Tumgik
#Alman sömürge
fikrikadim · 1 year
Text
'Bizim Auschwitz'imiz, bizim Dachau'muz' Almanya'nın Namibya'daki soykırımıyla hesaplaşma
‘Bizim Auschwitz’imiz, bizim Dachau’muz’ Almanya’nın Namibya’daki soykırımıyla hesaplaşma
Waterberg, Namibya – Akasya ağaçlarının dantelli gölgeleri kuru otların üzerinde uzanıyor. Serin bir kış esintisi dalların arasından süzülüyor. Seyrek gölgede, Herero halkı için onarıcı adalet için yaşam boyu aktivist olan Jephta Nguherimo, ne için kullanılmış olabileceğini şimdi söylemek imkansız olan bazı askeri teçhizatın paslanmış kalıntılarını tutuyor. 59 yaşındaki adam onu tekrar yere…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
onderkaracay · 11 months
Text
Tumblr media
🗣️ Son Emperyalist Proje Anadolu'nun Araplaştırılması ve Irak ve Suriye'nin Kuzeyinin Kürtleştirilerek Akdeniz'e Sahili Olan İkinci İsrail'in Kurulması
Batı sömürge çetesinin Serv inadı devam ediyor.
Son seksen beş yılda siyaset bunun için dizayn edildi.
Profesör doktor Cihan Dura'nın yazısı tamda bunu anlatıyor.
MÜLTECİLERE VATANDAŞLIK HAKKI VERİLMESİNİN TAM BAĞIMSIZLIK İLKESİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
(13.7.2016)
Türkiye’nin gündeminde “Suriyeli göçmenlere vatandaşlık verme” sorunu var. Hükümet (Cumhurbaşkanı) bu konuda ısrarlı görünüyor, kararını çoktan vermiş. Gerekçe olarak, bula bula ekonomik fayda ile din kardeşliği gerekçelerini bulmuş, ikisi de sağlam değil. AKP hükümeti 3 milyon Suriyeliye vatandaşlık hakkı tanımak istiyor, bunda ısrarlı. Birtakım adımlar atmaya da başladı. Acaba bu karar yalnızca milletimizin çıkarları gözetilerek, özgürce, bağımsız bir devlete yakışır bir şekilde mi alındı? Bence hayır... Kararda gerek ABD’nin, gerekse AB’nin (özellikle Almanya’nın) dayatmalarının belirleyici olduğunu düşünüyorum.
Herkesçe biliniyor ki, Amerika Ortadoğu’da kısaca BOP dediğimiz bir plan uyguluyor. Plan uyarınca, Suriye’nin kuzeyi Türkiye sınırı boyunca boşaltılıyor; oraların halkı Türkiye’ye sürülüyor; boşaltılan yerlere Kürtler yerleştiriliyor. Bir Kürt devleti kuruluyor, ABD ise petrol koridoruna kavuşuyor. Daha geçenlerde Alman Başbakanı A. Merkel, Erdoğan’ın ayağına kadar geldi. Kapalı kapılar arkasında konuşuldu, pazarlıklar yapıldı, para teklifi oldu. Üzerinden çok geçmedi, “vatandaşlık” konusu gündeme girdi.
Bu gelişmeler kararın hükümete dayatıldığı varsayımını güçlendiriyor. Yani göçmenlere vatandaşlık verilmesi kararı; Millî Egemenlikle birlikte Cumhuriyetimizin temeli olan Bağımsızlık İlkemiz çiğnenerek dış güçlerin baskısı ve isteğiyle, Türk milleti istediği için değil, yabancılara menfaat sağlamak, onların emellerini gerçekleştirmek için alınmıştır. Emperyalist ülkeler, ABD, İngiltere, Fransa ve benzerleri, Doğu’nun sahibi ve yöneticisi konumunda olduklarına inanırlar. Bu üstünlüklerini kaybetmemek için de her türlü araca başvururlar. İşte bu araçlardan biri Türkiye gibi ülkelerde mezhep, azınlık ve etnisite sorunları yaratmaktır.
Şimdi, AKP iktidarının mültecilere vatandaşlık hakkı tanıması demek, kendi elleriyle söz konusu haydut devletlere yeni bir silahı cabadan sunması demek değil de nedir? Ayrıca bir tehlike daha vardır: Bir etnik unsur bir bölgede elde ettiği nüfus fazlalığına ve ekonomik üstünlüğe dayanarak, ilerde, o bölgeye hâkim duruma gelebilir, kendiliğinden siyasal haklar talep etmeye başlayabilir.
Kaydetmiş olduğum her iki durumda da iç nifakın tohumları, gelecekteki bir iç çatışmanın tohumları atılmış oluyor. Çok değil, bir iki yıl içinde Millî Birliğimizi tehdit edici bir felaketin ilk belirtilerini görmeye başlayabiliriz.
Dış güçlerin iç nifak yaratmaktan asıl maksatları Türkiye’yi zayıflatmak ve parçalamaktır. Sonuçta Türkiye ekonomik bağımsızlığının yanı sıra, siyasal bağımsızlığını da tümüyle yitirecek, kendi kararlarını kendi alamayan, tümüyle uydu bir devlete dönüşecektir. Neticede parsayı toplayanlar; adı geçen sömürgen ülkeler –daha doğrusu bunların küresel şirketleri- olacak, kaynak ve pazarlarımızı tamamen ellerine geçireceklerdir. Ülke zayıf düşecek, bölünecek, sonunda Sevr gerçekleşmiş olacaktır.
Millî sorunlarda asla yalnızca bugüne bakarak karar vermeyelim. Atatürk ne diyor: Bir amaca yürüyen yolcu yalnız ufku görmekle yetinmemeli, muhakkak ufkun ötesini de görmelidir.
] Prof. Dr. Cihan Dura [
11 notes · View notes
bazenmahir · 4 months
Text
Siyonist İsrail Devleti Naziler Tarafından Katledilen 6 Milyon Yahudi'nin Mirasçısı Olabilir mi?
Şurası kesin bir gerçektir ki, Siyonizm'in, Yahudi halkıyla hiç bir tarihsel, duygusal ve maddi ortaklığı yoktur. Siyonizm, Yahudi halkını ve onun trajedisini kendi işgalci amacı için kullanmıştır hepsi bu. 21 Haziran 1933'de yani Naziler iktidar olduktan hemen sonra Almanya Siyonist Federasyonu Nazi Partisi'ne yolladığı destek mesajında şöyle diyordu:
"Irk ilkesini hayata geçiren yeni (Nazi) devletinin temelleri üzerinde kurulacak yapı içerisinde bizler de kendi topluluğumuza ayrılacak alanda Babayurdu (Fatherland) için elimizden gelen her türlü verimli faaliyeti sürdürmeyi umuyoruz."
Ve Dünya Siyonist Örgütü Kongresi 1933'de Hitler'e karşı eylem çağrısını 43'e karşı 240 oyla geri çevirdi. Bununla da kalmadı, Alman ekonomisinin dar boğazda olduğu bir dönemde Nazi Almanyası'na yönelik Yahudi boykotunu kırma kararı aldı. Dünya Siyonist Örgütü, Yahudi boykotunu kırarak Alman mallarının Ortadoğu ve Kuzey Avrupa'da dağıtımını üstlendi. Siyonistlerin Nazi dostluğunun karşılığı olarak SS Güvenlik Servisi'nden Mildenstein, Siyonizm'e destek olmak için altı ay boyunca Filistin'de kaldı.
Hitler'in Propaganda Bakanı Joseph Goebbels 1934'de Der Angriff'e (Hücum) Siyonizmi öven on iki bölümlük bir rapor yazdı ve bununla da yetinmeyip bir yüzünde gamalı hac öteki yüzünde de Siyonist David yildizi bulunan bir madalyon sipariş etti. 1935 Mayıs'ında SS Güvenlik Servisi Başkanı Heydrich tarafından Yahudiler, "iyi Yahudiler" ve "kötü Yahudiler" olarak ikiye ayrıldı. Heydrich, "İyi Yahudiler" olarak kategorize edilen Siyonistlere ilişkin Heydrich şunları diyordu:
"Kendilerine iyi dileklerimizle birlikte resmi desteğimizi de sunuyoruz."
Siyonistler, "kurulacak olan devletin zulme uğrayan Yahudiler için bir sığınak olacağını" ileri sürdüler ama bu bir yalandan ibaretti. Çünkü Naziler tarafından toplama kamplarına götürülecek Yahudilerin listesi Siyonist Dünya Örgütü'nün rehberliğinde hazırlanmıştır. Naziler ile koordineli çalışan ve Dünya Siyonist Örgütü tarafından kurulan sözde "Yahudileri Kurtarma Komitesi" bir taraftan çeşitli ülkelerde Yahudilere sığınma hakkı verilmesine yönelik çağrılara karşı çıkarken, bir taraftan da Nazilerle birlikte kendi Siyonist planlarına uygun olmayan Yahudilerin listesini hazırlayarak onların ölüm kamplarına götürülmesine yardımcı olmuştur. Örneğin Budapeşte'deki "Yahudileri Kurtarma Komitesi'nden Dr. Rudolph Kastner, Adolf Eichmann ile Macaristan'daki "Yahudi sorununu çözümlemek" üzere gizli bir anlaşma imzalamıştır. Anlaşmaya göre, kendilerinin ihtiyacı olan altı yüz Yahudi'ye yaşama hakkı verilmesi karşılığında geri kalan Yahudilerin yazgısı konusunda sessizlik sağlanacaktı.
Dünya Siyonist örgütü, Nazi zulmü altındaki Avrupa Yahudilerinden yalnızca küçük bir azınlığı kurtarmıştır; bu küçük azınlık, mesleki bilgisi olan yetişkin elemanlar ve kapital sahiplerinden teşekkül etmekteydi.
Siyonist İşçi Davar gazetesi editörü Berel Katznelson Siyonizm'in ölçütlerini şöyle açıklıyordu:
"Alman Yahudileri Filistin'de çocuk doğuramayacak kadar yaşlıydılar, Siyonist bir sömürge oluşturmaya yetecek kadar mesleki bilgileri yoktu, İbranice bilmiyorlardı ve Siyonist değillerdi."
Berel Katznelson'un açıkladığı ölçülerden dolayıdır ki, 1933'den 1935'e kadar göçmen kâğıdı almak için Dünya Siyonist Örgütü'ne başvuran Alman Yahudilerinin üçte ikisi reddedildi.
Özcesi; Siyonist İsrail Devleti, Naziler tarafından katledilen Yahudilerin mirasçısı değil, Yahudi jenosidinin (soykırım ) ortağıdır. Çünkü kurucuları, milyonlarca Yahudi'nin ölüm kamplarına götürülmesinde Nazilerle işbirliği yapmıştır.
Tumblr media
5 notes · View notes
cihangir-uzunkaya · 2 years
Text
Tumblr media
SÜRÜNGEN BEYİNLİ TOPLUMLAR
Giriş
Beynimiz bedenimizin hemen her yerinde bulunan farklı organ ve dokularla hemen hemen aynı kimyasal yapıtaşlarından oluşur.
Erişkin bir insan beyni yaklaşık 1400 gram ağırlığındadır ve yaklaşık 1 litre su, 160 gram yağ, 110 gram protein, 15 gram şeker ve 10 gram da tuzdan oluşur.
Beyin karmaşık bir organdır kafatasının içinde bulunur ve
Sinir sistemimiz için faaliyeti yönetir.
Merkezi sinir sisteminin bir parçasıdır.
Anatomik olarak beyin üçe ayrılır:
Ön beyin, orta beyin ve art beyin;
Ön beyinde üst düzey işlevleri kontrol eden
serebral korteksin çeşitli lobları bulunur,
Orta ve art beyin ise daha çok bilinçdışı, otonom işlevler ile ilgilidir.
İnsan beyninin içerdiği katmanlar
evrimsel gelişimi özetleyen bir niteliğe sahiptir.
Beynin bedenle birleştiği noktada,
Beyin sapında R-KOMPLEKS (Reptilian kompleks – sürüngen beyin) adı verilen Bir bölüm bulunur.
Beynin bu bölümü
evrimin ilkel aşamalarındaki gelişimin eseri olduğundan dolayı
Kuşlarda, sürüngenlerde ve memelilerde ortak olarak bulunur.
Evrim süreci içerisinde gelişen insan beyni,
R-kompleks üzerine
duyguları yöneten bir limbik sistem ve mantığın,
Muhakeme kabiliyetinin yönetildiği bir neokorteks koyabilmiştir.
Diğer ilkel canlılarda R-KOMPLEKS üzerine evrimsel bir gelişim
Ya yoktur ya da orangutan ve şempanzelerde olduğu şekliyle
Sınırlı bir gelişim söz konusudur.
Dolayısıyla beyni R-KOMPLEKS’ ten ibaret olan canlıların yaşamları,
Hayatta kalma ve Üreme üzerine kurulmuştur.
Hayatta kalmak için besin ve
Neslin devamını sağlamak için eş bulmak yaşamın temel gayeleridir.
Başka dertleri yoktur.
İnsan türü de aynı R-KOMPLEKS’e sahiptir ve
Bizim yaşamımızın temelinde de bu gayeler mevcuttur.
Fakat insan, diğer hayvanlarda olmayan gelişmiş bir neokortekse sahip olduğundan, aynı zamanda düşünme, tartışma, doğruyu ve yanlışı ayırt etme yetilerine sahiptir.
Bugünü anlamak için Düne,
Türkiye’yi anlamak için Dünyaya bakmak gerekir.
Toplumsal gelişmede yaşanan kırılma noktaları,
Yeniden saflaşmaları beraberinde getirir.
Emperyalizm çağında
dünya sisteminde yaşanan değişimler, her ülkeye yansır.
Dünyamızda son yıllarda yaşananlar,
Bu iki olgunun en canlı örneklerine tanıklık etmiştir.
Bu tür dönemlerde,
Eskinin kavram kalıpları arasına sıkışan duruk bir bakış açısı,
Yeni olgulara gerçek anlamlarını yüklemeyi olanaksız kılar.
Türk
Örneğin;
Ekonomik sorunlarımıza teşhis koymak için,
Osmanlı Devleti’nin,
Zaman içinde nasıl bir “borç sarmalına sürüklediğini” iyi analiz etmek gerekiyor.
Türk Millî Kurtuluş Savaşı
XX. Yüzyılda emperyalizme karşı indirilen ilk büyük darbedir.
Mustafa Kemal, zaferden sonra,
Türk Milleti’nin çağdaşlaşması için de,
Siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda da
bir dizi inkılap gerçekleştirmişti.
Böylece Mustafa Kemal Milletinin
kaderini değiştirmiş yeni bir dönemi başlatmıştı.
Mustafa Kemal hem emperyalizme karşı
ilk kurtuluş savaşını gerçekleştiren,
Hem de devrimci yönleriyle,
Kendi döneminde ve daha sonrasında da,
Geri kalmış ve sömürge durumundaki
bütün mazlum milletlere ve
O ülkelerin seçkinlerine esin kaynağı olmuştur.
Bu girişten sonra esas konumuza geçelim.
Aşağıda verilen yazı alıntıdır.
Yazıyı içinize sindirerek okumanızı tavsiye ederim.
Merak etmeyin Türkiye ile ilgili değil.
Sürüngen Beyinli Toplumlar
“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra,
Dünyadaki birçok sosyal bilimcinin beynini bir soru kemiriyordu:
Kant,
Hegel gibi büyük filozofları,
Einstein gibi bilimcileri,
Goethe gibi büyük yazarları,
Wagner gibi büyük bestecileri çıkarmış bir “ALMAN TOPLUMU”,
Nasıl olur da Hitler gibi bir delinin peşinden gitmişti?
Üstelik milyonlarca insanın ölmesine neden olacağı halde?
Hitler "MÜHENDİS KAFALI" olmalarıyla ünlü Almanlara ne yapmıştı?
Onların mantıklarını nasıl "SERVİS DIŞI" hale getirmişti?
Sorun şuydu:
Mantıklı insanların/toplumların mantıksız davranmaya başlamasına sebep olan neydi?
Uzun süren araştırmalarla cevabın bazı parçaları keşfedildi.
En önemli kavram "R-KOMPLEKS" denilen olguydu.
Almanların beyninde "R-KOMPLEKS" denilen beyin bölgesi, baskın hale getirilmişti.
R-kompleks, "SÜRÜNGEN BEYİN BÖLGESİ" demektir.
Her beyinde bulunur.
R kompleksle yönetmek, kitlelerin beynindeki
"İLKEL İÇGÜDÜLERİ AKTİVE EDEREK, MANTIKLI DÜŞÜNMEYİ BASKILAMAK" demektir.
Peki bu tip liderlerin metodu neydi?
Sosyal psikoloji araştırmalarına göre,
Bir insanın beyinin R-kompleks seviyesine indirgemenin en iyi yollarından biri
Onu bir gruba dahil etmekti.
İnsanları "BİZ VE ONLAR" diye ayırmaktı.
İç bağları sıkı bir grup içindeki kişi
"AKIL İHALESİ" yoluyla mantığını kullanmaktan vazgeçebiliyordu.
Bu amaçla kullanılan ikinci yol,
Kitleleri "KORKU KÜLTÜRÜNDE" yaşatmaktı.
Aynı şekilde "DIŞ DÜŞMANLAR" göstererek korkuya dayalı politik propaganda yapılarak da kitleler R-kompleks seviyesine indirilebiliyor.
Bu siyasi strateji de dört önemli konu dikkat çekicidir;
✓ Düşman göster, dayanışma duygusunu kışkırt!
✓ Sürekli çatışma çıkar ki, taraftarların düşünemesinler.
✓ İnsanların mantığına değil içgüdülerine hitap et.
✓ Yalanı sürekli tekrar ederler hilenin üzerini örtmek için.
Peki kitleler bu tip "R KOMPLEKSLİ" liderlerde ne buluyorlar?
En önemli açıklamalardan biri “ÖZDEŞLİK KURMA PSİKOLOJİSİYDİ”.
Kendi hayatında “YENİK, EZİK, KOMPLEKSLİ” kişiler,
Bu tür gücü ve otoriteyi temsil eden liderler üzerinden,
Kendilerini ezen kocalarından,
Patronlarından,
Üst sınıftan kendilerince “İNTİKAM” alıyorlardı.
R-komplekse hitap eden liderlerin en büyük sırrı,
Kendisini bir "İNTİKAM ARACI" olarak sunmalarıydı.
Onlar hep; Kaybedenlere oynayarak kazanıyorlardı!
Kimliklerini bir düşmana göre konumlandırıyorlardı.
Mesajları şöyleydi:
"Ben de senin gibiyim ama senin olmadığın bir yerdeyim,
Oyunla bana güç ver, nefret ettiğin herkesin canını okuyayım!"
Bu tip liderler;
Kolaylıkla iktidara gelebilirken,
Gidişlerinde büyük bedel öder ve ödetirler.
BU TİP LİDERLER, TOPLUMLAR İÇİN BİR ZEKÂ TESTİDİR.
Karşıt gruplara bölünen ve çatışmalar içinde bunalan toplum,
Zalim düşmanlara karşı
İLKEL BİR BİRLİK VE BÜTÜNLÜĞE SIĞINIYOR.
R-kompleksi’ne tutulmuş olan gruplar,
Çaresizlik içinde bunalan,
Ezik ve yenik düşmüş bireyler,
Eşlerinden,
Patronlarından,
Güçlü sınıflardan nefret ederken...
Korku ve çatışma ortamını yaratan masum ve mağdur görünen liderle özdeşlik kuruyor.
Algı mühendisliğini tasarlayan ve yöneten lider,
Topluma şu mesajı veriyor;
Ben de sizler gibiydim ama bugün başka yerde güçlüyüm.
Oylarınızla, beni destekleyin ki,
Düşmanlarımızın canına okuyayım,
Sizleri ve toplumu düze ve refaha çıkarayım.”
*Alıntıdır.
Saygılarımla.
İbrahim Halil Okuyan
İnşaat Yüksek Mühendisi
1.Ağustos.2022 MERSİN
2 notes · View notes
benimpencerelerim · 2 months
Text
ISGAL ALTINDAKI AKP SOMURGESI
Bahadır Özgür [email protected]
İliç’teki madenden bir de oligark çıktı
Sömürge madenciliğinin ardında devasa bir çıkar evreni var. İç içe geçmiş şirketler ağı farklı ülkelere, kıtalara, vergi cennetlerine uzanıyor. İşte İliç’teki madenin ardındaki çıkar ağında da küresel bir maden simsarı dikkat çekiyor. Maden faaliyete geçtiğinde onun yöneticisi şöyle diyordu: “Dünyanın en ucuz maliyetli madeni…”
17 Şubat Cumartesi 2024   Saat: 13:35
Yabancı sermaye, yerli işbirlikçiler, siyasetçiler, bürokratlar, komisyoncular, propaganda makinesinin dişlisi gazeteciler ve akademisyenler… Sömürge madenciliğinin ardındaki çıkar evreni öylesine büyük ki. Küçük bir köyü yutan canavarın kolları farklı kıtalara, ülkelere kadar yayılıyor. Dolayısıyla sahnede bir şirket görünür ama onun ardında, artıklardan beslenenlerden başlayıp servet edinen küresel simsarlara uzanan karmaşık bir ağ vardır. İşte 9 işçinin öldüğü, yıllar boyu sürecek bir doğa yıkımının yaşandığı İliç’teki altın madeni de böyle.
Çöpler altın madenini Anagold Madencilik işletiyor. 2010 yılında Alacer Gold ile Çalık Holiding’e ait Lidya Madencilik’in yüzde 80-yüzde 20 ortaklığı ile kuruldu. Alacer Gold da 2020 yılında ABD’de kurulmuş olan SSR Mining ile birleşti.
Şirketin bilinen özet profili böyle. Ancak bu birleşmelerin geriye doğru izi sürüldüğünde, karmaşık ağın içindeki bir küresel maden simsarı dikkat çekiyor: Vladimir Yorikh.
Yorikh’in hikayesi, Rusya’nın yeraltı zenginliklerini yağmalayıp Batı ülkelerinde şirket kuran diğer oligarklardan farklı değil. SSCB’nin dağılmasıyla beraber işe kömürle başlıyor. Ortağıyla birlikte 1995’te İsviçre’de kurduğu çelik şirketiyle büyüyor. Almanya vatandaşı oluyor. Şirketi ABD borsasına açıyor. 2006’da hisselerini 1.5 milyar dolara ortağına satıp, İsviçre’nin Zug kantonu merkezli Pala Investment adlı bir girişim sermayesi kuruyor. Vergi cennetlerinde de çok sayıda iştiraki bulunuyor. Pala Investment’ın ağırlıklı yatırımları değerli madenler. Papua Yeni Gine’den ABD’ye, Kanada’dan Avustralya’ya uzanıyor. Türkiye’deki İliç altın madeni ise serveti 2.2 milyar dolar olduğu tahmin edilen Yorikh için oldukça karlı bir yatırım.
Biraz eskiye gidelim şimdi. Çöpler altın madenini çıkarma hakkının ilk alındığı yıllara bir bakalım.
***
Türkiye’de altın madeni konuşulurken sömürgecilik tarihinin simgelerinden Rio Tinto’yu anmadan olmaz. Osmanlı’daki demiryolu ve maden imtiyazlarından başlayıp, 1978’de kamulaştırılan bor rezervlerine kadar Türkiye daima Rio Tinto’nun av sahası oldu. Bu sömürge tekeli, 1990’larla beraber bu sefer bakır, çinko ve özellikle altın için yeniden Türkiye’de belirdi. Altın arama haklarının çoğu da bu şirketin elindeydi. Bugün yabancı altın tekelleri, onun güçlü lobisinin yolu açması sayesinde iş yapıyor desek, yeridir.
1994 yılında MTA’dan emekli bir mühendisin kurduğu şirket, Çöpler bölgesindeki arama iznini aldı. Ardından hisselerini ABD’nin Colorado eyaletinde kurulan Anatolia Minerals Develepment’a sattı. Çöpler madeni için kurulmuş bir şirketti bu. Belli ki danışıklıydı.
Çünkü Türkiye’de altın işletmeciliği resmen 2001’de Bergama Ovacık ile başladı. 1991’de Eurogold, sonra Normandy ve nihayetinde Koza Altın derken, üst üste yabancı tekellere altın izinleri verildi. İlk altın işletmesine bakıp bugünleri görenlerin, devletin kurumları dahil ana akım medya, bazı akademisyenler, hukukçular, siyasetçiler tarafından teröristlikle, Alman ajanlığıyla suçlandığını hatırlatalım. İbretlik rezilliği tekrar tekrar arşivlerden okumak lazım.
‘DÜNYANIN EN DÜŞÜK MALİYETLİ MADENİ’
Anatolia Minerals önce 2001’de Rio Tinto ile anlaştı. Bir süre sonra hakları tamamen aldı. Ve 2009 yılında madende inşaat işleri başlatıldı. Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi, büyük bir müjdeymiş gibi resmi açıklamayla Çöpler’deki faaliyetin hayata geçirildiğini duyuruyordu.
2010 yılına gelindiğinde ise Avustralya borsasına sürpriz bir haber düştü. ABD’li Anatolia Minerals ile Avustralyalı Avoca Reources Limited’in yüzde 50-50 ortaklıkla Alacer Gold adı altında birleştiği ilan ediliyordu.
Her iki şirketin en büyük hissedarı ise Vladimir Yorikh’in girişim sermayesi Pala Investment’tı. Elbette başka yatırımcılar da vardı lakin birleşen iki şirketin ağırlıklı hissesi Yorikh’te olması sebebiyle, en karlı çıkacak da oydu. Haliyle yeni kurulan Alacer Gold’un başına Pala Investment CEO’su Jan Castro getirildi. İlginç olan birleşen iki şirketin başında da aynı ismin olmasıydı. Pala Investment’tan yapılan açıklamada, Çöpler altın madeninin kendileri için kazançlı bir yatırım olduğu belirtiliyordu.
Birleşme sonrası Alacer Gold’un şirket ağı şöyle oluştu:
Tumblr media
Jan Castro 2014 yılında görevinden ayrıldı. Yeni CEO Edward Dowling’in onun hakkında söylediği şu sözler, Çöpler madeninin hissedarlar için niye çok karlı bir yatırım olduğunu da gösteriyordu:
“Alacer'ın hissedarları adına, Jan'a hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyorum. Çöpler projesini bir keşif girişiminden çıkarıp önümüzdeki 20 yıl boyunca yüksek marjlı onslar sağlayacak dünyanın en düşük maliyetli altın madenlerinden birine getirdi.” 
Yani Türkiye’de dünyanın en düşük maliyetli altın madeni işletmeye alınmış! Bu sözler bugün karşılaştığımız felaketin taşlarının nasıl döşendiğini de özetliyor.
Nitekim iç içe geçmiş, vergi cenneti adalarından farklı kıtalara uzanan bir şirket ağı, neredeyse sadece Çöpler madeni üzerine inşa edilmişti. Çalık Grubu ile ortak kurulan altı farklı şirket daha ağa bağlıydı. Altın tekelinin Gümüşhane-Erzincan-Ovacık arasındaki geniş bir bölgeyi hedeflediği anlaşılıyordu.
Aynı yıl Çöpler’de altın çıkarmak için Çalık Holding ile ortak Anagold Madencilik kuruldu. Ve işe giriştiler. 2020 yılına gelindiğinde Alacer Gold’un ABD’de kurulu SSR Mining ile birleşmesi gerçekleşti. Bu birleşmenin ardından şirket ağının son hali de şöyle:
Tumblr media
İşte İliç’te madeni işleten şirketin geçmişi böyle. En büyük hissedarlardan olan Vladimir Yorikh’in başı 2016 yılında Avustralya Vergi Dairesi ile derde girdi. 116 milyon dolarlık hissesi donduruldu. Bunun 107 milyon doları Alacer Glod’a aitti. Uzun süren soruşturmalar sonucunda dava düştü. Yorikh de yeni yatırımlara yelken açtı. Çöpler’deki hisselerinin 2020’den sonra ne olduğunu bilmiyoruz. Ama şimdiye kadar iyi bir kar ettiği muhakkak.
Kısaca altının parıltısından küresel simsarlar, yabancı tekeller, işbirlikçiler, komisyoncular yararlanırken nesiller boyu sürecek zehri ise bize, bu topraklara kalıyor.
0 notes
theheartofmuses · 6 months
Text
ingiliz olsam klip çekip eğlendirmem bile bu ülkeyi ya da alman her neyse
Çünkü düşmanın bile direneni, zeki olanı güzel arkadaş
zaten hindistan var yani ya da bi sürü sömürge koleksiyonları var adamların zaten
Aşağılıyorlar burdakilerin hoşuna gidiyor
Ne keyfi kaldı amk
Bomboş ortam
Cidden ortadoğuyuz katar, ürdün, iran seviyesi yazık ama o
0 notes
netbilge · 2 years
Text
Bismarck kimdir? Bismarck sistemi nedir? Bismarck ne demek?
Bismarck kimdir? Bismarck sistemi nedir? Bismarck ne demek?
Bismarck’ın İttifaklar Sistemi, Otto von Bismarck’ın Alman İmparatorluğu için düşündüğü savaş olasılıkları içerisinde en zorlayıcı olanı Rus İmparatorluğu ve Fransa Cumhuriyeti ile aynı anda yapılacak olan çift cepheli savaştı. 884 yılına kadar Almanya’nın sömürgeleri olması gereği üzerinde hiç durmayan Bismarck, Güneybatı Afrika, Doğu Afrika, Kamerun, kısmen Yeni Gine üzerinde sömürge hakimiyeti…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
tp-tarih · 3 years
Link
O nasıl iş ise, Enver Paşa 'Almancı' oluyor, 2. Abdulhamit, 'dengelerin sultanı, büyük siyasetçi' oluyor...! Ne güzel değil mi? "Hac'ca çok rahat gidilecek" gerekçesi ile, hem kaynaklarımız heder edildi, yüksek faiz oranı ile çok miktarda borçlandırıldık, hem de insanlarımız yoksullaştırıldı.. 
Tuncay Altunezen
____ Devamını okumak için lütfen bağlantıyı tıklayın.
1 note · View note
hetesiya · 2 years
Text
Dünden Bugüne Faşizm (3)
Tumblr media
Mazhar ÖZSARUHAN
Türkiye Gerçeği
Giriş
Önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi burjuva devrimini yapmış ülkelerde faşist hareketlere bağlı rejimler tabanda yayılır ve tavana doğru yükselir ve başta küçük burjuvazi olmak üzere orta ve bazı alt sınıf grupları tarafından desteklenir. Bunun en tipi örneğini İtalya ve Almanya’da gördük. Geri kalmış, sömürge ve yarı sömürge tipi ülkelerde faşizm, tavandan başlar, ancak tabana doğru yayılmaz. Diğer bir deyişle geri kalmış ülkelerde faşizm, toplumsal bir olgu olarak benimsenmez. Otoriter rejimlere alışmış Türkiye gibi ülkelerde askeri darbelere bağlı veya alışık olduğumuz baskıcı rejimlerden kaynaklanan faşizm, toplumun bir kısmı tarafından olağan bir olaymış gibi karşılanır ve herhangi bir tepki pratiği devreye girmez. Bu rejime geçişte öne sürülen aktörler her zaman uluslararası sermayenin isteklerini yerine getirmekle mükelleftir. Bu tür toplumlarda askeri darbelere bağlı yönetimler süreklidir. Bu bakımdan Türkiye vb. ülkelerde askeri darbelerin eksik olmadığını görüyoruz ve hatta askeri darbeler, yerini sivil yönetimlere bıraktığı zaman da faşist uygulamalar kesintiye uğramaz. Her iki tip rejimlerde ortak uygulama, karşıt düşünce ve muhalif seslerin çeşitli baskı araçlarıyla kısılmasıdır. Aykırı yayın yapanlar sansürlenir, susturulur, yasaklanır, kapatılır ya da başta türlü yöntemlerle önlenir. Burjuvaziye dokunulmaz, hedefi işçi sınıfı ve yoksul halktır. Lidere bağlılık, milliyetçilik, militarizm, yurtseverlik, ırkçılık, popülizm ve demokrasi karşıtlığı ön plandadır. Tüm ilerici hareketleri, liberalizmi, komünizmi reddeder. Ekonomi politikası korporatizm adlı sistemdir [1]. Bunun en tipik örneğini Mussolini dönemin İtalya’sında gördük. 1922 tarihinden itibaren faşist bir rejim olarak İtalya’da Korporatif ekonomi uygulaması ile işsizlik azaltılmış ve milli gelirde belirgin bir artış sağlanmıştır. Milli gelir dağılımı hiçbir şekilde adil ya da eşit olmamıştır. İşçi ile işveren arasındaki ihtilaflarda faşist devlet uzlaşmacı bir yol izlemiş gibi görünse de hep işverenden yana tavır ortaya koymuştur. Benzer uygulamaları 1933 yılından itibaren Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nde (NSDAP) de görebiliyoruz. Bununla ilgili ayrıntılı bilgileri bir önceki yazımızda “Dünden Bugüne Faşizm (1)” adlı makalede incelemeye çalışmıştık.
“Sömürge Tipi Faşizm” başlıklı makalemizde Türkiye ve benzeri ülkelerde faşist rejimlerin, bugüne kadar çoğunluğu askeri darbelerle inşa edildiğini yazmıştık. Arnavutluk Halk Cumhuriyeti merhum lideri Enver Hoca, yeni sömürgecilik döneminde bağımlı ülkelerdeki durumu şu şekilde açıklamıştır: “Devrimin önünü kesmek için ABD emperyalistleri ve yerel kapitalistler iki temel yönteme başvuruyorlar. Birinci yöntem, durumlarının daha da şiddetle tehdit edildiğini görünce, ‘pronunciamento militar’ (askeri darbe) yoluyla askeri-faşist rejimler kurmak olmuştur. Brezilya’da, Şili’de, Uruguay’da, Bolivya’da ve diğer yerlerde yaptıkları budur. Diğer yöntem ise, Venezüella’da, Meksika’da ya da bugün Brezilya’da yaptıkları gibi pek çok temel özgürlüğün olmadığı ve belirgin kısıtlamalarla yürüyen burjuva demokratik rejimler kurmak olmuştur. Böylece, devrimci gerilimleri yatıştırmaya ve bu ülkelerin burjuvazisinin ve hatta daha da ötesi, Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin ve başkanının sözde «insan hak- ları»na saygı duyduğu izlenimini vermeye çalışıyorlar. ” [2]
Bugün Türkiye’de yaşananlar ikincisinden biraz daha farklıdır. Bugünkü rejim, temel özgürlükleri kaldırmış, yetmemiş; burjuva demokratik rejimlerin gölgesinden bile geçmemiş, parlamentonun yetkilerini yok saymış, hak ihlalleri yapmış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulamayan ülkeler arasında Rusya’dan sonra ikinci sırada olma utancını yaşatmıştır. Dolayısıyla ABD yönetimi, yukarıda gerilimleri yatıştırmak amacıyla geçmişte bazı hakların uygulanmasıyla ilgili dayatmalar yapmıştır. Bugünkü yönetime ise insan haklarına saygılı olma dayatmalarında bulunamadığı ve diğer saikler nedeniyle bazı ilişkilerde sınırlamalar getirme pratiklerine başvurmaktadır.
Türkiye Tahlili
Türkiye sermaye sınıfı iktidarları, 1926 tarihinde İtalyanların 1889 tarihli Zanardelli yasasını esas alarak faşist Mussolini döneminde en çok başvurdukları ve kopyalayarak Türk Ceza Kanunu’na yapıştırdıkları 141 ve 142. Maddeleri, 55 yıl boyunca ağırlaştırarak uyguladılar. Bu yasa tam 54 kez değişikliğe uğradı. Amaçlanan hedef, demokratları, ilericileri, sosyalist ve komünistleri yıllar boyunca ezmek, cezaevlerinde süründürmekti. Bunda da başarılı oldular. Bu nedenle ulus devlete geçiş sürecinden günümüze kadar burjuva demokrasisi bu ülkede tesis edilemedi.
Proleter demokrasiden habersiz liberal yazarlar, batıdan kopyaladıkları burjuva demokrasisini kategorilere ayırarak bunun tek çıkış yolu olduğundan söz ederler. Bunlar “Tam Demokrasiler” (İsveç, Norveç, Finlandiya, Danimarka vb.) ülkeler, “Kusurlu Demokrasiler” (ABD, Fransa, Endonezya, Yunanistan vb.) hibrit rejimler ve otoriter rejimler” olarak göstermişlerdir. Otoriter rejimler, çoğu zaman faşist rejimleri de beraberinde getiriyor  (Her otoriter yapıyı “faşizm” olarak nitelemek mümkün değildir. Oysa her faşizm, aynı zamanda “otoriter yapıyı” içeriyor. Bugün Türkiye’de tırmanan otoriterizmin “faşizm” olup olmadığına ilişkin analizleri ilerleyen bölümlerde anlatmaya çalışacağız). Burjuva demokrasisinin hâkim olduğu ülke sayısı 23’tür. Kusurlu demokrasi ile yönetilen ülke sayısı 52, Hibrit (karma, melez)  rejim ile yönetilen ülke sayısı 35, otoriter rejimlerin hâkim olduğu ülke sayısı 57’dir. (Türkiye, Ermenistan, Ukrayna, Pakistan, Bangladeş, Lübnan, Senegal, Uganda, Zambiya, Bolivya gibi ülkeler, “hibrit”) rejimlerle yönetiliyor, deniliyor. Zamanla Ortadoğu ülkeleri gibi otoriter yapılar eksik olmuyor. Tıpkı Rusya, Ürdün, Cezayir, Kuveyt, İran, Suudi Arabistan vd. gibi…  Demokrasi endeksinde 167 ülke arasında 2019 itibariyle 104.cü sıraya yükselmişiz. Daha önce 110. sıradaydık. Muhalefet partileri 2019 seçimlerinde önemli kentleri kazanınca 6 sıra birden yükseldik diye gösteriliyor.
Türkiye, hibrit rejim ile otoriterlik arasında gidip gelen bir ülke haline gelmiştir. Hibrit rejime fazla meyilli olduğu dönemlerde askeri darbelerle otoriterlikte boşalan yer doldurulmuştur. Tarih boyunca Türkleri kaanlar, emirler, beylikler, sultanlar, padişahlar yönetmiştir. Toplumun büyük çoğunluğu her zaman bir kurtarıcı aramış, ona sığınma ihtiyacını duymuştur. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze otoriter yapı değişmemiştir. Zaman zaman “hibrit rejim”i bile mumla arayacak hale geldik. Bırakın tam demokrasiyi, bu ülkede kusurlu demokrasi ile tanışma fırsatını bile bulamadık.
Ülkemizle ilgili hibrit yapıyı bir yana bırakacak olursak, otoriterizmin eksik olmadığı bir ülke görüntüsü karşımıza çıkıyor. Türkiye’de faşist yapı, diğer sömürge tipi ülkeler gibi emperyalistlerin direktifi doğrultusunda askeri darbelerle tesis edilmiştir. Latin Amerika’dan tutun da Ortadoğu ülkelerinde, Afrika’da, Asya ve Uzakdoğu’da temel özgürlüklerin olmadığı, belirgin kısıtlamaların hüküm sürdüğü coğrafyalarda faşist diktatörlükler ilgili ülkelerin silahlı kuvvetleri aracılığıyla işbaşına gelmiş ve sivil yönetimlere geçişte bile bu rejimler sürekliliğini korumuştur. Bugünkü sivil yönetim her ne kadar askeri vesayeti kaldırmış olsa da uygulanan rejim askeri darbelerle kıyaslandığında onları aratmayacak pratikleri içermektedir.
Türkiye’de milliyetçi-ırkçı ideolojinin kökeni, Türkçü – Turancı düşüncede ve Alman Nazizm’inde aranmalıdır. Bunun içine İslami motifler de işlenerek Türk – İslam sentezi yaratılmaya çalışıldı. Bu sentez giderek devletin tüm kademelerinde ve sivil inisiyatifinde kitleler yarattı. Türkçü – Turancı düşüncede, 20. yüzyılın başlarından itibaren gelişen “devleti korumak ve kurtarmak” refleksi yatıyor. Bu refleks, günümüzde ülkücü – faşist hareketin doğmasına yol açmıştır. Bu konum içinde her ne kadar resmi ideolojisi olmasa bile devletin olduğu örgütlü faşist hareketin gelişmesine vesile olmuştur. Kaldı ki Türkiye’de toplumsal ve politik hareketin ve ideolojik akımın yatağı ve kaynağı günümüzde MHP’dir.
Türkiye’de faşizm, uluslararası finans sermayesinin güdümünde işbirlikçi burjuvazi ve sermaye devleti tarafından kriz dönemlerinde uygulama alanına sokulmuştur. Bilindiği gibi devlet, başlı başına etkin bir egemenlik organıdır. Lenin, devleti “bir sınıfın, bir başka sınıf tarafından ezilmesini sağlayan organ” olarak tanımlamıştır. Bu egemenlik organının türlü biçimleri vardır. Monarşiden tutun da meşruti monarşi, oligarşi, otoriteryanizm, faşizm, burjuva demokratik devlet, bunlardan bazılarıdır. Önceki yazılarımızda belirtildiği gibi “faşizm, uluslararası finans sermayesinin ve yerli burjuvazinin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür,” demiştik.
Faşizm, merkez sağdan ayrı olarak merkez sola ve merkez dışı sola da karşıdır. Irkçılık, şoven milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, otoriterlik, militarizm, terörizm, Darvinizm, cinsiyetçilik gibi politikaları benimser, liberalizme, burjuva demokrasisine, etnik ve cinsiyetçi eşitliğe karşıdır. Faşizm, tek başına gücü yetmediği durumlarda aşırı sağ unsurlar ve muhafazakârlar ile ittifaklar, koalisyonlar kurmuştur.
Türkiye’de proto-faşist hareketin siyasal yapıda boy gösterdiği durumun iktidara ulaşmak amacıyla devletin baskı aygıtı dışında paramiliter örgütler kanalıyla boy gösterdiği ilkel yönetim biçiminin kökeni İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne kadar uzanır. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra yapılan seçimlerde iç çekişmeler, kargaşa ve belirsizlik ortamını oluşturan kaos 1913 tarihinde İttihat ve Terakki Cemiyeti darbesiyle iktidarı ele geçirmişti. Alman emperyalizmi İttihat ve Terakki darbesine tam destek sağlamıştı. 1914 tarihinde başlayan Paylaşım Savaşı’na da ülkeyi İttihat ve Terakki Hükümeti sokmuştu. Paylaşım Savaşı sırasında Türkiye’de gayrimüslimlere karşı uygulanan toplu katliamlar, tehcirler, muhaliflere karşı uygulanan suikastlar, Kafkasya ve Orta Asya’daki Türki halklarının Osmanlı lehine ayaklanmaya yönelik kışkırtmalar, Osmanlı himayesindeki Rum ve Ermeni katliamı, Koçgiri Kürt katliamı ve sayamadığımız diğer katliamlar, cinayetler İttihat ve Terakki’ye bağlı Teşkilat-ı Mahsusa aracılığı ile yapılmıştı. Bu teşkilat, Türkçü ve İslamcı siyasi görüşü benimseyerek gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında karşı-istihbarat, propaganda, örgütlenme, suikast türü karanlık işlere bulaşmıştı. Paylaşım savaşı sırasında Kuvayı Milliye ve Müdafaa-i Hukuk gruplarının önde gelen liderlerinin hemen hepsi Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olarak bildiğimiz kişilerdi. Kurucusu Enver Paşa’ydı.
İttihat ve Terakki’nin Kanlı Yüzü
İttihat ve Terakki Cemiyeti 1889 tarihinde kurulmuş bir siyasal hareket ve iktidar partisidir. İttihatçı diye anılan bu akım, kendilerinden önce gelen “Genç Osmanlılar” kuşağının devamı bir akımdır. Tarih kitaplarında “Jön Türkler” olarak da geçen akım, kendileriyle birlikte muhalif grupları da kapsar. 1908-1918 yılları arasında zaman zaman devlet yönetimine egemen olmuş, Türk ırkından olmayan ve gayrimüslim diye anılan topluluklara ve Kürtlere karanlık bir dönem yaşatmış, 1918’de kapanmış, ancak zihniyeti günümüze kadar devletin “resmi ideoloji”si olarak devam etmiştir. Gücünü Alman emperyalizmden alan bu örgüt, Birinci Paylaşım Savaşı’nda Almanya’nın Osmanlıyla birlikte mağlup olmasının ardından kendi kapısına kilit vurmuştur. 1913 yılında siyasi partiye dönüşen cemiyetin liderlerinden Said Halim Paşa hükümeti 1913 -1917 yılları arasında görev yapmış, ardından yine İttihat ve Terakki’den Talat Paşa sadrazamlığa getirilmiş ve Birinci Paylaşım Savaşı’nın sona ermesiyle görevi bırakmıştır. Liderlerinden Enver, Cemal ve Talat paşalar, 2 Kasım 1918 tarihinde ülkeyi içinde bulunduğu makûs talihine terk ederek yurt dışına kaçmışlardır.
Cumhuriyet’in ilanından günümüze kadar İttihat ve Terakki ideolojisi içinde yer alan merkeziyetçilik, tek millet tek devlet, tek ırk ve Türk – İslam görüşü Türk hükümetlerin resmi ideolojisi olmuştur.
İttihat ve Terakki Hükümeti icraatlarıyla birlikte anıldığında temiz ve beyaz bir sayfaya sahip olmadığı görülür. Günümüzde bile işlenen faili meçhul cinayetlerin arka planında İttihat ve Terakki zihniyeti yatmaktadır. Aslında Osmanlının son dönemi de pek parlak geçmemiştir. Bu örgüt resmi olarak kuruluşundan önce de toplu katliamlar işlenmiş ve hep Osmanlı devleti sorumlu tutulmuştu.
15 Kasım 1884-26 Şubat 1885 tarihlerinde düzenlenen ve sömürgeci yönetimlerin dünyanın değişik bölgelerini işgal etmelerinin önünü açan Berlin Konferansı’nca kararlaştırılan özerklik uygulamasının İtilaf Devletlerince Osmanlıya dayatılması sonrasında Vilayet-i Sitte’de egemen güçlerin kışkırtması sonucu olaylar yaşandı. Ermenilerin yaşadığı ve Vilayet-i Sitte denilen 6 vilayet (Erzurum, Sivas, Mamürat’ül Aziz, bugünkü “Dersim”, Bitlis, Van ve Diyarbakır) vilayetlerini kapsayan coğrafyada Ermeni ve Süryanilere yönelik askeri harekât başlatıldı.
Teşkilât-ı Mahsusa  gerek katliamları ve gerekse muhaliflere karşı düzenlenen suikast girişimlerini etkin bir şekilde kullandı. Bunun dışında Kafkasya ve Orta Asya’daki Türklerin Osmanlı lehine ayaklanmasını sağladı. Teşkilat-ı Mahsusa, bugünkü Kontrgerilla aracılığıyla MİT ve Ülkü Ocakları karışımı vurucu gücün linç hareketleri düzenlemede kullandığı serseri ve mahkûmlardan oluşan “özel kuvvetler” örgütüne benziyordu.
Kuruluş tarihi olan 1889’un ardından Rum, Süryani ve Ermenilerle ilgili katliamlara varan sorunlar yaşanmış, tüm bunlar Osmanlı’ya mal edilmişti. Kuruluş öncesi ve sonrasında İttihat ve Terakki iktidarının imza attığı bu karanlık dönemde gelişen olayların öne çıkanları aşağıya çıkarılmıştır.
1894 Birinci Sason İsyanı diye bilinen olaylarda isyanın bastırılması adı altında 12.000 Ermeni öldürüldü.
1894-1896 tarihleri arasında bir iddiaya göre İttihat ve Terakki’nin dayatması sonucu Sultan Abdulhamid Hamidiye Alayları tarafından sayıları 325.000’e varan Doğu Anadolu’da yerleşik Ermeni ve Süryani öldürüldü.
1895 tarihinde Diyarbakır Katliamı diye bilinen olaylarda 25.000 civarında Ermeni ve Süryani öldürüldü.
30 Ekim 1895 tarihinde Erzurum Katliamları diye anılan ve Erzurum’da yerleşik 1.500 Ermeni öldürüldü.
Ağustos 1896 tarihinde Konstantinopolis Pogromu diye bilinen olayda Türklerden oluşan kalabalıklar tarafından Ermenilerin evlerini talan edilerek 4.000’e yakın Ermeni katledildi.
1909 Nisan’ında Adana Katliamı diye bilinen Ermeni ve Süryanilere yönelik kırımda 30.000 gayrimüslim öldürüldü.
1913 -1922 tarihleri arasında Rum Kırımı diye bilinen ve özellikle hedef alınan  Pontus, Doğu Trakyalı, Kapadokya, İyonya ve  Yunan nüfusuna yönelik katliamlar, sürgünler, cinayetler, tecavüzler, Rum köylerinin yakılması, kilise ve manastırlarının tahrip edilmesi, Amele Taburlarının yağmalanması olaylarında çeşitli kaynaklara göre 300.000 – 900.000 Rum öldürüldü.
1914 – 1918 tarihleri arasında Süryani Katliamı diye bilinen ve Türk hükümetlerinin inkâr ettiği katliamlarda 150.000 – 300.000 Süryani öldürüldü.
1915 – 1918 tarihleri arasında Ermeni Kırımı diye bilinen olaylarda 800.000 – 1.800.000 arasında Ermeni katledildi. 1.200.000 Ermeni -çoğu kadın ve çocuk- tehcir edilerek Suriye çöllerine sürüldü. Büyük çoğunluğu açlıktan, hastalıktan ve tecavüze uğrayarak yol kenarlarına cesetleri bırakıldı. Türk hükümetleri bu kırımı inkâr etti, ediyor. Türk hükümetleri, Ermeni Kırımı’nı kabul eden ülkelere karşı başlangıçta uygulayarak, sonradan vazgeçtiği diplomatik ilişkileri içine alacak pratiklere başvurduğunu gördük.
Paylaşım Savaşı’nın sona ermesiyle İttihat ve Terakki hükümetleri feshedildi. Liderlerin bir kısmı yurt dışında öldü, ya da öldürüldü. Bir kısmı da Türki Cumhuriyetlerine giderek Osmanlı lehine savaş kışkırtıcılığı yaptı. Çatışmalarda öldüler. İttihat ve Terakki’nin feshedilmesinden sonra da katliamlar durmadı. Örneğin, 28 Ocak 1921 tarihinde “Onbeşler” olarak bilinen Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı tekneleri batırılarak Karadeniz’in soğuk sularında katledildi. 1919-1922 aralığında da bu tür dramlar yaşanmıştır. Tarih sayfalarına baktığımızda Yunan Harbi döneminde ve sonrasında iki taraflı katliamların yaşandığını görüyoruz.
Hala bugün yaşadığımız 2021 yılında bile İttihat ve Terakki’nin ideolojisi, resmi ideoloji olarak devam ediyor ve Türkçülük-İslamcılık, milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı hala prim bulabiliyor. Salt bu ideoloji hükümetlerle sınırlı değil, siyasi partilerin iktidarıyla, muhalefetiyle ve toplumun önemli bir kesimi tarafından kabul görüyor.
Cumhuriyet Dönemi
Osmanlı döneminde ülke ekonomisi, çoğunlukla Ermeni, Rum ve Yahudiler tarafından yönetiliyordu. Cumhuriyet öncesi dönemde burjuvazinin ve işçi sınıfının, yönetimlerdeki etkinliği yok denecek kadar azdı. Sayıları sınırlı olan burjuvazi gayrimüslimlerden oluşuyordu. Gerek Milli Mücadele’de [3]  ve gerekse cumhuriyetin kuruluşunda burjuvazinin öncülüğü bir yana, katkısı dahi olmamıştı. Çünkü Ermeni, Rum ve Yahudi tüccarlardan oluşan sınıf komprador niteliğindeydi, emperyalistlerle ilişki içindeydi. Gösterilen gerekçe buydu. Cumhuriyet döneminde de bu etkinliği görebiliyoruz. Ticaret burjuvazisi içinde çoğunluğu esnaf niteliği taşıyan Türk ve Müslüman kesimi de vardı. Ancak bu kesim hem etkisizdi, hem de gayrimüslimlere bağlıydı. Gerek 1915 Ermeni Soykırımı ve gerekse ulus devlet inşası sürecinde ekonomi üzerindeki gayrimüslim etkinliğinin kalkması gerekiyordu.
Koç, Sabancı, Çukurova gibi sonraki dönemlerde öne çıkacak olan büyük sermaye grupları, gayrimüslimlerin ellerindeki ekonomik olanaklardan dolaylı ya da dolaysız şekilde yararlandılar. [4] 1924 sonrasında ülkenin siyasal, ekonomik ve kültürel bir projesi olan “Türkleştirme” politikası çerçevesinde milli burjuvazinin yaratılması amaçlanmıştı. Bu amaçla ekonomiye yön veren gayrimüslimlerin etkinliğinin azaltılması gerekiyordu. Hedef, milli ve yerli burjuva sınıfının yaratılmasıydı. Burjuva devleti sınıf ve çıkarsal ilişkilerin devamı için iktidarla sürekli organik bir ilişki içinde bulunmalıydı.
Anadolu’da gayrimüslimlerin temizlik harekâtından sonra Türk olmayanlar, anadili Türkçe dışında başka dil olan Müslümanlar (Kürtler) yoğun ve sistematik bir asimilasyon politikasına tabi tutuldu. Hedef Kürtlerin asimile edilmesiyle birlikte Araplar, Gürcüler, Göçmenler, Romanların da asimile edilmesiydi. Kürtlerin dışında kalanlar, asimile edildiler. Ancak Kürt ulusu, güdülen politikayla asimile edilemedi. Bunun nedenleri gerek nüfus yoğunluğu ve başat görevini görmeleri ve gerekse büyük toprak parçası üzerinde bulunmalarıydı. Yani başlı başına bir ulus oluşturuyordu. Bu ulus sindirilmeye çalışıldı. Çeşitli politikalarla kıyıma uğratıldı. Kürt isyanları bahane gösterilerek soykırıma uğratılmaya çalışıldı, tehcir edilerek yerlerine Balkanlarda ya da başka yerlerden Türkler ve Müslümanlar getirilme ve iskân etme politikaları güdüldü.
Anadolu’da görülen bu militarist nasyonalist doktrin iki şekilde tezahür etti. Birincisi Atatürk milliyetçiliği denen ve sonradan ulusalcılık adını alan versiyon, ikincisi Pantürkizm olarak doğan, Nihal Atsızların başını çektiği grubun dışlanması sonrasında daha İslamcı folklorik eklentilerin eklendiği Türk-İslam sentezidir. [5] Türk-İslam sentezi 1980 askeri darbesinden sonra resmi devlet ideolojisi haline gelerek bugünkü Atatürk milliyetçiliğini saf dışı bıraktı. Bu milliyetçilik, günümüzde ulusalcılık olarak tezahür ederek CHP ve muadili Baas tipi sol partilerde kendisini gösterdi. Bu nedenle Türk toplumu faşizan sistemlere meyilli denecek bir yapıya sahiptir.
Tumblr media
1920-1922 dönemi Millet Meclisi görece burjuva demokratik özellik taşıyan bir iktidar organıydı. Türk burjuvazisinin temsilcileri içinde muhtemel muhafazakâr ve modernist gruplar ile bunun etrafında birleşen diğer ulusal toplulukların ve Kürt ulusunun eşrafı, egemen çevreleri ve aydınları arasında [6] sıkı işbirliğinin kurulduğunu görüyoruz. Aynı dönemlerde Sovyetler Birliği’nden yardım almalarına TKP aracı olduğu halde, önderleri katledildi. Ege’de Yunanlılara karşı savaşan Çerkez Ethem grupları saf dışı bırakıldı. Yine aynı şekilde işgale karşı omuz omuza savaşıldığı ve tavizler verildiği Kürt Aşiret liderleri Koçgiri’de, Diyarbakır’da, Dersim’de, Ağrı’da, Van’da katledildi.
24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Antlaşması ve akabinde 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanı sonrasında Mustafa Kemal, otoriterizmi inşa etti. Lozan antlaşması sonrasında Türkiye, İngiliz-Fransız emperyalizmiyle işbirliğine giderek daha önce ihtiyaç duyduğu Kürtlere ve Sovyetler Birliği’ne sırtını çevirdi. Türkiye’de Cumhuriyetin ilanı, burjuvazinin modern anlamda ilerici adım atması değil, halkların ve iktidara talip olan grupların tasfiyesi işlemiydi.
Lozan sonrasında Türkiye, yüzünü tamamen batıya çevirdi. Batı emperyalizmiyle ekonomik-mali işbirliğini geliştirdi. Ancak ülkede siyasi çalışma, örgütlenme ve eylem özgürlüğü yasaklanmıştı. Batıdan kopyalanarak yürürlüğe sokulan laikliğe rağmen tek din,  tek mezhep ve tek milletten vazgeçilmemiş, bu ilke devletin resmi formu olarak kabul edilmişti. Müslümanlık dışında Hıristiyanlık, Musevilik ve farklı inançlar inkâr edilmiş, Sünni Müslümanlığa asimile edilmeye zorlanmıştı. İşçi sınıfının örgütlenme, sendikalaşma ve dernek kurma hakkı tanınmamıştı. 1908’lerde tanınan grev hakkı 1925’teki Şeyh Said isyanı bahane gösterilerek gasp edilmişti. 1927 yılında İngiliz Demiryolu şirketinde çalışan işçilerin grevi kanla bastırılmıştı.
4 Mart 1925 tarihinde yürürlüğe giren Takrir-i Sükûn Yasası gereğince tekçi devlet yapılanması, Türk milliyetçiliği ve şovenizm resmiyet kazanarak Türk burjuvazisinin teröre yönelik girişimleri onaylanmış oldu. Takrir-i Sükûn Yasası, faşizmin yürürlüğe girmesine yönelik atılan önemli adımdı. Bu kanun ile her türlü huzuru bozacak yayıncılık, girişim ve örgütlenme türü pratikler engellendi. İşçilerin dernek veya sendika kurması, siyasi ya da mesleki yönden örgütlenmesi, grev yapması tamamen yasaklandı. Bu kanunla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da kapatıldı. Hatta İşçi Bayramı kutlamalarının yer yer engellendiği tarihtir 1925 ve sonrası…
12 Ağustos 1924 tarihinde kurulan Amele Teali Cemiyeti’ne mensup işçiler, Takrir-i Sükûn Yasası gereğince Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandılar. Türkiye İşçi ve Çiftçi Fıkrası üyesi 38 kişiden Şefik Hüsnü ve Nazım Hikmet gıyabında yargılanarak 15 yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Hikmet Kıvılcımlı ve Şevket Süreyya Aydemir’e 10 yıl, diğer sanıklara 7’şer yıl hapis cezası verildi. Bu cezanın içinde ayrıca kürek cezası da vardı. Mesnetsiz mahkûm edilenler, 1926 Cumhuriyet Bayramı’nda hükümet kararıyla serbest bırakıldı. Amele Teali Cemiyeti, 1927 yılında kapatıldı.
Türkiye’de sanayi devriminin yapıldığı Osmanlının son döneminden başlayarak, günümüze kadar otoriterizm, İttihat ve Terakki ile başlayan emperyalizmin tetikçiliği, savaş kışkırtıcılığı ve sonrasında faşizm türü otoriter rejimler eksik olmamıştır. Yardımlar ve desteklemeler, batılı emperyalistlerin nezdinde Türkiye’de sosyalizmin inşa edilmesinin engelleme girişimleriydi. Sosyalist bir rejim inşa edilmesin diye Türkiye’ye cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak 1980’lerin ikinci yarısına kadar her türlü destek görünümlü baskı, zulüm ve sömürüyü mubah gördüler. Bu baskı ve zulüm, 1990’larda özellikle Kürt coğrafyasında karanlık bir dönemin devamı oldu ve faili meçhul cinayetlerle resmedildi.
Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi ve savaş boyunca burjuva devletinin faşist yasaları geniş bir uygulama alanını bulmuştur. Farklı uluslara, din ve inançlara, işçi sınıfına ve kadınlara karşı ırkçı, şoven, cinsiyete dayalı, ataerkil tahakküm ve tekçi politikalar giderek saldırgan bir evreye girmiş, ideolojik doku milli kültür ile bütünleşmiştir.
1930’lu yıllara geldiğimizde çıkarılan tekçi, ırkçı yasalarla İtalya ve Almanya’da devlet yapılanmalarına özen gösterilmiştir. “Türk ırkının üstünde ırk yoktur, bir Türk dünyaya bedeldir,” türü propaganda ve söylemler, ülke içinde mevcut Türk olmayan milliyetlere hem gözdağını vermek, hem de dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esad Bozkurt’un “Bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır; o da Türklere hizmetçi olmaktır, köle olmaktır,” söylemi 1930’larda güdülen Türk politikasında ırkçılığın ne denli tehlikeli bir durum arz ettiğini gözler önüne seriyordu. Günümüzde onun yolunda yürüyen sol ulusalcı ve sağ milliyetçi kesimin bu tavrı, Kürtlere ve göçmenlere duydukları nefreti, yapılan katliamların görmezden gelmelerinden anlaşılıyor. Yine aynı şekilde faşist hareketlerin farklı uluslara, inançlara, kadın cinsine, işçi sınıfı ve emekçilere karşı ırkçı, şoven, cinsiyetçi, tahakkümcü ve saldırgan pratikleriyle ideolojik dokusu ve hatta ulusal lider kültü [7] Türk burjuva devletinde İttihat ve Terakki zihniyetinin devam ettiğini gösteriyor.
1930’larda farklı siyasi partilerin kurulmasına izin verilmemişti. Rejime karşı demokratik mücadeleye, burjuva muhalefetine tahammül edilmemişti. TCK’nın 141 ve 142. Maddeleri, Faşist İtalya’dan alınarak yürürlüğe kondu. Bu maddeler komünizm propagandasını çağrıştırdığı için bu suçu işleyenlerin cezası ölümdü. Bundan hareketle TKP’ye yönelik operasyonların alanları genişletildi. İtalyan ve Alman faşizminin iktidara geldikten sonra CHP, bu ülkelerdeki gibi yeniden yapılanmak amacıyla 1937 Anayasa’sını düzenledi. CHP Genel Sekreteri Recep Peker, parti ve devlet bütünlüğünü savunarak, İçişleri Bakanlığı görevini üstlendi ve ardından parlamentonun işlevsizleştirilmesini istedi.
Kemalizm’e gelince; Kemalizm, özünde bir burjuva ideolojisidir. Cumhuriyet döneminde yapılan tüm faaliyetleri Kemalist rejim içinde görenler için “Kemalist rejim, özünde Bonapartizm’dir. Dolayasıyla lider kültürünün ardına saklanmış, gölgesinde kalmış bir burjuva sınıfı yaratma çabasının ön plana çıktığı ve modernleşmeye giden yolun, Osmanlı’nın son döneminin bir devamı olduğunu söyleyebiliriz.” Kaldı ki Kemalizm, egemen bir ideoloji değil, sadece resmi devlet ideolojisidir. Gerçi günümüzde AKP ve İslamcı kesim kendi ideolojilerini Kemalizm yerine koymak istediler. Bu konuda kısmen dahi olsa başarılı oldular. Ancak fazla sürdüremediler. Devletin kendisi sadece bir baskı aracıdır. Bu baskıcı aygıt, salt Cumhuriyet öncesi, sonrası ve günümüz ile münhasır değil, devlet kavramının ortaya çıktığı antik çağdan günümüze bu baskıcı rejimler, toplumsal yaşamın tüm alanlarına müdahale etmiştir. Resmi ideolojiler, devlet aygıtının dayatması sonucu benimsenen ideolojilerdir. Ne yazık ki Türkiye’deki sol hareket, resmi ideolojiyle kesişen bir harekettir. Fikret Başkaya’nın dediği gibi “Kemalizm bir burjuva ideolojisidir ve burjuva ideolojisinin çapı ne kadarsa Kemalizm’in çapı da o kadardır…” “Resmî ideoloji sadece düzenin zihin gardiyanları tarafından değil, yasalarla, mahkemeler tarafından da savunulur ve korunur. Devletin doğrularını tartışma konusu yapmak, mayınlı alana girmektir. Sansür ve oto-sansür yaratacak şekilde devlet her zaman Demokles’in Kılıcı gibi entelektüellerin tepesindedir.” [8] Oysa gelişmiş batılı kapitalist ülkelerde devlet ideolojisi, egemen ideolojidir. Bu konu başlı başına işlenmesi gereken bir konu olduğu için başka bir makalede tartışabiliriz.
Kemalist politikanın en ağır sonuçlarını 1929-1930 yılları arasında Ağrı’da ve 1937-1938 Dersim’de Kürt halkı yaşamıştır. Kürtlere ve Alevilere yaşatılan kırımın ağır sonuçlarının bıraktığı izler hala tazeliğini koruyor. Savaş döneminde yaşatılan diktatörlük, “Milli Şef” İnönü’nün emperyalizmle olan muhataplığını Hitler Almanyası’nın lehine kullandı. Aynı İnönü, Savaşın bitiminden sonra Almanya ve Japonya’ya Birleşmiş Milletler’e katılmak için göstermelik savaş ilan etti.
Milli Şef Dönemi
11 Kasım 1942 tarihinde çıkartılan 4305 sayılı “Varlık Vergisi” ile İnönü dönemi iktidarı, gayrimüslimleri göçe zorlayan uygulamalar ile İTC ideolojisinin gerçek yüzünü bir kez daha göstermiştir. Varlık Vergisi’nin amacı, genel kanının aksine, sadece azınlık burjuvaziyi yoksullaştırmak değildi. Mevcut azınlığın ortadan kaldırılmasına yönelikti. Başka türlü yoksullaştırılan gayrimüslimlerin mallarına, barakalarına ve tükettiği maddelere varıncaya kadar el konması nasıl açıklanabilirdi? Ülkemiz, Varlık Vergisi’yle gayrimüslimlerin yaşam koşullarının ağırlaştığı bir ülke konumuna girmişti. Aynı zamanda 1942 ve sonrası yıllar, ülkemizde demokrat, ilerici kesim ile komünistlerin tasfiyesi dönemidir. Ülke yönetimindeki elit kadro, SSCB yanlısı propaganda yapanları, anti-faşistleri ağır işkencelerden geçirmişti. TKP’lilere yönelik ağırlaştırılmış cezaların verilmesi, işçi sınıfının örgütlenmesine yönelik engellerin konması, hak arama ve haksızlığa karşı itiraz etme durumları ile memur ve işçiler için özlük haklarının tanınmasına yönelik yasakların getirilmesi, faşist baskıların doğasında olan uygulamalardı.
Savaş döneminde Nazi Almanyası’ndan yana tavır alan “Milli Şef” İnönü’nün Hitler rejiminin sonlanması ardından müttefik devletlerden yana tavır koyması, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmesi, burjuva devletinin ikiyüzlülüğünün açık bir uygulamasıydı. Salt emperyalistlere şirin görünmek için teşvik ettiği Türkçü hareketleri, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında göstermelik bir soruşturmadan geçirmeye çalışması, ikiyüzlülüğün tuzu bireri olmuştu.
Türkiye’nin uluslararası emperyalizmin kucağına düştüğü ve emrinde olduğu dönem öncesi ve hitamında, özellikle İkinci Paylaşım Savaşı sonrası panoramasını aşağıdaki kronolojide net görebiliyoruz.
2 Ağustos 1944 tarihinde İngiltere’nin isteği doğrultusunda Türkiye, Almanya ile ilişkilerini kesti.
3 Ocak 1945 tarihinde Japonya ile yapılan tüm anlaşmalar askıya alındı.
4 Şubat 1945 tarihinde İngiltere, SSCB ve ABD’nin, Almanya ve Japonya’ya karşı savaşan devletlerin Birleşmiş Milletler konferansına kurucu ülke olarak katılmalarına karar verildi.
23 Şubat 1945 tarihinde Türkiye, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti.
28 Şubat 1945 tarihinde Birleşmiş Milletler Beyannamesi, Türkiye maslahatgüzarı tarafından ABD’de imzalandı.
25 Nisan 1945 tarihinde Türkiye, ABD’nin San Francisco kentinde 46 ülkenin katıldığı Birleşmiş Milletler Uluslararası Örgütlenme Konferansına heyet gönderdi.
8 Mayıs 1945’te II. Paylaşım Savaşı’nın sona ermesi üzerine düzenlenen BM şenliğine Türkiye de katıldı.
26 Haziran 1945 tarihinde Türkiye, Birleşmiş Milletler Antlaşması ve Uluslararası Daimi Adalet Divanı Statüsü’nü imzaladı.
15 Ağustos 1945 tarihinde TBMM, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı kabul ederek BM’ye katılımcı olmayı resmen kabul etti. [9]
24 Ekim 1945 tarihinde antlaşma, yürürlüğe girdi. SSCB’ye sırtını çeviren Türkiye bir yıl sonra da Truman yardımı alarak ABD’ye bağlı, onun emrinde ve gerektiğinde tetikçisi bir ülke olma yolunda ilk adımını atmış oldu.
Türkiye, Kuzey Atlantik Paktı diye bilinen NATO’ya üye oldu. 18 Şubat 1952 tarih ve 5886 sayılı yasa ile TBMM, NATO anlaşmasını onayladı.
2 Temmuz 1954 tarihinde TBMM, Türkiye’de Amerikan Üslerinin açılmasına ilişkin yasayı Resmi Gazete’de yayınladı. Diğer bir deyişle NATO ve üslerin temeli CHP döneminde atılmış, Bayar-Menderes iktidarında resmiyet kazanmıştır.
Bayar-Menderes Dönemi
Türkiye, çok partili döneme ABD’nin isteği doğrultusunda; 1950 seçimleri ardından “Milli Şef” döneminin sona ermesiyle girdi. CHP’den ayrılarak 1945’te örtük faşist hareketin diğer dinamik liderleri olan Celal Bayar ve Adnan Menderes, kurdukları Demokrat Parti, seçimleri kazanarak iktidara geldiler. Türkiye’nin küçük Amerika özlemi, burjuvazinin güçlenmesi, Mustafa Kemal’in “kaç milyonerimiz var” sözlerinin devamı olarak “her mahallede bir milyoner yaratacağız” söylemi kapitalist sınıfın bizzat devlet tarafından yaratıldığı, semirtildiği ve gerektiğinde emperyalistlerin istekleri doğrultusunda ortak olduğu darbeler sonucu hükümetlerin değişimine ortak olduğu dönemin başlangıcı oldu. Bu dönemde emperyalistlerin istekleri doğrultusunda 1 Dolar karşılığında ABD’ye asker verilerek Kore macerası başlatıldı. İşçi, emekçi ve kadınlar ile aydınlar üzerindeki baskılar giderek şiddetlendi. Demokrasi vaatleri ile iktidara gelen Demokrat Parti, ilerici, sosyalist ve komünistler üzerinde kitlesel tutuklamalara gitti. Rüşvetler, yolsuzluklar, dolandırıcılık, adam kayırmacılıklar ve torpil türü yozlaşmalar meşrulaştırıldı.
6-7 Eylül 1955 tarihinde Rumlara yönelik –önceki adı Seferberlik Tetkik Kurulu olan- Özel Harp Dairesi’nce linç kampanyaları başlatıldı. Rumlara ait yapılan saldırılar gayrimüslimlerin tamamına yöneldi. Resmi açıklama yapılmamakla birlikte 30 insan katledildi. Yüzlerce kadın tecavüze uğradı. 200’den fazla insan yaralandı. Aralarında kilise ve havraların bulunduğu 5.000’den fazla ev tahrip edildi, yakıldı. Milyonlarca dolarlık mal sokaklara saçıldı, yağmalandı. Resmi rakamlara göre 20 Rum kadını tecavüze uğradı. Uluslararası kuruluşlarca yapılan araştırmalarda bu sayının 200 olduğu yönündedir.
“6-7 Eylül Olayları”nın üzerinden 40 yıl geçtikten sonra, o günlerde ÖZEL HARP DAİRESİ’nde çalışan eski MGK Genel Sekreteri emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun gazeteci Fatih Güllapoğlu ile yaptığı bir röportajda, “6-7 Eylül olayları ÖZEL HARP DAİRESİ işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” dedi. Emekli Generalin “amacına ulaştı” ile ne kastettiği, bugün azınlık nüfusunun durumuna bakıldığında anlaşılıyor.  6-7 Eylül 1955, gayrimüslim sermayeye el konulmasıyla, Türk kimlikli sermayenin palazlanmasında bir başka önemli basamak oldu. [10] Olay sonrasında Türkiye’de Rumların sayısında önemli azalmalar olduğunu görüyoruz. 1924’teki sayımlarda 1 milyon olarak sayılan İstanbul nüfusunun 280 binini (% 28 )Rumlar oluşturuyordu. Bugünse bu sayı 1.500-2.000’e (% 0,012) inmiştir. [11]
1958 yılından sonra Bayar ve Menderes ikilisinin baskıları “Vatan Cephesi”ni kurarak partinin il, ilçe, bucak ve ocak örgütlerini bu cephede birleştirdi. Kamu iktisadi teşebbüsleri de sonradan bu cepheye katılarak özerkliklerine son verildi. Toplumsal kutuplaşmayı artırarak devlet radyolarını adeta partinin sesi haline getirdi. Devletin mülki idare amirlerini Demokrat Parti’yi desteklemeye zorladı. Muhalif siyasilerin sesleri kıstırıldı. Bu partizan uygulama 27 Mayıs 1960 darbesi ile son buldu.
1960 Darbesi süreci
Demokrat Parti’nin ülkeyi iyi yönetmediği bahane gösterilerek, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal istikrarsızlığa son vermek adına askeri yönetim işbaşına getirildi. NATO, uluslararası bölgedeki iç çelişkilere son vermek, ekonomik ve politik çıkarları tehlikeye düştü diye Doğu Akdeniz Havzası’nın bazı ülkelerinde yaptığı gibi ülke içinde askeri darbe ile müdahale etti. İçlerinde Alparslan Türkeş’in de bulunduğu Milli Birlik Komitesi 27 Mayıs 1960 tarihinde silah zoruyla iktidarı ele geçirdi. Devlete hâkim olma havasını veren Bayar-Menderes iktidarına el konulmuş ve faturası Menderes ve arkadaşlarına çıkartılarak idam edilmişti. Celal Bayar, yaş haddi nedeniyle idam edilmedi.
9 Temmuz 1961 tarihinde referandumla kabul edilen yeni Anayasa, 12 Eylül faşist darbesine kadar yürürlükte kaldı. 61 Anayasası bazı burjuva demokratik hakları içeriyordu. Komünizm ile ilgili yayınlar ve örgütlenmeler yasaklar kapsamında yer alması ise devam ediyordu. Ancak, pratikte sosyalist düşünce ile ilgili birtakım demokratik içerikli propaganda türü eylemler, düzene aykırı olmamak kaydıyla örgütlenme ile ilgili haklar tanındı. Türkiye İşçi Partisi, fiiliyatta tanınan bu demokratik haklar sayesinde 13 Şubat 1961 tarihinde kurularak düzen partileri içindeki yerini aldı. Ancak Kürtler ile ilgili eski inkârcı, baskıcı, ayırımcı ve ötekileştirme türü politikalar devam ediyordu.
Sovyetler Birliği’ni bir tehdit olarak gören NATO, başta ABD olmak üzere diğer üye ülkelerce Türkiye’yi bir üs olarak kullandı. Bu kapsamda ABD 6. Filo’su Türkiye’ye geldi. ABD ve 6. Filo’yu 16 Şubat 1969 tarihinde 76 gençlik örgütü, Türkiye İşçi Partisi, bazı sendikalar ve meslek kuruluşları Taksim Meydanı’nda protesto etti. Bugünkü AKP’nin omurgasını oluşturan ve emperyalizm emrindeki “Milli Türk Talebe Birliği” adındaki radikal dinci grup ile onlara destek veren yüzlerce çember sakallı ve bereli gençlerden oluşan gruplar cemaat ve tarikat mensubu militanlar, miting alanına tekbir sesleri ile saldırdı. Bu saldırının içinde toplum polisleri de vardı. Güvenliği sağlamakla görevli polisler, 15’er gruplar halinde gençleri aralarına alarak copladılar ve polislerin gözlü önünde 2 genç öldürüldü, resmi rakamlara göre 114 kişi yaralandı.
Katliam ve kaos ortamı, 6-7 Eylül 1955 olayları gibi devletin derinliklerinde yuvalanan NATO’ya bağlı “Özel Harp Dairesi” ve bağlı olduğu CIA aracılığıyla yapılmıştı.
1970 Süreci
1970’lerde militarizm ve silahlanmaya yönelik tüm kapitalist ülkeler adeta yarış halindeydi. Faşist diktatörlükler, darbeler birbirini izliyordu. Örneğin Suriye’de Hafız Esad, 1971’de Uganda’da İdi Amin, 1976’da Arjantin’de Rafael Videla darbesi, 1979 tarihinde İran’da geçici hükümetine karşı Humeyni’nin yaptığı ve adına İslam Devrimi denen darbe ve Türkiye’de 12 Mart 1971 tarihinde gerçekleşen yarı-askeri darbe… Bu tarihlerde dünya konjektörüne baktığımızda aynı dönemde petrol ve enerji krizini görüyoruz. 1970’ler aynı zamanda 1947’de başlayan soğuk savaşın en yoğun olduğu dönemdir. Dünya, iç savaşlar ve soykırımlar ile komşu ülkeler arasında savaşlara sahne olmuştu. Örneğin, tekrarlayan Arap-İsrail Savaşı, Angola ve Etopya’da baş gösteren iç savaşlar, Bangladeş’in kurulmasına varan iç savaş ve kaos ortamı, Bangladeş Soykırımı, Hint-Pakistan Savaşı, Kıbrıs’a yapılan Türk Çıkartması, Lübnan İç Savaşı, Batı Sahra Savaşı, Uganda-Tanzanya Savaşı, Somali – Etopya Savaşı bunlardan bazılarıdır. Yine 1970’lerde dünyanın doğal afetlerle anıldığı yıllar olmuştu.
Dünyada ve Türkiye’de dönem dönem kıtlığı çağrıştıran afetler yaşandı. Demirel’in deyimiyle ülke “bir sente” bile muhtaç oldu. Gıda ve yakacaklar için kuyruklar uzamıştı bu tarihlerde. 15-16 Haziran Olayları, 20 Mayıs 1969 askeri müdahalesi, 16 Şubat 1969 Kanlı Pazar, işçi eylemleri, grevler, 274 sayılı İş Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası’nda yapılan değişiklik ile Türk-İş’ten DİSK’ yapılan geçişlerin durdurulması vb. olayların tümü uluslararası finans sermayesinin sahneye koyduğu tezgâhtı.
Tumblr media
12 Mart 1971 yarı askeri faşist darbesiyle devrimci yükseliş, karşı-devrim ile bastırıldı. Darbeyi oluşturan sivil-askeri faşist yönetimle 1961 Anayasa’sının sağladığı ifade ve düşünce özgürlüğüne son verildi. NATO ve CIA işbirliğiyle 1952 yılında kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu feshedilerek yerini 1965 yılında kurulan Özel Harp Dairesi’ne bıraktı. Özel Harp Dairesi, GLADİO türü bir örgütlenmeydi. Amacı Soğuk Savaş Döneminde Sovyetler Birliği’nde yükselen devrim ateşine karşı kapitalist ülkeleri korumaktı. Bu koruma bahanesiyle güdülen asıl amaç işçi ve gençlik hareketlerini kanla bastırmaktı. Özel Harp Dairesi, derin devlet dediğimiz gayrimeşru faaliyetlerin sivil güçler tarafından gerçekleştirmesini sağlayan ve devlet terörünü tesis eden bir kuruluştu. Özel Harp Dairesi’nin kullandığı kitleler genellikle sağcı, milliyetçi, muhafazakâr kanadı oluşturan dönemin Milli Türk Talebe Birliği ve Ülkü Ocakları ile MHP idi. 12 Mart faşizmine karşı mücadeleyi yürüten 1971 devrimci hareketinin önderleri ve kadroları, tutuklandı, işkencelerden geçirildi, idam edildi. Bir kısmı da faili meçhul cinayetlere kurban gitti. Bu faşist yönetimin saldırıları sonucu işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesi kısmen bile olsa frenlenmişti.
Emperyalistlerin “ileri karakol” görevini üstlenen Türk burjuva devletinin bekası için gerektiğinde askeri darbelerin yolu açılmıştı.
Adam kaçırmaların, faili meçhul cinayetlerin, zindanlarda öldürülmelerin vb. katliamların tüm işleri artık Özel Harp Dairesi içindeki Kontrgerillanın ve sivil uzantısı olan MHP ile Ülkü Ocaklarına devredilmişti. MİT de işin içindeydi. ABD ve NATO’ya bağlı bu faşist güçler, giderek iş savaş yönünde keskinleşen siyasi saflaşmanın faşist militanlarıydı. Bu güruh, grevdeki işçilerin, gidişattan hoşnut olmayan çiftçi ve köylünün, devrimcilerin ve gençlerin eylem ve hareketine karşı sistematik saldırılar düzenledi. Yüzlerce genç, öğrenci, işçi, köylü, kadın tek tek bu katillerin işlediği cinayetler sonucu faili meçhule uğurlandı. Yargı, katiller hakkında hiçbir işlem yapamadı. Onlarca gazeteci, akademisyen, aydın ve sendikacı gün ortasında herkesin gözü önünde katledildi. Polis merkezleri ve karakollar işkence ve cinayet üslerine dönüştürüldü. Bunlar yetmeyince de devrimci-demokrat mücadeleyi ezmek ve askeri faşist darbeye zemin hazırlamak için toplu kıyımlara gidildi. Bu kıyımın unutulmayan bazı olayları aşağıya çıkarılmıştır.
Kanlı Mayıs diye anılan 1 Mayıs 1977 tarihinde Taksim Meydanında 34 kişi katledildi,
16 Mart 1978 tarihinde Beyazıt’ta 7 öğrenci öldürüldü.
17 Nisan 1978 tarihinde Malatya’da 3’ü çocuk 8 kişi cinayete kurban gitti.
9 Ekim 1978 günü Ankara Bahçelievler’de 6 TİP’li genç öldürüldü.
19-26 Aralık 1978 tarihinde Maraş’ta 120 insan katledildi.
Mayıs- Temmuz 1980 tarihinde göz göre göre Çorum’da tezgâhlanan ve burjuva devletinin seyirci kaldığı katliamda 57 insanımız barbarca katledildi.
Tüm bunlar 12 Eylül 1980 darbesi için yapılan ön hazırlıklardı. Sabahattin Ali’nin 1948 tarihinde katledilmesinden çok sonraları, 1970-1980 aralığında cinayetlerin olağan hale geldiği dönemde Muammer Aksoy, Necip Hablemitoğlu, İlhan Erdost, Taylan Özgür,  Turan Emeksiz, İlhan Darendelioğlu, Hamit Fendoğlu, Doğan Öz, Abdi İpekçi, Ceyhun Can, Fikret Ünsal, Cevat Yurdakul, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu,  Kemal Türkler ve adını sayamadığım yüzlerce aydın, gazeteci ve akademisyenimiz bu JİTEM’ci ve Kontrgerillacı çeteler tarafından katledildi ve katillerin hiçbiri tutuklanmadı.
12 Mart Muhtırası ardında büyük illerle Kürt illerinde 2 yıl 5 ay sıkıyönetim ilan edildi. Büyük illerde 1975 Eylül’ünde sıkıyönetim kaldırıldı, ancak Kürt illerinde “Olağanüstü Hal” ilan edildi. 1980 darbesinin ardından tüm yurtta sıkıyönetim 7 yıl boyunca devam etti, ancak Doğu ve Güneydoğu’da Sıkıyönetim sonrası OHAL ilan edilerek 2003 yılına kadar devam etti.  Kürt illeri 22 yıldan fazla bir süre sıkıyönetim ve OHAL’lerle yönetildi. Bir kuşak sıkıyönetim ve olağanüstü hal ile tanışarak doğdu ve büyüdü.
Dünya konjektörü ve Latin Amerika’daki gerilla savaşları ile burjuva devletinin yerine sosyalist bir devlet kurmayı amaçlayan 70’li yılların devrimci gençliği, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren örgütsüz bir iç savaş düzenine girmişti. Aynı yıllarda Türkiye’de kimi zaman egemen sınıfların emrindeki sağ, gerici güçler eşiğinde ve MC hükümetlerince; kimi zaman da sosyal demokrat hükümetler marifetiyle devrimci hareketleri sönümleme taktikleri yürürlüğe girdi. 1980’lere geldiğimizde yukarıda örneğini verdiğimiz iller çapında ve aydınlara yönelik katliamların yaşandığını gördük.
12 Eylül 1980 Süreci
1970-80 yılları arasında gelişen olayların arkasında yatan ve 12 Eylül 1980 darbesinin kaçınılmaz olduğuna ilişkin meşru gösterilecek gerekçeler, bahaneden öteye gidemiyordu. Bir de madalyonun öteki yüzü vardır. 1960’lardan başlayarak dünyayı 1980 sürecine getiren olaylar, yeni sömürge tipi ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de darbelerle boy göstermesinin gerekçesi, uluslararası tekelci sermayenin girdiği bunalımdan kurtulma refleksiydi. Bu emperyalist güç, NATO’yu devreye sokarak sömürge ve yarı sömürge ülkelerde askeri darbelere imza attı. Ülkemizi 1980 sürecine getiren olaylarda cinayetsiz geçen gün kalmamıştı. Kahvehanelerin taranması, muhalif ve aykırı görüş sahiplerinin evlerinin basılması, toplu cinayetler işlenerek, yegâne çarenin silahlı kuvvetlerin iktidarı ele geçirmesi inancını hâkim kılıyordu. Bunun için en uygun aktör dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’di. Kenan Evren, kendi başına darbe yapmadı. Ortada bir NATO gerçeği vardı.
12 Eylül Sürecine baktığımız zaman peş peşe gelişen olayların tesadüfi olmadığını görebiliyoruz. 34 kişinin öldürüldüğü “Kanlı 1 Mayıs” olayları, dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in istifa etmesi, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’e yapılan silahlı saldırı, İstanbul Üniversitesi’nde dersten çıkan sol görüşlü kalabalık öğrenci grubuna karşı bombalı ve otomatik silahlarla saldırı, 7 öğrencinin ölümü, 47 öğrencinin yaralanması ve yargıya taşınan davaların bilerek zamanaşımına uğratılması, Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’nun infazı, Antalya’da kız öğrencilerine uygulanan şiddet, elbiselerinin yırtılması, ASALA terör örgütünce Madrid Büyükelçisi’ne karşı düzenlenen saldırıyla Büyükelçi’nin şoförüyle birlikte katledilmesi, ardından 42 Türk diplomatının çeşitli tarihlerde katledilmesi, MHP İstanbul İl Başkan’ının evine yapılan silahlı saldırı sonucu öldürülmesi tesadüfi değildi. Ayrıca MHP’li Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı’nın aralarında bulunduğu ülkücülerin, Ankara Bahçelievler’de 7 TİP’li öğrenciyi katletmesi, Maraş’ta Çiçek Sineması’na bomba atılması, ülkücülerin sol partilerin ve derneklerin binalarına saldırması, çıkan olaylarda 100’den fazla vatandaşın öldürülmesi, 200’ün üzerinde ev ve işyerlerinin yakılması, tahrip edilmesi, ardından başta Ankara olmak üzere birçok ilde sıkıyönetimin ilan edilmesi, ülkede yaratılan dehşetin fotoğrafını gösteriyordu. Ayrıca CIA hesabına casusluk yapan MİT İstihbarat Başkan Yardımcısı bir Albay’ın cezasının kesinleşmesi, Abdi İpekçi cinayeti, sıkıyönetimin 13 ilde 2 ay daha uzatılması, IMF’nin dayatmasıyla TL’nin devalüe edilmesi, Ankara’da Mısır Büyükelçisi’ni basarak elçilik personelinin rehin alınması, güvenlik güçlerinden bazılarının öldürülmesi, AP’li milletvekilinin suikasta kurban gitmesi, TSK’nın Cumhurbaşkanı’na uyarı mektubunu vermesi, “24 Ocak Kararları”nın alınması, TBMM’de yapılan oylamada Cumhurbaşkanlığı için adayların yeteri oy almaması, Genel Kurmay Başkanı’nın “Bayraktar Harekâtı” olan 11 Temmuz darbe harekâtının gerçekleştirilmesine yönelik talimat vermesi ve ardından Süleyman Demirel hükümetinin güvenoyu almasının ardından harekâtın ertelenmesi, Maraş’ta Alevi-Sünni çatışmasına benzer olayların Çorum’da tekrarlanması ve 57 insanımızın katledilmesi, eski Başbakan Nihat Erim’in öldürülmesi, Kemal Türkler’in, Nihat Erim’e misilleme olarak katledilmesi, 5 Eylül’de Bayrak Harekâtı emrinin özel kuryelerle kuvvet komutanlarına iletilmesi, Necmettin Erbakan’ın şeriat mitingi, 12 Eylül 1980 faşist cuntanın işbaşına geçmesi için planlanmış provokasyonlardı. Tüm olup bitenler, aydınların, öğrencilerin, gazeteci ve sendikacıların katledilmesi belli bir program dâhilindeydi.
Türkiye’nin sosyal ve siyasi hayatını yeniden dizayn eden 12 Eylül darbesinin bilançosuna baktığımızda önümüze karanlık bir tablo çıkıyor.
650.000 insanımız gözaltına alınarak işkencelerden geçirildi.
1.683.000 insanımız fişlendi.
210.000 davada 230.000 kişi yargılandı.
7.000 kişi için idam cezası istendi.
517 kişiye idam cezası verildi, 50 kişi infaz edildi.
98.404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.
30.000 kişi sakıncalı görülerek işine son verildi.
14.000 insanımız vatandaşlıktan çıkartıldı.
30.000 kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına çıkmak zorunda kaldı.
171 kişinin gözaltında işkenceden öldüğü belgelendi.
937 film sakıncalı bulunarak gösterimi yasaklandı.
23.677 derneğin faaliyeti durduruldu.
3.854 öğretmen, üniversitede görevli 12 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
31 gazeteci cezaevine girdi, 300 gazeteciye saldırı düzenlendi, 3 gazeteci silahlı saldırıda öldürüldü.
Gazeteler 300 gün (yaklaşık 6 ay) boyunca yayın yapamadı.
13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
39 ton gazete ve dergi yakılarak imha edildi.
Cezaevlerinde toplam 299 kişi hayatını kaybetti, 14 genç açlık grevinde öldü. [12]
Tüm bunlar uluslararası finans kapitalizminin NATO aracılığı ile Türkiye’ye dayattığı ve kendi egemenliğini, kanlı diktatoryasını sürdürmek uğruna bir ya da birkaç tetikçi kullanarak ülkeyi sürüklediği kaosun, katliamın ve insanlık utancının bilançosudur. 12 Eylül’ün miras bıraktığı insanlık utancı günümüzde hala devam ediyor.
1990’ların Karanlık Dönemi
Türkiye’de Özal dönemi, askeri faşist vesayetin devam ettiği bir dönemdi. Katı uygulamaların bazıları hafifletilmişti. Bir zamanlar Portekiz’de Salazar dönemine benzer “light faşizm” denen ve bazı konularda tavizler veren bir yönetim biçimi hâkimdi. Uluslararası finans kapitalizminin darboğaza düştüğü durumun, ancak neoliberal politikalarla hafifletilebileceği görüşü hâkimdi. Türkiye’de Özal’ın devreden çıkarılması gerekiyordu. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra adına “karanlık dönem” denen ve emperyalizmin üçüncü dünya ülkelerinde hegemonyasını engelsiz sürdürmek için gerekliydi. 1990’lar, üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi Türkiye için de karanlık bir döneme geçilmesi kaçınılmaz olmuştu.
Tumblr media
Dünyada 1990’ların başından itibaren görülen kaos ortamı genel anlamda savaşlara sahne olmuştur. Afrika’da Kongo Savaşları olarak bilinen Zaire İç Savaşları, Asya’da İran-Irak Savaşları, ABD – Irak gerilimi, Kuveyt’in Irak tarafından işgal edilmesi, Çeçen Savaşları, Pakistan-Keşmir çekişmesi, İsrail-Arap gerilimi, Avrupa’da Bosna Savaşları, Srebrenitsa Katliamı’na yol açan etnik çatışmalar, Hırvatistan, Kosova, Slovenya Savaşları olarak bildiğimiz Yugoslavya İç Savaşları, Rus- Çeçen Savaşları, Kuzey İrlanda sorunu, Türkiye-Yunanistan Kardak Kayalıkları gerilimi,  Ruanda Soykırımı, Cezayir İç Savaşı ve Etopya İç Savaşlarına sahne olmuştur. Yine 1990’lar Sovyetler Birliği’nin çöküşüdür. Sovyetler Birliği şemsiyesi altında toplanan ülkeler, ayrıldılar ve her biri küresel kapitalizmin emrinde bağımsız devletler kurdular.
Türkiye, 1983 tarihinde sivil siyasete döndüğü halde, siyasi ve ekonomik istikrar konusunda sorunlar ve problemlerin altından çıkamayarak krizleri 1990’lara devretti. Karanlık dönemin Kürt coğrafyasında sonuçları ağır oldu. 1990’ların Türkiye’si Kürt karşıtlığı, düşmanlığı ve çeteleşme ekseninde sahne aldı.
Kürtler üzerindeki çeteleşme, JİTEM destekli Hizbullah çeteleşmesiydi. Kürtlerin deyimiyle “gece silahlı, gündüz külahlı” gruplar halinde Kürt kentlerinde terör estiriyordu. Sözde PKK için bu örgüt kurulmuştu. Ancak bu coğrafyanın PKK-Hizbullah çatışmasına sahne olduğunu görmedik. Diyarbakır il merkezinde kış günlerinde akşam saat 7’den sonra, yaz günlerinde güneş battıktan sonra sokaklarda silahlı grupların dışında insan görmek mümkün değildi. Bunların çoğu sivil kıyafetli, çember sakallı, külahlı ve sarıklıydı. Sokakta buldukları insanları kasatura ve benzeri kesici aletlerle öldürdükleri kanısı hâkimdi. Bazı geceler silah sesleri sabah saatlerine kadar sürüyordu. Kırsal alanda PKK, kentlerde ise Hizbullah hâkimdi. Kürt halkı, adına “Hizbul kontra”, “Hizbul şeytan” dediği bu tedhiş örgütüne öfkeliydi. Gaffar Okkan’ın öldürülmesinde de bu örgüt önemli rol oynamıştı. Yarı-askeri diktatörlük bu dönemde PKK’yı bahane göstererek faili meçhul cinayetlere imza atmıştı.
1990 tarihinden başlayan faili meçhul cinayetlerde JİTEM ve Hizbullah’ın önemli rol oynadığı verilen soru önergelerinden anlaşılıyor. Düşünün ki bir Adalet Bakanı “faili meçhul cinayetler”den habersiz olabiliyormuş. 1996 tarihinde görevinden istifa eden Mehmet Ağar’ın yerine geçen Meral Akşener’in İç İşleri Bakanı olduğu dönem içinde; öncesi ve sonrası yıllarda kesintisiz devam eden ve resmi rakamlara göre 17.500-20.000 arasında faili meçhul cinayetlerin işlendiği ve hiçbir failinin ceza almadığı katliamcı ve karanlık bir dönem yaşamıştır Türkiye… Faili meçhul cinayetlerin tarihi her ne kadar 12 Eylül öncesine kadar gidiyorsa da 1990’lar, bu cinayetlerin dönüm noktasıdır. Cumartesi Anneleri çocukların cesetlerinin bulunması için hala yasta ve hala sokaklarda nöbettedirler. Bu bile burjuva devleti için bir utanç vesilesi olmalıdır. Çetecilik ve faili meçhul cinayetler NATO’ya bağlı “Derin Devlet“, diğer adıyla Türk Gladyo’su tarafından gerçekleştirildiğini bilmeyen yoktur. 1990-2000 aralığında Kontrgerilla merkezi olan “Özel Harp Dairesi” olağanüstü aktifti. Gözaltında kayıplar, basına uygulanan sansürler, parti ve derneklerin kapatılması, Kürt gazetecilerin, gazete dağıtıcıların sokak ortasında infaz edilmesi, gazete, dergi ve kitapların toplatılması, imha edilmesi, büroların bombalanması, köylerin yakılması, boşaltılması, göçler, sürgünler, tehcirler, yerinden yurdundan edilmeler, kadınları köy meydanlarında erkeklerin gözü önünde çırılçıplak soymalar, köylüye dışkı yedirmeler, sıkıyönetimi aratmayan olağanüstü haller, adeta dönemin olağan haliymiş gibi görülüyordu. Zorunlu koruculuk sistemi bu karanlık dönemin başlıca özelliğiydi. “Beyaz Toroslar” adeta dönemin simgesi haline geldi. Toroslarla birlikte “JİTEM” anılmaya başlandı. JİTEM ile birlikte siyasi cinayetlerde artışlar meydana geldi. 1990-1999 yılları arasında 11 hükümet değişti. Kurulan hükümetlerin tamamı silahlı kuvvetlerin kontrolündeydi. Bu dönemde Anayasa Mahkemesi 15 kez siyasi parti kapattı. 4 Genelkurmay başkanı, 6 Olağanüstü Hal Valisi değişti.
1990’lar aynı zamanda Diyarbakır, Elazığ, Mardin, Siirt, Batman, Şırnak, Adıyaman, Bingöl, Muş, Bitlis, Van, Hakkâri ve Tunceli’de OHAL yasası, Anayasa yerine geçmişti. OHAL Valiliği’nin görev bölgesinde her türlü hak ihlalleri, baskı ve insanların göçe zorlanması alışkanlık haline gelmişti. Bölgede iki anayasa ve İki devlet vardı adeta…  Nadire Mater’in dediği gibi “OHAL denince “orası” / “bölge” anlaşılırdı. Kimsenin aklından “orası neresi”, “hangi bölge” demek geçmezdi, çünkü herkes orası neresi bilirdi. “Kürdistan” demek de en hafifinden kendini cezaevinde bulmak anlamına [13]  gelirdi, tıpkı günümüzde olduğu gibi… 90’lar siyasetinin sorunlarından bir diğeri de iradesizlik ve bilinçli, kişisel çıkarlar uğruna tüm değerleri feda etmeye hazır siyasi iradenin işbaşında oluşudur.
Öte yandan güvenlik güçleri tarafından gözaltına alınan bazı vatandaşlardan ya hiç haber alınamıyordu ya da cesetleri birkaç gün sonra ortaya çıkıyordu. Birçok kişi de gün ortasında evden çıkarken, işine giderken vuruluyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesindeki “Ülkemizin Çeşitli Yörelerinde İşlenmiş Faili Meçhul Siyasal Cinayetler Konusunda Araştırma Komisyonu”nun iki yıllık çalışma sonucunda hazırladığı, 1995’te yayınlanan raporunda bu duruma dikkat çekilmişti: “Cinayetler genellikle cadde ortasında şehrin en işlek yerlerinde gündüz işlenmektedir. İşlenen cinayetlerin faillerinin bulunmaması vatandaşta korku ve şüphe uyandırmaktadır.” [14]
Susurluk’ta meydana gelen kaza ile devlet-mafya-siyaset üçgenindeki krizin derinliklerini görebiliyoruz. İki saldırganla birlikte 37 kişinin yanarak öldüğü Sivas Katliamı, İstanbul Gazi Mahallesi’nde Alevilerin çoğunlukta olduğu kahvehane taranması, kent içine sıçrayan olaylarda 22 kişinin katledilmesi, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Metin Göktepe, Ahmet Taner Kışlalı,  Gaffar Okkan, Musa Anter, Vedat Aydın, Hrant Dink cinayetleri ile derin devlet kirli ve katliamcı yüzünü bir kez daha gösteriyordu.
AKP Dönemi
AKP dönemi, 12 Eylül 1980 tarihinde devrimciler, sol görüşlüler, aydınlar, Kürtler ve farklı etnisite ve inanç grupları üzerinden bitmemiş nefret, kin ve intikamın tamamlanmasına yönelik hesaplaşmanın devam ettiği dönemdir. AKP dönemi tıpkı Milliyetçi Cephe hükümetleri ve 1990’lar gibi karanlık dönemi kapsar.
Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi; “AKP, uzlaşı mekanizmasını ön planda tuttuğu dönemlerde, örneğin, Ermenistan ile toplantılar yapmış, komşuları ile iyi geçinmeye çalışan bir portföye imza atarak Ortadoğu’nun “liderliğine soyunduğu” izlenimini vermişti. İlk dönemlerinde Kürtlerle demokratik çözüm için masaya oturarak silahların susması için önemli adımlar atmıştı. Ne oldu da Erdoğan liderliğindeki AKP, bir çırpıda agresif bir parti kimliğine bürünerek sağa sola saldırmaya başladı ve çözüm süreci masasını tekmeledi? “Hendek” olaylarını gerekçe göstererek Kürtler üzerine adeta seferler düzenledi. Cumhuriyetten bu yana tahrip edilen Kürt coğrafyası bir kez daha tahrip edilerek kentler yıkıldı. Başta Ermenistan olmak üzere diğer komşularıyla kavgalı durumlar yaşandı. “İstedikleri her şeyi verdik” dediği Fethullahçılarla bir anda cebelleşti. Merkez sağ partisi olduğunu iddia eden bu siyasi parti bir anda faşist rejim özentisi içinde radikal İslamcı bir parti kimliğine girdi? ”diye belirtmiştik. Olup bitenleri acaba siyasi iktidar tek başına mı yaptı, yoksa küresel sermayenin isteklerine boyun mu eğdi. Burayı doğru okumak gerekiyor.
2019 tarihinde yayınlanan “Faşizme Doğru” adlı makalede belirttiğimiz gibi “faşizm şiddetten çok sosyal, ekonomik ve sınıfsal niteliği ön planda tutan bir olgudur. Faşist yönetimde elbette şiddet vardır ve bu şiddet sınıfsal nitelik taşır. Otoriter rejimlerin tümüne faşizm demek, faşizmi küçümsemek gibi bir yanılgıya sebep olur. Türkiye hızlı bir şekilde açık faşizme doğru gidiyor,” diye belirtmiştik. Bugün görüyoruz ki, Türkiye’de en iyimser aydınların dediği gibi “örtük” faşizm, bize göre “açık” faşizm olgusunu yaşıyoruz. Uygulamalar, tipik yeni sömürge tipi ülkelerde olduğu gibi zaman zaman Nazi Almanyası’nı, Mussolini İtalyası’nı ya da Pinochet Şili’sini çağrıştırmıyor değil. Bugün hak aramalarda, anayasal bir hak olan gösteri ve yürüyüşlerde, örneğin, Gezi’de, Boğaziçi’nde, 1 Mayıs kutlamalarında ya da farklı talepler nedeniyle protesto ya da işçilerin grev eylemlerinde polisin kullandığı orantısız güç, gözaltılar, işkenceler, adam öldürmeler, sokakta militarist şiddet vb. uygulamalar faşizmin pratikleri olmadığı iddia edilebilir mi?
AKP dönemindeki faşizm, uygulama ve yöntemleriyle Milletçi Cephe Hükümetleri dönemindeki faşizmi çağrıştırıyor adeta… Bir farkla; MC hükümetlerinin yarı askeri diktatörlüğün etkisinde kalmıştı. Bugün ise tek adam rejimine dayanmaktadır. Türkiye’de görülen faşizm, daha önceki yazılarımızda anlattığımız gibi  “sömürge tipi faşizm”dir.
AKP iktidarı, yeni sömürge devletinin, yani sömürge tipi faşizmin rehabilitasyonu sürecinin “yerel” siyasi öznesidir. Bu nedenle, AKP iktidarının faşist icraatını “AKP faşizmi” olarak tanımlamanın, kategorik olarak 1970’li yıllardaki “MC Faşizmi” kavramından bir farkı yoktur. “AKP faşizmi” kavramı, “sömürge tipi faşizmin AKP dönemini” ifade etmek için kullanılan bir politik propaganda terimi olduğu ölçüde hatalı değildir. [15]
Türkiye solunun AKP iktidarının niteliğine ilişkin “kafa karışıklıkları”, AKP iktidarının icraatlarıyla zayıflamaya başladı. AKP iktidarının emperyalist güdümlü faşizan karakterli bir iktidar olduğu konusunda, geç de olsa, genişleyen bir konsensüs oluşuyor. “AKP Faşizmi”, bu konsensüsün cisimleştiği popüler bir kavram olarak [16] yaygın hale gelmiştir. AKP iktidarında iki temel konu cisimleşmiştir. Bunlardan biri neoliberalizm –ki 24 Ocak 1980 kararlarıyla yürürlüğe girmiş, ancak uygulama alanını AKP döneminde bulmuştur-; diğeri de BOP olarak kısaltılan Büyük Ortadoğu Projesi’dir.
Tumblr media
AKP iktidarı devleti, Büyük Ortadoğu Projesi’ne uyarlanmasıyla içerde bir zor kurumunun vesayeti olarak tanımlanması ve dışarda vekâlet savaşlarını yürütmesi, emperyalist merkeze doğrudan bağlı olmasıyla ve ülkenin yeni sömürgecilik kavramıyla açıklanabilir. Ancak, neoliberal yeni tip sömürge devleti, izlenen politikaların yerel, bölgesel ve genel özelliklerini birbirinden ayırt etmek gerekiyor. Bu ayırım aynı zamanda dış politikaya da yansımaktadır. Örneğin BOP kapsamında Arap Baharı denen zemheride “Müslüman Kardeşler” ile kurulan ittifak, “milli görüş” olarak görülüyorsa, bu milli görüşün Suudi gericiliğinin somutlaşan Siyasi İslam’ın bir tezahürüdür. Salt emperyal güçler istedi diye gerici radikal İslamcı tedhiş grupları ile Suriye’de, Libya’da ittifak kuruluyorsa bu da milli görüşün Hizbullah gericiliği ile somutlaşan Siyasi İslam görüşü akımının bir parçası olmak dışında başka bir şey değildir. İster çember sakallı olsun, ister, askeri ya da sivil darbeler olsun, emperyalizmin Ortadoğu genelinde ve Türkiye özelinde otoriter rejimin emperyalizmle bütünleşmiş bir temsilcisi olmak ancak faşizmin önde gelen bir aktörü olmakla açıklanabilir.
AKP-MHP iktidarı, devlet aygıtları kullanılarak yukarıdan aşağıya doğru inşa edilen bir faşizmdir. Korkut Boratav hocamızın dediği gibi Günümüz faşizminin iktidar söylemi içsel çelişkilerle doludur; tutarsızdır. Ama bu durum bir zafiyet değil, bir güç kaynağıdır. Zira tabanının, seçmenlerinin, hatta “toplumun  önemli bir bölümünün benzeri çelişkilerle malul olması, günümüz faşizminin hayat bulmasını sağlar.”
Bu avantaj, toplumsal ilişkilere yerleşmiş bir dizi yozlaşmayla da açıklanabilir. “Faşist devlet büyük ve merkezî bir kara delik; gündelik hayatta üreyen mikro faşizmler de küçük kara deliklerdir ve faşist devletle rezonans halindedir. İşyerinde faşizm, mahallede faşizm, trafikte faşizm, toplumsal cinsiyet ilişkilerinde faşizm… Çete mantığıyla işleyen sermaye grupları veya cemaatler… Sokakta veya internette bir anda toplaşıp cezayı infaz eden linç rejimleri…” [17] Bu gerçek acıdır ama vardır. Bununla faşizmin toplumda nasıl yaygın bir hal aldığına ilişkin Korkut hocamızın görüşleridir. Bunların yaygınlığı, günümüz faşizminin belirli ölçülerde yerleştiği dönemlerle sınırlı olabiliyor. Dünyaya düzen verme sevdasında ve iddiasında bulunan tek adam rejimine baktığımızda içerde baskı, dışarda saldırgan ve yayılmacı politikalar üzerinden emperyal ülkelere karşı söz sahibi olacak bir Türkiye’yi kurma hayalini kurmaya çalışan bu yapı, salt halka yönelik bir aldatmadır. Bu tür iddialar, faşist rejimlerin karakteristik özelliğinden başka bir şey değildir.
Bugün ordunun, polisin, istihbaratın, yüksek bürokrasinin yetkileri tek adam rejiminde merkezileştirilmiştir. Parlamento ve seçimler tamamen formaliteye dönüştürülmüştür. Yasama, yürütme ve yargı erki, rejimin tekelinde toplanmıştır. Tek adam yönetimi, gerek gördüğünde seçimleri erteleme ve parlamentoyu feshetme yetkisine sahiptir. Devletin resmi ideolojisi “faşist politik İslamcı” görüşü temelden yeniden üretmeye yöneliktir. “Tek millet, tek bayrak, tek devlet, tek vatan” söyleminde ifadesini bulan tekçi, ırkçı, şoven söylemler, bugün yeni biçim altında, şeflik rejimi olarak sürdürülmektedir. AKP, MHP, BBP ve Vatan Partisi türü siyasi yapılar “devlet adı altında” adeta bütünleşmiş durumdadır. Bunun devamı, devletle bütünleşmeyen, iktidarın “milli” siyasetine uyum sağlamayan partilerin tasfiye edilmesi demektir. Millet İttifakı türü partiler, tek adam rejimi faşizminden kurtulup parlamenter faşizmine yönelmesi çabaları, ülkede her ne kadar “Nazi üniformasını giymiyorsa” bile faşizmin daha uzun süre iktidarda kalacağını gösteriyor.
Günümüzde yazarlarımızın bahsettiği “Türk tipi başkanlık sistemi”, sadece yürütmenin değil, yürütmeyi denetlemenin, yasama ve yargı organların da ‘tek adam’a bağlandığı bir dikta rejimidir. Kaldı ki erkler ayrılığını sağlayan anayasal kurumların yürütme organına bağlanması ve zayıflaması, yargının talimatlarla karar vermesi, faşizmin diğer karakteristik özelliklerinden bir diğeridir. Otoriter iktidarın sorumsuz ekonomik politikaları, ülkeyi mali ve ekonomik krizin içine sokmuştur. Toplumun buna tepkisiz kalışı ise yaklaşan büyük koyuttaki felaketi görmeyişinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle yabancı gözlemcilerin haklı olarak Türkiye’de toplumun halinden memnun olduğunu ve olabilecek herhangi bir tepki gösterilmeyeceğini tespit etmeleri doğaldır.
AKP dönemi uygulamalarına gelince;
AKP iktidarı döneminde 63 gazete, 20 dergi, 3 haber ajansı, 24 radyo, 16 televizyon, 178 medya kuruluşu kapatıldı. Kapatılan yayınevi sayısı 30’u buldu. 2016 OHAL süresince, 12 Eylül’ü katlayacak şekilde 124.000 kamu görevlisi ihraç edildi. 12 Eylül’de ihraç edilen kamu görevlisi sayısı, AKP’nin üçte biri kadardı. 71.000’den fazla insan gözaltına alındı. 50.000’den fazla insan bir yıl içinde tutuklandı. 169.000 kişi hakkında işlem yapıldı. 47.000 kişi adli kontrol şartıyla bırakıldı. 7.605 kişi hakkında yakalama kararı çıkartıldı. 140.000 pasaport iptal edildi. İşsiz bırakılan 124.000 kişinin yurt dışına çıkışı yasaklandı. Türkiye adeta açık cezaevine dönüştürüldü. 12 Eylül döneminde görevden alınan subay, astsubay sayısı 2.000 iken, 15 Temmuz döneminde 7.200 kişiye ulaştı. Yine 12 Eylül döneminde hakkında işlem yapılan öğretmen sayısı 3.854 iken, 15 Temmuz Darbesi’nin ardından işlerini kaybeden öğretmen sayısı 60.532’dir. Yani 12 Eylül’ün 16 katı civarında!.. Aynı şekilde 12 Eylül döneminde ihraç edilen akademisyen sayısı 120 iken, bu rakam AKP döneminde 4.931’dir. 12 Eylül döneminde hakkında işlem yapılan hâkim ve savcı sayısı 47 iken, AKP döneminde bu rakam 4.238’dir. 12 Eylül döneminde tutuklu gazeteci sayısı 31 iken, 15 Temmuz Darbesi’nden sonra tutuklu gazeteci sayısı 184’ü geçti. 12 Eylül döneminde gazeteciler hakkında istenen hapis cezası toplamda 4 bin iken, 15 Temmuz Darbe girişimi ardından 142 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 4259 yıl, 10 ay hapis cezası istendi. Ayrıca 18 gazeteciye Cumhurbaşkanı’na hakaretten istenen 90 yıl hapis cezası bu rakama dâhil değildir. 12 Eylül dönemi en çok işkencenin yaşandığı dönem olarak kayıtlara geçerken, o dönemde, işkenceye yönelik 9.962 dava ve soruşturma açıldı. AKP döneminde yaşanan işkence olayları ise televizyon kanallarında açıkça sergilenip, insan hakları örgütlerinin raporlarına; Meclis Komisyonlarının şikâyet dosyalarına girmiş olmasına rağmen etkili hukuk yollarına başvurma olanağı dahi verilmedi. 12 Eylül döneminde 544 güvenlik görevlisi işkence suçlaması ile hâkim karşısına çıkartılırken, bugün aynı suçtan tek bir kişi bile sanık sandalyesine oturtulmadı. [18]
Tüm bu yaşananların yarattığı toplumsal travma nedeniyle sadece 2016 yılında 38 insanımız yaşamına son verecek şekilde intihar etti. 12 Eylül döneminde 9 yıllık sıkıyönetim süresince intihar vakası 43 idi. AKP’nin iş cinayetleri bilançosu da çık ağırdır. 19 yıllık dönemde 28.350 işçi hayatını kaybetti. Bu rakamlar resmi rakamlardır.
İş Sağlığı ve Güvenliği (İSİG) verilerine göre, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılının son iki ayında 146 işçi, 2003 yılında 811 işçi, 2004 yılında 843 işçi, 2005 yılında 1.096 işçi, 2006 yılında 1.601 işçi, 2007 yılında 1.044 işçi, 2008 yılında 866 işçi, 2009 yılında 1.171 işçi, 2010 yılında 1.454 işçi, 2011 yılında 1.710 işçi, 2012 yılında 878 işçi, 2013 yılında 1.235 işçi, 2014 yılında 1.886 işçi, 2015 yılında 1.730 işçi, 2016 yılında 1.970 işçi, 2017 yılında 2.006 işçi, 2018 yılında 1.923 işçi, 2019 yılında 1.736 işçi, 2020 yılında 2.427 işçi, 2021 yılının ilk on ayında ise 1.847 işçi hayatını kaybetti. [19] Bu rakamlar “en az” olarak kayıtlara geçen rakamlardır.
Bu nedenle AKP dönemine sadece otoriter rejimin hâkim olduğu dönem demek hafif kalır.
Bugün yaşananlar devrimleri gerektiren koşulların önemli kısmı oluşturmaktadır. Ancak örgütsüz nedeniyle, lümpen bir işçi sınıfının oluşturulmasına yönelik yapılan çalışmaların karşılık bulması, örgütsüzlük ve bilinçsizlik nedeniyle büyük kesimlerin çoğu yerde zalimine sığınma ihtiyacını duyması, işçi sınıfının, serseri ve çıkarcı sendikacıların yönetimi altında bulunması ve toplumun sol kesiminde görülen dağınıklık ve birbirini yemeler, hem mücadeleyi güçleştirmekte, hem de küresel sermayenin sömürü düzenin devamı niteliğinde önemli bir garanti verme formunu taşımaktadır.
Dış ilişkilerin elle tutulur yanı yoktur. Siyasi iktidar, özellikle komşu ülkelerle ilişkilerde halkları din ve mezhep ekseninde bölmeyi hedefleyen saldırgan, yayılmacı, içeride ise aşırı otoriter bir politika izlemektedir. Dış ilişkiler konuları ile ilgili ayrıntılar, alanımızın dışında olması itibariyle konuyu uzman dostlarımız çok daha iyi irdeliyorlar.
Ekonomi başlı başına bir konu olduğu için başka makalelerde tartışabiliriz. Ancak şunu söyleyebiliriz ki, Türkiye ekonomisini, sömürge tipi ülkelerin ekonomisinden farklı düşünemeyiz.
AKP Döneminde Yaşananlar
1990’larda başlayan ve adına “KARANLIK DÖNEM” dediğimiz olayların bir tekrarı AKP döneminde yaşanmıştır. Hafızamızı tazelersek tek adam rejimine doğru giden yolu meşru gösteren ideolojiyi özetlersek:
15 Kasım 2003 tarihinde İstanbul’da Neve Şalon Sinagogu ve Bet İsrael Sinagogu’na düzenlenen bombalı eylemler sonucu 28 kişi yaşamını yitirdi, 300’den fazla kişi yaralandı.
20 Kasım 2003 tarihinde Birleşik Krallık İstanbul Başkonsolosluğu’na ve HSBC Genel Merkezi’ne bomba yüklü kamyonla düzenlenen, yapılanmakta olan El-Kaide saldırısında 31 kişi öldürüldü, 450’den fazla kişi yaralandı.
30 Nisan – 16 Temmuz 2005 tarihinde Kuşadası Saldırıları diye bilinen olayda, Kuşadası kent merkezine bırakılan bombanın etkisiz hale getirilmesi sırasında 1’i polis, 2’si turist 6 kişi yaşamını yitirdi.
10 Temmuz 2005 tarihinde İzmir’in Çeşme ilçesine benzer bir bombalı olay yaşandı. Çoğu turist olmak üzere 20 kişi yaralandı. 9 Sanığa 101’er kez ağırlaştırılmış hapis cezası verildi.
9 Mart 2006 tarihinde Van’da Belediye zabıta ekiplerine ait bir araç yoldan geçtiği sırada araca yaklaşan birinin üzerinde patlayıcıların infilak etmesi sonrasında 3 kişi öldü, 19 kişi yaralandı. Saldırıdan PKK’den şüphelenildi.
17 Mayıs 2006 Danıştay Saldırısı diye bilinen olayda Danıştay 2. Dairesi’nde müzakere halinde olan heyete karşı silahlı eylem gerçekleştirildi. 1 hâkim öldü, 4 hâkim de yaralandı. Bu olay daha sonra burjuva devletinin yönetemediği Türkiye’de Ergenekon yargılanmalarının temel dayanaklarından biri olarak kullanıldı.
19 Ocak 2007 tarihinde gazeteci Hrant Dink, içinde polisin, jandarmanın ve MHP’lilerin azmettirici olarak görevlendirdikleri Ogün Samast adlı bir ülkücü genç tarafından katledildi.
18 Nisan 2007 tarihinde Malatya’daki Zirve Yayınevi’ne yapılan baskında biri Alman, ikisi Türk, üç Hıristiyan’ın boğazı kesilerek katledildi.
22 Mayıs 2007 tarihinde Ankara’da Anafartalar Çarşısı’nda bir kişinin üzerinde patlayıcıların infilak etmesi sonucu 9 kişi hayatını kaybetti, 110 kişi yaralandı.
22 Mayıs 2009 tarihinde Kürtler arasında yapılan ayırımla bir kısım Kürt’ün koruculuk görevi ile görevlendirilmesi sonucu Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı Bilge köyünde töre cinayeti diye duyurulan baskında çoğu çocuk olmak üzere 44 kişi katledildi. Olayda 17 kişi yaralandı.
28 Aralık 2011 tarihinde “Roboski Katliamı” diye bilinen Şırnak, Uludere Operasyonu’nda Türk Hava Kuvvetleri’nin F – 16 savaş uçaklarıyla yaptığı bombardıman sonucu 34 sivil insan katledildi. Bir o kadar katır ve at da katliamdan nasibini aldı.
11 Mayıs 2013 tarihinde Türkiye hükümetinin koruması altında IŞİD tarafından Reyhanlı Saldırısı olarak bilinen bomba yüklü bir aracın kullanıldığı saldırıda 52 insanımız katledildi, 146 kişi de yaralandı.
31 Mart 2015 tarihinde İstanbul, Şişli’de Adalet Sarayı’nda Haziran Direnişi diye bilinen olayda Berkin Elvan’ın polis tarafından öldürülmesi sonrasında soruşturmayı yürüten Cumhuriyet savcısı Mehmet Selim Kiraz, DHKP-C diye bilinen örgüt tarafından rehin alındı. Resmi makamlarca verilen bilgiler doğrultusunda Savcı öldürüldü. Polisin yaptığı baskın sonrasında iki saldırgan ölü olarak ele geçirildi.
5 Haziran 2015 “Diyarbakır Mitingi Saldırısı” diye bilinen olayda HDP ve demokratik kitle örgütlerinin de aralarında bulunduğu miting sırasında IŞİD, tarafından düzenlenen bombalı saldırıda 5 kişi yaşamını yitirdi, 400’ün üstünde kişi de yaralandı. Olayla ilgili 20 yaşındaki IŞİD üyesi yakalandı.
20 Temmuz 2015 tarihinde Urfa’nın Suruç ilçesinde Suruç Saldırısı diye bilinen olayda Suriye’nin Kobanê kantonuna yardım götürmek üzere toplanan Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu üyelerine karşı IŞİD tarafından düzenlenen bombalı saldırıda 34 genç insanımız katledildi, 104’ten fazla insan yaralandı.
10 Ekim 2015 tarihinde Ankara’da Gar Katliamı diye bilinen IŞİD’in düzenlediği intihar saldırısında 109 kişi öldü, 500’den fazla insan yaralandı. Suruç’ta gerçekleşen patlamanın bir benzeriydi.
12 Ocak 2016 tarihinde İstanbul, Sultanahmed saldırısı diye bilinen ve turistlere karşı düzenlenen intihar saldırısında biri eylemci, 13 kişi öldü, 16 kişi yaralandı.
13 Ocak 2016 tarihinde Diyarbakır, Çınar ilçesinde yol üstünde bulunan Emniyet Müdürlüğü binasına uzun namlulu silah ve roketatarlı saldırıda 1’i 4 yaşında, biri 5 yaşında diğeri 1 yaşında iki kardeş, toplamda 6 kişi öldü, 39 kişi yaralandı. Resmi kaynaklar, olayın PKK tarafından işlendiğini duyurdu.
17 Şubat 2016 tarihinde Ankara, Çankaya ilçesinde askeri servis aracına yaklaşan bomba yüklü aracın infilak etmesiyle 1 sivil ile birlikte 29 askeri personel öldü, 61 kişi yaralandı. Olayda TAK adlı örgütten şüphelenildi.
13 Mart 2016 tarihinde Ankara Saldırısı diye bilinen katliamda Güvenpark, Kızılay, Ankara otobüs duraklarına yakın mesafede 2’si saldırgan olmak üzere toplamda 38 kişinin hayatını kaybettiği, 19’u ağır, 125 kişinin yaralandığı bombalı araç saldırısında siviller hedef alındı. Olayı herhangi bir örgüt üstlenmezken PKK’dan şüphelenildi.
19 Mart 2016 tarihinde İstanbul İstiklal Caddesi’nde IŞİD’li olduğu bildirilen bir saldırganın üzerindeki patlayıcıların infilak etmesi sonucu 5 kişi öldü, 36 kişi yaralandı.
1 Mayıs 2016 tarihinde Gaziantep, Şehitkamil ilçesinde Emniyet Müdürlüğü önüne konan bomba yüklü aracın infilak etmesi sonucu 4 polis öldü, içlerinde sivillerin de bulunduğu 23 kişi yaralandı. Olayın IŞİD tarafından üstlendiği bildirildi.
7 Haziran 2016 tarihinde İstanbul Fatih ilçesinde İÜ Edebiyat Fakültesi’ne nöbet değişimi sırasında Çevik Kuvvetler ekibine yönelik bomba yüklü aracın infilak etmesi sonucu 1’i saldırgan 5’i polis 7 sivil, toplamda 13 kişi öldü, 36 kişi yaralandı. Olayı TAK adlı örgütün üstlendiği bildirildi.
28 Haziran 2016 tarihinde İstanbul, Atatürk Havalimanı’nda dış hatlar terminali ve otopark bölgesinde eş zamanlı yapılan bombalı intihar saldırısında 45 kişi öldü, 236 kişi yaralandı. Olayı IŞİD’in üstlendiği bildirildi.
18 Ağustos 2016 tarihinde Elazığ Emniyet Müdürlüğü’ne gelen bomba yüklü aracın infilak etmesi sonucu 6 kişi öldü, 210’dan fazla insan yaralandı. Olayın PKK tarafından üstlendiği açıklandı.
20 Ağustos 2016 tarihinde Gaziantep Şahinbey ilçesinde bir düğün sırasında yapılan saldırıda 57 kişi hayatını kaybetti, 90 kişiden fazla insan yaralandı. Olayı IŞİD’in üstlendiği belirtildi.
26 Ağustos 2016 tarihinde Cizre Emniyet Müdürlüğü ve Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü binalarının bulunduğu sokağa patlayıcı yüklü kamyonun, polis kontrol noktasında infilak etmesi sonucu biri saldırgan 12’si emniyet personeli öldü, 3’ü sivil olmak üzere 78 kişi yaralandı. Olayı PKK’nın üstlendiği bildirildi.
9 Ekim 2016 tarihinde Şemdinli-Yüksekova karayolu üzerinde patlayıcı yüklü kamyonetin kontrol noktasındaki araçların arasında infilak etmesi sonucu 10 askeri personel, 6 sivil ve bir PKK’lının öldüğü açıklandı. Olayda 26 kişi yaralandı.
16 Ekim 2016 tarihinde Gaziantep Şahinbey ilçesinde iki eve yapılan operasyonda iki IŞİD militanın üzerindeki patlayıcının infilak etmesi sonucu 3’ü polis, 2’si saldırgan 5 kişi öldü, 4’ü Suriyeli 13 kişi yaralandı.
4 Kasım 2016 tarihinde Diyarbakır, Bağlar ilçesinde Çevik Kuvvet Şube müdürlüklerinin bulunduğu ek bina yakınlarında bomba yüklü aracın infilak etmesi sonucu 2’si polis, 1’i teknisyen, 8 sivil olmak üzere 12 kişi yaşamını yitirdi, 100’e yakın kişi yaralandı. Olayı üstlenen olmamakla birlikte PKK veya TAK adlı örgütlerden şüphelenildi.
10 Aralık 2016 tarihinde İstanbul Beşiktaş ilçesindeki Vodafone Park yakınlarında stadyumda oynanan maç çıkışı, çevik kuvvet birimlerinin toplanma noktasında patlayıcı yüklü bir araç uzaktan kumandayla infilak ettirildi. Bu saldırıdan yaklaşık 1 dakika sonra Maçka Demokrasi Parkı’nda intihar eylemcisine polisin müdahalesi sonucu saldırgan��n üzerindeki patlayıcının infilak etmesi sonucu 39’u polis, 7’si sivil, 2’si saldırgan toplamda 48 kişi yaşamını yitirdi, aralarında sivillerin de bulunduğu 166 kişi yaralandı. Olayı üstlenen olmadı.
17 Aralık 2016 tarihinde Kayseri, Melikgazi ilçesinde Erciyes Üniversitesi yakınında bombalı araç ile gerçekleştirilen intihar saldırısında 15 askeri personel ve canlı bomba saldırganı hayatını kaybetti. 56 kişi yaralandı. Olayı üstlenen olmadı.
1 Ocak 2017 tarihinde Reina Katliamı diye bilinen olayda Beşiktaş, Ortaköy semtinde bir gece kulübüne yeni yıl kutlamaları sırasında IŞİD’in düzenlediği silahlı saldırıda 39 kişi katledildi, 70 kişi yaralandı.
Yukarıdaki kronoloji, öne çıkan bazı olayları kapsamaktadır. Tüm olayları yazmak uzun sürerdi. Sömürge tipi bir ülkede kaos ortamını yaratmak, egemen küresel sermayenin görevlerinden biridir. AKP dönemi de diğer dönemlerde gördüğümüz kanlı ve katliamcı olayların en önde gelenidir. Bir ülkede kaos ortamının yaratılması, en çok küresel kapitalistlerin işine yarayan bir olgudur. AKP hükümetleri sanki bu olaylara seyirci kalmış gibidir.
Sonuç
Bazı siyaset bilimcilerin gazetelerdeki yazılarında 12 Eylül darbesinin faşist bir darbe olmadığını, sadece darbe ile sınırlı kaldığını, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra Türkiye’de yaşananların da faşizmle uzaktan yakından ilgisinin olmadığı türü makaleler ya bilerek ve çarpıtılarak ya da okumuş cahil rollerine soyunarak kaleme almışlardır. Faşizm, dünyada sadece Hitler dönemi Nazizm’ine mahsusmuş. Ve eğer bunu akademisyen diye geçinen siyaset bilimcilerinden ve uzman yazarlardan okuyorsak, bunun anlamı açıktır. Büyük kitlelerin anti-faşist direnişine ve mücadelede engelleyici rol oynuyorlar demektir. Dolayısıyla mevcut siyasal iktidarın faşist şeflik rejimine karşı mücadelede teorik ve ideolojik donanımı engelliyor, ya da zayıflatıyorlar. Faşizme ve otoriterliğe karşı verilen mücadelede bu donanıma ihtiyaç vardır.
Günümüz AKP-MHP ittifakı döneminde düşüncelerimizi, ifade etmek istediğimizi özgürce söyleyemiyor, “terör” ile ilişkilendiriyor ve tutuklanıyorsak, bunu salt otoriterizm ile ilişkilendirmek burjuva liberallerinin bilerek gerçeği sapıtmasından başka bir şey değildir. O zaman biz faşizmi, faşizmin düşünme ve ifade etme özgürlüğünü yasaklama özelliğini nereye koyacağız? Dört parçaya bölünmüş bir ulusun yaşadığı coğrafi bölgeye “Kürdistan” diyen yazarların, gençlerin tutuklanmasını “faşizm” değil de neyle açıklayacağız? Gözaltında, cezaevlerinde Türkiye’de bugün bazı değerli düşünürlerimizin “örtük” veya “açık” ya da “İslami” faşizm veya başka isim altında zorbalığın, hukuksuzluğun, şiddetin, kanlı rejimin olduğu yönünde yazılarına bilimsel içerikli cevaplar verilemedi. İster örtük olsun, ister açık veya İslami olsun; faşizme hangi sıfat takılırsa takılsın, bildiğimiz faşizmin dışında başka bir form değildir. Bunun sınıfsal nitelikten kaynaklanan baskılarını açık bir şekilde yaşıyoruz. Polis merkezlerinde gözaltılarda, cezaevlerinde bir insanlık suçu olan işkencelerden söz ediliyorsa, bunu salt otoriterizm ile açıklamamız da mümkün değildir. İnsan hakları ihlalleri, işkenceler, adam kaçırmalar, gözaltında taciz ve tecavüzler, faillerin cezasız bırakılması günümüzde meşru sayılan sıradan olaylarmış gibi gösteriliyor. Adalet Bakanlığı’na verilen soru önergelerinin cevapsız bırakılması bu olguları doğruluyor. Düşüncelerinden dolayı akademisyenler, siyasetçiler, yazarlar, öğrenciler hala tek adam rejiminin hâkim olduğu Türkiye’de yargının siyasallaşması sonucu gerekçesiz ve iddianamesiz bir şekilde cezaevlerinde yıllarca tutuklu kalıyorsa, nedenini ve nasılını tırmanan faşizmin bugünkü konumunda aramak gerekiyor. Olup bitenleri salt otoriter yapının bir gereği gibi göstermek veya düşünmek mümkün müdür?
Bilindiği gibi neoliberalizm, işçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki en büyük engeldir. AKP iktidara geldiği 2002 yılından başlayarak neoliberal politikaları eksiksiz uyguladı. Bu politikalarla birlikte kadınlar, çocuklar ve emekçiler üzerinde neoliberal, İslamcı ve gerici dayatma ve politikalar gütmeye başladı. Radikal İslamcı geleneğin bir temsilcisi olarak Hizbullah terör örgütü ve Müslüman Kardeşler ile ideolojik kardeşlik bağlarını güçlendirmeye çalıştı. IŞİD denen emperyalist icatlı radikal İslamcı terör örgütü mensuplarından bazıları katliamlara bulaştıkları halde tahliye ettiler. Dolayısıyla bu baskı rejimini her geçen gün ülkede yaşayan insanlar üzerinde ayırım yaparak arttırdılar. Başta kadınlar olmak üzere bugünün ve geleceğin emekçilerinin önünde direnmek, örgütlenmek ve demokratik kurtuluşun ancak sınıfsal bir mücadelenin dışında başka kurtuluş seçeneğinin bulunmadığı gerçeğini faşizan uygulamalarıyla gösterdiler.
Tumblr media
AKP iktidarında hukuk, salt muhalifleri cezalandırma aracı haline getirildi. AKP, parti ile devlet arasındaki ayırımı kaldırarak, parti devletine dönüştürdü. Fransa Kralı 14. Louis, “Devlet benim” demişti. Bunu söylerken, krallığı, devletin bütünlüğünü, halkın birbirinden ayrılmaz birliğini savunarak söylemiş ve bir rejim biçimine dönüştürmeyi hedeflemişti. Aynı kral, öldüğünde “ben gidiyorum, ama devlet ilelebet payidar kalacaktır” diyebilmişti. Gerçi mutlak krallık rejimi ile cumhuriyet ilkeleri taban tabana zıttır ama mutlak keyfilik rejimi de değildir. Bugüne dönelim. Bugün yönetilen cumhuriyet rejiminde mutlak keyfilik rejimini görüyoruz. Günümüzde ise Erdoğan, “Ben devletim” diyor. “Devlet benim” ile “Ben devletim” deyimi her ne kadar birbirine benziyor olsa bile büyük farklılık taşıyor. Yani, “ben devletim” diyen kişi öldüğü zaman, “ben gidersem, devlet çöker” anlamı çıkıyor. Bu da 15. Louis’in “Aman, ne olursa olsun. Ben yaşadığım sürece taht da benim tahtırevan da. Benden sonrasını veliaht düşünsün. İsterse tufan olsun,” sözünü akla getiriyor.
Günümüze kadar AKP iktidarının yaratmak istediği halk desteği, seçimle işbaşına gelen bir tür “despotik sultanlık” rejiminin yerleşmesini sağlamak amacıyla kullanıldı. Kurallar ve kurumlar sistemi, keyfi bir lider ve dar olan siyasi kadrosunun tahakkümü altına alındı. Kişisel kaprisler ve yandaşlığa dayalı, kendi hukukunu bile tanımayan bir sultanlık rejimi topluma dayatıldı. Bu da rejimin maskelenmiş biçimidir. AKP iktidarı siyasi ahlakın dışına çıkmış, liderin aşırı yüceltilmesi, onun her türlü keyfi tutumunun mazur gösterilmesine yol açmıştır. Keyfileşmiş iktidar, liderin tutarsızlıklarını, aşırılıklarını ve kaprislerini mazur görme kültürünü yerleştirmekle, yasa tanımazlık ve mevcut burjuva hukukunun tamamen tahrip edilmesine yol açmıştır. Aslında bu da sömürge tipi ülkelerin tipik özelliklerinden biridir. Olup bitenler, keyfilikler, küresel sermayenin verdiği izinle sınırlıdır.
Ülkedeki kamu sistemi, salt iktidar olanların çıkarlarına hizmet eden yoz bir diktatörlük modeline dönüşmüştür. Lider ve etrafındakiler, kamu kaynaklarını kendi özel mülkiyetleriymiş gibi kullanıyorlar. Emek üzerinde uygulanan sistemli baskılar, faşistleşmenin temel dayanağı haline gelmiştir. Ezcümle, ülkeyi bulanık suya çevirmek, yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık, yozlaşma, zulüm, kargaşa, yangınlar, ötekileştirme vb. kaos ortamını yaratmak en çok kimin işine yarıyor diye sorsak, bunun cevabını ülkeyi, 1980 öncesi kargaşa ortamına kimler sürükledi sorusunun cevabında buluruz. Hiç şüphesiz ki bu cevap aynı zamanda madalyonun arka yüzünü gösteriyor. Madalyonun ön yüzünde daime aktörler, piyonlar vardır. Erimler, Evrenler ve günümüz benzerleri… Aktörlerin bazıları sadece kendisine verilen görevle yetinmiş; bazıları ise ne yazık ki, kendisine verilenle yetinmemiş, çok daha fazlasını talep etmiş, hatta dünyaya hükmetmek istemişlerdir. Tarih sayfaları bunların örnekleriyle doludur. Madalyonun arka yüzünde uluslararası finans kapitalizmi vardır ki, her şeye muktedirdir. Ülkeleri bölüp parçalamaya, suni sınırlar çizmeye, halklar arasına nifak sokmaya, aktörlere yön vermeye muktedirdir. Hatta savaşları, iç karışıklıkları, soykırımları, milyonlarca insanın hunharca katledilmesini bile kendisinde görev olarak görebiliyor. Ahmed Arif, boşuna “tanı bunları, tanı da büyü” dememişti ünlü dizelerinde… Kaldı ki insanlığın sosyalizm dışında başka bir geleceği de yoktur.
Otoriter rejimlere, istibdat yönetimlerine, padişahlığa, kaanlığa, sultanlığa ya da Türk tipi başkanlık sistemlerine karşı herhangi bir tepki göstermememizin veya sessiz kalmamız ve kabullenmemizin nedenini belki de başka yerlerde arama gereğini aklımıza getirmemiş olabiliriz. Kimi zaman atalarımızın bize bıraktığı genetik miras yoluyla, kimi zaman rüyalarımızın ve hayallerimizin renklerinin kodlarının değişimiyle, kimi zaman uzun süre birlikte yaşadığımız ve alışarak belki de vazgeçemediğimiz alışkanlıklarımızla, kimi zaman bilinçaltımızdaki kodların yer değiştirmesiyle kabullenmiş olmamız mümkün olabilir; araştırılmalıdır. Tüm bu sayılanlara rağmen temel nedenin üretim ilişkilerinde yattığı unutulmamalıdır.
Gençlerimizin durumuna gelince: Batılı toplumların yaşamış olduğu koşulları ya bizzat yerinde görerek ya da görsel basın ve yayın aracılığıyla, belki de emperyalizmin bize dayattığı kültürel değişimleri gerektiren özentilerle gençlerimiz, kadınlarımız ve toplumun önemli kesimi artık bu tür yönetim biçimlerini içlerine sindirebilecek tahammülleri kalmamıştır. Gençlerimizin batıda yaşam isteklerini artık bu tür yönetim biçimleri engelleyemiyor. Ekonomisi çökmüş, burjuva demokrasisinin seçimden seçime görünen gölgesi bile kalmamış bir toplumda yolsuzluk, yozlaşma, mafyatik ilişkiler almış başını gidiyor. Bu tür yaşam koşullarına zorladığımız gençlerimiz; ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve gelecekle ilgili korkularını yenebilecek, güvenini kazanabilecek umutlarına, aydınlık yarınlarına çare olabilecek yönetim biçimi artık ufukta bile göremiyor. Toplumsal ahlak çökmüş, dejenere olmuş yaşam biçiminin hâkim olduğu günümüzde gençlerimizin bu yaşam tarzına tahammülü kalmamıştır. Onların güvenini kazanabilecek, yaşam koşullarını değiştirebilecek, umutlarına çare olabilecek, insanca yaşayabilecek, aydınlık yarınlar vadedebilecek toplumsal kodlarla ancak bu kadar oynanabilir. Bu salt Türkiye’yle münhasır bir olgu değildir. Tüm sömürge tipi ülkelerde neoliberal politikaların getirdiği, küresel egemen güçlerin istediği ve aktörleri aracılığıyla yaşattığı kaoslu yaşam tarzına çoğumuz sessiz kalabiliriz, ancak gençlerimizin sessiz kalması engellenemiyor, engellenemez de… Çünkü zorba yönetimlere alıştırmaya, gençlerimizi yaşam koşullarına adapte etmeye artık kimsenin gücü yetmiyor.
Geleceğimiz olan genç nesillere aydınlık yarınlar bırakmak insanlık borcumuz ve görevimiz olmalıdır.
[1] Korporatizm, hepsi tüketici olan tüm üreticiler tarafından bütün tüketiciler için düzenli üretimdir. Bir taraftan işletmeler tarafından işletilenler, diğer taraftan da üretim ile tüketim arasındaki ilişkileri değiştirme ve geliştirmeye yönelik ekonomik ve politik bir sistemdir. İki temel amacı vardır. Biri ekonomik hayatı yeniden kurmak, diğeri de sosyal adaleti tesis etmek
[2] Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim (Yıldız Yayınevi, İst. 1979 sf. 142)
[3] Milli Mücadele, anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı değildi. Yunanlıları ülkeden kovduk. Bu bağlamda İngiliz, Fransız ve İtalyanlara karşı da savaşmadık. İngilizler, Milli Mücadele döneminde bir ara Yunanlıları desteklediler, bir süre sonra bu desteği de çektiler. Bazı tarihçilere göre Cumhuriyet’i emperyal ülkelerin katkısıyla kurduk. Sovyetler Birliği’nde yükselen devrim rüzgârının Türkiye’ye sirayet etmesin diye…
[4] Bülent Falakoğlu, Burjuvazimizin Kanlı Tarihi (Evrensel, 27 Mayıs 2013)
[5] Mehmet Efe Çaman, Türkiye toplumu faşizme meyilli mi? (TR724, 18 Mayıs 2020)
[6] 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başlarının Batı (Avrupa) kültürü, düz bir çizgi üzerinde demokratik yapıya doğru ilerlememiştir. Tersine, demokrasi ve anti-demokrasi unsurları iç içe ve yan yana, bir arada tırmanmıştır. Gittikçe tırmanan sağ milliyetçilik, ırkçılık tarih sahnesine en ilkel biçimiyle çıkmıştır. Türkiye’de İttihat ve Terakki zihniyeti bunun tipik göstergesi konumundadır. Burjuva demokratik devrimini tamamlamamış ülkelerde bunun tipik ilkel yapısını görüyoruz.
[7] Tahir Laçin, Dünden Bugüne Türkiye’de Faşizm (Marksist Teori Dergisi, Mart – Nisan 2019, sayı 36)
[8] https://www.derintarih.com/soylesi/fikret-baskaya-kemalizm-bir-burjuva-ideolojisidir-ve-burjuva-ideolojisinin-capi-ne-kadarsa-kemalizmin-capi-da-o-kadardir/
[9] Özdemir İnce, Türkiye, Birleşmiş Milletler’e nasıl üye oldu? (24 Şubat 2009 Hürriyet Gazetesi)
[10] Tarihte haftanın olayı: 6-7 Eylül Olayları (Şalom Gazetesi 5 Eylül, 2012)
[11] https://tr.wikipedia.org/wiki/6-7_Eyl%C3%BCl_Olaylar%C4%B1
[12] Kronoloji: Öncesi ve Sonrası 12 Eylül (Aljazeera Türk, 9 Mayıs, 2015)
[13] Nadire Mater, 90’ların Hak Mücadeleleri’ne Başlarken (Bianet, 8 Aralık 2014)
[14] Burhan Ekinci, Türkiye’nin faili meçhullerle sınavı, (Aljazeera Türk, 3 Mart 2014)
[15] Ferda Koç, “AKP Faşizmi” veya “Sömürge Tipi Faşizmin AKP dönemi”  (Sendika Org. 8 Şubat 2012)
[16] Ferda Koç, “AKP Faşizmi” veya “Sömürge Tipi Faşizmin AKP dönemi” (Sendika.org 8 Şubat 2012)
[17] Korkut Boratav, Günümüz faşizmi üzerine (Sol TV, 12.03.2021)
[18] OHAL süreci bir yıldan 9 yıllık 12 Eylül’ü aştı (Duvar Gazetesi 12 Eylül 2017)
[19] AKP’nin 19 yıllık iş cinayeti bilançosu: En az 28 bin 380 işçi hayatını kaybetti (”dokuz 8 HABER, 03.11.2021)
https://noktahaberyorum.com/dunden-bugune-fasizm-3-mazhar-ozsaruhan.html
2 notes · View notes
korayaker · 5 years
Text
SİYASET
Lenin Sol komünizm Lenin Nisan tezleri Lenin Proleter devrim dönek kuattscki Lenin devlet ve devrim Lenin Emperyalizm Lenin Burjuva demokrasisi ve proleterya diktatörlüğü Lenin Ne yapmalı Lenin Materyalizm ve Ampiryokritisizm Lenin Bir Adim Ileri Iki Adim Geri Marx Engels Bir Adim Ileri Iki Adim Geri Alman İdeolojisi Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı Ücretli Emek ve Sermaye Ailenin ve özel mülkiyetin kökeni Mao zedung Çelişki Üzerine Uzatmalı Savaş Üzerine Seçme Eserler -ı-ıı-ııı Josef Stalin Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu leninizmin ilkeleri Georgi Dimitrov Faşizme Karşı Birleşik Cephe Leo huberman Sosyalizmin alfabesi Politzer Felsefenin başlangıç ilkeleri Politzer Felsefenin Temel İlkeleri Nikitin Ekonomi politik Maksim Gorki Küçük burjuva ideolojisinin eleştirisi Kalinin Devrimci Eğitim Devrimci Ahlak Che Guevara Ekonomi ce sosyalist ahlak Paul lafargue tembellik hakkı A.Şnurov Türkiye proleteryası John Reed Dünyayı Sarsan On Gün Ellen Meiksins Wood Sınıftan Kaçış İbrahim kaypakkaya Seçme eserler Mahir çayan Bütün yazıları Hikmet kıvılcımlı Türkiyede kapitalizmin gelişimi Emrah cilasun - mustafa suphi ve yoldaşlarını kim öldürdü Kapitalizm, Arzu ve Kölelik, Frederic Lordon Yeryüzünün Lanetlileri - Frantz Fanon Terry Eagleton Marx Neden Haklıydı Jhon Zerzan Gelecekteki ilkel Paulo Freire Ezilenlerin Pedagojisi Kropotkin- Ekmeğin Fethi Ivan Illich'in Okulsuz Toplum
TOPLUMSAL CİNSİYET
Friedrich EngelsAilenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni Clara Zetkin Kadın Sorunun Üzerine - Komintern Clara Zetkin Lenin'in Bütün Dünya Kadınlarına Vasiyetleri Auguste Bebel Kadın ve Sosyalizm Alexandra Kollontai Marksizm ve Cinsel Devrim Alexandra Kollontai Komünizm ve Aile Alexandra Kollontai Bir çok hayat yaşadım Sibel Özbudun Marksizm ve Kadın Emek, Aşk, Aile Sibel Özbudun Küreselleşme , Kadın ve Yeni - Ataerki Ricardo Coler Kadın Krallığı Elisabeth Badinter Biri Ötekidir Shulamith Firestone Cinselliğin Diyalektiği Diana Gittins Aile Sorgulanıyor Simon de beauvoir ikinci cins Valeri solanes -Erkek doğrama cemiyeti
PSİKOLOJİ
Sigmund Freud Totem ve tabu Sigmund Freud uygarlığın huzursuzluğu Sigmund Freud Düşlerin Yorumu Joel Kovel Tarih ve Tin Michel Foucault Deliliğin Tarihi Jean Twenge Ben nesli Rollo May Kendini Arayan İnsan Pascale Chapaux-Morelli İkili İlişkilerde Duygusal Manipülasyon Erich Fromm Sevme Sanatı Eric Fromm- Özgürlükten Kaçış Caren horney çağın Nevrotik kişiliği
POSTMODERN FELSEFE
john zerzan- Gelecekteki ilkel Terry Eagleton Postmodernizmin Yanılsamaları Fredric Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı Jean Baudrillard Simülakrlar ve Simülasyon Jean Baudrillard Tüketim Toplumu Jean Baudrillard Kötülüğün Şeffaflığı Jean Baudrillard baştan çıkarma üzerine Rainer Funk Ben ve Biz Postmodern İnsanın Psikanalizi - Zygmunt Bauman Akışkan Aşk / İnsan İlişkilerinin Kırılganlığına Dair Zygmunt Bauman  Akışkan Modernite Jean François Lyotard Postmodern Durum Michel Foucault Özne ve İktidar / Seçme Yazılar Michel Foucault Cinselliğin Tarihi Karakter Aşınması - Richard Sennett Kamusal insanın Çöküşü Richart Sennet Guy Debort- Gösteri toplumu
VAROLUŞÇU FELSEFE
Arthur Schopenhauer Cinsel Aşkın Metafiziği Arthur Schopenhauer ,Hayatın Anlamı Arthur Schopenhauer İsteme ve Tasarım Olarak Dünya Emil Michel Cioran Çürümenin Kitabı Terry Eagleton Hayatın anlamı Fernando Pessoa Huzursuzluğun Kitabı Ferdinand celine gecenin sonuna yolculuk Jean Paul Sartre Bunaltı Cesare Pavese Yaşama Uğraşı Frnaz kafka Dönüşüm Samuel Beckett Godot'yu Beklerken Hermann Hesse Siddhartha Dostoyevski Yeraltından Notlar Dostoyevski Suç Ve ceza Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt Nietzsche ecce homo Nietzsche Decal Candide - Voltaire Albert CamusYabancı Jhon fante toza zor Terry Eagleton Kötülük Üzerine Bir Deneme
ROMAN VE KLASİKLER
Maksim gorki Ana Maksim Gorki Benim üniversitelerim Dimitır dimov tütün Jack London’ Demir ökçe John Steinbeck Fareler ve İnsanlar Harper Lee Bülbülü Öldürmek Victor hugo sefiller Goethe Genç Werther'in Acıları Balzac vadideki zambak Dostoyevski Suç ve Ceza Dostoyevski Kumarbaz Dostoyevski Budala Stefan Zweig Satranç Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Irvin D. Yalom Nietzsche Ağladığında Lev Tolstoy Anna Karenina Vladimir Bartol Fedailerin Kalesi Alamut Amin Maalouf Doğunun Limanları Türk Edebiyatı Sabahattin Ali Kürk Mantolu Madonna Sabahattin Ali Kuyucaklı yusuf Sabahattin Ali İçimizdeki Şeytan Ahmet Hamdi tanpınar Huzur Ahmet Hamdi tanpınar Saatleri ayarlama enstitüsü Yaşar kemal ince memed Recaizade Mahmut Ekrem Araba Sevdası Mehmet Rauf Eylül Peyami Safa Yanlızız Peyami Safa Fatih-Harbiye Namık Kemal İntibah Orhan Pamuk Orhan pamuk kırmızı saçlı kadın Yusuf atılgan aylak adam
Distopya-Ütopya
Aldous Huxley Cesur Yeni Dünya 1984 - George Orwell Ursula K. Le Guin Mülksüzler Damızlık Kızın Öyküsü
Din Ve Andropoloji
Tanrı'nın Tarihi - Karen Armstrong Ludwig Feuerbach-Hristiyanlığın Özü Marx Engels- Ailenin ve özel mülkiyetin kökeni Lewis Henry Morgan-Eski toplum Wilhelm Reich- Cinsel ahlakın boy göstermesi Freud totem ve tabu Claude Levi – Strauss  Yapısal Antropoloji Tarih Sümer'de Başlar , Samuel Noah Kramer M. İlin-İnsan Nasıl İnsan Oldu Darwin Türlerin kökeni Turan Dursun Din bu Dine Karşı Din - Ali Şerati Ataların Hikayesi Richard Dawkins Sibel özbudun -Antropoloji: Kuramlar, Kuramcilar Lenin Din Üzerine Karl -Marx Yahudilik üzrine Hayvanlardan Tanrılara - Sapiens , Yuval Noah Harari Deccal - Friedrich Nietzsche Ahlakın soykütüğü- Friedrich Nietzsche
145 notes · View notes
frjunior · 5 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
KANLI EYFEL
Fransa tarihi;
Osmanlı Devletine yağcılık yaparak kapitülasyonları sinsice kabul ederek yılan gibi çöküş zamanını beklemek ve bunun yanında Osmanlı Devleti arkasından iş çevirerek yıkılmasına en büyük neden olan Milliyetçi hareketi desteklemek.
1. Dünya Savaşı sonrasında kaybeden devletlerden biri olan Almanya’nın bütün parasına el koyarak bunları taksit halinde ödemesine göz yummuştur. Bu ödemeler gerçekleşmez ise (ödemelerin gerçekleşmeyeceğini adları gibi biliyorlardı) toprakların bir bölümüne el koyacaklardı. Bu anlaşma koca bir ülkeyi küçük görerek bir vagonun içerisinde yapılmıştır.
1. Dünya Savaşı sonrasında yapılan anlaşmalar ile para ve toprak yağmuruna tutulan Fransa devleti gemiler ile yola çıkarak gibi Benin, Burkina Faso, Gine, Fildişi Sahili, Mali, Nijerya, Senegal, Togo, Kamerun, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad, Kongo, Ekvator Ginesi, Gabon ve Cezayir gibi ülkeleri haraca bağlayarak bu ülkede yaşayan fakir ve yoksul kesimi gemilere bindirerek Fransa’ya getirerek Nice, Marsilya, Paris gibi büyük şehirlerde satmaya başlamıştır. (2. ve 3. Fotoğraf )
Bunlar ile durmayan Fransa Devleti yapılan Lozan Barış Antlaşmasına karşı gelerek yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni Ermeni Soykırımı yalanı ile suçlayarak, iftiralar ile topa tutmuştur. (Gözlerini kan bürümüş Ermeni çeteler, aralarında ’kız mı, oğlan mı’ iddiasına girdikten sonra hamile kadının karnını kasaturayla deştilerHocalı katliamında yaşanan bir sahne şu diyaloglarla dünyayı şok etti:  “Elleri bir ağaca arkadan bağlanan hamile bir kadının başına dikilmiş olan iki Ermeni yazı tura atıyordu...) 
Bu yaşanan barbarlık sonucunda Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve kurmayları Ermeni toplumunu ülkeden gönderme kararı aldılar. Lakin Ermeni toplumunun yaptığı barbarlıklar Fransa Devleti için o dönemde modernlik sayılacak bir hareket olmuş ki Türkiye Cumhuriyeti’nin soykırım yaptığına inanmışlardı... ( 4. Fotoğraf )
 2. Dünya Savaşı sırasında daha Nazi Almanya Devleti’ne yanaşmaya fırsatları kalmadan Adolf Hitler aynı vagonda ve aynı antlaşmanın daha ağır kuralları ile birlikte Fransa Devleti’ni ele geçirdi. ( 5,6 ve 7. Fotoğraf)
+Büyüyünce ne olmak istiyorsun? -Diktatör, ya sen? +Kayısılı turta. (8.  Fotoğraf)
Jeux D’enfants (Yann Samuell, 2003)
İşte o kanlı dönmelerden sonra savaşlar yerini iğrenç ve yalanlar üzerine kurulu politikaya bıraktı. Lakin Eyfel daha fazla kan istiyordu...
İkinci Dünya Savaşı bitince Almanya'a tekrar kayıtsız şartsız teslim antlaşmasını imzalamk zorunlu kılındı. Eyfel’in kana susamış askerleri ne yapmışlar, tahmin edin!
Aynı vagonu günlerce aramaya koyularak bütün bölgelerin altını üstüne getirmişler. Ancak aksiliğe bakın ki vagon yok. Çünkü Adolf Hitler, "Tarih boyunca Almanya dünyanın hakimi olacak, artık vagona ihtiyaç yok" diyerek vagonu söktürmüş ve yok etmiştir.
Ama kana susamış askerler durur mu? Durmaz, çünkü o kan bir şekilde alınacaktı Alman Devletinden. Vagon yerine geçmişte imzaların atıldığı kalemi müzeden getirip Alman Devletine imza attırmışlar... (bkz:6.Madde) 
Tumblr media
Yukarıya bıraktığım görsele iyi bakın sayın okur. Ellerinde Cezayir bayrağı ile kutlama yapan bir kadın. Yer Fransa Marsilya. O kadın belki geçmişini iyi öğrenmemişti belki de anlatılmamıştı. Ben buradan size buradan o geçmişi aydınlatmak istiyorum. Cezayir’li insanlar sömürge olarak ilk getirildiklerinde kendilerinin burada çalışacaklarını ve hayatlarını kazanacaklarını düşündüler. Lakin yukarıda bahsettiğim gibi Fransa Devleti onları oraya köle olarak getirmişti.
Yer Fransa Marsilya. Elinde Cezayir bayrağı olan kadın şampiyonluk sevinci yaşıyor. Tam yan tarafı Marsilya denizi. 250.000 Cezayir’li İNSANIN katledilip içine atıldığı deniz. Her gün binlerce insan o katliam ile birlikte yüzüyor... 
Tumblr media Tumblr media
Fransa;
“Tarih kazananlar tarafından yazılmaz mı? Birçok ülke için PKK terörist değildir ama sizin için böyledir. Bunu dikkate almamız gerekiyor” 
Türkiye;
“Hangi kıt bilgiyle tarih konusunda bu kadar net karar veriyorsunuz. Bu bilgi eksikliği olduğu halde karar vermenin tek sebebi vardır, o da popülizmdir. Maalesef sizin başkanınız da popülizme yenilmiştir. Soykırım ve tarih konusunda Türkiye'ye ders verebilecek en son ülke Fransa'dır. Çünkü Ruanda'da, Cezayir'de olanları unutmadık. Fransa önce kendi karanlık tarihine baksın, Türkiye'ye ders vermeye kalkmasın. Sizler böyle tepeden bakmaya devam edin, ama biz de size bu şekilde haddinizi bildirmeye devam edeceğiz. Siz kendinizi üstün görmeye devam edin, ama bu muameleyi kabul etmeyen doğruları söyleyen bir Türkiye var”
İşte sayın okuyan. Yukarıda bıraktığım iki fotoğrafı ve diplomatlar arasında geçen diyaloğu açıklamak isterim.
İlk karikatür ve aşağıda olan fotoğrafa dikkatlice bakın. Fransa’nın Dünya Kupası’nı kazanmış kadrosu ve içerisinde bulunan oyuncuların ırkları.
Şimdi aşağıda olan diyaloğu iyice okuyun...
FRANSA GÜZELDİR, EYFEL YÜKSEKTİR, ONLAR HEP HAKLIDIR. AMA HER NOKTASI KANLIDIR...
1 note · View note
onderkaracay · 4 years
Text
Sömürge ve Faşizm
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyadaki bir çok sosyal bilimcinin beynini bir soru kemiriyordu: Kant, Hegel gibi büyük filozofları, Einstein gibi bilimcileri, Goethe gibi büyük yazarları, Wagner gibi büyük bestecileri çıkarmış bir Alman toplumu, nasıl olur da Hitler gibi bir delinin peşinden gitmişti? Üstelik 20 milyondan fazla insanın ölmesine neden olacağı halde? Hitler "mühendis kafalı" olmalarıyla ünlü Almanlara ne yapmıştı? Onların mantıklarını nasıl "servis dışı" hale getirmişti?
Sorunun özü şuydu: Mantıklı insanların/toplumların mantıksız davranmaya başlamasına sebep olan neydi ...
Uzun süren araştırmalarla cevabın bazı parçaları keşfedildi. En önemli kavram "R-kompleks" denilen olguydu. Almanların beyninde "R-Kompleks" denilen beyin bölgesi, baskın hale getirilmişti. R-kompleks, "sürüngen beyin bölgesi" demektir. Her beyinde bulunur. R kompleksle yönetmek, kitlelerin beynindeki "ilkel içgüdüleri aktive ederek, mantıklı düşünmeyi baskılamak" demektir.
Peki bu tip liderlerin metodu neydi? Sosyal psikoloji araştırmalarına göre, bir insanın beyinin R-kompleks seviyesine indirgemenin en iyi yollarından biri onu bir gruba dahil etmekti.
İnsanları "biz ve onlar" diye ayırmaktı. İç bağları sıkı bir grup içindeki kişi "akıl ihalesi" yoluyla mantığını kullanmaktan vazgeçebiliyordu.
Bu amaçla kullanılan ikinci yol, kitleleri "korku kültüründe" yaşatmaktı. Aynı şekilde "dış düşmanlar" göstererek korkuya dayalı politik propaganda yapılarak da kitleler R-kompleks seviyesine indirilebiliyor.
Bu siyasi stratejide 3-D çok önemlidir:
Düşman göster, dayanışma duygusunu kışkırt ..
Sürekli çatışma çıkar ki, taraftarların düşünemesinler ..
İnsanların mantığına değil içgüdülerine hitap et ..
Peki kitleler bu tip "R kompleksli" liderlerde ne buluyorlar?
En önemli açıklamalardan biri özdeşlik kurma psikolojisiydi. Kendi hayatında yenik, ezik, kompleksli kişiler, bu tür gücü ve otoriteyi temsil eden liderler üzerinden, kendilerini ezen kocalarından, patronlarından, üst sınıftan kendilerince intikam alıyorlardı.
R-komplekse hitap eden liderlerin en büyük sırrı, kendisini bir "intikam aracı" olarak sunmalarıydı.
Onlar hep; Kaybedenlere oynayarak kazanıyorlardı! Kimliklerini bir düşmana göre konumlandırıyorlardı. Mesajları şöyleydi: "Ben de senin gibiyim ama senin olmadığın bir yerdeyim, oyunla bana güç ver, nefret ettiğin herkesin canını okuyayım!"
Bu tip liderler kolaylıkla iktidara gelebilirken, gidişlerinde büyük bedel öder ve ödetirler. Bu tip liderler, toplumlar için bir zeka testidir.
Karşıt gruplara bölünen ve çatışmalar içinde bunalan toplum, zalim düşmanlara karşı ilkel bir birlik ve bütünlüğe sığınıyor.
R-kompleksi’ne tutulmuş olan gruplar, çaresizlik içinde bunalan, ezik ve yenik düşmüş bireyler, eşlerinden, patronlarından, güçlü sınıflardan nefret ederken... korku ve çatışma ortamını yaratan masum ve mağdur görünen liderle özdeşlik kuruyor.
Algı mühendisliğini tasarlayan ve yöneten lider, topluma şu mesajı veriyor ...
Ben de sizler gibiydim ama bugün başka yerde güçlüyüm. Oylarınızla, beni destekleyin ki düşmanlarımızın canına okuyayım, sizleri ve toplumu düze ve refaha çıkarayım...
Atatürk gibi bir lider çıkaran ülkemizin bugün düştüğü durum aynıdır.
Sömürünün olduğu her toplumda bu tür liderler çıkar.
Yirmi yıl öncesine ve yirmi yılda neler yaşadıklarımıza baktığımızda aynı şeyleri görürüz.
Almanlar neden bu tuzağa düştü sorgusunun cevabı da ülke ekonomisini tekelleştirerek sömüren Yahudilerdi.
Bugün ülkemizde de sermaye ve üretim dahil herşey tekelleşmis durumdadır. Bu tekelleşmenin arkasında Yahudiler ve onların yerli işbirlikçileri vardır. Bu durum asla sürdürülebilir değildir. Buradan Hitler'in yaptığı gibi bir sonuç çıkması için değil o yaşanan vahim durumdan ders alınarak özelleştirme sömürüsüne son verip kamulaştırma yolu ile toplumsal bir devrime dönüşmelidir.
| Önder Karaçay |
1 note · View note
colorfulkittyfun · 2 years
Photo
Tumblr media
Çanakkale yabancı dehası stratejisi silahı ile değil Osmanlının okullarında okumuş askeri deha kendi yetişmiş insan gücümüzle kazanılmıştır. Güvendiğimiz Alman mayını patlamadı ama Tophaneli hamdi' nin döşediği Nusret mayın gemisinden bırakılan Türk yapımı mayınlar patladı zırhlıları boğazda batıran bu mayınlardır. Kendi teknolojisini üretemeyen milletler sömürge kalmaya mahkumlardır. Çağın ilmi ve tekniğini yakalamalı kendi silahımızı savunma sanayimiz milli olmak zorundadır.Yerli ve milli olmak dünyaya kapanmak değil aksine açılmak yarışmak üretmek bunun içinde çok çalışmak zorundayız. (Istanbul, Turkey) https://www.instagram.com/p/CbODWk-NaPbK_vTCqIFN-Nx9kbmYBFQKOv8Lig0/?utm_medium=tumblr
0 notes
cinaraslan · 2 years
Text
VLADİMİR LENİN EFSANE SÖZLERİ
VLADİMİR LENİN: İKTİSADİ VE SİYASAL GELİŞMENİN EŞİTSİZLİĞİ, KAPİTALİZMİN MUTLAK BİR YASASIDIR. BUNDAN ŞU SONUÇ ÇIKAR Kİ, SOSYALİZMİN ZAFERİ, İLKİN KÜÇÜK BİR SAYIDAKİ KAPİTALİST ÜLKEDE VE HATTA YALNIZCA TEK BİR KAPİTALİST ÜLKEDE OLANAKLIDIR. BU ÜLKENİN MUZAFFER PROLETARYASI KAPİTALİSTLERİ MÜLKSÜZLEŞTİRDİKTEN VE ÜLKESİNDE SOSYALİST ÜRETİMİ ÖRGÜTLEDİKTEN SONRA, ÖTEKİ ÜLKELERİN EZİLEN SINIFLARINI KENDİNE ÇEKEREK, ONLARI KAPİTALİSTLERE KARŞI AYAKLANDIRMAYA ÖZENDİREREK, HATTA ZORUNLULUK DURUMUNDA SÖMÜRÜCÜ SINIFLARA VE ONLARIN DEVLETLERİNE KARŞI ASKERİ GÜÇ DE KULLANARAK KAPİTALİST DÜNYANIN GERİ KALAN BÖLÜMÜNÜN KARŞISINA DİKİLECEKTİR.
VLADİMİR LENİN: EZİLEN SINIFIN PROLETERYANIN DİKTATÖRLÜĞÜ OLMADIKÇA SINIFLARIN ORTADAN KALDIRILMASI OLANAKSIZDIR
VLADİMİR LENİN: DÜNYA (AVRUPA DEĞİL) BİRLEŞİK DEVLETLERİN ULUSLARIN, BİZİM SOSYALİZME BAĞLADIĞIMIZ SİYASAL BİRLİK VE ÖZGÜRLÜK BİÇİMİDİR. VE KOMÜNİZMİN TAM ZAFERİ, DEMOKRATİK DEVLET DAHİL HER TÜRLÜ DEVLETİN KESİNLİKLE ORTADAN KALKMASINA YIL ACIMAYA KADAR DA SÜRECEKTİR. SOSYALİZMİN TEK BİR ÜLKEDEKİ ZAFERİNİN OLANAKSIZDIĞI VE SÖZ KONUSU ÜLKENİN ÖTEKİ ÜLKELER KARŞISINDAKİ TUTUMU ÜZERİNE YANLIŞ SONUÇLARA YOL AÇABİLİR.
VLADİMİR LENİN: SÖMÜRGELERİN BUGÜNKÜ PAYLAŞIMIYLA TEHLİKELİ BİÇİMDE ZARARA UĞRAYAN JAPONYA VE AMERİKA, ŞU SON 50 YIL İÇİNDE YAŞLILIKTAN ÇÜRÜMEYE BAŞLAYAN GERİ KALMIŞ MONARŞİK AVRUPA'DAN ÇOK DAHA BÜYÜK BİR HIZLA GÜÇLENDİ.
VLADİMİR LENİN: KAPİTALİST REJİMDE BAŞKA HER TÜRLÜ ÖRGÜTLENME DE OLANAKSIZDIR. SÖMÜRGELERDEN, ETKİ AJANLARINDAN VE SERMAYE İHRACATINDAN VAZ MI GEÇMELİ? OYSA KAPİTALİST REJİMDE PAYLAŞIM, GÜÇTEN BAŞKA BİR TEMELE , GÜÇTEN BAŞKA BİR İLKEYE DAYANAMAZ. BİR MİLYARDER, KİMİNKE OLURSA OLSUN KAPİTALİST BİR ÜLKENİN ULUSAL GELİRİNİ ANCAK SERMAYEYE GÖRE PAYLAŞABİLİR. EN BÜYÜK SERMAYE KENDİSİNE DÜŞENDEN ÇOĞUNU ALIR. KAPİTALİZM DEMEK, ÜRETİM ARAÇLARI ÜZERİNDE ÖZEL MÜLKİYET VE ÜRETİMDE ANARŞİ DEMEKTİR. KAPİTALİZM TEMELİ ÜZERİNDE GELİRİN "HAKKANİYETÇİ" PAYLAŞIMINI ÖRGÜTLEMEK PROUDHONCULUKTAN, KÜÇÜK BURJUVA VE HAMKAFA KALIN KAFALILIĞINDAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR. PAYLAŞIM ANCAK BİR GÜÇLER İLİŞKİSİNE GÖRE YAPILIR.
VLADİMİR LENİN: MİLYONERLERİN, HÜKÜMET ARI VERİLEN ULUSAL KOMİTELERİ VARDIR. BİR ORDU VE BİR SAVAŞ DONANMASIYLA DONATILAN BU KOMİTELER, "MİLYAR BEY'İN OĞULLARI VE KARDEŞLERİNİ, GENEL VALİ, KONSOLOS VE ELÇİ, HER BOYDAN MEMUR, RAHİP VE ÖTEKİ SÜLÜKLER OLARAK SÖMÜRGE VE YARI SÖMÜRGELERE YERLEŞTİRİRLER.
VLADİMİR LENİN: 4 BÜYÜK AVRUPALI DEVLET, YANJ İNGİLTERE,FRANSA,RUSYA, ALMANYA, 250-300 MİLYONLUK BİR NÜFUSA VE YAKLAŞIK 7 MİLYON KİLOMETREKARELİK BİR TOPRAK ALANINA SAHİP OLDUKLARI HALDE, NÜFUSU YAKLAŞIK YARIM MİLYAR İNSAN, (494.5 MİLYON) VE YÜZÖLÇÜMÜ 64.6 MİLYON KİLOMETREKARE, YANİ YERYÜZÜNÜN KUTUP BÖLGESİ HARİÇ 133 MİLYON KİLOMETREKARE YARISINA YAKIN OLAN SÖMÜRGELERİ ELLERİNDE TUTMAKTADIRLAR. BUNLARA BUGÜN "ÖZGÜRLEŞTİRİCİ" BİR SAVAŞ YÜRÜTEN JAPONYA,RUSYA, İNGİLTERE, VE FRANSA GİBİ KORSANLAR TARAFINDAN PARÇA PARÇA EDİLEN ÜÇ ASYA ÜLKESİNİ YANİ ÇİN, TÜRKİYE VE İRAN'I DA EKLEYİN. YARI SÖMÜRGE OLARAK NİTELENEBİLECEK VE GERÇEKLİKTE ŞİMDİ ONDA DOKUZ SÖMÜRGE OLAN BU ÜÇ ASYALI ÜLKENİN 360 MİLYON NÜFUSU VE 14.5 MİLYON KİLOMETREKARE YANİ AVRUPA YÜZÖLÇÜMÜNÜN YAKLAŞIK 1.5 KATI TOPRAĞI VARDIR.
VLADİMİR LENİN: SERMAYE, ULUSLARARASI VE TEKELCİ BİR DURUMA GELMİŞTİR. DÜNYA BİR AVUÇ BÜYÜK DEVLET, YANİ ULUSLARI HİÇBİR ENGEL TANIMADAN SOYARAK VE EZEREK ZENGİNLEŞEN BİR AVUÇ DEVLET ARASINDA PAYLAŞILMIŞ BULUNMAKTADIR.
VLADİMİR LENİN: AVRUPA BİRLEŞİK DEVLETLERİ, KAPİTALİST REJİMDE YA OLANAKSIZ YA DA GERİCİ BİR NİTELİK TAŞIMAKTADIR.
VLADİMİR LENİN: ALMAN, AVUSTURYA, VE RUS MONARŞİLERİ DEVRİMCİ BİR BİÇİMDE DEVRİLMEDİKÇE" , BU SLOGANIN SAÇMA VE ALDATICI OLACAĞI DA ÖZELLİKLE BELİRTİLİYORDU
VLADİMİR LENİN: SİYASAL DEVRİMLER, TEK BİR EDİM OLARAK DEĞİL, AMA ÇALKANTILI BİR SİYASAL VE İKTİSADİ ALTÜST OLUŞLAR, ÇOK KESKİN SINIFLAR SAVAŞIMI, İÇ SAVAŞ, DEVRİMLER VE KARŞIDEVRİMLER DÖNEMİ OLARAK DÜŞÜNÜLMESİ GEREKEN SOSYALİST DEVRİM SIRASINDA, KAÇINILMAZ ŞEYLERDİR
Tumblr media
1 note · View note
aksaminsefasi · 2 years
Text
ACININ, HÜZÜNÜN, KEDERİN VE KAHRAMANLIĞIN ADI: SARIKAMIŞ
Tarihi insanlık kadar eski olan savaşın nedenleri zamana, topluma, yere göre değişir. Amacı ne olursa olsun barışçıl bir düşüncede kabul edilmesi imkansız olmalıdır savaşların. Barış içinde, herkesin kardeşçe, eşit, özgür ve refah içinde yaşadığı bir dünya günümüzde ne yazık ki ütopik bir düşünceden ileriye gitmez. Gerçek yaşamda amaç savaş çıkarmak ise neden çoktur. Ekonomik, siyasal, etnik, dini nedenlerle tarih boyunca sürekli savaşmıştır toplumlar, ülkeler birbiriyle. İlk insanlık tarihinde varmıydı bilmiyoruz, ancak yazılı tarihle birlikte başlangıçta aileler, sonra klanlar, devamla topluluklar, devletler, milletler ve nihayet dünya savaşları. Bazen milliyetçilik, bazen dinsel, bazen egemen olma dürtüsü ile çıkmıştır savaşlar. Ulusların hafızalarında, savaşların karakterlerini diğerlerinden farklı kılan bazı yer adları, mermere kazılmaşçasına yer etmiş, nesilden nesile aktarılmıştır, Galiçya, Yemen, Çanakkale, Dumlupınar, Sakarya gibi. Ancak hiçbiri Sarıkamış Harekat’ı gibi sonu acı, keder, hüzün ve kahramanlığın birlikte olduğu bir savaş değildir. Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’nde yaşanmıştır Sarıkamış Harekatı.
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtının Saraybosna'yı ziyareti sırasında genç bir Sırplı tarafından öldürülmesi bahane edilerek çıkatılmış ise de; gerçekte neden, Fransız Devrimi ile yayılan milliyetçilik, devletlerin bağımsızlık isteklerinin artması, hammadde ve sömürge arayışı ve devletler arasındaki silahlanma yarışının hızlanmasıdır.
Birinci Dünya Savaşı’nda taraflar İttifak Devletleri ve İtilaf Devletleri olarak ikiye ayrılmış, Osmanlı İmparatorluğu; Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve İtalya’nın içinde bulunduğu ittifak devletleri tarafında yer almış, başlangıçta İttifak Devletleri içerisinde yer alan İtalya, daha sonra tarafsız olacağını dile getirmesine rağmen 1915 yılında İtilaf devletleri yanında savaşa katılmış; diğer tarafta ise İngiltere, Rusya, Fransa, Belçika, Sırbistan, İtalya, Romanya, Portekiz, Japonya, Brezilya, Yunanistan ve 1917 yılında savaşa katılan ABD den oluşan İtilaf Devletleri yer almıştır.
Birinci Dünya Savaşı; Taarruz Cephesi olarak adlandırılan Kafkas ve Kanal (Süveyş Kanalı) Cephesi; Savunma Cephesi olarak adlandırılan Irak, Hicaz ve Yemen, Suriye ve Filistin, ve Çanakkale Cephesi; Osmanlı İmparatorluğunun müttefiklerine yardım etmek amacıyla açmış olduğu Makedonya, Galiçya ve Romanya Cephelerinde meydana gelmiştir.
İşte sonu acı, hüzün ve kederle biten Sarıkamış Harekatı; Alman ve Avusturya cephelerinde ferahlık sağlamak amacıyla Kafkas cephesi içinde 22 Aralık 1914 ve 6 Ocak 1915 tarihleri arasında Osmanlı ve Rus İmparatorluğu arasında Sarıkamış ve çevresinde gerçekleşen muharebeler olup Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri taktik hataları, ordunun donanımsızlığı ve acımasız ağır kış koşulları ve tifus salgınının yol açtığı asker kaybı nedeniyle büyük bir kırım ve hayal kırıklığı ile sonuçlanmış bir askeri girişimdir.
Balkan savaşından ağır yenilgiyle çıkan Osmanlı ordusunda askerler yorgun, bıkkın, bakışları ürkek ve çekingendi. Orduda tifüs salgını vardı. Erler henüz bir savaşın travma ve yorgunluğunu atlatamamışken Kafkas cephesine gideceklerini öğrendiler. Ayaklarda potinler delik, sırtta elbiseler eski mi eski, çok azında kaput vardı. Çoğunluk delik çarıklıydı. Güneyden gelenlerde ise askeri elbise değil uzun ince beyaz entariler vardı. Erler ufak tefek, zayıf, cılız kavruk Anadolu çocuğuydu, ama analarına sorarsan hepsi “kınalı kuzu”. Yurdun dört bir yanından trenle gelip Sirkeci garında toplanan erlerin çoğu ilk kez deniz görüyordu. Sirkeci garından yandan çarklı Şirket-I Hayriye vapurları ile Haydarpaşa Limanına taşınmış, buradan da vapurlarla Karadenizi aşıp Trabzon Limanına ayak basmışlardı. Sonrasında toplar ve muhimmat araba ve atlarda, onlar yürüyerek Gümüşhane ve Bayburt üzerinden Erzincana, oradan da Erzuruma ulaşmışlardı. Eylül oldumu Erzurum başta olmak üzere Doğu Anadolu’nun doğusunda kış başlardı. İşte bu ağır kış koşulları, ayakta yok başta yok erler, erzak eksikliği gibi namüsait şartlar altında Kafkas Cephesinde Sarıkamış Harekatı gerçekleşecekti.
Kafkas cephesinde 9, 10 ve 11. Kolordulardan ve bir süvarı tümeninden oluşan 3. Ordu görev almış, ilk muhabere bir Kasım’da Sarıkamış’ın 30 kilometre güneybatısındaki Osmanlı sınırını geçen Rus kuvvetlerinin saldırısı ile başlamıştır. Başlangıçta kayıplara rağmen başarılar elde edilmiş, fakat İstanbul’dan Enver Paşa tarafından zamansız gelen emirlerle komuta kademesinde uygunsuz değişiklikler yapılması ve kış koşullarının giderek ağırlaşması sonucu harekat istenilen düzeyde yürümemiştir. Bu nedenle Sarıkamış Harekatı’ında hücum kıtası olan 3. Ordu’yu kendisi kumanda etmek isteyen ve 6 Aralıkta yola çıkmayı planlayan Enver Paşa, yolculuk öncesi ziyaret ettiği Alman komutan Liman Von Sanders (Liman Paşa) Sarıkamış ve çevresinde yolların dar dağ yollarından ve patikalardan ibaret olduğunu ve bu mevsimde yolların karla kaplı olacağını söyleyerek, kuşatma çmberi olarak görev yapacak olan 9. ve 10. Kolordu’nun düşmanın gerisine ve yanlarına ulaşana kadar büyük zorluklar çekileceği ve ulaşsa bile bu kolordulara erzak ve cephane nakliyatı yapılamayacağı söyleyerek, Sarıkamış Harekatı’nın yapılmasına karşı çıkmıştır. Ancak Enver Paşa bunların hepsinin göz önünde bulundurulduğunu, bütün yolların keşfedildiğini veya edileceğini söyleyerek Liman Paşa’nın fikrine katılmamış, 6 Aralık akşamı İstanbul’dan Yavuz zırhlısı ile yola çıkmış ve 12 Aralık’ta da Erzurum’a ulaşmıştır. 3. Ordu komutanı Hasan İzzet Paşa ile Sarıkamış taarruzunun başarı olasılığı hakkında konuşmuş ve Hasan İzzet Paşa kuşatma çemberi dar tutulmak koşuluyla taarruzun başarılı olabileceğini ifade etmiştir. Sonrasında orduyu teftiş eden Enver Paşa, askerlerin büyük kısmının kışa uygun kıyafetlerinin olmadığını, cephanenin ve erzağın tükenmek üzere olduğunu ve zorlukla ikmal edilebildiğini görmüş ve bu konuda suçlu olduklarını düşündüğü komuta kademesinde değişiklikler yaparak yerel imkanlarla eksiklerin giderilmesine çalışılmıştır. Ancak zaten yoksul ve ağır kış koşullarında yaşama tutunmaya çalışan yerel halktan giysi, erzak sağlanamayınca Enver Paşa 3. Ordu askerlerine düşman arazisinden ele geçirilecek ganimetlerle bu mahrumiyetlerin giderileceğine dair vaatler vererek askerleri taarruz için cesaretlendirmeye çalışmıştır. Harekat başlamadan 3. Orduya kışlık kıyafet, erzak, cephane, savaş mühimmatı götüren ‘Bezm-i Alem', 'Bahr-i Ahmer' ve 'Mithat Paşa' gemileri 7 Kasım 1914’de Zonguldak'ın Ereğli İlçesi açıklarında Rus donanması tarafından batırılmıştır.
Ordu maddi imkansızlık içinde olmasına rağmen 3. Ordu komutanı Hasan İzzet Paşa’nın kendisi gibi Ruslara taarruz etme fikrinde olduğunu gören Enver Paşa Taaruza karar vermiştir. Ancak bu karardan sonra durumun vehametini nihayet kavrayan Hasan İzzet Paşa bu taarruzu yürütecek kuvvet ve kudreti kendinde bulamadağını belirterek görevinden istifa etmiş ve Enver Paşa 3. Ordu komutanlığını kendisi üstlenmiştir.
Taarruz öncesi 3. Ordu 96500 askerle sayı bakımından Rus ordusundan üstün olmasına ragmen Ruslar kışlık donanım ve destek hizmetleri açısından daha iyi durumdaydı. Her türlü gereksinimşerini Tiflis-Gümrü-Kars-Sarıkamış demiryolu üzerinden sağlama imkânına sahipti. Sarıkamış’tan ileriye ise düzgün şose yollar vardı. Buna karşılık Türk tarafında en yakın demiryolu istasyonu Ulukışla’da olup cephenin 600 km. gerisindeydi. Kağnılar ve yük hayvanlarıyla yapılan sevkiyat ordunun ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyordu. Kadınlar ve çocuklar bile sırtlarında cepheye erzak taşıyordu. Ancak durum, istirahatte bile erzak ihtiyacında zorlanan 3. Ordu’nun taarruz halinde tamamıyla aç kalacağını gösteriyordu. Kışlık giysi donanımı da çok kötüydü. Önceden de bahsedildiği gibi Kafkas cephesine sevkedilmekte olan 100.000 takım kışlık giyim taşıyan gemiler, Rus filosu tarafından Karadeniz’de batırıldığından güney cephesinden gelen askerler arasında hâlâ entariyle dolaşanlar vardı.
Ancak Enver Paşa bu olumsuz koşulları fazla önemsemiyor, başarının dış görünüş ve elbiseyle değil askerlein kalbindeki yiğitlik ve cesaretle kazanılacağına inanıyordu. Bu nedenle 19 Aralık gecesi taarruz emrini imzaladı. Harekât 22 Aralık sabahı başlayacaktı. 11. Kolordu cepheden taarruz ederek Rus kuvvetlerini oyalarken, 10. Kolordu Narman-Oltu-Bardız istikametinde, 9. Kolordu ise Pitgir-Çatak-Kötek yönünde ilerleyerek Kars istikametini kapatıp Aras vadisindeki Rus kuvvetlerini kuşatacaktı. Rus Ordusunun ileri ikmal üssü olan Sarıkamış Türk taarruzunun en önemli hedefiydi ve demiryolu hattının son istasyonu olarak Rus kuvvetlerinin can damarıydı. Birliklerin bütün ihtiyaçları, mühimmatı, cephanesi ve hastahaneleri Sarıkamış’taydı. Ayrıca Sarıkamış, Kars istikametindeki geri çekilme yollarının da kavşak noktasındaydı. Üstelik cephe hattının gerisinde kaldığı için oradaki depoları korumak amacıyla bırakılmış birkaç bölük dışında neredeyse savunmasızdı. Kolay bir hedef gibi görünen Sarıkamış’ın ele geçirilmesi Rus ordusunu gafil avlayıp, yiyeceksiz ve cephanesiz bırakacak, Osmanlı için doğunun en stratejik yerleşimi olan Sarıkamış ele geçirilmiş olacaktı.
Harekât başladığında askerin morali oldukça yüksekti. Kar yağışı ve yoğun sis görünmeden ilerlemeye imkan veriyordu. Enver Paşa ve ordu karargâhı 25.000 kişilik mevcuduyla harekete geçen 9. Kolordu’yla birlikteydi. Kötek yolu kar yüzünden kapalı olduğundan kolordu harekâtın ikinci günü istikametini değiştirerek doğrudan Sarıkamış’a yöneldi. 30.000 kişilik mevcuduyla biraz daha soldan yürüyen 10. Kolordu, 15.000 kişilik Rus askerinden oluşan Oltu grubunu püskürterek ilerlemeye devam ediyordu. Bu şekilde düşman gerilerine doğru hızla ilerleyen kuşatma kolları çok sayıda esir, silâh, mühimmat ve bol miktarda erzak ele geçirdi. Özellikle Oltu ve Bardız’da ele geçirilen bol miktarda erzak, yiyecek sıkıntısını bir hayli hafifletti. Bu sırada ana cepheden saldırıya geçen 11. Kolordu ise Aras vadisindeki asıl Rus kuvvetlerini baskı altına almaya başlamıştı. Şaşkına dönen Ruslar bir kuşatma harekâtına mâruz kaldıklarını anlayamadıklarından Sarıkamış’ı takviye etmek yerine bütün güçleriyle 11. Kolordu’ya yüklenmişlerdi. Bu sebeple 9. Kolordu’nun öncüleri, 25 Aralık akşamı Sarıkamış’a 4-5 km. mesafede bulunan ve kasabanın kilidi konumunda olan Bardız Geçidi’ne ulaştıklarında yaşlı depo birlikleri ve demiryolu işçileriyle istasyonda mola vermiş bazı askerlerden alelacele oluşturulan derme çatma bir Rus müfrezesiyle karşılaştı ve Ruslar bu saldırıya ancak 6 saat dayanabildi.
Bu başarı kuşatma yerine, ordunun saldırıya geçerek Sarıkamış’ı ele geçirme kararı almasına neden oldu, ancak bu acele karar hazin sonun başlangıcıydı adeta. O zamana kadar Türkler lehine devam eden harekatın seyri bir anda tersine döndü. Taarruzun durdurulmasıyla yeniden toparlanmak için vakit kazanan Ruslar Sarıkamış’ta tutunmayı başardı. 24 Aralık gecesi Kafkas Ordusu Başkumandan Yardımcısı General Mişlayevski, kendisiyle birlikte gelen ve içinde bulundukları zor durumu doğru kavrayan Rus General Yudeniç’in ısrarı sayesinde Sarıkamış’ı takviye etme kararı aldı. Böylece ana cepheden sevkedilen destek kıtaları ile 25 Aralık akşamında Sarıkamış’a giren Rus kuvvetlerinin sayısı bir önceki güne göre iki kat artarak dört bini aştı. Buna karşılık geceyi civardaki ormanlarda geçiren yorgun Türk askerlerinin çoğu donarak şehit oldu. Sarıkamış’a yapılan ilk taarruz 26 Aralık sabahı bu şartlar altında başladı. Rus savunması iki sahra topunun şiddetli ateşiyle destekleniyordu. Öğleden sonraya kadar devam eden saldırılardan bir sonuç alınamayınca geride yürüyüş halinde olan birlikleri beklemek üzere taarruzun ertesi sabaha ertelenmesine karar verildi. Ruslar ise yeni destek kıtalarıyla birlikte ağır silâhlarını da kasabaya sokmayı başardılar. 10. Kolordu ise hala Sarıkamış önlerine gelememişti. Tümenlerinden birini Bardız üzerinden Sarıkamış’a doğru sevkeden Hâfız Hakkı Bey, diğer iki tümeniyle Oltu müfrezesini takip ederek Allahüekber Dağları’nın kuzey yamaçlarına doğru ilerleyerek harekât planının dışına çıkıp Sarıkamış’tan uzaklaştı. Bu durum hala başarı şansı bulunan harekatın tamamıyla kaybedilmesine neden olan büyük bir hataydı. Kuşatmanın uzaması zorlu yürüyüşler yapmak zorunda kalan birliklerin ağır kayıp vermesine yol açtı. 26 Aralık’ta başlayan ve on dört saat süren Allahüekber tırmanışında yorgun düşen askerler kucaklarında silâhlarıyla birlikte karlar üzerine düşüp donarak şehid oldular. Durumu iyi olan bazı analar evlatlarını askere uğurlarken ceplerini akide şekeri ile doldurmuşlardı, dondurucu soğuklarda şeker yiyerek hayatta kalabilsinler diye. Ancak yolun sonunda tüm akide şekerleri bittiği için bu önlemde hazin sonu engelleyememişti.
Bazı tarihçi ve araştırmacılar Sarıkamış Harekatı’nın her ne kadar başarısızlıkla ve sayıları farklı kaynaklarda farklı belirtilmekle birlikte 90.000 vatan evladının şehit olmasına neden olduysa da verilen mücadelede zayıflayan Rus ordusunun kendini toparlayamaması nedeniyle müttefiklerine yardım edemeyişi sonucunda İstanbul Boğazına saldırmalarının engellendiğini bildirirek boşa yapılmış bir harekat olmadığı şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu düşünce, hali hazırda boğazların Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde ve elinde olması nedeniyle doğru bir saptama olarak görünmektedir ve bu açıdan bakıldığında Sarıkamış Harekatı bir başarı olarak değerlendirilebilir.
Sarıkamış Harekatının üzerinde geçen 107 yılda Allahuekber dağında donarak şehit olan vatan evlatları hiç unutulmamış, üzerlerine şiirler, destanlar yazılmış, acıklı türküler yakılmıştır. Her yıl 22 Aralık- 15 Ocak tarihleri arasında Sarıkamış’ta aziz şehitlerimiz için yürüyüş ve anma ekinliği yapılmakta, yurdun her tarafında, donarak şehit olan vatan evlatları şükran ve minnetle anılmaktadır.
Evet Sarıkamış Harekatı acının, hüzünün ve kederin adıdır ama, aynı zamanda büyük bir kahramanlığın da adıdır. 107. anma yılında şehitlerimizi rahmet, minnet ve şükranla anıyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz. Ruhları şad olsun.
Kaynaklar
1. SARIKAMIŞ Beyaz Hüzün, İsmail Bilgin, 2006
2. Ateşe Dönen Dünya SARIKAMIŞ, Prof. Dr. Bingür Sönmez, Reyhan Yıldız, 2013
3. Sarıkamış Harekatı, Vikipedi
4. SARIKAMIŞ HAREKÂTI, Kafkas cephesindeki Ruslar’a karşı kış mevsiminde girişilen büyük askerî harekât. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Tuncay Öğün
5. Hümmet KANAL. Sarıkamış Harekâtı Esnasında Cephede Yaşananlar ve Anadolu’ya Etkileri DTCF Dergisi Cilt 54, Sayı 2:87-114 (2014)
*Bu makale www.alademilakil.com da yayınlandı
0 notes
yeniyuzyilgazetesi · 5 years
Text
Tumblr media
Alman bakandan eski sömürge Namibya'da yapılan katliama 'soykırım' tanımlaması http://dlvr.it/RCL5Cx http://dlvr.it/RCL5Cx
0 notes