Bir ‘Devlet Şairi’ Olarak Yahya Kemal
Ece Ayhan’ın Gergedan Dergisi’nin Nisan 1987 yılı 2.sayısındaki Yahya Kemal hakkındaki yazısı.
İstanbul. Sabahları sarı, akşamları nefti tramvaylarla Beyoğlu-Şehzadebaşı arasında geçen ortaokul dönemi. 1944-1948 yıllarından şunları anımsıyorum, anımsarım:
Bizim yeniyetmeliğimizde, Zeyrek Orta’da yaşlı hocalar ya da papağan genç öğretmenlerin Yahya Kemal’i çok beğenmelerine belki de olağan bir tepki olarak biz öğrencilerce, başka okullarda okuyan parasız yatılılarca, karşımızdaki Vefa Lisesi’nin arkasındaki yurtta kalan gençlerce pek sevilmezdi.
Benim delikanlılığımda da Yahya Kemal’in şiirinde ‘çağdaşlık’ adına herhangi bir açılış, açılma yoktu, görülmemiştir.
(Sonraları) Memet Fuat 1985′te yayınladığı ve bize biraz tuhaf ve aykırı gelmiş Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi’nin Giriş bölümünde şunlar yazacaktır:
“Nedim’de, Şeyh Galip’de, Yahya Kemal’de, Haşim’de çağdaş şiirin bazı özellikleri, belli oranlarda bulunsa da ‘yolu açmış’ olmanın ötesine geçtiklerini söylemek kolay değildir; çağdaş şairler oldukları ileri sürülemez. Ne var ki bu durum onların çağdaş Türk şiirinin oluşmasındaki etkilerini yok etmiyor, kendileri ‘çağdaş’ olmasalar da arkalarından gelenlere çağdaşlaşmaya dönük pek çok şey bıraktıkları yadsınamaz.”
Yahya Kemal bizim kafamızda, haritada yerli yerine ve belirli bir tarih içine ve özellikle bizim gözümüzde şiir tarihine oturtulması 1958′den, “Aykırı Şiir” akımının çıkışından sonradır. Hatta yavaş yavaş, sonradır bence.
Elbet, Yahya Kemal’in aruz ve koşuk alanında dikkatli olduğun; Rabia Hatun’un gerçekte eteğini kaldırıp erkek olduğunu anlayanın ilk o olduğunu; -Abdülbaki Gölpınarlı’ının deyişle - “Eyüp Sultan’da cumhur... bilmem nesi” yaptıklarını (’orgie’); zaten aruzla yazdığı için bir ses olduğunu söylenince “evkaf nezareti (bir aruz kalıbının bir tef’ilesi, parçasıdır) şiir midir?” diyerek kızdığını; “esas edebiyat nesirdir” dediğini duyuyor, işitiyorduk. Yoksa biz Beyoğlu’nda oturanlarca Park Otel ve Abdullah Efendi Lokantası iki adımlık yerdi.
Doğrusu ya, Yahya Kemal yalnızca bir ‘devlet şairi’ değil, aynı zamanda dört dörtlük bir ‘iktidar şairi’ydi de (nasıl Aşık Veysel ‘halk' değil de ‘halkevi şairi’ ise)
Bunu, kendisinin bütün ömrünce’ümran’ görmesine; İmparatorluk ve Cümhuriyet gibi (iki gümüş kaşık gibi iç içe ve arka arkayadırlar) iki cihanda da el üstünde tutulmasına; devlet ve ‘fırka’ katlarında hiç gülmeyen, badem bıyıklı ve saçları alabros traşlı adamların söz birliği etmişcesine Yahya Kemal’in hem övmelerine bakarak söylemiyorum, hayır.
Gerçekte bir bakıma hem şiiri, yazısı ve hem dünya görüşü olarak tam da bir Jön Türk’tür; bu anlayışı 1958′de ölünceye kadar Cümhuriyet’te de sürdürmüştür.
Biliyorsunuz bugün (1987) de Jön Türkler yani ‘laikler’ nereden bakarsanız bakın iktidardadırlar. (’İktidar’ı burada sizlerin düşündüğünüz gibi ‘hükümet’ anlamında almıyorum, almam da). Olup bitenler hep bence tavlada katanaların tepişmesidir genelde. Biraz daha açarsak; bizde laikler gizli dindardır, dindarlar da gizli laik! Özellikle, birinci elden ve doğrudan doğruya iktidardaysanız, hükümetteyseniz ayrıca zorunludur da bu. Zorundasınızdır!
Ona devlet töreni yapılmasın da kime yapılsın ki. Çünkü Yahya Kemal ideolojik olarak da en başlangıcından bu yana hiçbir yere ve yana kıpırdamamıştır. Taş gibi. Yatağında durur.
18 Şubat 1982′de bir yazımda şunu diyordum:
“...Yahya Kemal, İstanbul’da eski Park Otel’de köşesinde “Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet) kokmadı mı acaba?” diyedir düşünmüştür ölünceye dek. (Maltepe ile Gebze arasında bir yerde ölüşüyle , cenazesinin İstanbul’a getirilişi arasında 12 gün vardır çünkü). Oysa sepicilik, Osmanlılarda en gelişmiş ‘zenaatlar’dan biri değil miydi? değil midir? bir çeşit ‘mumyalama’.”
1986′da başka bir yazımda da;
“Şimdilerde, genç kuşaklarca, nedense tersten dahi ele alınmayan Yahya Kemal; hepimiz biliriz ki, son yıllarını Ayaspaşa’da Park Otel’de geçirmiştir. Şair, benim aklımda; yazın balkonda, kışın da canlı lokantada oturup (özel bir deyişe göre Şehzade Adaaları’na, mülki taksimata göre de) Adalar’a, Marmara’ya bakarken ve Fatih Sultan Mehmet’in 1481′de nereye olduğu kestirilemez son seferindeki (Asya’dan kalma bir alışkanlıkla, Karşıdakiler berkitmeler yapmasınlar ve önlem almasınlar için hem gidilecek yol, hem güdülen amaç saklanır) ölümünü (ve bu arada kendi ölümünü de) düşünürken kalmıştır. Adetâ donmuş bir fotoğraf gibi...
..1912′den 1958′e kadar ‘devlet şairi’ sayılan Yahya Kemal, aynı zamanda ‘tarihsel bir boşluk’ oluşturan, otağ içinde geçen bu 12 gün boyunca “Acaba Fatih kokmadı mı?” sorusunu ömrünce düşünüp durmuştur.
..Kaygılanmasın, gerçekte ve kesinlikle Fatih kokmamıştır! İçi temizlenmiş, tuzlanmış ve baharat dökülmüştür. Kök olarak hayvancı bir aşiretten gelen Osmanlılar serpiciliği, deri tabaklamasını (yani bir çeşit ‘mumyalama’) çok iyi biliyorlardı.
Böyle bir soruyu kafasında çözemeyişi gibi, yakın çevresindekilerin de çözemeyişi ilginç ve anlamlıdır; ve bu ‘topluluk’un küçük bir göstergesi de olabilir.
..Bence devlet felsefesini, dolantıları ve fıkraları bilmek değil de belirli bir kültürün içinde oturmak önemlidir. Önemli.”
Evet, evet Osmanlılar her şeyden ve hepsinden önce ve her zaman ‘kışla’ kurmasını da çok iyi bilirler, becerirler ve becermişlerdir. Bütün Doğu nobranlık ve despotluk tarihi ayrıntılarıyla şunu gösterir.
Çok geniş anlamda da olsa, bir gün, ‘çağdaş’ Türk şiir tarihi Ahmet Haşim’le değil, Yahya Kemal’le başlatılacaktır. 1912′ye kadarki şiirde egemen olan gülünç Mınakyan biçeminin onunla bir yana bırakıldığı unutulmasın, unutmayın. Sonra şiiri boş vakitlerin bir değerlendirmesi olarak değil de (bunu yapanlara ben ‘pazar şairleri’ diyorum) bir ‘meslek’ olarak benimseyenlerin de bir bakıma ilkidir de.
**
1959′da Sermet Muhtar Alus adlı bir hoca ‘Yahya Kemal’le Sohbetler’ adlı kitabını yayınlamıştı. Kalın çizgilerle de olsa ben Yahya Kemal’i tarihle, Osmanlı tarihiyle uğraşan ilk şair olarak da bellemiştim, belliyordum o zamana kadar. Kitabı okuyunca Yahya Kemal’in tarih ve Osmanlı tarihini bildiği üzre bende derin kuşkular uyandırmıştı.
Doğrusu ya, Yahya Kemal’in çok sayıda tarihsel fıkra bildiği gerçekti, karşısındakilerin ve çevresindekilerin ise az sayıda bildiği.
Yine de ikircikliydim. İkirciliklikte de ikircikliydim.
Tarih 1985. ‘Toplum ve Bilim’ dergisinde Murat Belge’nin ‘Yahya Kemal ve Siyaset Geleneği’ başlıklı ilginç ve beklenmedik yazısını okuyunca iş değişti. Biraz değiştim.
‘Siyasi Hikayeler’i bulup okudum. Ama Yahya Kemal’in kitabında bana göre yalnız devlet katlarında bulunan adamla değil (günümüzdeki) yalın insan ilişkileri de, korkunç dolantılar da, çevrilen her türlü oyunlar da ve döndürülen dolaplar da, ölü soygunculukları.. da anlatılıyordu, açıklanıyordu. Ben bunları 1987′ye kolaylıkla taşıyabiliyordum.
Murat Belge anlaşılır ve tehlikesiz nedenle hikayelerin yalnız siyasal yanını ele almıştı. Nasıl olsa kimse üzerine almayacaktır: “.. kumpaslar, şaşırtmacalar ve bunları noktalayan şiddet tasarrufları”.. “Türk aydınının politik analiz yöntemi ‘karşı tarafın’ komplolarını deşifre etmekle eş anlamlıdır..”,”..bu ülkede faşist bir hareket çıkıyorsa bunun toplumda gerçek bir nedeni olduğu için çıkıyordu..” gibi.
Konumu ne olursa olsun belirli bir anlamda ‘sıkıca’ bir şair olduğu için bence türlü insan ilişkilerinde şunları da (sözgelimi) saptayabiliyordu:
“Sesi kısılmış gibi mahzun bir sesle”;
“.. eğer.. sükûn devam ederse, yahut sükuttan başka bir bahse geçerse izzet-i nefsimde nasıl bir yara açılacağını tahmin ediyordum. Bu iki dakikalık sükut sürerken çok müzdariptim, çok müzdariptim.”;
Ve “Devlet, uysal ve uslu bendeler ister.”
Beni yine temelde bir tek şey, yani bir devlet tasarımı ilgilendirdi, ilgilendirmiştir. Toplum ve Bilim’de Murat Belge, “bilgisi olma ihtimali onu öldürtmeye yetecektir.” diyordu.
0 notes
Marsyas ve Apollon
Frigyalılar, Anadolu’da yaşamış çok önemli bir medeniyettir. Gerek toplumsal yapısıyla, gerek insanlığa kazandırdıklarıyla tarihte hatra değer bir yer sahibi olmuşlardır. Efsaneye göre bir Frigli olan Marsyas kamışa yedi delik açarak bir düdük icat etmiştir. Bugüne bugün bu icat halen birçok kültürde kullanılan üflemeli çalgıların atası sayılabilir.
Marsyas, düdüğü sadece icat etmekle kalmamış, bulduğu her fırsatta çaldığından kısa zamanda ününü Kral Midas’tan bir tanrı olan Apollon'a kadar yaymayı başarmıştır. Güzel sanatların ve müziğin tanrısı olan Apollon müziğe çok düşkündür ve meşhur üç telli lirini çalmakta da çok ustadır.
Bir gün Tanrı Apollon, Marsyas'in bu artan şöhretini kıskanmış olacak ki onu güzel sanatların koruyucusu olarak bilinen dokuz peri kızının ve Kral Midas’ın jürisi olduğu yarışmaya davet etmiştir. Her iki yarışmacı da harikalar çıkarmıştır; fakat Midas’ın gönlü kendi vatandaşı olan Marsyas’tan yana kayınca Apollon çok kızar.
Öfkeden gözü dönen Apollon’un intikamı acı olur. Kral Midas’ın kulaklarının iyi işitmediğini ve insan kulaklarını haketmediğini söyleyerek onları eşek kulağına çevirir. Ama Midas’a yapılanlar Marsyas’a yapılanların yanında solda sıfır kalır.
Apollon, genç Frigli Marsyas’ın derisini yüzer ve bir ağaca davul gibi gerer.
Efsaneye göre işte bu nedenden ötürüdür ki Anadolu’da ne zaman bir kaval, flüt ya da klarnet çalsa ötelerden davul sesi de duyulur.
Bu yüzdendir ki davulun sesi hep bir acı gelir insana.
19 notes
·
View notes