Tumgik
#Türkiye işçi sınıfı
onderkaracay · 1 year
Text
Tumblr media
🗣️ 2023 Yılı Türk Ulusu İçin Büyük Kararların Alındığı Bir Yıl Olacak
İnsanlık yeniden bir devrim yapma aşamasına nasıl geldi?
Bütün devrimlerin sebebi sömürge ve tefeciliktir.
Kapitalizmin felsefesi sermaye ve işçi sınıfı zıtlığını sömürerek gücünü sürdürmek üzerine kuruludur.
Osmanlı imparatorluğu döneminde köle pazarları vardı.
Kölenin sadece sahibi değişirdi.
Kalacak yeri ve karnını doyurmak karşılığında satılırdı.
Günümüzde ise yerini köleliğin çok daha kötü ve ileri aşaması işçilik pazarları iş arama siteleri aracılığıyla emeğini insanların sermayeye satması için kuruluyor.
Cumhuriyet devrimi işte buna son vermek için yapıldı.
Kimse kimseye kul, köle ve işçi değildi.
Yurdun sahibi üretim ve hizmet araçlarının da sahibiydi.
Bu sahiplik özelleştirme talanı ve hilesi ile el değiştirdi.
Tefeci zulüm düzeni özelleştirme ile kuruldu.
1938 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk öldürüldükten sonra toprak ağaları harekete geçerek para ağalığı sistemini kurmak adına devleti siyaset aracılığıyla ele geçirdiler.
Bugün siyaset bu para ağalarının emrinde emeğin hakkını kendisiyle pazarlık edecek bir tehdide dönüştü.
Darbeler, hukuksuzluk, siyasi ve ekonomik krizler, vurgunlar, talan ve hile ile sahip oldukları ve bize ait tüm maddi olanakları bizim aleyhimize kullanmaya başladılar.
Yarım kalan devrimin gerekçesi budur.
Bizden çalınanı hukuk içinde geri almaktır.
Özelleştirme bir işgal ve talan etme projesiydi.
Bugün gözleri o kadar dönmüş ki kendi düzenlerini yaşatacak bir hukuk adına toplum aleyhine sürdürülebilir sömürge düzenini kurmak için anayasa yapmaya kalkıyorlar.
Bunun mümkün olmadığını bildikleri halde buna kendilerini sahaya sürenler adına verdiğiniz görevi yapıyoruz dedirtmek için suç işliyorlar.
Türklüğü anayasadan çıkartmaya kalkanlar unutmasın yarın kendileri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma hakkını kaybederek bunun bedelini ödeyecekler.
Önce mevcut anayasa gereği hukuk önünde bunun hesabını vermek şartıyla.
Köle işçiden daha iyidir dedirten süreç bu süreç. Kölenin sahibi değişir şartları aynı kalırdı. Yiyecek ve yatacak yer verirlerdi. İşçiye maaş veriyor eve gidene kadar alışveriş ile hemen elinden alıp bankaya gönderiyorlar. Kredi al borçlu ve esir yaşa diyorlar. Asgari ücret, düşük emekli aylığı tefeciye müşteri pas etmektir.
Tek adam dayatmasının yönetimde olduğu seçimler bilinçli bir şekilde bu yıla denk getirildi.
Cumhuriyete son darbeyi vurarak yeni bir şeriat devletini kurmak istiyorlar.
Cumhuriyet rejimine aleyhte seçimi kim kazanır ise kazansın ekonomi battığı için ülkeyi yönetme iradesi olmayacak.
Sonuçta Türk ulusu duruma el koyacak ve kamulaştırma kararları alınacak.
Bugün ki yönetim bunu yapsa zarar daha az olabilir.
Kendileri ile ilgili hukuksuz talan ortaya çıktıkça köşeye sıkışacak ve Türk ulusunun merhametine sığınmak zorunda kalacaklar. Biz ettik siz etmeyin diye yalvarır noktasına gelecekler. Merhamet ile yargılanacaklar. Hukuk içinde kalmak şartıyla kamulaştırma kararları alınacak.
Büyük dahi Mustafa Kemal Atatürk'ün dediği gibi;
✓ Devrimin amacını anlamış olanların onu korumaya her zaman güçleri yetecektir.
İnsanlık devrimi dünyada tektir ve insanlık devrimini sonsuza kadar yaşatacak olan irade yeniden ortaya çıkaracaktır.
2023 yılı sonumuzu getirmek isteyenlerin sonu olacak.
] Önder KARAÇAY [
2 notes · View notes
iscigundemi · 22 days
Text
Türk Harb İş Eskişehir Şube Başkanı Atak: “Seçim bitmiştir. Geçim başlamıştır”
İşçilerin yaşadığı ekonomik sıkıntılara ilişkin basın açıklaması yapan Türk Harb İş Sendikası Eskişehir Şube Başkanı Hasan Atak, “Seçim bitmiştir. Geçim başlamıştır. Ancak Türkiye emekçileri ve işçi sınıfı nasıl geçineceğini şu an bilmemektedir. Seçim bitmiştir. Bizim derdimiz bitmemiştir” dedi. Türk Harb İş Sendikası Eskişehir Şube Başkanı Hasan Atak ve beraberindeki sendika yöneticileri…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
asyaakademiblog · 5 months
Text
C Sınıfı İş Güvenliği Kursu
Tumblr media
C Sınıfı İş Güvenliği Kursu
C Sınıfı İş Güvenliği Kursu programlarına başlayan eğitim kurumumuz yeni eğitim dönemine hazırdır. Türkiye İş Sağlığı ve Güvenliği Kursu Programlarının en uygun ücretleri ve en uygun ödeme şartları Antalya Asya Akademi’dedir. Kurumumuz, “C Sınıfı İş Güvenliği Kursu” programlarını tamamen uzaktan eğitim ile gerçekleştirmektedir. Bu eğitimler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından onaylanmıştır. Ayrıca katılımcılara WhatsApp ders çalışma grupları da sunulmaktadır. Online dersler Türkiye genelinde tanınmış eğitmenler eşliğinde gerçekleştirilmektedir.
Her sınav öncesinde İSG alanında kitap yazarları ile soru çözüm programları düzenlenmekte olup, tüm kursiyerlerimiz sanal sınıflarımızda ücretsiz olarak bu programlara katılabilirler.
Ayrıca Asya Akademi olarak katılımcılarımıza güncel 3 adet ders kitabı ücretsiz olarak sağlanmaktadır. Dijital ders kaynakları, mini testler, hap bilgiler ve konu anlatımları da ücretsiz olarak kursiyerlere gönderilmektedir.
Asya Akademi C Sınıfı İş Güvenliği Kursu katılımcılarına ücretsiz olarak;
İSO 9001 Kalite Yönetimi belgesi,
14001:2015 Çevre Yönetim Sistemi belgesi,
İSO 45001:2019 İş Güvenliği Yönetim Sistemi belgesi
İSO 10002 Müşteri Yönetim Sistemi belgesi eğitimlerini de ücretsiz olarak düzenlemektedir.  Ayrıca sınavda başarılı olan katılımcılarına ücretsiz olarak online mesleki eğitim seminerleri düzenlemektedir.
İşe yerleşme konusunda da referans kaynakları sunmaktadır. Sınavlara yönelik konu tekrarları, her zaman ulaşılabilir ders kaynakları ve ders videoları da kursiyerlere yine ücretsiz sağlanmaktadır. Tüm C Sınıfı İSG Kursu eğitimleri tamamen uzaktan yapılmaktadır.
İş Sağlığı ve Güvenliği (İSG) Nedir?
İş Sağlığı ve Güvenliği, işyerlerinde personele sağlıklı çalışma ortamı oluşturmayı, çalışanları çalışma ortamındaki olumsuz etkilerden korumayı ve iş ile işçi arasındaki en iyi uyumu sağlamayı amaçlayan bir disiplindir. İş Sağlığı ve Güvenliği, oluşabilecek riskleri en aza indirerek çalışma ve üretim verimini en üst düzeye çıkarmayı hedefler. İSG, işyerlerinde faaliyet gösterilen alanlardan kaynaklanabilecek sağlık problemlerini ortadan kaldırmayı amaçlayan çalışmalardır.
İş Güvenliği Uzmanı Kimdir?
İş Güvenliği Uzmanı, iş sağlığı ve güvenliği alanında görev yapmak üzere bakanlıkça yetkilendirilmiş, iş güvenliği uzmanlığı belgesine sahip teknik personeldir. İş güvenliği uzmanları tehlike sınıflarına göre;
C Sınıfı İSG Uzmanı
B Sınıfı İSG Uzmanı
A Sınıfı İSG Uzmanı olarak üç sınıfa ayrılır.
Kurslarımıza Kimler Katılabilir?
Antalya Asya Akademi İş Güvenliği Kursu C Sınıfı eğitimlerine katılmak isteyenlerin bakanlıkça belirlenen bölümlerden mezun olmaları gerekmektedir.
Mühendislik, mimarlık, teknik eğitim fakültesi mezunları, ziraat fakültesi mezunları,
Fen fakültelerinin moleküler biyoloji ve genetik, fizik, kimya, biyoloji bölümlerinden mezun olanlar,
Güzel sanatlar fakültelerinin iç mimarlık mezunları,
Meslek yüksek okullarının İSG programlarından mezun olanlar Antalya Asya Akademi’de C Sınıfı İSG Kursu alabilirler.
Asya Akademi’de C Sınıfı İş Güvenliği Kursu Nasıl Gerçekleştirilir?
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından yetkilendirilmiş olan Asya Akademi’de İSG Kursu programları 220 saat olarak gerçekleştirilmektedir.
İlk olarak çevrimdışı dersler ile C Sınıfı İş Güvenliği Kursu programları başlar. Bu eğitimler 81 saat sürer ve katılımcılar istedikleri zamanlarda derslere katılabilirler. 15 günlük bir süre içinde günde en fazla 6 saat ders düzenlenir ve katılımcılar günlük programlarına göre ders saatlerini ayarlayabilirler. Bu şekilde eğitimlerin ilk kısmını tamamlayabilirsiniz.
Daha sonra C Sınıfı İş Güvenliği Kursu programlarında çevrimiçi eğitimler gerçekleştirilir ve bu dersler iki farklı grupla yapılır. Sabah seansı eğitimleri 09.00 ile 15.00 arasında gerçekleştirilirken diğer seans ise 15.00 ile 21.00 saatleri arasında yapılır. Canlı dersler Asya Akademi tarafından kaydedilir ve katılımcılar istedikleri zaman ulaşabilirler.
Son olarak da staj uygulama eğitimleri gerçekleştirilir. Antalya Asya Akademi’de C Sınıfı İSG Kursu alanlar, istedikleri ilde uygulamalı eğitimlerini tamamlayabilirler. Böylelikle C Sınıfı İSG Kursu programlarını tamamen uzaktan eğitimle tamamlayabilirsiniz.
Asya Akademi olarak, pratik eğitimlerinizi tamamlamanız için Türkiye’nin her yerinde fırsatlar sunmaktayız. İl veya yaşadığınız yerin önemi olmadan Asya Akademi ayrıcalığıyla İş Sağlığı ve Güvenliği alanında eğitimlerinizi tamamlayabilirsiniz.
İş Sağlığı ve Güvenliği Sınavları Nasıl Gerçekleştirilir?
İSG Sınavları Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın görevlendirmesiyle ÖSYM tarafından yılda iki kez düzenlenmektedir. C Sınıfı İSG Kursu katılımcıları, bu sınava girerek 50 çoktan seçmeli sorudan en az 35 soruya doğru cevap vererek başarılı olmalıdır. Sınavda başarılı olanların sertifikaları ÇSGB tarafından düzenlenir ve İSG Katip programı aracılığıyla kazananlara ulaştırılır.
Sınavda başarısız olan adaylar, tekrar eğitim almak zorunda olmadan sadece ÖSYM başvurusu yaparak sonraki sınavlara katılabilirler. Sınav hakkı sınırlaması olmadığı gibi her alanda bir kez kurs almaları yeterli olacaktır.
İSG sınavları, aşağıdaki illerde ÖSYM tarafından gerçekleştirilir: Adana, Ankara, Antalya, Bursa, Diyarbakır, Erzurum, Eskişehir, Gaziantep, İzmir, Kayseri, Konya, Malatya, Samsun, Sivas, Trabzon ve Van.
Bizimle Mutlu Bir Geleceğe
Asya Akademi olarak, Türkiye İş Sağlığı ve Güvenliği Kursu Programları konusunda en uygun ücretleri ve ödeme şartlarını sunmaktayız. C Sınıfı İSG Kursu programlarımız tamamen uzaktan eğitimle gerçekleştirilmektedir. Eğitimlerimiz Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı onaylıdır ve katılımcılarımıza WhatsApp ders çalışma grupları sunmaktayız. Online derslerimiz, Türkiye genelinde tanınmış eğiticiler eşliğinde gerçekleştirilmektedir. Her sınav öncesi İSG alanında kitap yazarlarıyla soru çözüm programları düzenlemekte ve tüm kursiyerlerimize ücretsiz olarak katılma fırsatı sağlamaktayız. Ayrıca, güncel 3 adet ders kitabını Asya Akademi katılımcılarına ücretsiz olarak sunuyoruz. Dijital ders kaynakları olan mini testler, hap bilgiler ve konu anlatımları da ücretsiz olarak gönderilmektedir.
Antalya İş Güvenliği Kursu olarak ayrıca, online mesleki eğitim seminerleri, işe yerleşme konusunda referans kaynakları, sınava yönelik konu tekrarları ve her zaman ulaşılabilir ders kaynakları ve ders videoları gibi avantajlarımız bulunmaktadır.
İSG eğitimlerimizi Antalya Asya Akademi olarak nasıl gerçekleştirdiğimize gelirsek, çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından yetkilendirilmiş bir eğitim kurumu olarak C Sınıfı İş Güvenliği Kursu programlarımızı 220 saatlik bir süreçte tamamlamaktayız.
C Sınıfı İş Güvenliği Kursu programlarıyla ilgili daha fazla bilgi almak veya kayıt olmak için Antalya Asya Akademi’ye başvurabilirsiniz. Uzman eğitmenlerimiz ve kapsamlı eğitim programımızla size en uygun eğitim deneyimini sunmaktan mutluluk duyacağız. İş sağlığı ve güvenliği konusunda uzmanlaşmak ve kariyerinizi ilerletmek için Asya Akademi’yi tercih edebilirsiniz.
Kurumumuzun internet ana sayfasında bulunan telefon numaraları üzerinden bize her zaman ulaşabilirsiniz. Ayrıca WhatsApp ve Jivo destek hatlarımızdan da bizlere ulaşabilirsiniz.
0 notes
Text
B Sınıfı İş Güvenliği Kursu
Tumblr media
Türkiye ve İş Sağlığı Sözleşmesi
İş sağlığı ve güvenliği küresel boyutta bir konudur. Her yıl işle ilgili kaza ve hastalıklar sebebi ile milyonlarca insan mağdur oluyor.   Ayrıca her yıl 160 milyon yeni meslek hastalığı vakası ile 300 milyon ölümcül olmayan iş kazası meydana gelmektedir.
İşle ilgili hastalık ve ölümlerin yarattığı ekonomik yük; verimlilik kaybına sebep olmaktadır. Bu nedenle, güvenli ve sağlıklı bir iş ortamının sağlanması ve sağlanmasının teşvik edilmesi bir öncelik haline gelmelidir. Ülkemizce de onaylanan İş Sağlığı ve Güvenliğini Geliştirme Çerçeve Sözleşmesi,  Türkiye’de de 16 Ocak 2015 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Profil, üç taraflı bir yaklaşım benimsenerek çalışma yaşamının paydaşları olan Çalışma Bakanlığı ile diğer ilgili bakanlıklar; işçi ve işveren örgütleri ile diğer ilgili devlet kurumları ve sivil toplum kuruluşları ile iletişim halinde hazırlanmıştır.
İmzalanan sözleşme ile ülkenin iş sağlığı ve güvenliği alanındaki çeşitli aktörlerinin faaliyetleri, aralarındaki iletişim ve işbirliği ile politika gözden geçirme mekanizmaları da açıklanmıştır. Ayrıca Profilde, sağlıkla ilgili ve nüfusa bağlı genel veriler; iş sağlığı ve güvenliği hizmetlerinin sunumu; profesyonellere ve toplumun farklı kesimlerine yönelik iş sağlığı ve güvenliği eğitimleri ile iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin ana göstergelerin istatistikleri ILO tarafından tavsiye edilen ana hatlara uygun şekilde özetlenmiştir.
İLO(Uluslararası Çalışma Örgütü) raporun son kısmında, önemli hususlar özet halinde vurgulanmıştır. Profilin ülkede daha güvenli ve sağlıklı bir çalışma ortamının geliştirilmesine yardımcı olacak öncü belge ve iş sağlığı ve güvenliği alanındaki tartışmaların da bir dayanak olarak faaliyetleri izlenmektedir.
Ülkemizde İş Sağlığı ve Güvenliği Hizmetleri
İş sağlığı ve güvenliği hizmetlerinden öncelikle işveren – iş yeri yetkilisi sorumludur. İşveren bu konuda birinci derece sorumlu olmakla beraber iş güvenliğini çalışanlarla birlikte koordine ederler. İşveren ya da yetkili iş güvenliği hizmetlerinin sorunsuz olarak yerine getirilmesi için profesyonel destek alır.
İş Güvenliği Profesyonelleri Kimlerdir?
İş güvenliği alanında gerekli Çalışma Bakanlığına bağlı sertifikalara sahip kişilerdir. Bu kişiler; işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı, iş yeri hemşiresidir. Biz bu yazımızda özellikle
B Sınıfı iş güvenliği uzmanlığına değineceğiz.
Kimler B Sınıfı İSG Eğitimi Alabilir
‘‘C’’ sınıfı İSG Uzmanlığı sertifikası ile 3 yıl 8 1095 gün) tam zamanlı çalışmış olan İSG Profesyonelleri ‘‘B’’ Sınıfı İSG Uzmanı olabilmek için başvuru yapabilirler.
‘‘B’’ Sınıfı İSG Uzmanlığı Eğitimi İçin Gerekli Belgeler Nelerdir?
Yeni Uzman Akademi İş Güvenliği Eğitim kurumlarımıza B Sınıfı İSG Uzmanlığı eğitimi için kayıt yaptırmak isteyen kursiyerlerimizin öncelikle İSG Katip uygulamasından fiili çalışma sürelerinin dolduğunu gösterir belge ibraz etmeleri gerekir. Bu belgenin yanında kimlik, diploma – üniversiteden alınmış geçici mezuniyet belgesi ya da e – devlet üzerinden alınmış mezun belgesi ile kimlik ibraz etmeleri gerekir. Ayrıca kayıt işlemlerinin tamamlanabilmesi için ıslak imzalı bir şekilde kurumumuza başvuru formu da ibraz etmeleri gerekir. Başvuru formunu kurumlarımızdan temin edebileceğiniz gibi başvuru esnasında kurum yetkililerinden de isteyebilirsiniz.
B Sınıfı İSG Kursu Eğitimleri  
Çevrimdışı Eğitim: Asenkron  / offline isimleri ile de anılan bu program Yeni Uzman Akademi sayfasına daha önceden yüklenmiş olan eğitimlerin kursiyerlerimiz tarafından diledikleri saatlerde derslere katılmaları ile gerçekleşir. Bu eğitimlerin süresi 90 saattir. Eğitimler 15 günlük bir periyotta gerçekleştirilir.
Çevrimiçi Eğitim:  Kamuoyunda Senkron / online isimleri ile de anılan bu program Yeni Uzman Akademi eğiticileri tarafından ‘‘Zoom’’ programı aracılığı ile düzenlenir. Yeni Uzman Akademi’de canlı dersler günde en fazla 6 saat olacak şekilde düzenlenir. Bu eğitimlerin toplam süresi 90 saattir. Eğitimler 15 günlük bir periyotta gerçekleştirilir. Eğitimler 09/15 saatleri arasında ve 15/21 saatleri arasında olmak üzere iki farklı grupta gerçekleştirilir.
Staj Eğitimi: Pratik eğitim olarak da adlandırabileceğimiz bu eğitimler; Yeni Uzman Akademi İş Güvenliği Kursu eğiticileri tarafından uygun görülen işyerlerinde iş güvenliği uzmanlarının kontrolünde gerçekleştirilir.
B Sınıfı İSG Uzmanlığı Sınavları
İş güvenliği ile ilgili tüm işlemler Çalışma Bakanlığı tarafından yapıldığı gibi İş Güvenliği sınavları da Çalışma Bakanlığının yetkilendirmesi ile ÖSYM tarafından yapılır. Sınavlar ÖSYM tarafından yılda iki defa düzenlenir. Katılımcıların sınavda başarılı sayılabilmeleri için 50 soruluk testte en az 35 doğru yapmaları gerekir. (Her soru 2 puan üzerinden değerlendirilir.)  35 ve üzeri doğru cevabı olan katılımcılar, 70 puan ve üzeri puan alarak ÖSYM tarafından başarılı sayılırlar.
B Sınıfı Eğitimlerde de Yeni Uzman Akademi
B Sınıfı İSG Uzmanlığı eğitimleri eğitim kurumlarımız tarafından alanının en iyisi eğiticilerin rehberliğinde gerçekleştirilir.
Yeni Uzman Akademi’de B Sınıfı İSG eğitimlerine özel hazırlanmış konu anlatım ve deneme kitabından oluşan set hediye ediyoruz.
Eğitim kurumumuz tarafından sınavlar öncesi soru çözüm ve ders tekrarı programları ile kursiyerlerimizin başarı seviyelerinin yükselmesine de ekstra katkıda bulunuyoruz. Bu eğitimler mesai saatleri dışında yapılır. Yeni Uzman Akademi İş Sağlığı ve Güvenliği Eğitimlerinde Türkiye’nin marka ismi olmak yolunda emin adımlarla ilerken siz de kariyer yolculuğunuzda bir dönüm noktası olan B sınıfı İSG eğitimlerinizi Yeni Uzman Akademi farkıyla alarak; farkınıza farklılık katabilirsiniz.
Yeni Uzman Akademi eğitimlerini altı farklı şube aracılığıyla gerçekleştirmektedir.  Pandeminin olumsuz etkilerinden daha az etkilenmeyi sağlamak amacıyla bu dönem de eğitimlerine ‘‘ Uzaktan Eğitim Modeli’’ ile devam ediyor.
Eğitimciliği ticari bir işletmenin ötesinde gören eğitim kurumumuz https://yeniuzmanakademi.com/is-guvenligi-ders-notlari sayfasından dijital ders notlarını ücretsiz paylaşarak İSG sınavlarına hazırlanan tüm adaylara destek olmaya çalışıyor. İSG’ye yönelik sınavlara hazırlanan tüm adaylar dijital ders notlarımızdan ücretsiz yararlanabileceği gibi online denemeler ile sınavlara hazırlanabilir. Ayrıca youtube kanalımızdan ders videolarımızı da takip edebilirsiniz. İSG eğitimleri ile ilgili tüm gelişmeleri de Yeni Uzman Akademi’nin instagram adresini takip ederek öğrenebilirsiniz.
‘‘B’’ sınıfı İSG uzmanlığı için ‘‘B’’  kalite bir eğitim için sizi Yeni Uzman Akademi’ye bekliyoruz.
0 notes
hetesiya · 7 months
Text
Vantrologlar
Tumblr media
“Her şeyden önce bugün Atatürkçülük ideolojik ve teorik olarak sahipsizdir”[1] diyen Fatih Yaşlı, yalan söylüyor. Atatürkçülüğün sahibi devlettir ve onun icazet verdiği TKP gibi sol yapılardır. SİP iken “MİT ajanı” denilerek Uğur Mumcu cenazesine gitmeyenler, bugün “aydın kırımı”ndan söz ediyorlar. Çünkü örgüt koopte edilmiş, içerilmiştir. Bugün TKP de en az Uğur Dündar ve Yılmaz Özdil kadar “Atatürkçülük tüccarı”dır. CHP belediyelerinden gelen paraya herkes kuldur.
Fatih Yaşlı, CHP’nin sosyalist hareket içerisine gönderdiği ajanıdır. Görevi tasfiyeciliktir. Bu açıdan, sanıldığının aksine, Yaşlı “Türkiye sol-sosyalist hareketi içinde bir eğilimi temsil”[2] etmez. Ajana ajan muamelesi yapılmalıdır. “Sol, kemalizm eleştirisini büyük ölçüde onu sınıfsal düşman derekesine çıkarmadan ifa etmiştir. Bu açıdan eleştiriler, kemalizmin teorik ve pratik eksik ve zaaflarına oynama biçiminde işlev görmüştür.”[3] 
Yusuf Karadaş’ın Yaşlı eleştirisindeki[4] Kemalizm değerlendirmesi de sınıfsal düşman derekesinde değil, eksiklikler ve ittifaklar düzleminde yapılmış bir eleştiridir. Oradan bakıldığında görülen, HDP’den vekil almış olmanın getirdiği ucuz imkânlar ve liberalizmin açtığı kapılardır. Bu anlamda, Karadaş ve partisi, kurduğu ilişkinin diyetini ödemeye, kendisindeki devlet ve elit ideolojisini gizlemeye mecburdur. Onlar da devletin ve elitlerin ideolojisini Kürtlere ve işçilere taşımanın derdindedir. Başka bir görevleri yoktur. Türlü akçeli işlere bulaşmış CHP milletvekili patron adına konuşurken işçileri lise öğretmeni edası ile susturan EMEP vekilinin başka bir işlevi olamaz.
“Atatürkçülüğün siyasal alandaki yokluğunun başka bir nedeni, solun yokluğudur. Türkiye’de tarihsel olarak bakıldığında, Atatürkçülüğün devletin ve elitlerin ideolojisi olmaktan çıkıp toplumla ve halkla buluşmasının aracısı sosyalist sol olmuştur. Sosyalistler, 1960’lı yıllarda Atatürkçülüğü yeniden yorumlamış, güncellemiş ve onu dönemin anti-emperyalist ruhunun nirengi noktası haline getirerek kitlelerle buluşturmuştur. Atatürkçülük de bir meşruiyet zemini olarak solun popülerleşmesini ve toplumsallaşmasını kolaylaştırmıştır.”
Bunları söyleyen kişi, sosyalist olamaz. Devletin ve elitlerin ideolojisinin toplumla ve halkla buluşmasını sağlayan sol, halk, sınıf ve ezilen düşmanıdır.  Antikomünisttir. Devletin aparatıdır. O devletin ve elitlerin ideolojisinin sınıfsal niteliğini sorgulamayan, onunla hesaplaşmayan, komünist olamaz.
Fatih Yaşlı ve partisi, komünist politika ve mücadele olmasın diye vardır. Bu tür solcular, o devletin ve elitlerin kullandığı birer aygıttır. Solun popülerlik ve toplumsallık zemini Atatürkçülükse, o köledir. O zemin hapishanedir. Sol, devletin ev kölesidir. Bize tarla köleleri ve onların iradesi olan parti lazımdır.
Tarla kölelerinin partisinin başında oturan Kemal Okuyan o kadar Atatürkçüdür ki Tayyip Erdoğan Atatürkçü olsa ona destek verilmesi gerektiğinden, “Erdoğan’ın köşeye sıkıştırılmasına veya alt edilmesine karşı koyacağından” söz edebilmektedir. Okuyan, “Mustafa Kemal’in yirmilerin başında bu coğrafyadaki saflaşmada devrim safında yer aldığı”na inanan bir cahildir.[5] Bunların tek ölçüsü ve ölçütü devletin ve elitlerin ideolojisi, halk ve işçi sınıfı düşmanlığıdır. Küçük burjuvazi, proletaryaya karşı düşman, burjuvaziye karşı kıskançtır. Onun siyaseti esaretten başka bir sonuç vermez.
Bu sol, 1920 Eylül’ünden 1921 Ocak’ına kadar süren tasfiyelerin[6] ürünüdür. O dönemde Komintern’in değerlendirmesiyle, Antalya-İzmir hattındaki ağalar, tefeciler, kaçakçılar ve tüccarlar kendi ideolojik silâhına kavuşmuş, o silâh, yoksul emekçi halkın iradesine yaslanan alternatif tüm odakları tasfiye etmiştir. O odaklardan biri Mustafa Suphi ve partisidir.
Tumblr media
Fatih Yaşlı’nın yoldaşı Orhan Gökdemir, Suphi’ye karşı savunduğu Kemal’in safındadır. Suphi ile Kemal arasındaki husumeti, bir rakı kadehiyle sonlandırabileceği iddiasındadır.
Yaşlı, ayrıca daha öncesini hadi saymayalım, partisinin otuz yıldır varolduğu ülkede sosyalist solun neden zayıf olduğunu, ülkede güçlü bir anti-emperyalist mücadele, güçlü bir emek ve öğrenci hareketinin neden olmadığını, bağımsızlıkçı, yurtsever, anti-emperyalist ve ilerici bir solun siyasette güçlü bir aktör olarak neden yer almadığını izah edememektedir. Bu sorulara bir cevabı yoktur. Çünkü asıl sebep, Yaşlı gibilerdeki devletin ve elitlerin ideolojisine kölece bağlılıktır. O ideolojinin güdümünde hareket eden sosyalistlerin güç olması mümkün değildir. Halk, “devletin ve elitlerin ideolojisi”ni sosyalist kılıfı ardına saklansa da hemen tanımaktadır.
TKP’nin derdi, bugün kendisini bağladığı kazık etrafında herkesi tavaf ettirmektir. O, kendi siyasetini Suphilere söylettirmenin derdindedir. Bu anakronik, tarih dışı, maddeden ve diyalektikten uzak siyaset, ancak hüsnükuruntularla, vehimlerle ve hayallerle yaşayan küçük burjuvanın gönlünü kazanabilir. Oysa aslolan, komünist hareketin kendisini 10 Eylül iradesiyle ve o iradeye göre kurmasıdır.
Bir vakitler eski (tarihî) TKP içerisinde önemli mevkilerde olmuş isimlere “Suphiler döneminde Anadolu’da ve Ankara’da komünist hareket güçlüydü” dediğimizde, haç görmüş şeytan gibi tepki vermişlerdi. Çünkü bu cümle, kendilerindeki eksiklikleri ve kusurları açığa çıkartan bir cümleydi. Öyle ya, komünist hareket, o günlerde güçlüyse, kendileri neden önemli bir mevzi elde edememişlerdi?
O günlere dair değerlendirmeler de solun maddeden ve diyalektikten uzak hâli üzerinden, o hâl temelinde yapılıyor. Suphiler, Kızıl Alay ile birlikte Ankara’ya gelselerdi, milli mücadelenin ekonomik ve askeri gücü olduğu gibi komünistlerin eline geçecekti. O günlere dair değerlendirmelerde Ankara Palas’ın yakınında açılacak TKP bürosundan Sovyet silâhlarının dağıtılması ihtimaline dair endişeli ifadelere rastlamak mümkün. Ayrıca bu maddi irade, diyalektiğin emriyle, Anadolu’da Ekim Devrimi’nin şu veya bu şekilde inşa ettiği tüm mevzilerin birleşmesine neden olacaktı. Kütahya-Eskişehir hattında devriye atan Bolşevik Tugay başka bir sonuç üretecekti. Çerkes’in seyyareleri, başka bir örgütsel zemine kavuşacaktı. Mecliste halkın vekillerinin sesi daha gür çıkacaktı. Manabendra Roy’un o günlerde dile getirdiği ikaz karşılık bulacak[7], emperyalizm karşısında çekilme iradesi ortadan kalkacak, Sovyet devrimi yeni bir ocağa kavuşacaktı. Bugün sol, bunların olmamışlığının yarattığı boşlukta konuşuyor, varoluyor. Varlığını o boşluğa borçlu. Dolayısıyla, bunların olacağı bir gerçekliği asla varedemez. Avara kasnak gibi işleyip durur.
Sol, kendisini altmışlarla birlikte devletin ve elitlerin ideolojisini topluma ve halka taşıma görevini sevdiği, o görevin ekmeğini yediği, o görev sayesinde varolduğunu bildiği sürece, yirmilerin sınıflar mücadelesinden tek bir şey bile öğrenemez. “Müslüman işçilere” diye başlayan bildiri yazan Suphi’yi anlayamaz. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde oluşturulmuş hücreleri bilince çıkartamaz. Onun aksı, ekseni, ölçütü ve ölçüsü, o “devletin ve elitlerin ideolojisidir”. Sol, o ideolojinin, sınıfa, devrime ve işçi iktidarına düşman olduğunu göremez. O ideolojiyle dövüşmeyen, parti olamaz, güç olamaz, yol alamaz.
Bugün o devletin ve elitlerin ideolojisine karşı Suphilerin ideolojisi savunulmalıdır. Devlet ve elitlerin kucağındaki vantrologların oynattığı kuklaların sözlerine kanmamak gerekir.
TKP, bu tür bir vantrologdur. Kendi özel, hayattan ve sınıf mücadelesinden kopuk laboratuvarında imal ettiği Mustafa Suphi kuklasına bugünkü CHP’ci Kemalist siyasetini konuşturmaktadır. Kemal Okuyan da başka bir vantrologun kendisine söylettirdiği “Suphiler de cumhuriyet için mücadele ettiler” sözünü söylemeye mecburdur. O cumhuriyetin sınıfsallığını ve sınırlarını sorgulayamaz. O ve partisi, şu sözü edene de sözün kendisine de düşmandır:
“Umûmiyetle döktükleri kan-terleri hak etmek, işledikleri işe ve toprağa sahip olmak, memleket ve hükûmet işlerini ellerine almak isteyen amele ve rençber milleti, Türkiye’de de bundan fazla veya eksik birşey murat etmez. Bîçare rençberlerin dileği, şüphesiz ki kendi başına mahsûs bir paşalık veya hanlık değildir! Ancak o, bugün bin senelik tecrübeden sonra, fıkara kanı dökmekten başka bir işe yaramadığını pekiyi anladığı bu paşalık ve hanlıkları yeryüzünden süpürmeye karar vermiştir. Onun için bundan sonra Anadolu ve Türkiye’de, halkın sırtında yaşayacak herhangi bir hükûmet, hatta cumhuriyet şeklinde de olsa yer tutmaz, yaşayamaz.
Yeni hükûmetin bugünkü zahmet ve fedâkârlıklara katlanan amele, rençber halkın içinde kurulup aşağıdan yukarıya doğru dal budak vermesi, hayatî bir şarttır. Böyle köklü ve temelli bir hükûmetledir ki yaşamak için mübârezeye ve mübâreze iledir ki böyle bir hükûmete liyâkat hâsıl olur. Türkiye amele, reçber ve askerlerinin bu liyâkat ve iktidârı göstereceklerine eminiz. Onun için yaşasın Türkiye amele, rençber ve askerlerinin hükûmet ve cumhuriyeti!”[8]
Halkçılık denilen okun hedefinde komünist hareket olduğunu göremez. Milliyetçilik okunun hedefinde ezilen milliyetler olduğunu anlayamaz. Laiklik okunun hedefinde Osmanlı’dan beri halkın kıyam öncesi sığındığı ideolojiler olduğunu idrak edemez. O okların devleti ve elitlerin malikânelerini koruduğunu da anlayamaz. Küçük burjuvalar, rekabetçi ve mülkiyetçi zihin dünyalarının esiridirler ve o esaretten kurtulamazlar. Güç için o devlete ve elitlere muhtaç olduklarını bilirler.
Tumblr media
Fatih Yaşlı’nın Atatürkçülük yazısı, biraz da sol içi rekabetin bir sonucudur. Bilindiği üzere, Perinçek’in partisinden bir ekip ayrılmış, Sosyalist Cumhuriyet Partisi’ni kurmuş, bu parti, geçmişte TKP ile sorun yaşamış TKP 1920 isimli partiyle birleşme kararı almıştır. Bu da demek oluyor ki yakın dönemde ortada saf saf dolaştığı düşünülen “Atatürkçü ördekleri” kapma yarışı epey kızışacak!
Temel mesele, bu tür küçük burjuva rekabetlere ve mülkiyet ilişkilerine kul olmak değil, komünist hareketin Suphilerin iradesiyle ve o iradenin tarihsel süreçte tezahür ettiği momentlerle kendisini yeniden inşa edebilmesidir. Bu inşa, rekabetten ve mülkiyetten uzak, yoldaşlaşma ve ortaklaşmayla, her bir mevziinin ilmek ilmek dokunmasıyla gerçekleşecektir. Kurtuluşumuz, kendisini devletin ve elitlerin ideolojisine göre kuranlarda değil, varlığını ve eylemini işçi sınıfı ve ezilenler temelinde inşa eden kolektif devrimciliktedir.
Eren Balkır 10 Eylül 2023
Dipnotlar: [1] Fatih Yaşlı, “Bir Anomali Hali: Atatürkçülüğün Yokluğu”, 23 Ağustos 2023, Sol.
[2] Yusuf Karadaş, “Atatürkçülük Tartışması: Sınıf, İdeoloji ve İttifak Politikasının Aynası!”, 1 Eylül 2023, Evrensel.
[3] Derviş Okan, “Komünist Hareket ve Kemalizm”, 2004, İştiraki.
[4] Yusuf Karadaş, “Meğer Tek Eksiğimiz Atatürkçülükmüş!” 25 Ağustos 2023, Evrensel; İkinci Bölüm: 26 Ağustos 2023, Evrensel.
[5] Kemal Okuyan, “Erdoğan Atatürkçü Olursa”, 31 Ekim 2017, Sol. Son yazısından anlaşılıyor ki TOGG fabrikasını ziyaret eden CHP vekillerinin arasında Kemal Okuyan da varmış. O da arabanın ve AKP'nin hakkını teslim ediyor. Fabrika yapmaktan, maden açmaktan söz ediyor. ("Togg'a Hayran Olmak", 8 Eylül 2023, Sol.)
[6] Tevfik Atmaca, “Kökler”, 28 Ocak 2012, İştiraki.
[7] Manabendra Nath Roy, “Türk’ün Zaferi”, 17 Ekim 1922, İştiraki.
[8] Mustafa Suphi, “Saltanattan Sonra”, 28 Haziran 1920, İştiraki.
0 notes
marti-livingston · 11 months
Text
Tumblr media
Aşırı merkezileşmiş devletler burada kilit kelime. Çünkü aşırı merkezileşmiş devletler korku ve düşmanca tavırlar üzerine kurduğu faşist otorite ile birlikte halkını rahatça sömürebilir ve halk bundan hiç şikayetçi olmadan büyük bir aşkla çalışır. Bkz. Türkiye cumhuriyetinde açlık sınırı altında asgari ücret alarak yaşamaya çalışan işçi sınıfı…
0 notes
calakalemnotlar · 2 years
Text
"...
Ne gezer! Çoğu nereden çıktıkları bilinir veya bilinmez sürü sürü keskin “lider” ve avantürye “ideolok” zibidileri ortalığı kavram mahşerine çeviriyorlar. Halkın da, gençliğin debilınçsizliğini – bılgisizliğini – örgütsüzlüğünü- davranışsızlığını son kertesine dek sömürüyorlar… Ve hepsi birden, denizin dibine atılmak üzere çuvala doldurulnıuş kedilerle köpekler gibi hâlâ birbirleriyle dalaşıyorlar. İçlerinde “mârifet” yapmadıklarına inanmıyan da çıkmıyor. Kanlı Faşizmle, antidemokratik Finans – Kapital diktatörlüğü ile her araçtan yararlanıp savaşmak en birinci ilke (prensip)… Şu anda, ondan önemli yakıcı ilke (prensip) olabılirmiş gibi: Türkiye için uydurma “ilke – tilke” havlayışlarıyla iki kişiyi bir araya gelemez kılıyorlar. Bu tür düşünceler ve davranışlar Tarihin her döneminde yenik düşmüş anıtsal beyinsizlikler midir? Yoksa, fıravunlardan çarlara ve padişahlara dek her müstebidin binlerce yıl besleyip yetiştirdiği en başarılı provokatörlükler midir? Halk bir damla iş ve bir lokma ekmek için kıvranıyor. Halkı o işsizlik ve pahalılık cehenneminde aydınlatacak bilinçli örgütlenme günün biricik problemi. Herif durmuyor, dinlenmiyor. İktidar canavarına birkaç yüz gencin daha sıcak kanını içirme fırsatını ve keyfini vermek isterce, horoz dövüşü çapında ve yazıyla, çiziyle: “silâhlı savaş devrimciliği” kışkırtmalarını aklınca“teori”leştiriyor. Silâh sözcüğünün salavatla ağıza alınacağını, onu da ancak ehil olanın, yerinde alabileceğini pratikçe kavramıyor. Silâh kim, sen kimsin, a gönüllü polis devrimcisi hödük? Silâhlı kuvvetin ne olduğunu hiç mi kimse bilemez sanırsın a hebenneka! Silâhın ve silâhı kullanmanın ne olduğunu senden mi öğrenecek Kuvayimilliyecilikle yoğurulmuş bu millet, bu halk, bu işçi sınıfı, bu köylü yığını, a hâin değilse soytarı cici devrimci! Sen daha sağ karşı – devrimci molla hacıağa kadar olsun, “saf bağlayıp”: “-Rab! Rab!” diyen sol – sağ adımını atmayı öğrenmemişsin. Çakmaklı tüfekle ayda füze avcılığına mı çıkacaksın a Donkişot?
...
"
Hikmet Kıvılcımlı ~ 2 Şubat 1971
0 notes
doriangray1789 · 2 years
Text
FİKİRLER ASILAMAZ MAJESTELERİ.. DENİZ-MAHİR-İBRAHİM
Türkiye de Sosyalizm'in hangi geleneklerden beslendiği konusu oldukça tartışmalı bir konu. Fakat ben bu mayınlı araziye, mayın eşeği yollamayacağım. Fikirleri tartışabilmeliyiz! Yazım umarım buna hizmet eder.Türkiye de ki Sosyalist hareketlerin '' genel '' olarak Marksist fikir havzasından beslendiğini söylemek çok yanlış olmaz. Fakat bugünün Marksistleri tarafından kıyasıya eleştirilen Kemalizm'in de bu havza da ki yeri yadsınamaz.*Dönemin Sosyalist algısı; 1-) Ulusal kurtuluş mücadelesi ile Emperyalist devletlerin bozguna uğratılması ve bu bozgunun sömürge halinde ki diğer milletlere örnek teşkil etmesi meselesini sahiplenmiştir.2-) Politik olarak Kemalizm, Sosyalizm'in tipik bir ön basamağı olarak görülmüştür.*Kemalizm politiğinden, Sosyalist algı; 1-) Toprak reformu 2-) Milli sanayi gelişimi gibi '' Demokratik Devrim '' gerekliliklerini yerine getirecek veya bu gerekliliklere ön ayak olacak adımlar beklemiştir.Halbuki; 1-) Osmanlı devletinin Anadolu hükümdarlığı devam ederken; -Küçük köylülük devam etmiştir. -Feodal düzen kurulamamıştır. -Tımar sistemi ile sipahi üzerinden memur geliri elde edilmiştir. -Büyük topraklar, miri toprak rejimi ile yönetilmiştir.
2-) Osmanlı'nın gelişmiş sanayi yapısı yoktur. Bu sebeple; -Yerli burjuvazisi ve işçi sınıfı oluşmamıştır.
Bu iki tespitin, teorik ve pratik olarak yok hükmü taşıdığı bir ülkede hangi sosyalist devrimi yapabilirsiniz? Olmayan burjuvazi ve olmayan proletarya ile sosyalizmden bahsetmek gülünçtür.Dönemin sosyalistlerinin Kemalizm algısı, bu iki büyük boşluğu doldurması bakımından değerlidir. Aksi taktirde Kemalizm de pekâlâ eleştirilebilir. Eleştirilemeyen yapı ve fikirler köhneleşmeye mahkumdur!Deniz Gezmiş, Samsun'dan Ankara'ya '' Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü'nü '' yaparken aklında ne vardı? Bu yürüyüşü nereye koyacaksınız, kendini Lenin'in sağ kolu sanan yüksek devrimci arkadaşlar?Doğan Avcıoğlu'nun, 10 Nisan 1963'te ki ''Sosyalizm'den önce Atatürkçülük'' yazısı ile işaret ettiği, altını çizdiği hususları nereye koyacağız?*Biraz daha eli arttırayım. İbrahim Kaypakkaya'nın arkadaşları için yazdığı, kendi hareketini milli kurtuluş mücadelesinin devamı olarak niteleyen ve '' Milli kurtuluş mücadelemiz yeni şehitler veriyor..'' sözleri ile başlayan mektubunu nasıl anlamalıyız?*Mahir Çayan'ın, '' Kemalizm ve Ordu '' tezlerini iyi okumanız ve değerlendirmenizi tavsiye ederim!Fikrii anlamda çok fazla çeşitlilik veren Türkiye de ki sosyalist hareketin bir de yukarı da bahsettiğim anlamı ile temel yaklaşım ve mantalite sorunları da vardır.( Türkiye’de sosyalist Bilinç ve 1 Mayıs asıyla bir yazımı daha sonra paylaşmak isterim)
Tumblr media
*Türkiye de ki sosyalist bakış açısının Kemalizm algı ve sorunsalı dışında, Deniz Gezmiş'i de ayrıca ele alabiliriz. Bu fotoğraf, Demokrat parti iktidarının her anlamda baskı kültürünü arttırdığı bir döneme ait. Deniz Gezmiş, elleri ile altı ok yaparak, dönemi protesto ediyor.1963'de TİP(Türkiye İşçi Partisi) üyesi olmak istemiş. Yaşı tutmadığı için reddedilmiştir. TİP, 1961 senesinde kuruldu. Mehmet Ali Aybar'ın görüşlerinin bir kısmını burada paylaşayım. Bu düşünceler parti programının temelini oluşturur.
Tumblr media
Ardından 6.Filo eylemi, bu eylem devamında devrim'in; -Nasıl? -Ne ile? -Ne şekilde? Yapılacağı ile alakalı yoğun tartışmalar sürmüştür.*Devlet'in, genel anlamda temizlik hareketi diyerek tanımlayabileceğimiz dönemi şiddetini gittikçe arttırınca; Bu baskı Deniz Gezmiş ve arkadaşlarında silahlı mücadeleyi tek yol olarak gören bir anlayışın gelişmesinde rol oynadı. Bu anlayış önemli bir kırılmadır!
Deniz Gezmiş, mücadele anlayışının pratiğinden oldukça etkilenmiş ve bu pratiği oldukça ileri düzeylerde temsil etmiştir. Pratiğin yanında, teoriyi ileri derecelerde geliştirmiş ve temsil etmiş kişi Mahir Çayan'dır.
Deniz Gezmiş'in pratik anlayışı, onu kır'dan başlayan ve Ankara'ya uzanan, özelden genel'e bakış açısı ile hareket eden devrim mantalitesine ulaştırmıştır. Bize fikirlerinden çok daha fazla idealizm ve duruşunu bırakmıştır.Mahir Çayan'ın fikirlerine değinmek isterdim ancak yazıyı çok fazla uzatacağı için eş araştırın..*İbrahim Kaypakkaya ise; -MDD(Milli Demokratik Devrim) tezi ve bu tezin Kemalizm algısı ile zaman için de taban tabana zıt düşünceleri olan bir teorisyendir. -Ulus devlet anlayışının karşısında durmuştur.
Azınlık hakları üzerine kendi fikrii yolunu inşaa etmiştir. -Maoist düşünceyi temsil etme noktasında bir kopuşun yaratıcısı olmuştur.
Bu bağlamda yazımı bir soru ile bitirmek isterim. Komünizm ve Maoizm arasında ki temel fark nedir? Düşünsel olarak İbrahim Kaypakkaya Maoizm algısı ile ortaya nasıl bir fark koymuştur? Fikirlerde buluşmak dileği ile.
Tumblr media
0 notes
esasmesele · 2 years
Text
Yeni dönemin risk ve tehlikeleri neler? Sosyalistlerin tutumu ne olmalı?
1.       DURUM SAPTAMASI-I: Türkiye en geç 11 ay sonra yeni bir seçime gidecek. İktidar değişikliği süreci, bir siyasi ve toplumsal fay hattı olarak beliriyor. Bu fay hattı, şimdiki gibi artçı sarsıntılar düzeyinde kalmayacak güçlü ve yıkıcı etkileri potansiyel olarak içinde barındırıyor.
2.       DURUM SAPTAMASI-II: Tüm yıkıcı ekonomik koşullara rağmen AKP’nin halen %30-33’lük bir oy potansiyelini koruduğu ve 1. parti olduğu görülüyor. MHP ile birlikte bu oran %40 düzeyine çıkıyor. Yani mevcut iktidar blokunun halen, yoksul halk ve işçi sınıfı kesiminden azımsanmayacak düzeyde bir toplumsal desteği var.
3.       RİSK&TEHLİKE-I: İktidar bloku MİT, Özel Harp Dairesi, yargı ve paramiliter güçleriyle birlikte muazzam ölçüde bir askeri ve operasyonel güce sahip. Bu muazzam güç temerküzüyle birlikte yapılabileceklerin haddi hesabı yok.
4.       RİSK&TEHLİKE-II: Buna karşın muhalefet bloku en temel hak ihlallerine ve hukuksuzluklara karşı birlikte hareket edebilmekten ve bir şey yapabilmekten aciz. (Bkz: İBB Seçimlerinin yenilenmesi, seçilmiş belediyelerin kayyumlar yoluyla gasp edilmesi, Kaftancıoğlu’na siyaset yasağı vb).
5.       RİSK&TEHLİKE-III: Elindeki muazzam güç temerküzü ve operasyonel olanakları ölçeğinde iktidar blokunun demokratik bir değişimi kabullenmesi mümkün gözükmüyor. İktidar değişimi olasılığına yönelik direnç 2 olası senaryo üzerinde zemin bulacaktır:
a.       İç savaş: Göçmenlere yönelik sistematik saldırılar ile fitillenecek ve diğer bölünmeler (Kürt-Türk, Alevi-Sünni) üzerinden derinleşecek bir toplumsal şiddet düzeni.
b.      Türk-İslam faşizminin kurumsallaşması: Devlet destekli paramiliter örgütlerin ve lümpenlerin devrede olduğu Hitler benzeri İslami faşist terör rejimi. Bu rejimde Erdoğan, kendisini Mesihyanist bir retorikle İslam’ın kurtarıcısı olarak ilan edebilir. Bu, devletin emperyal Türklük özlemleriyle de kesişir. (Bir dış savaş-askeri operasyon bu plana zemin sağlayacaktır)
Her iki olası senaryo da çok acılı ve kanlı olur. Her iki senaryo da günceldir.
Fiilen şehirli laikler, Aleviler, aydınlar, Sünni olmayanlar ve Kürtler vatandaş olarak kabul görmemektedir. Anayasanın yerini fiilen KHK’lar almıştır. Meclis’in yerini Saray almıştır. Özetle devlet ve ulus bölünmüş, parçalanmıştır. Bu bölünmüşlüğün ve parçalanmışlığın fiilen gerçekleşmesi sadece zaman meselesidir.
6.       HEDEF: Sosyalistlerin önündeki temel hedef, bu kanlı senaryoların gerçekleşmeden bir değişim sürecinin atlatılması olmalıdır. İnsanların çok daha ağır baskılar görmemesini ve katliamlar yaşanmamasını sağlamak ana hedeftir. Siyasi partilerin kısa vadeli çıkarları, konjonktürel politikaları, nesnel gerçeklikten kopuk söylem ve hedefler, ezber yaftalamalar bu ana hedefin önüne konulamaz. Bu sosyalistler için ağır bir ahlaki ve tarihsel vebaldir.
7.       STRATEJİ: Muhalefetin belirleyeceği aday bu hedefin gerçekleşmesi için büyük önem arz ediyor. Bu noktada kimin en yüksek oy aldığı değil, kime en az karşı çıkıldığı ve en yüksek ortak paydanın kimde olduğu aday belirlemede daha belirleyici olmalıdır. Bölünmüş bir toplum ve hukukunu yitirmiş parçalanmış bir devlet karşısında bu denge arayışı hayati önemdedir.
8.       SONUÇ: Mevcut dengeler açısından bakıldığında Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Mansur Yavaş en uygun, en doğru ve toplumda/devlette en geniş ortak paydayı yakalayabilecek yegane aday olarak belirmektedir. Ankara’da uyguladığı politikalar (belediyenin gelir-giderlerini şeffaf bir şekilde deklare etmesi, kamusal belediyecilik faaliyetleri vb.) bu değişim süreci için de yol göstericidir. Tüm demokrasi güçleri var gücüyle Mansur Yavaş’ın adaylığını ve kampanyasını desteklemeli, teşvik etmeli ve bu şimdiden deklare edilmelidir.
Tumblr media
Mansur Yavaş Başkan adayımızdır.
0 notes
yurekbali · 4 years
Text
Tumblr media
Yaşasın 1 Mayıs! ✌️ * * * Türkiye işçi sınıfına selâm! Selâm yaratana! Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm! Bütün yemişler dallarınızdadır. Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir, haklı günler, büyük günler, gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günleri. Türkiye işçi sınıfına selâm! Meydanlarda hasretimizi haykıranlara, toprağa, kitaba, işe hasretimizi, hasretimizi, ayyıldızı esir bayrağımıza. Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm! Paranın padişahlığını, karanlığını yobazın ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm! Türkiye işçi sınıfına selâm! Selâm yaratana! - Nâzım Hikmet, Türkiye İşçi Sınıfına Selâm (Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yayınları)
31 notes · View notes
red-womans · 7 years
Photo
Tumblr media
Devrim; eli hamurdan çıkmayan analar, bacılarla gerçekleşecektir... Maksim Gorki / Ana 300 Kütahyalı kadın
199 notes · View notes
sadecealeyna1 · 3 years
Text
İnanıyorum ki birgün Türkiyede işçi sınıfı; sınıf savaşını kazanacak ve o gün Türkiye için her şey çok güzel olacak.
9 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 3 years
Text
Suat Derviş / Unutulmaya direnen kadın
Tumblr media
Mücadelesine katıldığı işçi sınıfı da, mücadelenin teorisyenleri de kabullenmeyecekti onu. İşçiler için bir küçük burjuvaydı, teorisyenler içinse bir koket. Sonunda başaracaklardı da. Kimseler bilmeyecekti ismini, romanlarını ve çevirilerini. Feriköy Mezarlığı'nda, kırk birinci adada, bir çeyrek metrekarelik taşa sığdırılacaktı ona ait her şey.
Efendim' diye başlıyordu dört eylül bin dokuz yüz altmış sekiz tarihli mektup, daha doğrusu pusula. Bir film şirketi sahibine yazılmıştı, Fosforlu Cevriye senaryosundan kalan alacak, yüz elli lira isteniyordu. "Bu kadar küçük bir para için sizi hiçbir zaman rahatsız etmek istemezdim" deniliyordu, "Fakat yirmi gün evvel kocamı kaybettim. Bu kadar gülünç bir paraya ihtiyacım var". Pusulayı getirene bu paranın tamamı ya da bir kısmı verilmeli, geri kalanın ne zaman ödeneceği bildirilmeliydi. "Şimdi içinde bulunduğum perişanlığım geçer geçmez" diye eklenmişti, "Yeniden beraber iş yapma imkânlarını aramak için sizi göreceğim."Hangi film şirketine gönderilmiş, yazılırken neler hissedilmiş bilinmiyordu ama, Suat Derviş'e aitti bu pusula. Altında, onun imzası vardı. İstenilen para verildi mi ya da ne kadarı iletildi? Bu da bilinmiyordu. Ama, bir köşkte doğup, mürebbiyelerle büyüyen, Berlin Konservatuarı'nda müzik eğitimi alan, birkaç dil bilen, aristokrat kültürünü ileri yaşlarında savunduğu sosyalizmin yaşama biçiminde dahi koruyan, başına buyruk, bir o kadar da gururlu Suat Derviş için hiç de kolay olmamalıydı bu satırları yazmak. Üstelik de yaşamının son yıllarında...Babıâli'ye emeğin karşılığını öğreten oydu. Parasını almadan hiçbir gazeteye, dergiye yazmayacaktı. Fransızcaya çevrilen ilk Türk romanı ona, Suat Derviş'e aitti. Yaşama biçimi ve yaptıklarıyla döneminin ilerici, başarılı, renkli kadınlarından biriydi. Saracoğlu hükümeti, yabancı bir konuk geldi mi, onu çağırırdı teşrifat için. Yabancılar, Türk kadınlarının nasıl olduğunu onunla öğrenmeliydi. Bir yıldızdı kısacası. Ta ki, Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner'le evleninceye kadar. Bir de aynı düşünceleri paylaşıp bunu dile getirmişti ki, siyasi iktidarın işte buna tahammülü yoktu. Bundan sonra tutuklamalarla, sürgünlerle, cezaevleriyle tanışacaktı. Yoksulluk ve işsizlikle de.Onu aydınlıktan gölgeye taşıyan sadece siyasi iktidar da olmayacaktı. Hem mücadelesine katıldığı işçi sınıfı hem de mücadelenin teorisyenleri, kabullenmeyecekti Suat Derviş'i. İşçiler için bir küçük burjuvaydı, teorisyenler içinse bir koket. Sonunda başaracaklardı da. Kimseler bilmeyecekti ismini, romanlarını ve çevirilerini. Feriköy Mezarlığı'nda, kırk birinci adada, bir çeyrek metrekarelik taşa sığdırılacaktı ona ait her şey, "Suat Derviş. Doğum 1905 - Ölüm 1972."
Annesi de, babası da aristokrat ailelere mensuptu
On ağustosu, on bir ağustosa bağlayan geceydi. Küçük Çamlıca'da, eski bir Bizans manastırı üzerine inşa edilmiş köşkün üst katındaki odalardan birinde, genç bir adam odaya doluşmuş kadınlara emirler yağdırıyordu, "Suyu ısıtın", "Bezleri hazırlayın". Sancısını kesik çığlıklarla hafifletmeye çalışan kadın, adamın telaşlı hareketlerini izliyor, "Keşke bu kadar heyecanlanmasa" diye düşünüyordu. Doğum başlamıştı. Sultan Abdülaziz'in mabeyincilerinden Kamil Bey'le, yine bir saraylı olan Perensaz Hanım'ın kızı Hesna, sakindi. Hamiyet'in doğumundan biliyordu ki, her şey yolunda gidecek. Üstelik, bütün heyecanına karşılık kocası yaptıracaktı doğumu.İsmail Derviş Bey, Tıp Fakültesi'nde jinekoloji profesörüydü. O da bir paşazade, kimyager Müşir Derviş Paşa'nın oğluydu. Annesi ise Prenses Zeynep'in cariyelerinden, baş balerin Şevkidil Hanım'dı. Zeynep Hanım'ın verdiği bir ziyafette Şevkidil Hanım'ı dans ederken görmüştü Derviş Paşa. Zeynep Hanım'ın kocasından, bu cariyenin kendisine verilmesini rica etmişti. Nikahlı karısından ve iki odalığından on dört çocuğu vardı ama, şimdi Şevkidil Hanım'a vurulmuştu. Önce azat etmiş sonra da nikahlanmıştı kendisine armağan edilen Şevkidil Hanım'la. Dört çocuk da o doğurmuştu Derviş Paşa'ya. İsmail Derviş Bey, dördüncüsüydü ve Şevkidil Hanım, onu doğurduktan sonra kan kaybından ölmüştü. Belki de bu yüzden çocuğu kucağına alıp Hesna Hanım'ın, dingin yüzüne bakıncaya kadar telaşını yitirmedi İsmail Derviş Bey.
Hayatın başladığı yerde
Bu çocuk da kızdı. Hesna Hanım'la evlendiklerinin hemen ertesinde de bir kız çocuğunu, Nesrin'i evlat edinmişlerdi. Nesrin, daha sonraları, on yedisine geldiğinde ünlü bir pilota âşık olacaktı. Sevgilisinin evli olduğunu öğrenince bir genç kız romantizmi içinde, ölümü yeğleyecek, intihar edecekti. Yeni doğanın ismi, çok önceden kararlaştırılmıştı. Üç kez henüz kanı kurumamış kulağına fısıldandı, "Saadet, Saadet, Saadet".Mutlu bir çocuk olacaktı o. Kendisine saray terbiyesi gereği "Cicianne" dedirten Perensaz Hanım, "Cicibaba" Kamil Bey, ablası Hamiyet, mürebbiyesi Matmazel Ner, annesi, babası, Saadet'i, kanatları altında tutacaklardı hep. O korkmayacak, incinmeyecekti.Üç yaşına geldiğinde, sokaklardan odasına sızan, "Yaşasın hürriyet" çığlıklarını duyacaktı Saadet. Kalabalık, evlerinin önünde birikip, "Doktor, doktor gel, konuş..." diye babasını çağıracaktı. Sonra aralarında annesinin de bulunduğu bir çatana dolusu kadın yerleşecekti anılarına. Çatana, bir sarayın iskelesine demirleyecekti. Kadınlar, Sultan Abdülhamit'in kızlarından Zekiye Sultan'dan para isteyeceklerdi. Namık Kemal'in, "Vatan yahut Silistre" piyesinin sahnelenmesinde kullanılacaktı o para. Bu kadınlar kim miydi? İttihat ve Terakki Cemiyeti'nde salt bu piyes sahnelensin diye kurulan kadınlar komitesinin üyeleri...
'Paşa Saadet'in öyküsü
Bir sabah, annesinin odasına çağırıp, bir bebek gösterdiler Saadet'e. "Kardeşin" dediler, "İsmi Feridun. Artık, sen de abla oldun." Abla olmak? Birden büyüyüvermişti işte. Sevinçle bahçeye koştu. O, kendisini gördüğünde, her zaman ayağa kalkan, "Paşam" diye tekmil ve selam veren Kadir Çavuş, ayak ayak üstüne atmış, bir iskemlede oturuyordu. Onu görmesine rağmen, yerinden kımıldamamış, selam da vermemişti. Kızdı Saadet. "Asker" dedi, "kalk, paşana selam ver". Omuzlarını silkti Kadir Çavuş. "Sahici paşa bugün doğdu" diye söylendi, "Burada, artık kız paşalar kalmadı!" Saadet'in kızgınlığı bir öfke krizine dönüştü. Yerden bir taş alıp fırlattı Kadir Çavuş'a. Tekmeledi, ağladı, küstü. Çavuşun bütün gönül alma çabaları boşa gitti. Barışmadı. Yıl, bin dokuz yüz dokuzdu.Uyandığında, kim olduğunu bilmediği bir kadının kolunun altındaydı Saadet. Gözleri, sürekli yer değiştiren onlarca muma alışmaya başlamıştı ki, dayısı Veysi Bey'in sesini duydu, "Hepiniz bu odaya giriniz. Yerlere yüzüstü yatınız, başlarınızı kaldırmayınız. Çocuklar kıpırdamasın". Saadet de yere yatırılmıştı, birisi, kıpırdamasın diye başını yere bastırıyordu. Bir ses duydu, "Saadet, korkma, ben buradayım".  Sonra silah sesleri duyuldu. Kadınların duaları doldurdu odayı. Ne kadar sürmüştü bu silah sesleri? Anımsayacaktı Saadet. Çok sonraları öğrenecekti, o gece, Türk tarihine "31 Mart Vakası" diye geçecek olan gerici ayaklanması yaşanmıştı.
Anılarını "Çocukluğum, meslek hayatım ve çektiklerim" başlığıyla yayımladı
Bütün bunlara karşın mutlu bir çocuktu. Hesna Hanım'la İsmail Derviş Bey'in ilişkilerinin sıcaklığıydı bu mutluluğu veren. İsmail Bey, "Annenizin üstünde ve ondan kıymetli, bu dünyada hiçbir şey yoktur" derdi. Öyleydi de. Hesna Hanım bir yandaydı, dünya bir yanda. Kavga ettiklerini hiç duymamışlardı. İyi ata binen, iyi kürek çeken ve yüzen bir kadındı Hesna Hanım. Hamiyet ve Saadet'i de yanına alıp, kardeşi Şekip Bey'in yalısından, balık tutmak için denize açılırdı. Ağladığı görülmüş şey değildi. Belki de Kafkas soyunun etkisiydi, sıkıntı ve felaket karşısında zaaf göstermezdi. Kızlarına da bunu öğretecekti. Biraz alaturka, biraz da alafranga piyano çalardı Hesna Hanım. Evlenmeden önce hikâyeler de yazardı. Bir yazısını okuyan Cenap Şahabettin beğenmiş ve Servet-i Fünun'da bastırabileceğini söylemişti. Evlenmek üzereydi Hesna Hanım, bu yüzden bu teklifin üzerinde bile durmayacaktı.Bütün bu yaşadıklarını, yıllar sonra, bin dokuz yüz altmış dokuz yılında kaleme alacaktı Saadet. Ama, bütün yazılarında olduğu gibi, Suat Derviş imzasıyla yayımlayacaktı. Daha sonraki yılların anılarını yazmaya ise ya zaman bulamamıştı ya da yazmaktan vazgeçmişti. Anıları, bin dokuz yüz seksen altı yılında Rasih Nuri İleri'nin önsözüyle "Gerçekler Postası"nda yayımlandı. "Çocukluğum, meslek hayatım ve çektiklerim" diye başlık atmıştı. Girişe de, "Anılarımı, daha doğrusu birçoğu müşterek olan anılarımızı, onları yazmamı çok istemiş olan, ama, artık hiçbir zaman okuyamayacak dostum, kardeşim, arkadaşım, Hamiyet ablacığıma armağan ediyorum" diye yazmıştı. Sonraki yaşamı ise sadece dostlarının ya da yaşamının belli sürelerine tanıklık edenlerin; Mihri Belli, Rasih Nuri İleri, Zihni Anadol, Kutber - Turgut Akalın, Hale - Mustafa Lütfü Kıyıcı'nın anılarında yer bulabilecekti. Onlar da birlikte yaşadıkları, gördükleri ve onun anlattıklarıyla ortaya çıkaracaklardı Suat Derviş portresini...
Nâzım Hikmet tarafından keşfedildi
Belki de annesinden geçmişti, çocukluğunda başladı Suat Derviş'te yazma tutkusu. Ama, gizliyor, kimselere göstermiyordu yazdıklarını. Bir gün nasılsa masanın üzerinde unuttu, yazdığı mensur (düzyazı) şiiri. Nâzım Hikmet, hemen hemen her gün görüştükleri komşuları ve arkadaşıydı. Hamiyet'in okuduğu Fransızca şiirleri dinlemeyi seviyordu. Ortaçağdan kalma, pek alışık olunmayan şiirlerdi bunlar. Yırtık pırtık, paçavralar içindeki insanları anlatıyordu. "Hadi" diyordu Hamiyet'e, "şu Legouve'yi oku".Nâzım Hikmet o gün de Dervişlere uğradı. Şiiri gördü. Suat'tan gizli bastırmak için Hesna Hanım'dan izin istedi. O da verdi. Yusuf Ziya Ortaç, o sıralar Alemdar gazetesinin sanat sayfasını yönetiyordu. Nâzım Hikmet'in kendisine getirdiği şiiri beğenip yayımladı. Eline tutuşturulan gazetede kendi yazdığı, "Hezeyan" başlıklı şiiri görünce utandı Suat. Sevincini çocukça kaprislerin, ağlamaların arkasına gizledi. Üstelik, darıldı da Nâzım Hikmet'e, kendisine böyle bir sürpriz yaptığı için. Bu ilk yazısı yayımlandığında on üç - on dört yaşlarındaydı. Yıllar sonra ise, yaşamının son üç yılını birlikte geçirdiği Hale ve Mustafa Lütfü Kıyıcı çiftine, Nâzım Hikmet'in kendisi için şiirler yazdığını söyleyecekti. Üstelik, "Nâzım Hikmet'in diyecekti, "isteyip de elde edemediği tek kadın bendim".İsmail Derviş Bey, özel eğitim aldırdı kızları Hamiyet ve Saadet'e. İkisinin de sesi güzeldi ve müziğe eğilimliydiler. Bu yüzden eğitimleri müzik üzerine sürdürülmeliydi. Almanya'ya gittiler hep birlikte. Hamiyet ve Saadet, Berlin Konservatuarı'nın şan bölümüne girdiler. İkisinin de sonraki yaşamlarını müzik belirlemeyecekti ama şan dersleri sayesinde kurtulacaklardı bir saldırıdan. Bin dokuz yüz kırklı yılların ortaları olmalıydı. Kocası Reşat Fuat Baraner tutuklanmıştı ve siyasi iktidarın baskısı vardı Suat Derviş'in üzerinde. Yine siyasi iktidarın telkinleriyle halktan da ona tepki gösterenler çıkıyordu. Yolda yürürken ya yüzüne tükürüyor ya da küfür ediyorlardı. Bir akşamüstü ablası Hamiyet'le birlikte yürüyüşe çıktılar Talimhane'de. Birkaç erkek peşlerine takıldı, "İşte komünistler bunlar" diyorlardı. Tecavüz etmekti amaçları. İki kardeş, terbiye edilmiş sesleriyle çığlık çığlığa bağırdılar. Saldırganlar da kaçmak zorunda kaldı.
Karanlık dehlizlerden gelen romanlar
Berlin'de Edebiyat Fakültesi'ne de devam etti Suat Derviş. Bir yandan da yazıyordu. Kara Kitap (1920) , Ne Bir Ses Ne Bir Nefes (1923), Ahmet Ferdi (1923), Hiçbiri (1923), Behire'nin Talipleri (1923). Sennur Sezer'in, Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan "Suat Derviş Yaşadı mı?" başlıklı yazısına göre Refik Ahmet Sevengil için bu romanlar, Türk edebiyatına karanlık ve karışık dehlizlerden geçerek gelmişlerdi. Üstelik, bir korku taşıyorlardı beraberlerinde ve Derviş'te de yeni olan buydu. Türk edebiyatının bir eksiği tamamlanıyordu. Yazılarını beğenip, gazetecilikte zaman harcamasına üzülen Vasfi Mahir Kocatürk ise, "üslupta Halide Edip'ten daha objektif ve daha modern olan bu hikâyeci, derinlik bakımından da pek aşağı kalmıyor" diyordu, "Küçük hikâyede çok muvaffak oluyor. Fakat bu güzel eserlerin sahibi Amerikan usulü gazetecilikten hoşlanıyor galiba".Hikâyeleri Almancaya da çevriliyordu Suat Derviş'in. Bir hikâyesi de bin dokuz yüz yirmi sekiz yılında Ukrayna'da bir dergide, Rusça yayımlanmıştı. Bin dokuz yüz otuz - otuz üç yıllarında Berlin Ullstein kuruluşunda çalıştı. Bu kuruluşun bir günlük gazetesinde, "Sultanın Karısı" romanı tefrika edildi. Beğenildi bu roman, çeşitli dillere çevrildi. Bu arada çeşitli günlük gazetelerde ve dergilerde de yazıyordu.
Profesyonelliğe Babıâli'ye o taşımıştı
Türkiye'ye döndüğünde yıl bin dokuz yüz otuz ikiydi. İsmail Derviş Bey ölmüştü ve artık hayatını kazanmak zorundaydı. Gazeteciliğe başladı. İkdam gazetesine kadın sayfaları hazırladı. Gazetecilik, Türkiye'nin gerçekleriyle karşılaşmasını sağlıyordu. Başka hayatları tanıyordu, aristokrasiden başka sınıfları ve onların yaşamlarını... Profesyonelliği Babıâli'ye o taşımıştı. Para almaksızın hiçbir yayın organına yazı vermiyor, çeviri yapmıyordu.Reşat Fuat Baraner'le evlendiği bin dokuz yüz kırk bir yılına kadar kimilerine göre iki, kimilerine göre de üç, yine evlilikle sonuçlanan, ilişki yaşamıştı. İlk kocası Selami İzzet Sedes, ikincisi ise Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu'ydu. Tepeli Ali Paşa'nın torunuydu Nazif Bey ve kendisiyle aynı sınıftandı. Bu iki ilişki nasıl başlamıştı, neden kısa sürmüştü, kimse bilmiyordu. Mustafa Lütfü Kıyıcı'ya bir üçüncü kişiden, onunla da evlendiğinden söz etmişti. Ankaralı bir kabadayıydı bu. Onunla olan ilişkisini anlatan sözcüklerinde hep bir övgü vardı ama, o da uzun sürmemişti işte.Reşat Fuat Baraner'le tanışması ise büyük olasılık Neriman Hikmet'in imtiyaz sahibi olduğu, bin dokuz yüz kırk ve kırk bir yılları arasında yirmi altı sayı yayımlanan "Yeni Edebiyat Dergisi"ndeki çalışması sırasındaydı. Derginin kapak yazısı Abidin Dino'nundu. İçindeki yazılar ise Ali Rıza Çelik takma adıyla Reşat Fuat Baraner'e, Suat Derviş'e, Zeki Baştımar'a, Naci Sadullah'a, Hüseyin Avni'ye, Hasan İzzettin Dinamo'ya, Sabahattin Ali'ye ve diğer yazarlara aitti. Kısa zaman sonra dergi, resmi sayılmasa da fiili olarak Suat Derviş'in yönetimine geçti. Sık sık sıkıyönetim mahkemesine çağrılıyordu yazılardan dolayı. Ya beraat ediyordu ya da zamanaşımına uğruyordu hakkında açılan davalar.
"Ben rütbesiz bir generalle evliyim"
Üç numara kesik saçları, esmer yüzü, geniş elmacık kemikleri, biçimli burnu, geniş alnı ve kor gibi yanan gözleriyle dikkat çekici bir erkekti Baraner. Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'ın kardeşinin torunuydu. Evlendiler. Ama, bu evlilik önceleri gizlendi. Küllük Kahvesi'nde, Zihni Anadol'un da katıldığı buluşmalardan birinde, "Ne zaman evleneceksin, bu bekârlık daha çok mu sürecek?" diye sorulmuştu. Derviş de o çok bilinen şen şakrak sesiyle önce bir kahkaha atmış, sonra da "Ben bir askerle evliyim, hem de rütbesiz bir generalle" demişti.Suat Derviş, başka gazetelerle birlikte Vatan'da da yazıyordu. Vatan'da bir dizi yazı yayımlanıyordu Amerika'yı anlatan. Amerika'nın işsizler, yoksullar ülkesi olduğunu, on - on iki yaşındaki kızların fuhuşa sürüklendiğini söylüyordu yazarı. Merak etti Suat Derviş, "Mihri Belli'nin Devr-i Alemi" diye yayımlanan yazının yazarıyla, Belli'yle tanışmak istedi. Belli ise onu yıllar öncesinden tanıyordu. Mütareke yıllarıydı ve Belli altı yaşındaydı. Annesiyle birlikte Kuşdili çayırına gitmişlerdi. Annesi, kalabalık içinde genç bir kızı göstermiş, "Bak" demişti, "O, muharrir Suat Derviş Hanım".
Mihri Belli, Reşat Fuat Baraner ve Suat Derviş
Yıllar sonra o muharrir karşısına çıkınca şaşırdı Mihri Belli. Reşat Fuat Baraner'le tanışması da o muharrir sayesinde oldu. Savaş yıllarıydı ve iktidarda da tek parti, Çumhuriyet Halk Partisi, yani Milli Şef vardı. Tek muhalefet, Türkiye Komünist Partisi ise yeraltındaydı. İktidar, zaferden zafere koşan Almanlardan yana bir tutum içindeydi; Belli'nin anlatımıyla, "Alman atına" oynanıyor, "Bir demokrasi şımarıklığı, çapsızlığı" yaşanıyordu. İçerde görülen ise büyük bir sıkıntı ve açlıktı. O güne kadar illegal yayın çıkaran, fabrika kapılarına bildiriler asan TKP, hem savaşın gerçek yüzünü göstermek hem de varlığını daha geniş kesimlere duyurmak için yerüstüne ulaşmanın yollarını aramaya başladı. Bu, olsa olsa legal bir yayın olabilirdi.Bu amaçla bir de komite kuruldu. Mihri Belli, Suat Derviş ve Dr. M. Hulusi Dosdoğru da bu komitenin içindeydi. İlk yayın, ilerici, Kemalist bir yaklaşımla kaleme alınmıştı. "En Büyük Tehlike" başlığını taşıyordu ve Türkiye için en büyük tehlikenin faşizm olduğunu, Kemalist anlayışın hem İtalyan hem de Alman faşizmiyle bağdaşamayacağını vurguluyordu. Yazan ise, Reşat Fuat Baraner'di. İkinci yayın, Kurtuluş Savaşı'ndan o güne ilişkilerin anlatıldığı, "Niçin Sovyetler Birliği'nin Dostuyum?"du. Kolektif bir çalışmadı ama yazarı Suat Derviş'ti. Nasıl başlayacağını bilemiyordu. Mihri Belli de o sıra Baraner'e, bin dokuz yüz otuz altıda, Amerika'ya giderken Paris'te, Atlantik Oteli'nde yaşadığı bir olayı anlatıyordu. Otelin restoranında yemek yerken, genç, uzun boylu bir adam gelmişti masalarına. Belli, "Kimsiniz siz" diye sormuştu. "Ben Sovyetler Birliği diplomatıyım" demişti adam, "Türk olduğunuzu öğrendiğim için geldim masanıza. Bizim için diğer ülkeler bir yanadır, Türkiye bir yana. Bir başka gözle bakarız Türkiye'ye". Konuşmaya kulak misafiri olan Suat Derviş, "İşte bununla başlayacağım yazıya" diye atıldı, "Ama, dip0lomatı kadın yapmalıyım. Yoksa, bana asılıyor sanırlar".
Sorguda sekiz aylık bebeğini düşürdü
TKP'nin legal yayınları bu iki yazıyla sınırlı kaldı. Bin dokuz yüz kırk dört yılında geniş çaplı bir harekât yapıldı komünistlere karşı. Hükümet, bir tek komünisti bile dışarda, sokakta, halkın arasında bırakmamaya kararlıydı. Tutuklandılar. Duruşmada, üzerinde bol bir asker kaputuyla kendilerine yöneltilen iddiaları yanıtladı Reşat Fuat Baraner:"Biz milletimizin harbe girmesini istemedik. Saracoğlu hükümeti sağcı olduğundan sahadan çekilsin dedik, halen de istiyoruz... Toplumsal düzeni devirme konusuna gelince; Türkiye'de toplumsal düzen burjuva bireysel düzendir. Biz Türkiye'de hakiki demokrasi düzenini istiyoruz. Meclis'in, hükümetin yeniden kurulmasını istemek, toplumsal düzeni bozmak demek değildir. Demokrasiyi kökleştirmek demektir..."Baraner, mahkeme heyetine kırk yedi sayfalık savunmasını okuduktan sonra yerine, Suat Derviş'in yanına oturdu. Suat Derviş de tutuklananlar arasındaydı. Sorguda, sekiz aylık bebeğini düşürmüştü ve hâlâ onun hüznü vardı üzerinde. Yüz kırk ikinci maddeden sekiz aya mahkûm oldu. Suçu, Zeki Baştımar'ı kocasının kaldığı eve götürmekti. Rasih Nuri İleri, Derviş'e yöneltilen suçlamaların asılsız olduğunu söylüyordu. Baştımar'ı, Baraner'in evine götüren kardeşi Ruhi Derviş'ti.Zihni Anadol, "Truva Atında İlk Akşam" isimli kitabında bu tutukluluk günlerinin anılarına şöyle değiniyordu:"Çok şık giyinirdi. Zarif kostümü, geniş kenarlı süslü hasır şapkasıyla tüm gözleri hayranlıkla üstüne çekerdi. O zamanın sayılı yazarlarındandı. Gazete patronları onun fikirlerini, toplumcu olduğunu bilmelerine karşı romanlarını tefrika etmek ve röportajlarını yayınlamak için sıraya girerdi... Şimdi Ankara Soğukkuyu hapishanesinin küçücük işkence hücresinin yarı açık kapısından gülerek bakan arkadaşlarımızdan yazar Suat Derviş Hanım işte buydu. Örgüsüne eğilmiş, başını kaçamak kaldırarak bana bakıyor, 'Ne var ne yok? Yeni bir şeyler var mı?' sorularını yöneltiyordu."TKP'nin Ankara teşkilatı kapsamında yargılanan Suat Derviş, mahkeme tutanaklarında yazıları kadar evliliğiyle de suçlanmıştı. Tutanaklarda, "Komünist propagandası yaptığından ötürü hakkında takibat açılmış olan tanınmış ve iki defa mahkûm olmuş bir komünist adamla fikren anlaşarak evlenmiş bulunan bir yazı yazanın, herhangi eli kalem tutanla mukayese edilemeyeceği mahkemece kabul edilmektedir" deniliyordu.
Ve kapılar kapanıyor
Salıverildiğinde dışarda onu bekleyen işler vardı. Bin dokuz yüz kırk altı yılında Cemiyetler Kanunu değiştirilmiş, sınıf esası üzerine de parti kurulmasına izin verilmişti. Dr. Şefik Hüsnü başkanlığındaki Türkiye Sosyalist İçi Köylü Partisi işte bu izin üzerine kuruldu. Bu yeni partinin tüzüğünü cezaevindeki komünistlere ulaştıran da Suat Derviş'ti.Ellili yıllara gelindiğinde iktidarda olan artık Demokrat Parti'ydi. Bütün iktidarlar gibi onların da tahammülü yoktu komünistlere. Bin dokuz yüz elli bir yılında Demokrat Parti, büyük bir komünist tevkifatı başlattı. Suat Derviş yine gözaltına alındı. Bu kez daha da kısa sürdü tutukluluğu ama, Baraner, davanın baş sanığıydı.Tüm bu olup bitenlere karşın toplum suskundu, Babıâli de. Üstelik artık Suat Derviş'e iş de vermiyorlardı. Ne bir dergi basıyordu yazılarını ne de bir gazete. Çevirileri bile geri gönderiliyordu. Takma isimlerle yazmaya başladı. Sadece kişisel ve mesleki dürüstlükleri yüzünden gerçek ismiyle yazılarını yayımlayanlar da vardı, örneğin çocukluk arkadaşı Ethem İzzet Benice. Ama, o kadar azdılar ki... Radyo skeçleri, sahne piyesleri yazıyordu ama bunları da kendi imzasıyla oynatamıyordu. Yıllar sonra, kendisiyle bir röportaj yapan Zihni Anadol'a "Bazı dostlarım benden bu piyesleri satın aldılar. Radyoda kendi imzalarıyla oynadılar. Piyes yazarları arasında ilk piyesini yazmış olduğum bile vardır zannediyorum. Kendisi bilir" diyecekti, "Çocuklara yazdığım dev masallarında imzamın bulunmasını engelleyenler ekmek paramı kazanmamı ve ismimi en verimli çağımda memleketimdeki okuyucularıma duyurmama mani olanlar, şimdi benim bin bir takma ismimin peşine düşsünler".Bütün bu tutumun altında Derviş'in devrimci, toplumcu ve sosyal adaletten yana olması vardı. Bu uğurda polis tatbikatına uğrayan, karakollarda sürünen altı yüz erkek arasında tek kadın yazardı. Üstelik, Ankara Caddesi'nde bir binada çalışmalarına başlayan Basın Sendikası'nı kuran beş gazeteciden biri ve başkanıydı. Bu koşullara bin dokuz yüz elli üç yılına kadar dayanabildi. Dava sürüyordu, sonunda yeniden tutuklanması olasılığı da vardı. Paris'e, kız kardeşi Hamiyet'in yanına gitti. Önce bir Almanla, bir binbaşıyla evlenmişti Hamiyet. Kısa sürmüştü bu ilişki. İkinci evliliğini, Danimarkalı bir işadamıyla yapmıştı. Kız kardeşini, hiç tereddütsüz koruması altına aldı.
Ankara Mahpusu on sekiz dile çevrildi
Yazmayı sürdürdü Suat Derviş. Hamiyet'in çevireceği ve Fransızcada ilk Türk romanı sayılacak olan Ankara Mahpusu'nu, Fosforlu Cevriye'yi yazdı. Büyük beğeni topladı Ankara Mahpusu, on sekiz dile çevrildi. Fransızca baskısına önsöz yazan Janine Bouırssounouse, "Bu kitabı okurken biz sık sık Gorki'yi, zaman zaman Steinbeck'i, bir Caudwell yahut bir Vittorini'yi düşünüyoruz; kitap bize, Binbir Gece Masalları'nı hatırlatmıyor" diye yazmıştı: "Duygu itibarıyla büyük Rus edebiyatına çok yakın olan Suat Derviş hep bu saydıklarımız gibi kahramanlarına yanaşıyor, onları tetkik ediyor, onların düşüncelerini özlü ve büyük bir doğrulukla veriyor". Le Monde'de, Coiplet'in yorumu ise, "Bu kitapta bir tesir aranırsa Gorki'nin tesiri bulunabilir" olmuştu, "Çünkü bu roman aynı sadelikle yazılmıştır".Hamiyet yanındaydı ama, gönüllü de olsa Paris'te sürgündü Suat Derviş. Çoğu zaman çocukluk anılarını yineliyorlardı; anneleri Hesna Hanım'ı, babaları İsmail Derviş Bey'i, Nâzım Hikmet'i, Matmazel Ner'i, Çamlıca'daki, doğdukları o köşkü. Bir türkü söylüyorlardı sık sık. Hem söylüyor hem de ağlıyorlardı: Nerde benim kekik kokan dağlarım / Gurbet elde hasret çeker, ağlarım...
Baraner'in oğlu Klaus'un peşinde
Reşat Fuat Baraner hâlâ cezaevindeydi. Bu kez gönderildikleri cezaevi Adana'daydı. Sevk haberi dış basında da yer almıştı. Birkaç ay sonra Almanya'dan bir mektup geldi Baraner'e. Gönderen oğlu Klaus'du, kendisinin seslenişiyle "Kılavuz". Mektubu sevinç içinde koğuş arkadaşlarına gösterdi. Turgut Akalın'ın da aralarında bulunduğu bir grup arkadaşına, Greta'nın ve oğlunun öyküsünü anlattı...Sovyetler Birliği'nde kaldığı bin dokuz yüz otuzlu yılların ortalarına doğru tanımıştı Alman Greta'yı. O da komünizme inanıyordu ve bilgisini, örgütlenme yöntemlerini geliştirmek için bu ülkeye gelmişti. Aynı okulda, Lenin Enstitüsü'ndeydiler. Aşıktılar birbirlerine. Bir de çocukları oldu. İkinci Dünya Savaşı başlamak üzereydi. Komintern, bir karar aldı. Bütün öğrenciler kendi ülkelerine dönecek, faşizme karşı halkı örgütlemeyi üstlenecekti. Baraner, İstanbul'a döndü, Greta ise bir yaşına henüz girmiş Klaus'la birlikte Almanya'ya gitti. Bir süre sonra Greta'nın Naziler tarafından öldürüldüğünü öğrendi. Klaus'tan ise o güne kadar bir haber alamamıştı...Suat Derviş'e yazdı olanları, Klaus'un Almanya'daki adresini de verdi. Derviş, Almanya'ya gidip, görüştü Klaus'la. Ona babasının bir fotoğrafını verdi, onun fotoğraflarını çekip Baraner'e gönderdi. Mektuplarla da olsa, Baraner ölünceye kadar sürdü baba oğulun ilişkisi.
Evimin efendisi benim
Bin dokuz yüz altmış üç yılında çıktı cezaevinden Reşat Fuat Baraner. Birkaç ay sonra da Suat Derviş, İstanbul'a döndü. Baraner, onun geleceği haberini alınca çocuk gibi sevinmişti. Partili bir marangoza birkaç parça eşya ısmarlamış, oturulabilecek bir ev kurmuş, bir de çeviri bürosu açmıştı.Suat Derviş döndükten birkaç hafta sonraydı. Rasih Nuri İleri, karısı Bedia İleri'ye, "Gel hadi, Reşat Abilere gidelim" dedi. Tam evden çıkmak üzereydiler ki, bir arkadaşları, Sevinç Özgüner geldi ziyaretlerine. Baranerler'e gideceklerini öğrenince Rasih Nuri İleri'ye "Sen gidebilirsin ama" dedi Özgüner, "Bedia'yı götüremezsin. Suat kadınları sevmez, evine de sokmaz." Şaşırdılar ama yine de gittiler. Bedia İleri biraz tedirgindi. İyi karşılandılar, sarılıp öpüştüler. Sonraları, İleri, Suat Derviş'e sorduğunda, öğrenildi işin aslı. Baraner cezaevinden çıktığında genç kuşak, Gençlik Birliği'nin üyeleri etrafını sarmıştı. Sık sık evine uğruyor, ortalığa, kendilerince bir çekidüzen veriyorlardı. Suat Derviş dönüp yeni bir ev açtıklarında aynı şeyi yapmaya, evi idare etmeye kalkışmışlardı. O ise "Evimin efendisi benim" demişti, "Burada ukalalık yapamazsınız. Reşat Abinizi de bu kadar çok seviyorsanız, gider iş yerinde görürsünüz". Gençler de kendi densizliklerini görmezden gelip, kadınların genel tutumu diye değerlendirmişlerdi. Misafirperverdi Suat Derviş ama, kendi kuralları vardı. Kimsenin asla çiğneyemeyeceği kurallardı bunlar...  Döndüğünde ablası Hamiyet de yanındaydı Suat Derviş'in. Sürekli kardeşiyle birlikte olması, yaşamını neredeyse ona adaması kocasıyla ilişkilerini bozmuştu. İstanbul'da da birlikte oturuyorlardı. Nazlı bir kadındı, dişilik yönü ağır basıyordu. Önüne ne konulsa yemediği gibi, sürekli mevsim dışı şeyler istiyordu Suat Derviş'ten. Birkaç yıl sonra, adeta açlıktan, kardeşinin kollarında öldü.
Hem aristokrat hem komünist
Çevresindekilerin pek görmeye alışkın olmadığı bir kadındı Suat Derviş. Kültürlüydü, görgülüydü. Sosyalizme inanıyordu ama, aynı zamanda bir aristokrat, bir Osmanlı hanımefendisiydi. Genç nesil komünistler de bu yüzden tahammül edemiyorlardı ona. Bir toplantıda Reşat Fuat Baraner'in eşi diye tanıtıldığında hemen sözü kesiyor, "Ben, yazar Suat Derviş'im" diyordu, "kimsenin karısı olarak yâd edilemem". Dostları arasında bile kocasını eleştirmekten çekinmiyordu. En parasız günlerinde, evde sadece bulgur pilavı pişse de sofra düzenine uyuyordu. Beyaz bir örtü yayıyordu masaya, ya bir çiçek ya da mumla süslüyordu. Mihri Belli'yle Sultanahmet'te buluştukları soğuk bir kış gününde ayakkabısının altı delikti. Ama, birkaç gün sonra Tokatlıyan Oteli'nde çay içecekti. Hale Kıyıcı'yla yürüyüşe çıktıkları bir gün, ceplerindeki son beş lirayla Divan Pastanesi'nde çay içmişlerdi.Reşat Fuat Baraner, bin dokuz yüz altmış sekiz yılında ikinci kez geçirdiği enfarktüsü yenemedi, öldü. Suat Derviş için bir yıkımdu bu. Hâlâ ona âşıktı ve tek bir şeye, onunla daha önce tanışmadığına hayıflanmıştı hep. Ama, kısa sürede toparladı kendini. Türkiye, yine sıcak günlerin içindeydi, bir şeyler yapılmalıydı. İki yıl sonra, bin dokuz yüz yetmişte, Neriman Hikmet, Mediha Özçelik, Necla Özgür, Asiye Aliçin, Fikret Elbe ve diğer arkadaşlarıyla Türkiye Devrimci Kadınlar Birliği'ni kurdu. Şişli'deki evi karargâh gibiydi. Mihri Belli, Deniz Gezmiş'le, Cihan Alptekin'le bu evin arka odasında buluşuyordu. Mustafa Lütfü Kıyıcı ve Mustafa İlker Gürkan da onun evinde yakalanmıştı.Kıyıcı ve Gürkan'la birlikte kendisi de götürülmüştü Birinci Şube Müdürlüğü'ne. Polisler geldiğinde Hale Kıyıcı da evdeydi. İlk çocuğunu doğurmasına birkaç hafta vardı. Suat Derviş, kendi çocuğunu sorguda düşürdüğünü anımsayıp paniğe kapıldı. Camı açıp bağırmaya başladı, "İmdat, hamile bir kadını öldürüyorlar". Bir süre sonra sakinleşti. Hazırlandı, ayna önünde bir kez daha çekidüzen verdi kendine, rujunu sürdü. Şubede kendisini sorguya çeken Şube Müdürü Ilgız Aykutlu tarafından ilk kez nezarete atıldı. Kültür Sarayı'nı yakmakla suçlanıyordu. Kısa sürede salıverildi.
Fosforlu Cevriye, biraz benim
Artık hastaydı. Son günlerinde daha çok içer olmuştu. Birileri geldiğinde içki şişesini etajerin üzerindeki çerçevenin arkasına saklıyordu. Bütün isteği Fosforlu Cevriye'yi tiyatroda sahnelenirken görmekti. Cevriye'yi de en iyi Gülriz Sururi canlandırabilirdi. Bu önemliydi onun için. Bedia İleri'ye bir gün, "Cevriye biraz benim" demişti, "Avrupa'daki yalnızlık hallerime benziyor". Bir başkasına ise Baraner'i cezaevinde ziyarete gittiğinde elinde karanfil ve tütün kesesi olan bir kadın gördüğünü anlatmıştı. İsmini de tam söyleyemiyordu ama aradığı Baraner'di. Sokaklardan geldiği belliydi kadının ama, güzeldi. Fosforlu Cevriye'de de, polisten kaçan bir adamla, ona sığınan, âşık olan bir sokak kadınının öyküsü anlatılıyordu. Engin Cezzar ve Gülriz Sururi'yle anlaştı. Romanı senaryolaştırıyordu ki hastalandı. Hem kalbi hem de yüksek tansiyonu soluk aldırmıyordu artık. Babasından kendisine kalan hakla, Kasımpaşa Deniz Hastanesi'nde tedavi altına alındı. Çıktığında, son gücünü de harcayarak tamamladı senaryoyu. Ama, sahnelenişini göremedi. Son taşındığı evde, Tünel'deki Suriye Hanı'nda yirmi üç temmuz bin dokuz yüz yetmiş ikide öldü. Cenazesini Feriköy Mezarlığı'na komşuları taşıdı. Arkadaşlarının çoğu yoktu yanında. Kimi ya cezaevindeydi ya da kaçakta. Sonraları komşuları anlattılar, ölürken de mağrur ve sakindi. Yaptığı ve yaşadığı hiçbir şeyden pişman değildi. (Berat Günçıkan / Cumhuriyet Dergi / Sayı 469 / 19 Mart 1995)
14 notes · View notes
vazgecmelerustasi · 4 years
Text
ATATÜRK’ÜM
Tumblr media
Bir yandan batının işçi sınıfı, öte yandan Asya ve Afrika'nın köleleştirilmiş halkları milletler arası sermayenin kendilerini yıkmak ve efendilerine büyük çıkarlar sağlamak için köle durumuna getirilmek istediğini anladığı ve sömürge politikasının işlediği suç Dünya işçilerince kavrandığı gün burjuvazinin gücü sona erecektir. (22 Ekim 1922)
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 
ATATÜRK’ÜN HALKINA, İNSANINA, İŞÇİSİNE BAKIŞI..
Bugün, 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı kutlanıyor !..
Bugün, birçok ülkede yüz yılı aşkın zamandır icra edilen ve çalışanların küresel bayramı olarak bilinen "1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı" çeşitli etkinliklerle kutlanıyor.
1 Mayıs’ı, kimi yerlerde sendikalar partiler toplanarak kutluyor, kimi yerlerde de her sendika ve parti kendi yandaş gruplarıyla kutluyor. Kimi yerde ise festival, şenlik ve mücadele yürüyüşleriyle geçen 1 Mayıs, aslında kimileri için de hiçbir önem teşkil etmiyor.
Ne var ki, her ülkede her zaman “işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü” 1 Mayıs, bir bayram havasında geçmiyor. Hâlâ kutlamalardan korkan, emeğiyle geçinenlerin ortaklaşa yapacağı etkinlikleri engellemeye çalışan ülkeler var. Sermaye sınıfının tüm gösterilerine alabildiğine açılan meydanlar ve salonlar, işçilerin ve sendikaların taleplerine kapatılmak isteniyor. Bırakın resmî tatil olmayı, yani işçi, işsiz, ev kadını gibi tüm çalışanları kapsamasını, bu hakkı hâlâ toplu sözleşmelerle bile elde edememiş ülkeler var. Bunun yanı sıra, sadece resmî tatil olmasına karşı çıkılmakla kalınmıyor, bazı ülkelerde gösteriler düzenlenmesine bile karşı çıkılıyor.
Bizlerde, işçinin ve emeğin dayanışma gününde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün halkına ve işçiye ne kadar önem verdiğini anlatan ilk sosyal projesini sizlerle paylaşıyoruz.
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası… İşte Atatürk’ün “Sosyal Fabrika Projesi”nin ilk uygulaması… İşte genç cumhuriyetin, halkına, insanına, işçisine bakış açısı…
Cumhuriyetin dev projesi olan ve Venezuella’daki “Atatürk Modeli Fabrika’ya” esin kaynağı olan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası 1937’de Atatürk tarafından açılmıştır.
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Atatürk’ün kafasındaki “Sosyal Fabrika Projesi’nin” ilk uygulaması olması bakımından çok önemlidir. Atatürk’ün kafasındaki fabrika, sadece üretim yapılan bir mekân değil, aynı zamanda “ar-ge” çalışmalarının yapıldığı bir labratuvar, eğitim verilen bir okul, her türlü sanat ve spor imkanlarına sahip bir kültür kompleksi, kısacası adeta dört dörtlük bir “yaşam alanı”, bir kampüstür. Atatürk, işçilerin yüksek standartlarda, her türlü imkândan yararlandıkları bu “sosyal fabrikaları” Anadolu’nun her yanına yapmayı planlıyordu. Ama bu projesini yaygınlaştırmaya ömrü yetmeyecekti. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, genç Cumhuriyetin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Palanı’nın ilk önemli eseridir. Sümerbank’ın kurduğu ilk Türk basma fabrikasıdır. Devlet eliyle kurulan ilk basma fabrikasıdır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, genç Cumhuriyetin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın ilk önemli eseridir. Sümerbank’ın kurduğu ilk Türk basma fabrikasıdır. Devlet eliyle kurulan ilk basma fabrikasıdır.
Fabrika, Türk-Sovyet ortak yapımıdır. Makineler ve teçhizatların çoğu Sovyetler Birliği’nden narenciye karşılığında alınmıştır. Fabrika kuruluşundaki işçi açığını kapatmak için 120 Sovyet montör ve mühendisi istihdam etmiştir. Fabrikanın temelleri 25 Ağustos 1935’te atılmış, yapımı 18 ayda tamamlanmış ve 9 Ekim 1937’de açılmıştır. Bina ve makineler dahil, 8 milyon liraya mal olmuştur. Fabrikanın, 28 bin iğ ve 800 otomatik tezgah ile çalışmaya başlaması ve 2.400.000 kilo iplik işlemesi planlanmıştır. Bununla 20 milyon metre basma imal edilecektir. Fabrika 15 bin ton kömür yakacaktır. Fabrika her gün en fazla 2400 işçi çalıştıracak ve ücret olarak senede 1 milyon lira ödeyecektir. Fabrika, beş kısımdan oluşmuştur: Dokuma bölümü, Basma bölümü, Desen bölümü, Gravür bölümü ve Baskı kısmı…Basma, Desen, Gravür bölümünden geçen kumaşlar, Dokuma bölümünde, yarısı elektronik olmak üzere 768 tezgahta dokunacaktır. Günlük dokuma, 62.000 ile 64.000 metre arasındadır. Baskı bölümünde ise 4 baskı makinesi vardır. Burada farklı renk ve desenlerde günlük ortalama 85.000 metre basma yapılacaktır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, sosyalist ülkeler de dahil, dünyada görülmemiş bir “sosyal” niteliğe sahiptir. Evet, fabrika kurulurken Sovyet modeli esas alınmıştır, ama genç cumhuriyetin genç mühendisleri Türk devrimine has, çok özgün bir eser ortaya çıkarmayı başarmışlardır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, 1930’ların dünyasında bir benzerine daha rastlanmayacak kadar özgün bir “sosyo-kültürel” ekonomi projesidir.
İşte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın şaşırtan özellikleri:
1.Fabrika, balolar, danslar ve partiler düzenlemiştir:
1930’ların ortalarına kadar kadınlı erkekli hiçbir toplantıya katılmamış halk, fabrikanın organize ettiği balolar, danslar ve partilerle sosyalleşmiş, özellikle kadın ön plana çıkmaya başlamıştır. Gazeteci Banu Avar'ın Venezuella gezisi sırasında karşılaştığı bir olay kastediliyor. Banu Avar’a kulak verelim: "Şehri göreceğimiz tepeye doğru tırmanırken, Kemal Atatürk tabelasını geçince şaşırdım ki, tepeye geldik. Genç kız rehber heyecanla ‘şu fabrikayı görüyor musun? yanında nikah salonu, şu sağlık ocağı, şu okul onun arkasındaki de bizim ev.’ ‘Eeee , dememe kalmadı’ Rehber ‘Biz buna ATATÜRK modeli’ diyoruz’ diye yapıştırdı.”
2. Fabrikada sinema salonu vardır:
1937 yılında 12 bin kişinin yaşadığı bir kentte, bu fabrika bünyesinde 700 kişilik bir sinema salonu açılmıştır. İki defa memurlara, iki defa işçilere ve iki defa da ustalara olmak üzere haftada toplam altı defa film gösterilmiştir
3. Fabrika Halkevi kurmuştur:
Fabrika “Sümer Halkevi” adıyla bir halkevi kurarak halkı her konuda bilinçlendirmeye çalışmıştır. Bir fabrika bünyesinde açılan ilk ve tek halkevi Sümer Halkevi’dir. Halkevinin şubelerinde çalışanların büyük çoğunluğu fabrika işçisidir. Halkevinin, hazırladığı oyunları sergilemesi için fabrika içinde bir sahnesi vardır. Sümer Halkevi biçki-dikiş kurslarında her yıl birçok genç kız meslek sahibi olmuştur. Halkevi civar köylere geziler düzenlemiş, köylülerin sorunlarıyla ilgilenmiş, köylere ilaç ve sağlık elemanı göndererek hastaların tedavisini sağlamıştır.
4. Fabrikanın korosu vardır:
Fabrika çalışanları arasında bir müzik grubu oluşturulmuştur. Klasik müzik seslendiren grup Nazilli, Aydın ve Denizli’de konserler vererek “çok sesli” müziğin Anadolu’da tanınmasını sağlamıştır. Fabrikada yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okuyan bu koro (grup), işçilerin Beethoven zevke ulaşmalarını sağlamıştır. Fabrikada, çalmayı bilen işçilerin kullanımlarına açık bir de piyano vardır.
5. Fabrikanın hamamı vardır:
Fabrika bünyesinde kurulan bir hamam, hem işçilere hem de Nazilli halkına hizmet vermiştir.
6. Fabrikanın Ressamları vardır:
Fabrika bünyesindeki desinatörler belli zamanlarda fabrika dışına çıkarak Nazilli ve çevresinin güzel resimlerini yapmışlardır. Fabrika ressamlarının yaptığı bu tablolar açık arttırmalarda satılmıştır. Resim heykel sergileri de düzenleyen fabrika Nazilli’de güzel sanatların gelişmesini sağlamıştır.
7. Fabrikanın spor kulübü vardır:
Fabrikanın bünyesinde kurulan lacivert-beyaz renkli Sümer Spor, futbol, basketbol, atletizm, voleybol, bisiklet, güreş, yüzme, boks branşlarında faaliyet göstermiştir. Fabrika bünyesindeki Sümer Spor futbol Sahası Türkiye’nin ilk “alttan ısıtmalı” futbol sahalarından biridir. Ayrıca yine fabrika bünyesinde, basketbol, voleybol sahaları, güreş minderleri, boks ringi, tenis kortu ve paten pisti vardır. Nazilli’de toplumsal kaynaşmayı güçlendiren “paten eğlenceleri” ve” bisiklet yarışları” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın mirasıdır.
8. Fabrika halka bedava basma dağıtmıştır:
Bir sosyal fabrika olarak tasarlanan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, altı ayda bir halka “ıskarta basma” dağıtmıştır.
9. Fabrikada işçi hakları üst düzeydedir:
Çok sayıda işçiyi barındıran fabrika işçi haklarına da çok önem ermiştir. İşçi ve Memur Biriktirme Sandıkları, İşçi Ölüm ve Hasatlık Yardım Sandıkları oluşturulmuş, fabrika içinde işçi sağlığını koruyacak 40 yataklı bir hastane, bir eczane bir de labratuvar kurulmuştur. Nazilli’nin kabusu haline gelen sıtma hastalığı fabrikanın sağlık ekibi tarafından kurutulmuştur. İşçilere mesleki eğitim verilen fabrikada ayrıca işçiler için beş sınıflı bir okuma-yazma kursu, daha doğrusu bir küçük okul vardır. Sümer İlköğretim Okulu adlı bu işçi okulunun 980 öğrenciye sahiptir. Ayrıca bir işçi radyosu ve işçi çocukları için 26 yatak ve 40 mevcutlu bir kreş kurulmuştur. İşçiler ve memurlar, fabrikanın hemen önünde özel olarak inşa edilen 264 dairelik ve 1000 kişilik lojmanlarda çok uygun bir ücretle kalırken, bekar işçiler için 350 kişilik bir “Bekar İşçi Pavyonu” vardır. Lojmanda kalamayan işçi ve memurları şehirden fabrikaya taşımak için düzenli seferler yapan GIDI GIDI adı verilen mini bir tren kullanılmıştır. Fabrika işçilerinin yiyecek ve giyeceklerini temin etmek için fabrika bünyesinde bir kooperatif vardır. Fabrikanın, işçilere hizmet veren güzel ve temiz bir fırını, işçi yemekhanesi, memur kantini ve bir de hamamı vardır.
10. Fabrikanın ar-ge bölümü vardır:
Daha fabrika açılmadan fabrikada kullanılacak kaliteli pamukların çevrede yetiştirilmesi için 200 adet modern tohum ekme makinesi satın alınmıştır. Yine pamuk işinde kullanılmak üzere birçok modern tarım aleti ve makinesi bölgeye getirilerek çiftçilere dağıtılmış ve bunları nasıl kullanacakları öğretilmiştir. Fabrika içinde mekanik odası, fizik labratuvarı, tarım labratuvarı gibi ar-ge bölümlerinde, fabrikada yapılacak üretimin kalitesini arttırmak için çalışmalar yapılmıştır.
11. Fabrikanın atölyesi vardır:
Fabrikanın büyük bir atölyesi vardır. Bu atölyenin demirhanesi, marangozhanesi, dökümhanesi, kaynak ve teneke işleri yapan bir kısmı vardı. Diğer fabrikaların ahşap parça ihtiyacı olan makine vurucu kolları burada yapılırdı.
12. Fabrikanın elektrik ve su santralleri vardır:
Fabrika, bir dönem hem kendi elektrik ihtiyacını hem de Nazilli kentinin elektrik ihtiyacını kendi bünyesindeki bir elektrik santraliyle sağlamıştır. Dört kazan ve üç türbinli olan bu santral, 2500 kw gücündedir. Fabrikanın su ihtiyacını karşılamak için bir de su santrali vardır. İşte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası… İşte Atatürk’ün “Sosyal Fabrika Projesi”nin ilk uygulaması… İşte genç cumhuriyetin, halkına, insanına, işçisine bakışı…
ATATÜRK NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI’NDA
Türkiye’de devlet eliyle kurulan bu ilk basma fabrikasını 9 Ekim 1937’de bizzat Atatürk açmıştır.
Atatürk, Ege manevraları için bölgede bulunan ordu komutanlarıyla ve yöneticilerle birlikte açılışa gelmiştir. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, İkinci Ordu Müfettişi Orgeneral İzzetin Çalışlar, Genelkurmay Asbaşkanı Asım Gündüz, Jandarma Genelkomutanı Naci İldeniz gibi komutanlar ve Trakya Umum Müfettişi General Kazım Dirik ile İzmir Valisi Güleç, Başvekil Vekili Celal Bayar, İsmet İnönü, Afet İnan, Kütahya Milletvekili Recep Peker, Ziraat Vekili Şakir Kesebir, Dahiliye Vekili ve CHP Genel Sekreteri Şükrü Kaya, Nafia Vekili Ali Çetinkaya, Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras, Milli Müdafaa Vekili Kazım Özalp, Maliye Vekili Fuat Ağralı, Kültür Vekili Saffet Arıkan, Gümrük ve İnhisarlar Vekili Ali Rana, Orman Umum Muhafaza Komutanı Korgeneral Seyfi gibi nerdeyse devletin bütün askeri ve sivil erkanı tam kadro Atatürk’le birlikte Nazilli’dedir.
Dünya ülkeleri başta olmak üzere ülkemizi ve milletimizi yönetenlere örnek olması dileğiyle... 
 KAYNAK: DEĞİŞİM MEDYA-GÜNDEM 01 Mayıs 2015
26 notes · View notes
hetesiya · 10 months
Text
Türkiye’de “milli mücadele” anti-emperyalist miydi? Türkiye’de sol hareketin büyük bölümü bu soruya evet yanıtını verir. Ama gerçek bu değildir. Mustafa Kemal önderliğinde verilen kurtuluş mücadelesi, emperyalist güçlerin işgaline karşı bir mücadeleydi, emperyalist sisteme karşı bir mücadele değil. Bu mücadelenin başarıya ulaşmasıyla, kapitalist üretim ilişkilerinin varoldukları kadarıyla tasfiye edilmesi şöyle dursun, kapitalizmi bizzat devlet eliyle geliştirmek için işçi sınıfı ve emekçiler yoğun bir sömürüye tâbi tutuldular. 30 yıl boyunca burjuva demokrasisinin en temel haklarını bile hiçe sayan bir tek parti diktatörlüğüyle burjuvazi devlet eliyle palazlandırılmaya çalışılırken, işçi sınıfı her türlü haktan yoksun bırakıldı. Sendika kurması, greve çıkması yasaklandı, o günkü Türkiye Komünist Partisi yıllar süren kovuşturmalara tâbi tutuldu. Binlerce komünist işkencelerden geçirildi ve hapislerde çürütüldü. Yüzlercesi katledildi. Kürt halkına karşı bugüne kadar süren bir imha ve inkâr politikasının temelleri o dönemde atıldı. Kürt isyanları on binlerce kişinin katledilmesiyle bastırıldı. Ülkenin temel sorunu olan toprak sorunu devrimci bir tarzda çözülmeden olduğu gibi bırakıldı. Kemalist hareket, ülkenin siyasal bağımsızlığı dışında hiçbir temel sorununa devrimci bir çözüm üretmeyen, güdük, sınırlı ve tepeden bir burjuva devrim gerçekleştirdi. Böylesi bir hareketin değil anti-emperyalist sayılması, burjuva anlamda devrimciliği dahi son derece güdüktür.
0 notes
Text
"Yoksul doğdu Harun Karadeniz; sene 1942, yer Giresun’un Alucra ilçesi. Doğduğu köyde okul yoktu; Bulancak’a taşındılar sonunda. Geçim derdi bırakmadı ailenin peşini; Samsun’a göç ettiler. Liseyi orada okudu. Sonra ver elini İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi...
1975’te yayımlanan Olaylı Yıllar ve Gençlik adlı kitabında, “Babam çok dindar bir adamdı. İslam dininin birçok özelliklerini ve İslam felsefesiyle İslam mitolojisini kırık dökük de olsa ondan öğrendim... Sonradan tasavvufi düşüncenin bütün aşamalarını öğrendim... Bu nedenle benim için ilk düşünceler mutasavvıfların sorularıyla başladı” satırlarını yazar.
Ancak aldığı yanıtlar yetmez. 1960’lı yıllarda işçi, köylü, gençlik uyanış evresindedir. Harun Karadeniz de bu ortamın içine girer üniversitede. Her yurtsever öğrenci gibi Türkiye’nin niye geri kaldığı sorusuna yanıt arar. Kendi dönüşümünü, “sömürüye karşı aldığımız tavır bizi önce antiemperyalist, sonra antikapitalist ve daha sonra sosyalist bir çizgiye doğal olarak getirdi” sözleriyle açıklar.
Özel yüksekokulların açılmasının yarattığı adaletsizliği görür; kamu kaynaklarının halk için kullanılması talebini yükseltir. Kamucudur. Ardından tüm dünyada olduğu gibi 68’in rüzgârını hisseder; eğitim sisteminin dönüştürülmesini talep eder. Demokratik üniversite mücadelesinin en önündedir.
İTÜ Öğrenci Birliği Başkanı Harun Karadeniz, Türkiye’nin geri kalmışlığını emperyalist bağımlılığın NATO üyeliğiyle tekrar etmesinde de görür. 6. Filo’ya karşı protestoların öncülerindendir. Bağımsız Türkiye’dir arzusu.
Boğaz’a köprü yapılmakta, ama Hakkâri’de insanlar birkaç yüzyıl öncesinin koşullarını yaşamaktadır. Zap suyuna köprü yapılmasında da öncülerdendir, yüksek inşaat mühendisi Harun. Sinop Gerze’de sömürülen tütün üreticilerinin yanında da o vardır, Derby fabrikasındaki işçilerin yanında da.
1969’dan sonra gençlik hareketinden uzaklaşır. Bunu, “Benim gençlik olaylarından çekilmem biraz da olayların gençliği aşmasından ve gençliğin iktidara yönelen eylem biçimini benimsemememle olmuştu” sözüyle açıklar. Darbe arayışındaki yapıların gençliği şiddete, çatışmaya çekme planına karşı uyarıcıdır.
1969’dan sonra işçi sınıfı içinde çalışmalara hız verir. Kartal İşçi Birliği’ni örgütler, işçilerin hakları için mücadele eder. 15-16 Haziran 1970’teki büyük işçi eylemlerini hissedercesine.
Halkçı damarın ezilişi
Okuyup gördüğüm şudur: Harun Karadeniz, teorisiyle ve pratiğiyle bu toprakların sesidir, Halkçıdır. Bağımsız bir Türkiye, sömürüsüz bir ekonomik düzen, demokratik bir eğitim sistemi özlemi içindedir. Mücadelecidir; ancak kitle çizgisinden sapmaz, maceracı değildir; şiddetin, silahın kimlere, hangi baskıcı yapılara hizmet edeceğinin farkındadır. Ve elbette hedefe konulur; 12 Mart’ta tutuklanır; kolundaki kanser yüklü tümörle. 6 ay sonra bırakılır, Mart 1972’de yeniden tutuklanır. Eziyetle yavaş yavaş öldürülmektedir; zira kanser yayılmakta ve tahliye talepleri özellikle geciktirilmektedir. Aralık 1973’te tedavi için yurtdışına gönderilir; sağ kolu kesilir; ama ülkesiyle bağı kesilmez. Geri döner; ancak çok geçtir. 68’in öncülerinden Harun Karadeniz 15 Ağustos 1975’te, henüz 33 yaşındayken can verir.
Niye anlattım bunları?
Giresun’da sel oldu; görevi başındaki jandarma personelimiz ve yurttaşlarımız hayatını kaybetti. Nedeni sadece doğal afet mi? Karadeniz’de yağış yeni bir olgu mu? Niyesi belli: Dere yatağında ilçeler; seçim ve rant için göz yumulan kaçak yapılaşma, imar afları, derelerin özgürlüğünü engelleyen HES boruları; yatağı hiçe sayan incecik duvarlar; kısacası, betonlaşma yüzünden.
Giresunlu halk çocuğu, yüksek inşaat mühendisi Harun gibi gençler yaşasa, Giresun’un kırsalında o yapılara, derelerle inatlaşmaya, para için canın hiçe sayılmasına izin verir miydi? “Önce rant” der miydi, suları borulara hapsettirir miydi?
O dönem Amerikancılık yapan her siyaset neredeyse Harun gibi konuşuyor şimdi. Haksız mıymış? Harun’lar yaşasaydı, TEKEL özelleştirilir tütün üreticisi, yabancı tekellere ezdirilir miydi? Üniversiteler bu halde olur muydu?
Elbette hayır.
İşte 12 Mart’lar, 12 Eylül’ler Harun’ları bu yüzden ezdi; meydan her alanda karunlara kalsın diye. Sonuç ortada. Bir günde gelmedik buralara."
7 notes · View notes