Düşünürken Part I
Değişen bedenler olurdu bu zamana kadar. Büyürdük. Erilirdik. Erginleşirdik. Her yıl bizi kızına alacak olan teyzelerimizin sayısı artarak ilerler, biz hepsine gülüp geçerdik. Sonra bedenler önemini yitirdi. Nasıl olduğunu anlamadım. Beden yalnızca ‘beden’ oldu. Olgunlaşırdık, dinginleşirdik belki ama bu bedenden ayrı tutulurdu. İnsanlar değişimimizi sadece sevmedikleri eylemlerimizi yargılamak için kullanmaya başladılar. ’ Sen çok değiştin’ veya ’ Eskisi gibi değilsin’. En sonda da ruh değişmeye başladı. Acı 'acı’ oldu. Kaderin 'keder’ ile olan yakın telaffuzunun sadece tellafuzda kalmadığı anlaşıldı. 'Mutluluk’ varken bile endişe ve korkuyu beraberinde taşıdı. Cehennem yaşadığımız dünya ve ruh, insanın şeytanıydı. İnsanın, ruhla dövüldüğü; ruhun, başka bir insanla kırıldığı dönemin çocukları olduk. Bulunduğumuz asrın felaketi, sadece bu asrın felaketi miydi?
Çocukluğumun geçtiği ev çok büyük değildi fakat sık sık insanla karşılaşmadığım zamanlar oluyordu. Dört kişilik ailem karanlık çöktüğünde evin dört farklı kutbuna çekilirdi. Dört kutupluk bir evdi bizimkisi. Tam anlamıyla bizim için tasarlanmıştı. Annemle babam hayatlarını bir kağıt parçası ile mühürleyip, bu mührü bir kaç meyve ile kurutalım dediklerinde tanrı kesinlikle ’ İleride sizi dört kutuplu bir dört duvar arasına koyucam sadece iki meyveniz olabilir’ demiştir. En azından ben böyle düşünüyorum. Çocukluğumun ilk gözyaşı olmasa bile ilk gerçek gözyaşı böyle kutuplu bir geceye dayanıyordu. Gözyaşının bir tadı olduğunu bu gece deneyimlemiştim.
Kardeşimin ortalıklarda olmadığı bir gece yarısıydı. Geç saatlere kadar mahallemizin dar sokaklarında oyunlar oynamaya dalan kardeşim -bu konuda onu hep kıskanmışımdır- o gece de bir oyun gecesi tutturmuştu. Annem onu görmek için bir kaç oda değiştirmem ve bir salondan geçmem uzaklığındaydı. Babamın nerde olduğunu şuan hatırlayamasamda, varlığı veya yokluğu o zamanda dikkatimi çekmemişti. Küçük yuvamızda en nadir karşılaştığım insan zaten babamdı. Karşılaşınca da ne diyeceğimi bilemez heyecanla bir yerlere koşturmaya başlardım. Sonuç olarak bir ilkokul beşinci sınıf öğrencisiydim ve hayatım sorumluluklarla doluydu yani babama zaman ayıramazdım(!). Bir çocuk için saatin 10.00 sularında olması 'geç’ diye değerlendirilebilirdi. Şimdilerde yeni yeni değişmiş olan oda düzenim o zamanlar daha farklıydı. Evin en küçük odası kardeşim ve beni avutmak için bir çocuk odası ön ekini almıştı. Gerçi biz ona hep 'küçük oda’ derdik. Oda da bulunan üçlü çekyat amacı gereği çekyat pozisyonuna getirildiğinde adım atmak iyice zorlaşıyordu. O zamanlar bir bilgisayarım yoktu. Alınması için daha senelerce yalvaracaktım. Yalvarmama sebep olan o kadına -ilkokul öğretmenin olan Güzin Oral- değinmeden edemeyeceğim. Uyumak için evdeki tüm aydınlatma kapatılmış ve ev, gecenin karanlığı ile bütünleşmeye başlamıştı. Yatmak ile uyumak arasında bu yüzden hep fark olduğunu düşünmüşümdür. Çocukluğumda belirlediğim bir tanımla 'gece yarısından önce uyumak için eve giren karanlığın sonucunda uyumamak benim için yatmak demekti. Yatmak zorlu bir süreçti. Uyumak, rüya veya kabus gibi basit eylemlerle sonuçlanmıyordu. Yatmak bir nevi bir düşünme haliydi. Hamuda kalkarak düşünme gibi… Hamuda kalkarak düşünmeye bayılırım. Bu arada hamuda kalkmayı bilmiyorum.
Karanlık odanın içerisinde, sıcak yatağımın üzerindeydim. Üzerimde kendi bedenimin ağırlığı kadar ağır bir yorgan olduğunu hatırlıyorum ki bu da soğuk bir kış gecesinde olduğumuzu -soğuğu hatırlamıyor olsamda- hatıralarımda mevsimi belirlememe yardımcı oluyordu. Evet. Soğuk bir kış gecesindeydik. Daha da ileri gidip bu gecenin tertemiz kar tanelerinin sokak kaldırımdalarını, odamın hemen köşesinde camdan kafamı uzattığımda gördüğüm sokaktaki parke taşlarını, apartmanımızdan kat ve kat küçük olan müstakil evin kırmızı kiremitli çatısını süslediğini düşünürüm. Yağan kocaman kar tanelerinin büyüklüğünü yine pencereden gördüğüm odanın baktığı sokağın hemen üstündeki elektrik direğine bağlı lambanın ışığında belirliyordum. Bulunduğum evi ve odayı, içerisinde bulunduğumuz mevsimi, yaklaşık olarak saati bazı ipuçları ile belirleyip hatıralarıma eklesemde içerisinde bulunduğum yataktan çıkıp sırtımı aynı yatağa neden dayadığımı ve ağlamaya başladığımı bir türlü anlamlandıramıyorum. Gözyaşlarımı özellikle dikkat edip yerde bulunan halıya değilde halının boyutunun kapatamadığı zemine düşürüyordum. Düşen her damlayı görüyor ve sayıyordum. İlk kez gerçek bir acıya ağlıyordum ve ilk gerçek acımı kutluyordum. Aklımda beliren ve gözyaşı dökmeme sebep olan soruyu daha da ileri gidip dudaklarımın arasından çıkardım ve aynı bedeni paylaşan kulaklarıma yönelttim. 'Benim neden hiç gerçek arkadaşım yok?’.
Elleri, yetişkin bir insanın avuçları arasında kaybolacak kadar küçük bir çocuğun bu yaşta bu soruyu kendine sorması oldukça acı vericiydi. Ellerimin hızlıca bir yetişkin ellerine dönüştüğü bu zamanlarda bu hatıra üzerine hala sıkça düşünürüm. Aynı soruyu hala kendime sorarken böyle bir sorunun içerisinde bulunan iki kelime yüzünden o çocuğa hem üzülür hem de saygı duyarım. O yaşta gerçeklik kavramına erişmek ve üzerine 'gerçeklik’ ve 'arkadaşlığı’ birleştirmek düşüncesi o çocukla hala aynı bedeni paylaşıyor olma düşüncesi ile çelişiyor. Şimdi kim çocuk ve kim arkadaş? Şimdilerde gerçek ne?
O çocukla aynı bedeni paylaşıyor olmam garip gelsede o çocuğun o gece döktüğü gözyaşı hayatımın bütün paydaşlıklarında iz bırakıyor artık. O günden bugüne hiç bir ilişkiye tam anlamıyla güven duymuyorum. Beni sevdiğini her bir hareketi ile gösteren hatta beni sevdiğini her bir hareketinde görebildiğim insanlar bile bugün düşüncelerimde ebediyete erişmez. Yürek içerisinde özel bir yerlere koyduğumu bildiklerim, yanlarında bulunmaktan her daim mutlu olduklarım bile bende şüphe uyandırır. Bu şüphenin en yakınlarımı usandırdığı zamanları alfabetik sıra ile mi yoksa kronolojik sıra ile mi vermeliyim bilmiyorum ama beni bile usandırdığı zamanlar oluyor. Lisedeki arkadaşlıkların asla bitmeyeceğini söyleyenlere hiç inanmamışımdır. Özellikle gerçek dostluğu üniversite zamanlarımda bulduğumu düşünürsek. Bir elin parmaklarını geçemeyecek dostlarımdan gelen bir itiraf ile güven problemlerimin farkına varmıştım.
1 note
·
View note
şu akahpe partililerinden bir tane adam çıkmaz, çünkü mayaları bozuk
Kadınlarımızın dramıdır. Adam bir sene askerlik yapar. Elli sene anlatır. * Tam teçhizatlı 25 kilometre koşardık, arkadaşımı sırtımda taşıdım, kaplumbağa yedim, çıngıraklı engereği sote yaptım, çarşı iznine tankla çıktım, Aksaz'dan atladım Foça'ya kadar yüzdüm, denizaltıya mayın yapıştırdım, 37 gün uyumadığımız zamanlar oldu, dağda 45 gün aç kaldık, komando bıçağıyla ayı avladım, komutanın kızı bana hastaydı, pilot yolda bayıldı, F16'yı ben indirdim, devre arkadaşımın paraşütü açılmadı, diklemesine süzülüp havada yakaladım filan. * Hiç kimse askerde patates soyduğunu anlatmaz. Kenef nöbeti tutarken hatırası olanı duyamazsın. Ağaca tekmil verdiğini söylemez. Yılan yedim, kaplumbağa ısırdım, sallar… Halbuki, bakın geçenlerde Manisa'da alt tarafı besin zehirlenmesi oldular, beş gündür ağlaya ağlaya bi hal oldular, sanırsın kışlaya atom bombası düştü. * Hatırlarsınız, Kurtlar Vadisi'ndeki tiyatrocu çıktı, “Kıbrıs'ta vatan için 10 kişiyi öldürdüm, acımasız bir savaştı, genç bir Rum esiri havan topuna zincirlenmişti, sorguya çektim, suratıma tükürdü, alnından vurdum, sonra çatışmada dokuz Yunan askerini öldürdüm, et yiyemiyorum hâlâ, aklıma kokmuş cesetler geliyor, Yunan kurşunu miğferimi deldi geçti, saçımı kopardı, bir milim aşağıdan gitseydi, şu anda yoktum” dedi. “Beşparmak Dağları'nı tek başıma aldım, Makarios'un rahibelerini yatağa attım” da diyebilirdi. Çünkü… Kıbrıs'ta sadece 20 gün kaldığı, kantinde çalıştığı, nöbet bile tutmadığı, eline silah bile almadığı, torpil yaptırıp Türkiye'ye kaçtığı ortaya çıktı! * Kimisi badanacı olduğu halde, kozmik oda'da askerlik yaptığını, savaş planlarının kendi elinden geçtiğini anlatır, kimisi çaycı olduğu halde, paşanın kendisini oğlu gibi sevdiğini, devlet sırlarını emanet ettiğini söyler, kimisi de tabur komutanın şoförü olduğu halde, kendisine gizemli havalar vererek “yemin imzası attım, anlatamam, bildiklerim benimle birlikte mezara gidecek” falan der. * (Böyleyiz biz… Subaylarımızı, astsubaylarımızı, uzmanlarımızı, onların emri altında vuruşan kahramanlarımızı tenzih ediyorum. Onlar zaten anlatmaz. Gerisi, milyonlarcası palavradır.) * Asker ocağında mıntıka temizliğinden başka işe yaramayan osuruktan tipler, hafta sonu çarşı iznine çıkar, fotoğraf stüdyosuna girer. Kafaya bandana bağlayıp tırtıllı komando bıçağı ısıran mı ararsın, maket roketatarla dekordan mevziye yatan mı… Tahtadan el bombasını ayak bileğine bağlayarak, zodyakla poz vereni bile gördüm. Ben alt tarafı sekiz ay kısa dönem piyade oldum, devre arkadaşlarımın yarısı koluna paraşütçü dövmesi yaptırdı. Bize şarjörü dolu G3 bile vermediler, tankla fotoğrafı olanlar var. Savaş uçağına yaslanıp hatıra fotoğrafı çektirene kimse sormuyor nasıl olsa, “birader sen pilot muydun?” * (Tırışkadan askerdim ama, suç dosyam acayip kabarıktır. İlk hapis cezamı, nöbette olmam gereken saatte bando bölüğünde tromboncuyla pinpon oynarken yakalandığım için almıştım. Sahte imzayla başkasının yerine çarşı iznine çıktığımda da delirmişti üsteğmen, bir hafta disko'ya tıkmıştı beni… Neyse ki, en iyi “aç aç” biletini ben sattığım için üç günde affetmişlerdi. Eski bi Playboy kapağı ayarlamıştım, avcı taburuna girip, aç aç'a bu gelecek diye gösteriyordum, biletler 20 saniyede tükeniyordu!) * Üç sene öncesine kadar, nüfusa oranla en fazla fotoğraf stüdyosu bulunan şehrimiz, Burdur'du. Niye biliyor musunuz… Burdur'un nüfusu 70 bin kişiydi ama, bedelliler 270 bin kişilik fotoğraf çektiriyordu! Zahmet edip yorulmasınlar diye, tugay'ın içine bile fotoğraf stüdyosu kurulmuştu. Her sene ihaleyle kiralanıyordu. Parasıyla askerlik yaptıran genelkurmayımız, fotoğraflardan komisyon alıyordu. * (Sayın hükümetimiz sayesinde, şimdi artık bedellilerin kışlaya gitmesine bile gerek kalmadı, bankadan dekont almaları yeterli oluyor, bu nedenle Burdur'daki fotoğraf sektörü komaya girdi.) * Tatil köyü gibiydi bedelli tugayı… Butiği vardı, hediyelik eşya dükkanı vardı, kantinlerde meze bile bulunuyordu, canın çekerse, dışardan pizza sipariş edebiliyordun, otobüsle Antalya'ya gezmeye götürüyorlardı. Ama istisnasız hepsinin “Rambo” fotoğrafı var. Stüdyoda dağ posterinin önünde maketlerle poz verip, facebook sayfalarına koyuyor, altına da “şehitler ölmez vatan bölünmez” filan diye döşeniyorlardı. “Cudi eteklerindeyken” diye yazan bile vardı! * Ve şimdi… * 15 Temmuz darbe girişimi sırasında, Kızılay'da tek başına tankları durduran, o sırada yaralanan, gazi unvanı alan, gazi tazminatı alan, gazi maaşı bağlanan, yandaş medyada “beş tankı durduran kahraman” diye manşet yapılan arkadaş “çakma gazi” çıktı! Yandaş medyaya verdiği röportajlarında “ben yetim büyüdüm, vatanım yetim kalmasın diye tanklara siper oldum, Anadolu halkı yetim kalmasın diye çarpıştım, dört tankı durdurdum, beşincide ezildim, çenem dağıldı, kemiklerim kırıldı, hiç önemli değil, vatan olmadan can olmuyor” diyordu. Meğer… Cep telefonunun o gece Kızılay'dan sinyal bile vermediği ortaya çıktı, bizzat kendi akrabası karakola giderek ihbar etti, “kahraman falan değil, kavga ettik, çenesini ben kırdım, devleti dolandırıyor” dedi. Tankları durduran kahraman gazi (!) hakim karşısına çıktı, paraları iade etti, gazilik haklarımdan vazgeçiyorum diye dilekçe verdi. * İnsan “gerçek kahramanlarımız” adına hakikaten üzülüyor ama, “vatan kurtaran aslan” hikayelerimiz genelde böyle sonuçlanıyor. * Fatih Sultan Mehmet ayaklarıyla 19 Mayıs'ın karşısına 15 Temmuz'u koymaya kalkınca, Ulubatlı Hasan'ın da anca bu kadar oluyor! Yılmaz Özdil.
0 notes
Dostlukların Son Günü‘nden Notlar
Dostlukların Son Günü - Selim İleri *Notlar
Updated Apr 19, 2013
Yarın Ağlayacağım
Her şeyin gizleyeceği, saklanacağı, hasır altı edileceği bir arkadaşlık. Bütün duygularımın. Yavaş yavaş susmayı, kendimi anlatmamayı öğreniyorum. O da içine dönük. Öbürlerine, ötekilere, başkalarına benzemiyor. Eskiden tanıdıklarıma, dost bildiklerime. Sessizliği, suskunluğu yaşıyoruz birlikte. Hem hiç yakınmadan. Biterse yaşayamam sanki. Karmakarışık duygular.
Böyle kötü gecelerde, böyle kancık, böyle acımasız, iğrenç gecelerde kimlerle konuşmazdım ki… Ertesi günü, hatırlandığında unutulacak, nefret edilecek kaç kişiyle! Ardımdan neler dediklerini, nasıl atıp tuttuklarını bile bile. Kenan da onlardan biriydi. Arkadaş denirse, arkadaşımdı.
Sevgiyle, bağışlamayla gülümsedi. Seçebilir mi? Kana kana anlatsam, boşalsam… Öyle ihtiyacım var ki! Sevgilerin nefrete dönüşmesi kolaydır ama.
Sizinle İğrenç
Anlayamayacağım sözler söylüyordu yengem. Başımı göğsüne dayanmak istiyorum. “Yapma, yapma” diyor içimdeki kötü ben. Kötü beni dinliyorum. Sarılmak istiyorum, yapamıyorum, kavuşamıyorum.
Aşk mıydı bu? Özlemek, hiç unutmamak, yıllar sonra bir içsel sızıya dolup taşmak… Aşk mıydı?
Bir sokaktaymışız yengemle ikimiz. Giysilerimiz yokmuş üstümüzde. Ben çok utanıyormuşum. Ellerimi önüme kapatıyormuşum. “Utanma” diyormuş yengem, “onlar utansın”. Çevremizdekileri gösteriyormuş. Karşı kıyıda bir vapur iskelesi varmış. Ada vapurları kalkıyormuş oradan. Amcam o iskeleden bize bakıyormuş. Yengem belindeki altın bileziği çıkarıp karşı kıyıdaki amcamın boynuna geçiriyormuş. Ama benim boynumda beliriyormuş çürükler, morartılar. Babanem komşumuz Meliha Hanım'ın kızı Peride'yi Sedat Amcama itekliyormuş. Peride hiç utanmadan eteklerini açıp bacak arasını gösteriyormuş amcama. Amcam boynundaki altın bileziği çıkarıp Peride'ınn çıplak beline takıyormuş. Annemle babam bir fotoğrafçıyı kolundan sürüklüyorlarmış. Fotoğrafçı körüklü kutusunu kurup amcamla Peride'nin resmini çekiyormuş. Peride'ınn gelinliği saydammış; ama yine de kadınlığı, kadıncalığı hissedilmiyormuş. Yengemle kaçıyormuşuz biz. Artık bir türlü önümü kapatamıyormuşum. Yengem kucaklıyormuş beni. “Seni seviyorum” diyormuş. Çevremizdeki insanlar birden tramvaya biniyorlarmış. Bir vapur düdüğü nü çala çala üstümüze geliyormuş. Bir jet uçağı bombalar atmaya başlıyormuş. Babanem köşeden karşımıza çıkıp bana, “Mahşer günüdür, herkes yollara uğradı, sevdiğini arıyor” diyormuş. Öyle çırılçıplak, anadan doğma yengemi arıyor, bir türlü bulamıyormuşum. Ama sesini işitiyormuşum, “Seni seviyorum” diyormuş.
Elbise Haritaları
Funda abla sanki bir ermiş ( Kurban edilmiş her yaşlı kız bir ermiş. İyi biliyorum.)
SUSMAYACAKTIN. YUVA KURMAK İSTEYEN, YALNIZ OLAMAYAN BİR KIZI ÖLDÜRÜYORLARDI. YAŞAMAK HAKKIDIR FUNDA'NIN, DİYECEKTİN. SON NEFESİNE KADAR HAYKIRMALISIN ARTIK.
Yarın Olsun
Önder karşı çıkmıyor. Yapamayacağım şeyler için zorlamaz beni. Ne küçümser gereksiz yüreklendirmelere başvurur. (Uzun süredir, tanıştığımızdan beri bir bakıma, tekdüzeliğini koruyan arkadaşlıklardan bizimkisi. Yazışmadan, birbirimizden tek satır haber almasak bile yeniden görüştüğümüzde yabancılık çekmeyeceğiz. Benzer sınavlardan çok geçtik.)
‘Kırmalısın Kemal bu yalnızlık çemberini’
Hangi yalnızlık çemberi; düpedüz kısırdöngü.
Kendimi aldatamam. Yeteneklerin nereye kadar süreceğini, nerede duraksayacağını, hatta tersine döneceğini biliyorum.
Her kara gecede değişmeye yemin ediyorum. İmkansızlık ağır basıyor.
“Hep böyleydin Kemal. Ne tam bize benzerden, ne de kendi sınıfınla olabilirdin."
"Ortalıkta kaldım” diye gülmeye çabalıyorum. Alaya aldığım bir şey değil bu. Devamlı önemsediğim, tedirginliğini duyduğum bir yalnızlık.
Büyük duyarlılıklar, büyük sevinçler ve kederler yaşamayı özlemiştim. Her şeyin cücesinde, eciş bücüşüyle karşılaştım. Ama hayatı seviyorum; hayata ve doğayla göbek bağını koparmamış her şeye saygı duyuyorum.
Yarın olsun bu insanları sevmiyorum. Hiç sevmiyorum. Herkes birbirine düşman. Bilemezsin nefret ediyorum. Hepsi geçecek, değil mi? Hepsi geçecek, yarın olsun daha dürüst şeyler yaşayacağım. Yarın olsun, duyarlığı çarpıtman kötüleyin ne varsa öldürebilmeliyim. Sen anlarsın diye söyledim. Susmak, temelli susmak belki doğrusu.
Kaç hayatı birarada yaşıyoruz. Her an bir başkası gibiyim.
Kırlangıç Fırtınası
Seviyorlardı ekrem'i. Gündelik, sade, girdisi çıktısı olmayan bir sevgiydi bu. İçin için kıskandırdım. Öyle ya, insanları düpedüz sevmeyi bile öğrenememiştim ben.
Bir Gönül Gurbetinde
Dostluklar belli yaşlarda, ilk gençlik dönemlerinde güzel. Ama ben çocuk kaldım, hiç büyümedim, hep sığ sularda.
Dostlukların Son Günü
Bıktık senin burjuva yalnızlıklarından.
Şimdi bitti. Her şey. Bütün bunları bir Ønur çıkmazı yapmalıyım. Yüreğimin suskunluğuna, sinsice karşı koyuşuna aldırmayacağım. Yalnızlığın alfabesini sökeli yıllar oldu.
Pazar günü kimsenin evine gitme, demişti annem; 'bir gün kovulacaksın.“ Bir türlü büyüyemediğimi, aklımı başıma toplamam gerektiğini yinelemişti ardından da. İşitmezlikten geldim. Odamın duvarları üstüme üstüme yürüyorlar. Yatağın kenarına asılmış bir oyuncak adıyla yetinemem. İnsanlara, arkadaşlıklara, alabildiğine ihtiyaç duyduğumuz zayıflık anları.
Son sığınakta dostluklar.
Kuşlar Mı Konar
İyi insanlar özlemiştim.
"Başka bir insan olmak isterdim. Kalabalığa karışmış insanlardan. Her gün öldüğümü hissediyorum.”
“Gereksiz bir duyarlık.”
“Belki… Katı olmaya çalışma ama. Bazı sözler, söylendiğinde bayalaşır. 'Her gün ölmek’ bayağı bir şey işte, biliyorum. Ama öyle.”
İnsan unutuyor; başkalarına, başka birilerine sürükleniyor. Kopuk kopuk ipliklerden bir yumak: biri başlıyor, sonra öteki, o da bitiyor; hep böyle sürüp gidecek bu… Ama son tutamak Mehmet.
Ben hepsini aşkla sevdim. Tek tek hepsini aşkla… Bütün sevgilerimi isteyerek, bilerek aşka dönüştürdüm.
Ayla'yı aşkla sevdim. Zeki'yi aşkla. Sevinç'i aşkla.
Arkadaşlarımızın, aşkla arkadaşlarımın da diyebilirim, böylesine geçici, unutkan oluşu… Dayanılır gibi değil.
Bir zamanlar onlar için çarptı yüreğim. Bir sağanak gibi aydınlıkları yağdı, bütün bir dünyayı onların gözleriyle görmeye çalışmıştım.
“Sen aşkla arkadaşlığı karıştırıyorsun” dedi Sevinç.
“Her şeyi seninle paylaşamayız” dedi Zeki.
“İstersen yarın akşam görüşelim” dedi ayla.
İyi kötü bir evleri vardı. Yorgun argın çalışıp didiniyorlardı. Başbaşa kalmak ya da tek başına kalmak hakları değil miydi? Bütün karı kocalar bir yatağı paylaşacklardı. Çıkıp gitmeni, evime dönmemi bekliyorlardı.
İlk gençlik. Aşkla arkadaşlığı koparan, aşkı cinsel kıpırdanışlarla besleyen ilk gençlik. Sonsuz bir nefret. Cinsele dönük her şeyden tiksiniyorum.
Ben hepsini aşkla sevmiştim.
Aşkla mı?!
Hayır, hiç kimse bu anı paylaşamadığımızı söyleyemez.
“Kışın daha zor görüşeceğiz; Zeki de, ben de her gün çalışıyoruz” dedi Sevinç.
“Bu kadar yürekten çağırma bizi” dedi Zeki.
“Benim eski halim gibisin” dedi Ayla
“Sevilmek isteyen çocuk” dedi Zeki gülerek.
“Seni anlıyorum ama kurtulmalısın” dedi Ayla
“Paylaşılamayan bir tek aşktır.” Dedi Sevinç.
Söyle Kalbim
Bencil sevgilerimden söz ediyorlar… yönünü şaşırmış, köreltilmesi gerekli sevgilerimden… inanmıyorum… dost benim sevgilerim… çocukça… niçin… niçin… çünkü olmaz denmişti… içimdeki bütün zenginliklere olmaz denmişti…
“Yanlış birikimler” diye nitelendirdiğim sevgilerimi başkalaştırmaya çabaladım. Evlenmeyi düşündüm. (…) Bundan daha iğrenç, daha köpeksi bir yaşama biçimi var mı Can?
Uzun bir mektup oldu bu, sonuna kadar okuyacağını, okuyabileceğini pek sanmıyorum.
Can, annemi dünyanın kötülüklerinden sorumlu tutmakla nasıl yanılmışım! Annemi, babamı, bir dolu küçük basit, önemsiz insanı… Gelişen, büyüyen kötülük nereden kaynaklanıyor? Neden gelip bana çarpıyor, sana çarpıyor, bir başkasına çarpıyor?
Çok mu sıkıcıyım, çok mu tatsız tuzsuz bir insanım? Tekdüze biri olmamak için ne çok uğraştım… Hani her görüştüğümüzde yeni bir şeyler anlatan, çeken, sürükleyen, ilgi uyandıran, tepeden tırnağa albenili insanlar vardır. Tanırsın. Onlar gibi olmak isterdim. Kaygısız, şenlikli, arkadaşlık etmesini bilen.
Ben biliyorum. Can, sen, başklaları, arkadaşların, arkadaşlarımız, tanıdığımızda tiksinmediğimiz herkes sevse beni, sanki bütün bunlar geçecek o zaman. Bana gelince, giderek yemeden içmeden güç bulamayan biri gibiyim; nedenleri açık, yanlış birikimli sevgilerle dolup taşıyorum. Herkes sevse beni, sanki direnip bir şeyler yapacağım. Böyle edilgin, böyle uyuşuk, böyle çirkin olmayacağım.
Yanlış birikimli sevgilerimle baş başa mı kalacağım sonunda?
Rüzgarla Gitti
Yazdıklarıma orasından burasından, mutlaka aralık bırakılmış bir kapıdan sızan bekleyiş, özlemin de sona ermediğini anımsatıp duruyor. Anmaktan ve özlemekten hiç yılmadım da, diyebilirim.
Hikayelerimle dünyaya gerçekten bir şeyler söylediğime inanacak kadar saflaşır, çocuklaşırdım.
Kurumsallıktan kaçışımız, öyle sanıyorum ki, çoğu kez tek başımıza her şeyi yeni baştan keşfettiğimi sanmamızla noktalanıyor.
Sözcükler, bölümleri arasında bir türlü dile getirilmemiş fısıltılar, iç ezgiler, inandırılamamış aşklar duyar gibiyim hala.
* Hediye eden, Göktuğ Düzgün'e kocaman sevgiler…
** Bir de yorum yapmak, elbet bana düşmez de… Başkalarına göre eziklik, ayıp, eksiklik görülebilecek bir çok şeyi ego kılıfından sıyrılıp yazabilmiş bir insan…
0 notes