Tumgik
#kahraman müslüman asker
nevzatboyraz44 · 1 year
Text
The operation carried out by the Muslim Turkish Army against the traitors... 🇹🇷 Allah will never leave the armies of Islam alone...🇹🇷
العملية التي نفذها الجيش التركي المسلم ضد الخونة ... الله لن يترك جيوش الإسلام وشأنها ...🇹🇷
Müslüman Türk Ordusunun, vatan hainlerine yönelik yapmış olduğu operasyon...🇹🇷 Allah İslam ordularını asla yalnız bırakmaz...🇹🇷
47 notes · View notes
nursinvuslatsamsun · 5 years
Text
EBU TALHA (R.A.) KİMDİR?
Ebu Talha (r.a.) Medineli müslümanlar arasında bağ ve bahçeye en çok sahip olandı. Mescid-i Nebevi’nin karşısında Beyruha adlı bir bahçesi vardı. Hurma ağaçları, asma ve tatlı suyu ile meşhurdu. Efendimiz sık sık buraya uğrar, suyundan içerdi. Bu bahçeyi Allah rızası için infak edip amcazadelerine bağışladı. O, bağış yapılacak yerde malıyla, savaş meydanlarında da canıyla cömertti.
Ebu Talha radıyallahu anh Peygamber aşığı bir genç… Gönlü cihad ruhuyla dolu bir yiğit… Allah yolunda infakta malıyla, cihadda canıyla cömertlik yapan bir kahraman…
PEYGAMBER AŞIĞI GENÇ
Müslüman olduktan sonra Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizden ayrılmayan aşıklardandı. Efendimizi canı gibi sever, ona hizmeti şeref bilirdi. Huzur-i alilerinde pür edeb diz çökerek otururdu. Onu gölge gibi takip ederdi. Bütün savaşlara iştirak etti. Uhud günü en zor anlarda dahi yanından ayrılmadı. “Canım canın için feda, yüzüm yüzün için kalkandır Ya Resulallah” diyerek vücudunu siper etti.
O öylesine aşık idi ki, evinde pişirdiği yemeği yalnız yiyemezdi. Sevgili Peygamberimize haber gönderir onun iştirakini isterdi. Efendimiz de zaman zaman gider, Ummu Suleym’in hazırladığı yemeği yer ve orada öğle uykusuna yatardı. Küçük Enes o günleri şöyle anlatıyor:
“Resulullah (s.a.) evimize sık gelir giderdi. Çocukları sever ve okşardı. Bizlerle ilgilenir ve latifeler ederek neşelendirirdi. Birlikte namaza durur bizler de arkasına dizilir, saf olur, namaz kılardık.”
PEYGAMBERİMİZE YEMEK DAVETİ
Yine bir gün Ebu Talha (r.a.)’nın evinde güzel bir yemek pişirilmişti. Enes’i Peygamberimize gönderip yemeğe davet etti. İki Cihan Güneşi Efendimiz de mescidde ehl-i suffe ile birlikte oturuyordu. Enes’in gelişinden yemeğe davet edildiğini anladı ve yetmiş kadar ashabıyla kalkıp Ebu Talha’nın evine gitti. Kalabalığı gören Ebu Talha biraz telaşlanır gibi oldu. Ailesi Ümmü Süleym (r.anha) ise;” Resulullah (s.a.) varken telaşa ne gerek var” diyerek onu teskin etti. Resul-i Ekrem (s.a.) Efendimiz yemeğin bereketlenmesi için dua ettikten sonra gruplar halinde ashabını sofraya oturttu. Hepsi doyasıya yedi ve kalktı. Sonunda daha o kadar kişiye yetecek yemek kaldığı görüldü.
BEYRUHA NEDİR?
Ebu Talha (r.a.) Medineli müslümanlar arasında bağ ve bahçeye en çok sahip olandı. Mescid-i Nebevi’nin karşısında Beyruhâ adlı bir bahçesi vardı. Hurma ağaçları, asma ve tatlı suyu ile meşhurdu. Efendimiz sık sık buraya uğrar, suyundan içerdi. Ebu Talha (r.a.) “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça en üstün sevabı kazanamazsınız.” (Al-i İmran; 92) ayet-i kerimesinin nazil olduğunu işitince Sevgili Peygamberimizin yanına gitti ve bu bahçeyi Allah rızası için infak ettiğini söyledi. Dilediği şekilde kullanmasını istedi. Onun bu davranışını takdir eden Efendimiz (s.a.) bahçeyi akrabalarına vermesinin daha uygun olacağını söyledi. Bunun üzerine o, bu bahçeyi amcazadelerine bağışladı.
O, bağış yapılacak yerde malıyla, savaş meydanlarında da canıyla cömertti. Ashab arasında cesareti, yiğitliği ve bilhassa gür sesiyle tanınırdı. Sevgili Peygamberimizin: “Ebu Talha’nın asker içinde sesi yüz kişiden daha hayırlıdır.” iltifatına mazhardı.
Hayatının sonuna kadar cihad aşkıyla dolu olarak yaşadı. Ömrünün çoğu harplerde geçtiği için nafile oruç tutmazdı. Cenk için kuvvetli olmak gerekir derdi. Bu yüzden Resul-i Ekrem (s.a.) Efendimizin: “Oruç yiyerek düşmanınıza karşı kuvvetleniniz” emrine uyardı. Onun bu halini üvey oğlu Enes şöyle anlatıyor:
“Ebu Talha cenk için oruç tutmazdı. Fakat Resulullah (s.a.)’in irtihalinden sonra 30 veya 40 yıla yakın ben onun oruçsuz gün geçirdiğini görmedim. Yalnız Ramazan ve Kurban bayramlarında oruç tutmazdı.”
Yine Enes İbni Malik (r.a.) şöyle naklediyor:
“Nebi sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber bir seferde idik. Bizden kimi oruçlu kimi de oruçsuzdu. Oruç tutanlar güçsüz kaldılar ve hiç bir şey yapamadılar. Oruçsuzlar ise binit develerini suya götürüp suladılar. Oruçlulara hizmet ettiler. Yemek pişirip birlikte yediler. Bütün bu faaliyetler üzerine Resul-i Ekrem (s.a.) Efendimiz: “Bugün oruçsuzlar tam ücret alıp gittiler.” buyurdu.
Ebu Talha (r.a.) hizmetin her çeşidinden anlardı. Bir hizmet eri gibi koşardı. Medine’de kabir kazma işiyle de tanınırdı. İki Cihan Güneşi Efendimiz dar-i bekaya irtihal edince kabr-i şeriflerini Medine halkının adetine uygun olarak kazmak şerefi de ona nasib oldu.
O, canından çok sevdiği Fahr-i Kainat (s.a.) Efendimizin irtihalinden sonra onun ayrılığına dayanamayarak diğer sahabiler gibi başını alıp Şam tarafına gitti. Uzun müddet orada kaldı. Hasretini gidermek ve kabr-i şeriflerini ziyaret etmek için Hz. Ömer (r.a.)’in şehadetinden önce Medine’ye geldi. Köşesine çekildi. İbadet ve taatiyle meşgul oldu. Hz. Ömer (r.a.) ona çok güvenirdi. Halifeyi seçmekle görevli şura meclisinin kapısında bekçilik görevini ona verdi. Halife seçilinceye kadar kimsenin rahatsız etmemesini ve üç gün müddet vererek halifenin süratle seçimini sağlamasını ondan istedi. O da bu vazifeyi seve seve yerine getirdi. Ensardan 50 kişiyle kapıyı tuttu ve üç gün içerisinde halifenin seçilmesine yardımcı oldu.
CESEDİ BOZULMAYAN SAHABİ
Ebu Talha yaşlanmıştı. Fakat gönlü hakikaten gençti. O hala cihad aşkıyla yanıyordu. Enes (r.a.) anlatıyor: “Bir gün Kur’an-ı Kerim okuyordu. Tevbe suresi 41. ayetine gelince durdu ve: “Rabbimiz bizi, ihtiyar da olsak genç de olsak savaşa gitmeye çağırıyor.” dedi. Kendisinin harp için techiz edilmesini istedi. Oğulları: “Babacığım sen yaşlısın harp etmek sırası bizimdir. Sen otur biz gidelim.” diyerek engel olmak istediler. Fakat kabul ettiremediler. O günlerde Rumlara karşı bir savaş hazırlığı vardı. Ebu Talha bu deniz harbine katıldı. Gemide ağır hastalandı ve bir müddet sonra vefat etti. (654 m.) Yedi gün süreyle karaya çıkamadıkları için defnedilememişti. Ancak cesedinde de herhangi bir bozulma meydana gelmemiştir.
Ebu Talha (r.a.) 92 hadis-i şerif rivayet etti. Bunlardan bir tanesini kendisi şöyle naklediyor: “Bir gün Resulullah’ın huzuruna girdim. Pek neşeli, mütebessim ve güler yüzlü bir halde gördüm. Sebebini sorduğumda: “Ya Eba Talha! Nasıl memnun ve mesrur olmayayım ki, biraz önce Cebrail aleyhisselam geldi. Ümmetimden bana bir kere salat ve selam getirene Allah Teala ve melekleri on salat ve selam eder.” diye müjde verdi. buyurdu.” Rabbimiz bizleri onların ruhaniyetinden istifade ettirip şefaatlerine nail eylesin. Amin.
3 notes · View notes
caginmumineleri · 5 years
Text
Tumblr media Tumblr media
Müslüman, İslami zihniyete ve İslami nefsiyete sahip olduğu zaman, kendinde merhameti ve sertliği, takvayı ve nimetleri bir arada toplayabilen, hayatı doğru şekilde anlayan, gerektiği kadar dünyaya yönelen, ahireti kazanmak için bütün bütün gücüyle çalışan aynı anda hem asker hem de lider olmaya elverişli şahsiyet olur. Ona ne dünyaya tapanların sıfatları, ne Hint çikekeşliği (fakirliği) ne de dünyadan elini eteğini çeken kimsenin hali etki edebilir. O cihadda kahraman iken aynı zamanda mihrabın dostudur.
İslam Şahsiyeti/Takiyyuddin en-Nebhani
4 notes · View notes
oyunabirazara · 6 years
Text
2 Mart 1949 tarihinde İstanbul korkunç bir patlamayla sarsılır.
İki gün boyunca devam eden bu şiddetli patlamalarda, Sütlüce sahilindeki bir bina neredeyse tamamen havaya uçar. Havaya uçan bu bina, bir silah fabrikasıydı. Sahibi de Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarının en güçlü adamı, Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın öz kardeşi, Kafkas İslam Ordusu Komutanı, Bakü Fatihi Nuri Killigil Paşadır...
TBMM’de bazı milletvekilleri hükümete soru önergesi vererek, "bu fabrikanın nasıl ve kimlerce havaya uçurulduğunun" açıklanmasını ister. Ve 23 Mart’ta kapalı celsede zamanın Başbakan kürsüye gelerek açıklamalarda bulunur; ne anlattığıysa artık, kayıtlara devlet sırrı olarak girer!
Patlamadan sonra Nuri Paşa’nın yanmış birkaç parça el, ayak ve giysisi bulunur ancak. Ve bunlar bir tabuta konarak toprağa verilir. Resimde gördüğünüz minik tabutta yatan büyük, idealist ve gözükara bir paşadır.
Fabrika? Bir daha açılmamak üzere yanmış, kül olmuştur. Üretilen tabancalardan biri, Nuri Paşa’nın varislerince Harbiye Askeri Müzesi’ne teslim edilir; bir gün yolunuz düşerse silahı orada görebilirsiniz.
Nuri Demirağ'ın öncülük ettiği uçak sanayinin ardından savunma sanayimizin temel taşı da un-ufak edilip toprağa gömülmüştür artık. Yıl 1949. Henüz Menderes iktidara gelmemiştir. Bu müteşebbis iki Nuri; Killigil ve Demirağ resmi tarihçe, millete unutturuldu. Yerine kim mi kondu? Nuri Alço vbleri...
Peki bu Nuri Killigil Paşa Kimdir?
Türk savunma sanayisinin temellerini atan, itilmiş, horlanmış ve unutulmuş, unutturulmuş bir kahraman: Nuri Killigil Paşa…
Gözü kara bir subay, idealist bir memleket sevdalısı. 1911-1912 yıllarında Trablusgarp’ta İtalyan işgaline karşı savaştı. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, henüz 29 yaşındayken Kafkas İslam Ordusu Komutanı olarak, Ermenilerin ve Rusların işgalindeki Bakü’yü kurtardı. Bu zaferden sonra Azerbaycanlılar tarafından adına destanlar yazıldı, şarkılar bestelendi ve “Bakü Fatihi” olarak tanınmaya başladı. Fakat henüz bir buçuk ay sonra 0smanlı İmparatorluğu’nun Mondros Anlaşması’nı imzalayıp yenilgiyi kabul etmesi üzerine birliklerini Azerbaycan’dan çekmek zorunda kaldı.
Ateşkes ile birlikte İngilizlerin baskısıyla bütün komutanlar İstanbul’a çağrıldı. Payitahta gelir gelmez polisler tarafından tutuklandı ve Batum’a gönderilerek hapsedildi. 1919 yılında halkın da yardımıyla hapisten kaçtı. Erzurum’a giderek milli mücadeleye katıldı. Erzurum ve Kars’ta silah ve cephanelerin bakımı için bir atölye kurdu. Fakat bu sırada Mustafa Kemal'e darbe yapacak dedikoduları çıktı, bölgeden uzaklaştırılırdı ve Almanya’ya gitmek zorunda kaldı. Killigil, Almanya’da yaşadığı süre zarfında da Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile beraber çalışarak, özellikle ordunun hafif silah ve mühimmat tedariki yönünde çalışmalar yaptı. Yurda döndüğünde devlet kurulmuş ve emekliye sevk edilmişti.
1925 yılında Atatürk’ün imzasıyla Yarbay rütbesiyle emekliliği onaylandı. 1929’da devlet tarafından İstiklal Madalyası’na layık görüldü.
Nuri Paşa Artık asker değildir ve yeni bir iş yapması gerekiyordu. Siyasete girmedi, ticarete atılmayı düşündü. Gençliğinden beri silah üretmek en büyük hayaliydi. Teknik bilgisi olmamasına rağmen, içinde hep bir şeyler icat etme arzusu vardı.
1933’te Zeytinburnu’nda döküm, seramik, soba yapmak üzere bir tesis kurdu. Resmi olarak bu tip madeni eşyalar üretiliyor olarak görünse de asıl üretimi, Millî Savunma Bakanlığı’nın verdiği izinle yapılan tabanca, tüfek, gaz maskesi ve hatta havan topu mermisi gibi askeri malzemeler üzerine idi. İlk büyük işi; Atatürk’ün kararnamesiyle 1934’te, Yavuz Gemisi topları için gerekli olan kanat emniyetli tapaların üretimi oldu. Daha sonra dağ topları için 24 bin tapa ve Heinkel uçaklarının bomba yapımı gibi işleri de almıştı.
Daha sonra fabrikasını iyice genişletti ve Sütlüce’de ikinci fabrikasını açtı. Türkiye’nin ilk özel savunma sanayi şirketi olan bu fabrika, ülkenin silah endüstrisindeki mihenk taşı oldu. 400 tezgah ve 500 işçi çalışıyor, tamamen yerli silah ve mühimmatlar üretiliyor, bu mühimmatlar da Türkiye Cumhuriyeti’nin yanı sıra birçok devlete satılıyordu.
Sütlüce’deki bu silah ve mühimmat fabrikasında, çizimini bizzat kendi yaptığı, kendi adını verdiği ve patenti kendisine ait olan Nuri Killigil Tabancası’nı üretti. Yarı otomatik ve 9 milimetre çapındaki bu ilk yerli ve milli tabancamız o yıllarda dünyanın en iyi silahları arasında gösteriliyordu. (Silah bugün Harbiye Askeri Müzesi’nde sergilenmekte, yolunuz düşerse orada görebilirsiniz.)
Hayatı silahlarla geçmiş, gerçek bir silahşor olan Nuri Paşa’nın; askerlik hayatında silahları yalnızca kullanmakla kalmadığını, üzerinde kafa yorarak sürekli gelişme ve yenilik arayışında olduğunu, kısa süre içerisinde ortaya koyduğu başarılı eserlerden anlayabiliyoruz.
Killigil Tabancası’na baktığımızda; silahın kabza kapağındaki incelik, şarjör tünelinin altındaki detay, üst kapağın zarafeti hemen dikkatimizi çekiyor ve bu harika tasarım, onun ne kadar titiz, işini iyi yapan bir silah tasarımcısı olduğunu bize gösteriyor.
Nuri Killigil’in bu başarıları, Türkiye’nin milli ve yerli bir savunma sanayisi olmasını istemeyenleri rahatsız etti. Bir süre sonra Killigil, baskılardan dolayı fabrikasında silah üretilmeyeceğini açıkladı. Fakat üretim gizlice devam ediyordu.
1949 yılına gelindiğinde… O günlerde yeni kurulmuş olan İsrail’le savaş halindeki Mısır’dan beş bin tabanca, Suriye’den de iki bin havan topu siparişi geldi. Siparişleri yetiştirmek için fabrikada gece gündüz çalışılıyordu. Bu sırada BM Güvenlik Konseyi, Suriye ve Mısır’a silah ambargosu koydu. Fakat, Paşa bu karara rağmen ambargoyu delerek sevkiyata devam etti. Bu sevkiyat İsrail’in ve İsrail ile iyi ilişkiler kurmaya çalışan hükümetin, o dönemki menfaatlerine hiç uygun değildi.
1949 yılının 2 Mart'ında Sütlüce’deki fabrikada fail-i meçhul (olmayan) patlamalar meydana geldi. Nuri Killigil Paşa, mühendis ve işçileriyle, on binlerce top ve havan mermisiyle birlikte bir anda yok edildi. Ceset parçaları fabrikanın her yerine saçılmıştı. Kaç kişinin can verdiği tespit edilemedi ve 27 kişi gibi temsili bir sayı kayda geçildi. Günlerce aranmasına rağmen Nuri Paşa’nın cesedine ait hiçbir şey bulunamadı ve sembolik olarak boş bir tabut defnedildi.
20 gün sonra cesedinin ana gövdesi Haliç’te su üzerine çıkınca bulundu. Ailesi tekrardan cenaze töreni yaparak, cenaze namazının kılınmasını istedi. Fakat hükümetinin baskılarından korkan dönemin müftüsü tarafından “sadece bir ceset parçası için cenaze namazı kılınmaz” diye fetva verildi.
Halk arasındaki iddialara göre; 1949 yılının hükümeti, İsrail siyaseti gereği Nuri Killigil’in cenazesine de tavır almıştı. 24 Mart 1949 tarihinde cenaze namazı kılınmadan, işçi arkadaşlarının yanına, Nuri Killigil Fabrikası Şehitliği’ne hak etmediği şekilde defnedildi.
Kafkas İslam Ordusu Komutanı olarak şanlı zaferler kazanmış bir savaş kahramanı, Azerbaycan Türklerini, Rus-Ermeni zulmünden kurtaran “Bakü Fatihi”, Türkiye’nin ilk yerli ve milli silah üreticisi, savunma sanayinin kurucusu, ömrünü memleketine adamış bu müslüman Türk evladına bir cenaze namazı bile çok görülmüştü.
Yıllarca Edirnekapı’daki mezarına da gereken değer gösterilmedi, yeri bile unut(tur)uldu. Ancak 2016 yılında, yazar Atilla Onat tarafından mezar tespit edildi, İstanbul Büyük Şehir Belediyesince onarıldı. Ve vefatından tam 67 yıl sonra cenaze namazı arkadaşlarıyla birlikte yattığı şehitlikte, bir avuç bilen ve sevenleri tarafından kılındı.
Ülkemiz’de son derece vahim geçen bu yıllarda, "uçak sanayinin" ardından "savunma sanayimiz" de toprağa gömülmüş oldu.
Nuri Killigil Silah ve Mühimmat Fabrikası üretimine devam etseydi bugün savunma sanayimiz hangi seviyelerdeydi? Nuri Demirağ uçak sanayinde destek görse veya önü kesilmeseydi ekonomimiz şu anda ne durumda olurdu diye düşünmeden edemiyoruz.
Ömürleri boyunca kendilerinden çok ülkeleri için çalışan bu aziz insanlara vefa borcu olarak bizlere düşen; onları iyi anlayıp, değerlendirmek, emanetlerine sahip çıkmak, onların kaldıkları yoldan devam etmektir. Ve onları unutturanları asla unutmamaktır. Vatan savunması için Trablusgarp’tan Bakü’ye birçok toprakta korkusuzca savaşan bir kahraman olduğu gibi, bir mühendislik dehası da olan bu büyük değerimizin ruhu şad, mekânı cennet olsun. Allah gani gani rahmet eylesin.
Yazıyı, Nuri Paşa önderliğindeki Kafkas İslam Ordusu’nun Bakü’yü düşman işgalinden kurtarması şerefine yazılmış, Nuri Paşa Zafer Marşı’nın bir bölümüyle sonlandırıyorum;
"Nuri Paşa at belinde, Türkiye’den Kars’tan gelir.
Azerbaycan diye diye, yenilmeyen aslan gelir.
Dalgalanan Türk Bayrağı, istiklalden haber verir.
İslam'ın şanlı tarihine, zaman er oğlu er verir.”
Kafkasya/ Dağıstan'dan 1867 lerde sürgün gelen atalarım Kafkasya'yı kurtaran bu kahraman Paşa'nın adını büyük dedeme verirler ve ben de "NURİ" ismini dedemden miras olarak alırım. Geleneği ve direnişi yaşatma adına "ŞAMİL" adını bende ilk oğluma verdim.
Diğer adaşım, milli uçak sanayinin kahramanlarından Nuri Demirağ'ın başına gelenleri de artık siz bulup okuyun.
Sonuç olarak;
Aşağıdaki resme iyi bakınız. Resimde gördüğünüz tabutta koca imparatorluğun koca paşasının parçalanarak küçültülmüş artakalan parçalarıdır. Yani biz...
Alın size unutturulan muhteşem bir tarihten bir kesit daha...
Tarih diye yıllârdır resmî tarih palavralarını okuttular bize? Lise birde çok iyi hatırlıyorum bir yıl yunan tarihini okutturdular. Niçin bu vatan evlatları okutulmadı? Çanakkale ve Kurtuluş şavaşından kaçarak Paris ve Viyana kafelerinde sürten, ittihatçı ve Jöntürk artığı, paşaların savaş kaçkını, korkak ve hain çocuklarını, edebiyat, siyaset ve i.tarih kitaplarımızda yeni yetişen nesillere kahraman diye yutturdular. Baskı ve aldatmacayla bir neslin ruhunu çalarak mankurtlaştırdılar... Az kaldı az, millet hepsini öğrenecek... Gerçeklerin üstündeki sır perdesi aralanacak...
Tumblr media Tumblr media
7 notes · View notes
aykutakdag · 4 years
Photo
Tumblr media
KAHRAMAN ORDUMUZA 30 AĞUSTOS HEDİYESİ Laik Cumhuriyetin, inançlı bekçileri Barışın sigortası, yiğit kadrosudur bu!.. Savaşın şahinleri, şanlı tetikçileri İlim ile imanın, ortak kurgusudur bu!.. Alparslan şehitlerin, nurlu ordusudur bu!.. Çağ açıp çağ kapatan, medeniyetler kuran Vatan için cephede, dilinde Tevhit, Kur’an Ey kahpe emperyalizm, yine korkudan kıvran Çünkü dağları delen, Ferhat burgusudur bu!.. Muhammed Fatihlerin; muştu ordusudur bu!.. Ona kem söz edenler, ya ahmak, ya alçaktır Peygamberin övdüğü, en şerefli ocaktır Mazlumlar sığınacak, zalimler korkacaktır Cihat için hazırdır, Hızır kurumudur bu!.. Hacı Bektaş Velilerin, kutlu ordusudur bu!.. Biz ki asker milletiz, Müslüman Türk, niyazdı Tarih onu yazamaz, çün tarihi o yazdı Kirli safha bulunmaz, her sayfası beyazdı Kuru bir övgü değil, mertlik duygusudur bu!.. Ona Mehmetçik derler, Mehdi ordusudur bu!.. Malazgirt’ten, Mohaç’tan; Viyana’dan sor hele Çanakkale, Sakarya; ne Kıbrıs’tan zor gele? Ey PKK ağzıyla, dil uzatan hergele Anadolu son kalem, ebed yurdumuzdur bu!.. Türk, Kürt, Sünni, Alevi; Milli ordumuzdur bu!.. BOP’un eş başkanları, Sevr’in taşeronları George Bush’un piyonları, Deccal’in Şaron’ları Çağın Firavunları, Şeddat ve Neron’ları İsrail denen gâvur, şeytan kuduzudur bu!.. Türk askeri geliyor; huzur ordusudur bu!.. Bağımsızlık hayattır; hürriyete hayranım Kanım canım kurbandır, dalgalansın bayrağım Ezan’ım özgürlüktür; artık her gün bayramım Dosta güven kaynağı, düşmana pusudur bu!.. Gör Mustafa Kemal’in, mutlu ordusudur bu!.. KAYNAK: http://www.millicozum.com/mc/duyurular/kahraman-ordumuza-30-agustos-hediyesi-siir-dp1 #30ağustos #zaferbayramı #tsk #kahramantsk #türkordusu #türkiyem🇹🇷 #turkiyecumhuriyeti #çanakkale #ataturk #MustafaKemalAtatürk #NecmettinErbakan #necmetti̇nerbakan #tc #teknoloji https://www.instagram.com/p/CEh43pgngOm/?igshid=1j7y3emsk95y3
0 notes
kanalmilligorus · 4 years
Photo
Tumblr media
KAHRAMAN ORDUMUZA 30 AĞUSTOS HEDİYESİ Laik Cumhuriyetin, inançlı bekçileri Barışın sigortası, yiğit kadrosudur bu!.. Savaşın şahinleri, şanlı tetikçileri İlim ile imanın, ortak kurgusudur bu!.. Alparslan şehitlerin, nurlu ordusudur bu!.. Çağ açıp çağ kapatan, medeniyetler kuran Vatan için cephede, dilinde Tevhit, Kur’an Ey kahpe emperyalizm, yine korkudan kıvran Çünkü dağları delen, Ferhat burgusudur bu!.. Muhammed Fatihlerin; muştu ordusudur bu!.. Ona kem söz edenler, ya ahmak, ya alçaktır Peygamberin övdüğü, en şerefli ocaktır Mazlumlar sığınacak, zalimler korkacaktır Cihat için hazırdır, Hızır kurumudur bu!.. Hacı Bektaş Velilerin, kutlu ordusudur bu!.. Biz ki asker milletiz, Müslüman Türk, niyazdı Tarih onu yazamaz, çün tarihi o yazdı Kirli safha bulunmaz, her sayfası beyazdı Kuru bir övgü değil, mertlik duygusudur bu!.. Ona Mehmetçik derler, Mehdi ordusudur bu!.. Malazgirt’ten, Mohaç’tan; Viyana’dan sor hele Çanakkale, Sakarya; ne Kıbrıs’tan zor gele? Ey PKK ağzıyla, dil uzatan hergele Anadolu son kalem, ebed yurdumuzdur bu!.. Türk, Kürt, Sünni, Alevi; Milli ordumuzdur bu!.. BOP’un eş başkanları, Sevr’in taşeronları George Bush’un piyonları, Deccal’in Şaron’ları Çağın Firavunları, Şeddat ve Neron’ları İsrail denen gâvur, şeytan kuduzudur bu!.. Türk askeri geliyor; huzur ordusudur bu!.. Bağımsızlık hayattır; hürriyete hayranım Kanım canım kurbandır, dalgalansın bayrağım Ezan’ım özgürlüktür; artık her gün bayramım Dosta güven kaynağı, düşmana pusudur bu!.. Gör Mustafa Kemal’in, mutlu ordusudur bu!.. KAYNAK: http://www.millicozum.com/mc/duyurular/kahraman-ordumuza-30-agustos-hediyesi-siir-dp1 #30ağustos #zaferbayramı #tsk #kahramantsk #türkordusu #türkiyem🇹🇷 #turkiyecumhuriyeti #çanakkale #ataturk #MustafaKemalAtatürk #NecmettinErbakan #necmetti̇nerbakan #tc #teknoloji https://www.instagram.com/p/CEhuD2XnkfV/?igshid=jav0m067fion
0 notes
agustosca · 6 years
Photo
Tumblr media
Yılmam ölümden, yaradan, askerim;  Orduma, «gâzî» dedi Peygamberim. Bir dileğim var, ölürüm isterim: Yurduma tek düşman ayak basmasın. Âmin! desin hep birden yiğitler, «Allâhu ekber! » gökten şehidler. Âmin! Âmin! Allâhu ekber!  Türk eriyiz, silsilemiz kahraman... Müslümanız, Hakk’a tapan müslüman. Putları Allah tanıyanlar, aman, Mescidimin boynuna çan asmasın. Âmin! desin hep birden yiğitler, «Allâhu ekber! » gökten şehidler. Âmin! Âmin! Allâhu ekber!  Millet için etti mi ordum sefer, Kükremiş arslan kesilir her nefer, Döktüğü kandan göğe vursun zafer, Toprağa bir damlası boş akmasın. Âmin! desin hep birden yiğitler, «Allâhu ekber! » gökten şehidler. Âmin! Âmin! Allâhu ekber! Allâhu ekber!  Ey Ulu Peygamberimiz nerdesin?  Dinle minâremde öten gür sesin!  Gel, bana yâr ol ki cihan titresin, Kimse dönüp süngüme yan bakmasın. Âmin! desin hep birden yiğitler, «Allâhu ekber! » gökten şehidler. Âmin! Âmin! Allâhu ekber! Allâhu ekber! #mehmetakifersoy #şiir #dua #gece #asker #ordu #türk #millet #toprak #minare #yar #hayırlıcumalar #turuncu #fotoğraf
3 notes · View notes
galaksilerinicinden · 7 years
Text
Komünist Donkişotu Proleter – Burjuva Gospodin Nazım Hikmetof Yoldaşa (Hüseyin Nihal ATSIZ) Don Kişotu herkes bilir; kahramanlık martavallarıyla dolu kitapları okuya okuya zayıf sinirleri büsbütün sarsılan ve aklını oynatan bu kahraman taslağı, cihana güya adalet götürmek için sıska bir ata biner ve paslanmış bir mızrakla yola çıkar. Bozuk kafasında yalnız düşman orduları ve devler olduğu için koyun sürülerini asker, yeldeğirmenlerini dev sanarak onlara hücum eder. Sonunda ne olduğu da malumdur. Son zamanlarda da İstanbul’da bir komünist Don Kişotu türedi. O da modası geçmiş paslı bir mızrakla ve kafasında yalnız burjuva – proleter manisi olduğu halde rasgele saldırıyor, haykırıyor, hırslanıyor, tulumbacı ağzıyla şiirler (?!) yazıyor. Gayesi basit, fakat pek yaman: Türkiye`de halk rejimi yani komünizmi kurarak bu çorak memleketi cennet haline getirmek. İşin doğrusunu söylemek icap ederse asıl Don Kişot olanlar bu işin elebaşılarıdır. Onların Türkiye`deki müsveddesi olan Nazım Hikmetof Yoldaş da ancak bir Sanso Pansa`dir. Fakat Türkiye`de baş komünist kendisi olduğu ve yahut öyle geçindiği için ona, Türkiye komünistlerine de değer biçmek üzere, Don Kişotluk rütbesini çok görmüyorum. Kara vicdanını Mujik cehenneminde kızartan ve Yahudi Marks`ın bayat felfesinin altına bir kole gibi yatan, karanlık günlerimizde İstanbul`dan ve Anadolu`dan kaçarak Moskova`da ense yapan yurt kaçkını Nazım Hikmetof Yoldaş`a hiçbir sözüm yoktu. Çünkü türlü türlü maniler ve türlü türlü manyaklar olduğunu biliyordum. Fakat Hikmetof Yoldaş nebbaslığa başlıyarak büyük Namık Kemal`in kemiklerine diş uzatınca mesele değişti. Komünist Nazım Hikmetof ile romancı Peyami Safa`nın aralarında ne geçtiyse geçti. Düne kadar birbirinin dostu ve bedava reklamcısı olan bu iki edib-i şehir bozuşup cilveleştiler. Itiraf etmeli ki bu münakaşada Peyami Safa daha dürüst hareket etti; münakaşayı münakaşanın çerçevesinden aşırmadı. Fakat, ya Hikmetof Yoldaş? Hayır, o böyle bir fırsatı kaçıramazdı. Ahmet Haşim`e Hamdullah Suphi`ye, Yakup Kadri`ye saldırdığı zaman kimse kendisine cevap vermedi ya, o zavallı gafil bunu kendi kahramanlığından yıldıklarına hamletti; bir saldırış daha yaptı. Nazım Hikmetof Yoldaş bu saldırışını da yalnız Peyami Safa`nın şahsına yapsaydı tabii yine kimse sesini çıkarmıyacaktı. Çünkü onun fikirleri gibi Polon ve Mison karışık argosu ile, trak tiki taklarla, karamaca beyleriyle karışık edebi soytarılıklarları, iğrenmeden okuyabilenleri eğlendiriyor, onlara hoşca vakit geçiriyordu. Fakat Nazım Hikmetof Yoldaş bu münakaşayı Türk milliyetperverliği üzerinde tepinmeğe yeltenmek için vesile yaptı ve Türkiye`nin en büyük adamlarından biri olan Namık Kemal`i arslan postu giymiş olmakla ittiham etti. Öyle sanıyorum ki arslan postu giymiş olmakla kasdettiği mana eşekliktir. Bu, arslan postu giyen ve kendisini arslan diye satan eşeğin hikayesine telmihen yapılmış, komünistlere yaraşır şekilde bayağı, Don Kişotca bir tesbihtir. Bir kere Namık Kemal arslan postu giymiş değildir. Namık Kemal arslanın ta kendisidir. Evet, Namık Kemal arslandı , sırtlan değil… Çünkü mezarlarda yatan arslanlara değil, kanlı cellat gibi tepemizde yaşıyan kızıl sultanlara saldırıyor, ağız dolusu küfürü onların suratına haykırıyordu. Fakat bu böyle olmasa bile, Namık Kemal`in arslan postu giymesi veya Nazım Hikmetof Yoldaşın kendi postu içinde yaşaması münakaşaya girecek şeyler midir? Madem ki münakaşa ( veya cilveleşme) Peyami Safa ile yapılıyordu ve uzaktan veya yakından Namık Kemal ile ilişikliği bulunmuyordu, o halde Namık Kemal`i hakaret etmekte mana yoktu. Peyami Safa`ya telkin veren Hikmetof Yoldaş, kendi salkım yutmaktadır. Ona “ölüleri mezarında rahat bırak” dediği halde niçin leş arıyan sırtlanlar gibi Namık Kemal`in mezarini eşiyor? Görülüyor ki Hikmetof Yoldaş ne dediğini bilmeyen, tezatlar içinde yüzen zavallı bir hastadır. Hikmetof Yoldaş aynı zamanda megalomaniyle de uğraşmıştır. Bu zavallı büyüklük meraklısının kuruntusuna göre Peyami Safa, Hikmetof Yoldaşın karşısına kendiliğinden çıkmış değilmiş. O`nu çıkarmışlar ve Hikmetof Yoldaşın paçasına salıvermişler. Bir büyük ölünün kemiklerine saldırmakla Nazım Hikmetof Yoldaşın paçasına saldırmak arasındaki farkın, yükseklik cihetinden ikincisinin lehinde olduğunu şöyle bir tarafa bırakarak soralım: Peki Hikmetof Yoldaş! Mademki her saldırış bir kışkırtma ile yapılıyor, o halde seni Namık Kemal`in kemiklerine saldırtan kim? Hem de megalomaniye bakın ki herkes, milliyetperverler, hatta hükümet bile Nazım Hikmetof Yoldaşa doğrudan doğruya saldırmaktan çekiniyor da O`nun karşısına Peyami Safa`yı çıkarıyor ve Peyami Safa`da bu iş için para alıyor. Tabiidir ki dünyada her şeyi iktisadi gözle gören Gospodin Nazım Hikmetof Yoldaş için her hareket iktisadidir. Her hareket iktisadi olduğu için de Peyami Safa, Hikmetof Yoldaşa vereceği cevabın karşılığı olarak milliyetperver kaynaklardan para almıştır. O halde biz de soralım: Her hareket iktisadi olduğuna göre acaba Hikmetof Yoldaşın Namık Kemal`in kemiklerine saldırmasında hangi iktisadi amiller rol oynamıştır? Nazım Hikmetof Yoldaş hülyalı ve manyak muhayyelesiyle kendisini devler arasındaki bir kahraman olarak gördüğü ve Türkiye`yi sözüm ona irsada memur olduğu için , karşısına dikilen herkesi bir kafir ve her kafiri de batıl dinin ulularından yardım gören birisi olarak kabul edebilir. Belki benim için de böyle düşünebilir. Fakat şu hakikatı aklı başında ve namuslu insanlardan hiçbiri inkar edemez ki Hikmetof Yoldaş bu hızını ve cesaretini Moskova`nın orak ve çekicinden aldığı halde ben damarlarımdaki Türk kanından başka hiçbir yerden almıyorum. Nazım Hikmetof Yoldaş Peyami Safa`ya yüksekten bakıyor. “Okuman lazım evlat” diyor. Peyami Safa`nin Hikmetof Yoldaştan daha okumuş. yüksek kültürlü olduğu muhakkak olmakla beraber acaba Hikmetof Yoldaş el aleme “okuman lazım” diyecek kadar okumuş mudur? Ben bunu hiç ummuyorum. Eğer Hikmetof Yoldaş biraz okumuç olsaydi Türkmenistan`da budizm dininin bulunmadığını ve Simavneli Şeyh Bedreddin`nin komünist olmadığını bilecekti. Malum ya, Hikmetof Yoldaş ilmi, siyasi, içtimai, tarihi hakikatlerle (?!) dolu olan şiirlerinin (?!) birinde kendilerinin (yani komünistlerin) vaktiyle Şeyh Bedreddinle beraber ayaklandıklarını söylediği gibi başka bir şiirde de Türkmen kayıkçıyı Türkmenistanlı bir buda heykeline benzetiyor. O halde ben de kendisine şöyle söylüyebilirim: “Okuman lazım Yoldaş!Buda dini Türkmenistan`a tarihin hiçbir devrinde girmemiştir. Türkmenistanlı Buda heykeli demekle İskoçyalı Safii imami demek arasında fark yoktur ve Şeyh Bedreddin senin sandığın gibi bir komünizm mübessiri değildir. O`nun ne olduğunu senin bugünkü ilmin, kafan ve seciyen anlıyamaz. Okuman lazım Yoldaş! Mujikistan cambazhanesinde size bunları elbette öğretemezlerdi. Okuman lazım, okuman!” Hikmetof Yoldaş, Peyami Safa`nın babası, İngiliz-Boeer savaşında kazandıkları zaferden dolayı İngilizleri tebrik etti diye çatıyor. Bundan Hikmetof Yoldaşa ne olduğunu anlıyamıyorum. İngilizler bir avuç Boeeri yendi diye sevinmek gerçi doğru bir hareket değildir, fakat İsmail Sefa`nın dinine dahleden Yoldaşın kendisi sanki müslüman mı? Bolşevikler küçük Azerbaycan Cumhuriyetini istila ettikleri zaman Hikmetof Yoldaş acaba kaç defa taklak attı? İngiltere`ye hulus çakmakla Moskova`ya dalkavukluk etmek arasında ne gibi bir fazilet farkı olduğunu anlıyamıyorum. Nazım Hikmetof Yoldaş hasep, nesep, şeref, kan diye birşeyler tanımadığını söylüyor, bunları söylemeğe lüzum yoktu. Biz zaten komünist taslaklarında böyle şeyler olmadığını biliyorduk. Ataları, bu toprağa kan katanlardan, halis kanlı Türk olanlardan bir komünist çıktığını da zaten şimdiye kadar görmedim. Bunlar daima kanı bozuk, sütü bozuk, yeri yurdu belirsiz, soyu sopu şüpheli ve Türk olmuyan kimselerdir. Nitekim Nazım Hikmekof Yoldaşın kendisi de Türk değildir. Acundaki komünizmin de nasıl bir bozuk kan unsuru olduğunu anlamak için onların önderlerine bakmak kafidir. Biz, kanı Türk olmuyan yurttaşlardan bu yurda ne kadar bağlılık beklenebileceğini birçok acı denemelerle öğrenmiş bulunuyoruz. Onun için Misonlar, Kohenler ve Çerkes Ethemlerle Nazım Hikmetof Yoldaş arasında hiçbir fark görmüyoruz. Karışmamış kan davası yalnız hayvanlar değil, insanlar için de vardir. Hayvanların en asil ve değerlileri halis kanlı olanlar olduğu gibi insanlarin en asilleri en saf kanlı olanlarıdır. Kan ve ırk meselesi kan grupları tetkiki demek olan fizyolojik ve antropolojik bir meseledir. Sonra, Nazım Hikmetof Yoldaşın hatırı için veraseti de inkar edecek değiliz a… Zaten tabii ilimler bakımından insanla hayvana aynı gözle bakılmak gerektiği halde, kuyruğuna motor takmağa kalkacak kadar ilmi zihniyetli geçinen Nazım Hikmetof Yoldaş nedense işine gelmiyen ilmi hakikatlerden tegaful ediyor. Bize gelince: Biz, kuyruğumuz olmadığı için motor takmağa da kalkışmayız. Yalnız tabii değil içtimai bakımdan da insanla hayvan arasında münasebet olduğunu da aramızda yaşayan bazı insanlara bakarak kabul edebiliriz. Fakat insanları yalnız ve sadece mide ve hüsyeden mürekkep bir makine gibi kabul edemeyiz. İnsanları yaşatan bir de şeref ve haysiyet olduğuna inaniriz ve Nazım Hikmetof Yoldaşa yine ilmi bir hakikat olarak beyan ederiz ki: Göçebe olduğu zamanlarda bile toprak mülkiyetini tanıyan Türk Milleti komünist olamaz. En yoksul Türk köylüsünün bile el evinde el ekmeği yemeğe tahammülü yoktur. Kaldı ki hiçbir şeye sahip olamayan ve esir yaşamağa alışan mujikler bile bir çanaktan yemeğe alışamadılar. Komünizm Rusyada bile hakikat olamadı. Nerede kaldı ki kanı, dili, dini ve dileği bütün olan Türk köylüsü komünist olacak. Onun için Nazım Hikmetof Yoldaş artık yanlış kapı çalmaktan vazgeçsin. Beğenmediği Türkiye cehenneminden çıkarak huri ve gilmani bol olan komünist cennetine gitsin. Hikmetof Yoldaşa şunu da ihtar ederim ki onun gibi kabadayı fedailer daima ateş hattında bulunurlar. Burası kızıl orduların ateş hattı değildir. Burada kalmak ve sözüm ona kahramanlık yaygarasıyla bol bol matbaa mürekkebi harcamak mertliğe yaraşmaz. Ben Nazım Hikmetof Yoldaşa bu cevabı daha önce verebilirdim. Başkalarının vermesini bekledim. Başkaları verecektir sandım. Bir zamanlar İstanbul`daki bir Edebiyatçılar Birliği vardı. İstanbul`un meşhur ve meçhul bütün şairleri, edipleri oranın azasıydı. Hatta zannedersem Nazım Hikmetof Yoldaş da Bahri Hazer adındaki şiirini Peyami Safa`nın kılavuzluğu ile ilkönce orada okumuştu. Bir gün, gazetenin birinde “Şekspir büyük şair değildir.” diye bir yazı çıktığı için bu Edebiyatçılar Birliği azaları hep birden şahlanmışlardı. O ne asıl heyecandı öyle !… Şekspire saygısızlık edildi diye o yazıyı yazanı dünyaya geldiğine pişman etmişlerdi. Halbuki Şekspir bizim neyimizdi? Ve acaba hakikaten o kadar da büyük mü idi? Bütün bunlar su götürür şeyler olmakla beraber şimdilik geçelim. Halbuki bu sefer Nazım Hikmetof Yoldaş bizim büyük şair ve büyük vatanperverimiz Namık Kemal`e sövüyor da o edebiyatçılardan hiçbirisinin kılı kıpırdamıyor. Doğrusu, memleketin edebiyatçılarının kansız insanlar olduğunu biliyordum ama bu kadar kansız olduklarını kestiremiyordum. İstanbul`da bir de gazeteler vardır. Hem de hepsi fırkanın gazeteleridir. Balatta bir sarhoş yahudi çıksa, içini dışına dökse, küçük bir şeye küfretse hemen polisler yakalar, gazeteler yazar, divana çekerler. Nazım Hikmet Yoldaş da yetim-i Sefaya çullanırken onu muhalif diye jurnal ediyor ve alt yanında da faşisto-demokrato liberal diye rejime saldırıyor ve alay ediyor. Bunu polisler anlıyamabilir. Fakat o pek anlayışlı ve uyanık gazetecilerimiz nerede? Tan`in baş sayfalarında demokratlıkla devletçiliğin evlenme törenini yapan ve bu iki fikri birleştirmeğe çalışan Mahmut Esat Bey nerede? Öyle mi Nazım Hikmetof Yoldaş? Faşisto demokrato-liberal…. Gölgesinde rahat rahat yazı yazabildiğin rejimi böyle mi anlıyorsun? İstanbul`da birde “Milli Türk Talebe Birliği” vardir. “Milli Türk” terkibinin saçmalığına ve bunun, Türk olmuyanlar tarafından kendileri hakkındaki şüpheleri bertaraf etmek için yapılmış bir manevra olduğu hakkındaki telakkilere rağmen bu genç arkadaşlar bir zamanlar Cevdet Kerim Bey`le vatanperverlik rekorunu kırmak için maç yapmışlardı. Bir yabancı bir Türk memuruna hakaret etti diye camları taslamışlardı. Fakat bu sefer o Türk memurundan namutenahi kere büyük olan bir Türk şairi hakarete uğruyor da bu Türk gençliği sesini çıkarmıyor? Nerde kaldı Namık Kemal için yapılan ihtifaller?… Demek ki onlar gösterişti. Gösteriş olmasaydı bu gençlik bir varlık gosterirdi. Halbuki onlar “Gençlik Var” diye mecmua da çıkarmışlardı. Hazin ve gülünç varlık. Acaba bu Nazım Hikmetof Yoldaşın san’atta ne değeri var? Bazı budalalar tarafından asrın en yüksek şairi olduğu bile ilan edilen bu Sanso Pansa`nın şairliği hakikaten 100 numara mıdır? Bana sorarsanız sıfır. Şiirin bir tarifi vardır. Nazım Hikmetof Yoldaşın hezeyanları o tarife sığmaz. San’atta dar bir çerçeve içinde kapalı kalmak taraftarı değilim. Fakat tulumbacı argolarını, zevk fesadına uğramış naraları da san’at diye kabul edemem. Aklı başıda kimse de kabul edemez. Şiir vezinle ve kafiyeyle olur. Böyle olmuyan yazılara nesir derler. Gerçi nesirde de şiir yapılır ama bu, manzum şiirden daha güç, daha san’atkarane birşeydir ve Hikmetof Yoldaşta bunun zerresi yoktur. Nitekim gölgesi Orhan Selim`in yazıları da meydandadır. İşte Nazım Hikmetofun san’atından parçalar: Bana bak: Hey! Avanak! * * * trrrrum, trrrrum, trrrrum! trak tiki tak! Makinalaşmak İstiyorum, * * * Şiirlerim içilmez İngiliz tuzu gibi. Hakikaten, İngiliz tuzunu, Moskof mushili içilerek yazılmış olan bu satırların üzerine içmek daha doğru olur. Sonra trrrrum diye makine taklidi yapmak hangi şiirin ve hangi zevkin kabul edeceği şeydir? Şiir yalnız taklidi lafizlarla mı meydana gelir? Kelimelerin ahengi yok mudur? Hikmetof Yoldaşın ağzındaki teneke düdüğün sesine çelik pistonlu makinelerin iniltisidir diyebilir miyiz? Hikmetof Yoldaş köpek veya sığır başlıklı şiirler yazsa havlıyacak yada böğürecek mi? Bütün bunlar yalnız şunu gösterir: Nazım Hikmetof Yoldaşta zevk fesada uğramış, tereddi etmiştir. Eğer onun şiirleri çok okunuyorsa bu da okuyucu kütlesinin bozuk zevkli olduğunu gösterir. Nitekim bazı edepsizce ve açık saçık kitaplar da el yazılarıyla yazıp dağıtılacak kadar çok rağbet bulmuştu. Nazım Hikmetof Yoldaşın çok mukallitleri çıkıyorsa bu da o tarzın kolay oluşundandır. Çünkü vezin ve kafiyeli ve aynı zamanda manalı şiir yazmanın güçlüğünü anlıyan kabiliyetsiz insanlar için başvurulacak yegane yol vezinsiz, kafiyesiz, manasız, mantıksız yazı yazmaktan ibarettir. Nazım Hikmetof Yoldaş burjuva düşmanıdır. Fakat bu düşmanlıkta müteassıp softalardan daha müteassıptır. Bu softalarca nasıl namaz kılmayan, oruç yiyen kimseler kafirse, asılması sevapsa, Hikmetof Yoldaş için de burjuvaların asılması elzemdir. Fakat bir yazısında Piyer Loti`ye “domuz burjuva” diyen Hikmetof Yoldaş “domuzuna proleterlik” sattığı halde bayağı burjuvadır. Başka bir yazısında da ayda 60 papallle geçindiğini söylemek istiyor. Galiba Gospodin Yoldaş cenapları 60 liranın Türk köylüsünün rüyasında bile görmediği bir servet olduğunu unutuyor. Bu taslağa şunu söylerim ki: Mert adam, sözünün eri adam proleterlik sattığı halde burjuva geçinmez. Nazım Hikmetof Yoldaş mütareke yıllarında, yüz elliliklerden Refi Cevadin Alemdar gazetesi idarehanesinde ayı oynattığı günden bugüne hep burjuva olarak geçinmiştir ve…. Kurtuluş savaşında düşman karşısına çıkacak yüreği olmadığı için Rusyaya kaçarak savaşın bitmesini beklemiş ve savaş bittikten sonra buraya bir kahraman(?) olarak dönmüştür. Bir iki defa hapse girmek ve ağız dolusu argo savunmakla kahramanlığın kazanıldığı bir zamanda bu da çok görülmez. Fakat unutmamalıdır ki argonun da soylusu ve soysuzu vardır. Eski Çeşme meydanında saldırma çeken kabadayı argosuyla Beyoğlu sokaklarında dolaşan Palikarya oğlanlarının argosu arasında dağlar kadar fark vardır. Tıpkı aç midesine yumruğu basarak ıztırap içinde didinen bir emekçinin iniltisi ile Nazım Hikmetof Yoldaşın 60 papale haykıran naraları arasında fark olduğu gibi. Bu küfürler, bu palavralar, bu düzgünlü yaveler, bu Babıali sokaklarında don kişotca kişnemeler sözde hep Türk işcisi için değil mi? Türk işcisi bu deli saçmaları, bu gerdan kırmalar, nara atmalarla mı kurtulacak; bolluğa tokluğa, sağlığa kavuşacak? Hayır Nazım Hikmetof Yoldaş! Aç adamlar maskaralık istemiyorlar. Aç adamlar ne yetim-i Sefa`nın kırık mızraplı udu, nede Namık Kemal`in ölüsüyle ve kemikleriyle beslenmek istemiyorlar. Aç adamlar bol bol papel getiren naralı şiirler, mahkemelerde dile gelen tezler ve sokaklarda kişniyen ülkülerle avunmak ve aldanmak istemiyorlar. Aç adamlar iş ve refah istiyor. Aç adamlar açık sözlü, açık özlü, ak alınlı kahramanlar istiyor. Açık gözlü taslaklar değil…. Nazım Hikmetof Yoldaş! Sarı suratlı afyonkeş Çinlilerle kara suratlı yamyam Habeşlerin davasını güdüyorsan, haydi oraya… Yolun açık olsun. Babiali caddesinde Habeş davası müdafaa olunamaz. Senin beğenmediğin burjuvalardan yüzlerce kişi Habeş davasını kanlarıyla korumak için kızgın kum çöllerine koştular. Sende o yürek nerede? Şimdiye kadar ki susuşumuzu sakın güçsüzlüğümüze ve çekindiğimize verme. Deli-Petro gibi bayrak açıp gelseniz bile bizi karşınızda Baltacı`lardan mürekkep bir ordu halinde bulursunuz. Hem bu sefer her biriniz için Katerin gelse de elimizden kurtulamazsınız. İstanbul, 1935
16 notes · View notes
nevzatboyraz44 · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
It is the first mosque built in France.  It was built by the French government in memory of the Muslims who fought against the Germans in the French colonies during World War I, and was put into service in 1926.  The mosque is rated as a historical monument (ISMH).  It is one of the largest mosques in Europe.  It has a subsidiary named Paris Mosque Islamic Institute....
Fransa’da inşa edilmiş ilk camidir. I. Dünya Savaşı sırasında Fransız kolonilerinde Almanlara karşı savaşan Müslümanların anısına Fransız hükûmeti tarafından inşa edilerek 1926’da hizmete girmiştir. Cami, tarihi anıt (ISMH) olarak derecelendirilmiştir. Avrupa’nın en büyük camilerinden birisidir. Bünyesinde Paris Camii İslam Enstitüsü adlı bir yan kuruluş bulunur.
44 notes · View notes
h1raetth · 7 years
Text
Bu yazıyı yazmamdaki amaç bu şerefli zaferin, layıkı ile bilinip dillendirilmesi içindir.
- Öncelikle Sultan II.Abdülhamid’in ve Asaf Paşa’ya Çanakkale’deki tabyaların elden geçilmesi ve yenilerin yapılmasını sağlayarak düşmanı durduracak setti yaptıklarını bilmenizi istiyorum.
- Bize yüz binlerce şehit vermemize neden olan  Enver Paşa’nın Alman hayranlığını da bilmenizde fayda var. Çünkü şuanda yabancı hayranlığımız Enver Paşa’nın Alman hayranlığını geçtiği gözler önündedir.
- ŞEREFLİ İngiliz donanmasının savaş ilan edilmeden, Seddülbahir’i bombaladıklarını ve 86 şehit verdiğimizi
- Anzac’ların yani Avustralya ve  Yeni Zelanda askerlerinin oluşturduğu tümenlerin AVRUPA’YI ALMANLAR’DAN KURTARMAK VE AVRUPA’NIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ SAĞLAMAK yalanlarıyla getirildiğini
- Padişahın Cihad çağrısını duyan iki siyahı müslümanın, Türklerle savaşmak için giden Avustralya tümenine ateş açıp şehit olduklarını orada bulunan Avustralyalıların bu olayın nedenini uzunca bir süre anlayamadıklarını
- İngiliz-Fransız donanmasının yüz yılarca en ufak bir yenilgi tatmadığını, dünyanın görüp görebileceği en iyi donanma var sayıldığını ve bu donanmayı gören Türk askerinin arkasına bakmadan kaçacağını saplantı derecesinde inandıklarını
- İngiliz-Fransız donanmasının seksen parça gemiyle boğaza saldırdığını, gemilerden birinin adının “Agamemnon” olduğunu, Agamemnon’un binlerce yıl önce Truva’ya saldıran Yunan ordusunun kalleşçe yöntemler kullanan komutanının adı olduğunu - Agamemnon’un yaşadığı topraklarda doğmasına rağmen kanının son damlasına kadar Türk olan ve kendisini Anadolulu hisseden Mustafa KEMAL’in Çanakkale zaferi sonrası öldürülen Truva kahramanını “Hektor’un İntikamını Aldık” diyerek unutmadığımızı ve Truvalıların bizim için ne anlama geldiğini en güzel şekilde ifade ettiğini
- Ülkenin başkentini İstanbul’dan Eskişehir’e taşınması için padişaha teklif götürüldüğünde Sultan Abdülhamid’in bu teklife şiddetle karşı çıktığını, “Biz İstanbul’u alırken Bizans İmparatoru kanının son damlasına kadar savaştı ve öldü Ben ondan daha mı az şerefliyim! Gelirlerse burada savaşır ve ölürüz” dediğini
- Donanma boğazı geçmeye başladığında düşük top menzilli Fransız gemilerinin taktik gereği tabyalarımızı şaşırtmak için öncü atışlar yaptıklarını daha sonra arkalarından gelen uzun menzilli İngiliz gemilerine yol açmak için kenara kaydıkları Bu kayma esnasında kıyıya paralel yerleştirilen mayınlara çarptıklarını, büyük bir panik yaşandığını, ortalığın karıştığını, gemilerin birbirine girdiğini ürklerin batan düşman gemilerindeki savunmasız askerlere ateş etmeyi bıraktıklarını ve diğer gemilere ateş ettiklerini
- Nusret Mayın gemisinin Mersin limanında jilet yapılması için bekletildiğini
- İngilizlerin çıkarma saldırını ellerine yüzlerine bulaştırdıklarını,YAPTIKLARI AKINTI,HAVA DURUMU GİBİ BÜTÜN TAHMİNLERİNİN TUTMADIĞINI, dar bir koya kalabalık bir şekilde çıkmak zorunda kaldıklarını, karşılarında ise bir avuç asker olan Ezineli Yahya Çavuş ve 62 kişilik takımı dışında hiç bir birliğimizin olmadığına
- Türk ordusunun başındaki ALMAN LİMAN VON SANDERS PAŞA’nın çıkarma beklenen bölgeleri kasıtlı olarak yanlış tahminler yaparak olabildiğince İngilizlerin çıkarma yapmasını ve böylece Avrupa’da savaşan Almanya’nın kuzey cephesini rahatlatmak için 500.000 cana kıymayı hedeflediği, tüm savaş boyunca kasten yanlış hamleler yaptığını
- Çanakkale savaşlarındaki en büyük askeri dehaların Mustafa KEMAL ve Esat Paşa olduğunu, düşmanın her hamlesini doğru tahmin ettiklerini, yaptıkları kritik hamleler ve aldıkları cesur kararlarla savaşın seyrini değiştirdiklerini, gelişen olaylar neticesinde askerlerinin de yüksek güvenini ve hayranlıklarını kazandıklarını, bir işaretleriyle emrindekilerin hiç düşünmeden ölüme koştuklarını İngiliz ve Fransız Kurmaylarının bu kadar zor şartlarda çarpışan Türk ordusunun bu kadar akıllıca sevk ve idare edilebilmesine anlayamadıklarını, Zaten onların tüm savaş boyunca olan biten hiçbir şeyi anlayamadıklarını
- Çıkarma beklenmediği için küçük bir takımdan başka hiçbir askeri birliğin bulunmadığı koya çıkan 4000 İngiliz askerine Yahya Çavuş ve arkadaşlarının eski tip piyade tüfekleriyle 18 saat boyunca karşı koyduğunu, bir kaç mermiden başka merminin israf edilmediğini
- Ezineli Yahya Çavuş ve arkadaşlarının hepsinin orada şehit olduğunu Bu çarpışma ve şehadetin belki de savaşı kurtardığını, bu bölgeye çıkarma yapıldığını haber alan diğer birliklerin bölgeye yetişmesi için gereken zamanın kanla kazanıldığını 
- İngilizlerin sürekli Anzac askerlerini siper olarak kullanıp onlara kayıp verdirttiğini
- Gelibolu siper savaşlarının tarihin gördüğü en acıklı savaş olduğunu, on binlerce askerin savaştığı düşman askerini bir kere bile göremeden can verdiğini, İngilizlerin tokat üstüne tokat yedikçe Türk siperlerine kurşun yağdırır gibi bombalar yağdırdıklarını, kolların bacakların havalarda uçtuğunu, yerin altının ve üstünün sürekli yer değiştirdiğini, her defasına “Tamam bu sefer canlı Türk bırakmadık” diyerek saldırıya geçtiklerini, her defasında Allah’tan başka sığınacak hiçbir şeyleri kalmamış Mehmetlerin kabus gibi tekrar tekrar karşılarına çıktığını 
- Galatasaray Sultanisi (Lisesi) öğrencilerinin okul sıralarını bırakarak cepheye koştuklarını, 15-16 yaşlarındaki bu fidanların hepsinin tek bir saldırıda İngiliz makinelisi ile biçildiğini, Olayı gören bir Türk askerinin yıllarca ağzını bıçak açmadığını ve ne zaman Çanakkale’den bahsedilse hüngür hüngür ağladığını
- Darü’l Fünun’un tüm son sınıf öğrencileri şehit olduğu için o sene hiç mezun vermediğini
- İkinci çıkarmadan önce İngilizlerin komutanlarını değiştirdiğini, yeni gelen Sopford’un emekli bir asker olduğunu, çıkarma yapıldıktan sonra uzun zamandır Gelibolu’da bulunan tüm subay kadrosunun şiddetli itirazlarına ve “Hemen şimdi saldırırsak Türkleri arkadan çevirip bu işi bitiririz, bu tepeler bomboş” önerilerine karşın büyük bir aptallık yaparak “Yoldan geldik yorgunuz Bugün dinlenelim, yarın rahat rahat savaşırız” diyerek askerlerine dinlenme emrini verdiğini, çıkarma yapan askerlerin bomboş tepeler önünde gün boyu denize girerek eğlendiğini, mangal yaparak keyif yaptığını
- Bu sırada çıkarmayı haber alan Esat Paşa’nın Yarımadanın öbür ucunda bulunan birliğe düşmanı karşılama emrini verdiğini, bu komutanın ise “Askerlerim günlerdir uykusuz ve yorgun Bu şartlar altında yarımadayı yürüyerek geçemeyiz” itirazını anında o subayı görevden alarak cevaplandırdığını, yerine Anafartalar Grup komutanı olarak Mustafa KEMAL’i görevlendirdiğini, aç, yorgun ve sefil Mehmetlerin Mustafa KEMAL’in arkasından 20 saat yürüdüğünü, bu sırada İngiliz askerlerinin kıyıda mangal ve piknik yaparak dinlendiklerini, bu iki zıt ve mantıksız şartları yaşan birliklerin sabah güneşinde karşılaştıklarını, Türk askerinin mermiyle, mermi bitince süngüyle ve daha sonra kendini uçurumdan aşağı atarak vatan toprağına yapılan son saldırıyı da durdurduğunu, Conkbayırı’nın 24 saat içinde 7 kere el değiştirdiğini, bunun bir savaş değil, boğuşma olduğunu, sonunda İngilizlerin ne yaparlarsa yapsınlar bu işi başaramayacaklarını anladıklarını, İngilizlerin ve tüm işbirlikçilerinin bu işten vazgeçme kararı aldıklarını, Çanakkale seferinin son direnişinin ileride vatanı bir kere daha kurtaracak ve Cumhuriyeti kuracak olan genç liderimizi tüm dünyaya tanıttığını Müslüman ülkelerde Mustafa KEMAL’in kahraman ilan edildiğini, kartpostallarının ve posterlerinin kapış kapış satıldığını BİLMENİZİ İSTEDİM.
‘’Saydıklarımdan çok saymadıklarım da vardır. Genellikle bilinmeyenleri bilmenize yönelik hazırladım.
Birçok kaynaktan alıntılar  yapılmıştır.’’
27 notes · View notes
yusufserkan · 5 years
Text
Sevr Antlaşması 152-155 arası maddelere göre; 50 bin kişilik bir askeri birlik dışındaki tüm ordu terhis ediliyordu. 168. maddeye göre tüm askeri okullar kapatılıyordu. “Askere Alma” başlığını taşıyan 165. maddeye göre “zorunlu askerlik” kaldırılıyor ve askerlik süresi 12 aya indiriliyordu
Yeni askerlik kanununa göre bedelli askerlik süreklilik kazanacak; parası olanlar, 30 bin TL vererek askerlik yapmayacak, parası olmayanlar ise sadece 6 ay askerlik yapacak. Bu kanun kabul edildiğinde askerlik yapmakta olanlardan 6 aylık askerliğini tamamlamış olanlar üç ay içinde terhis edilecek. Böylece mevcut ordunun dörtte üçü terhis edilmiş olacak. Bugün dört bir yandan kuşatılmış Türkiye bir anda neredeyse “ordusuz” kalacak. İşte o zaman, ciddi bir “beka” sorunumuz olacak!
Peki, neler oluyor?
Türkiye'nin “ordusuzlaştırılması” ne anlama geliyor?
Cevap, “seçmeli ders” yapılan tarihte gizli!
İngiliz Lord Curzon
YENİ ASKERLİK KANUNUYLA ESKİYE DÖNÜŞ
Başkanlık sistemiyle (anayasa+meclis+saray düzeniyle) fiilen cumhuriyetten meşrutiyete dönen Türkiye, bu yeni askerlik kanunuyla meşrutiyetin de gerisine, Tanzimat'a dönüyor. Anlayacağınız, nerede biteceği belli olmayan geri dönüş tüm hızıyla sürüyor.
Şöyle ki, Osmanlı'da 1846'da “Bedel-i Şahsi” uygulamasına geçildi. Buna göre “kura” çıkıp 5 yıllık zorunlu askerlik yapmak istemeyenler bedel parası ödeyerek kendilerinin yerine bir başkasını askere gönderebilecekti. 1865'te “Bedel-i Şahsi” kaldırılıp “Bedel-i Nakdi”ye geçildi. Böylece zorunlu askerlik yapmak istemeyen Osmanlı zenginleri “bedel akçesi” ödeyerek askerlikten kurtuldu. Osmanlı'da askerlik, fakir Anadolu delikanlılarının, Türk çocuklarının işi haline geldi.
İkinci Meşrutiyet'ten sonra 1909'da çıkarılan askere alma kanunuyla askerlikten muaf olan İstanbul halkının ve Müslüman olmayanların da askerlik yapması zorunlu hale getirildi. Mart 1914'te çıkarılan askerlik kanununa göre ise 18 yaşını dolduran her erkek askerlik yapacaktı.
Cumhuriyet döneminde, 1927'de 1111 Sayılı Askerlik Kanunu çıkarıldı. Bu kanuna göre askerlik “bir vatan görevi” kabul edildi. Bu kanun, sadece -askerlik süreleri değiştirilerek- bugüne kadar geldi. Bu yeni askerlik kanunu ise sadece askerlik süresini değil, cumhuriyetin askerlik sistemini tamamen değiştiriyor.
Bu yeni askerlik kanunu bir geriye dönüştür. Öyle ki, Osmanlı'nın 1846 Askerlik Kanunnamesi'ne göre padişahın özel ferman çıkararak “askerlikten muaftır” dediği kişiler askerlik yapmıyordu. Yeni askerlik kanununun 45. maddesinde de aynen şöyle denilmektedir: “Cumhurbaşkanınca gerekli görülen sahalarda özel olarak görevlendirilen gönüllüler, Cumhurbaşkanınca belirlenen şartlara uydukları takdirde askerlik hizmetinden muaf tutulur.”
Yani, 1846'da “padişaha” verilen yetkinin bir benzeri, 173 yıl sonra, 2019'da “cumhurbaşkanına” veriliyor.
ÖNCE ORDUYU BİTİRMEK İSTEDİLER
1. Dünya Savaşı'nda yenilen Osmanlı'ya 30 Ekim 1918'de imzalatılan Mondros Ateşkes Antlaşması aslında orduyu bitirme planıydı. Antlaşmaya göre Osmanlı ordusu dağıtılacaktı. Düzeni sağlamak için sınırlı sayıdaki geçici birlikler dışındaki tüm ordu silahlarıyla birlikte İtilaf devletlerine teslim olacaktı.
Padişah Vahdettin, Mondros'tan hemen sonra, 5 Kasım 1918'de, “İngilizleri memnun etme politikası gereği” ordunun onda dokuzunun terhis edilerek erlerin memleketlerine gönderilmesine ilişkin kararnameyi, hiç itiraz etmeden, imzaladı. (Tarih Vesikaları Dergisi, 3387, Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, S.29, Belge, 745.)
Mondros'tan sonra İngilizler büyük bir hızla Türk ordularını dağıtıp, ordu komutanlarını tutuklayıp silah ve cephaneye el koymaya başladılar.
O günlerde Konya'da Kolordu Komutanı Fahrettin Altay Paşa anılarında şöyle diyor: “Konya'ya bir İngiliz subayı gelip demiryolunun denetimini eline aldı, bütün cephane ve silah depolarının kapısına kilit taktırdı. Silahların mekanizmalarını toplayıp bir sandığın içine doldurttu. Ve üzerine işgalin mührünü bastı.”
YERLİ İŞBİRLİKÇİLERİN ORDU DÜŞMANLIĞI
Padişah Vahdettin'in vazgeçemediği Sadrazam Damat Ferit, İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Amiral Webb'e, aralarında Ahmet İzzet, Mustafa Kemal, Kazım Karabekir ve Ali Fuat paşaların da bulunduğu gizli bir liste vererek “siyasi düşmanlarım” diye nitelediği bu kişilerin tutuklanarak Malta'ya sürgün edilmelerini istedi.
İngilizler, Medine Müdafii Fahrettin Paşa'yı, Irak Cephesi komutanlarından Ali İhsan Paşa'yı ve Kafkas Cephesi komutanlarından Yakup Şevki Paşa'yı tutuklayıp Malta'ya sürdü. Kafkasya'da başarılı işler yapan Nuri Paşa'yı, Albay Mürsel Bey'i ve Albay Rıfat Bey'i hapsettiler. Kut Zaferi'nin kahraman komutanı Halil Paşa'yı da tutukladılar.
“Madde 168, Osmanlı askeri kuvvetleri gelecekte yalnız gönüllü askerlerden oluşacaktır.”
Osmanlı Genelkurmayı'nda “İtilaf devletlerine güçlük çıkaracak” ne kadar gözü pek general varsa hepsi görevden alınıp tutuklandı.
Damat Ferit, “Kuvayı Milliye'nin hakkından ben gelirim” diyen emekli Süleyman Şefik Paşa'yı Harbiye Nazırı yaptı. 14 Ağustos 1919'da Harbiye Nazırı olan Süleyman Şefik Paşa, Vahdettin'in, Kuvayı Milliye'yi ezmek için kurduğu Kuvayı İnzibatiye'nin başına geçmekle kalmadı, Türk ordusunun kalburüstü birçok komutanını da görevden aldı.
Vahdettin'in Şeyhülislamı Mustafa Sabri, ordunun tasfiye edildiği o günlerde, üstelik İzmir'in işgalinden 15 gün sonra, “Ordunun görevi oruç tutmaktır!” diye bir açıklama yaptı. 
Şeyhülislamın bu açıklamasından üç ay sonra, 27 Ağustos 1919'da Alemdar Gazetesi'nde çıkan bir yazıda, “Ordunun beş vakit namazda padişaha duadan gayrı bir şey bilmemesi lazımdır!” deniliyordu. İstanbul Müftüsü Dürrizade de 11 Nisan 1920'de yayınladığı fetvada, “Millici paşaların öldürülmelerinin dinen caiz olduğunu” bildiriyordu.
Yerli işbirlikçilerin ordu düşmanlığı İngilizleri aratmıyordu.
Ordusuz Türkiye projesi: SEVR
Saray hükümetinin görevlendirdiği Osmanlı heyeti, 10 Ağustos 1920'de Paris'te Sevr'i imzaladı. Atatürk'ün önderliğinde Milli Mücadele kazanıldı. Emperyalist paylaşım planı Sevr, tarihin çöplüğüne atıldı. Lozan imzalandı. Ancak emperyalizmin Sevr hayali hiç bitmedi.
433 maddelik “idam fermanı” Sevr, Anadolu'nun ortasına sıkıştırılmış ve iyice küçültülmüş Türkiye'nin aynı zamanda “ordusuz bir Türkiye” olmasını amaçlıyordu.
Sevr Antlaşması'nda, Türk ordusunun asker, subay, silah sayısı, hatta subay başına ve tabanca başına kurşun sayısı bile tek tek belirlenmişti.
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Sevr Antlaşması öncesinde, 20 Mart 1920'de “Türklere askerliği yasaklayacaklarını” söylüyordu: “Türkler için askerlik mesleği tümüyle kapanmıştır. Kuşkusuz, Türkler askerlik yapmak isterlerse, başka bir yere gidebilirler. Fransız lejyonu onları kabul edecektir. Ancak, İngiltere buna bile karşıdır. Çünkü Türkler öteki düşmanlarımızdan farklıdır, başka bir yerde bile askerlik yapmaları iyi değildir. Türkiye'ye dönüp yeni bir askeri dönem başlatabilirler.” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.1, İstanbul, 1998, s. 106.)
Gerçekten de Sevr'in 152'den 208'e kadar, tam 56 maddesi “Ordusuz Türkiye” projesine yönelikti.
Sevr'in 152-155 arası maddeleri, Türk ordusunu dağıtırken, silahlı güç olarak, yalnızca üç küçük yapı bırakıyordu. Bunlar: 1. Padişahın güvenliğini sağlayacak 700 kişilik özel koruma birliği (hassa alayı), 2. İçeride düzen ve güvenliği sağlayacak 35 bin kişilik jandarma birlikleri, 3. Jandarma birliklerini destekleyecek 15 bin kişiyi aşmayacak özel birlikler. Toplam 50 bin kişi civarındaki bu askeri birlik dışında kalan tüm ordu 6 ay içinde terhis edilecekti.
Sevr'in 168. maddesi; tüm askeri okulları kapatıyordu. Sadece izin verilen birlikler için 1 subay okulu ve her yersel bölgede 1'er küçük astsubay okulunun açılmasına izin veriyordu.
Sevr'in “Askere Alma” başlığını taşıyan 165. maddesi zorunlu askerliği kaldırıyor, barış döneminde 36 ay olan askerlik süresini 12 aya indiriyordu.
Sevr, Türkiye'nin kara, deniz ve hava gücünü tamamen yok ediyor, hava sahasını yabancılara açıyordu: 184. madde, “Türkiye'de yapılmakta olan -denizaltılar da dâhil- bütün gemiler yok edilecektir” diyor; 188. madde, Deniz Kuvvetleri'ne alınacak subay ve erlerin sayı ve niteliğine, Müttefiklerarası Deniz Kuvvetleri Denetleme Komisyonu'nun karar vereceğini söylüyor; 191.madde, “Türkiye'nin askeri kuvvetlerinde hiçbir kara, deniz, hava kuvveti bulunmayacaktır” diyor; 192. madde “işbu antlaşma yürürlüğe girişinden başlayarak iki ay içinde Türk kara ve deniz kuvvetlerinde kadrolu olan bütün havacı personel terhis edilecektir” diyor; 193. madde, “Müttefik devletlerin uçakları, Türkiye'nin tümünde; havadan transit geçiş ve iniş özgürlüğüne sahip olacaktır” diyordu.
Sevr'in 207. maddesi Türkiye'nin herhangi bir yabancı ülkeden askeri destek veya askeri eğitim almasını yasaklıyordu. Ayrıca Müttefik Devletlerin de kendi ordularına hiçbir Osmanlı uyruğunu almayacakları belirtiliyordu. Böylece Lord Curzon'un istediği gibi Türklere askerlik yasaklanmak isteniyordu.
Atatürk'ün önderliğinde Milli Mücadele kazanılıp Lozan imzalanmasaydı, işte Sevr'in bu maddeleriyle “Ordusuz Türkiye” projesi hayata geçirilecekti.
SEVR'E UYGUN ADIMLAR
Benim gördüğüm şu: Önce NATO, sonra FETÖ eliyle TSK zayıflatıldı. Son 15 yılda Sevr'in askeri maddeleri tek tek hayata geçirildi, geçiriliyor.
Önce 2007'den itibaren TSK'ya yönelik Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk gibi FETÖ kumpasları başladı. TSK sanık, PKK tanık yapıldı. Bu süreçte ordunun “Kozmik Oda”sına bile girildi. Özellikle “MİLGEM” gibi projelerle güçlenen Deniz Kuvvetleri bitirilmek istendi?
15 Temmuz sonrası OHAL kararlarıyla Jandarma, İçişleri Bakanlığı'na, kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı'na bağlandı. Sivillerin Jandarma Genel Komutanı olabilmesine olanak sağlandı. Genelkurmay Başkanı, sivil dönemlerde ordu komutanı olmaktan çıkarıldı. Böylece Sevr'in 152. maddesinde istenildiği gibi ordunun adeta bir polis gücüne dönüştürülme yolu açıldı.
“Madde 168, Türkiye'de ancak izin verilen birlikler için subay ve astsubay yetiştirmek amacıyla kesinlikle zorunlu bulunan aşağıdaki okullar kalacaktır. Subay okulu… Her yersel bölge için birer küçük astsubay okulu.”
15 Temmuz sonrasında OHAL kararlarıyla 1800'lerde kurulan askeri liseler, Kara Harp Okulu, Deniz Harp Okulu ve Harp Akademisi kapatıldı. Böylece Sevr'in 168. maddesinde istenildiği şekilde askeri okullar kapatılmış oldu. Sevr'in 168. maddesinde askeri okullar kapatıldıktan sonra 1 subay ve her yersel bölgede 1'er astsubay okulu açılması istenmişti. Bilindiği gibi! 15 Temmuz sonrasında Milli Savunma Üniversitesi açıldı.
Son olarak da yeni askerlik kanunuyla Atatürk'ün 1111 Sayılı Askerlik Kanunu değiştirilerek askerlik, parası olan için bedelli, parası olmayan için 6 aya indirildi. Böylece Sevr'in “Askere Alma” başlığını taşıyan 165. maddesinin istediği biçimde “zorunlu askerliğin kaldırılması” yolunda önemli bir adım atıldı.
Şimdi soruyorum; Türkiye, üstelik dört bir yandan kuşatılmışken, neden anayasadaki ifadesiyle “hak ve ödev” olan askerlik “hak ve ödev” olmaktan çıkarılmak isteniyor? Neden ordunun büyük bir bölümü terhis ediliyor? Askeri okullar niye kapatıldı?
İktidar, son yıllarda yapılan askeri düzenlemelerle Sevr'e uygun adımlar atıldığını görmüyor mu?
0 notes
casabali45-blog · 6 years
Text
Selçuk Özdağ; “Atatürk’ü doğru anlamalı ve anlatmalıyız” Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının 79. Yıldönümü nedeniyle açıklamada bulunan AK Parti Manisa Milletvekili Doç. Dr. Selçuk Özdağ, Türk gençliğinin, tüm tarihî değerlerden olduğu gibi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten ve hayatından öğreneceği çok şey olduğunu belirtti. Özdağ, “Dünyanın en büyük imparatorluğu olarak tescil edilen Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken yedi cephede askeri, aydını ve tüm vatandaşlarıyla Türk Milleti olarak büyük bir mücadeleye girişilmiş üç milyon şehit verilmiş, milyonlarca insanımız gazi olmuştur. Tüm bunlar yaşanırken bu topraklar üzerinde büyük bir lider doğmuştur. Bu liderin adı Mustafa Kemal’di” dedi. Türklerin lider eksenli bir millet olduğunu vurgulayan AK Parti Manisa Milletvekili Doç. Dr. Selçuk Özdağ, “Osman Gazi, Selçuk Bey, Yavuz Sultan Selim, Fatih Sultan Mehmet, Abdülhamit Mustafa Kemal ve Sayın Recep Tayyip Erdoğan bu liderlerden belli başlılarıdır. Kurtuluş Savaşı başlamadan önce Anadolu çaresiz işgal altındaydı. Kahraman milletimiz Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde genciyle yaşlısıyla yeniden ayaklanarak bağımsızlık mücadelesinden büyük bir zaferle ayrılmış ve tarih sayfalarına girmek isteyen emperyalistlere karşı ben varım, sonsuza kadar da var olacağım mesajını vermiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk İstanbul’dan yola çıkarak Samsun’a oradan Bafra’ya, Amasya’ya, Sivas’a, Erzurum’a oradan da Ankara’ya giderek Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulması aşamasında büyük fedakarlıklar yapmış, milletin teveccühünü kazanmış, bir liderde olması gereken tüm özelliklere sahip olma özelliğiyle Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran büyük bir liderdi” dedi. ATATÜRK’LE ABDÜLHAMİT’İ DÖVÜŞTÜRMEK KİMSEYE FAYDA SAĞLAMAZ Cumhuriyeti de demokrasiyi de doğru anlamak gerektiğini vurgulayan Özdağ, "Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları çok zor şartlar altında çok zor bir işi başardılar. Tarih bir kavga alanı değildir, bir anlama, yararlanma alanıdır. Tarihi ne kadar anlarsak bize o kadar ışık tutar, yolumuzu o kadar çok aydınlatır. Atatürk'le Abdülhamit'i, Abdülhamit ile İttihatçıları dövüştürmek kimseye fayda vermez. Sadece toplumda yeni yarıklar oluşturur, o kadar. Bugünü dünle yarıştırmak ve ya kavga ettirmek de yanlıştır. Dünün şartları çok farklıydı. Farklı olan şeyler birbirleriyle mukayese edilmezler. Ancak dün ve bugüne bakarak şunu söyleyebiliriz, devlet yönetmek bir liyakat işidir. Dindarlıkla, dinsizlikle alakası yoktur. Dindar olmak mutlaka iyi yönetim anlamına gelmediği gibi dindar olmamak da kötü yönetim anlamına gelmemektedir. Önemli olan liyakat ve halkın değerleri ile çatışmamaktır. Orhun Abidelerinde milletine seslenen Bilge Kağan’ın söyledikleriyle, Bin yıl sonra Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün milletine seslendiği Nutuk’ta yazılanlar ve söylenenler arasında en ufak bir fark olmadığını belirten Özdağ, “Bilge Kağan da Mustafa Kemal Atatürk’te Türk Milletinin yüz akıdır, mazisidir, şanlı geçmişinin önemli isimlerinden sadece ikisidir!” diye konuştu. GAZİ MUSTAFA KEMAL’İN 13 SENESİ SAVAŞ MEYDANLARINDA GEÇTİ Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti Devletini başka ülkeden gelerek kurmadığını, Selçuklu ve Osmanlı bakiyesi olan büyük bir tarihin ve medeniyetin geleneklerinden beslenen bir asker, bir düşünce, bir dava ve siyaset adamı olduğunu ifade eden Özdağ, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk 57 yıllık hayatının 25 senesini Osmanlının askerî öğrencisi ve subayı olarak yaşamış, bu sürenin 13 senesi Trablusgarp, Balkanlar ve Çanakkale gibi savaş meydanlarında geçmiştir” dedi. ATATÜRK SAYGIN BİR ÖNDER VE ÖRNEK BİR ŞAHSİYETTİ “Atatürk, iyi işler yapmış ama her tarihî şahsiyet gibi zaman zaman da eleştirilmiş olan bir büyük devlet adamıdır” diyen Özdağ, “Cumhuriyet döneminin en çok konuşulan, en çok anlatılan kişisi olmasına rağmen, aynı zamanda en az anlaşılan kişisidir; çünkü onu anlatanlar, onu anlatmak yerine ya kendi vehimleriyle yonttukları hayalî bir kişiyi anlatmışlar ya da etrafında bir dokunulmaz alan oluşturarak anlaşılmasına mani olmuşlardır. Eleştirel bir gözle anlatılmayan hiçbir tarihî şahsiyet gerçek manada anlaşılmış sayılmaz; çünkü bilinen kaidedir, eleştirilemeyen kutsallaştırılır, kutsallaştırılan da eleştirilemez. Tarihî bir şahsiyetin tek cephesini görüp öteki yönlerini görmezden gelmek doğru bir yaklaşım biçimi değildir. Atatürk, hem etrafında duvarlar örülerek anlaşılması engellenmiş, hem de ideolojik mücadelelerin aracı hâline getirilerek yanlış takdim edilmiş bir şahsiyettir. Atatürk, nevi şahsına münhasır, milletine sevdalı, yaşadığı çağın eğilimlerini iyi okuyan, itikaden Müslüman, cesur, kararlı bir devlet adamıdır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk İmparatorluğun enkazından kurtarabildiği Anadolu”ya muhteşem bir maziyi daha muhteşem bir geleceğe bağlayan köprüler kurmak istemiştir! Türkiye cumhuriyetini ilelebet payidar kılmak, Türk milletine bağımsız bir devlet armağan etmek sevdasında olan saygın bir önder ve örnek bir şahsiyetti” şeklinde konuştu. ATATÜRK’Ü TABULAŞTIRMADAN TAKDİM ETMELİYİZ “Bir tarihî şahsiyetin bir millet için değer olması illa bizim gibi inanması, bizim gibi düşünmesi gerekmez, bu necip millete hizmet etmesi kâfidir” diyen AK Parti Manisa Milletvekili Doç. Dr. Selçuk Özdağ sözlerini şöyle sürdürdü, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü doğru anlamak, doğru anlatmak ve onu sevmenin hiçbir ideolojik eğilime bağlı olmadığını ortaya koymak gerekir. Yani tabulaştırmaktan emanet bekçiliğine evrilen ve bir anlatım ve takdim mantığını hayata geçirme zorunluluğumuz vardır. Demokrasilerde tabular yoktur, hür ve eşit vatandaşlar vardır. Demokrasi, herkesin düşüncelerini şiddete bulaşmamak ve şiddeti teşvik etmemek, başkalarının özgürlüğünü kısıtlamamak şartıyla rahatlıkla söyleyebileceği rejimdir. Demokratik toplum eleştiri toplumudur. Her düşüncenin kendine hayat sahası bulabildiği toplumdur. Böyle toplumlarda tabulaştırılmış insanlar ve fikirler olmaz. Batılılar mitolojiden gerçek çıkarırlar. Doğulular gerçeği mitolojiye dönüştürürler. Bu ülkenin çocukları mitolojik bir gerçeğe dönüşen bir Atatürk tasavvuruyla büyüdüler. Ezberci, kalıplara sığdırılmış bir Atatürk’ü ne tanıyabildiler, ne anlayabildiler ne de fikirlerinden yetirince istifade edebildiler. Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür” bir neslin var oluşu ancak altını çizdiğimiz bu hususlarla gerçekleşecektir. Bu büyük başbuğun aramızdan ayrılışının 79. Sene-i devriyesinde Allah’tan rahmet diliyorum.”
Selçuk Özdağ; “Atatürk’ü doğru anlamalı ve anlatmalıyız” Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının 79. Yıldönümü nedeniyle açıklamada bulunan AK Parti Manisa Milletvekili Doç. Dr. Selçuk Özdağ, Türk gençliğinin, tüm tarihî değerlerden olduğu gibi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten ve hayatından öğreneceği çok şey olduğunu belirtti. Özdağ, “Dünyanın en büyük imparatorluğu olarak tescil edilen Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken yedi cephede askeri, aydını ve tüm vatandaşlarıyla Türk Milleti olarak büyük bir mücadeleye girişilmiş üç milyon şehit verilmiş, milyonlarca insanımız gazi olmuştur. Tüm bunlar yaşanırken bu topraklar üzerinde büyük bir lider doğmuştur. Bu liderin adı Mustafa Kemal’di” dedi. Türklerin lider eksenli bir millet olduğunu vurgulayan AK Parti Manisa Milletvekili Doç. Dr. Selçuk Özdağ, “Osman Gazi, Selçuk Bey, Yavuz Sultan Selim, Fatih Sultan Mehmet, Abdülhamit Mustafa Kemal ve Sayın Recep Tayyip Erdoğan bu liderlerden belli başlılarıdır. Kurtuluş Savaşı başlamadan önce Anadolu çaresiz işgal altındaydı. Kahraman milletimiz Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde genciyle yaşlısıyla yeniden ayaklanarak bağımsızlık mücadelesinden büyük bir zaferle ayrılmış ve tarih sayfalarına girmek isteyen emperyalistlere karşı ben varım, sonsuza kadar da var olacağım mesajını vermiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk İstanbul’dan yola çıkarak Samsun’a oradan Bafra’ya, Amasya’ya, Sivas’a, Erzurum’a oradan da Ankara’ya giderek Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulması aşamasında büyük fedakarlıklar yapmış, milletin teveccühünü kazanmış, bir liderde olması gereken tüm özelliklere sahip olma özelliğiyle Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran büyük bir liderdi” dedi. ATATÜRK’LE ABDÜLHAMİT’İ DÖVÜŞTÜRMEK KİMSEYE FAYDA SAĞLAMAZ Cumhuriyeti de demokrasiyi de doğru anlamak gerektiğini vurgulayan Özdağ, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları çok zor şartlar altında çok zor bir işi başardılar. Tarih bir kavga alanı değildir, bir anlama, yararlanma alanıdır. Tarihi ne kadar anlarsak bize o kadar ışık tutar, yolumuzu o kadar çok aydınlatır. Atatürk’le Abdülhamit’i, Abdülhamit ile İttihatçıları dövüştürmek kimseye fayda vermez. Sadece toplumda yeni yarıklar oluşturur, o kadar. Bugünü dünle yarıştırmak ve ya kavga ettirmek de yanlıştır. Dünün şartları çok farklıydı. Farklı olan şeyler birbirleriyle mukayese edilmezler. Ancak dün ve bugüne bakarak şunu söyleyebiliriz, devlet yönetmek bir liyakat işidir. Dindarlıkla, dinsizlikle alakası yoktur. Dindar olmak mutlaka iyi yönetim anlamına gelmediği gibi dindar olmamak da kötü yönetim anlamına gelmemektedir. Önemli olan liyakat ve halkın değerleri ile çatışmamaktır. Orhun Abidelerinde milletine seslenen Bilge Kağan’ın söyledikleriyle, Bin yıl sonra Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün milletine seslendiği Nutuk’ta yazılanlar ve söylenenler arasında en ufak bir fark olmadığını belirten Özdağ, “Bilge Kağan da Mustafa Kemal Atatürk’te Türk Milletinin yüz akıdır, mazisidir, şanlı geçmişinin önemli isimlerinden sadece ikisidir!” diye konuştu. GAZİ MUSTAFA KEMAL’İN 13 SENESİ SAVAŞ MEYDANLARINDA GEÇTİ Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti Devletini başka ülkeden gelerek kurmadığını, Selçuklu ve Osmanlı bakiyesi olan büyük bir tarihin ve medeniyetin geleneklerinden beslenen bir asker, bir düşünce, bir dava ve siyaset adamı olduğunu ifade eden Özdağ, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk 57 yıllık hayatının 25 senesini Osmanlının askerî öğrencisi ve subayı olarak yaşamış, bu sürenin 13 senesi Trablusgarp, Balkanlar ve Çanakkale gibi savaş meydanlarında geçmiştir” dedi. ATATÜRK SAYGIN BİR ÖNDER VE ÖRNEK BİR ŞAHSİYETTİ “Atatürk, iyi işler yapmış ama her tarihî şahsiyet gibi zaman zaman da eleştirilmiş olan bir büyük devlet adamıdır” diyen Özdağ, “Cumhuriyet döneminin en çok konuşulan, en çok anlatılan kişisi olmasına rağmen, aynı zamanda en az anlaşılan kişisidir; çünkü onu anlatanlar, onu anlatmak yerine ya kendi vehimleriyle yonttukları hayalî bir kişiyi anlatmışlar ya da etrafında bir dokunulmaz alan oluşturarak anlaşılmasına mani olmuşlardır. Eleştirel bir gözle anlatılmayan hiçbir tarihî şahsiyet gerçek manada anlaşılmış sayılmaz; çünkü bilinen kaidedir, eleştirilemeyen kutsallaştırılır, kutsallaştırılan da eleştirilemez. Tarihî bir şahsiyetin tek cephesini görüp öteki yönlerini görmezden gelmek doğru bir yaklaşım biçimi değildir. Atatürk, hem etrafında duvarlar örülerek anlaşılması engellenmiş, hem de ideolojik mücadelelerin aracı hâline getirilerek yanlış takdim edilmiş bir şahsiyettir. Atatürk, nevi şahsına münhasır, milletine sevdalı, yaşadığı çağın eğilimlerini iyi okuyan, itikaden Müslüman, cesur, kararlı bir devlet adamıdır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk İmparatorluğun enkazından kurtarabildiği Anadolu”ya muhteşem bir maziyi daha muhteşem bir geleceğe bağlayan köprüler kurmak istemiştir! Türkiye cumhuriyetini ilelebet payidar kılmak, Türk milletine bağımsız bir devlet armağan etmek sevdasında olan saygın bir önder ve örnek bir şahsiyetti” şeklinde konuştu. ATATÜRK’Ü TABULAŞTIRMADAN TAKDİM ETMELİYİZ “Bir tarihî şahsiyetin bir millet için değer olması illa bizim gibi inanması, bizim gibi düşünmesi gerekmez, bu necip millete hizmet etmesi kâfidir” diyen AK Parti Manisa Milletvekili Doç. Dr. Selçuk Özdağ sözlerini şöyle sürdürdü, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü doğru anlamak, doğru anlatmak ve onu sevmenin hiçbir ideolojik eğilime bağlı olmadığını ortaya koymak gerekir. Yani tabulaştırmaktan emanet bekçiliğine evrilen ve bir anlatım ve takdim mantığını hayata geçirme zorunluluğumuz vardır. Demokrasilerde tabular yoktur, hür ve eşit vatandaşlar vardır. Demokrasi, herkesin düşüncelerini şiddete bulaşmamak ve şiddeti teşvik etmemek, başkalarının özgürlüğünü kısıtlamamak şartıyla rahatlıkla söyleyebileceği rejimdir. Demokratik toplum eleştiri toplumudur. Her düşüncenin kendine hayat sahası bulabildiği toplumdur. Böyle toplumlarda tabulaştırılmış insanlar ve fikirler olmaz. Batılılar mitolojiden gerçek çıkarırlar. Doğulular gerçeği mitolojiye dönüştürürler. Bu ülkenin çocukları mitolojik bir gerçeğe dönüşen bir Atatürk tasavvuruyla büyüdüler. Ezberci, kalıplara sığdırılmış bir Atatürk’ü ne tanıyabildiler, ne anlayabildiler ne de fikirlerinden yetirince istifade edebildiler. Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür” bir neslin var oluşu ancak altını çizdiğimiz bu hususlarla gerçekleşecektir. Bu büyük başbuğun aramızdan ayrılışının 79. Sene-i devriyesinde Allah’tan rahmet diliyorum.”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının 79. Yıldönümü nedeniyle açıklamada bulunan AK Parti Manisa Milletvekili Doç. Dr. Selçuk Özdağ, Türk gençliğinin, tüm tarihî değerlerden olduğu gibi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten ve hayatından öğreneceği çok şey olduğunu belirtti. Özdağ, “Dünyanın en büyük imparatorluğu olarak tescil edilen Osmanlı…
View On WordPress
0 notes
selehattinduman · 7 years
Text
YENİ BİR TÜRK DESTANI
15 TEMMUZU AN(LA)MAK           Herkesin kahraman olduğu bir geceydi. Sokağa ne olacağını bilmeden, düşünmeden ya da hesabını yapmadan koşanların hepsi ama hepsi kahramandı. Millet yaşanan şeyin bir millete pranga vurma oyunu olduğunu görmüştü. Daha önce kaybettiği büyük devletine sahip çıkamamış olmanın acısını hisseder gibi çıkmıştı. Seksen yıldır yediği tokatların sesi ve acısı ile sokağa çıktı millet. Hastane kapısında ya da tapu kadastroda kendi vergisi ile kurulmuş hastanede tedavi esnasında ya da kendi mülkünün tapusunu alırken uğradığı hakaretamiz davranışlar aklına geldiği için fırladık sokağa. Bir daha eskiye asla geri dönmemek için, önce ki darbelerde verilen kayıpları yaşamamak için, kim vurduya gitmemek için göz göre göre vurulmaya razı olarak şehadete koştu bu millet.           Ama daha sonra çıkanlar var ya onlar da kendi davalarının kahramanları olduklarını ispat ettiler. Üç gün sonra çıkanımı dersiniz, beş gün sonra hatta bir hafta sonra çıkanlarımı dersiniz. Ben çıkarken bayrak almayı unutuyordum sürekli ama onlar çift elinde çift bayrak çıkıyorlardı. Daha önce Fetö’nün gücünün güç olduğu dönemde sohbetlerine beraber giderken sağa sola afra tafra yapanlar o dostlarını unutmuş, meydanlarda en önde yerlerini almışlardı bile. Hatta eskiden su içtikleri aynı testiden olup, aynı maklubeye kaşık sallayan Kamulusu, Stk’lısı, Belediyecisi, Hür müteşebbisi mi ararsın. Hepsi meydanlarda en önde ve en çok onlar küfrediyorlardı Kardinal Fetö’ye. Sahi böyle bir talimat vermişti galiba kardinal mensuplarına o günlerde. En çok siz gerektiğinde hakaret edin ki kamufle olabilesiniz diye. Hem de neden sonra artık umut kalmadığı kesinleşince çıktılar her biri meydane, her biri bir birinden merdane…           15 Temmuz işgal girişiminde rol almış, o yapıya girmiş kişilerin yaşadığı sorgulama ve yargılamaların olabildiğince sabır dolu ve adil yürütme gayretleri göz önündedir. Ancak bunların şımarıkça hal ve hareketleri karşısında hala sabır gösterilmesi anlaşılır gibi değildir. Sanki ihanet etmemişler de basit bir fırından ekmek çalma hadisesinden yargılanıyorlarmış gibi başı dik, üstü başı grand tuvalet adam mahkemeye yargılanmaya değil de hesap sormaya gider gibi bir havalar. İçeri girenler, dışarı çıkanlar, tekrar içeri girenler hatta tekrar çıkacağı düşünülenler… Artık neye inanacağımızı, nereye döneceğimizi, kime güveneceğimizi şaşırmaya başlayacağız. Onlar da bunu istiyor zaten. Bir çok kişinin Fetö irtibatını bildiği insanların hala korunduğuna şahit oldukça ve alakası olmadığı söylenen insanların eza ve cezaya muhatap kılındıklarını gördükçe hangi zafer hangi kahramanlık diyesi geliyor insanın. Meydanda kazandığımız savaşı masada kaybetmeye ne niyetimiz var ne de tahammülümüz var ve kimse bunu test etmesin.           Erol Olçok ya da Mustafa Canbaz hatta koskoca Prof İlhan Varank boşuna mı öldü diye hayıflanıyor insan. Ne meydana çıktığımıza ne bu alçaklığı yapan müslüman ve asker kılığına girmiş kanı beş para etmez alçaklara karşı duruşumuza ne de Cumhurbaşkanımızın davetine icabet ettiğimize asla ve asla pişman falan değiliz. Sorun başka. Sorun ne meydana çıkmakta ne de çıkanda. Sorun meydana çıkmamızın en anlamlı sebebi Sayın Cumhurbaşkanımızın dahi yalnız olduğu gerçeğinde. Bir adım daha ilerisi ise yaşanan bazı sorunlarda istenen açıklamanın beklenen hiç bir yerden gelmemesi olmuştur. En samimi insanların bile neler oluyor demek durumuna geldiği anlardı bunlar.           Hem benim şahsımın hem de çervemizde ki bir çok insanın kazanacağı veya kaybedeceği her hangi bir şeyin hem önemi yok hem de bu gibi durumlardan medet ummayacak kadar Allah korkusundan haberdarız. Ama paçayı kurtarıp arkada pis pis sırıtanların var olduğunu bilmek o kadar acı veriyor ki memleket adına tarifi imkansız. Türkan Türkmen Tekin bir anne olarak meydana çıktığında evladını ve eşini dahi düşünmemişse biz başka neyin hesabını yaparak şehitler ve gaziler adına merhamet meddahlığı yapmaya kalkabiliriz ki ağalar beyler.           O akşam O karanlık gece herkes bir başka açıdan yaşadı korkuyu ve umudu. Ben haberi alınca hadi oğlum gün bugündür abdest al çıkıyoruz dediğimde nereye gideceğimi dahi bilmiyordum. Annesi onu nereye götürüyorsun sen git yeter demişti. Ben ise işte bu gün için bize ihtiyaç var. Allaha emanetiz meraklanma dedim. Aradığım bir kişi çocuklarının korktuğunu (!) ve gelmeyeceğini söylediğinde aradığıma bile pişman olmuştum. Ardından aradığım arkadaş arabasıyla geldi ve bizi aldı çıktık yola. Önce parti binasının önüne geldiğimizde az bir grubun olduğunu gördük. Geç öğrenmiştik ve geldiğimiz esnada binada kim var bilmiyorduk. Bir ses havalimanı dedi ve düştük yola. Kısa süre sonra yol tıkanınca gücümüz yettiği kadar yürüdük. Yolda ele geçirilen tankların, askeri araçların durumu aklımızda yer ediyordu. Polis kalabalıktan askeri ve araçları korumak için çırpınıyordu.           Ne vurulduk ne darp edildik ne de ölüm yoklaması yaşadık. Üzgündüm çünkü ülkem var oluş savaşı veriyordu. Allah şehadeti nasip etmemişti ve ben biliyordum ki Allah şehitlerini seçer. Sabah namazının ardından başka askeri alan önlerine gitmek suretiyle bir müddet devam eden nöbetler artık şenlik havasına bürünmüş ve herkesin toplandığı bir alan haline gelmişti. İki yüz kırk dokuz şehit vardı ama eğlence havasında nöbetler vardı. İki bin küsur gazi vardı ama şenlik gibi nöbetler vardı ve kimse de bu durumu sorgulamıyordu. Çünkü şehadetlere ve gaziler olmasına rağmen koca Vatan kurtulmuştu.           Tekbirler, Salavatlar, Tehliller ve daha nice İslami, manevi iş ve eylemler sokak ortasında ve devlet için devletine sahip çıkmak için icra ediliyordu. Zaten başka ne ile korunur ve yaşatılırdı ki devlet. Biz birinci istiklal savaşını da böyle kazanmıştık ya. Bu bize hiç yabancı değildi. Tek fark aramıza sızmış olan ve işgal güçleri için duacı olanların varlığı idi. Ama nifak yapamayacak kadar perişan oldukları için biz gibi bizden gibi davranıyorlardı ve pekte sorun çıkar/a/mıyorlardı.           Bir yıl geçmiş ve biz hala on beş Temmuz’un ağır bedelini ve zararlarını kapatmaya çalışıyoruz. Sosyal olarak, ekonomik olarak ve psikolojik olarak bir çok açıdan darbe aldık. Hala da darbe vurmak için azami gayret gösteriyorlar. Bir yanda Deaş,bir yanda Dhkp-C, bir diğer Pkk çepeçevre etrafımızda ABD ve İncirlik bahane işgal girişimi ve düşmanlık şahane modu ile tüm Avrupa…           Şimdilerde çok insanın bu işten zarar gördüğü ve tutuklu ve işlem yapılan insan sayısının fazla olduğundan dem vuranlar oluyor. Allah korusun başarsalardı ne olurdu sorusu sormaya bile kalbimiz müsade etmiyor ama bakalım ne olurmuş. Şu anda işlem yapılan insan sayısı için yüz on bin kişi civarı ve kırk bin kişi tutuklu olduğu bilgisi söz konusu. Bu ihanet gerçekleşse idi en az milyondan bahs ediyor olacaktık. İşlem yapılan , tutuklanan ya da kaybolan on binlerce insan söz konusu olacaktı. Üstelik ülkenin bir kısmı peşkeş çekilecekti. Allah millete öyle bir basiret verdi ki o gece kimsenin düşünemeyeceği bir çok işin ortaya çıkışı böyle gerçekleşti. İşte Kahraman Kazan, ekinlerini yakan masum ve fakir köylünün hesabı tutar böyle işte. Müminlerin kalbinden korkuyu söküp alan ve hainlerin kalbine korkuyu yerleştiren o. Elinde ki silaha rağmen korkan da türk evladı (!), o silaha karşı çıplak elle müdahale eden de türk evladı. Sonuç matematiğin ve mantığın iflası.           ’’Nice az topluluklar çok topluluklara galebe çalmıştır.’’ Ayet-i Kerime           Zaman hangi asra şahitlik ederse etsin, çağ ne tür hastalıklarla ve zülümle boğuşursa boğuşsun yine de mucizelerin tükenmesine vesile olamayacaktır. Ve gözü kara mü’min ve mü’minelerin ya da şehit ve şehidelerin varlığına gölge düşürmeyecektir. Bu millet hep o necip millet olarak kalacaktır. Cesaret ve feraset örneği bir yol benimseyerek milletimize önderlik ve rehberlik eden başta Sayın Cumhurbaşkanımız olmak üzere o gece meclisi terk etmeyen kahramanları ve meydanlarda istiklalini yeniden kazanan tüm milletimi ayrı ayrı kutluyor ve hizmet makamında olanlara millete hizmet yolunda nice muvaffakiyetler diliyorum.           Allah’a emanet ol milletim, memleketim…           Vesselam…           Selehattin DUMAN           Eğitim Bir Sen İst. Bir Nl. Şb. Bşk.Yrd.           13.07.2017 20:20
0 notes