlu bir genç, ekonomist olarak çalışıyordu. Kürt kökenli bu genç, elçilik tarafından Silopi'ye gönderildi, Amerikalılarla peşmergeler arasında tercümanlık yaptı. Gel zaman git zaman, bu kabiliyetli genç adam, Akp iktidarında Türkiye Cumhuriyeti'ne bakan oldu.)
– (Hadi bir parantez daha açalım… Aynı günlerde, ABD İstanbul Başkonsolosluğu'nda siyasi ataşe olarak çalışan arkadaşın ismi neydi biliyor musunuz? James B. Bond'tu! Hem vallahi hem billahi, Amerikalı siyasi ataşenin ismi, James Bond'tu. Üstelik, yine 1995 yılında, Türkiye'de görev yapan CIA ajanlarının listesi Alman basınında yayınlanmıştı, bu arkadaşın ismi o listedeydi. Parantezi kapatalım, devam edelim.)
Üç yıl geçti.
1998 oldu.
Guam adasına götürülen peşmergeler artık iyice pişmişti, olgunlaşmışlardı, “Guamerge” olmuşlardı, gene Türkiye üzerinden, bazıları da Ürdün üzerinden, Kuzey Irak'a sokuldular.
Bu dönemde, Kuzey Irak'taki otorite boşluğundan en çok Pkk faydalanmıştı, Kandil dağına iyiden iyiye yerleşmişti.
Özellikle Guamergeler döndükten sonra, Pkk'nın bölgeye geçişi hızlanmıştı, peşmergeyle Pkk'nın işbirliği ayyuka çıkmıştı.
Acaba, Guam'a götürülenler arasında Pkk'lılar da var mıydı?
Bu sorunun cevabını bulmaya çalışan Türk istihbaratı, Barzani'ye haber saldı, Pkk faaliyetleri hakkında konuşmak üzere, bölgedeki aşiret liderlerini toplantıya davet etti.
Randevu ayarlandı, Kuzey Irak'ta, bizim kontrolümüzdeki bir adreste buluşuldu, biraz sohbet edildi, bilahare mevzuya gelindi.
Türk tarafı rahatsızlığını dile getirdi, aşiret liderleri sessizce dinledi.
O sırada çay servisi yapılıyordu. Garsonlar tabii ki garson değildi. Çaylar içildi, çay bardakları garsonlar (!) tarafından toplandı, mutfağa götürüldü, o bardağı kim kullandıysa onun ismiyle etiketlendi, kolilendi, Ankara'ya getirildi.
Guam'a götürülenlerin parmak izleriyle eşleştirildi.
Evet…
Pkk'ya açık destek veren 17 aşiret lideri, Guamerge'ydi!
Bu müthiş tahliyeyi ve Guam operasyonunu Robert Booker Baer yönetmişti, kısaca “Bob” olarak tanınıyordu.
CIA'in Irak şefiydi.
Irak'tan önce Fransa'da Hindistan'da Lübnan'da Sudan'da Fas'ta Tacikistan'da Gine'de Somali'de görev yapmıştı.
Anadili seviyesinde Arapça ve Farsça biliyordu, Fransızca, Almanca, Rusça, Çince, Tacikçe konuşuyordu, anca Belucistan'da duyabileceğiniz Beluçça'yı bile konuşuyordu.
1952 doğumluydu, Georgetown Üniversitesi ve Kaliforniya Berkeley Üniversitesi mezunuydu, 1976 yılında CIA'ye katılmıştı.
Silah uzmanı olan eşi de CIA ajanıydı, vurucu görev yapıyor, Saraybosna'da Hizbullah hedefine suikast düzenlerken tanışmışlardı, çocukları yoktu, Pakistan'dan bir kız çocuğunu evlat edinmişlerdi.
İşbirlikçi peşmergelerin devasa tahliyesi ve Kürdistan'ın temellerini atan Guam operasyonu nedeniyle, olağanüstü başarılar üzerine verilen, CIA kariyer madalyası almıştı.
Sekiz yıl daha geçti.
2006 oldu.
Syriana filmi vizyona girdi.
Başrolünde George Clooney vardı.
Senaryosu pek sürükleyiciydi… Amerikan petrol şirketleri, gizli servisler, köktendinci terör örgütleri ve Ortadoğu hükümetleri arasında dönen dolapları anlatıyordu.
Suriye'yi andıran Syriana kelimesi, Ortadoğu'yu yeniden dizayn etme projesinin, yani, Büyük Ortadoğu Projesi'nin kodadıydı.
– (Yine parantez açalım… Büyük Ortadoğu Projesi kavramı, Türkiye'de ilk kez 2004 yılında asrın liderimiz tarafından dile getirilmişti.
Başbakan sıfatıyla ABD'ye gitmiş, Yahudi Komitesi'nden cesaret ödülü almış, Katolik üniversitesi St. Johns'da cübbe giyerek, fahri doktora unvanı almış, bilahare Washington'a geçmiş, ABD başkanı Bush tarafından oval ofis'te ağırlanmış, Türkiye'ye döner dönmez “ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Diyarbakır yıldız olacak” demişti.
Büyük Ortadoğu Projesi nedir, Diyarbakır niye yıldız oluyor, mesela niye Erzurum veya Balıkesir yıldız olmuyor da Diyarbakır yıldız oluyor, kimse merak etmemişti!
Üstelik, asrın liderimiz, Türkiye, İtalya ve Yemen'in Büyük Ortadoğu Projesi'nin “eşbaşkan”ları olduğunu söylemişti.
Bu görevi bize kim, hangi yetkiyle verdi?
Eşbaşkanlık için hangi taahhütlerde bulunuldu?
Türkiye'nin yükümlülükleri neydi?
Madem Türkiye Cumhuriyeti böyle bir görevi üstlenecek, o halde neden Tbmm'nin onayına sunulmadı?
Gene kimse merak etmemişti!
Kapatalım parantezi, devam edelim.)
Syriana…
Büyük Ortadoğu Projesi'nin kodadıydı.
George Clooney bu heyecan dolu filmdeki rolüyle Oscar kazandı.
Tecrübeli CIA ajanı Bob Barnes'ı canlandırıyordu.
Bilmiyorum, Bob Barnes ismi size birini hatırlattı mı?
Tam isabet…
Filmdeki Bob Barnes karakteri, aslında Robert Booker Baer'di.
Çünkü, Syriana filminin senaryosu, bizzat Robert Booker Baer'in 2002 yılında yazdığı “See No Evil” isimli kitabından uyarlanmıştı.
Kitaptaki ve filmdeki hadiseler, Robert Booker Baer'in hatıralarından oluşuyordu.
Büyük Ortadoğu Projesi'nin kodadı, Syriana'nın ilham kaynağı, devasa tahliye operasyonuyla peşmergeleri Türkiye'ye geçiren, Kuzey Irak'ta Kürdistan'ın temellerini atan CIA istasyon şefiydi.
Kendini dünya lideri ülke zannederken, kendini başrolde zannederken, Oscar ödüllü senaryolarda “figüran” olmak, işte böyle hazin bir duygudur maalesef.
Yürüye yürüye Türkiye'ye giren Afganlara dönersek…
ABD, Afganistan'dan çekiliyor.
20 yıldır oradaydılar, mayıs ayında peyderpey çıkmaya başladılar, bu ay sonu itibariyle Afganistan'da Amerikan askeri kalmayacak.
Amerikan ordusuna çalışan 19 bin işbirlikçi Afgan'ı ABD'ye alacaklar.
Vatandaşlık sözü karşılığında sözleşme imzaladıkları biliniyor.
Bu sözleşmeye güvenerek CIA emrine girdikleri biliniyor.
ABD büyük devlet olarak verdiği sözü tutacak, bu 19 bin işbirlikçiyi illa ki göçmen olarak ülkesine alacak, geriye kalan bir milyon civarındaki işbirlikçiyi Türkiye'ye yıkacak.
Bu geriye kalan bir milyon civarındaki Afgan, diğer 19 bin işbirlikçi gibi savaşçı, ajan veya tercüman değil… Bunlar, Afganistan'daki Amerikan şirketlerinde veya Amerikan himayesindeki şirketlerde çalışanlar… Petrol, doğalgaz, maden, inşaat, gıda, nakliye şirketlerinde çalışıyorlardı.
Amerikan askerlerinin ihtiyaçları ve Afganistan'ı yeniden inşa etmek için dökülen milyar dolarlar, bir milyon civarında Afgan'a düzenli istihdam sağlıyordu, Amerikalılar bavulları toplayınca, bunların hepsi ayazda kaldı.
Afganistan'da kadınların çalışması yasak olduğu için, Amerikalılara çalışanlar arasında kadın yok.
Amerikan veya himayesindeki şirketlerde çalışanlara vize kolaylığı vaadedilmişti. Ama, bu kadar insana vize verip, hobaraa diye ABD'ye götürecek kadar keriz değiller… Bu yüzden, Kabil'deki Amerikan büyükelçiliğinin kapısına yalvar yakar dayanan işbirlikçi Afganlara “siz hemen Türkiye'ye geçin” diyorlar.
İran üzerinden Türkiye'ye geçmelerini bizzat organize ediyorlar.
Zaten aslına bakarsanız, Kabil'deki Amerikan büyükelçiliğinde görevli personel bile neredeyse kalmadı, üç ay önce personeli geri çektiler, elçiliği boşalttılar.
Bu transit geçiş için Washington'la Tahran'ın masa altından el sıkıştığı muhakkak… Yoksa İran'ın böyle tabur tabur geçişe izin vermesi mümkün değildi.
Bu transit Afganlı geçişi İran'ın işine geliyor, hem ülkesine kaçak girişi kontrol etmiş oluyor, hem haberi yokmuş gibi davranarak Türkiye'nin başına bela etmiş oluyor.
Amerikan medyası bile gizlemiyor, tüm bunları şakır şakır yazıyor.
Sayın “işbirlikçi” medyamız yazmıyor, örtüyor.
Ve hal böyleyken, ne diyor asrın liderimiz?
“Zayıf ülke olmadığımız için mültecileri alıyoruz, almaya devam edeceğiz” diyor.
Akp sayesinde ABD'den bile daha güçlü ülke olduğumuzu kavrayamayanların hakikaten utanması gerekiyor!
1 note · View note
Text
Hey guys! In case you haven’t noticed yet, I’ve decided to change Abi’s name from Abigail “Abi” Bailey to Aslihan “Asli” Fahri-Bailey. Since her fc is Turkish and she’s Turkish, it felt right to do that. Initially, she had gone by Deniz for the first couple of years as a kid before changing it to Abigail, sort of an act of rebellion against her biological parents and her heritage during a time in her life when she was really angry and didn’t want to feel connected, but now she’s changed it from Deniz to Aslihan because she hadn’t really felt connected with her name given the circumstances and wanted to feel connected to her culture while also trying to find a way to determine her own fate. She also opted to keep her original last name and to hyphenate it with her new one, as a way to honour both her heritage and her being adopted into the Baileys. Just to clear up any confusion anyone might’ve had!
0 notes
providencepeakrp · 3 years
Photo
Tumblr media
ASLIHAN FAHRI-BAILEY
age: 28.
gender & pronouns: cis female & she/her.
neighborhood: claret park.
occupation: high school world history teacher.
fc: hande ercel.
BIOGRAPHY
trigger warnings: pregnancy.
Deniz Fahri was born to an individual who most definitely was not ready to have children. Living within the capital of Turkey, her biological birth mother took her to an orphanage in Istanbul and was gone without a trace. No name, no date of birth, no medical history, nothing. It had been up to those at the orphanage to decide the baby’s fate. So, they had given her the name Deniz and declared that her birthday was July 15th, 1993.
A few weeks past and suddenly, a Doctor Richard Bailey and a Doctor Jasmine Bailey came to the country. They had adopted a little boy a few years prior and believed that they were ready to adopt another child. The moment they were introduce to Deniz, they knew that she was the little girl they wanted to have in their family. She was officially adopted on August 28th and her name was changed to Abigail Deniz Bailey.
Of course, Abigail was no stranger to her adoption. She knew about it ever since she was little and was raised to be proud of her heritage, of knowing where she came from. Or at least, as much knowledge as she could get. Her biological parents have never been found, leaving her and her family puzzled as to who they could be and where they could be at. But fortunately, she grew up happy with her life. The Baileys were well-known in the world of academia, famous really. Richard was an archaeologist and Jasmine was a biologist, and the two brought their children along with them on their adventures. Richard and Jasmine were their parents and also their teachers, helping them to advance far more than other children their ages. By the time Abigail was fourteen, she had graduated secondary school and was ready to start her education in earning her bachelors.
For as long as she can remember, she has loved history. While she was fascinated with all kinds, she most certainly had a knack for ancient civilizations. Once she was ready to further her education, she knew exactly what she wanted to do. Over the course of the next couple of years, she earned her bachelors in history, archeology, anthropology, earned her masters in those three with an addition of museum studies, got her teaching certificate, and eventually got a doctorate in archaeology, all by the age of 22. 
There had been no denying that the girl was a prodigy, able to absorb information (especially those on history and science) like a sponge. It hadn’t been surprising that she was able to accomplish so much academically at such a young age. And fortunately, she was able to start making waves once she went out in the field. She’d been introduce to numerous giants within the archaeology field thanks to her father from such a young age, so it hadn’t been difficult to be able to form connections. As she reached 23, she decided to stay in England for awhile. To be close with her family and to do some work with the museums there before heading to Egypt to work on an excavation for a couple of months. However, someone unexpected came into her life.
She never expected to meet someone like Atlas, especially not in her hometown of London. Yet the moment they met, something just… clicked. For almost a month, they were together. Being with each other in a way that Abigail never really had done before. She had always been too focused on becoming an archaeologist that she never really took the time to seriously consider something romantic in her life, something permanent. Yet meeting Atlas made her consider that. They talked about everything together, about his life in Colorado, about her life’s dream of being an archaeologist, about how he felt like the black sheep in his family. Seeing him interact with her family had her consider a different life. Of maybe a life with him, seeing what could happen. Where they could end up. And once he began to arrange plans to go back home, she almost went with him. 
But reality came back in and they went their separate ways, him to Providence Peak and then her to get ready to go to Egypt. For so long, she wondered what might have happened had she chosen him over the excavation. Unfortunately, she ended up losing her cell phone during her move and as for social media, she didn’t really use it. She ended up spending two months in Egypt working on moving on, to think about her work and not on Atlas. That is, until the day she ended up collapsing at the dig site and was taken to the hospital in Cairo. That day was the day that she found out that she was pregnant.
No words could ever fully describe the panic she went through. She was a single woman in Egypt who was now pregnant. And the father? He was all the way in Colorado in the United States. She had no idea what to do and was scared. She still had two more months on the excavation before returning to England, she hasn’t spoken to Atlas in over two months- oh God. Atlas. Abigail was terrified. How was she suppose to tell him? She had responsibilities in Egypt; She couldn’t just pack everything up, get on a plane, and head to Providence Peak. And even if she did somehow contact him, how would he react? Would he be overjoyed, wanting her to move in with him or for them to live together in England and have them become a family? Would he be angry, saying that he never wanted to see her again and that he wanted nothing to do with the child? Had he forced himself to forget those three weeks ever happened? He never tried to contact her… Would it be for the best if she didn’t disturb his life? She wasn’t sure. And she fought with herself over and over again. Until finally, she decided not to tell him. It was the biggest regret of her entire life.
Once things were done in Egypt, she made her way back home to London. Abigail settled down and stayed there for the remainder of the pregnancy, staying in the Bailey Manor outside of London. Fortunately enough, her family were supportive and helped her throughout. They knew who the father was and had even tried coaxing her into telling him, that maybe her fears were irrational. That maybe he’d be happy about the baby. And she wanted to tell him. God, she would end up spending years writing multiple letters to him. Yet, she never did send them, her fear taking over everything. Soon enough, she gave birth to a healthy, beautiful baby girl. She would end up naming her Alexandria Jane Williams.
Over the next few years, Abigail would end up working as a teacher at one of the secondary schools in London. She loved being able to teach and helped introduce her students to how fascinating history could be. Plus, it gave her the opportunity to be close with her family. Yet, something was always missing.
She spoke of Atlas to their daughter as she got older, making sure she knew who her father was. Once she began to understand things a little more and asked when she would be able to see him, she found herself in a predicament. Until finally early last year, Abigail put all her fears aside and checked to see if the Providence Peak High School was accepting any teaching positions. As luck would have it, there was a position open for a world history teacher for juniors and seniors. The woman applied and once she was hired, she did everything she could to prepare herself and Alex for the move to Providence so that she may start teaching in the autumn of 2020. So that she could finally meet her father. It had been far too long and dammit, she wasn’t going to make this any longer. She wanted Atlas to know their daughter, for them to be in each other’s lives. They deserved that. She just wished she had done it sooner.
written by: bay.
4 notes · View notes
abstraxidesign · 3 years
Photo
Tumblr media
This car cannot be overlooked on the stages. We present Deniz Fahri's Skoda Fabia R5 in our fluorescent wrap design. Keep an eye on it! Congratulations on victory in the Chase Rallisi rally - the North Cyprus Championship! #liverydesign #denizfahri #wrapdesign #rallydesign #Motorsport #skodamotorsport #skodafabiar5 #rally #rally2 #wrapdesign #cardesign #fabiar5 #car #wrc #carwrap #carsofinstagram #race #rallycar #cyprusrallychampionship #cyprus #northcyprus #fluorescent #blackcar https://www.instagram.com/p/CPGkHz8DuCX/?utm_medium=tumblr
1 note · View note
gundemarsivi · 4 years
Text
Tumblr media
SİNAN CEMGİL’İN KISA METRAJLI BÜYÜK YAŞAM ÖYKÜSÜ
“Bu oğlum Sinan… Bunlar da onun arkadaşları (Kadir ve Alpaslan), kardeşleri…. onlar da oğullarım… Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekalı birer güzel insandı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar. Size yalan söylüyorlar. Onlar eşkıya değildi.” Nazife Cemgil (Sinan Cemgil’in annesi)
“Varlıklı bir aileden geliyoruz, benim oğlumun hiçbir parasal sorunu yoktu. Bir okuma sorunu da yoktu, Türkiye’nin en güzel üniversitesini en yüksek puanı tutturarak girdi. Bitirdiğinde de memleketin en yüksek kademesine gelebilirdi, ama sizin için öldü!” Adnan Cemgil (Sinan Cemgil’in babası), oğlu Sinan Cemgil’in cesedini izleyen köylülere bu sözleri dedikten sonra; köylüler suçluluk psikolojisiyle başlarını öne eğer…
Kurtuluş Savaşı’da Muğla’nın Kuvay-i Milliye başkanlığını yapan Erzurumlu dedesinin torunu, felsefe öğretmeni annenin ve edebiyat öğretmeni babanın oğlu. Ailesi devrimci genleriyle, çok küçük yaşlarda hapishane de gördü (babası TMBB’nin karar almaksızın Menderes Hükümetinin Kore’ye asker g��ndermesini protesto ettiğinden babasıyla hapisi gördü; sahi ne işi vardı askerlerimizin orada? Haklı bir savaşı bugünlerde de anlamamak mümkün değil…), annesiyle aynı dava yüzünden sürgün de gördü…
ODTÜ’de Mimarlık Fakültesine girdiğinde, siyasetle ilgilenmeye başladı. Dönüşüm dergisinde eşi olacak Şirin Yazıcıoğlu ile tanışır ve aşık olur. Dönüşüm dergisini satarken yakalanır göz altına alınırlar. Aynı yıl, ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü’nün kuruluşuna katılır, hatta bir süre de genel başkanlığını yapar ve Türkiye İşçi Partisi’ne de üye olur.
1967 yılında ilkokul yapma amacıyla Muş’un Korkut ilçesine giden ODTÜ kafilesinde yer alan Sinan, arkadaşlarıyla birlikte halk kültürü üzerine de incelemelerde bulunur. Bu incelemelerden geriye kalan, kafilenin diline persenk olan Çift Jandarma (https://youtu.be/_lf44sJXJUQ) türküsüdür.
Sinan’ın Amerikalı öğretim görevlisinin; Yıllardan beri ODTÜ’de İngilizce eğitim görüyorsunuz. Nasıl İngilizce bilmezsiniz? sorusuna verdiği yanıt bugünlere kadar gelmiştir:
“Biz, ODTÜ’de İngilizce üç kelime öğrendik: Yankee go home.”
Sinan Cemgil’in İngilizcesi çok iyiydi, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca ve Latince biliyordu; arkadaşlarına Dante’nin şiirlerini okuyup, defterine hep okuduğu ya da hoşuna giden sözleri de not alıyordu. O vakitlerde, her yanda Amerika’nın artan etkisiyle, üç kelimeyle Amerikan öğretim üyesine, nasıl posta koyduğunu da az önceki paragrafta iletmiştim.
O çok espritüel, taklit yapmakta çok başarılı, çok kültürlü ve çevresince çok sevilen biriydi. Teorik liderliğiyle lider oldu. O kadar bilgeydi ki ODTÜ’de ilk kez ona Hoca diyen çevresiyle, Hoca demek adet oldu.
1968’le birlikte yoğunlaşan öğrenci eylemlerinde, üniversitedeki hareketin doğal önderi olur. ODTÜ’de Toplumcu Gurup içinde yer alır. 1968’de ODTÜ’deki boykota ve 1969’daki ODTÜ işgaline önderlik eder.
Toprak reformunun gerçekleştirilmesi istemiyle hazine topraklarını işgal eden Elmalı köylülerini ziyaretinin Türkiye İşçi Partisi Genel Merkezi tarafından tepki ile karşılanması, TİP’ten istifasını getirir.
Sosyalist Devrim-Milli Demokratik Devrim tartışmalarında Milli Demokratik Devrim’i savunsa da Hüseyin İnan’la birlikte Türk Solu ve Aydınlık odaklı MDD yorumlarından ve bu çevredeki tartışmalardan uzak durur ve farklı bir yol açmak için arkadaşlarıyla birlikte harekete geçer.
Şi­rin ile Si­na­n’­ın ya­kın­laştıran 1966’da­ki Var­to Dep­re­mi sı­ra­sın­da ol­du, her ikisi de gö­nül­lüydü. 8 Şubat 1969 yılında henüz öğrenciyken Şirin Yazıcıoğlu ile evlenir. An­ka­ra Sıh­hi­ye Mey­da­nı­’n­da­ki bir bod­rum ka­tın­da ya­şa­ma­ya baş­la­dı­lar.
O dönemlerde, Robert Komer (Vietnam Kasabı) Türk yakın siyasi tarihinde belirleyici bir iz bırakmıştır. 6 Ocak 1969’daki ODTÜ’yü ziyareti sırasında, rektörlük binasının kapısında duran diplomatik plakalı 1968 model Cadillac otomobili, temsil ettiği Amerikan değerlerine karşı duran, Komer’in Vietnam geçmişinden haberdar ODTÜ’lü öğrenciler tarafından araba ters çevrilerek yakıldı. Söylentiye göre arabayı ateşe veren Deniz Gezmiş’in yakın arkadaşlarından Taylan Özgür iken, benzin deposuna sıkıştırılıp ateşe verilen eşarp da o dönemin bir diğer önemli ismi olan Sinan Cemgil’e aittir. Olaydan üç gün sonra Deniz Gezmiş ve (Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın da içinde bulunduğu) yedi kişi hakkında verilen tutuklama kararı sonrasında, 3.000’den fazla öğrenci bir dilekçeyle kendilerinin de eyleme katıldığını bildirmiştir.
Taylan, 23 Eylül 1969 yılında Öğrenci Birliği Kongresine katılmak üzere İstanbul Üniversitesine geldiği sırada kolluk kuvvetleri tarafından Beyazıt Meydanı’nda arkasından vuruldu. 21 yaşında hayatını kaybeden Taylan Özgür’ün cinayeti halen aydınlatılmadı. Ablası Hale Kıyıcı kardeşinin katledilmesini şöyle anlatıyor:
“Kardeşim Taylan’ın İstanbul Üniversitesinin bahçesinde öldürülmediğini gazete arşivlerine bakarak bile öğrenebilirdiniz. Yaralı vaziyette Kumkapı Toplum Polisi karargâhında 2,5 saat dövülerek tutulduğunu, ODTÜ’den İstanbul’a nasıl geldiğini, yanında olup da katili en yakından görüp davada tanıklık yapmayan Mim. Sait Kozacıoğlu’nun adını geçirememek, danışmanlarınızdan Fahri Aral’ın savcılıkta tanıyıp da, mahkemede tanıyamadığını söyleyerek yargılanan kişinin beraatine neden olduğunu, sağır sultan bile duydu.”
Sinan Cemgil’in eylemde birlikte yer aldığı çok sevdiği arkadaşı Mustafa Taylan Özgür’ün İstanbul’da öldürülmesi üzerine Ankara’da Atatürk Anıtı önünde toplanan kalabalığa, aranıyor olmasına karşın şöyle hitap edecektir:
“Bir devrimci kardeşimiz polis kurşunu ile kahpece öldürülmüştür. Devrimci şehitlerin matemini tutacak zamanımız yoktur. Devrimcilerin postunu ucuza satmayacağız.”
28 Ocak 1970 yılında doğan oğluna söz verdiği gibi arkadaşı Taylan’ın adını verir.
Toprak reformunun önemini biliyor ve gerçekleşmesi için çaba veriyordu arkadaşlarıyla. Hazine topraklarını işgal edenleri bu gençler takip ediyor ve çok üzülüyorlardı. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra, arkadaşlarıyla birlikte Ankara’yı terk eden Sinan Cemgil, 17 Mart’ta Deniz Gezmiş’le Yusuf Arslan’ın Gemerek’te yakalanmaları üzerine Adıyaman civarındaki Nurhak dağına çıktı. Buradan arkadaşlarıyla birlikte gerilla kampı kurmalarının nedeni Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını korumak için devam edeceklerdi.
Cemgil ve arkadaşları, mayısın sonunda Adıyaman’da İnekli köyü muhtarının ihbarı üzerine kuşatıldılar. Sinan, 31 Mayıs 1971’de askerlerle çıkan çatışmada; Alparslan Özdoğan ve Kadir Manga ile birlikte vuruldu.
Ülkemizin ilerlemesi için 27 yaşında köylüleri uyandırmaya arkadaşları ile gittikleri Nurhak Dağları’nda Jandarma tarafından öldürüldüğünde; sırt çantasından 4 kitap, bir de kuru soğan çıktı.
Sinan Cemgil ve arkadaşlarının amaçları elbette toplumu ilerletmekti, fakat o devrimci arkadaşlarının gerek Mahir Çayan gerek Üç Fidan için de fayda sağlamak, onları kurtarmak için de güçlenmeyi hedeflemişti. Ama, o çok sevdiği arkadaşlarının acısını görmekten korkarken; kendi ve dostlarının ölümüyle, kurtarmak istediği arkadaşlarına ölümüyle yasını yaşatmıştı.
27 yaşında, yaşlı bir tabut sessizce taşınsa da mezara, daha sonraki birçok protestoda ölümsüzlüğü hep genç kalacaktı. O 27 yaşında, üniversite öğrencisi, 15 aylık oğluyla, güzel ve çok yetenekli karısıyla yaşasaydı; Halk için Ezilmeseydi, uzun ömrüyle birlikte sevdikleri ile yaşlansaydı, ne güzel olurdu! Ama yolu kapatan Amerikanlar vardı, kendisi de antiemperyalistti; benim fikrim de hiç gerçekleşmeyecek bir olasılığın hayaliydi…
Ve artık Sinan Cemgil’in arkadaşlarının ölümleriyle hayat devam edecekti!..
“Siz­ler ki hü­zün var
yü­zü­nüz­de ye­re eğik
göz­le­ri­niz acı­nı­zı gös­te­ren,
ne­re­den ge­lir­si­niz,
ren­gi­niz acı­nın ren­gi­ne dön­müş böy­le..!” Dante
Sinan Cemgil’in söylediği türküsüyle https://youtu.be/ieuxtVI-uPg yazımı tamamlıyorum. Onu hasretle, sevgiyle, özlemle ve şevkatle anıyorum.
Yazımın linki
Yazımı hazırlarken faydalandığım kaynaklar ve okunmasını değerli bulduğum fakat yazıma ekleyemediğim yalnız okuyup hoşlandığım kaynaklar;
1-Taylan Cemgil’in yazdığı kitap için röportajı. http://halkinkurtulusu.net/?p=2434
2-https://tr.wikipedia.org/wiki/Sinan_Cemgil
3-https://www.evrensel.net/haber/362014/taylan-ozgur-kimdir-nasil-olduruldu
4-https://www.sozcu.com.tr/2014/yazarlar/soner-yalcin/bir-amazon-kadini-sirin-cemgil-579059/
4 notes · View notes
rallidergisi · 5 years
Text
Bostancı Şampiyona Liderliğini Korudu
Bostancı Şampiyona Liderliğini Korudu
İstanbul Otomobil Sporları Kulübü (İSOK) tarafından 06-07 Temmuz tarihlerinde organize edilen ve 2019 Türkiye Ralli Şampiyonası’nın 4. yarışı İTO 40.İstanbul Rallisi, Castrol Ford Team Türkiye takımından Murat Bostancı-Onur Vatansever ekibinin birinciliği ile sonuçlandı. Bostancı-Vatansever ekibi bu birinciliğin ardından Türkiye Ralli Şampiyonası’ndaki liderliklerini sürdürürken, yarışın…
View On WordPress
0 notes
yusufserkan · 5 years
Text
30 Ağustoslar, 1926'dan itibaren “Zafer ve Tayyare Bayramı” olarak kutlandı. Genç Cumhuriyet, 1925-1945 arasında uçak fabrikaları kurdu. Fakat II. Dünya Savaşı sonrasında yerli-milli uçak sanayiden vazgeçildi. 1950'lerde uçak fabrikaları kapatıldı. İşte bu süreçte “30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramı”nın “Tayyare” kısmı da unutturuldu
Bu toprakların yeniden vatan yapılışının 97. yılında “30 Ağustos Zafer Bayramı”nı coşkuyla kutladık. Ancak 1950'lerden beri bu önemli bayramın aslında yarısını kutluyoruz, çünkü diğer yarısını unutturdular. Bizim bugün “30 Ağustos Zafer Bayramı” diye kutladığımız bayram, Cumhuriyet'in ilk yıllarında “30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramı” olarak kutlanıyordu.
“Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim!
En iyisi her şeyi en başından anlatayım:
KUVAYI HAVAİYE
Milli Mücadele'de TBMM, 13 Haziran 1920'de Harbiye Dairesi'ne bağlı bir “Kuvayı Havaiye Şubesi” kurdu.
1920'de Eskişehir'de I. Uçak Bölüğü, Uşak'ta II. Uçak Bölüğü, Amasra'da da bir Deniz Uçak Üssü kuruldu. Ancak buralardaki az sayıda uçaktan hiçbiri uçacak durumda değildi.
Sakarya Savaşı'nda Yunan ordusundaki 18 uçağa karşılık Türk Ordusu'nda sadece 2 uçak vardı. Bu 2 uçaklık Kuvayı Havaiye'nin üssü Polatlı-Ankara demiryolu üzerindeki Malıköy'dü.
Sakarya Savaşı sonrasında İtalya ve Fransa'nın TBMM ile anlaşmalarından sonra İtalya'dan 21 adet SPAD-XIII uçağı ile Fransa'dan 10 adet Bregue 14 A-2 uçağı alındı. Silahsız olarak alınan bu uçaklara Alman Maksim makineli tüfekleri takıldı. Bu uçakların çoğu ateş ederken kendi pervanelerini deldi. Rusya'dan ve İtalya'dan alınan uçak yakıtı ise at ve eşek sırtında kağnılarla Anadolu'ya taşındı. Yurt dışından uçak bombası alınamayınca 7.5 kg.'lık top mermilerinden uçak bombası yapılmaya çalışıldı.
Ulus, 31 Ağustos 1936.
Türk cephelerini gezen ve Atatürk'le görüşen Franklin Bouillon, motoru Gnom uçağından alınma, kanatları Albatros uçağından aktarma, bez kanatları patates püresiyle emayetlenmiş garip Türk uçağını görünce “Ne delice kahramanlık! Elbette kazanırsınız!” demekten kendini alamayacaktı.
Büyük Taarruz'un başladığı 26 Ağustos 1922'de keşif uçakları kendilerinden istenilen bütün görevleri başarıyla yerine getirdiler. Seçilen hedefleri bombaladılar. Av uçakları da havada Yunan uçaklarıyla çatıştılar; 3 düşman uçağını inmek zorunda bıraktılar, 1 düşman uçağını da Yüzbaşı Fazıl Bey, Afyon Hasanbeyli civarında düşürdü.
Atatürk, Kuvayı Havaiye'nin bu başarısı nedeniyle 31 Ağustos 1922'de havacıları kabul edip rütbelerini yükseltti.
İşte bu nedenle Cumhuriyeti kuranlar, 30 Ağustosları, “Zafer ve Tayyare Bayramı” olarak kutladılar.
Bir Cumhuriyet kurumu: THK
Türk Tayyare Cemiyeti (Türk Hava Kurumu) ve Türk Tayyare Bayramı
Atatürk, 1 Kasım 1924'teki meclis açış konuşmasında şöyle dedi: “Yurt savunmasından söz ederken askeri alanda önemli ve etkin bir nitelik taşıyan Hava Kuvvetleri'ne yüce meclisin özellikle ilgisini ve dikkatini çekmek isterim.”
Atatürk, 16 Şubat 1925'te Türk Tayyare Cemiyeti'ni (Türk Hava Kurumu'nu) kurdu. Atatürk'ün himayesinde, İsmet İnönü'nün fahri başkanlığında kurulan cemiyetin ilk başkanı Atatürk'ün yaverlerinden Cevat Abbas Gürer, daha sonraki başkanı ise Atatürk'ün yakınlarından Ahmet Fuat Bulca idi.
THK'nın birinci amacı uçak fabrikaları kurmaktı. THK Nizamnamesi'ndeki ifadeyle, “Türk milletinin en öncelikli olarak yapması gereken bir tayyare fabrikası kurmaktır. Avcı, keşif, talim ve bombardıman tayyarelerinin bütün aksamını imal edecek ve istenilen nitelikte tayyareler meydana getirecek bir fabrika tesisi için sarf edilmesi lazım gelen paranın ehemmiyetini Türk milleti takdir edebilmektedir. Fabrika ile bir de pilot yetiştirebilecek okul tesis edilmesi kesin gerekliliktir…”
THK'nın parasal kaynakları şöyle belirlendi:
1- Fitre, zekat ve kurban derileri,
2- Tayyare Piyangosu,
3- Bir kuruşluk Tayyare Cemiyeti dilekçe pulu,
4- Sigara paketlerindeki bir tek sigara,
5- İki cıva madeninin işletilmesinden elde edilen tüm gelirler,
6- Askeri terhis tezkerelerinin geliri,
7- El ve duvar ilanları imtiyazı,
8- Uşak Şeker Fabrikası'nın her yılki ilk mahsulü,
9- Bazı vergiler,
10- Atatürk'ün Nutuk'undan elde edilecek telif geliri.
Ancak bu kaynaklar yeterli değildi. THK, orduya uçak almak için “bağış” ve “yardım” kampanyası başlattı. Öncelikle Atatürk, 10 bin lira bağışla kampanyaya katıldı. Nuri Demirağ'ın kardeşi Naci Demirağ 120 bin lira, Vehbi Koç da 5 bin lira bağışladı.
THK'ya 30 ila 50 lira bağışlayanlara bronz, 75 ila 100 lira bağışlayanlara altın, 5 bin liradan fazla bağışlayanlara değerli taşlarla bezenmiş madalyalar verildi. Madalyaların üstünde Vecihi Hürkuş'un yaptığı “Vecihi K-VI” model uçağın resmi vardı. 10 bin lira bağışlayan kişi, kurum ve şehirler aldıkları uçağa ad verebiliyordu. THK'ya ilk bağış Ceyhan'dan geldi. Ceyhan ilçesinin 10 bin liralık bağışıyla alınan uçağa “Ceyhan” adı verildi.
Atatürk, 1 Kasım 1926'da meclis açış konuşmasında “vatandaşların kendi gayret ve bağışlarının ürünü olan Tayyare Cemiyeti'nin bir senelik çalışma ve başarısı takdire şayandır” diyerek THK'yı takdir etti.
THK'nın uçak kampanyasına halkın ilgisi büyüktü. Vatandaşlar elde ettikleri ürünün bir kısmını, tarlasını, bağını, bahçesini, hayvanını satarak kampanyaya destek oldu. Hatta maaşını ve evlilik yüzüğünü bağışlayanlar bile oldu.
THK kısa sürede birinci hedefine ulaştı. Çünkü genç Cumhuriyet, uçak fabrikaları kurdu:
1- 1926'da TOMTAŞ Kayseri Uçak Fabrikası kuruldu.
2- 1932'de Eskişehir Tayyare Tamir Fabrikası kuruldu.
3- 1941'de THK Ankara Etimesgut Uçak Fabrikası kuruldu.
4- 1945'te THK Ankara Gazi Uçak Motoru Fabrikası kuruldu.
THK, Hava Kuvvetleri'ni güçlendirmek için sürekli yerli-milli havacılığın önemini vurguladı. Bunun için Türkiye'nin ilk pilotlarından Binbaşı Fazıl Bey'in hayatını kaybettiği günü “Tayyare Şehitlerini Anma Günü” olarak kabul etti. 30 Ağustosları ise “Tayyare Bayramı” olarak kutladı.
Tayyare Bayramı kutlamaları
30 Ağustos 1929 Zafer ve Tayyare Bayramı kutlamalarından görüntüler. (Havacılık ve Spor, S.7, 15 Eylül 1929)
Türk Tayyare Cemiyeti'nin 1925'teki nizamnamesinin 35. maddesine göre 31 Ağustosların “Türk Tayyare Bayramı” olarak kutlanması kabul edildi. Ancak ertesi yıl bu bayramın tarihi 30 Ağustos olarak değiştirilip “Zafer Bayramı” ile birleştirildi. Bakanlar Kurulu'nun 25 Ağustos 1926 tarihli kararnamesiyle 1926 yılından itibaren 30 Ağustos “Zafer ve Tayyare Bayramı” olarak kutlanmaya başlandı. 27 Mayıs 1935 tarihli “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun”da “Tayyare Bayramı” ifadesine yer verilmemiş olmasına karşın, uygulamada 1926'dan itibaren 30 Ağustoslar “Zafer ve Tayyare Bayramı” olarak kutlandı.
“Zafer ve Tayyare Bayramı” ve “Tayyare Şehitlerini Anma Günü” dışında, 1935'ten itibaren her yılın 30 Ağustos ile 5 Eylül arası “Hava Haftası” olarak belirlendi. 1935'ten itibaren bu hafta boyunca törenler yapıldı.
30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramı İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere tüm yurtta büyük bir coşkuyla kutlanırdı. Bayram günü Ankara semalarında uçaklar görülürdü. Ankara'da her yer süslenir; caddeler, sokaklar al bayraklarla donatılırdı. THK'nın Ankara Hacıbayram'daki merkez binası da bayraklarla süslenir ve gece ışıklandırılırdı. Burada bir kabul töreni yapılırdı; törene TBMM Reisi, Başvekil, Erkan-ı Harbiye Umumiye Reisi, paşalar ve mebuslar katılırdı. Diğer illerde de yetkililerin ve halkın katılımıyla törenler ve eğlenceler düzenlenir, balolar yapılır, filmler gösterilir, tiyatro oyunları sergilenir, spor yarışmaları düzenlenir ve kuruma bağış toplanmaya çalışırlardı. Top atışları yapılır, limanda demirli gemiler ile fabrikalar beş dakika boyunca düdük çalarak törene katılırdı. Tüm esnaf, o gün boyunca elde ettikleri tüm geliri, THK'ya armağan ederdi. Öğrenciler Tayyare Rozeti dağıtırdı. Ayrıca Tayyare Piyangoları düzenlenirdi. THK'nın “Havacılık ve Spor Dergisi”, 30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramlarına “özel nüsha” çıkarırdı.
30 Ağustos 1929'da Yeşilköy'de İstanbul'un aldığı üç uçağa, Beyazıt, Fatih, Balıkçılar adı verildi. (Havacılık ve Spor, S.7, 15 Eylül 1929 )
Vecihi Hürkuş, birçok şehri kapsayan gösteri uçuşları yapardı. Bu uçuşlar sonrasında da THK'ya bağış toplanırdı. Türkiye'de kurulan uçak fabrikalarında üretilen uçaklar da törenlerde yer alırdı. Örneğin, 1935'te Ankara'daki “Zafer ve Tayyare Bayramı”nda törenin geçit resmi, Kayseri Uçak Fabrikası'nda yapılmış yerli uçakların akrobasi hareketlerinin ardından yerli planörlerle tamamlandı.
En önemlisi de o gün ülkenin birçok yerinde halkın bağışlarıyla satın alınan uçaklara “ad verme töreni” düzenlenirdi. Uçaklara, bağış yapan illerin, ilçelerin adı verilirdi. Uçaklar, Zafer ve Tayyare Bayramı'nda yapılan “ad verme törenleri” sonrasında orduya teslim edilirdi. Örneğin 1931'de toplanan 37 bağış uçağından bazılarına; “Akşehir”, “İskilip”, “Bayburt”, “Siverek”, “Bodrum”, “Cizre” adları verilmişti.
İkinci Dünya Savaşı'nın ufukta görüldüğü günlerde, Tayyare Bayramlarında halk sürekli hava saldırıları konusunda uyarıldı. Gazetelerde 30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramlarında THK'ya yardım etmenin büyük bir “yurt borcu” olduğu anlatıldı.
II. Dünya Savaşı sonrasında yavaş yavaş yerli-milli uçak sanayinden vazgeçildi. 1950'lerde de uçak fabrikaları kapatıldı. İşte bu süreçte “30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramı”nın “Tayyare” kısmı da unutturuldu.
1 note · View note
mehmetkali · 2 years
Text
Kamerun Esnafı Tedariğini Türkiye’den Yapacak https://ift.tt/2i1Xtk4
Kamerun Esnafı Tedariğini Türkiye’den Yapacak
Tumblr media
Kamerun Esnafı Tedariğini Türkiye’den Yapacak
Pandemiyle birlikte değişen ekonomik teamüller kıtaları birbirine daha da yaklaştırdı. Tüm Dünya’nın gözünü diktiği Afrika kıtasında dengeler değişiyor. Yeniden kurulan oyunda rol sahibi olmak isteyen Türkiye, hem resmi hem de özel girişimlerle Afrikalı iş insanlarını / esnafı Türkiye pazarına çekmek için elinden geleni yapıyor.
  HBS Organizasyon tarafından bu yıl ikincisi düzenlenen Kıtalararası İşbirliği Zirvesi de bu girişimlerden biri olarak dikkat çekiyor. Yarın Yenikapı Etkinlik Alanındaki Dr. Mimar Kadir Topbaş Gösteri ve Sanat Merkezi’nde gerçekleştirilecek ‘Türkiye-Kamerun Sektörler Arası B2B Platformu’ Saat 09.00’da kayıtların alınması ile başlayacak. Mali Müşavir-Yazar Sadettin Turhan’ın sunuşundan sonra Sanayici-İş İnsanı Zorman Bayramoğlu, Ankaralı Sanayici ve İş İnsanı Oktay Mermer ve Ordu Ticaret ve Sanayi Odası (OTSO) Başkanı Fahri Danışmanı Tarkan Deniz, Kıtalararası İşbirliği Zirvesi’nin önemine ve Afrika pazarındaki fırsatlara dair birer konuşma yapacak. Konuşmaların ardından B2B görüşmelerine geçilecek ve saat 19.00’da da katılımcılar ve misafirler, gala yemeğinde buluşacaklar. Protokol katılımın yanı sıra iş dünyasından da pek çok ismin, Türkiye-Kamerun Sektörler Arası B2B Platformu etkinliğine iştirak etmesi bekleniyor. Organizasyonun onur konuğu ise Kamerun Batı Bölge (Bamena) Kralı Majesteleri Alexandre Joukwe Nietcho ve ailesi.
  2023 Sonuna Kadar 15 Afrika Ülkesi ile Ticari Platformlar Kurulacak 
HBS Organizasyon Yönetim Kurulu Başkanı Sıraç Tanır, Afrikalı dostlarından gelen talepleri kurumsal bir kisveye büründürerek sektörel alım heyetleriyle Türk iş insanlarını / firmalarını bir araya getirmeyi kendisine ödev edinmiş. Organizasyona katılım şartlarına bakıldığında neredeyse sembolik rakamların olduğunu görüyoruz. Tanır bu durumla ilgili şunları söylüyor: ‘Ben burada, ülkeme ne kadar daha fazla para girer onun derdini taşıyorum. Belki organizasyon olarak bir kazanç elde etmiyoruz ama heyetler ve ikili iş görüşmeleri neticesinde oluşacak iş potansiyeli sebebiyle ülkeme katma değer sağlayabileceksem bu bana yeter. Cari açığın kapanmasına katkı vermek isteyen üretici firmalarımızın ihracatla tanışmalarını, pazara daha rahat girmelerini sağlamak amacıyla B2B organizasyonlarını gerçekleştiriyoruz. Şu an için hedefimiz Afrika. Sonrasında tüm Dünya ile dirsek temasında olacağız. Kamerun’dan sonra Afrika kıtasından 15 ülke ile aynı çerçevede belki daha kapsamlı etkinlikler düzenleyeceğiz. Senegal bu doğrultuda ikinci hedef ülkemiz. Takım arkadaşlarımla bu manada bir güç birliği yaptık ve emin adımlarla gidebildiğimiz yere kadar gideceğiz. Hedefimiz, Büyük ve Güçlü Türkiye’nin inşasına içten ve kalıcı katkılar sunabilmektir.’
  Kamerunlu 20 Sektör Temsilcisi, Türk Esnafıyla Görüşecek
Organizasyonun Yaounde Temsilcisi Monique Lore Kengne ve İstanbul temsilcisi, aynı zamanda Majestelerinin Oğlu S.M. Mekep sa’a ngon Ferdinand’ın gayretleri neticesinde Kamerun’dan 20 sektör temsilcisi ve alım heyeti yarın Türk meslektaşlarıyla işbirliği yapmak üzere Dr. Mimar Kadir Topbaş Gösteri ve Sanat Merkezi’nde bir araya gelecek. Etkinliğe Kamerun’dan katılacak sektörler şöyle;
  İnşaat-Taahhüt
İnşaat malzemeleri
Elektrik malzemeleri
Yazılım, E-ticaret
Kozmetik
Tarım makineleri
Meyve-sebze ihracatçıları
Mimari otel dekorasyon, otel mobilyası
Otel tekstili
Hazır mobilya
Gastronomi ve Soğutma sistemleri
Ekmek makineleri
Gıda
Tekstil
Gıda işletme tesisleri
Yenilenebilir enerji kaynakları (güneş enerjisi)
Haberleşme teknolojisi
Tarım ve hayvancılık
Genel ticaret (ithalat ve ihracatçılar)
Mobil konteyner-karavan
Medikal ürünler, organik ilaçlar, eczacılık
  Kamerun, Muafiyet Tanınan Ülkeler Listesinde
Merkez Bankası tarafından yayınlanan İhracat Genelgesi ile ihracat bedellerinin yurda getirilmesine ilişkin usul ve esasların güncellenmesi sonucunda yalnızca İran, Suriye ve Lübnan’a tanınan muafiyet, yeni eklentilerle birlikte toplam 29 ülkeye tanınmış oldu. Bu ülkelerin arasında Kamerun da yer alıyor.
  Kamerun Hakkında:
Orta Batı Afrika’da yer alan Kamerun; kıtada enerji, altyapı ve ticaret faaliyetlerinde yatırım ve iş birliği olanağı sunan başlıca ülkeler arasında yer almaktadır. Yatırım Ajansının yabancı yatırımları teşvik amacıyla sağladığı imkânlar, ülkeyi ticari bakımdan ilgi çekici hâle getiriyor. Kamerun’da Fransızca ve İngilizce olmak üzere iki resmî dilin kullanılması ise yatırımcılara ve her sektörden iş insanına kolaylık sağlıyor. Ayrıca 25 milyonluk nüfusun yüzde 42’sinin 0 -14 yaş aralığında olması, dinamik ve güçlü insan kaynağı potansiyelinin en büyük göstergesi.
Kamerun, tüm bu avantajlarının yanında Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti gibi denize kıyısı olmayan komşu ülkelerinin deniz taşımacılığını sağlaması açısından da stratejik önem arz ediyor. Bu ticari potansiyeli değerlendiren Türk firmalarının sayısındaki artış, iki ülke arasındaki iş hacminin yakın gelecekte daha da güçleneceği öngörüsünü destekler nitelikte. Türkiye’nin Kamerun’da bugüne kadar tamamladığı ve hâlen devam ettirmekte olduğu, toplam bedeli yaklaşık 500 milyon doları bulan projeler sayesinde ülkede, Türk hizmet ve ürünlerine olan ilgi giderek artıyor.
Tumblr media
Kamerun Esnafı Tedariğini Türkiye’den Yapacak
Tumblr media
from 0 554 1730000 I [email protected] / Güncel Havacılık Haberleri https://ift.tt/7SkIW2f via IFTTT
0 notes
barisapaydin · 5 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Bugün, belkide musalla taşlarının bir daha hiçbir zaman göremeyeceği kadar büyük bir düşünce adamının ölüm yıl dönümü... Yol göstericimiz sayın Hüseyin Nihal Atsız Bey’i ölümünün 43. yılında saygı, sevgi ve özlemle anıyorum... Kutlu tini şâd olsun...
Nihal Atsız kimdir:
Türkçülük-Turancılık akımının önemli bir temsilcisi olan Hüseyin Nihal Atsız, keskin ve dolaysız yazılarıyla hafızalara kazınmıştır... Türk Tarihi’ni ve Edebiyatı’nı çok iyi bilmektedir... Özellikle Göktürkler üzerinde uzmanlaşmıştır... 34 tane kitabı ve birçok şiiri mevcuttur... Türkçülük hareketini etkileyen en önemli isimlerden biridir...
Hüseyin Nihal Atsız, 12 Ocak 1905 tarihinde İstanbul’da doğdu... Annesi Fatma Zehra Hanım, babası binbaşı Mehmet Nail Bey’dir... Ahmet Nejdet Sançar ve Fatma Nezihe Çiftçioğlu isimli iki kardeşi vardır... Fatma Zehra'nın vefatı üzerine Mehmet Nail Bey, 1931’de yeniden evlendi... Ancak 2 yıl sonra eşinden boşandı... Atsız, ilk ve ortaöğrenimini Kadıköy’de tamamladı... Daha sonra Askeri Tıbbiye’ye girdi...
Bu dönemde Türkçülük akımının etkisine girmeye başladı... Bu yüzden yaşadığı problemlerden dolayı 1925’te Askeri Tıbbiye’den atıldı... Kısa bir süre sonra Kabataş Erkek Lisesi’ne yardımcı öğretmen olarak girdi...
Daha sonra şehirlerarası vapurlarda kaptan olarak çalıştı... 1926 yılında yatılı olarak İstanbul Darülfünunu Edebiyat Bölümü’ne kayıt olan Atsız, bundan bir hafta sonra askerliğini yapmak için okula ara verdi... Üniversiteye geri döndükten sonra, bir arkadaşıyla birlikte “Anadolu’da Türklere Ait Yer İsimleri” adlı bir makale yazdı... Bu makale Türkiyat Mecmuası’nda yayınlandı... 1930 yılında mezun oldu...
Yazdığı makale, öğretmeni Mehmet Fuat Köprülü’nün dikkatini çekmişti... Bu yüzden Atsız’a bir şekilde yardımcı olmaya ve onu yanına almaya çalıştı... Atsız mezun olduktan sonra 8 yıl boyunca liselerde mecburi hizmet yapmalıydı ancak Köprülü bu mecburi hizmeti affettirdi ve onu 1931’de asistanı olarak üniversiteye aldı...
Asistanlık görevine başladıktan sonra Atsız, hocası Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi isimlerle birlikte “Atsız Mecmua” adlı Türkçülük yanlısı bir dergi çıkartmaya başladı... Ancak dergide yayınlanan “Dârülfünûn’un Kara, Daha Doğru Bir Tabirle, Yüz Kızartacak Listesi” makalesi yüzünden 1933 yılında asistanlıktan uzaklaştırıldı...
Bu tarihte Atsız, öğretmenliğe dönmeye karar verdi... Malatya’ya tayini çıktı... Burada birkaç ay Türkçe öğretmenliği yaptıktan sonra yeni tayini üzerine Edirne’ye gitti... Bu sırada “Türkçü Dergi” sıfatıyla “Orhun” isimli bir dergi çıkartmaya başladı... Bu derginin yayınına, ders kitaplarında okutulan tarihi açık ve ağır şekilde eleştirdiği için bakanlar kurulu tarafından son verildi...
Nihal Atsız 1934 yılında İstanbul’daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na atandı... Burada 4 yıl çalıştıktan sonra 1938’de görevden alındı... Öğretmenliğe 1939 yılına kadar Özel Yüce-Ülkü Lisesinde devam etti... 1939-1944 yılları arasında Boğaziçi Lisesinde görev yaptı... Bu sırada Orhun adlı dergiyi tekrar yayınlamaya başladı...
Bu yıllar İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiği ve Türkiye’de ideolojilerin çarpıştığı bir dönemdi... Atsız, Orhun Dergisi’nin bir sayısında o sırada Başbakan olan Şükrü Saracoğlu’na bir çağrı yayınladı... Pertev Naili Boratav, Sabahattin Ali gibi isimlerin Marksist bir hareket içinde olduğunu öne sürdü ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in istifa etmesini istediğini belirtti... Bu çağrı, birçok ilde Komünizm aleyhinde ufak çaplı ayaklanmaları tetikledi... Tepki uyandıran bu mektubun ardından Atsız, Boğaziçi Lisesindeki vazifesinden alındı ve Orhun Dergisi tekrar kapatıldı...
Sabahattin Ali, mektupta “vatan haini” olarak suçlanması nedeniyle Atsız’a bir hakaret davası açtı... Bunun üzerine 6 ay hapis cezasına çarptırıldı... 1944 yılında dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Nihal Atsız ve 34 arkadaşı aleyhine bir konuşma yaptı... Bunun üzerine grup yargılanmaya başladı ve Atsız 6.5 yıl hapse mahkum edildi... Fakat karar temyize gidince bu süre 1.5 yıla indirildi...
Atsız, 2 yıl kadar iş bulamadı... 1949’da bir arkadaşı Milli Eğitim Bakanı olunca onun aracılığıyla bir kütüphanede çalışmaya başladı... Bu sırada Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle Haydarpaşa Lisesi’ne atanarak burada öğretmenlik yapmaya başladı...
1952’de “Türkiye’nin Kurtuluşu” adlı konferansı üzerine bazı gazeteler Atsız’ın aleyhinde yazılar yazdı... Bunun üzerine Haydarpaşa Lisesi’ndeki görevinden alınarak tekrar kütüphaneye tayin edildi... Süleymaniye Kütüphanesi’nde emekli olduğu 1952 yılına kadar çalıştı...
Atsız, 1950 yılında “Orkun” adlı dergide yazarlık yapmaya başladı... Bununla birlikte “Ötüken” adlı dergiyi de yayınladı... Bu dergilerde yazdığı bazı makaleler, genel anlamda “Markisitlerin Doğu’daki gizli çalışmaları” diye adlandırdığı yazıları tepki topladı... Bu sırada “Ötüken”deki yazıları yüzünden Atsız ve bir arkadaşı açılan dava sonucunda 15 ay hapse mahkum edildi... Bu mahkumiyet kararının ardından çalıştığı üniversitedeki öğretmen ve öğrencileri dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ten Atsız’ın affını istedi... Bu istekleri Cumhurbaşkanı tarafından kabul edildi...
Nihal Atsız, geçirdiği kalp krizi sonucu 11 Aralık 1975 tarihinde vefat etti...
VAKTİYLE BİR ATSIZ VARMIŞ!!!
12 notes · View notes
havahaber · 2 years
Text
KIZILELMA sahadaki dinamiği değiştirecek; Yeni bir dönem başlatıyor
Tumblr media
TCG Anadolu üzerinden kalkış ve iniş animasyonu ilk kez yayınlanan KIZILELMA yeni bir dönem başlatacak. Herhangi bir destek sistemi olmadan gemiden kalkacak platform uzmanlara göre sahadaki dinamiği değiştirecek. Baykar Savunma Teknik Müdürü Selçuk Bayraktar geçtiğimiz günlerde bir törene katılmış ve devam eden projelerle ilgili kısa bir sunum yapmıştı. Mezunu olduğu İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) tarafından Fahri Doktora unvanı verilen Bayraktar’ın burada yaptığı sunum, KIZILELMA MİUS’un (Muharip İnsansız Uçak Sistemi) geleceği yapısı hakkında önemli detaylar veriyor.
Tumblr media
Hatırlanacağı üzere törende KIZILELMA’nın TCG Anadolu’dan kalkış ve inişine dair hazırlanan animasyon gösterilmiş ve Bayraktar da buradaki görüntülerin ‘matematiksel temellere dayanarak’ oluşturulduğundan bahsetmişti. Aslında bu bilgi son derece değerli… Çünkü hem yaklaşma, hem iniş, hem de kalkış konusunda MİUS’un nasıl bir yol izleyeceği animasyonun ardından daha anlaşılır bir hale geldi. ‘Matematiksel temeller’ vurgusuna dikkat Savunma Sanayii Araştırmacısı Mehmet Fatih Küçük ile bir araya gelerek hem videodaki kimi detayları hem de TCG Anadolu hizmete alındığında üzerinde hangi insansız hava araçlarının olabileceği konusunu ele aldık.
Tumblr media
Aslında bu tarz animasyonlar sektörde çok büyük heyecan yaratmıyor. Küçük de bu yaklaşıma katılıyor ama söz konusu animasyonun çok dikkat çekici olduğundan bahsediyor. Nedeni soruyoruz… “Selçuk Bayraktar’ın videoyu sunarken bunların matematiksel temellere dayandırılarak oluşturulmuş görüntüler olduğunu belirtmesi çok önemli” yanıtını alıyoruz. Ortaya konan irade bir ‘ara çözüm’ değil Bu durumun başka bir gerçekliğe işaret ettiğine dikkat çekiyor Küçük ve “Baykar Teknoloji’nin projeksiyonu uzun zaman önce planlanmış. Daha net ifadeyle KIZILELMA’nın tasarımı en başından bugüne TCG Anadolu ve benzer platformlarda görev alacak şekilde yapılmış. Bu da bizi söz konusu yaklaşımın bir ‘ara çözüm’ olmadığını, doğrudan sahadaki dinamiği değiştirecek durum üzerine çalışıldığını gösteriyor” bilgisini paylaşıyor. KIZILELMA’nın katapult/mancınık da denilen uçağın hızlanmasını sağlayan bir destek sistemi olmadan kısa pistten kalkabilmesinin önemine değinen Küçük, devam ediyor: “Bu gerçekleştirilmesi oldukça zor bir kısım. Baykar Teknoloji’nin burada çok yüksek itki ağırlık oranı hedeflediğini görüyoruz. İniş kısmındaysa yine birçok uçak gemisinde olduğu gibi uçağı yakalayan bir kanca sistemi bulunuyor. Bu sistemin gemiye entegrasyonu da çok kolay değil. Ancak daha da zor olan kısmı TCG Anadolu gibi, uçak gemilerine göre daha dar olan bir platforma, bu şekilde uçak indirmek. Bu noktada Baykar Teknoloji’nin yıllardır geliştirdiği otopilot ve yazılımlarına güvendiğini görüyoruz.” KIZILELMA’nın animasyonu haliyle TCG Anadolu’da konuşlanacak insansız hava araçları meselesini yeniden gündeme taşıyor. Hem bu konuyu hem de gelecek dönemde Kızılelma'nın farklı platformlar için de benzer adaptasyonlarını görme ihtimalini soruyoruz…
Tumblr media
Öncelikle tasarımsal sürece değiniyor Küçük: “Açıkçası TCG Anadolu üzerinde SİHA görmek için bir süre daha bekleyeceğiz. TCG Anadolu halihazırda yeni tamamlanan ve üzerinde modifikasyon yapılması kolay olmayan bir gemi. Platformun dizayn sahibi İspanyol Navantia şirketinin gemiye dair garantileri var. Tasarım değişikliği bu tarz konularda sorun yaratabiliyor. Ayrıca, bir an önce envantere kazandırılarak Türk Deniz Kuvvetleri tarafından geminin farklı harekat tarzları için tatbikatlarda kullanılması, bir nevi ‘bünyeye sindirilmesi’ gerekiyor. Dolayısıyla TCG Anadolu’ya ne zaman sıra gelir ve üzerinde değişikler yapılarak İHA kullanımına kazandırılır bilemiyoruz. Öncelikle kara üzerinde gemi pistlerini simüle eden bir yapı kurularak İHA’lar buralarda test edilir. İlk olarak kabiliyetlerimizi orada göreceğimizi varsayabiliriz.” TCG Anadolu’da hangi insansız hava araçları olacak? Türk savunma sanayiinin bugüne kadarki tek seferdeki en büyük projesi olan TCG Anadolu’nun üzerinde kullanılacak platformlarla ilgili de görüşlerini paylaşıyor Küçük ve “TB2 zaten bu tarz bir platformda doğrudan kullanılmayacak. Oradan elde edilen tecrübeler ışığında TB-3 geliştirildi. Dolayısıyla TB-2’yi gemi konuşlu olarak göreceğimizi sanmıyorum. Akıncı’nın 20 metrelik kanat açıklığı LHD tipi bir gemiden kalkışa izin vermiyor. Bu da demek oluyor ki, eğer başarılabilirse biz TCG Anadolu veya benzeri bir LHD üzerinde KIZILELMA ve TB-3 ikilisini göreceğiz.” diyor. Bu noktada yeni bir parantez açıyor Küçük… Gemi konuşlu uçak kullanımında tek hususun pistten uçağın kalkıp inebilmesi olmadığını belirterek, sözlerini şöyle tamamlıyor: “Uçağın ne kadar yükle kalkabildiği, ne kadar sıklıkla sorti gerçekleştirebildiği, gemi üzerindeki ve karadaki bakım aralığı gibi önemli parametreler var. Bir gemiye 20 adet uçak konuşlandırdığınızda 20’sini de kullanabildiğiniz veya bunları aynı anda uçurabildiğiniz anlamı çıkmıyor. Türkiye, düz güverteli uçar platformlu gemi tecrübelerinin henüz başında. Bu platformlara hava aracı geliştirme konusundaki eksikliklerimizi göz önüne almamız şart. Haliyle sabırlı olmamız gerekiyor. ABD gibi ülkelerin yıllardır sürdürdüğü tecrübeleri var. Nitekim yine bu alanda eski bir oyuncu olan Rusya tek uçak gemisi Kuznetsov ile Akdeniz’de yaptığı operasyonlarda önemli sayıda uçağını kaybetti. Yine bu alanda tecrübeli bir ülke olan Fransa uçak gemisi geliştirirken ABD ile sürekli dirsek temasında bulunuyor. Birleşik Krallık yeni uçak gemileri üzerinde ABD yapımı uçakları kullanıyor. Biz bu alanda İHA’lar ile yeni bir dinamik oluşturmak istiyoruz. Bu zorlu bir süreç olacak. İnşallah yaşanmaz ama acı tecrübelerle karşılaşma ihtimalimiz de var. Deniz havacılığı çok zorlu bir süreç. Bu gelişmeleri başardığımızda Türk Deniz Kuvvetleri’nin yıllardır amaçladığı ‘Orta Ölçekli Küresel Güç Aktarım Yeteneğine Sahip Deniz Kuvveti’ olma hedefine ulaşacağımıza inanıyorum.” (Trthaber) Read the full article
0 notes
cinaraslan · 2 years
Text
📗 TARİHTE BUGÜN (6 NİSAN):📌
1941 - Mihver devletleri, Yugoslavya'yı işgal etti. Almanlar Yunanistan'a girdi, Türk deniz sınırına kadar Doğu Akdeniz'i savaş bölgesi ilan etti. Türkiye, bunun üzerine Edirne ve Uzunköprü'de demiryolu köprülerini havaya uçurdu
1953 - Türkiye Genç Millî Futbol Takımı dünya üçüncüsü oldu.
1972 - Anayasa Mahkemesi, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam kararlarını usulden iptal etti. TBMM'nin idamları yeniden görüşeceği açıklandı.
1973 - Kontenjan senatörü emekli Amiral Fahri Korutürk, 15'inci turda 365 oyla Türkiye'nin 6. Cumhurbaşkanı seçildi.
1980 - Görev süresi sona eren Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, Çankaya Köşkü'nden ayrıldı. Yerine Cumhuriyet Senatosu Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil vekâlet etmeye başladı. TBMM'de yine cumhurbaşkanı seçimi yapılmadı. 12 Eylül 1980'e kadar aylarca cumhurbaşkanı seçilemedi.
1980 - Eskişehir'de DİSK'in düzenlediği mitingte olaylar çıktı. 5 kişi öldü, 4 kişi yaralandı.
👇🏻 ÖLÜMLER👇🏻
1909 - Hasan Fehmi Bey, Osmanlı gazeteci (d. 1874)
Tumblr media
1 note · View note