Tumgik
#yoksa korkunç kötü şeyler çıkıyor ortaya
avenante · 9 months
Text
Düğün dernek işlerinde insanların arada durup ya biz napıyoruz diye kendilerini sorgulamaları lazım.
11 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 5 years
Text
Tomris Uyar / Edebiyatın öç alma biçimi silmektir
Tumblr media
"Sanatçı, halk yığınlarının gönlünü kazanmak peşindeyse kitle fetişizminin, kendini bile bile kandırma hastalığının bulaşıcılığından kaçınamaz; popüler bir akımda yer alırsa bu riski üstlenir."  James Joyce
Türk öykücülüğünün büyük ustalarından Tomris Uyar'ın 'Güzel Yazı Defteri' adlı kitabı 2002 yılında iki önemli ödüle değer görüldü. Bunlardan ilki Dünya Kitap Ödülü, diğeri de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından verilen Sedat Simavi Edebiyat Ödülü oldu. Tomris Uyar bu vesileyle öykü dünyasından başlayıp Gündökümlerine, ödüllerden çok satma konusuna, edebiyatçı evliliklerinden günümüzün genç öykücülerine kadar geniş bir yelpazede soruları yanıtlıyor.
Öykü ve günlük dışında eserler vermediniz. Bir tür takıntısından söz etmek mümkün mü?
- Öykü benim yapıma çok uygun bir anlatı tarzı ve edebiyat türü. Roman bana pek uygun bir dal değil. Başı, sonu, ortası olan, toplumun çeşitli katmanlarını da barındıran ve ister istemez mesajı olan ya da mesajsız olması gibi bir mesajı olan bir roman yazmak istemedim. Öyküyle kendimi, düşüncelerimi daha iyi dile getirebildiğimi sanıyorum. Başka bir tür denemedim. Şiiri çocukken yazmıştım ama kötü olduğunu o zaman bile anlamıştım.
Bütün öykü yazarlarına sorulan sorudur, romana ne zaman geçecekleri. Siz de yazıya ilk başladığınızda sanırım bu tür sorularla karşılaşmışsınızdır?
-  Hâlâ da soruyorlar. Çok farklı iki şey. Bu, mimariye ne zaman geçeceksiniz demekten pek farklı bir şey değil. Tamamen iki ayrı dal çünkü.
Cansever için yazdığım öyküde Miles Davis'in Siesta'sından yararlanmıştım
'Güzel Yazı Defteri' için siz 'Nouvelle' diyorsunuz. Ustası olduğunuz öykü türüne bir ihanet olarak görülür endişesini taşıdınız mı?
- Hayır, hiç öyle görmedim. Çok iyi uzun öyküler okuduğumu sanıyorum. Çehov'un 'Bozkır'ını düşünüyorum mesela. Çehov onu yazdı diye kısa öyküye ihanet etmiş. Bu biraz daha uzun ve daha çok kişiyi kapsadığı için, birçok mekân ve zaman değişikliklerini verdiği için bir öykünün sınırlarına girmiyor. Gene de baktığımızda öykü özellikleri ağır basıyor. Ancak dipte, romanı sezdiren bir hava dışında romana benzer bir özellik fazla yok. O hava Türkiye'nin aşağı yukarı yirmi yıldır geçirdiği çalkantıyı anlatıyor. Kişiler de üç kuşağı temsil ediyor aşağı yukarı.
Tumblr media
Öykülerinizi belli bir müzik ritmi içinde yazdığınızı söylemiştiniz bir konuşmanızda. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
- Koleje giderken müzik formları üzerine seçmeli bir dersimiz vardı. O dersi çok büyük bir sevgiyle almıştım ve öğretmenimiz de çok iyiydi. Ve müziğin edebiyata nasıl uygulanabileceği konusunu o zamandan beri çok düşünüyorum. Bu öyküde bir çokseslilik sözkonusu. Değişik yaş gruplarından, farklı kuşaklardan gelen insanların değişik konuşmalarını bütünleştirici bir biçim bulmak ve dili bir yamalı bohçaya çevirmemek için birinin gözünden anlatılması gerekiyordu. Sık sık onların gözüne de dönüyoruz ama gene de onları birleştiren bir dil söz konusu. O yüzden çoksesli bir müzik var ama hepsi konuştuğunda tek bir parça gibi çıkıyor.
O halde müzik formlarından hangisine uyuyor?
- Herhalde senfoni olur, çok iddialı olmazsa. Çünkü konçerto değil. İtalikle dizilen ve yazarın sesi olan bölümleri de dönülen tema olarak düşünebiliriz.
Önceki öykülerinizde müziğin egemen olduğu örnekler var mı?
- Var. Edip Cansever için yazdığım bir öykü vardı. Onda Miles Davis'in 'Siesta'sından yararlanmıştım. Çok düşündüğüm bir şey benim bu. Ama en iyisini tabii Cortazar yapıyor. Müzik seslerini birer alet olarak hikâye kişilerine dağıtıyor. O çok saygıdeğer bir çaba. Şarkı beni çok etkileyen bir şey. Birçok öyküme şarkı sözleri adını vermişimdir mesela. Çalışırken de müzik dinlerim. Ama insan sesi olmasın. Yani onu dinleyip de kapılmamalıyım.
'Yüzleşmeler' kitabında James Joyce'dan şöyle bir alıntınız var: "Sanatçı, halk yığınlarının gönlünü kazanmak peşindeyse kitle fetişizminin, kendini bile bile kandırma hastalığının bulaşıcılığından kaçınamaz; popüler bir akımda yer alırsa bu riski üstlenir." Günümüzde bunun tam tersi bir durumu yaşıyoruz sanki, hem edebiyat hem de başka  türler açısından. Ne diyorsunuz bu konuda. Geçerli olan sanki tam tersiymiş gibi algılanmaya başlanmadı mı?
- Popüler olmak, edebiyatta zannedildiği kadar önemli bir şey değil. Edebiyatta tiraj, daha çok insanın aklında kalan veçocuklarına aktardığıdır. O gün satılan kitap sayısına göre ölçülmeyen bir şeydir. Söz gelimi, "Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında," çok tirajı olan bir sözdür. Çünkü herkesin hayatını bir yerden etkiler. Bir ceviz ağacı gördüğünüzde, Gülhane Parkı’nın önünden geçerken ya da başka bir ağaç ve başka bir yer size bunu hatırlatıyorsa, asıl tirajın o olduğunu düşünürüm. Belleklere kazınmayan bir şey yapıyorsanız bu o aralar herhangi bir sosyal eğilimden ötürü gündemde oluyorsa ve siz bu yüzden seviliyorsanız, o gündemden kalktığında siz de gündemden kalkacaksınız, demektir. Edebiyatın çok kötü bir öç alma biçimi vardır. Edebiyat siler. Öbür dallar gibi değildir, bir zamanlar iyi bir şarkıcıydı demezler. Bir zamanlar iyi bir müzisyendi, diye akılda kalmazsınız. Bütünüyle siler. Geçmişteki iyi işlerinizle birlikte yok olursunuz. Gündemde kalmak için çok ürün vererek kendinden ödün vermek de aynı biçimde tehlikeli olabilir. Yani son kitabınız bir de bakmışsınız geçmiş kitaplarınızı da yok etmiş.
Türkçe konuşulmayan yerde yaşayamam, yazamam
'Gündökümü' dizisinin son kitabı 'Yüzleşmeler'in alt başlığı 'Bir Uyumsuzun Notları' adını taşıyor. Neden uyumsuz olarak kendinizi?
- Türkçe yazan ve Türkçeyi çok seven bir insanım. Bir kere o Türkçenin artık konuşulmadığı yerde, dünyada oturuyorum ben. Eskiden şoförlerle konuşmaya, esnafla şakalaşmaya, balıkçılarla pazarlık etmeye alışkın bir insan olarak o yüzleri, o dili çevremde bulamıyorum. Buna koşut olarak tipler de değişiyor. Çevremdeki kişilerin de eğilimleri bir bütün ve homojen değil. Oraya da ait değilim. Tipik bir orta sınıf Türk aydını değilim. Burjuva bir Türk aydınıyım belki ama bu benim bir şeyimi özetlemiyor, ortaya çıkarmıyor. İstanbullu olmam önemli benim için. O da İstanbul'u çok önemsediğimden değil, yani metropolde yaşamış bir insan olarak metropolü önemsiyorum ama beni ilgilendiren bir şey bu. Artı puan anlamında değil. Türkiye dışında başka bir yerde yaşayamam. Türkçe konuşulmayan bir yerde kendimi düşenemem, yazamam. Denedim bunu ama yapamadım. ancak not alabiliyorum. Eğer dilini bildiğim bir ülkedeysem, o dille düşünmeye başlıyorum. Çünkü o dilde konuşuyorum. Böyle bir ikilik oluyor. Ne olursa olsun Türkiye'de yaşarım bu yüzden.
Dil bozulmasının edebiyata girdiğini düşünüyor musunuz?
- Rüyama giriyor. Bunu bir öykümde de yazmıştım. Galiba Gündökümleri'nde de var. Rüyamda televizyonda bir tartışma programındaymışım, ciddi bir program, orada sesimin çıkmadığını görüyorum. Korkunç bir rüya. Yapımdan gelen bir hırçınlığım var, aslında hoşgörülüyümdür ama damarıma basılınca hırçın olurum. Babamın Karadenizli olmasından kaynaklanabilir bu. Bir de tabii onun getirdiği hırçın insanlara özgü kırılganlıklarım olur. Bunu belli etmem ama silerim. Onların da etkisiyle son zamanlarda sildiim çok şey oldu. Dostluklardan eski tanışlara kadar. O yüzden yersiz yurtsuz olmak, uyumsuzluğun bir parçası.
1975'ten '97 sonuna kadar Gündökümleri yazdınız.  Öyküye alamayacaklarınızı bir kenara not etme dtüşüncesi mi yoksa bir tür günce yazma mıydı çıkış noktanız?
- Gündelik hayat içindeki bazı deneyimleriniz sizin için çok önemli oluyor. Bir ışık tutuyor, bir şeyleri daha iyi anlamayı getiriyor. Fakat bu öyküye her sefer giremiyor tabii. Hepsi bir öykü malzemesi değil. Genç yazar olsam, birçoğunda gördüğüm gibi, belki öykü olur ama bunu yapmak istemiyorum. Kendimi silmek olur. Öyküye almadığım şeyleri gündökümü olarak yazıyorum. Gündökümü sahici, kurgulanmıyor çünkü. Fakat onun da kendine göre, mantık isteyen bir kurgusunun olması gerekiyor. Eğer güzel bir sözü söyleyen, o gün beni aydınlatan kişinin adının geçmesi, mektubunun yer alması gerekiyorsa onlar da geçiyor. Ama hepsinden izin almak gerekiyor. Çünkü gündökümü yazmak öykü yazmaktan da öte estetik kurallara dayanan bir şey. Yani size bire bir emanet edilmiş bir sözü, mektubu birileriyle paylaşmak demek olduğu için sınırları çok ince. Bunu da gözetmeniz gerekiyor.
Geçmişten bu yana yarışmalara karşıyım
Gündökümlerini yazmayı ilerlettikçe, yıllar geçtikçe belki, bir şeyler farklılaştı mı?
- Başta daha rahat ve bütün günlerimi  yazıyormuşum. Daha çok kendimi ve günlük hayatı anlatıyorum. Son zamanlarda tekrar yayınlanacağı için onları tekrar gözden geçirdim ve hayatımı bir sinema şeridi gibi gördüm orada. Ortalara doğru toplumsal baskıların ağırlığı iyice hissediiyor. Onların benim hayatımı da etkilediğini gördüm. Sonra biraz denemeye kaçmaya başlamışım. Gitgide günlerden kopuyorum gibi.  Sonuna doğru büyük bir çabayla günleri yazayım istiyorum. Pek çok şeyin üst üste gelmesi bende artık yazmasam da olur duygusunu uyandırdı sanıyorum. O yüzden de gündökümü yazmıyorum artık. Bugün de yazsam aynı şeyi yazacağımı hissediyorum çünkü. enç okurlardan bazıları mesela benim 1975'te yazdığımı çok güncel buluyorlard. Bu yazar olarak hoşunuza gidebilir ama Türkiye'de yaşayan bir vatandaş olarak hiç de hoş değil.
Genç öykücülerden okuduklarınız var mı? Onların dille olan ilişkilerini nasıl buluyorunuz?
- Murat Gülsoy'in iyi bir öykücü olduğunu görüyorum. Tek sakıncası metinden hareket etmesi, bir metne bağlı kalması. Metinden metne giden bir yol seçiyor ve bu yol tıkanabilir ilerde, diye düşünüyorum. Bir şey şimdilik eksik değil ama ilerde olacak. Sema Kaygusuz şiirsel bir dil kullanıyor. O bakımdan beğeniyorum. Mehmet Günsür'ün sürükleyici bir şiirselliği var. Şiirsel yazmıyor da belki onu yazmamış olması şiirsel yapıyor yazdığını. Onun da bir belkemiği, yani öyküyü ayakta tutan bir şeyi eksik. Alttan hikayeyi bağlayan bir şey eksik sanki. Öyküde de romanda da ne zaman bittiğini bilmiyorlar aslında. Bilinmez bu da, sezmek diye bir şey olabilir belki. Ben de seziyorum hikayemin bittiğini, bilmiyorum. Çok sarkıyor yazdıkları, son zamanların filmleri gibi. Bitmesi gereken yeri o kadar geçiyorar ki, artık bitmesi için bir neden kalmıyor.
"Çalkantılı bir evliliğimiz oldu Turgut Uyar ile, bugün olsa göze alamazdım" diyorsunuz. Bugün neleri göze alabileceğinizi düşünüyorsunuz? Ya da geçmişe baktığınızda göze alacağınız ya da alamayacağınız şeyler neler oldu?
Tumblr media
- Tabii ki göze alamam, şimdi alamam. Ama o zaman iyi ki almışım. Bazı şeyleri iyi ki yapmışızdır. Onları belli yaşlarda yapmış olmak, bizi sonradan biz yapan bir özellik haline gelir. Hiçbir zaman pişmanlık duymadım birileriyle birlikte olduğum için. Pişmanlık duyduğum anlar olmuş olabilir ama genele olarak bakıldığında yoktur.
Edebiyatçı evliliklerinde birbirinin eserleri üzerine fikir beyan etme durumu oluyor mu?
- Evet, gösterilirse olur. Çatışma çıkmaz genellikle fakat çıkarsa da benden çıkar çoğunlukla. Daha çok Cemal Süreya ile birlikteliğimde olurdu bu. Bir şeyi eleştirdim mi geri dönmem. Çünkü o bana sorulmuştur, dürüst cevap vermek zorundayım. Bir insanı çok sevmem, ona âşık olmam falan bunu değiştirmez. Ben şiirden anlamam, şiiri bilen biri bana şiiri göstermek zorunda değildir. Ama gösterip de benim düşüncemi soruyorsa ben ona dürüstçe cevap vermek durumundayımdır. Şu olmamış derim mesela ve o olmamış için sonuna kadar tuttururum. Bu şansım mıdır, yoksa şiiri sezmem midir bilmiyorum ama sonunda razı olunur ona.
'Güzel Yazı Defteri'nin iki ödülü birden oldu. Tüyap Kitap Fuarı'nda Dünya Kitap Ödülü'nü, şimdi de Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'nü kazandınız. Çok klasik olacak ama ödüller üzerine görüşlerinizi almak isterim.
- Ben ödüllere eskiden beri karşı bir insandım. Yani şu anlamda, hatta bir yazımda da belirttiğimi hatırlıyorum, bu gidişle birbirimizin ya yarışmacısı ya da jürisi olacağız demiştim. Oysa Türkiye'nin bugün geldiği durumda başka bir şey ortaya çıkıyor: Sizin için hiç uğraşmayan bir yayınevi varsa, ki bunu özellikle duyurmayan ve bu reklam dünyasının içinde sizin yayınlanan kitabınızın aşağı yukarı sevenleriniz tarafından bile duyulmadığı, bilinmediği bir ortamda ödül kazanıyorsanız o ödülün yararı var. En azından sizin bir şey yazdığınızı  duyuruyor. Satıştan falan geçtim. (İhsan Yılmaz / 1 Aralık 2002 / Gösteri Dergisi)
Linkler
Tomris Uyar: Sabırsızım, yazmaya başlayınca bitirmek isterim
Tomris Uyar’ın biyografisi
Tomris Uyar okurlarının Facebook sayfası
1 note · View note
yagmurrii-blog · 6 years
Text
KAPI ÇALANA AÇILIR 15.İSTANBUL BİENALİ
“Açılıyor, hiç denediniz mi?”
Bienalin bitmesine son bir hafta kala çaldım Abdülmecid Efendi Köşkü'nün kapısını. ‘Açtılar mı bari?’ dediğinizi duyar gibiyim; açtılar tabi, açmaz olurlar mı hiç? Hem de neredeyse en rahat gezdiğim sergi oldu; personelin güler yüzlü ilgisi, fotoğraf çekebilirsiniz flaş bile patlatabilirsiniz demeleri, çocuk ziyaretçilerin-aşırıya kaçmadan tabi- eserlere dokunmasına izin vermeleri sanatı her-kese sevdirmek isteyen bir sanatsever olarak benim çok hoşuma gitti.
Bienalin ana sponsoru Koç Holding'ten Ömer Koç'un kendi koleksiyonundan eserlerin sergilendiği bu sergi birçoğumuzun duyduğu üzere maalesef çok tatsız bir olayla gündeme geldi. Son halife Abdülmecid Efendi'nin köşkünde çıplak erkek heykelleri sergiliyorlar diye bir grup dar görüşlü ‘yobaz’ insan tarafından sergi mekanına baskın yapıldı. Kendilerine Osmanlı torunu diyen bu insanlar Os-manlı'nın gerçek tarihinden ne kadar haberdar oldukları şüphelidir ki, Abdülmecid Efendi zamanın-da yazlık dinlenme yeri olarak kullanılan bu köşk edebiyatçıların ve sanatçıların uğrak yeriydi. Bu köşk ve sanat her zaman iç içeydi. Belki bu haberin medyada duyulmasıyla, bu baskını yapan insan-lara ders niteliğinde, sergiye gittiğim gün, hafta içi olmasına rağmen kuyrukta bekleyen neredeyse yüz kişi vardı; ben çıkarken kuyruk hala devam ediyordu. Nerdeyse üç yaşında çocuktan seksen yaşında bastonuyla gelmiş amcaya kadar her yaştan insan vardı. Böyle bir duruma tepkilerini ortaya koymak; sanata ilgisiz kalmamak ve sahip çıkmak inanın gözlerimin yaşarmasına sebep oldu.
Sergiyi çekici kılan faktörlerden biri de tercih edilen mekandı. Normalde ziyaretçilere kapalı olan Abdülmecid Efendi Köşkü'nü bu vesileyle görmüş olmak istedim; bence köşkün kendisi de başlı başına bir sanat eseri çünkü! 19. yüzyılın sonlarına doğru yaptırılan köşkün mimarı tam olarak bi-linmese de bazı kaynaklarda mimar Vallaury'nin adı geçmektedir. Osmanlı ve Mısır üslubunun hakim olduğu yapıda incelikli çini ve hat sanatı örnekleri görmek mümkün.Odalarnın ışıklandırması ve sanat eserlerinin köşk içinde konumlandırılışı etkileyiciliği daha da arttırmış. Ben keşke bu kadar kalabalık olmasa da daha sessiz ve daha yalnız gezmiş olmayı istedim bu sergiyi. Belki bir öneri olarak, süreli sergiler için de ideal bir mekan olabilir; bahçesi de çok geniş nitekim burda da yerleştirilmiş sanat eserleri mevcuttu. Bienalin teması bilindiği üzere 'iyi bir komşu’; günümüzde değişen toplumsal ilişkileri komşuluk boyutunda ele alıyor, kentsel dönüşümün neler getirip neler götürdüğüne, insanın günlük hayatta toplum içindeki sınırlarına-mahrem alan ve kamusal alan- odaklanıyor. 'Kapı Çalana Açılır’ sergisini gezerken hissettiğim; hepimiz insan olarak değişimler yaşıyor, değişerek yaşamak kaçınılmaz; toplumsal varlık olarak insan değişime önce 'dışardan’ başlıyor. Önce toplum içindeki ilişkilerimiz değişiyor, sorumluluklarımız değişiyor; bu daha sonra i��sel bir dönüşümü tetikliyor. Hatta bu dönü-şüm, bizi ele geçiren teknoloji ağında o kadar içeri oluyor ki belki genetiğimiz bile değişiyor. Patricia Piccinini tasarımı 'Beklenen’ ve 'Şüpheci Tomas’ eserleri en çok etkilendiğim çalışmalar oldu. İkisinde de 'dünya dışı’ diyebileceğimiz genetiği değiştirilmiş yaratıklar ve onlara sevgiyle yaklaşan çocuklar var. Yetişkin olarak ürküp iğrenebileceğimiz bir şeye, toplumsal önyargılardan habersiz çocukların nasıl da önyargısız ve şefkatli yaklaştığına tanık oluyoruz. İnsan değişiyor; çünkü alışkanlıklarımız ve nasıl yaşadığımız değişiyor. Günümüzün hız dolu tüketim toplumuna tokat gibi bir cevap Jon Rafman'ın 'Yutan Yutuldu’ heykeli: “Bir şeyi çok sevmek, onu tüketmeyi mi gerektirir?” Tüketmeye yabancı, değişime direnen 'naif’ insanların sonu Daphne Wright'in 'Kuğu'su gibi mi olacak peki? Aynı sanatçının 'Aygır’ adlı çalışmasında da benzer ikilemleri hissettim. Ölüm ve yaşam, zayıf ve güçlü, güzel ve çirkin… Kapıdan girer girmez karşınıza çıkan 'Kuğu’ heykeli konumlandırılışı itibariyle de bu ikilemi yaşıyor: gitmek mi kalmak mı? Eserlerin odalar içindeki yerleşimleri etkileyicilik anlamında çok başarılıydı.Francesco Albano'nun 'Günlerden bir gün’ çalışması önünde durduğu çinilerle birlikte çok uyumluydu. Bu eser, Dali'nin 'Eriyen Saatler'ini hatırlattı bana. Köşke adım attığım ilk andan itibaren-belki de tarihe dokunmakla ilgilidir- 'zaman’ olgusu peşimi bırakmadı. Nerden baksanız iki yüzyıllık zeminlere basıp çağdaş sanat eserlerinin bunlarla nasıl da bütünleştiğini gördüğümde 'Zaman sadece birazcık zaman’  mı 'Zaman, gerçekten var mı?’ 'Zamanı hapsedebilir misin?’ 'Zaman değiştiği için mi insan da değişir?’ soruları yağmur gibi yağmaya başladı. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kulaklarını çınlattım: içinde miyiz zamanın yoksa büsbütün dışında mı hocam? Zamanla birlikte insan da eriyor, yok oluyor. Var oluşumuzu, bu bedende kas ve kemik kütlesinden daha fazlası olduğumuzu; ruhumuzun varlığını tutkularımız mı gerçek kılıyor? Yaşamını Hristiyan-lığın yayılmasına adamış ilk Hristiyan şehitlerinden Aziz Sebastian Rönesans tablolarında vücudu oklar içinde tasvir edilmiştir. Bu mitten etkilenen Francesco Albano'nun Aziz Sebastian heykelinde bedenin sınırlarını sorguluyoruz; balmumumdan yapılmış olması eseri oldukça gerçekçi kılıyor. Hikayemizin başladığı günden beri- Adem'le Havva'nın cennetten kovuluşu- tüm dünyanın kadın ve erkek arasındaki çatışmalarla döndüğünü hissettirir gibi serginin ikinci katında ana salonun tam or-tasında bir kadın ve bir erkek heykeli yer alıyor. Kadının, erkeksi bir vücudu var; yüzündeki kan ve morluklar dikkat çekiyor, az önce şiddetli bir kavgadan çıkmış gibi. Söyleyecek sözü var ama konuşamıyor,dudağı titrer gibi bir hali var. Adamın rengi altın sarısı; saf bir madenden yapıldığını, steril boyutta temizlik hissi uyandırıyor. Adeta Rönesans heykelleri gibi, tüm vücudunu ve kaslarını en iyi şekilde gösterecek duruşta bekliyor. Kadın, adamın gözlerinin içine bakmaya çalışıyor; ama adam uzaklarda, umursamaz davranıyor. Ne kadar da tanıdık bir hikaye, değil mi? Tarihle ve sanatla kucaklaşıp dinginliğe ulaşarak köşkü terk ederken, İstanbul'un en bi göbeğinde olup da bu kadar sessiz kalabilmeyi başarmış bahçesine adım attığınızda dinginlik hissiniz adeta iki misline çıkıyor. Bahçeye yerleştirilmiş iki eserden; İsmi Bilinmeyen Sanatçı'nın 'Gergedan'ı bir gergedana oranla minnak kalan vücuduna rağmen üzerindeki zırhlarla adeta köşkün koruyuculuğunu üstleniyor. Terk etmeye ramak kala kırık dökük bir “Aşk” yazısıyla göz göze geliyoruz. Gimhongsok'un eseri, Robert Indiana'nın aynı isimli tanınmış heykeline nazire niteliğinde. Indıana-nın heykelinin aksine, bu Aşk'a baktığımızda yanmış ve içi boşalmış bir şeyler görürüz. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden bir kupleyle Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kulaklarını bir kez daha çınlatarak yazımı noktalamak istiyorum:“Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde… Fakat daima ödersiniz…Hiçbir şey olmasa,bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz…” “Zaman her şeye rağmen geçer. Bazen insanın içinden geçse de.” Zamanı içimizden söküp atama-dığımıza göre sanırım yapabileceğimiz tek şey onu güzel kılmak oluyor. Sanat güzeldir, güzelleştirir. Bir sanat eserini illa ki anlamak için çaba göstermeyin; ama sizi etkilemesine ve değiştirmesine izin verin.
0 notes