Tumgik
#insanları anlamak güzel şey
mel-inoe · 16 days
Text
oda arkadaşlarım diyo ki, seni nereye hangi kategoriye koysam asla bilemiyorum kafamda şöyle biri diyebileceğim bi kategorin yok her telden çalıyorsun.
#biliyorum bende koyamıyorum kwşwsösjwlwç#zaten herhangi bir kategoride olacak kadar sığ bir zihne sahip olmamaya çalışıyordum#tek net olduğum konu dinim ve yaratılışım#bunun dışındaki her konuya ihtimal gözüyle bakıp sahiplenmeden yaşıyorum#zorla bir yere ait olmaya da çalışmıyorum#şu hayatla tek ve en sağlam bağım Allah#bunun dışında ne varsa gelip geçici#fikirlerime kadar#işte öyle bir şey#din hariç herhangi bir fikre organımmış gibi bağlanıp vatan gibi savunmak istemiyorum#bence bu fikirlere körlemesine bağlanmak hoşgörüyü ortadan kaldırıyor#fikirler akılla savunulmalı duygularla değil#her türde insanla anlaşabiliyorum aşağı yukarı#anlaşamadığım tek tip vatan savunur gibi agresiflikle fikirlerini savunmaya çalışan tipler#insanları anlamak güzel şey#gelip yargılanmayacaklarını bilerek bana bir şeyler anlatabilmelerini seviyorum#dobrayım yanlışa yanlış demekten çekinmem#yargılamayarak#empati yapıp karşımdaki kişiyi sebepleriyle anlayıp neden yanlış yaptığını ve yanlışın neden yanlış olduğunu açıkladığımda#hep güzel sonuçlar gördüm#biz peygamberimizden güzelliği gördük yargılamayı ya da bağırarak kendimizi savunmayı değil#şu hayatta her şeyin güzel bir alternatifi var#kendini ve fikirlerini savunmanın da öyle#çok konuştum ama agnostik bi arkadaşım var#din konusunda çok agresif ve argümanı olmadan kendisini savunan ve saldırgan tiplerden sanıp beni kışkırtmaya çalıştı bi süre#her mevzuyu sakince argümanlarla açıkladıktan sonra kendi kendine saygı duymaya başladı#artık harbiden iyi ve seviyeli bir arkadaşlığımız var ve din mevzularına eskiden olduğu gibi saldırgan ve sığ şekilde yaklaşmıyor#önyargılarının kırıldığını hissediyorum#öfke belki o anda durumu kırtarmış gibi gözükebilir ama sonuç hiçbir zaman güzel çıkmaz be dostlar#23
1 note · View note
doriangray1789 · 4 months
Text
MAĞDUR EDEBİYATI -
ONLARIN MADUROSU VARSA BİZİMDE MAĞDUR OMUZ VAR
Sürekli acitasyon ve manipülasyon…. insan kendisini bu ruh haline bırakırsa mağdur değil özsaygısız birine dönüşür….
mağdur edebiyatı, basiretsizliğini savunma dürtüsüyle baskılayanların en sevdiği şeydir.
manipülatif bireylerin, manipülatif oportunistlere sunduğu hazine gibidir bu.
her türlü güç unsurunun, diyalektiğinde mutlaklaşan dramatik sanrılardır; mağduriyet çıkmazı.
kurgusal aymazlık….
başkalarını mağdur etmekte sakınca görmeyenlerin daha çok yaptıkları bu edebiyat, sadece ülke yönetiminde de işlemiyor haaa.. hayatın her alanında var, insanların yüzde 90 ı mağdur ve iyi niyetinden kaybetmiş. hep haklılar, hep mağdurlar, sadece onların sorunları var , hep onlar çok çalışıyor, sadece onlar yoruluyor, kaderin sillesini sadece onlar yemiş…
Galih Rıfkı Atay - Zeytindağı eserinde bakın ne demiş:”gözyaşının hiçbir faydası olmadığını anlamak için yahudilerin kudüs'te yüzlerce yıldan beri her cumartesi günü başlarını dayayıp ağladıkları taşı ziyaret ediniz: yüzlerce yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındırmamıştır."…
zira bunlar duvara ağlarlar.. bizim memlekette de duvara ağlamıyorlar mı?
mağdur edebiyatı yapmak, insanların öfkelerini yanlış yönetmelerinin yollarından biridir.gerçeklerle yüzleşmekten, duyguları kabul etmektense olayları ve kişileri sürekli olarak yargılamak ve mağdur hissetmek.
sürekli kaderine,şansına lanetler yağdırırlar. mağdur edebiyatının bir işlevi de sorumluluk almaktan kaçmaktır.gerçeği tamamen reddediş,vicdanını maskeleyiş ve hakettiğine inanarak saldırganlığını karşısındakine karşı haklı kılma.
mutlaka bir amaç doğrultusunda yapılan roldür mağdur edebiyatı.amaç paraysa daha çoğu istenir.. duygusal istismar ise “kurban olur” farkına bile varmadan kendinizi suçlamaya başlarsınız. karşısındakini hiçbir şekilde dinlemek istemezler.dinlediklerinde ise ,haklılığına etmiş olduğu imana zeval gelmesin diye kendilerine zarar vermeye bile kalkabilirler.
gerçeğin ne olduğu değil, insanları neye inandırdıkları önemlidir.
ne kadar mağdur rolü yapıp,amaçlarına odaklanıp yalan söyleyerek duygu istismarına sebep olsalar da gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi müthiş bir özelliği vardır.
mağdur edebiyatının işlevi de, sorumluluk almaktan kaçmaktır. Sorumluluk yüklenmez..
bir kere sorumluluktan kaçmayı başardıysanız, her türlü yanlışınız/kabahatiniz de haliyle aklanmış olur.
bunu sistematik olarak bir iktidarı elinde tutanların yaptığını düşünün, elde edeceğiniz tek şey hem iktidar sahibi olup hem de iktidar olmanın doğasından gelen sorumluluğu sahiplenmeyen kişiler olur.
her şeyin sanatsallaştırılmaya çalışıldığı yerde sanat kalmaz. her şeyin güzelleştirilmeye (bedensel baabda) çalışıldığı yerde güzellik de kalmaz. her şeyin siyasetleştirilmeye çalışıldığı yerde de siyaset kalmaz.
o yüzden her şeyi sanat nesnesi haline getirmeye çalışmaktan kitsch (Kitsch, tüketicilerinde estetik etki yaratan ancak herhangi bir sanat akımı kapsamında değerlendirilmesi mümkün olmayan ürünleri ifade eden bir sanat terimidir. Genellikle var olan bir tarzın "aşağı bir kopyası" olan sanatı sınıflandırmak, ifade etmek için kullanılmıştır.) çıktı, her şeyi güzelleştirmeye çalışmaktan bakın şimdi zıtlıklar ve uyumsuzluklardan kendine yol edinmiş bir moda var, her şey de (herhangi bir ölüm, bir kutlama, bir söylem) siyasetleştirilince, siyaset yapılacak normal bir düzlem kalmadı. hepsi en uç noktaya geldiğinde, en sanatsal, en güzel, en siyasi olduğunda "kendilerini aşıp" kendi zıtlıkları üzerinden var olmaya başladılar, en başta cephe aldıkları şey üzerinden var olmaya devam ettiler.
sürekli mağdur olan, sürekli tehdit edilen, sürekli hep en kötüsü onun başına gelen baudrillard'ın deyimi ile kendine bir simülasyon yaratmaktadır. dediği gibi, kendilerinden söz etmek için hep bir "öteki" ye ihtiyaç duymaktadırlar. bu simüle edilmiş dünyada "kendi" ile "öteki" arasında daimi bir mağduriyet söz konusudur. bir siyasi oluşum olarak varlığını kendi üzerine değil de, sürekli "öteki" üzerinden bir olumsuzluk, buhran ve paranoya noktasına kurmuştur bu simülasyon dünyasında.
şöyle diyor baudrillard, bize her şeyi açıklasın.
"saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir. tüm iktidarlar ve kurumlar kendi kendilerinden ancak kendilerini yadsıyabildikleri ölçüde söz edebilmektedirler. bir ölüm simülasyonuna başvurarak, gerçek ölümün elinden kaçabileceklerini sanmaktadırlar. kendi ölümünü sahneye koyan (oynayan) bir iktidar az da olsa bir yaşama ve yasal bir kurum olabilme hakkına sahip olabileceğini düşünmektedir.
eskiden krallar ölmek zorundaydılar (tanrılar da). zaten onları güçlü kılan şey de buydu. günümüzün “krallarıysa” aşağılık bir ölme numarasına yatmaktadırlar. bunu yapmalarının nedeni iktidarın “avantajlarını” elden kaçırmama isteğidir. çünkü iktidar onların elinden zaten çoktan kayıp gitmiştir. kendi ölümü sayesinde yeniden yaşama dönebileceğini düşünmek. varlığını bunalım, olumsuzluk ve iktidar-karşıtı bir aynayla sürdürebileceğine inanmak. bunlar bildik (deja-vu) ve ölüp gitmiş (deja-mort) her türlü iktidarla kısırdöngüleşmiş bir sorumsuzluk ve asal bir biçime dönüşmüş yokluklarına bir son vermek isteyen her türlü kurumun başvurabileceği türden çözüm bahaneleridir. "
Mağduriyet, ülkem insanının "ötekileşme" kavramını keşfetmesiyle doruğa ulaşmıştır. Ve ne yazık ki bu mağduriyet ötekileşenlerin kendilerine öteki yaratmasıyla var olur ancak. böylece tek mağdur olduklarını sanmaya başlayıp geri kalanları hiç yerine koymazlar. hassasiyet de acı da kendilerine özgü hale gelir, haksızlık da yalnızca kendilerine yapılan şey oluverir. bu yüzden de kimse kazanamaz herkes kaybeder. bir başka deyişler herkes bir başkasının cehennemini yaratıp bir cennet bekler.
Tumblr media
12 notes · View notes
benmisim · 7 months
Text
dün gece the lost daughter'ı izledim. bu gece de tully'i. evet bebem uyurken akıllılık edip film izliyorum....... neyse. iki gün üst üste bu iki film sanırım iyi tercihler olmadılar. biraz negatif bastık bünyeye. birinde annelikten pişman olmuş bir kadın, diğerinde desteksiz kalıp kafayı kırmış bir anne... son günlerde anneliğin ne kadar zor olduğu, kadınların ne kadar zorlandıkları biraz gündemim oldu. ekşide bunlarla alakalı yazdıklarını okuyorum annelerin. düşünüyorum. evet hakikaten acayip zor bir iş. öyle böyle değil. şu ana kadar çok zorlandım gibisinden söylemiyorum. daha üç aylık anayım ben ve ilk iki ayında da yalnız değildim hep birileri vardı, yani daha bir aydır tek başıma bakıyorum ('baba hani' demeyelim, gün boyu bebeyle yalnız kalan analar neticede). yani şimdiye kadarki analık deneyimimle çıkıp da "çok zor ya" demiyorum. ha yine diyebilirim, ama demiyorum. elbette zorlanıyorum ama bu analık işi bana totalde çok zor geliyor. şöyle bir geriye çekilip tabloya uzaktan bakınca. önüme bakıyorum, önümde böyle geçecek olan çok yıl var diyorum, yani içinde bulunduğum şey kısa bir dönem değil, hayat artık böyle bişi. inşallah allah sağlık sıhhat versin güzel yıllarımız olsun. ama yorucu mu, yorucu. zor mu, zor. güzel evet tamam. çok güzel. en güzel. ama bi saniye, zor lan bu. birikince çok zor. destek bulamadığında çok zor. bi mola veremediğinde çok zor. anlatamadığında da çok zor. hani şunu da anlamak güç. insanlar anneliği aslında "bakım vermek" diye okusa, daha net anlaşıcaz. hasta anasına babasına bakım veren insanlara "ah vah" diye bakılır, bu insanlar "zorlanıyoruz" dese kimse "sen nasıl evlatsın püü" demez, ama analar çıkıp "çocuk bakmak zor" dediğinde yok hamama giren terlermiş, yok bakamayacaksan doğurmasaydınmış, yok herkes ana olmamalıymış fgksg abi.... bak mesela karşı komşum, karşı apartmandaki komşusundan bahsediyo. 12 yıldır hasta bakıyorlarmış. bundan bahsederken kadının kaşlar küçük emrah kaşlarına dönüyor, "ah yavrum çok zor, ne çektiler ne çektiler" falan diye anlatıyor. elbette çok zor bir şey. tükenmişlik sendromu, burn out dediğin şey en çok bakım veren insanlarda görülüyormuş. amaaaa, bakım verenler grubunda en çok kimlerde görülüyomuş biliyo musunuz? annelerde. şimdi bu 12 yıldır hasta bakıcılığı yapan insanları bir yana koy, bir de 12 yaşında çocuğu olan bir anneyi düşün. karşılaştır. hasta bakan da, çocuk büyüten de, bir insanın temel bakımını üstlenmiş durumda. iki durumda da mevzu bahis "aile üyesi". yani elbette bu insanlar birbirinin kanı canı, bakım veren seve seve bakım veriyor. ama işte ne hikmetse, hasta anasına bakan evlat zorlandığını söylerken "annemi çok seviyorum orada bir sıkıntı yok ama..." deme gereği duymuyor da, anneler "evladımı elbette çok seviyorum ama..." deme gereği duyuyor. böyle saçma şey olur mu. tabi ki seviyorsun, seviyoruz. ama işte bu açıklama ihtiyacı falan da neyin nesi? bu tamamen annelere omnipotent bir varlıkmış gibi bakılmasının bir neticesi diye düşünüyorum. kutsal anne imajı. çok sıkılıyorum bundan.
p.s. işbu postun mesajı “annelere destek olalım, bir çocuk kolay yetişmiyor”dur.
anneler çocuklarına bakarken yorulduklarını zorlandıklarını söylerken “alın bu çocuğu benden” demek istemiyorlar, kendilerinin bakıma ihtiyaçları olduğunu dile getiriyorlar. destek arıyorlar. yeni analara sahip çıkalım dkcjd hallerini hatırlarını soralım. tutabiliyorsak bir işlerinin ucundan tutalım.
bu izlediğim iki filmde de bu vardı. “bir çocuğu büyütmek için bir köy gerekir”deki “köy”e sahip olmayan modern zaman annelerinin dramı 🤦🏻‍♀️🤦🏻‍♀️🤦🏻‍♀️ allah yardımcımız olsun.
7 notes · View notes
bahariinyo · 4 months
Text
İyi geceler bahanesiyle birkaç bi şey yazayım dedim ve yine geldim.
Bu gönderiyi gecenin 3'ünde yazıyorum. Sabah görmeniz çok normal ♡
Öncelikle meraba diyorum ve sizi çok sevdiğimi bilin istiyorum -evet bazılarınızın varlığınızdan haberim olmasa bile burda sizi sevecek kalbi çok açık bi insanın olduğuna inanın ve kimse beni sevmiyo dramlarına girip kendinizi depresyona sokmayın. Pamuk tıkanmış gibi yattığınız kıçınızı kaldırın ve koca bi bardak soğuk su için. Harbi iyi geliyor insana.
Gününüz nasıl geçti bilmiyorum. İyi, kötü, sıradan veya her nasılsa hiçbir fikrim yok. Eğer kötü geçtiyse bile söylemek istediğim şeylerden birisi hayatınızın kıymetini bilmeniz. Size sınırlı diye küçük gelen yaşamınız, yaşantınız değer verilmeyi hak ediyor bence -normalde değer verdiğimiz insanları da görüyoruz ki yanımızda bile değiller, yaşamınıza bu değeri vermekten gocunmayın bi zahmet. Size rutinlere uyun infulencerlar gibi yaşayıp kıymetini bilin tarzı bişey demiyorum ve demem de. Kastettiğim anların kıymeti. Size sıradan bi tesadüf gibi gelen anlarda bile bazen hayat bizi öyle bi yola sürüklüyor ki, noldu bi anda ya, diyebiliyoruz. Bazen bi tesadüften fazlası olabiliyor her şey. Zaten böyle anlar da hep tesadüflerle başlar. Dünya'ya yeni gözlerini açmış bi bebekten farksız, daha hiçbir şeyin farkında değilken.
Elimizdekilerin kıymetini, elimizde olmayan vakitler sayesinde biliyoruz. Ya da elimizde olmayan kötü sebepler sonrası, her neyse işte. Mutsuzluğu bilmeyen bi insan mutluluğu tam anlamıyla yaşayamaz. Güvenin ne olduğunu bilmeyen bi insan korkamaz -bunlar her ne kadar insani duygular da olsa. Bu yüzden bi şeyin değerini bilebilmek için o şeyin ne kadar değerli olduğunu anlamak, anlamak için bi şey yaşamak gerekiyor bazen. Her ne yaşadıysanız inanın bi şeyin de başlangıcıdır. Her ne bittiyse ardından illa güzel bi şey gelir, gelecektir. Hayat bu kadar acımasız değil bizlere karşı. Biz sadece farklı zamanlarda kalıyoruz. Oysa hayat geçiyor, zaman akıyor. Bizim de akışına bırakmamız gerektiğine inanıyorum ben. Geçmişe bu kadar takılmayın ve tesadüflere hep bi şans verin. Kötü sonuçlansa bile güzel şeylerin sizi bulacağına inanın. Zorlayın demiyorum tabi ki. Üzülün, ağlayın, duygularınızı en derinden yaşayın ki yaşamalısınız. İnsanız ki bünyemizde var bunlar. Ama hayatınızın bundan ibaret olmadığını bilin. Evren sandığımızdan çok daha büyük ve yaşanmaya değer. Ve evrenin içinde sınandığımız bu küçük gezegende minik bi olaya takılmak aynı bütün domino taşlarını dizmişken ortadaki herhangi bi taşın yamuk duruşuna takılmanıza benzer. O taş illaki devrilecek ve ardındakini de devirecek. Kendinizi olaylara, kişilere bu kadar kaptırmayın. Bi bakmışsınız ortadaki domino taşını düzelteyim derken eliniz çarpmış, her şeyi yıkıp berbat etmişsiniz.
Tumblr media
4 notes · View notes
kulrengim · 1 year
Text
Çocuk olamamak nasıl bir histi? Ya da çocuk kalan yanını yok edememek? Olgundum, yaşıma göre fazlasıyla. Kimlikteki yaşımdan yaşlıydı hissettiklerim. Ama ne zaman tutunmak istesem, elimde kum tanesinden bile akışkan olan zamanın terk edişinden sonra belki bir umut diye peşinden koştuğum rüzgara takılıyordum. Dizlerimin bağı çözüldüğünde yara bantlarının bile örtemediği diz kapaklarıma tüm gücümü yıkıyor, elmalı şekeri yere düşen çocuk kadar da içli içli ağlayasım geliyordu. Farkındaydım, insanların gözlerine, gülüşlerine bakarak yalan söylediklerini anlayacak kadar tanımıştım hayatı. Farkındaydım fakat farkında olmamam gereken yaştaydım. Ne fark ederdi ki? Kime zarardı benden başka? Sorun değildi. Bunları yaşatan değil yaşayan kısımdaydım, sorun değildi. Kalbimin kırıklığını, birinin o kalp kırgınlığı ile uyumasına tercih ederdim. Ciğerlerimden bir çığ gibi kopan nefes dudaklarıma sertçe çarpıp bir neyseye dönüştü. Neyse. Kirpiklerime tutundu nefesimden intihar eden kayıtsızlıklarım. Sımsıkı kapattığım gözlerimi kanın silindiği bir yara kadar keskin açtım. Hiçbir şey olmamış gibi bir umursamazlık sinerken saçlarıma, kırık omurgamı çizen gururumu zırh olarak kullandım. Evini yakıp karşısında sigara içen birinin aksine yanan o evde gençliğini kurtaramamış Kül'ün ağıtları cızırtılı bir plağa konuk olmuştu. Aslında... ağlamak istesem bile ağlayamazdım şu yaşımda. Şu yaşımda dediğime bakmayın, ağlayabilsem verdiğim savaşları gözyaşlarımın yüzümün her yanına bulaştırdığı rimelden anlayabileceğiniz yaştayım. Çocukken çok ağladım, büyümek istedim, büyüdüm, hiç ağlayamadım. Gözyaşlarımın nehrine çöl yağmışken; çocukluğuma bulaşan zehir, gençliğimde akmayan rimelimle aynı dozdaydı. Karşınızda kirpikleri dik, gözyaşları kuru bir kadın göreceksiniz. Fakat oyuncaklarından önce kalbinin omurgasını kıran o çocuğu hep inkar edeceksiniz. Tıpkı benim gibi. Omurgası dik kalbi kırık bir ruh, hangi çağa ait kılabilirdi ki kendisini... Boşverin bu bir soru değildi. Çünkü bu bir soru olsaydı cevabını bilemezdim. Çocuk olamamak güzel bir his sanırdım, sanki yetmiş yaşına gelsem de içimdeki doyumsuz yıllarım sayesinde yedi yaşımda hissedebilirmişim gibi gelirdi. Fakat sen büyümek denen zaman akıntısını sırtladığında ne bedenen ne kimlikteki tarihen değil, yüklerince anlam kattıklarınca ve binlercesiyle ağırlık altında kaldığında içinden bir keşke çekiyormuşsun. Hiçbir şey sandığınız gibi değil. Çocuk kalan yanımı öldürememek nasıl his miydi? Görünüşünü yadırgayan bakışlar içerisinde ellerin bomboş lunaparka girip yüksekten korktuğun için başının döndüğü dönme dolaba binme cesaretini sırtlayıp yerini aldığında, o dönme dolabın en uç noktasından beni buradan indirin diye bağıramadığını ve korktuğunu anlayan bir insanın olmayışı gerçeğiyle yüzleşmek. Her şey için çok geç olduğunu anlamak. Bu berbat bir histi. Elleriniz boş olduğu için yadırganmanız, parmaklarınızın ucundan tutan veyahut incecik kollarına sizin parmaklarınızın dolandığı bir çocuğun olmayışından kaynaklanırdı. Yetmiş yaşında bir insanın yedi yaşındaki o büyümeyen hislerinin yakasından tutup o hissi bitirmek amacıyla çocuk parkına getirdiğini kim bilebilirdi ki? Söylesen deli derlerdi fakat -bence- herkes içindeki çocukluğu bir kez olsun tekrar yaşamak isterdi. Yılların cesareti en güçsüz anında -yaşlılığında- demleniyordu ve sen korktuğun her şeyi bedenin izin vermese de gerçekleştiriyordun. En korktuklarını bile. Fark edipte göz ardı ettiğiniz şey işte tam burada vuruyordu insanın suratına. Yalnızlık. “Ben korkuyorum.” çaresizliğini bile kimseye fısıldayamamaktı. O dönme dolapta tüm cesaretiniz intihar ederken siz onun ölümüyle birlikte kimsesizliğinizi kucaklıyordunuz. İçinizdeki çocuğu hâlâ insanları seviyorken yaşatıp tüketmiyorsanız o sizi yetmişinizde bile buluyordu. Fakat gelin görün ki, kayıplarınızla pişmanlıklarınızla en çok da yalnızlığınızla...
Cevabını bildiğim sorulara soru işareti koymam demiştim. O ilk iki soruyu içimde cevapladıklarımla anlatıp bitirdim. Karmakarışık gelse de, her cümlenin altında yatan paragraflar benim kördüğümlerimi taşımaya devam edebilirdi. Sıra sizde. Çocuk olamamak nasıl bir histi? Ya da çocuk kalan yanını yok edememek?
6 notes · View notes
duygusuzbirpanda07 · 11 months
Text
Hayat bazen son bulur,bazen de son bulduğu yerden başlar ikisinden biri mutlaka olur ama ya ikisi birden olursa ya da hiçbiri olmazsa o zaman ya gerçekten ölmüşsündür ya da hayata karşı hep dik durupta artık vazgeçtiğin yerdesindir.
Vazgeçmek de kolay değildir aslında her türlü yolu denersin bir umut bulabilmek için,tutunucak bir dal ararsın ama yoktur o zamanda dersin ki kendim varım..bir süre sonra kendine bile yabancı olursun,neden bu hayatta olduğunu,ne yapmak istediğini unutursun.İnsanlar seni sevsin diye uğraşırsın ama seni sadece kullanırlar sevgini,iyi kalbini,umutlarını ve bir gün oturursun sabaha kadar ağlarsın başkaları sesini duymasın diye sessiz ağlamayı öğrenirsin...artık her şeyi anlarsın yaptığın her şey seni değilde başkalarını mutlu etmek için yaptığını,kendini hiçe sayıp,kendinden vazgeçip,sevdiğin her şeyi unutmak için yaptığını fark edersin istemeden de olsa artık olmadığını fark edersin.
İnsanları mutlu etmekten vazgeçtiğinde kendini tekrar bulmak istersin ama bulamazsın çünkü kim olduğunu unutmuşsundur bile hayat tam olarak böyledir acımasız,adil olmayan,kötü ve iğrençtir.Bazılarımız geç anlar bunu bazılarımızsa çok erken öğrenir.
Bazı şeyleri çok geç anlamak isterdim,kendimi kaybetmemeyi isterdim,umutlarımı,heycanımı,mutluluğumu,eğlencemi kaybetmemek isterdim çok erken öğrendim ben hayatı çocukluğum hiç olmadı bazen hâlâ bok gibi bir çocukluğum olsa da çocuk olmak istiyorum.Anlamazdım çünkü hayatı hep hayal ettiğim dünya olarak bilirdim toz pembe olan o dünya olarak kalsın isterdim,ama o zaman bile içimde bir yerde öyle olmadığını bilirdim dünyanın...Eğer geri dönebilseydim kimseye kendini sevdirmek için kendinden vazgeçme,çünkü bu ileride tek pişmanlığın olucak derdim..Hayat iyi kalbi olan herkes için çok yorucu.
Ama olan hiçbir şeyden pişman değilim eğer bunlar olmasaydı bugün ki ben olamazdım,kendi için en iyisini düşünen biri olamazdım tabi benimde kendime sakladığım acılarım var beni uyutmayan ama ben hallederim her zaman hallettim,her zaman tektim kimseye ihtiyacım olmadı.Size son tavsiyem içinizdeki küçük çocuğu yok saymayın o mükemmel onun hiçbir suçu yok onu hep yaşatın..çünkü o olmazsa sizde olamazsınız içinizdeki çocuk aslında sizi yaşatan kişi o küçük çocuğa kızmayı,darılmayı bırakın ona sarılın o sizsiniz o küçük çocuk en güzel hâliniz çocukluğunuzu yaşatın gidin oyuncak alın,gidin luna parkta eğlenin,gidin kaydıraktan kayın çocukluğunuzda ne eksikse onu kendinize siz verin...
UNUTMAYIN BU HAYATI BAŞKALARI İÇİN DEĞİL KENDİNİZ İÇİN YAŞIYORSUNUZ.
3 notes · View notes
binbirkitapnet · 1 year
Text
Türk Edebiyatının En İyi 100 Kitabı
Tumblr media
Hürriyet‘in 100 kişilik bir ekiple seçmiş olduğu Türk Edebiyatının En İyi 100 Kitabı sizler için listeledik. Bu kitapları alıp kütüphanenize eklemenizi tavsiye ederiz, çok değerli yazarların çok kıymetli eserleri bulunuyor bu listede. Türk edebiyatını tanımak ve anlamak adına kendinize yapacağınız en büyük iyilik bu kitapları okumak olurdu.. Lafı daha fazla uzatmadan Türk Edebiyatının en iyi 100 romanı listemize geçelim.. Listemizin Türk edebiyatı yazar-eser listesi sizin de tahmin edebileceğiniz üzere İnce Memed ile başlıyor..
Türk Edebiyatının En İyi 100 Kitabı
İlk sıra ince memed'in oldu, ardından tutunamayanlar, saatleri ayarlama enstitüsi, huzur, kara kitap şeklinde ilerliyor.. işte Türk Edebiyatının En İyi 100 Kitabı
1. İnce Memed - Yaşar Kemal
2. Tutunamayanlar - Oğuz Atay
Tumblr media
3. Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar
4. Huzur - Ahmet Hamdi Tanpınar
Tumblr media
5. Kara Kitap - Orhan Pamuk
6. Bereketli Topraklar Üzerinde - Orhan Kemal
Tumblr media
7. Aylak Adam - Yusuf Atılgan
Tumblr media
8. Aşk-ı Memnu - Halit Ziya Uşaklıgil
Tumblr media
9. Benim Adım Kırmızı - Orhan Pamuk
Tumblr media
10. Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar
Tumblr media
11. Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar
12. Sevgili Arsız Ölüm - Latife Tekin
13. Yaban - Yakup Kadri Karaosmanoğlu
14. Bir Düğün Gecesi - Adalet Ağaoğlu
15. Tehlikeli Oyunlar - Oğuz Atay
16. Ölmeye Yatmak - Adalet Ağaoğlu
17. Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali
18. Üç İstanbul - Mithat Cemal Kuntay
19. Çalıkuşu - Reşat Nuri Güntekin
20. 9. Hariciye Koğuşu - Peyami Safa
21. Devlet Ana - Kemal Tahir
Puan: 59
22. Bir Gün Tek Başına - Vedat Türkali
Puan: 58
23. Hakkari'de Bir Mevsim - Ferit Edgü
Puan: 55
24. Kuyucaklı Yusuf - Sabahattin Ali
Puan: 54
25. Yenişehir'de Bir Öğle Vakti - Sevgi Soysal
Puan: 50
26. Mai ve Siyah - Halit Ziya Uşaklıgil
Puan: 46
27. Kıskanmak - Nahid Sırrı Örik
Puan: 44
28. Cevdet Bey ve Oğulları - Orhan Pamuk
Puan: 43
29. Eylül - Mehmet Rauf
Puan: 41
30. Gece - Bilge Karasu
Puan: 41
31. Fahim Bey ve Biz - Abdülhak Şinasi Hisar
Puan: 39
32. 47’liler - Füruzan
Puan: 37
33. Gölgesizler - Hasan Ali Toptaş
Puan: 34
34. Demirciler Çarşısı Cinayeti - Yaşar Kemal
Puan: 33
35. Yorgun Savaşçı - Kemal Tahir
Puan: 33
36. Murtaza - Orhan Kemal
Puan: 32
37. Yer Demir Gök Bakır - Yaşar Kemal
Puan: 29
38. Tuhaf Bir Kadın - Leyla Erbil
Puan: 28
39. Ağır Roman - Metin Kaçan
Puan: 26
40. Orta Direk - Yaşar Kemal
Puan: 24
41. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana - Yaşar Kemal
Puan: 23
42. İçimizdeki Şeytan - Sabahattin Ali
Puan: 23
43. Yalnızız - Peyami Safa
Puan: 23
44. Bin Hüzünlü Haz - Hasan Ali Toptaş
Puan: 22
45. Son Adım - Ayhan Geçgin
Puan: 22
46. Yılanların Öcü - Fakir Baykurt
Puan: 22
47. Her Gece Bodrum - Selim İleri
Puan: 21
48. Sinekli Bakkal - Halide Edib Adıvar
Puan: 21
49. Sultan Hamid Düşerken - Nahid Sırrı Örik
Puan: 21
50. Serenad - Zülfü Livaneli
Puan: 20
51. Tol - Murat Uyurkulak
Puan: 20
52. Ayaşlı ve Kiracıları - Memduh Şevket Esendal
Puan: 19
53. Müşâhedat - Ahmet Midhat Efendi
Puan: 19
54. Kinyas ile Kayra - Hakan Günday
Puan: 18
55. Berci Kristin Çöp Masalları - Latife Tekin
Puan: 17
56. Denizin Çağırışı - Kemal Bilbaşar
Puan: 17
57. Kırık Hayatlar - Halid Ziya Uşaklıgil
Puan: 17
58. Kurt Kanunu - Kemal Tahir
Puan: 17
59. Medarı Maişet Motoru - Sait Faik Abasıyanık
Puan: 17
60. Odalarda - Erdal Öz
Puan:17
61. Yeşil Gece - Reşat Nuri Güntekin
Puan: 17
62. Bir Solgun Adam - Selçuk Baran
Puan: 16
63. Kurtlar Sofrası
Puan: 16
64. Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi - Ayfer Tunç
Puan: 15
65. Buzul Çağının Virüsü - Vüs’at O. Bener
Puan: 15
66. Esir Şehrin İnsanları - Kemal Tahir
Puan: 15
67. Gurbet Kuşları - Orhan Kemal
Puan: 15
68. İstanbul Hatırası - Ahmet Ümit
Puan: 15
69. Mel’un - Selim İleri
Puan: 15
70. Rahmet Yolları Kesti - Kemal Tahir
Puan: 15
71. Bir Kadının Penceresinden - Oktay Rıfat
Puan: 15
72. Uzun S��rmüş Bir Günün Akşamı - Bilge Karasu
Puan: 14
73. Heba - Hasan Ali Toptaş
Puan: 13
74. Masumiyet Müzesi - Orhan Pamuk
Puan: 13
75. Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim - Nâzım Hikmet
Puan: 13
76. Çamlıca’daki Eniştemiz - Abdülhak Şinasi Hisar
Puan: 12
77. Çocukluğun Soğuk Geceleri - Tezer Özlü
Puan: 12
78. Kayıp Aranıyor - Sait Faik Abasıyanık
Puan: 12
79. Kiralık Konak - Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Puan: 12
80. Eski Hastalık - Reşat Nuri Güntekin
Puan: 11
81. Mutluluk - Zülfü Livaneli
Puan: 11
82. Şimdiki Çocuklar Harika - Aziz Nesin
Puan: 10
83. Boğazkesen - Nedim Gürsel
Puan: 10
84. Karartma Geceleri - Rıfat Ilgaz
Puan: 10
85. Matmazel Noraliya’nın Koltuğu - Peyami Safa
Puan: 10
86. Sahnenin Dışındakiler - Ahmet Hamdi Tanpınar
Puan: 10
87. Yaralısın - Erdal Öz
Puan: 10
88. Yeşilçam Dedikleri Türkiye - Vedat Türkali
Puan: 10
89. Ankara - Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Puan: 9
90. Araba Sevdası - Recaizade Mahmut Ekrem
Puan: 9
91. Ateş Gecesi - Reşat Nuri Güntekin
Puan: 9
92. Çılgın Gibi - Suat Derviş
Puan: 9
93. Göçmüş Kediler Bahçesi - Bilge Karasu
Puan: 9
94. Handan - Halide Edib Adıvar
Puan: 9
95. Mahur Beste - Ahmet Hamdi Tanpınar
Puan: 9
96. Şu Çılgın Türkler - Turgut Özakman
Puan: 9
97. Tütün Zamanı - Necati Cumalı
Puan: 9
98. Veda - Ayşe Kulin
Puan: 9
99. Viski - Çetin Altan
Puan: 9
100. Yalan - Tahsin Yücel
Puan: 9 Türk Edebiyatının En İyi 100 Kitabı Siz hangi kitapları okudunuz veya önermek isterdiniz? Yorumlarda belirtmeyi unutmayınız. Telegram kanalımızı takip edebilirsiniz! Keyifli okumalar! Read the full article
3 notes · View notes
meadam · 10 months
Text
Anlamlı ve Uygun Fiyatlı Hediyeler
Hediyelerin gücü, duygusal bağları güçlendirmek ve sevdiklerimize olan değerimizi göstermek için eşsiz bir yol sunar. Her ne kadar hediyeler vermek, alma kadar keyifli olsa da, doğru hediye seçimi bazen zorlayıcı olabilir. Özellikle uygun fiyatlı hediyeler ararken, mükemmel bir denge kurmak gerekir – anlamlı, düşünceli ve bütçeye uygun olmalıdır.
Doğum günü, özel bir kutlama ve bu nedenle hediye seçiminde özen göstermek önemlidir. Hediye vermek, sevgi ve düşkünlüğümüzü ifade etmenin somut bir yolu olduğundan, alıcıyı iyi anlamak ve onun ilgi alanlarına yönelik bir şey seçmek kilit rol oynar. Mesela, hobilerine yönelik bir hediye, alıcının ne kadar önemli olduğunu vurgulamanın harika bir yoludur.
Bununla birlikte, uygun fiyatlı bir hediye seçerken pahalı olması gerekmeyen, ancak sevgi ve düşüncenin izlerini taşıyan öğeler tercih edilebilir. Kişiye özel eşyalar, hatıraların canlı tutulmasına yardımcı olurken, kitaplar, güzel bir not eşliğinde alıcının ruhunu okşayabilir.
Doğru doğum günü hediyesi seçimi, özenli düşünce ve samimiyet gerektirir. İlgilendiğimiz ve değer verdiğimiz insanları mutlu etmenin anahtarı, onları anladığımızı ve düşündüğümüzü hissettirecek bir hediye sunmaktır. Uygun fiyatlı bir hediye bile olsa, doğru seçimle büyük bir etki yaratmak mümkündür. Unutmayalım ki hediyeler, sevginin dilidir ve onları en anlamlı şekilde ifade etmek için zaman ayırmak ve düşünmek gerekir.
Uygun fiyatlı hediyeler seçerken, yaratıcılığımızı kullanmak da önemlidir. Kendi el emeğimizi katarak yapılan özel bir hediye, maddi değerinden çok daha fazlasını ifade edebilir. Bir resim, el yapımı bir kart veya özel bir not, karşımızdaki kişinin kalbini dokunaklı bir şekilde ısıtabilir.
0 notes
doriangray1789 · 1 year
Text
KÜÇÜKLERİN BÜYÜK DÜNYASI BÜYÜKLERİN KÜÇÜK DÜNYASI KÜÇÜK PRENS- ANTOİNE DE SAİNT-EXUPERY (BU kitabı çocuklar için sananlara...) 'Belki de gökyüzü insanlardan uzak olduğu için bu kadar güzel.' "Hoşça git," dedi tilki. "Vereceğim sır çok basit: İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez." Küçük Prens unutmamak için tekrarladı: "Gerçeğin mayası gözle görülmez." Aslında küçük ve büyük gibi sıfatlar kullanınca bile bir sayı kısıtlaması içine girmek durumunda kalıyoruz. Bu kitabı kendi hayatıma göre küçük hissettiğim bir zamanımda okuduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Kitapta küçüklerin hayal dünyasının genişliğiyle büyüklerin akıllarının salt sayısal ve statik çalışmasının savaşı var. İçinde büyüklere dair öyle güzel göndermeler ve sosyolojik eleştiriler var ki, bunların içinde büyüklerin, insanları giyim tarzlarına göre yargılamalarından her konuda olan kısıtlayıcılıklarına, her konuya dar açıdan bakıp monoton bir şekilde hayatı ele almalarına kadar bir çok eleştiri mevcut.Aslında yaşımız ne kadar artıyorsa bize gülen yıldızları da o kadar az hatırlıyoruz, dünyevi sorunlarımızı daha da büyütüyoruz, salt sayısal akıla daha da çok yaklaşıyoruz. Ne kadar bazı şeylerde sayıca artıyorsak, ruhumuz o kadar küçülüyor. Bu dünyada gözümüzün alabildiğine ne kadar gitmeyi düşünüyorsak büyükler bizim gözümüzde o kadar büyük olmaya çabalıyor. Çünkü onların kararlarını büyütüyoruz. Onları ne kadar büyütürsek hayal gücümüzden harcıyoruz. Neyse ki, Küçük Prens'in dediği gibi bu yaşımda yüz bin liralık bir ev gördüm deyip "Aman ne güzel ev!" demiyorum büyükler gibi. Ben de pencerelerindeki saksıları, içinde yaşayacağı insanları ve psikolojileri, çatısındaki kumruları düşünerek o evleri tasarlayıp güzelliği bu değerleriyle düşünmeye çalışıyorum çünkü. Sayılar üzerinden işleyen dünyamızda o kadar fazla ve o kadar gereksiz şeylerle uğraşıyoruz ki, en değerli olan şeyleri unutuyoruz bazen. Küçük Prens'in anlatmış olduğu her gezegene her gün uğruyoruz. Aynı gün içerisinde krallaşmaya çalışan insanı dinliyoruz, kendini beğenmişin biriyle konuşuyoruz ve o bizi hayranı sanıyor, alkolik ve bağımlı insanlarla konuşuyoruz, işinden ve sayılardan başka bir görmeyen insanlarla konuşuyoruz, bakış açısını geniş tutamayan, düşünemeyen ve sorgulamayan insanlarla konuşuyoruz. Fakat üzerinde yaşadığımız gezegen öyle bir gezegen ki, kendilerinin büyük yer kapladığını sanan insanlarla dolup taşan bir gezegen. Sayılara bayılanlar ve her gününü düşünmek uğruna değil de sayılara, işine ayıranlarla dolu.
''İnsanların arasında da yalnızdır insan...'' Bu dünya Küçük Prens'in de dediği gibi o kadar kuru, o kadar sivri, o kadar sert ve acımasız ki evrendeki küçüklüğüne rağmen kendisini en büyük gezegenmişçesine tanıtıyor! Ama bilmiyor ki o noktanın noktasının noktası bile değil. Hal böyle olunca, içinde yaşayan insanların büyüklenmeleri bile ne kadar önemsizmiş dedirtiyor insana. Ben de bir gün Küçük Prens'in tanımlamasıyla büyük olacağım. Hatta büyük olduğumda da bu kitabı zevkle okuyacağım ve kendimin ne kadar monoton olduğunu göreceğim. Ama artık bir yıldızın bile yaratılışının muazzam bir olay olduğunu biliyorsam, bütün yıldızların da böyle olduğunu bilerek bakacağım yıldızlara. Aslında önemli olan gözümüzle baktığımız şeylere bir de yüreğimizle bakabilmeyi öğrenmek. Mantığımızla algıladığımız şeylere duygumuzu katabilmeyi başarmak. Aşçıysak yemeğimize sevgi katabilmek, ressamsak resmimize renk katabilmek... Unutmayalım ki, bir yerde bir kuyunun saklı oluşudur çöle güzellik veren. Onun için umudunu kaybetme, hala bir yerlerde çölde açan bir çiçeğimiz olabilir. Zira, köklerimizin olmadığı bu dünyada çölde bile açabilen bir çiçeğin olduğunu düşünürsek hiçbir şey imkansız değil... Bence çocuk kitapları kategorisine konulmaması gereken bir kitap bu. Çünkü kitabımız küçük bir çocuğun ağzıyla biz büyüklerin hatalarını eleştiriyor ve dersler veriyor. Büyükler kendi çocukluklarını zamanla unutuyorlar Bir çocuğu anlamak, onun dünyasına inmek ve kaliteli zaman ayırmak ile olur. -Küçük prens ekledi: '' Ama gözler kör. Yüreğiyle bakmalı insan...'' -"Ne kadar da gizemli bir ülkeydi, şu gözyaşları ülkesi." -''“İnsan komik olmak istediğinde bazen yalan söylemek zorunda kalıyor.”
Tumblr media
14 notes · View notes
vefyn · 1 year
Text
deniz kenarında düşünürken asla Ankarayı sevemem diyordum. sonra sadece odamdaki koltukta yaşamaya başlayınca Ankaraya gitmek bile benim için harika bir değişiklik haline geldi. İşin en ilginç yönü yarın gel kal deseler giderim. Binalara insanlara razıyım.. Metrolardan çıkarken de hangi yöne gideceğimi bilmiyorum.. İnsanları takip ediyorum. Her defasında baska bi kızılay metrosundan çıkıyor oluyoruz.
Özgürlük hissi öyle bir şey ki. Hiçbir şey tam olarak anlatamaz. özgürlükle yapılan şeylerde gözle görülür fark yaratır sadece.
Tek basıma oturma odamda köpeğimle otruyor olsam mesela.. Bu anı hayal etmemiş insanlar nasıl bunun varlığını fark edebilir ki.
Hayatı ve insanları anlamak, konuşmak, dinlemek..
beni bazen öylesine boğuyor ki. Şikayetler duymaktan o kadar sıkıldım ki. şimdi bir şansım daha olsa şehrin en iyi herhangi bi şeyini yapabilecek kadar kendimi geliştirir ve bununla gurur duyardım. Belki kek, belki pasta, belki çiçek buketi, belki kıyfet. Hehangi bir konu hakkında somut elle tutulur gözle görülür ve guru duyulan bi başarı. Doğal güzel huzurlu bi hayat. Huzurlu bi hayat..
Denize bakmadan da denizde olmadan da kendinden büyük ama seni kaldırabilen bi güç varmış gibi rahat ve huzurlu olabilmek..kendimi bırakıp güneşi sıcağı hissedebilmek. derinlerde neler var diye düşünmemek.
0 notes
birsuskunyazar · 1 year
Text
YANIMDAKİ UZAK
Bir yerde çok güzel bir söz okumuştum. “Bizim yolda yanımızdan geçen insanları görmek için can atan insanlar var” Ben bugün buna el atmak istiyorum. Şimdi size düşünmeniz için bir süre. Günlerce, aylarca hatta yıllarca görmediğiniz biri varsa düşünün. İllaki vardır insanız sonuçta. ben mesela bu dünyaya birilerini özlemek için gelmişim diye düşünüyorum. Hayatım boyunca kendimi bildim bileli birilerini özledim. İşin en kötüsü de ben bu özleme eylemine ölen birisiyle başladım. Şimdiyse özlediklerimin sayısı gün geçtikçe artıyor. İnanır mısınız bilmem ama yanımdaki insanları bile özler hale geldim. İnsanlar benim onları kafamda şekillendirdiğim kalamıyorlar. Bazen annem babam bile o kalıplara sığmıyorlar.  Ben insanlardan çok bir şey beklemiyorum. Bir gülümsemeleri, bir çift güzel sözleri beni mutlu edebilir. Ben hep birilerini hep mutlu etmek için yaşadım. Ama insanlar benim gibi düşünmüyormuş. Onlar kendi çıkarları uğruna diğer herkesi harcayabiliyormuş. Merak etmeyin benim onlar gibi bir amacım yok. Çünkü bu düzenin kölesi  olmayacağım. Kendime herkesten, her şeyden uzak bir yol çizdim. Kaybettiğim her şeye bir kadeh kaldırdım’. yolumda sadece benim her daim arkamda olanlar var. Önüme çıkan kimseye yer yok. Yazımın başında özlemek demiştim. Peki özlediğin insanlar nerede bu yolda? onları kalbimle taşıyorum. Çünkü bedenimde ağırlık yapmadan taşıyabileceğim tek yer yüreğim. Ama sorun şu ki yüreğimin de kabul etmek istemedikleri var. Benim deli gibi yalvar yakar istediğim şey bana ve kalbime zarar veriyor. Neden kendimize zarar veren şeyler konusunda bu kadar ısrarcıyız? Bile isteye hatalar yapıyoruz.  Ve en komiği ne biliyor musunuz bunlar için günlerimizi mahvediyoruz. Bir şeyi bilmek ve anlamak aynı şey değil. herkes her şeyi bilebilir ama herkes aynı şeyi anlamaz.. Kötü sonuçlar olacağını biliriz ama bunu iyiye anlamlandırırız. “En kötü ne olabilir ki?” Ben size soruyorum. Her şeye bu sözü kullanıyoruz da hayatımızdaki pislikleri atmaya gelince niye adımlarımızı geriye çekiyoruz.? Kabul edemediklerimizi kabul ettiklerimizden önde tutuyoruz ve yanlış şeyleri kabul ediyoruz. Aynı yanlış kişileri özlediğimiz gibi. Yanınızdayken özlediğiniz insanları hayatınıza sokarak en büyük hatayı yapmış olursunuz. Uzaktan özlediklerinizi de yeteri kadar sevememişsiniz yanınızdayken. O yüzden insan önce uzaktan özlemeyi öğrenir. Sonra yakından çok sever ama karşısındaki ona yakınken özlemeyi öğretir...
0 notes
icselpatlamalar · 2 years
Text
KRONOS YALNIZLIK
Koyar adama. Ama çok da güzeldir dünyada heryerde bulunabilecek en nadir şeylerden biridir.
4 Senedir neredeyse hiç arkadaşım yok.
Bu demek değilki geçen hafta partilemedim yada şimdi dışarı çıksam benimle gezmek isteyen yok. Yada telefonumu açsam tanışabileceğim insanlar yok. Zaten yalnızlık baştan kıran bir temel taş gibidir hayatta. O yalnızlıksızlık yok ise her şey yıkılır.
İlk başta herkesi kabul ettim yalnız olmamak için. Şimdi terk edebileceğim biri bile kalmadı memlekette. Belkide bunu seviyorum? Bu işkenceyi?
Ben kendi ismimi diyinc depresif ve yelnızlıkla boğuşan ve bundan dolayı çok travatize olmuş biri geliyor aklıma. Ne başarılarım, kariyerim, mutluluğum, güzel enerjim. Benimde karmam bu belkide. Yanlızlıkla sınanmak. Çok komik en büyük korkum hayatım oldu. Ne kadar düşünsemde, rasyonelize etsemde, basitleştirsemde, aslında temel dinamik hep aynı.
Ben yalnızım.
Keşke hayat iki yalan dolan ve ucuz manipülasyonla düzelecek kadar kolay olsaydı. Bence hayatın benim açımdan en zor kısmı üzerine çok arzuladığım bu yanlızlığımdan kurtulamamk ve barışamamk. Ne yok oluyor ve çoğalıyor. Hep orada. Ne kadar iyiye gitsede bazen, kapıyı çalması an meselesi.
Arkadaşım yok,
Dostum yok,
Ailem yok,
Beni düşünen yok.
Bunun nedeni ben değili ki. İnanın bana. Benim olayım bu. Uzmanlığım. Ama yok abi bazı şeyler üstüne gittikçe çoğalmaz murphylenir.
İnsanları sevmiyor değilim. Sadece sevdiğim ortmaı bulamadım. Bu da beni körertiyor. Aslında sıcak kanlı sevgi dolu biriiym ama benim yok olmuyor bu haller. Belkide alıştım. IDK.
Kimse bana acımasın benle arkadşa olmayada bu yüzden çalışmasın. Ben yalnızlığı gurusuz onursuzluğa tercih ederim. Onursuz gurursuz olmaktan bin kat iyidir bu. Bu yüzden demekki çok da bunu değiştirmeye çalışmıyorum.
Açıkçası mutluyum ama bunu paylaşacak iş aş akradaş dost olsa, tadındna yenmez bazen diyorum. Paylaşabileceğim birileri. Ben anlamıyorum ve anlatamıyorum belkide. Bilememdim belkide anlamak isteyen yok.
Olmasın. Belkide yalnızlığın en güzel kısmı aslında ne kadar sikko arkadaşı ve boktan problemi çekmek zorunda olmamaktır. Ben alında bu yüzden bu kronosa takıldım. kronik değil, krono yalnızlık.
0 notes
5--5---5 · 2 years
Note
Lillium.
-
Ne hoş bir çocuktu. Bembeyaz bir surata, altın gibi sarı gözlere sahipti. Lillium, ne kadar hoş bir çocuktu öyle.
-
Ormanlarda dolandırdı hep. Her perinin yaptığı gibi yaramazlık peşinde koşar, insanları şaşırtır ve eğlenirdi. Ne kadar hayat doluydu. Öyle ki ölüm nehrini bile kuruturdu onun bu hayat dolu gözleri.
-
Fakat Lillium'u seven çok olduğu gibi ondan nefret eden de çoktu. Kıskanç bir peri gerçekten tehlikeli olabilirdi. Venus'ün dillere destan bir güzelliği vardı ama bu güzellik sadece Lillium gelene kadar devam ediyordu. Tüm gözler o hoş çocuğa dönüyordu. Ne vardı ki Lillium olmasaydı?! O doğmasaydı ne hoş olurdu! Ne kadar sinir bozucu bir kardeşti şu Lillium.
-
Venus kibirliydi. Güzelliği altını eritirdi, elması çatlatırdı fakat Lillium'u geçemezdi. Onu yok etmeyi düşündü. Nasıl olsa ondan kim şüphelenirdi ki? Sadece bir peri işte. Birçok periden sadece biri.
-
Yetişkinler perileri göremezdi. Çocuklar hâlâ saf oldukları için perileri görebilir hatta onlara dokunabilirlerdi. Venus bir plan yaptı. Minik bir plan. Lillium en çok çocuklarla oynamayı severdi.
-
Her zamankinden pek farklı olmayan bir gündü. Hoş bir hava, ısıtan bir güneş ve ormandan gelen tek tük insan sesleri vardı. Lillium koşuşturmadan dolayı yorulmuştu. Venus yanı başında, birlikte bir yaprağın üzerinde dinleniyorlardı. Venus kanatlarını Güneş'e tutup parlatıyordu.
-
Az sonra görünüşünden bile çok yaramaz olduğu belli olan bir çocuk parlaklığın neyden geldiğini anlamak için ağacın yanına geldi. Lillium uyuyordu. Venus ise anı bekliyordu.
-
Çocuk gözlerini kısıp ışığın kaynağını aradı bir süre. Tam vazgeçecekken Venus kanatlarını tekrar parlattı. Çocuk heyacanla yaprağın üstüne baktı. Bembeyaz bir kelebek. Ah hayır...
-
Bu bir peri.
-
Sadece masallarda duyduğu şu yaratık.
-
Ne kadar güzel diye düşündü çocuk. Ne kadar güzel bir oyuncak olur bundan. Belki büyükannem içini pamukla doldurur, huh? Diye mırıldanıp hızlı bir hareketle Lillium'u uyuduğu yerden kaptı. Lillium ne olduğunu bir an anlayamadı. Çocuğun iri ve korkunç gözlerini görünce nutku tutuldu. Diyebildiği tek şey "Venus, kaç!" oldu.
-
Pekâlâ, Venus bunu beklemiyordu. Av Lillium iken hâlâ kardeşini düşünmesini beklemiyordu. Çocuk kaçamasın diye Lillium'un kanatlarını koparttı. Lillium acıyla feryat etti. Altın sıvı sırtından aşağıya süzülüyordu. Venus, sanki biraz pişmanlık duyuyordu.
-
Lillium, o hoş çocuk deliler gibi feryat etmeye ve ağlamaya başladı. Bir şekilde çocuğun elinden kurtulup yere düştü. Beyaz teni, altın kanı ile ıslanmıştı. Venus çoktan gitmişti.
-
Toprak anaya yalvardı. Acıdan kurtulmak için yalvardı. Kan artık bir gölcük haline gelmişti. Yere çöktü ve son nefesini verdi. Toprak ana ise onu kollarına aldı ve bir çiçek olarak yeryüzüne geri gönderdi.
-
Lillium, ne hoş bir çocuktu öyle. Ne hoş bir çiçek oldu. Bembeyaz, saf, süt gibi bir çiçek. Kimse ziyaret etmedi onu. Periler hızlı yaşar, hızlı ölür ve hızlı unuturlardı. Lillium sadece bir çok periden birisiydi. Altından gözleri olan bir periydi.
-🌻
Lillium hakkında pek hikaye yok o yüzden ben uydurdum domdşsşs umarım beğenirsin :33
oha saka mi yapiyorsun cokcokcokkk tatliydi bu coookkk tesekkur ederimmmm 🫶🫶🫶🫶
1 note · View note
djdjjdxjxj · 2 years
Text
Acı çekmiyormuşum gibi göründüğümü biliyorum. Aldırmaz bir hayat yaşıyorum gibi sana göre. Nasıl bu kadar kısa sürede bir insan birisini siler, unutur diye düşünüyorsun. Kendi karakterine istemsizce oturttuğun sorunları çözmeye çalışırken birde benim bazı baskılarıma mağruz kaldın ve afalladın. Seni anlamak istemedim o anda. Anlamam demem çok şeyi sorgulamam demek olurdu çünkü. Çok şeyi sorgulamam demek sorunların daha da büyümesi demek olurdu. Maalesef böyle bir arkadaş çevresi ve modda geliştim. Psikolojik olarak adlandırırsak sıkıntılı yaşamlar sürüyoruz. Ama kim normal ki. Hep bunu konuşmadık mı seninle.Çok konuştuk. Cümle aralarında sana çok defa söyledim, hikayelerimi anlattım oradan anlarsın diye düşündüm. Ama sen beni kafanda oturttuğun karaktere sığdırmışsın.Ben her zaman beni (bizi) olduğumuz gibi seven insanları çok sevdim. Onlara bazen bağırdım, çağırdım ama ne isterlerse de gücümün sonuna kadar sağladım ve sarıldım. Sağlayamadığım kısımlarda da ‘neden’ sorusunu bekledim ama sen hiç bir zaman ‘neden’ diye sormadın bile. Bu nasıl bir paylaşım olabilirdi ki beklenilenden uzun sürebilsin.Sana bir dönem çok yüklendim ama bu sırada sorunun dibine inmeyi bile denemedin. Denemedin çünkü sen şu anda yaşamak istediğin hayatı yaşamak istiyordun.Bazılarına göre bencillik olsa da bu bazı durumları anlamandaki geciklemelerine bir örnek sadece. Biliyorum istemsizce yaptığın hareketlerin olduğunu. Her zaman bunları senin arkandan insanlara savundum ben. Bana empati kurmadın dedin, beni manipüle ettin (hatta zaman zaman ettiniz dedin). Hiç olmadık bir zamanda kalan borcumu istedin. Bir açıklama yapmaya ihtiyaç bile duymadın.Kimse 5 sene boyunca birini manipule edemez. Hiç bir dost diğerini zor durumda bırakmak istemez. Birbirimizi kaybettik belki, ama hayatının güzel hatta çok güzel olması için dua ediyorum. Çünkü silmediğim, silemeyeceğim de çok şey yaptın.Bir gün bizden güzel dostların olması dileğiyle. Bunu bilmek seni mutlu edecekse her zaman bu acı bir yerimde sızlayacak.Mutlu kal…. Her şeyin en güzeli senin olsun.
0 notes
epifizz · 3 years
Note
Boş vaktin olursa Dune hakkında fikirlerini paylaşır mısın? Beklediğin çoğu şeyi karşıladığını söylemişsin de merak ettim ne gibi beklentiler mesela?
İzlemeyenler adına spoiler vermeden teknik beğenilerimi sunacağım, konu olarak Dune zaten sevilmeyecek gibi olmayan bir evren.
Öncelikle Dune gibi konuya sahip bir filmi bu soğuk tonlarda çekmek büyük bir kumardır ve bu kumarın ben sinematografi açısından büyük bir başarıyla sonuçlandığına inanıyorum. Sarı tonların yokluğunda karşımızda boğucu olmayan bir gezegen var evet, sıcaktan kusacak gibi hissetmiyoruz ama keskin bir sıcaklıkla yarıcı bir gezegen görüyoruz karşımızda ki bu bence nemden nemalanamamış gezegenimiz için çok daha yerinde bir çöl sunumu. Ayrıca bu soğuk tonlar ve pastel renk seçimleri arasında filmde istenen psikolojik faktörler de çok daha fazla beslenerek gözümüze hitap ettiği kadar gönlümüzü de okşayan bir akışkanlık çıkarmış ortaya.
Kostüm tasarımları ve sahne dekorları ise bambaşka bir mükemmellikteydi, Dune'un neden bir Space Opera olmadığını bize çok güzel bir şekilde anlatmışlar adeta. Kostümlü insanlar değil, gerçekten başka bir evrende farklı bir kültürün kıyafetlerini giyen insanları izlediğimi düşündüm filmi seyrederken. Ki Dune özelinde kültür çeşitliliği düşünülünce bu ayrımı güçlendirmek için böyle bir ağırlık koymak çok önemli.
Beğenmeyen insanların çoğu gördüğüm kadarıyla filmin ritminden dert yakınıyor, filmin yoğun psikolojik bir havası var evet. Ama bir giriş filmi için bu bence olabilecek en güzel tercihlerden biri. Filmde evren ne bir dış sesle ne de iğreti diyaloglarla bize anlatılıyor, bu diyaloglara iğreti diyorum çünkü aynı evrendeki diğer insan da en az konuşan kadar bu lore'a hakim olacaktır. Asıl konuşulan evrenin dışındaki izleyiciye dönük olduğu için de bu tarz kaba bilgiler aradaki iletişimi geri plana ittiği için bence oldukça iğreti bir durum yaratmaktadır. Türk filminin de temel sorunlarından biri gerçekçi bir diyalog yazımı değil midir? Neyse, bu filmde insanların psikolojik gelişimi ve keşfi içerisinde, aralarındaki ilişkilerle de beslenmek suretiyle oluk oluk sızan bu evreni tam bir gözlemci edasıyla kavrıyoruz. Bu kurgu eğer direkt anlatımla sürseydi, ya da Star Wars gibi önden yazılarla vs bilgi verilseydi bu denli etkileyici ve sürükleyici olmazdı. Anlatımın her parçası bizi Paul Atredies ile bağlanmamızı sağlayan ve onun adımlarıyla evreni tanımamızı sağlayan bir konumda. Melanj'ın etkilerini onun maruziyeti ile yavaş yavaş çözüyor ve büyük oranda anlamıyoruz, gezegene dair çoğu bilgiyi onun karıştırdığı ansikolepilerle öğreniyoruz ve onun yüzleştiği gerçeklerle altta yatan geçmişlerin farkındalığına varıyoruz... Bu koca evreni tanıtmak için çok yavaş ve riskli bir rol ama hem sağlam ilerleyen hem de karakterle bağımızı çok güçlendiren adımlar bunlar.
Elbette bu yavaş yol sebebiyle bilmediğimiz daha çok şey var. Melanj baharatının yıldızlar arası seyahatte neden bu kadar önemli olduğunu, neden bilgisayarlar değil de bunca teknolojiye rağmen kahinler kullanıldığını, imparatorluğun geçmişini, gizli tarikatın uzun soluklu amacı içerisinde saklı kalan yüzlerini, onun altında sürmekte olan karmaşık taht kavgalarını ve tabi ki Dune'un Bedeviler gibi kaba ama oldukça gizemli insanlarının iç yaşantılarını... Önümüzde uzun soluklu bir macera var, ikinci film çıkacak ve ben bunun en azından bir üçleme olacağına inanıyorum.
Bu arada o kum solucanlarını direkt göstermek yerine ağırlıklı olarak varlığına işaret ikincil izlerle onu hissetmemizin yarattığı haşmetlilik hissinin beni etkilediğini de söylemem gerekiyor. Jaws filminde keşfedilmiş bu teknik korkutma kadar kudretli vurgulayıcı yanlar da taşıyor kesinlikle. Zimmer'in müzikleri de zaten bildiğimiz gibi, bir Dune hayranı olarak bu işten keyif ve gurur duyarak hareket ettiği belli. Bu filmin neden güzel olduğunu anlamak için her şeyi bir arada vermek isteyen ve tam da bu sebeple berbat olan, stüdyonun taleplerinin çok ön planda olduğu Lynch'in çektiği 1984 yapımı Dune filmine de bakabilirsiniz :)
9 notes · View notes
sadece-gamze · 2 years
Text
Bazı insanları anlamak gerçekten çok zor. Aman kırılmasın, aman ben bunu deyince üzülür mü.
sen, o üzülür mü kırılır mı dediğin insanlar var ya hani. gelip seni çok güzel kırıyor. sen aman bişi olmasın dedikçe o gelip daha da çok kırıyor ama tabi kırılan sen umursayan yine sen bir başkası değil. bu insana çok ağır geliyor işte.
Ve sanırım bu hayatta aman kırmayım dediğiniz kişiler bir gün geliyor sizi hiç kırılırmı demeden çatır çutur kırıyor.
Sebebi ise bir hiçlikten başka bir şey değil.
Not:içimi dökmek istedim sadece o yüzden çok umursamayın yazdıklarımı biraz öfkeliyim bu hayatta ve birazda kırgın.
5 notes · View notes