Tumgik
sanalmuze-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Mitolojideki Hayvan Kültü
Hayvan Kültü
Hayvan kültü ilkel dinlerle başlıyor. Bu kültün zamanla genişleyen kadrosuna kanatsız ve kanatlı çeşitli hayvanlar girdiği gibi, kitabi olan gelişmiş dinlerde dahi bir takım kutsal hayvanların kuvvetli izleri bulunuyor. Bu kutsal hayvanlardan kimini tanırlar gökten gönderdi, kimi cennetten yahut sudan çıktı, kimini de toprak yeryüzün verdi.
Bir de hayvan kültü gereğince; insan soylarının hayvandan gelişi, ana ve baba sayılışı, tanrı tarafından gönderilişi, onlarda birer kutsal ruhun bulunuşu Totemizmin, sonra da animizmin temelini kurmuş oldu.
Bunlardan başka bir takım hayvanların da kahraman, kurtarıcı ve besleyici oluşları hayvan kültünün ana maddelerinde bulunmaktadır.
Türk mitolojisindeki bu hayvanlar kanatsızlar ve kanatlılar bölümlerine ayrılarak burada ele alınacaktır. Bununla beraber mitik inanışların yarattığı bu hayvanlar arasında; Zoomorf şekil alanlarla bir de kanatları olmadığı halde kanat takılanlar da görülmektedir. Kanatlı atlar, kanatlı boğalar, kanatlı aslanlar gibi
KANATSIZLAR : Kurt, At, Boğa, Sığır, Koyun, Keçi, Ayı, Geyik, Deve, Köpek, Tilki, Domuz, Aslan, Kaplan, Gaokerena’lar, Abra’lar, Kamk’lar, Yılan’lar.
KANATLILAR : Kartal, Alp Karakuş, Akbaba, Kuğu, Güvercin, Turna, Karga, Kuzgun, Horoz Sungur, Omay, Buudayık, Kaan Kerede, Tuğrul, Göktubuîgan, Kaz.
Yakın Doğudan Gelenler : Huma, Kaknus, Anka, Ejderhalar, Semender, Behmut.
Kanatsızlar
KURT: Kutsal ve uğurlu bir hayvandır. Totem kabul edildiği,ana, baba olduğu gibi, kurtarıcı, yol gösterici, kahramanlara yardımcı, şefkatli, cesaretli, iyilik sever yaratık olarak tanınmıştır.
(Ergenekon)dan çıkan Türk’lere, İslâmlığı yaymak üzere Muhammet Peygamber’in gönderdiği üç adama, Oğuz Han’a seferlerinde yol gösterici ve kurtarıcı olmuş, Hiyung-nu’ların Hakanlarından birinin tanrıya vermek istediği kızlarına; tanrı kurt şeklinde giderek koca olmuş, bir efsaneye göre Cengiz’e baba, (Assena) efsânesinde de ana olmuştur.
Çuvaş’lara göre Bihambar adında kurtların bir de hükümdarları vardır. (Erkam Aidar) masalında tanrının kuyruksuz mavi bir kurdundan bahsedilmektedir. Kurt, renklerine göre; Boz Kurt, (Gök Borü), Ak Kurt, Kızıl Kurt, diye anılırdı.
Kurdun Türk boylarında ve efsanelerde; Börü, Börte, Börcü, Assena, Sina, Cina, Cine, Cino, Yaşkar gibi adları geçer. Kurt, (Dede Korkut) hikâyelerinde de çok geçer. Bir yerinde (Kurt Yüzü mübarektir) denilmektedir. Kırgız dualarında (Altı ağızlı kurt) tabiri vardır.
Kurt, uğurlu, hayırlı bir hayvan olduğu gibi, şifa verici has-salarının da bulunduğu üzerindeki inanmalar Anadolu da da hala devam eder: Türk folklorunda; Al basmamak için lohusaların yastığı altına bir parça kurt derisi konur. Bir insan kurdun böbreğini” ve yüreğini yerse, o insan memesi şişen koyunun memesine dokunsa hemen iyileşin Çocuğu yaşamayan kadınlar bir kurt derisini ortasından deler, çocuğu oradan geçirirse o çocuk yaşar, uzun ömürlü olur. Çok uyuyanlar cebinde kurt gözü bulundurduğu müddetçe az uyur. Kurdun aşığı delinir de küçük bir çocuğun beşiğine asılırsa o çocuk nazar olmaz.
Cesaretli olmak için de Kurt’tan şöyle faydalanılır: Bir adam Kurdun yüreğini kebap eder de yerse o adam cesur olur. Kurdun her hangi bir işaretini insan üzerinde taşıra heybetli görünür. Bir taraftan da Kurt’tan korkulur ve: (Kurt tüyü Azrail tüyüdür) derler.
Kurdu öldürmek te iyi sayılmaz. İslâmlık tesiriyle yerleşen bir inanışa göre: (Kurt Hazreti Ali’nin köpeğidir. Onu öldüren zarar görür.)Kurdun öldürdüğü hayvan pis sayılmaz, eti yenir. Çünkü Kurt bir hayvanı önce boğazlar, ondan sonra yer.
Bu gibi inançlara saygı gösterildiği içindir ki Kurt millî sen-bol olarak ta kabul edilmiş; Armalara, paralara, bayraklara konulmuştur.
0 notes
sanalmuze-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Huma, Kaknus ve Anka Kuşları
Huma Kuşu
Her zaman yükseklerde bulunan, yere inmeyen bir kuştur. Bu kuş, bulunduğu gökte yumurtlar. Bu yumurta yere inerken içinden yavru çıkar, tekrar göklere uçar. Yerlere konmayan bu kuşun ayakları yoktur. Hindistan, Çin, kıpçak göklerinde yaşar. Bir inanışa göre de serçeden büyükçedir ve yere de konar.
Zamanın birinde, bir’ devlete bir baş seçmek istemişler. Bu kuş insanların toplu bulunduğu yerde uçurulmuş. Kimin başına konarsa onu devlet reisi yapacaklarını kararlaştırmışlar. Uçan kuş gitmiş, bir adamın başına konmuş. Bunu Devletin başına getirmişler. Bu sebeple Huma kuşuna (Devlet Kuşu) da denilmiştir. Huma’yı bulup ta bilerek öldüren kimse kırk gün içinde ölür.
Kaknus Kuşu
Bu kuşun gagasında bulunan üç yüz altmış delikten çeşitli sesler çıkar. Kuşlar bu sesleri işitince ona yaklaşır, o da rahatça bunları yer. Tüyleri renkli, güzel olan Kaknus bin yıl yaşar. Kanus’un ölümü yaklaşınca, otlardan bir yuva yapar, orada öter. Bundan sonra kanatlarım o kadar kuvvetli çırpar ki bunlardan kıvılcımlar çıkar, Yuvasını tutuşturur. Kendisi de orada yanar. Külünden meydana gelen yumurtadan yavrusu çıkar.
Anka Kuşu
Tüyleri güzel, boynu uzun, kendisi büyük bir kuştur. Boynu halka halinde beyaz tüylerle çevrilmiş olduğu için (Anka) denilmiştir. Anka; gerdanlık demektir. Mısır efsanelerinde de yer alan Ankanın üzerinde otuz çeşit kuşun rengi bulunur. Bu sebeple iran’lılar buna (Sirenk, Simürg) demişlerdir.
Anka kuşu gözle görülmeyecek kadar yükseklerde uçar. Kaf dağı’mn tepesinde yatar. Ejderhaları avlayarak oraya götürür. Ab-ı Hayat’tan içmiş olan bu kuş ancak Zülkarneyn (İskender) ile görüşmüş. Bir efsaneye göre de beş yüz sene yaşar.
Bir de kuşlara hâkim olan Süleyman Peygamberin Divanına devam etmiş, başka kimselere görünmemiştir. Efsaneli bir tarih rivayetine göre de; Fatimi halifelerinin hayvanlar bahçesinde bir Anka kuşu varmış. İran kahramanı Rüstem’in babası Zal’i, bırakıldığı dağda bir bir Anka kuşu büyütmüştü.
Bir efsaneye göre de; bu kuş bir zaman çoğalmış, civarındaki hayvanları kapar, kaçarmış. Necit, Hicaz taraflarındaki halk Anka’ların bu halinden bizar olarak, Muhammet peygamberin Mekke’den Medine’ye hicretinden biraz önce, Res’lilerin peygamberi olan Hanzala iîbn-i Saffan yahut Halit İbn-i Sinan’a şikâyet etmişler. O da, tanrıya dua etmiş, bu dua üzerine Anka’nın nesli bu dünyanın yüzünden kalkmıştır. Anka iki başlı kuş olarak ta gösterilir. Bir başı kuş, bir başı da insan başı gibidir, insan gibi konuşur. Anka’nın ölümü yaklaştığı vakit, güneş onun yuvasını yakar. O da tekrar bir yuva yapar, içine girer, bir daha çıkmaz, orada ölür, kalır. Kemikleri içinde bir solucan bulunur, ondan yeniden bir Anka kuşu türer.
0 notes
sanalmuze-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Bir Kısım Hayvan
Divan-ı Luğat üt Türk’te (Sıçan cinsinden, yarım arşın uzunluğunda bir hayvan, duvarların yarıklarından serçeleri avlar, koyunun üzerine atılırsa koyunun eti sararır, uyuyan insanın üzerine atılırsa o insan idrar tutukluğuna uğrar) denilmektedir.
Mitolojik hayvanlardan biri de Hazar denizi kıyılarında (Gao-kerena) adı verilen üç ayaklı eşeklerdir.
Kötülük tanrısı Erlik Han’ın yeraltı âlemindeki (Pay Tengiz) denilen yerde (Abra) admda korkunç canavarları vardır. Şaman’ lara göre (Abra) 1ar ayni zamanda Ülgen ile Erlik Han arasında vasıta olan bir takım koruyucu ruhlardandır.
Bir de Şaman’larm (Kamk) admı verdikleri bir kirpi vardır ki bu kirpi, Erlik’in oğullarından Batış’ın idâre ettiği cehennemlerdeki göllerin kenarında yaşar.
Yılanlar
Yılanlar eski Türk mitolojisinde önemli yer tutmuştur. Bununla beraber Türk’lerin bulundukları havası sert ve soğuk boz kırlar pek yılan yetiştirmez.
Sonraları güney ve batıya gelen Türk’lerce, muhit değiştirmenin etkisi altında yılana geniş yer verildi.
Yılan hakkında ve Türklerden geçerek Keldan’lılar arasında yerleşen ilk efsâne şöyledir: Kozmik âlemle beraber, Lakhmu ve Lâkhamu admda biri dişi biri erkek iki büyük yılan yaratılmıştır.
Sümer’ler ve Elamlı’lar için yapılan kazılarda bulunmuş heykellerde boynuzlu yılanlar, Kutsal ağacı koruyan yılan, kapı bekçiliği yapan iri ve boynuzlu yılanlar görülmektedir ki, bunlardan yılanların koruyuculukla da görevli olduğu anlaşılmaktadır. Sü-mer’lerce yılanların tanrısı olan (Nin-Gişzida) ile (Papsukal) da koruyuculukla görevlidirler.
Eti’lerin (Edimmu) hikâyesinde de büyük ve obur bir yılan geçmektedir.
tlluankaş adındaki yılan da Eti ve Hitit efsâneleri arasında yer almıştır
Volga Türk’lerince de yılan uğurlu bir hayvandır.
Sümer kahramanı Gılgamış sonsuz hayata erişebilmek için, denizin dibinden çıkardığı hayat otunu bir yılana kaptırmıştır.Hitit efsânelerinde bir kaç başlı yılanlar vardır (Enuma-Elis) destanında korkunç yılanlar geçmektedir.
Yılan için Türkler arasına gelerek yerleşen efsânelerden biri için Taberi’nin birinci cildinde şöyle denilmektedir.
Bir yılan yaratılmış, bu yılanın başı inciden, vücudu kızıl altından, gözleri yakuttandır, ona göklerin en yüksek tabakası olan büyük ve kutsal yere yedi defa sarılması emredildi, o da sarıldı.
Bu yılan o kadar uzunmuş ki orayı yedi defa dolandığı halde yarısı hâlâ göğün en üst katından yere doğru asılı durmaktadır. Bu yılanın dört başı her başında yedi yüz bin yüzü, her yüzünde bin ağzı, her ağzında bin dili, ayrıca seksen bin de boynuzu varmış.
Fil, maymun ve kedi gibi hayvanlar sıcak bölgeler mitolojilerinde geçmektedir.
0 notes
sanalmuze-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Göklere Çıkmak İsteyenler ve Sonsuz Hayat Arzuları
İnsanlar arasında göklere çıkmak; Tanrılara yakın, olmak sonsuz hayata erişmek arzusundan ileri gelmektedir. Sümer tanrıları sonuz hayatı kendilerine ayırdıklarından Dumuzi adındaki balıkçıdan başka bu maksatla göklere çıkanlar olmamıştır. Sümer’lerden Etana da Güneş tanrı Şamaş‘in karukna binerek göklere çıkmak istemişse de, yükselken de başı dönerek  yere düşmüş, ölmüştür. Akkat’ların  Ziyutsudu, Sümer’lerin Utanapiştim adını, yedikleri insan, Tufandan kurtulduktan sonra, Tanrıların ernri ile yalnız sonsuz hayat verilerek dünya yüzündeki bir adaya gönderilmiştir. Sümer kahramanı Gılgamış ta, arkadaşı Enkidu’nun ölümünden sonra, çok korkmuş, sonsuz hayata erişebilmek İçin büyük zahmetlere katlanarak, Uta-napiştim’in kaldığı adaya kadar gitmiş ise de nihayet mahrumiyetle dönmüştür
Ay’ın sevdiği öksüz kız ise, ay’ın emri ve yardımı İle göklere çıkmıştır. Altaylıların, Yakut’ların törenleri sırasında Şamanlar; Suyla, Karluk, Yula adındaki ruhlarla göklere çıkarlar, çok durmadan geri dönerler. Teptengeri denilen Moğol Kâhini de bir boz ata binerek göklere çıkar, dolaşır, dönerdi.
Yunan tanrıları; insanları göklere çıkarmak yahut yeryüzünde bırakarak onsuz hayat vermekte cömert ve gevşek davranmışlardır. Bunlara ölmeyerek genç kalmayı ihsan ettikleri gibi, yalnız ölümsüz hayat verdikleri de olurdu. Ama insanlar kendilerine genç kalma verilmediği için git gide ihtiyarlıyor, kudret ve kuvvetleri kalmayınca öyle bir hâle geliyorlardı ki artık hayat onlar için tahammül edilmez bir yük oluyordu.
Türk tanrıları ise bu iş üzerinde titiz davranarak, İnsanlara sonsuz hayatı kolay kolay vermedikleri gibi, göklere çıkarak oturmalarını da uygun bulmuyorlardı.
Şimdi, göklere çıkan veya çıkmak isteyenlerden bir kaçı aşağıda açıklanacaktır:
Dumuzî
Bir Sümer balıkçısı iken îştar onu sevdi. Bu yüzden göğe alınarak tanrılaştırıldı. Dumuzi, Yunan mitolojisindeki Adonis gibi kendi güzelliğine hayran bir gençti. Dumuzi tanrılaştıktan sonra Hintlilerin Vasanta’sı, Keltlerin Dağde’si gibi mevsimlerin, buğdayların, arpa gibi bitkilerin ve çobanların tanrısı oldu. Her senenin ilkbaharında kendini gösterir, buğdaylar biçildikten sonra sonbaharda yerin altına da inerdi.
Bu inişlerin birinde cehennem, tanrıçası Ereşkigal da, Dumu-zi’ye aşık oldu, yeraltında alıkoydu. Bunu haber alan iştar çileden çıktı. Tanrılık işlerini bırakarak Dumuzi’yi bulmak için yeraltına, cehennemlere indi.
Cehennemin sıcaklarından çok bunaldıktan sonra, Ereşkigal’-m yanma vardı. iki rakip kız kardeş olan tanrıçalar birbirine çattılar. Nihayet Ereşkigâl, kardeşi iştar’ı da cehenneme hapsetti.
İştar cehennemde sıcaktan bunaldıkça ve Dumuzi de yeraltında bulunduğu müddetçe, dünyadaki bitkiler sararmaya, kurumaya başladı. Tanrılar bunun sebebini anladıkları zaman telâşa düştüler. Hemen Ereşkigal’e baş vurdular. Ereşkigal’in, iştar’a hıncı çoktu. Nihayet tanrıların ısrari karşısında Dumuzi’yi, iştar’a teslimden başka çare olmadığım anladı. istemiyerek bazı şartlarla serbest bıraktı.
Ereşkigâl, Dumuzi’yi çok severdi. Eğer Dumuzi isterse, Ereşkigal cehenneme gitmiş bir insanı tekrar dünyaya gönderirdi. Dumuzi büyük tanrı Anu’nun (Anosmas) taki sarayının kapısında bekçilik te etmişti.
Dumuzi’nin senbolü koyun idi.
Adapat
Kış bölgesinin efsaneleştirilmiş kahramanıdır. Adapat, bir gün denizde balık avlarken bir fırtına çıktı, kayığını devirdi. Adapat buna çok kızarak kayığını deviren kuzey rüzgârının kanatlarını kırdı. Büyük tanrı Anu, Adapat’m bu hareketi-ayrıca da mükâfatlandırma maksadıyla onu ölümsüzler araya girdi, Anu’ya yalvardılar, o da bunları kırmadı. Adapat’ı affetti, ayrıca da mükâfatlandırma maksadıyla onu ölümsüzler arasına almak istedi. Bunun içip de ona ekmek ile su verdi. Ama Adapat’m koruyucuu Ea (Enki); daha önce, yememesini tembih etmişti. Adapat, Ea’nın bu tenbihini hatırladı. Anu’nun verdiklerini yemedi, içmedi. Eğer bunları yese ve içseydi, hem kendisi, hem de bütün insanlar ölümsüzler arasına girmiş olacaktı.
Etana
İnsanlarla hayvanların bir arada yaşadığı eski zamanlarda çobanlara krallık etmiştir.
Etana şu sebeple göğe çıkmak istemiştir. Bir gün, gebe olan karısının doğurabilmesi için, doğumu kolaylaştıran (hayat otu) nu aramakta idi. O sırada güneş tanrı Şamaş’ın kartalma rastladı. Ona maksadını anlattı. Kartalın; aradığını ancak gökte bulacağım söylemesi üzerine, Etena buna inandı. Kartal onu sırtına aldı. Orada bulunanların hayret ve telâşları arşsmda havalandılar, önce Etena’yı tanrı Anu’nun bulunduğu göğe çıkardı. Ama orada durmadılar. Kartal onu Anu’nun kızı İştar’ın bulunduğu kata götürmek istedi. Etena da uygun buldu. O kadar yükseldiler ki Etana’nın başı dönerek kartalın sırtından yere düştü, öldü.
1 note · View note
sanalmuze-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde İnsanın Yaradılışı
İnsanın yaradılışı üzerinde Türk boyları arasında çeşitli efsaneler vardır.
Bu efsanelerden bir kaçı:
1— Altaylı’lara  göre; önce yalnız Kara Han ile sular vardı. Bu büyük tanrı tek başına canı sıkıldığı için bir insan yarattı. Bu insanın kanatları vardı, suların üzerinde uçuyordu. İnsan buna kanaat etmedi, yükseklerde uçmak istedi. Kara Han onun maksadını anladığı için uçmak kudretini aldı. Kanatlan işe yaramadı, suya batmağa başladı. Bunun üzerine Kara Han’a yalvardı, o da acıdı, her hassayı yeniden ona verdi, ama uçmak kudretini vermedi. O halde bu insan için kara lâzımdı. Kara Han gene düşündü. Yıldızlardan bir avuç toprak suların üzerine serptirdi. Böylece karalar oldu.
Kara Han ada şeklinde türeyen bu ilk karaya dokuz dallı bir çam dikti, her birinin altında birer adam daha yarattı. Bu-dokuz adamdan dokuz ırk türedi. Bu insanlara iyi yolu göstermek için de (Yayık) ı yarattı.
2— Yine Altaylı’larla Yakut’larm bir inanışına göre; Kara Han’ın oğlu büyük tanrı Ülgen, insan vücutları yarattı, bunların canı yoktu. Can vermek için Kara Han’a bir kuzgun gönderdi. Kara Han, Ülgen’in yarattığı insan için istenilen canı verdi. Kuzgun da canı gagaları arasına sıkıştırarak geri döndü. Yol uzundu. Kuzgun acıktı. Uçarken yer yüzünde bir deve leşi gördü. Iştihası onu leşe doğru sürüklüyordu. Fakat kuzgun leşten uzaklaştı, yoluna devam etti. Biraz gittikten sonra gözüne yerde bir at leşi göründü. İştihası kabaran kuzgun kendini tuttu, leşin yanından geçti. Son kuvvetini vererek uçan kuzgun bu defa bir inek leşi gördü. Bu leş kuzgunu daha çok kendine çekti, kuzgun: (Ah ne güzel) dedi. Bunu derken gagalarını açınca can bir çam ormanının üzerine düşerek ağaçlara dağıldı. Bunun içindir ki çamlar kışın, yazın yapraklarını dökmez, canlı dururlar.
Kuzgun havada uçarken, gecenin yansında Erlik Han yeraltından çıktı. Yer yüzünde bir saray gördü, yavaş yavaş yaklaştı. Bu sarayda Ülgen’in insan cesetlerinin yattığını anlardı. Bu cesetleri Erlik’in fenalıklarından korumak için Ülgen bir köpeği bekçi koymuştu. O zaman köpekler insanlar gibi tüysüzdü. Erlik, köpeğe : (Beni bu saraya bırakırsan sana kürk veririm. Daha üşümezsin. Hem sana öyle bir yemek veririm ki, bu yemeği yersen bir ay açlık duymazsın.) dedi.
Köpek bu sözlere kandı. Erlik’i saraya cesetlerin yanma bıraktı. Erlik, kendi canından üfledi: (Bunların hepsi benim gibi olacaktır) dedi. Cesetler canlandı. Bunlar erkek ve kadın idi.
İşte yeryüzünde insanlar böyle türedi. Yâkut’ların bir efsanesine göre de; ilk insan yarı &t, yarı insan şeklinde gökten inmiştir.
3 — Bir Al tay efsanesinde de; tuzlu suları temsil eden Tia-mat’ın ikinci kocası Kingo, insan yaratmak istedi. Buna kızan tanrılar Kingo’yu kestiler. Kanı ile insan hamuru yoğruldu.
Böylece insanlar meydana geldi.
4— Bir başka efsânede de; büyük tanrı yer yüzünde bir insan yarattı. Bu insan erkekti. Bir gün bu insan uyurken şeytan onun göğsüne dokundu. Bunun üzerine kaburgalarından bir kemik büyüyerek yere düştü.
Bundan da bir kadın meydana geldi. Ama yine Altaylı’Iara göre böylece yaradılan ilk insanlardan erkeğin adı Törüngey, kadının adı da Eje’dir
5— Budist Türklerin bir efsanesinde de; Tanrı güzel bir kız olan (Rin ta no d gar) i gökten yere indirdi. Kendisi ile beraber bulunacak bir erkek yer yüzünde henüz olmadığı halde çok çocuk doğurdu.
Bu da insanların ilk anası oldu.
6 — Bir Sümer efsanesinde de; tanrılar kendilerine hizmet edecek varlıkların olmasını düşündüler. Bu işle Ea’yı görevlendirdiler. Bunun üzerine Ea, çamurdan bir insan yaptı, ona can verdi. İşte insan, hayâlini ulaştırabildiği kadar çeşitli efsanelerle kendini yarattıktan sonra dahi, cismini normâl ve rahat şekilde bırakmamış, gitgide başka yaratıkların uzuvlarından da katarak insanla karışık acayip yaratıklar ortaya getirmiştir.
Kara Han’ın yarattığı ilk insana kanat takıldığı, Dede Korkut hikâyelerinde geçen (Tepegöz) e tepesine yalnız bir göz, Cengiz’in ceddi olan Bataçihan’dan sıra ile yetişen evlâtları arasında Duma-Sohor’un alnı ortas��na bir göz konulmuş, sudan çıkan ilk insan Oannes’in vücudu insan, başı ve sırtı balık olarak gösterildiği gibi, it başlı, sığır ayaklı, yarısı akrep insanlar türetilmiştir.  Büyük işler yapan bir takım insanlar hakkında; merak ve korku uyandırmak, yahut kudretli göstermek maksadiyle vücutları çok büyütülenler de olurdu: Saka Türk’leri kahramanlarından Alp-Er-Tonga, Semerkant kalesinde otururken ayaklarını Zerefşan deresinde yıkardı. Sümer kahramanı Gılgamış’ın da boyu on metre idi.
Yakın doğu milletlerinin mitolojilerinden gelen bir efsânede de Deccal çok iri ve uzun bir adamdır. Başı bulutlardan dışarı çıkar, derin denizler topuğuna kadar gelirdi. Yine yakın doğu mitolojisi ile gelen (Uc Bin Unk) da o kadar büyük idi ki, başı Deccal’ın başı gibi bulutlardan dışarı çıkar, balığı denizden alır, güneşe tutarak kızartır, yerdi. Nuh tufanı zamanında su onun ancak dizlerine kadar çıkabilmişti.
Bunları yalnız Türk Mitolojisinde değil, her milletin mitolojisinde bol bol görmek mümkündür. Şu var ki, sosyal bünyenin ana geleneklerine, derin inanışlarına bağlanmak zorunda bulunan insanlar, çizdikleri bu gibi çeşitli tabloların hududunu aşamazlar, Gördüklerinin dışına hayallerini kaydırmağa yaradılış kanunları izin vermezdi. Ancak kendinden ve gördüklerinden materyel almakla yetinebilirlerdi.
2 notes · View notes
sanalmuze-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde “Toprak”
Beş kutsal unsurun en verimlisi topraktır. Dünya yüzündeki toprak ve kara tabakasının türeyişi şöyledir:
Büyük tanrı kara Han (Kayra Han); suları yarattıktan sonra, bir kuğu kuşu gönderdi. Denize dalan bu kuş, denizin dibinden gagası ile çamur alarak çıktı. Kara Han’ın emriyle gagasındaki çamurları suların üzerine serpti, karalar böyle meydana geldi. Sonra Kara Han’ın oğlu Ülgen de; ilk insanları topraktan yaptı.
Tanrı ayarında sayılan (Ağaç Han); toprağı ve ağaçlan temsil eden, koruyan bir kudrettir. Tanrıça Aruru ise; bir parça çamurdan Gılgarruş’ın arkadaşı Enkidu’yu yaratmıştır.Toprağın altındaki âlemin tanrısı olan Erlik Han, yer altındaki sarayının kutsal yeri olan ocağım ve bacasını çamurdan yaptırmıştı. Kırgız’ların bir efsanesine göre, Türklerin ilk babası ve anası da topraktan şöyle türemiştir.
Karadağda bir mağaraya sellerin yığdığı toprak birikintisine güneş tanrı sıcaklık, sonra da can vermiş, Türklerin ilk babası olan (Ulu Ayata) böyle türemiştir. Bundan kırk yıl sonra da tekrar o mağarada biriken sel yığınına güneş tanrı yine sıcaklık ve can verecek Türklerin ilk anası olan (Ulu Ayana) türemiştir. Bunlar yüz yirmişer yıl yaşamışlar, öldükten sonra onlardan yetişenler büyük baba ve analarının türediği bu mağaraya bir altın taht, üzerine de (Ulu Ayata)nın altın heykelini koymuşlar, her yıl bir defa toplanarak tören yapmışlar, kurban kesmişlerdir. Ölenleri yakanlar, suya atılanlar, kurtlara, kuşlara teslim edenler olduğu gibi, ilk insan topraktan yapıldığından, son gidilecek yerin de yine toprak olacağım kabul edenler çok olmuştur. Toprağın üstü, besleyici bir ana, altı da başka bir hayat filanını kapsayan, özellikle cehennemler ülkesini de içinde bulunduran bir âlemdir.
Bütün yaratıklar toprağın üzerinde ve içinde beslendiği gibi, Sular ve içindeki hayvanlar da yine toprağın üzerindedirler. En kahraman kuşlar ne kadar yükseklerde uçsalar dahi nihayet toprağa iner, dinlenir, beslenirler.
Türkistan’dan gelerek kuzey Chi’lerin arasında yerleşen bir efsaneye göre; koyunlar dahi otlar gibi topraktan biter. Toprağa koyun kemiği ekilecek olursa,
Oradan kuzular çıkar. Ama bu kuzuların göbeği toprağa bağlıdır. Oradan koparak serbest kalabilmeleri için ürkütülmesi lâzımdır. O zaman bağları kopar, serbest kalırlar. Gök tanrılarının döktürdüğü bereketli yağmurlar, güneş tanrının verdiği sıcaklık, ışık ile her şeyi toprak yetiştirmektedir. Bitkileri, yaratıkları yaşatma şartlarını o taşımaktadır.
Bunun içindir ki Türkler; Göğe (Ata), Toprağa da (Ana), demişlerdir.
Toprak altı âlemi hakkındaki çeşitli inanışlarladır ki ölenlerle beraber, ya kurban olarak, yahut ölene arkadaşlık ve hizmet etmek üzere insanlar ve hayranlar da canlı olarak gömülmüştür. Ateş, deniz, su ve ağaç gibi kutsal unsurların tanrıları olmakla beraber, bu unsurları toprak ya içinde barındırmakta, yahut yetiştirmekte ve üzerinde taşımaktadır. Derler ki (Toprak hem bitirir, hem yitirir: Toprak her şeyi hem yetiştirir, var eder, hem de yok eder).
Bütün yaratıklar toprağın üzerinde ve içinde beslendiği gibi, Sular ve içindeki hayvanlar da yine toprağın üzerindedirler. En kahraman kuşlar ne kadar yükseklerde uçsalar dahi nihayet toprağa iner, dinlenir, beslenirler.
Türkistan dan gelerek kuzey Chi’lerin arasında yerleşen bir efsaneye göre; koyunlar dahi otlar gibi topraktan biter. Toprağa koyun kemiği ekilecek olursa, oradan kuzular çıkar. Ama bu kuzuların göbeği toprağa bağlıdır. Oradan koparak serbest kalabilmeleri için ürkütülmesi lâzımdır. O zaman bağları kopar, serbest kalırlar.Gök tanrılarının döktürdüğü bereketli yağmurlar, güneş tanrının verdiği sıcaklık, ışık ile her şeyi toprak yetiştirmektedir. Bitkileri, yaratıkları yaşatma şartlarını o taşımaktadır. Bunun içindir ki Türkler; Göğe (Ata), Toprağa da (Ana), demişlerdir.
0 notes
sanalmuze-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Tanrıların Karakter Ve Görevleri
Türk tanrıları genel olarak iyilik yapmaktan hoşlanırlar. Mert ve doğrudurlar. İyilik yapmayı, bereket, bolluk dağıtmayı ve adaletli olmayı ana görevlerinden bilirler. Tanrıçaların da çoğu şefkatli, merhametli, cömerttirler. Kötülük tanrılarının sayısı çok değildir. Ancak bunların eli altında kötü ruhlar, zebaniler, cinler, şeytanlar bulunuyordu ki fenalıklar bunlar vasıtası ile yapılırdı.
Türk tanrıları görevleri bakımından şöyle toplanabilir:
İlkel yaratıcı gök tanrıları, iyilik yapan koruyucu tanrılar, kötülük ve yeraltı tanrıları, fırtına, gök gürültüsü, şimşek, yıldırım, yağmur, savaş, adaet, hastalık ve ölüm tanrıları, güzellik tanrıçaları, cehennem tanrı ve tanrıçaları, kahraman tanrılar, kozmik varlıklarla temsil edilen tanrılar, hayvanların, bitkilerin, çobanların, tanrıları, bereket, bolluk, mevsim tanrıları, deniz, su, dağ, orman, nehir, demir, mâden, ateş tanrıları, bölgelerin koruyucu tanrıları.
Zeus gibi çapkın, Diyonizos ve Baküs gibi sarhoş şarap tanrılarının, Türk tanrıları kadrosunda bulunmasına Türk karakteri müsaade edemezdi. Şunu da belirtmek gerekir ki; Kelt’lerin Ogmios’ı, İskandinavyalIların Braya’sı gibi şiir tanrıları, Yunanlı’larm Apollon’u Şunu da belirtmek gerekir ki; Kelt’lerin Ogmios’ı, İskandinavyalIların Braya’sı gibi şiir tanrıları, Yunanlı’larm Apollon’u gibi müzik tanrısı şimdiye kadar bilinen Türk tanrıları arasında görülemedi.
Fenikelilerin îşmun, İskandinavyalIların Egra, Yunanlı’j ların Asklopiyos’u gibi tıp tanrılarının görevlerini; Hitit’lerdd Kamruşşaba adındaki tanrça ile eski Türk tanrılarından Rudra görürlerdi. Rudra’mn bin çeşit kadar ilâcı vardı. Bunlarla sevdiklerine bin yıl ömür verirdi.
İyilik Tanrıları
Altaylı’ların ilk büyük tanrısı Kara Han, bir iyilik eseri olarak her şeyi yaratmıştı. Oğlu Ülgen, iyilik yapmayı severdi. Dünya yüzündeki insanları körmös’lerin şerrinden korumak için oğullarını bile görevlendirmişti. Sümer’lerin Anu’su, Enlil’i, Ea (Enki) sı da bu tip tanrılardandır. Ancak Enlil bir ara insanlara ‘kızmış, Tufanı yapmışsa da, sonra pişman olmuş, insanlarla barışmıştı.
Yunan mitolojisindeki en büyük tanrı Zeüs; kurnaz, keyif ehli bir tanrı idi. Kadınları kandırmak için çeşitli kılıklara girer, hiyleler yapardı. Karısı Hera gibi şirret bir tanrçadan çekinmese daha çok ta ileri giderdi.
Türk’lerin tanrıları ise böyle değildir. Tanrıçaların da çoğu merhametli olmakla beraber güzeldirler. Göğün altıncı katında oturan Altaylı’ların Günana’sı şefkatin bir senbolü idi. Yine Altayliriarın  iline’si de böyledir. Ayzıt ise güzelliğin senbolüdür. Ancak Sümer’lerin iştar’ı bir bakımdan Yunan’lıların Afrodit’ine benzer.
Hitit’lerde, Sümer’lerde her bölgenin, her şehrin, hatta her insanın koruyucu tanrıları vardır. Bunlar bölgelerindeki insanları kötülük tanrılarının, fena ruhların musallat ettikleri hastalıklardan, felâketlerden korurlar. İyilik tanrıları ile kötülük tanrıları arasında insanları korumak için mücadele eksik olmazdı. Çok defa iyiler üstün gelerek. insanları bunlardan kurtarır. Ama kötülük tanrıları durmazlar, fırsat buldukça hemen insanlara musallat olmaktan gecikmezler ise de iyilik tanrıları yetişerek, gelecek felâketleri önlerlerdi.
Kötülük Tanrıları
Altayh’ların kötülük tanrılarının başında Erlik Han gelir. Yerin altında oturan bu tanrı, kardeşi Ülgen’e benzemez. Emrinde bulunan ikinci derecedeki kötülük tanrıları ve ruhları ile işi gücü insanlara fenalık etmektir. Oğulları onun gibi değildir. Onlar yer yüzündeki insanlara iyilik yapar, babalarının idaresindeki fena ruhlardan insanları korurlar.
Fırtına tanrısı Nergal ile karısı cehennem tanrıçası Ereşkiğal, Sümer’lerin belli başlı kötülük tanrılarıdır. Targanneme adındaki Sümer tanrısı da yılan gibi zehirli ve kötüdür. Çok ta yalan söyler. Türklerden Hintli’lere geçmiş olan Rudra bir dereceye kadar hain ise de iyi tarafları da çoktur.
Sümer’lerin Nin-Gişzida’sı yerin altında bulunmakla beraber kötü sayılmaz. Yine Sümer’lerin Adat’ı yıldırım ve fırtına tanrısı idi. Altay Türk’lerinin göklerde yaşayan Yalpağan’ı da yedi başlı bir kötülük tanrısıdır. Yağmur tanrısı olan Ağada siyah deniz canavarı kılığındadır.
Eti’lerin de Manyos adında bir cehennem tanrısı vardır.
Tanrıların Oturdukları Yerler
Tanrıların bir kısmı gökte, yıldızlarda, bir kısmı da yer altında, denizlerde, yahut yüksek dağların başında otururlar. Sümer’lerin, Altaylı’larm, Yakut’larm ve Göktürk’lerin büyük tanrıları da göklerin en yüksek yerlerinde oturur.
Sümer’lerin büyük tapmakları da Tanrıların sarayıdır. Tanrılar bu tapmaklarda istedikleri zaman aileleri ile de otururlar. Ancak tanrıların buralara gelmesi için (Sedr) ağacı yakılır. Çünkü Tanrılar bunun korkusundan hoşlanır.
Sümer’lerde herkesin bir koruyucu tanrısı vardır ki, bu tanrı insanın bedeninde bulunurdu. Ama o insan bir günah işlerse tanrı onu bırakır, gider, yerini cinlere verir. Eğer o insan günahlarından tövbe ederse tanrı geri döner, yine insanın bedenine gelir. Bir inanışa göre de yer yüzünde (Yer-su) adı verilen oynedi tanrı vardır ki, bunların her biri bir bölgeyi idare ederdi.
0 notes
sanalmuze-blog · 8 years
Text
Viyana Kuşatmasından İki Günden Yansıyanlar
Wildungsmauer’de Konaklama
Sadrazam seher vakti yola çıktı. Üç saat sonra kahvaltı molası verdi. Sonra da otağına girdi. Orada kendisine Hamburg palankasında ele geçirilmiş bulunan on tutsakla iki yüz kelle getirdiler. Getirenlere hilat giydirildi ve bahşiş verildi.
Öğle namazından sonra Sadrazam adı geçen palankaya doğru bir at gezintisi yaparak burasını gözden geçirdi. İkindi üzeri otağına döndükten sonra da piyan kuruldu.
Bugünkü yürüyüş sırasında sağ ve sol yakalarda yirmi kadar yakılıp yıkılmış palanka gördük. Bunların görünürde temel duvarlarından başka hiç bir şeyleri kalmamıştı.
Akşama doğru Tatar Hanının gönderdiği Yalı Ağası ile İslâm Mirza, Viyana önlerinde ele geçirilmiş dört tutsakla birlikte geldiler. Tutsakların birisi alıkonuldu, öteki üçü Tatarlara bırakıldı. Getirenlere iki hilat giydirildi, ötekilere de bahşiş verildi.
Her şeye gücü yeten Allaha şükürler olsun, zaferin her gün yeni bir belirtisini gösteriyor. Din düşmanlarının yenilgisi ve yok edilmesi gün ışığı gibi açık seçik bir gerçek olarak belli oluyor.
Schwechat’da Konaklama
Güneş doğduktan yarım saat sonra Sadrazamın çıktı. Az sonra da kendileri hareket’ buyurdular. Beş saat yürüyüşten sonra konak yerine vardılar. Geldikten sonra daha yarım saat bile dinlenmeden, ağırlığı olmayan on bin atlıyla birlikte Viyana kalesini (6) bizzat gözden geçirmek ve metrislerin kazılacağı yerleri kararlaştırmak üzere yola çıktı. Şehrin önlerine gelindiğinde, bir kısım gözüpek İslâm askeri varoşa doğru hücuma geçti. Sekiz yüz gâvuru tepeleyip bir o kadarını da tutsak aldılar. Mallarıyla erzakları kaşla göz arasında yağma edildi. Sadrazamın huzuruna yüz elli kelleyle elli tutsak getirildi. O da Müslüman gazileri büyük bir cömertlikle mükâfatlandırdı.
Daha sonra Sadrazam, cennetmekân Sultan Süleyman’ın 936 Hicrî yılında Viyana’yı kuşatmak üzere buraya geldiği zaman büyük otağını kurdurmuş olduğu yeri gözden geçirdi. Bu yeri’ Hristiyanların Kıralı çok yüksek bir duvarla çevirmiş ve içine set set şahane bir bahçe yaptırmıştı. O zamanki Alman Kayzeri batıl inançlı Ferdinand, hatıra olsun diye tam otağı hümayunun kurulduğu yere çok güzel bir şato,  harikulade bir saray yaptırmış; çatısına Kurşun yerine altın kaplama bakırla kaplattırmıştı. Üstüne güneş ışığı vurduğunda parıltısı insanın gözünü kamaştırıyordu.
Ferdinand’dan sonra gelen krallar da buraya çeşit çeşit yüksek köşkler kurdurmuşlar. Sarayın içindeki sütunlar ile duvar kaplamaları renkli somaki taşından ya da beyaz mermerdendi. Sarayın önündeki bahçe çeşit çeşit çiçeklerle donanmıştı. Bu bahçede elma, armut ağaçları olduğu gibi, incirler, portakallar, hurma ağaçları da vardı. Fıçıların içinde ve saksılarda yetiştirilmiş bitkiler, limonlar, nadide meyva ağaçları, başka çeşit ağaçlar, selviler, palmiye koruları her yanı kaplıyor, yeşil yapraklarıyla duvarlar meydana getiriyorlardı. Bu yapraktan duvarlar iki mızrak boyuna kadar yükseliyordu.
Öyle ki, insan ne dışardan içeri sini, ne de içerden dışarısını göremiyordu. Burada eşine ender rastlanır bir ağaç yetiştirme yöntemi kullanılmıştı. Bu yöntemi o kadar güzel uygulamışlardı ki, sonunda ağaçları birer duvar haline getirmeyi başarmışlardı. Ağaçların hepsi istenilen boyut ve istenilen büyüklükteydi. Yanlarında ve tepelerinde öteki ağaçların üzerine bulunan tek bir yaprakçık bile yoktu. Bahçede ayrıca çeşitliliği sürüye vahşi hayvan da yaşamaktaydı. Karacalar, geyikler ve başka yırtıcı hayvanlarla kuşlar vardı. Bütün bu şeyleri yapmaları zordu. Sadrazam biraz dinlenmek için o yere gitti. Dilediği gibi gözden geçirip inceledikten sonra -. ikindi namazından önce yola çıktı ve ordunun konakladığı yere gitti.
Konak yerine varmak için bugün yapılan yürüyüş sırasında yolun sağında solunda kül yığını haline gelmiş on kadar köy ve palanka gördük. Daha ötede yol ırmağın sağ kıyısında bulunan küçük bir şehrin önünden geçmekteydi. Burasının gâvurların odun olduğu anlaşılıyordu. Sayılamayacak kadar çok yakacak odunu, kereste ve tahta bulunduğu gibi, bir hayli de değirmen taşı ve has ekmek unu vardı. Hepsi yakıldı. Aynı yol üzerindeki ne ırmak kıyısında yüksek duvarlı bir bahçe bulunuyordu. Kayzer in dinlenmesi ve eğlenme gir b.en^ı4ni hiç kimse görmemiş
Allaha hamd ve şükürler olsun ki, kahraman Sadrazamın Cenabı Hakkın emirlerine uyması sayesinde şimdi böyle bir ülkeye el atılmış ye buraları İslâm askerinin atlarına koşu alanı olmuştur. Tarih bilenlere gün gibi belli ve böylelerine başka bir delil göstermek gereksizdir ki, yoktan vari denli belirtileri şimdiye kadar daha hiç bir Kumandana hülasandan açıkça görünmemiştir.
0 notes
sanalmuze-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
TÜRK MİTOLOJİ TARİHİ VE İNANIŞLARI
TAŞLAR
Genel olarak denilebilir ki, insanlar taşlara da tanrısal ve kutsal inanışlarla bağlanmış taşlardan şifa beklenmiş, bir takımlarının sihirli kuvvetlerinden medet umulmuş, Natüristlerce de tanrı tanınmıştır. Dokuz oğuz destanında: Buğu tekin’e rüyasında ak sakallı bir ihtiyar tarafından fıstık şeklindeki (Yeşim taşı) verilmiştir. Göç destanındaki (Kutlu kaya) da uğurlu bir taştı. Çinlilerin bu taşı Türk hakanını kandırarak götürmeleri (Göç) gibi büyük felâketlere sebep olmuştu.
Altaylı’ların kıyamet tasvirinde; denizin dibinde dokuz çatallı bir kara taş vardır. Denizlerin büyük çalkantılarla surları ayrılıp dipleri göründüğü zaman bu korkunç taş da görünerek dokuz yerinden ayrılacaktır. Yağmur taşı; yağdırdığı yağmurlarla, yaratıklara ve bitkilere hayat vermiştir.
Folklorda aldığı yere göre bazı taşlar çocuk doğurtur, bazıları da kısırlık yapar. Bir kadın çocuk doğurmak istemezse, taşı kırdırır, içinden alır, un haline getirir, cevizle karıştırır, yer. Artık bir daha çocuk doğurmaz. (Zümrüt taşı) denilen taşla da çocuğun kolay doğması sağlanmış olur. Doğurmakta zahmet çeken kadın, bu taşı sağ oyluğuna korsa hemen doğurur. Buhara taraflarında (Harezm taşı) denilen bir taş vardı. Bu, sihirli bir tastı. Kum hastalığına, mide zayıflığına ve idrar tutukluğuna İlâçtır. Bu taş suya atılır ve suyu içilirse, hasta iyileşir. Çiçek hastalığı da yine tasla tedavi edilir. Ancak, taşlar İçinde korkunç ve tehlikeli olanlar da vardır.
SULAR, SU DENİZ NEHİR GÖL KÜLTÜ
Suların akışından ve akarken çıkardığı seslerden de dinî ifadeler sezilirdi İslâmlık etkisi altında Yunus’un : Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu. Dediği gibi.
Folklora göre mübarek sayılan kuyular ve pınarlar ise çoktur. Terkibi bakımından şifa veren bazı sulara, ancak kutsal bir hassasının varlığı bakımından inanılır ve bağlanılırdı.
Bazı ölüler ve kurbanlar suya atılır, bunlar da su kanalı ile tanrılara ulaşmış olurdu. Nehirlere gelince; Altay Türkleri, hanlarının Khatum nehrinin kaynağında oturduklarına inanırlar, onun adına kurban keserek, kendilerine iyilik etmelerini yalvarırlardı. Kıpçak’lari ritiş ırmağını tanrı tanımışlardır. Yenisei’liler de Tom ve Kem ırmaklarını kutsal sayarlar.
Tamarmara nehrinin de Eti’lere göre Sulikatte adında bir tanrısı vardır. Kumarbi efsanesinde de Dicle nehri (Aranzah) adı ile bir tanrı olarak geçer. Müren denizi diye efsanelerde yer almış bir de denizden bahsedilir. Karanlıklara gömülü Kaf Dağının etrafı da kimsenin kıyışım görmediği bir denizle çevrilmiştir.
Göller içinde de efsanelerde en çok yer almış olan (Isığ) göl dür (I). Millî destanlarımıza göre, Türkler her tarafı dolaştıktan sonra bu gölün kenarına gelmiş, orada yerleşmişler, o civar Türk kahramanlarına uzun yıllar sahne olmuştur. Bu gölün etrafı ormanlar, otlak yerler, yüksek tepelerle çevrilmiştir. Suları da sıcaktır Bunun için Isığ göl denilmiştir. Kırgızlar da bu kutsal gölün etrafında yerleşmişlerdir.
Bars Han da Türklerin ana yurdu olan Isığ gölü her yıl törenle kutlardı. Bazı dağların başında bulunan (Volkanik) göllere de (Gök gölü) derlerdi. Bular da kutsal sayılır, At, Deve kurban olarak göle atılırdı. Sonraları bu hayvanların kâğıttan yapılmış olanları atılmaya başlandı.
AB-I HAYAT, YAĞMUR VE KAR YAĞDIRMAK, SUDAN ÇIKAN İNSAN VE YARATIKLAR
Yakın doğu milletlerinden gelen efsanelerde bir de Ab-ı Hayat vardır. Kutsal hassası olan Ab-ı Hayattan içen ölmez. Bu suyu kimse bulamamıştır. Kaynağı karanlıklardadır, ancak; Zülkameyn (İskender) ülkesini genişletmekte iken, bir yere gelmiş, o yerin insanları daha ileride bir denizin olduğunu, deniz aşılacak olursa karanlıklar diyarına varılacağını, orada; içenin ölmeyeceği bir su bulunduğunu haber vermişlerdi.
Bu seferde Hızır ile Ilyas ta onunla beraber bulunuyordu. Bu suyu gidip bulmaya karar verdiler, yola girdiler. Denizi geçtiler, karanlıklar diyarına vardılar. Zülkarneyn’in yanında karanlığı aydınlatan iki tane mücevher vardı. O, bunlardan birini Hızır’a verdi. Kendisi bir yola, Hızır ile îlyas’ta başka bir yola saptılar. Hangi taraf bu suyu bulursa, öbür tarafa haber verecekti. Hızır ile llyas epeyce gitmişler, nihayet acıkmışlardı. Yanlarında bulunan pişmiş balıkları bir su başında yemeye hazırlandılar, oturdular. O sırada Hızır ellerini suda yıkadı, ıslak ellerinden bir damla su, önlerindeki balıklardan birinin üzerine damlayınca, balık hemen canlandı, suya atladı. Balığın canlanması üzerine Hızır ile llyas aradıkları suyun bu olduğunu anladılar, bu sudan içtiler. Bunun için de ölmezler arasına katıldılar. Ama o sırada, bu suyu Zülkarneyn’e haber vermemeleri için görünmezlerden bir ses geldi. Bu ses üzerine Zülkarneyn’e bu suyu bulamadıklarını söylediler. Ölmezler arasına katılan Hızır ile îlyas ise, bundan sonra senede bir defa, sabaha yakın bir gül fidanı altında, yahut bir denizin kenarında buluşurlar. O güne (Hıdırellez) denilmiştir.
Ab-ı Hayat’a; Ab-ı Hayvan, Ab-ı Hızır, Ab-ı Câvidânî Ab-ı Zindeğani, Ab-ı Cevanî, Ab-ı İskender ve Ab-ı Beka gibi isimler verilmiştir. Tasavvufta ise Ab-ı Hayat, aşk çeşmesidir. Bundan içerek hakikî aşkı tadabilenler, maddî âlemin üstündeki ebedî varlığa kavuşurlar.
Ab-ı Hayat, Almanların Mirmir’i ve Hintlilerin Amrita’sı gibi sonsuz hayat veren içkilerdendir. Ancak bunlardan her birinin üzerindeki efsaneler başka başkadır. Yunan mitolojisinde de Nektar, içenlere sonsuz hayat verir.  Zeus, sevdiği Juventus adındaki peri kızını da nihayet kızarak bir çeşme haline getirmişti. O çeşmede kimler yıkanırsa gençleşir.
0 notes
sanalmuze-blog · 8 years
Text
Viyana Kuşatmasından Bir Kare
Selanik Alaybeyi Rumeli kethüdalığına ve Sadrazamın vardacısı Selanik alay beyliğine tayin edilip her ikisine de orta dereceden hilat giydirildi.
Hersek Sancakbeyi Mustafa Paşa /erzak sağlamakla görevlendirilip Budun a gönderilmişti. Bugün erzakı orduyu hümayuna getirip kendisine Sadrazamın huzurunda hilat giydirildi.
Öğle zamanı Zağarcı kolundaki İslâm savaşçıları bir püskürme lağım patlattılar. Çok etkili oldu. Hersek Beylerbeyiyle birlikte Alman büyükelçisi de geldi. Zamanında Devlet-i Aliyye’ye gelmiş, sefer açılınca Esseg üzerinden Buduna getirilerek kaleye hapsedilmişti. Şimdi de Budun’dan ordu-yu hümayuna gelmiş bulunuyordu. İstanbul’da bulunduğu sırada yeniçeri ağasının evinde kendisine, Yanık kalesi teslim edilirse barış tazelenir ve dostluk şeraiti güçlendirilir, denilmişti.
O zaman bu kendini beğenmiş kerata, görülmemiş bir kibirle “Kaleler kılıçla alınır, boş lafla hiç bir kale ele geçirilmez!” diye yakışıksız karşılıklar vermişti. Bu defa Viyana’ya gelirken yol üzerinde çapulcu Tatarlarla gökte yıldız misali sayışız İslâm askeri tarafından kül yığını haline getirilmiş sağlı sollu kasabaları, köyleri, kale ve palankaları dehşetten açılmış gözleriyle seyredince duyduğu pişmanlıktan yüreği cehennem ateşinin aleviyle kavruldu.
Ağlamaktan gözleri kızardı. Istıraptan göğsüne çiviler saplandı. İçini çekip yakınarak “Eyvah!” diye bağırdı. “Yüz kere eyvah! Yanık gibi bir sürü kale verilseydi.
getirdiler. Ancak sipahi serdengeçtllorl da birlikte gelip tutsakların ellerinden zorla alındığım, sbyloynrtık şikâyette bulundular. O zaman civanmert Sadrazam lütuf ve İhsanını İkiye bölüp her İki tarafa da verdi Tutsaklardan yaralı olanı, sorgusu sırasında gâvurların büyük bir yokluk ve kıtlık sıkıntısı İçinde bulunduklarını söyledi. Bu yaralı tutsak cerraha, ötekisi cellada teslim edildi.
Bundan sonra Sadrazam metrislere gidip kendi gözüyle İncelemek üzere galerilere girdi. Hendek ve tabyaları İyice gözden geçirip orda duran gazilere bol bol altın dağıttı. Arkasından geriye dönüp kendi tabyasında kaldı.
Az önce sözünü ettiğimiz lağım patlatılmasından sonra Zağarcı kolu hendeklere girdiler. Gâvurlar bu hendeklerden kaçıp kendi tabya ve kale metrislerine çekildiler. Ancak metrislerdeki istihkâmlara top yerleştirip aralıksız ateş açtılar. Fakat gâziler, Allahın yardımıyla siperlerini sabaha kadar tahkim edip güçlendirdiler ve bütün gayretleriyle tabyaya karşı adım adım ilerlemeye koyuldular.
Öğle namazından sonra bir casus yakalanıp getirildi. İnkâr yoluna saptığından konuşturulması için Serçeşmeye teslim edildi. Getirilen başka bir tutsak ova halkındandı ve kayda değer hiç bir şey bilmiyordu. O da aynı şekilde Serçeşmeye teslim edildi.
Alman büyükelçisinin yanma dilediği yere kadar eşlik etmek üzere Divan Çavuşu verildi. Büyük Elçi ne mektup ne de sözlü bir haber götürmüyordu. Antısıyla felakete Uğramış Kayzerine anlatması gerekecek.
Batthyarayi’nin Sadrazam için yolladığı yüz araba arpa başka erzak geldi. Aynı anda Stuhlweisenburg sşncak beyinden bir ulak gelip mektup getirdi. Akşamüzeri Zağarcı kolunda^ bir püskürme lağım atılıp oldukça büyük bir alan temizledi. Ancak burda hendeklere girilmedi.
Güneş batımından sonra top, tüfek ve bombalarla zorlu bir savaşa tutuşuldu. Elhamdülillah, bizimkiler sabaha kadar tabyanın yanma dek ilerleyerek oraya bir lağım yerleştirdiler. Macar Kralının güvenilir adamı gelip, Kornom adasındaki bütün gâvurların kaledekiler hariç, kendisine boyun eğmiş olduğu müjdesini getirdi.
10 Ağustos Salı
Sabahleyin bizimkiler tabyanın dibine kadar ilerleyip bir lağım hazırlığına giriştiler. Türkçe metinde bu cümle birkaç kelimenin eksilmesiyle bozulmuş bir haldedir. Bu kelimelerin daha sonra yanlışlıkla atılmış olması da mümkündür. Kont Albrecht Caprara’nın bu önemli elçiliğinin macerası sekreteri Giovanni Benaglia tarafından bilgi yanı çok zengin bir raporda anlatılmaktadır. Çağdaş Osmanlı kaynaklarında büyük Schüttinsel hep bu şekilde ifade edilmektedir.
Adadaki ordugâhlarından gelerek develeri götürmek istemiş olan gâvurlardan iki tanesi yakalanıp Sad-razamın huzuruna getirildi. Sorguya çekildikten sonra Serçeşmeye teslim edildiler.
Sadrazam sabahleyin Zağarcı kolundaki metrislere gitti. Galeri ve lağım açmak hizmetinde gösterdikleri gayretten ötürü yeniçeri ve sipahi serdengeçti ağalarıyla serdengeçtilere hayli altın dağıttı. Bir süre Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa’nın tabyasında kaldıktan sonra kendi tabyasına döndü.
Hüseyin Paşa cephane ve savaş gereçlerinin bol olmadığından ve hatta günlük ihtiyacı bile karşılamadığından yakınması üzerine Sadrazam uzağı gören bilgeliğiyle şöyle bir karara vardı: “Cebeci Başı Fazlı Ağa yaralanarak hizmet göremez olduğundan devlet malının yönetimi söz konusudur ve o halde bu görevden bir an önce alınması gerekir. Böyle bir hizmetin görüleceği göreve de dürüst ve namuslu bir kimse getirilmelidir.’’ Sadrazamın böyle düşünmesi üzerine silahtar Ağası Abaza Siyavuş Ağa cebeci başlılığına tayin edildi. Kapıcılar Kethüdası Ali Ağa’ya silahtar Ağalığı teklif edildi. Kabul etmedi ve Sadrazamın iyilikseverliğini anlamayıp ayağına gelen kısmeti kaçırdı. Bunun üzerine Haznedar Haşan Ağa derhal Kapıcılar Kethüdalığına tayin edilip kendisine hilat giydirildi.
İkindi namazından sonra sol kolda Ahmed Paşa kolunda bir püskürme lağım patlatıldı, fakat gâvurlara büyük bir zarar vermedi. Yalnız domuz damını çökertti. Böylece de İslâm askerleri üzerinde çok yararlı bir etki yapmış oldu. Silahtar Ağalığı makamı Sadarazamın yakınlarından Dayı Ömer Ağaya verildi.
0 notes
sanalmuze-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Yaradılış - Kâinatın Yaradılışı (Cosmogonie)
Türk Kozmogonisinde, dünya denilen âlemin türeyişi üzerinde daha etraflı durulmaktadır. Gökler ve gökler âlemi içinde güneş, ay, yıldızlar gibi tanrısal kudretlerin de yaradılışlarına çeşitli olaylar gösterilmekte, ayrı açılardan bakılmaktadır.
Bu büyük âlemlerin yaradılışları üzerindeki bir Sümer efsanesine bakılınca; (APS-su) denilen tatlı su ile (Tiamat) adında tuzlu suyu temsil eden dişi bir devden gökler ile yerler meydana geldiği, bundan sonra gök tanrısı Anu, hava tanrısı Enlil, deniz tanrısı Ea. (Enki) nin yaratıldığı, bu üç tanrının da güneşi, ayı, yıldızları yarattığı görülür.
Bir efsaneye göre de; Kara Han (Kayra Han) suları, dünyayı, insanı yarattıktan sonra on yedi kat göğü yaratmıştır.
Aslı Sümer’lerden gelen (Enüma Elis) destanında görüldüğüne ve Keldanlı’ların bir açıklamasına göre, büyük tanrı Marduk, Tiamat’ı tutturdu. Vücudunu ikiye bölerek bir parçasını yukarı attı, bundan gökler, bir parçasını da aşağıya attı, bundan da yerler meydana geldi. Genel olarak, Türelerin yaradılış efsaneleri, yabancıların kozmogonileri ile de karıştırılmış görülmektedir.
Birkaç Yaradılış Efsânesi I
Aşağıdaki efsane ye göre sudan başka dünya üzerinde bir şey göze çarpmazken büyük tanrı Kara Han önce inşam yaratmıştır. önceleri yalnız büyük tanrı Kara Han vardır. Kara Han’ın karşısında sudan başka bir şey yoktur. Kara Han ilk insanı yarattı, ama bu insan hiyleci ve haindi. Sular üzerinde uçmaya başladı. Sonra Kara Han onun yaşaması için suların dibinden bir yıldız çıkardı, insana yıldızdan bir avuç toprak almasını, bunu suyun üzerine serpmesini bildirdi. İnsan yıldızdan bir avuç toprak aldı. Bir avuç ta gizlice kendisi için ayırdı, ağzına sakladı.
Kara Han’ın emri ile insan toprağı suyun üzerine serpti. Bu toprak büyüyerek ada oldu, öbür taraftan insanın ağzındaki toprak ta büyümeye, ağzına sığmamaya başladı. Ağzı parçalanacaktı. Kara Han bunu sezdi, ona: (Tükür!) dedi. O da tükürdü. Bundan da dağlar meydana geldi. Kara Han bu adaya bir çam dikti. Bu çamın dokuz dalı vardı.
Bundan sonra Kara Han bunları kendi haline bıraktı. Yukarda onvyedi kat göğü yarattı. On yedinci katta kendisi, on altıncı katta oğlu Ülgen oturdu. Yer altında yarattığı âlemde de Öbür oğlu Erlik’i oturttu. Şu Altay efsanesinde de; yine büyük tanrı ile sular vardır. Bunda da sudan başka, her şeyden önce bir beyaz kuğu kuşu görülür. Kuğunun, gagası ile suların altından çıkardığı toprak suların üzerine serpildi, karalar meydana geldi:
İkinci Efsane
Çnceleri yalnız büyük tanrı ile bir de su vardı. Tanrı suya bir beyaz kuğu kuşu gönderdi, bir ağız dolusu toprak getirmesini söyledi. Kuğu kuşu suya daldı, dibe indi. Oradan toprak aldı. Kuğu, suyun üzerine çıkınca toprağı üfledi. Bunlar toz halinde sulara düştü. Bu tozlar büyüyerek yayıldı. Topraklar meydana geldi. Bu topraklar düz bir alan halinde idi. Tanrı bu defa ikinci bir kuğu kuşu gönderdi. O da toprağı gagaladı. Bundan da dağlar, yükseklik ve derinlikler oldu. Bu arazi üzerinde bir bitki yoktu. Bu hal şeytanın hoşuna gitmedi. Şeytan da bataklıklarla ormanı yarattı. aşağıdaki efsânede de, tatlı ve tuzlu su her tarafı kaplamıştır: Tatlı su (Ap-su) adını almış, Tuzlu su da (Tiamat) adında bir dişi
dev olarak şahıslandırılmıştır. Tiamat, sonra erkek bir dev olan (Kingo) ile evlendi. Bundan sonra türemeler ve mücadeleler devam etti.
Üçüncü Efsâne
Tiamat, adındaki devin Kingo adında ikinci kocası vardı. Onlardan hatsiz hesapsız ifritler, cinler türedi. İyilik sever  Ap-su tanrıları da çoğaldıkça, âlemleri genişledi. Tiamat’ın âlemi de daraldı. Kendi mülkünün bu gidişle tükenmemesine çare olmak üzere, Tiamat, Ap-su’larla savaşa kalktı. Kocasını kumandan yaparak bütün ifritleri ona verdi. Ap-su tanrılarından Anşhar ile Ea bunlara yenilerek kaçtılar. Daha çok Keldan’lılar tarafından tertiplenerek (Emüna Elis) destanı denilen efsaneye göre, bütün tanrılar Ea’nın oğlu Maduk’u baş seçtiler’. O da fırtınaları, Rüzgârları, yıldızlar gibi kuvvetlerini kendisine asker edindi. Sonra bir de ağ hazırlattı, Tiamat’ı o ağın içine düşürdü, yaraladı. Bütün tanrılar huzurunda vücudunu ikiye ayırarak bir parçasını yukarı fırlattı ki bundan gökler, öbürünü de aşağıya fırlattı, bundan da yerler yaradıydı ve bu âlem böylece meydana geldi .
Şu efsanede de kozmik âlemden önce Ap-su ile Tiamat’tan Mummu denilen hüviyetsiz ve acaip bir kudret türedi. Bundan biri dişi, biri de erkek iki büyük yılan doğdu. Bu yılanların evlenmesiyle gökler, yerler meydana geldi.
Dördüncü Efsane
Kozmik âlemden önce Mummu meydana geldi. Ondan da Lakhamu adında bir erkek ve lakhamu adında bir dişi yılan peydâ oldu. Bu yılanlardan Anşhar adındaki gök ile Kishar adındaki yer meydana geldi. Budist Uygur’lara göre dünyanın yaradılışı şöyledir:
Beşinci Efsane
Düğün sofrasında toplanıldığı zaman (Yu dadşob Dero) adı verilen bir duada şöyle denilmektedir: (Dünya nasıl yaratıldı.
— Dört tarafta dört gök sütunu yaratıldı.
Birinci olarak (Rendulk) sütunu yaratıldı. İkinci olarak (Nö-dulk) sütunu yaratıldı. Üçüncü olarak (Cün Cölk) sütunu yaratılınca, yeter, dördüncü olarak (Döndulk) sütunu yaratıldı.
Bu efsânelerin birincisinde ilk varlık olarak sulardan sonra insan, İkincisinde kuğu kuşu, üçüncüsunde de su âlemini temsil eden Ap-su ile Tiamat’dan sonra devler, ifritler, cinler görülür. Dördüncüde sulardan bahsedilmez, beşinci efsane ise yalnız dünyanın yaradılışı gösterilmektedir. Yakın doğudan gelen bir efsanede de yine su temel yeri almaktadır.
0 notes
sanalmuze-blog · 8 years
Text
Viyana Kuşatmasında Kayda Geçen Oluşlar
Bugün haznedar ve musahip Ali Ağa alayla gelip Padişahın yolladığı hilat, mücevherli kılıç ve hançeri Sadrazama getirdi.
Sadrazamın kâhyası mutfakla birlikte daha geceden cennetmekân Sultan Süleyman’ın otağının kurulmuş olduğu yerdeki Kayzer Bahçesine gitti. Sabah erkenden de Sadrazamın kethüdası, bütün Deli, Gönüllü ve müteferrikalarla, Yeğen Hüseyin Bey de tüfekçiler, içoğlanları ve mehterhaneyle yola çıktı.
Sultan Süleyman’ın otağını kurmuş olduğu yerdeki söz konusu bahçeye vardılar. Haznedar Ali Ağa’nın kafilesi karşıdan görünür görünmez hepsi atlanıp alayla karşılamaya çıktılar. Ağa bu bahçede dinlenip yemek yedikten sonra hep birlikte alay düzüp hareket ettiler. Sadrazamın zaman Divan halkının hepsi ve yeniçeri ağasıyla kul kethüdası gölgeliğin başladığı yerden baş çadıra doğru dizilip saf bağladı.
Yazının baş tarafına basmış oldukları yüce turalarına okudu. Sonra fermanı tekrar Sadrazama sundu. O da lir bağrışıp alkış tutarken terrfıanı alıp örttü ve koynuna koydu. Sadrazam, Haznedar Ağa’ya çamur kürklü altın sırma islemeli hilat giydirdi. Sonra da üç direkli çadırının sağ yanında kendisi için özel olarak kurulmuş bulunan küçük çadıra gönderdi. Arkasından devletlû Sadrazam vakarlı bir gurur içinde makam koltuğuna oturup Ali Ağa’nın maiyeti halkından on iki kişinin her birine orta dereceden hilatlar giydirdi.
Yeniçeri ağası, kul kethüdası, defterdar efendi, nişancı, cebecibaşı, topçubaşı ve diğer divan halkıyla yüksek rütbeli kimselerin hepsi Sadrazamın eteğini öpmek şerefine eriştiler. Bundan sonra Sadrazam ayağa kalkıp, çavuşlar bağrışarak alkış tutarken içeri çekildi. Huzurda bulunan öbür kimseler de çadırlarına gittiler. Metrislere gidecek olanlar da oradaki yerlerine vardılar.
Haznedar Ali Aga Yanık önüne geldiği zaman orada Karaman Beylerbeyi Şişman Mehmed Paşa ile Karahisâr-ı Sahib Sancakbeyi Ömer Paşa’nm ardı sıra yürüyüşte olduğunu öğrenmiş. Bunun için oradaki köprülerin muhafazasıyla görevlendirilmiş Budun Beylerbeyi Vezir İbrahim Paşa’nın yanında iki üç gün oyalanmış. Her iki paşa gelip kendisine yetişince birlikte yola koyulmuşlar ve yanlarında üç yüz araba dolusu erzak da getirerek aynı gün orduyu hümayuna varmışlardı.
Şişman Mehmed Paşa burada köprünün korunmasıyla görevlendirilmiş Hızır Paşaya katıldı. Sadrazam bu geceyi metrislerin dışında kendi çıtağında geçirdi. Bütün kollara dikkatli olmaları yolunda buyruk yolladı.
Geceleyin sağ kanatta Kara Mehmed Paşa koluna yüz kadar gâvur baskın yaptı. Ancak Allahın inayetiyle büyük kısmı yok edildi. Öte yandan yine bu gece humbaracı başı bir humbara atışıyla gâvurların şarampolde bulunan bir tabyasını Sadrazam kendisini aferiyle taltif ve birkaç kese al tın vererek gönlünü hoşnut etti.
Allah’ın kendisine zafer nasip eylediği Sadrazam kuşluk vakti Divan topladığı metrise girdi. Sonra yeniçeri ağasının tabyasını, arkasından Defterdar Ahmed Paşa’nın tabyasını görmeye gitti. Metrisleri gözden geçirdi ve tekrar kendi tabyasına döndü.
Sadrazamın huzuruna iki tutsak getirildi. İşe yarar bir şey söylemedikleri için kafaları kesildi. Adadaki metrislere girmiş bulunan bütün kollara, yani Vezir Hızır Paşa, Arslan Mehmed Paşa, Haznedar Haşan Paşa, Emir Mehmed Pasa ve Mısır Sadrazamın buyruğu gönderilip adada uzun süre kalacakları için ağırlıklarının hepsini oraya taşıtmaları bildirildi.
Öğleden sonra iki sipahi, frenk aşıran bir casus yakaladılar. Sadrazamın huzuruna getirilince adam fırıncı olduğunu söyledi. Casusluğu kabul etmemekte direndiği için soruşturmaya devam etmesi için Ases başıya teslim edildi.
0 notes
sanalmuze-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Amaltheia, Amazonlar, Amymonb, Antiope ve Arakhne
Amaltheia
Bir öyküye göre Amaltheia, Zeus’u çocukken sütüyle beslemiş olan keçiydi. Bir başka öyküye göre ise keçinin değil de, keçinin sahibi olan nymphenin adıydı Amaltheia. Bir boynuzu yardı başında, boynuzun içinde her zaman yiyecek içecek bulunurdu. Roma mitologyasmda corfıu copiae denir nymphenin boynuzuna.
Bazı Romalı yazarlara bakılırsa, comu copiae, Akheloos adlı ırmak tanrısının boynuzuydu. Herakles’le yaptığı bir savaşta boğa biçimini almıştı Akheloos; yenilince de Herakles, onun boynuzunu koparıp almıştı.
Amazonlar
Aiskhylos, “Savaşçı Amazonlar, erkek düşmanları/’ der onlar için. Kafkas dağlarına yakın bir ülkede yaşayan Amazonların hepsi de kadındı. Ülkelerinin başkenti Themiskyra’ydı.
Amazonlar, zaman zaman başka toprakları ele geçirmeye kalkarlar, başka uluslarla savaşırlardı. Çeşitli sebeplerden Lyki’ya, Phrygia’ya, Attika’ya saldırmışlardı. Attika’da krallık yapan Theseus, kraliçelerini kaçırmıştı. Onu kurtarmak için yaptıkları savaşta yenildiler.
Troia savaşında da çarpışmıştı Amazonlar. Penthesileianın önderliğinde Yunanlılarla savaşmaları tliada’da anlatılmaz, ama Pausanias’a. bakılırsa Troia’yı koruyanlar arasında Amazonlar da varmış. Penthesileia o savaşta Akhilleus tarafından öldürülmüştü. Güzel Amazonu öldürdüğüne çok üzülmüştü Akhilleus, günlerce yas tutmuştu.
Amazonları şairlerden, yazarlardan çok ressamlarla yontucular anlatmıştır.
Amymonb
Amymonc, Danaid’lerden biriydi. Babası bir gün su almaya göndermişti onu. Bir satyr, Amymone’yi görür görmez beğendi güzel Danaid’in peşine düştü. Poseidon, çığlığını duydu kızcağızın, onu satyr’den kurtarıp kendine eş yaptı. Sonra üçlü çatalını yere vurarak bir pınar çıkardı topraktan; pınara Amymone’nin adını verdi.
Antiope
Thebai’lİ bir kral kızı olan Antiope, Zeus’tan Zethos ve Amphion adlarında İki çocuk doğurdu. Babasının öfkesinden kdrkarak doğar doğmaz ıssız bir dağa bıraktı çocukları. Zethos ile Amphion, bir çoban tarafından bulunup büyütüldüler. Thebai kıralı olan Lykos ile karısı Dirke, Antiope’ye öyle kötülükler etti ki, zavallı kadıncağız onların elinden kaçarak saklanmak istedi. Dolaşa dolaşa oğullarının bulunduğu kulübeye geldi. Nasıl olduysa oldu; çocuklar, annelerini tanıdılar, öç almak için Thebai’ye gidip Lykos’u öldürdüler; Dirke’yi de saçlarından bir boğaya bağlayıp parçalattılar.
Arakhne
Tanrılarla, tanrıçalarla boy ölçüşmeye kalkmanın insana nelere mal olacağını, Arakhe’nin öyküsü apaçık göstermektedir. Oİympos’ta nasıl demircilikte tek usta Hephaistos’sa, dokumacılıkta da Athena birinciydi. Tanrıça, bir gün Arakhne adlı bir köylü kızın dokumacılıkta eşsiz bir güce sahip olduğunu duydu. Hemen Lydia’ya indi Olympos’tan, Arakhe’nin, oturduğu kulübeye giderek onu bir yarışmaya çağırdı. Bu çağrıyı kabul etti Arakhne. İkisi de tezgâhlarını kurup mekiklerini çalıştırmaya başladılar. Altın, gümüş, gökkuşağı renkli kumaşlar dokundu. Yarışma sona erince Athena, Arakhne’nin dokuduğu kumaşın kendi dokumasından geri kalır yanı olmadığını gördü, öfkeyle bir mekik geçirdi eline, kızcağızı dövdü. Buna çok üzülen Arakhne gidip kendini astı. Aradan zaman geçince yaptığına pişman oldu Athena, büyülü bir su hazırlayarak kızın üstüne döktü. O anda bir Örümcek oluverdi Arakhne, dokumacılıkta ustalığını sürdürdü.
0 notes
sanalmuze-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Büyük Mitoloji Ailelerinden Athenai Soyu: Prokris ile Kephalos
Güzel, güzel olduğu kadar da talihsiz bir kadın, olan Prokris, Prokne ile Philomele’nin yeğenleriydi. Rüzgârlar tanrısı Aiolos’un torunu Kephalos’la evliydi. Mutluluk içinde yaşayıp gidiyorlardı; ama bu mutluluk, Şafak tanrıçası Aurora’-nın araya girmesiyle bozuldu.”
Kephalos, her sabah erkenden kalkıp geyik avına çıkardı. Şafak, genç avcıyı birkaç kere görmüş, ona âşık oluvermişti. Ama Kephalos’un gözü, Prokris’ten başkasını görmüyordu. Aurora, yakışıklı delikanlının bu bağlılığını koparmak için elinden geleni yaptı. Sonunda, “Bakalım,” dedi, “karın da sana bu kadar bağlı mı? Nereden biliyorsun seni aldatmadığım?”
Bu soru, Kephalos’u çılgına çevirdi. Uzun süredir kanımdan uzaktaydı. Üstelik Prokris de Öyle güzeldi ki… Karımın kendisine bağlılığını denemeden İçi rahat etmeyecekti. Hemen kılık değiştirerek ülkesine döndü. Bazıları, bu konuda Aurora’nm delikanlıya yardım ettiğini söylerler. İster etmiş, ister etmemiş olsun, öyle değişik bir kılığa girdi ki Kepha değil karısı, neredeyse kendi bile tanıyamayacaktı kendisini.
Kıskanç avcıyı, acılı yüzlerle karşıladılar evinde. Delikanlı. “Neden böyle üzüntülüsünüz?” diye sordu hizmetçilere. “Efendimiz uzaklarda da onun için,” cevabını aldı. Bunu duyunca çok sevindi Kephalos: “Demek beni bu kadar çok seviyorlar,” diye düşündü. Prokris’in karşısına çıkarıldığı zaman sevinci daha da arttı. Karısı, kocasının yokluğundan ötürü öyle üzgün, öyle üzgündü ki… Kepha’os, neredeyse kendini tutamayıp kim olduğunu söyleyecekti: ama Aurora’nın alaycı sözleri geldi akima, Prokris’e yakınlık göstermeye başladı. “Ne kadar güzelsiniz.” dedi kadına. “Kocanız uzaklarda kim bilir kiminle sevişirken siz burada tek başınıza solup gidiyorsunuz.”
Prokrİs, ağırbaşlı davranışını sürdürdü, karşısındaki yabancıya yüz vermedi. “Ben kocama bağlıyım,” dedi, “o nerede olursa olsun, ben ondan başkasını sevemem.”
Birkaç gün sonra, kılık değiştirmiş Kephalos’un üstelemelerine dayanamayarak bir an duraklayıverdi. Bu duraklama Kephalos İçin yetti de arttı bile. “Utanmaz kadın!” diye bağırdı. “Bak, işte ben senin koçanım! Beni aldatmaya kalkarsın ha? Kendi gözlerimle gördüm!” Aslında gördüğü bir şey yoktu ya, neyse…
Prokris, uğradığı bu haksızlığa dayanamayarak evden kaçtı. Sevgisi, ansızın nefrete dönüvermişti. Kocasına da, bütün erkeklere de lanet ederek dağlara çıktı. Yalnız başına yaşayacaktı artık.
Çok geçmedi, Kephalos suçunu anladı; karısının izini aradı bir süre. Sonunda Prokris’i saklandığı yerde bularak bağışlamasını diledi. Kocasını hemen bağışlamadı Prokris, ama sonunda onunla yeniden aynı evde oturmaya boyun eğdi.
Karı-koca, eskisi gibi, mutluluk içinde yasamaya, başladılar. Gece gündüz birlikteydiler. Zaman zaman da ava çıkıyorlardı. Prokris, kocasına, nereye fırlatılırsa gidip oraya saplanan bir mızrak armağan etmişti.
Bir gün, yine ava gitmişlerdi. Karı-koca, ağaçların arasında ayrıldılar. Kephalos, çevresini gözetlerken biraz ilerisindeki bir çalılığın kıpırdadığını gördü. Karısının verdiği mızrağı çalılığa fırlattı hemen. Hayvan yerine, bağırarak bir kadın yığıldı otların arasına. Bu kadın, Prokris’te ölmüştü.
0 notes
sanalmuze-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Mitoloji Soyları Thebai Soyundan Oidipus
Kadmos’un üçüncü göbekten torunu olan Thebai kralı Laios, akrabalarından İokaste ile evliydi. Onların egemenliği süresince, Apollon’un Delphoi’deki tapmağı büyük bir önem kazanmıştı. Doğruluk tanrısıydı Apollon, bakıcılarının her dediği çıkardı. Ama kral Laios, kendisinin bir gün oğlu tarafından öldürüleceğini öğrenince, kadere meydan okumaya karar verdi. Yeni doğan çocuğunu, ayaklarını sıkı sıkı bağlattıktan sonra, ölmesi için ıssız bir tepeye bıraktı. Artık korkmuyordu, geleceği tanrılardan daha iyi bildiğine inanıyordu. Neyse ki, sersemliği yüzüne vurulmadı. Kendisine saldıran adamın bir yabancı olduğunu sandı. Ne bilsin Apollon’un doğru söylediğini?
Can verdiği zaman evinden uzaklardaydı Laios. Yanındaki nöbetçilerle birlikte, haydutlar tarafından öldürüldüğü haberi saraya ulaştırıldı. Pek üstünde durulmadı bu olayın. Thebai o günlerde büyük bir tehlike içindeydi. Gövdesi, uçan bir aslanın gövdesine benziyen, kadın göğüslü, kadın yüzlü Sphinks adlı korkunç bir canavar, ortalığı kasıp kavuruyordu. Şehre giden bütün yollan tutmuştu. Elene her geçirdiğine bir bilmece soruyor, bilirse bırakacağını söylüyordu. Ama kimse bilemiyordu bilmeceyi. Korkunç yaratık, sayısız insanı silip süpürdü, şehri öyle bir kuşattı ki, kimse dışarı çıkamaz oldu; açlık baş gösterdi. Thebai’nin yedi büyük yapısı, şehirlilerin üstüne kapandı.
İşler bu durumdayken yiğit, akıllı bir yabancı geldi şehre; adı Oidipus’du. Ülkesi Korinthos’u, babası kral Polybosü bırakıp buralara kadar gelmişti. Apollonün bakıcısı, bir gün kendi babasını öldüreceğini söylemişti ona. O da kral Laios gibi kadere karşı koymak istemiş, bir daha görmemecesine ayrılmıştı Polybos’tan. Tek başına dolaşırken yolu Thebai’ye düşmüş, olanları duymuştu. Yersiz yurtsuz, arkadaşı olmayan bir adamdı. Sphinks’in sırrını çözmeyi aklına koydu. Canavarın bulunduğu yere gitti.
“Söyle bakalım/’ dedi Sphinks, “sabahleyin dört, öğleyin iki, akşamleyin de üçayaklı olan yaratık kimdir?”
Oidipus, “însan,” diye karşılık verdi. “Çocukken elleriyle, ayaklarıyla emekler; büyüdüğü zaman dimdik yürür; ihtiyarlayınca da bir değneğe dayanır.”
Cevap doğruydu. Sphinks dayanamayarak kendini öldürdü. Neden öldürdüğü bir türlü anlaşılamadı; ama öldürmüştü ya… Thebai’liler, kurtarıcılarını kıral yapıp eski kralları Laios’un karısı Iokaste ile evlendirdiler. Galiba Apollon yanılmıştı bu kere.
Kralla kraliçenin iki oğlu büyüyüp de birer delikanlı oldukları zaman, Thebai veba salgınına uğradı. Kıtlık da baş-gösterdl üstelik. Hastalıktan kurtulanlar, açlığın pençesine düşüyorlardı. Oidipus herkesten çok üzülüyordu bu duruma. O, kendini halkın babası gibi görüyordu. Bütün bu ölenler onun çocuklarıydı. Iokaste’nin kardeşi Kreon’u Delphoi’ye yolladı; tanrıdan yardım dilemesini söyledi ona.
Kreon iyi haberlerle döndü. Vebanın bir şartla duracağını söylemişti Apollon: kral Laios’u öldürenler cezalandırılmalıydı.
Aradan çok zaman geçmişti; yine de suçlular bulunabilirdi. Oidipus öyle sevindi ki, Kreon’un getirdiği haberi herkese duyurdu. Bu meseleyi çözmekte kararlıydı. Thebai’nin en saygıdeğer kişilerinden, ihtiyar, kör bakıcı Teiresias’a haber saldı. Suçluları o bulabilir miydi acaba? “Tanrıların aşkı için,” diye yalvardı Oidipus, “eğer biliyorsan söyle.” “Sersemler,” dedi Teiresias; “hepiniz sersemsiniz. Cevap vermeyeceğim.” Ama Oidipus onun da bu cinayette parmağı olduğunu, bu yüzden konuşmadığını söyleyecek kadar ileri gidince, bakıcı büyük bir öfkeye kapıldı, söylemek istemediği sözler ağır ağır döküldü dudaklarından
“Aradığın suçlu kendinsin.”
Oidipus, ihtiyarın çıldırdığını sanıp onu kovdu, gözüne görünmemesini buyurdu bir daha.
Iokaste de inanmamıştı bu sözlere. “Bakıcılar öyle her şeyi bilmezler,” dedi.
Sonra kocasına, Delphoi’deki bak��cının dediklerini anlattı buna engel olmak için kendi çocuklarını nasıl öldürttüklerinden söz açtı. “Zaten Laios’u, Delphoi’ye giden üç yolun birleştiği yerde haydutlar öldürmüştü,” dedi.
Oidipus, tuhaf bir bakışla süzdü karısını. Yavaşça, “Ne zaman oldu bu?” diye sordu.
“Sen Thebai’ye gelmeden az önce,” dedi Iokaste.
‘“Kaç kişi vardı kiralın yanında?”
“Hepsi beş kişiydiler, öldürüldüler. İçlerinden yalnız birisi, sağ.”
“O adamla konuşmalıyım,” dedi Oidipus. “Söyle, çağırsınlar.”
“Çağırtayım,” dedi Iokaste; “yalnız aklından neler geçiyor, bilmek istiyorum.”
“öğreneceksin,” diye mırıldandı Oidipus. “Buraya gelme den önce, birisi, Polybos’un öz oğlu olmadığımı söylemişti bana. Ben de Delphoîe’ye gittim. Tanrı bu konuda konuşmadı. Yalnız korkunç şeyler söyledi… Babamı öldüreceğimi, annemle evleneceğimi, herkesin yüzlerine bile bakmaktan çekineceği çocuklarım olacağım söyledi. Korinthos’a dönmedim bir daha. Delphoi’den ayrılırken, üç yolun kavuştuğu yerde karşıma bir adam çıktı. Yanında da dört nöbetçi vardı. Beni yolumdan çevirmeye çalıştı, başıma elindeki değnekle vurdu. Ben de kızıp onları öldürdüm. Sakın o adam Laios olmasın?”
“Ama sağ kalan nöbetçi, ‘Karşımıza haydutlar çıktı,* demişti.
Onlar böyle konuşurlarken, Apollon’un yanılabileceği iyice anlaşıldı. Korinthos’dan gelen bir haberci, Polybos’un öldüğünü haber verdi Oidipus’a.
“İşte,” diye haykırdı Iokaste, “tanrının söyledikleri yanlış değilmiş de neymiş? Adamcağızı oğlu öldürmedi ki”
Haberci bilgiç bilgiç gülümseyerek, “Ey kral,” dedi, “sen babanı öldürürsün diye mi kaçtın Korinthos’dan? Öyleyse yanılmışsın. Korkacak bir şey yoktu. Polybos’un öz oğlu değildin ki sen. O, kendi oğlu gibi sevdi seni, büyüttü; ama seni ona ben vermiştim.”
“Nerede bulmuştun beni?’’ diye sordu Oidipus. “Annemle babam kim?”
“Bilmiyorum,” diye cevap verdi haberci, “bir çoban vermişti seni bana. Laios’un uşaklarından biri.”
Iokaste bembeyaz olmuştu. “Bu adamın söylediklerine ne bakıyorsun?” diye bağırdı. “Ne önemi var dediklerinin?’’
Sesi öyle öfkeliydi ki, Oidipus onun ne demek istediğini anlayamadı. “Babamla annemin kim olduklarının önemi yok mu?” diye sordu.
“Tanrılar aşkı için sus artık,” dedi kraliçe, “çektiğim yeter.” Sonra hıçkırarak saraya doğru koştu.
O sırada ihtiyar bir adam geldi Oidipus’un yanma. İhtiyarla haberci garip bakışlarla birbirlerini süzdüler. “İşte bu adam, kıralım” diye haykırdı haberci. “Seni bana veren çoban bu.”
Oidipus, “Ya sen bu adamı tanıyor musun?” diye sordu ihtiyara.
İhtiyar karşılık vermedi; ama haberci durmadan üsteliyordu. “Nasıl hatırlamazsın?” diyordu. “Hani bir çocuk vermiştin bana. O çocuk bu kral işte.”’
  “Lanet olsun,” diye mırıldandı ihtiyar. “Sus artık.”
Oidipus kızmıştı. “Ne?” dedi, “öğrenmek istediğim şeyi benden gizlemek için onunla işbirliği yapıyorsun, ha? Ben seni konuşturmasını bilirim.”
“N’olur bir şey yapmayın bana,” diye inledi ihtiyar. “Evet, seni ona ben verdim; ama tanrılar aşkı için başka soru sormayın.”
“Beni nerede buldun diyorum, sana!”
İhtiyar, “Karma sor,” diye haykırdı. “O anlatsın.”
“Beni sana o mu verdi?” dedi Oidipus.
“Evet, evet,” diye inledi ihtiyar. “Seni öldürmemi söylemişlerdi. Bakıcılara göre…”
“Babamı, öldüreceğimi mi söylemiş bakıcılar?”
İhtiyar, “Evet,” diye söylendi,, “öyle demişler.”
Acı bir çığlık attı kral. Sonunda gerçeği anlamıştı. “Hepsi doğruymuş! Aydınlığım karanlığa dönecek şimdi. Lânetlendim!”
Babasını öldürmüş, öz annesiyle evlenmişti bir kere. Ne kendisi, ne karısı, ne de çocukları için hiç umut kalmamıştı. Hepsi lânetlenmişlerdi.
Sarayda deli gibi annesini aradı Oidipus. Odasında buldu onu. Gerçeği anlayınca Iokaste, kendini öldürmüştü. Onun yanında durdu Oidipus, aydınlığını karanlığa çevirdi: kendi elleriyle gözlerini çıkardı. Körlüğün kara dünyası, sığınabileceği bir yerdi hiç olmazsa. Bir zamanlar o kadar parlak olan dünyayı utanç dolu gözleriyle görmeyecekti artık.
0 notes
sanalmuze-blog · 8 years
Text
Arion, Aristaios, Aurora ile Tithonos ve Biton ile Kleobis
Arion’un İsa’dan önce 700 yıllarında yaşamış bir şair olduğu da ileri sürülür. İster yaşamış, ister yaşamamış olsun, Arion’un ölümden kurtuluşu mitologyada eşine rastlanan öykülere benzer.
Arion bir musiki yarışmasına katılmak üzere Korinthos’dan Sicilya’ya gitmişti. Çalgı çalmadaki ustalığını gösterdi yarışmada ortaya konan ödülü kazandı. Korinthos’a dönerken gemideki denizciler onu öldürmek istediler. Onların bu tasarısı Arion’un düşüne girmişti. Olacakları tanrı Apollon kendisine bildirmiş, kurtulmak için bir yol göstermişti. Gemiciler kendisine saldırdıkları zaman, ölmeden önce çalgı çalıp bir şarkı söylemek isteğini kabul ettiler. Şarkısının sonunda denize atladı Arion, çalgının sesiyle oraya gelmiş olan yunus balıklarına binerek karaya çıktı.
Aristaios
Tanrı Apollon ile su nymphesi Kyrene’nin oğlu olan Aristaios arıcıydı. Bütün anları ölüverdi bir gün; Aristaios da, arılanm yeniden diriltmesi için annesine başvurdu. Annesi, “Deniz tanrılarından Proteus’a gidersin,” dedi, “akıllı biridir Proteus. Arılarına kavuşmanın yolunu öğretir sana. Ama daha önce onu yakalayıp sımsıkı bağlamaksın. Menelaos. Troia’dan dönerken tanrıyla boğuşup bağlamıştı onu. Yolda başına gelecekleri ondan öğrenmişti. Şunu unutma, Proteus’u bağlamak kolay değildir. Durmadan kılık değiştirir deniz tanrısı.”
Aristaios, annesinin sözünü dinliyerek Pharos adasına gitti. Orada sımsıkı yakaladı Proteus’u. Proteus durmadan kılık değiştirdi, ama sonunda yorulup kendini Aristaios’un ellerine bıraktı. Aristaios, “Arılarıma nasıl kavuşabilirim?” diye sordu.
Proteus. “Birkaç hayvan kurban et tanrılara,” dedi. “Hayvanların ölülerini dokuz gün kesildikleri yerde bırak. Dokuzuncu günün sonunda git bak, ne göreceksin.”
Aristaios, Proteus’un dediğini yaptı. Dokuzuncu günün sonunda, hayvanların kesildiği yere gitti. Binlerce arı buldu orada. Bu olaydan sonra arıları bir daha ölmedi.
Aurora ile Tithonos
Aurora ile Tithonos’un öykülerine tliada’da değinilir: Tartanlarla, ölümlüleri ışığa kavuşturmak için Gül parmaklı tanrıça, Şafak, kalkıyor Soylu Tithonoa’la yattığı yataktan.
Şafak tanrıçası Aurora. Tithonos’un karısı, Habeş kıralı Memnon’un da annesiydi. Oğlu Memnon, Troia savaşında öldürülmüştü. Tithonos’a gelince, zavallı adamcağızın başına olmadık şeyler gelmişti. Aurora, bir ölümlü olan kocasının ölümsüzlüğe kavuşturulmasını istemişti Zeus’tan. Tanrılar tanrısı onun bu dileğini yerine getirerek, kocasına ölümsüzlük vermişti. Ama Şafak tanrıçası, ölümsüzlükle birlikte gençlik de istemeyi unuttuğu için Tithonos günden güne kocamış, zayıflamış, halsiz düşmüştü. Buna dayanamayan adamcağız, öldürülmesini istedi tanrılardan. Ama ölümsüz olmuştu bir kere, artık ölemezdi. Durmadan yaşlanıp öylece yaşayacaktı.
Kocasına acıyan Aurora, bir odaya kapadı onu. Tithonos orada sabahtan akşama kadar kendi kendine konuşarak yaşardı gitti. Bazı yazarlara bakılırsa, Tithonos gittikçe küçülmüş. Aurora da onu cırcır böceği haline getirivermiştir.
Biton ile Kleobis
Biton ile Kleobis, Hera’nın rahibelerinden Kydippe’nin oğullarıydı. Bir gün Kydippe, ünlü yontucu yaşlı Polyklitos’-un yapıp Argos’a diktiği Hera heykelini görmek istedi. Çok uzaktaydı Argos, oraya gidilse ancak arabayla gidilebilirdi. Araba vardı; ama ne at ne de öküz bulabildiler. Biton ile Kleobis, annelerine, “Biz götürürüz seni,” diyerek kendilerini arabaya koştular.
O tozda, toprakta, o kavurucu sıcakta Argos’a kadar çektiler arabacı. Hera’nın heykelinin yanma vardıkları zaman ikisi de yorgunluktan bitmişti. Anneleri inip tanrıçanın heykeli önünde diz çöktü. “Hera” dedi, “ne olursun, oğullarıma en iyi armağanını bağışla.”
Kydippe’rtin yakarması biter bitmez Biton ile Kleobis yere yığılı verdiler. Gören uykuda sanırdı onları; gülümsüyorlardı. Eğilip baktılar: ikisi de ölmüştü.
0 notes
sanalmuze-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
İlk Kahraman Tanrılardan Europa
Zeus’la sevişmesi yüzünden adı coğrafyaya geçen tek kadın Io değildir; Europa’nın ünü daha da yaygındır. Io’nun yıllarca, acı çekmesine karşılık Europa, bir boğa sırtında denizler aşıvermenin yarattığı birkaç saniyelik şaşkınlık ve korku bir yana bırakılırsa, hiç üzülmemiştir denebilir. Europa’nın Zeus’la seviştiği sıralarda Hera nerelerdeydi, bilinmiyor. Bilinen bir şey yar: Tanrılar tanrısı, gamsız tasasız, gönlü ne dilerse onu yapıyordu.
Zeus bir ilkbahar sabahı gökteki sarayında oturmuş, tembel tembel yeryüzünü gözetliyordu. Gözleri, ansızın, kendisi için çok ilgi çekici bir yaratığa ilişti. Güzel Europa, uykudan uyanmış, gördüğü düşü yorumlamaya çalışıyordu. İki kıta, kadın kılığında, kendisini paylaşmak istemişlerdi düşünde. Europa’yı doğurduğunu ileri süren Asya, onu kendisi almak istemişti, öteki kıta ise, Zeus’un Europa’yı kendisine verdiğini söylemişti.
Gördüğü bu garip düşü yorumlayamadı Europa; kendi yaşındaki kız arkadaşlarını topladı; deniz kıyısındaki çiçek tarlasına gittiler. Orada oyunlar oynarlar, sepetlerini çiçeklerle doldururlardı. Hepsi de bilirdi ki, en güzel sepet Europa’nın sepetidir. Hephaistos yapmıştı sepeti. Üstünde îo’nun öyküsü, inek oluşu, Argos’un Öldürülüşü, sonra Zeus’un io’yu; yeniden kadın kılığına sokuşu çiziliydi.
Yalnız sepetler mi, içlerini dolduran çiçekler de ne kadar güzeldi… Nerkisler, sümbüller, menekşeler, kırmızı yaban gülleri. Aşk tanrıçası, Kharit’lerin arasında nasıl ışıldarsa, Europa da yaşıtları arasında Öyle ışıldıyordu.
Zeus onu görünce dayanamadı. Zaten Aşk tanrıçası Aphrodite, oğlu Eros’a söylemiş, o da oklarından birini Zeus’un kalbine saklamıştı. Hera uzaklardaydı o sırada; ama Zeus yine de ne olur ne olmaz diye korktu. Bir boğa kılığına girdi. Koyu kahverengi, kaşları yerinde gümüş yaylar çizili, boynuzları yeni ayın görünüşüne benzeyen güzel, çekici bir boğa olup çıktı. Çiçek toplayan kızların arasına indi. Yaşıtları gibi, Europa da boğayı görünce dayanamayıp yanma geldi. Onu sevdi, okşadı.
Hemen eğildi bağa. Sanki Europa’nın, ‘sırama binmesini ister gibiydi. Sırtına bindirip gezdirecek bizi öyle tatlı, öyle güzel bir boğa ki bu, Hiç boğaya benzemiyor, iyi bir insan gibi, Yalnız konuşamıyor.
Europa, gülümseyerek, boğanın sırtına oturdu. Ötekilerin de binmesine fırsat vermedi Zeus; fırlattığı yıldırımların hıfzıyla denize daldı. O ilerledikçe dalgalar iki yana açılıyordu. Yanlarında, önlerinde, arkalarında garip deniz tanrıları Nereidler, borularını öttürerek Tritonlar ve Zeus’un kardeşi f Po-‘ seidon gidiyordu.
Sulardan, gördüğü yaratıklardan korkan Europa, düşünmek için bir eliyle boğanın kocaman boynuzunu tutarken, öteki eliyle de ıslanmasın diye mor eteğini topluyordu. “Bu boğa, olsa olsa bir tanrıdır,” diye düşünüyordu. Sonunda dayanamadı; kendisini ıssız bir yerde tek başına bırakmaması için boğaya yalvardı. Boğa; cevap vererek kendisinin ‘tanrılar, tanrısı Zeus olduğunu, ona tutulduğunu, Girit adasına gittiklerini söyledi.
Bir süre sonra Girit’e ayakbastılar, Orada Mevsimler karşıladı kendilerini, Seviştiler; çocukları oldu. Europa’nın oğullarından ikisi, Minos Ve Rhadamahthys, yeryüzünde öyle tarafsız davrandılar ki, ölümlerinden sonra ölüler ülkesine yargıç yapıldılar. Ama Europa, mitologyada oğullarından daha önemli bir yer tutar.
0 notes