Tumgik
bahceistanbul-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Süleyman Beye Hiç Böyle Soru Sorulur Mu?
Ellemeyin gayrı şu Süleyman Beyi yahu! Üstüne üstüne gitmenin ne âlemi var? Süleyman Bey bu! İşine gelince devlet arşivine sığınır, işine gelince de devlet arşivine “mevhum” der, çıkar… Bunca yılın Süleyman Beyini biz mi değiştireceğiz. Kırk yıllık Kani hiç olur mu Yani? Laf işte!
Yıl 1970… Devri Süleyman… ‘İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu… Hani güya kanal açtırıp Deniz Gezmiş’i ağa düşüren meşhur Eminönü Kaymakamı… İçişleri Bakanlığına bağlı -Emniyet Genel Müdürlüğünün Önemli İşler Müdürlüğü bir rapor hazırlar. Bu rapor, ülkede cirit atan siyasal akımları ve eylemleri anlatmaktadır. Nasyonal sosyalizm bölümü de MHP’nin faaliyetlerini ve komando kamplarını kapsamaktadır. İşte bu rapor, kendi İçişleri Bakanı Menteşeoğlu’nun imzasıyla Başbakan Demirel’e gönderilmiştir.
Şimdi bu raporun hesabını Demirel’e soruyorlar… Önce “Bu rapor mevhumdur” diyor. Gösteriyorlar, “Ooooo, böyle kâğıtlara ne raporlar yazılır” diyor.
Fotokopisini veriyorlar, “Bunun düzmece olmadığını kimse iddia edemez” diyor. Var mı daha başka türlüsü, ya da çeşitlisi…
Adam aklına koymuş bir kez; Böyle bir raporu tanımayacak. Ne âlemi var üstüne gitmenin… Hem ne zamanki rapor? Sekiz yıl önceki rapor! Çarp 365’i 8’le, eder 2920 gün…
Süleyman Bey, dünü hatırlamaz, sen kalkıp 2920 gün önceki rapordan söz ediyorsun. İnsaf be kardeşim, sizde hiç insaf yok mu?
“Dün dündür, bugün bugündür” diyen adama iki bin küsür gün önceki rapor sorulur mu?
Süleyman Beydir bu… Siz istediğiniz kadar mangal tahtası deyin, o lafı evirip çevirip bayram haftasına getirir. Cumhurbaşkanı seçimlerini ne çabuk unuttunuz. Süleyman Beye sordular:
“Genelkurmay Başkanı Sancar’la görüştünüz mü?”
“Böyle bir görüşme olmamıştır.”
Ertesi gün Genelkurmay açıklama yaptı:
“Görüşme olmuştur.”
Bizim meslektaşlar, Süleyman Beyi yakaladılar:
“Bu nasıl iş?”
Elcevap:
“Dün dündür, bugün de bugün!”
Süleyman Beyi bilmek lazım, tanımak lazım, ondan sonra soru sormak lazım.
Biz olsak, hiç öyle soru sormazdık. Çünkü ağzımızın payını nasıl alacağımızı bilirdik.
Diyelim ki sorduk:
“Bu rapora ne diyorsunuz?”
“Ecevit, 800 kişinin kanının hesabını versin.”
“Biz, rapor diyoruz…”
“Meşruiyet içinde çare tükenmez, her işin bir çaresi vardır.”
“Beyefendi rapor…”
“Florya motellerinde kurulan hükümetin başı çılgındır.” “Rapor rapor… Süleyman Bey rapor!”
“Onlara gül gibi, gülistan gibi bir memleket teslim ettik.” “Ya rapor…”
“Sosyalist Enternasyonale girmek, kanunlarımıza göre fevkalade suçtur.”
“Gözünün yağını yiyşyim Süleyman Bey, şu rapordan söz et!”
“Bakın ben size bir şey söyleyeyim. Van’daki deprem evlerini biz yaptık. 4090 tane evi ben dağıttım, işte tapuları…”
“Rapor!”
“Bu memlekette tapuyu deldirmeyeceğiz. Doğa Kanununu kim icat etti?”
“Rap…”
“Türk ordusu demokrasiye bağlıdır.”
“Ra…”
“Yaaaa.’. Hükümet olmak kolay mi? Önlesin bakalım şimdi… Bu kanların hesabını ben ondan soracağım.”
Bizim arkadaşlar yine dua etsinler, başlarına bu gelmemiş. Süleyman Beyin iyi tarafına gelmiş de rapor üzerine birkaç laf etmiş.
Bunu da yapardı ha!
Süleyman Bey derler ona…
Sağı, solu hiç belli olmaz.
2 notes · View notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Geçmişten Bir Kesit "İlçe Başkanının Bakana Mektubu"
Bundan böyle Ankara’ya bir işiniz düşerse, MSP İlçe Baş-kanınız Kasım Taşçı’ya başvurmadan yola çıkmayınız…
“Neden!” diye sual ederseniz, hemen cevabını verelim: Derik hangi ilin ilçesidir? Mardin’in değil mi? Şu gün Mardin’in en önemli milletvekili kimdir? MSP’li Fehim Adak değil mi? Niçin önemlidir? Çünkü kendisi halen Bayındırlık Bakanıdır da ondan…
Diyelim ki bir işiniz var. Ankara’ya gittiniz, işiniz takıldı. İnsan seçtiği milletvekiline gidip yardımını rica etmez mi? Eder elbet! Hele bu milletvekili bakan da olursa…
Ama dedik ya, sizin Mardin’in Derik ilçesinden olmanız ve de Bayındırlık Bakanı Fehim Adak’ın sizin’ milletvekiliniz olması yetmez. Önce MSP İlçe Başkanı Kasım Taşçı’dan ruhsat almak gerek! Bu da nereden mi çıktı? Okuyun mektubu görün:
“Sayın Muhterem Hacı Fehim Bayındırlık Bakanı Esselamün Aleyküm Ve Rahmatüllahi Ve Bere-Katühü…”
4.5.1975 pazar gününde ilçemize teşrif buyurduğunuzda bütün ilçe halkının sevinç ve heyecanını bizzat kendiniz görüp müşahede ettiniz. Bunun yanı başında pek tabii ki, sizlerin bir kolunuz olarak Derik’te M.S. Partisi Başkanı ve mensuplarının sizlerin teşrifiniz ve halka hitap ederek halkın takdirini kazanmanızla bizlerin de göğsümüz kabarmıştır.
Allah’ın izin ve müsaadesiyle seçime Derik merkezi ve köyleri ile beraber, reylerin 4/5 i M.S. Partisine verileceğini herkesçe söylenen bir söz olmuştur. Allah sizleri ve bizi hak yolundan ayırmasın. Din kardeşlerimizin bizlere iltihaklarını yüce Tanrı’dan temenni ederiz.
Mühtererce bakanımız ve hacı ağabeyimiz sizlerin de gördüğünüz Derik – Mazıdağı yolunun perişanlığının giderilmesi ve hiç değilse iyi bir onarım yaptırılması için ilgililere emirlerinizi İstirham edeceğim. Tabii ki, yeni proje faaliyete geçinceye kadar emin bir şekilde arabalarımız Diyarbakır’a gitsin ve gelsin. İstiyoruz.
Sizleri fazla rahatsız etmek ve kafanızı yormak istemiyoruz, yalnız şunu sizlerden istirham edeceğiz; Mardin’den ve gerekse Derik’ten size gelip bir şeyler istediklerinde, hemen yardımcı olup işlerini yaptırıyorsunuz. Bizde burada kıymetsiz kalıyoruz. Hiç değilse bilhassa Derikliler geldiklerinde parti başkanlığımızın imzasıyla gelenlerin işinin yapılmasını, zaten ben herkesi size gönderip rahatsız ettirmem onun için hassaten Derik’te partinizin bir kolu olan bizlerin imzasıyla İşlerin takip edilmesi daha iyi olur kanısındayız.
Sizleri daha fazla rahatsız etmek istemiyoruz. Satırlarıma son verirken tekrar tekrar ben ve İlçemiz Tahrirat Kâtibi Ab-dülaziz Uğurlu ayrı ayrı selam eder, müstecap dualarınızı bekler, ellerinizden öperiz. Sîzleri ve bütün Milli Selamet Partili arkadaşlarımızı Allah’a emanet ederiz, Esselamün Aleyküm Ve Rahmatüllahi Veberekatühü”
Şimdi diyeceksiniz ki. Böyle şey olur mu?
Olmaz elbet!
Koskoca cumhuriyet hükümetinin bakanı, ilçe başkanının imzasıyla mı iş görecek?
Görmez elbet!
Hiç çekinmeyin, vurup kapıyı Sayın Bayındırlık Bakanı Hacı Fehim Adak’ın varın huturuna…
Bakın nasıl size yardımcı olacak?
Partili, partisiz, bizden onlardan demeden…
0 notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Türkiye’nin 1970 Yıllarındaki Siyasi Nabzından Bir Enstantane
İşte böyle Süleyman Bey! Meşru zemin İçinde çare istemiyor muydunuz?  İşte bulundu!  «Bir kırmızı oy fazla çıksın!» demiyor muydunuz? İşte 226 da aşıldı, on kırmızı oy da fazla çıktı.
Güle güle Süleyman Bey! 1978’in ilk günlerinde şöyle bir arkanıza dönüp baksanız. Hep kan görürsünüz. Fidan gibi delikanlılar, aslan gibi babayiğitler, gelinlik kızlar ve bilim adamları… Devri iktidarınızda icat ettiğiniz «cephecilik» bizi buraya kadar getirdi.
Nasıl geldik buraya? Hepsini bir bir sıralamanın gereği yok. Şu ilana bir göz atın ve okuyun;
“Beşiktaş Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Bölümünde 3. sınıfta okurken 27.12.1976 pazartesi günü, insanlık dışı bir saldırıda açtıkları yaylım ateşinde ağır yaralanan, kaldırıldığı Etfal Hastanesinde gösterilen bütün ihtimamlara rağmen 31.12.1976 cuma günü 10 Muharremde bizleri acılar içinde bırakarak aramızdan ayrılan sevgilimiz, ruhumuz, canımız, kanımız, medarı iftiharımız özgürlükçü, aydın, yiğit oğlumuz, ALİ NECİP BOZALİOĞLU’nu (26.8.1954)-(?)…”
Mezar taşına resmini oyduk Zalimin zulmüyle acıyla dolduk Annenin yanma kabire koyduk Kime ne de benim yavrum kime ne! Köz düştüğü yeri yakar ele ne!
UNUTMAYACAĞIZ!  Az yaşadı, şerefle öldü. Özgürlük ve vatan uğruna, sadece bu mu?
Bir de İstanbul’un Vali Vekili Burhanettin Ergun’un «yeni yıl mesajını okuyun:
Bilmiyorum basınımız bu sade beyanlarımıza sütunlarında tümüyle yer verebilir mi, ama uzunca da olsa kendilerine hizmet gayreti içinde bulunduğumuz muhterem İstanbul halkının yeni yıllarını en candan dileklerle kutlama heyecanı içinde bulunduğumuzu ifade etmek istiyorum.
Kısa bir dönem için de olsa kıdemli Vali Muavini olarak bana tevcih edilmiş bulunan şerefli İstanbul Valiliği görevini, hizmetin kapsam ve sorumluluğunu bilerek üstlenmekten duyduğum onuru muhterem halkımıza bu vesile ile iletmek ve paylaşmak isterim.
Halkımızın idareden beklemekte bulunduğu meseleler re idarenin yaklaşım tarzını dile getiren ve çok kere müjdeli hizmet haberlerini de içermesi mutat bulunan bu yılbaşı mesajını sadece iyi temennilere inhisar ettirerek halkının hizmet sorumluluğunu taşıyan bir görevlinin yalnız duygularını yansıtmak istiyorum.
Çetin bir yıl geçirdik. Ben de ikisi üniversiteye, biri ortaokula devam eden üç çocuk babasıyım. Çocuklarımın eve dönüş saatlerini anneleri ile heyecanla paylaşarak bekleriz. Özel bir vasıtamız, özel bir korunmamız yok. Halkımızdan bir kişi ve aile olarak sade yaşarız. Halkımızın geniş bir kitlesinin taşıdığı istek, endişe, değerlendirme ve mutluluk duygularından farklı bir dünyamız yok.
Bu dünyanın en büyük dileği gerçekten mutlu olmak için hudutsuz olanaklara sahip bu ülkede, düşmanlık duygularına dönüşecek görüş ayrılıklarının mutlu bir sonuca ulaşmasıdır.
Bu dileğin giderek yaygınlaşması ülkemizin geleceği açısından ümitleri güçlendirir. Ben bu arzuların yaygınlaştığı kanısını taşıyarak yeni yıl için gerçekten umutlanıyorum. Halkımızın güven ve esenliğine atfettiğimiz önem, her türlü hizmet anlayışının da ötesinde üzerinde özenle durulacak bir hizmet konusudur.Muhterem İstanbulluların yeni yıllarını huzur ve güven içinde geçirmeleri dileklerimi tekrarlar, kutlarım.
Sayın Demirel! Uzun lafa ne gerek. Cumartesi günkü sonucun doğruluğunu ispatlamaya sadece bunlar yeter. Bağrı yanık bir baba ve de «devletsin İstanbul’daki en büyük temsilcisi bakın neler diyorlar…
Anlıyor musunuz? Meşru zemin içinde geldiniz, gittiniz ve meşru zemin içinde yine gelebilirsiniz. Ama bir daha böyle gelmeyin!
0 notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Bazıları Sıcak Sever, Bazıları Da MC'yi
Eğer bu hükümetin başına bir hal gelirse, zinhar Süleyman Beyden, Türkeş’ten, Erbakan’dan, şundan bundan bilmeyin. Eğer bu hükümet giderse, bilin ki dostlarının narına yanıp gitmiştir. Hem de hangi dostlarının?
Aklı evvel dostlarının… Önce kontrgerilla ile işe başladılar. Sanki çok gerekmiş gibi, daha ayağının tozunu silmeden hükümeti olmayacak sıkıntılara soktular. O yetmedi… Arkadan Eğitim Enstitülerini getirdiler.
“ille de faşistler dışarı atılmalı!” diyerek binlerce çocuğun sokaklara dökülmesini önerdiler. Hem de tafralarından yanlarına yaklaşılmayarak. “Görülmemiş direniş biçimleri uygularız!”
Bu da yetmedi. Son marifetle ortaya çıktılar. Üniversitedeki katliamı protesto edecekler. Elbette yüreğinde bir zerre insan sevgisi taşıyan, insanlıktan nasibini alan herkes bu katliamı protesto eder. Ama nasıl? Yollar kapatılacak, polisle çatışılacak, çocuklar okullardan çıkarılacak, dersler yapılmayacak… Bunun adı da faşizmi protesto… Bu hükümet faşist mi? Değil!
Hükümet, “Yapmayın bu işi” dememiş mi? Demiş! Hem de Başbakan hem de Milli Eğitim Bakanı televizyonda, radyoda söylemiş…
Ama aklı evvelin aklı bu kadar! Bu ortamda ortalığı karıştırmak kimin işine yarar?
Bedri’nin dünkü karikatürü ortada… Kim zil çalıp oynuyor, kim? Ama dedik ya aklı evvelin, aklı da bu kadar! Sonunda Ecevit’i bile isyan ettirip Ömer Seyfettin’in ünlü “Diyet” hikâyesini anımsatacak kadar. Hikâyeyi bilirsiniz…
Adam ünlü bir demircidir. Onun yaptığı, çeliğine su verdiği kılıçların üstüne yoktur. Bir gün hırsızlık iftirasına uğrar. Şeriat gereği sağ eli kesilecekken zengin bir kasap diyetini verip kurtarır ve kendisine köle yapar. Demirci ustasının hayatı bundan böyle cehennem olur. Zengin kasap yapmadığını bırakmaz ve her seferinde de “Senin sağ elinin diyetini ben verdim” der. Sonunda demircinin canına tak eder, sağ bileğini kütüğün üzerine kor, satırı bileğine indirir ve kopan elini kasabın suratına atar:
“Al diyetini!” Yürür gider… Ecevit de işte böyle isyan etmiştir:
“Biz iktidar oluşumuzu özgürlükçü demokrasiyi yaşatmak, iç barışa kavuşmak ve ülkenin gelişmesini toplumsal adalet içinde hızlandırmak isteyen halkımıza borçluyuz. Başka hiç kimseye ve hiçbir kuruluşa borcumuz yoktur. İktidarda kimseye ödeyecek diyetimiz yoktur. Daha önce başka ülkelerde başkalarının düştüğü tuzaklara düşmeye veya demokrasimizi o tuzaklara düşürmeye de niyetimiz yoktur. Türkiye’de demokrasi ve ekonomi, cumhuriyet tarihinin en ağır bunalım döneminden geçiyor. Böylesine ağır bir bunalıma karşın ülkemizde demokrasinin yaşayabilmesi her şeyden önce halkımızın demokrasiye bağlılığındandır.”
Ne diyeceksiniz?
Bazıları sıcak sever, bazıları da MC’yi… Birincisinden, İkincisinden ağızlarının tadını alamadılar, şimdi sıra üçüncü de… Allah onların ağzına tat, bize de kolaylık versin.
0 notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Avrupa’da Enteresan Bir Olay “100 Mark Açık ve Bir Türk”
Gisela Löffler, Berlin’de Gerichtstrasse’deki postanenin havale bölümünde çalışıyordu. Para alır, para verirdi. Akşam iş ‘bitince gişeyi kapadı ve hesabını yaptı. Tam 100 mark açık vardı. Kanı dondu. 100 mark onun için büyük paraydı. Kendisinin ödemesi lazımdı. Diğer memurlar arkadaşlarının yardımına koştular. Gişedeki girdi, çıktıyı, bir daha tekrar incelediler, döktüler, saydılar… Hesap tamamdı, 100 mark açık vardı.
Çaresiz, zavallı kadıncağız bu parayı cebinden ödeyecekti. Ve ödedi. Ertesi gün gişede çalışırken telefonu çaldı. Açtı, iyi Almanca bilmeyen bir ses kendisine bir fabrikanın adresini veriyor ve 100 marktan söz ediyordu. Bir daha, bir daha tekrarlattı ve çözebildiği kadar, açık verdiği 100 markla ilgili bir şeyler söylenmek istendiğini anlayabildi. Fabrikanın adresini tam olarak anlamıştı. Hemen şefine çıktı ve durumu bildirdi. Şefi Giseia LöffleTe izin verdi. Kadıncağız apar topar, nefes nefese fabrikaya gitti. Kapıdaki Almana durumu anlattı. Adam Evet! dedi. Haberim var, bizim Türk işçilerinden biri sizi arıyor.
Kadın personel şefinin odasına çıktı, onun da haberi vardı. Biraz sonra içeriye iki Türk işçi girdi. ‘Biri yarım yamalak Almanca biliyordu. Diğeri ise Almanya’ya geleli birkaç ay olduğu için hiç konuşamiyordu. Az bilen biraz önce telefon edendi. Ve anlattı: Arkadaşım dün sizin gişeden para almış. Akşam cüzdanındaki parayı sayarken 100 mark fazla olduğunu görmüş. Bana anlattı. Ben de size telefon ettim. >100 markınızı iade edecek! Giseia Löffler, donup kaldı. Haşan Ali Bodur adındaki işçi, cüzdanından 100 markı çıkarıp uzattı ve Türkçe bir şeyler söyledi. Arkadaşı da tercüme etti:
Biz Türkler helale haram katmayız. ‘Ben vatanımdan “buraya çalışmak için geldim. Alnımın teri ve emeğimle kazandığım parayı Türkiye’deki çoluk çocuğuma gönderiyorum. Çocuklarımın kursağına hakkım olmayan bir kuruşun bile girmesini istemem. Yoksulum yoksul olmasına. 100 mark benim için de büyük para! Ama ben kimsenin hakkını yemem. Alın paranızı… Giseia Löffler ve odadaki diğer Almanlar heykel gibi duran iki Türkü seyrediyorlardı.
Bu Türkler, Viyana kapılarında kopardıkları üzüm salkımlarının parasını bağ kütüklerine asan atalarının nesliydi. Ertesi gün Morgenpost gazetesi haberi şöyle veriyordu: Bunu birçok Alman yapmazdı. Giseia Löffler de şöyle diyordu: Şimdiye kadar ben ve arkadaşlarım çok açık verdik. Ama kimse parayı iade etmedi. Kendi vatandaşlarımın çoğunun bu parayı geri getirmeyeceğini biliyorum. Bir rahatlık çöktü İçinize değil mi? Hem de nasıl bir ferahlık. Gururun da ötesinde bir şey.
0 notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Türkiye’deki Enteresan Olaylar Zincirinden Bir Demet
Hüseyin Ağa Camiye Gitti
Afyon’dan Uşak’a bir otobüs gidiyordu. Ama ne otobüs? Her tarafı döküm döküm dökülüyordu. Şoför de inadına 80 kilometreden aşağı düşmüyor, bozuk yolda basıyordu gaza… Otobüs arada sırada duruyor ve şoför muavini dökülen jant kapaklarını, vidaları, somunları topluyordu. Ondan sonra otobüs hareket ediyor ve şoför gaza basıyordu. Yolcuların çoğu yaşlı köylülerdi. Şoföre yalvarıyorlardı:
“Aman şoför efendi ne olur biraz yavaş sür!” Fakat şoförün aldırdığı yoktu. Keyifli bir türkü tutturmuş* sürüp duruyordu otobüsü… Dumlu’da biraz mola verdi. Günlerden cumaydı. Yaşlı bir köylü fırsattan İstifade edip camiye koştu. Yük alındı, yük indirildi, yolcular bindi, yaşlı köylü hâlâ ortada yoktu. Şoför sinirlendi, korna çalmaya başladı. Biraz sonra ihtiyar camiden çıktı ve otobüse koşmaya başladı. Otobüstekiler’den biri kafasını pencereden çıkartıp bağırdı:
“Camiden mi geliyon nüsen Ağa?” ihtiyar hem koşuyor hem de cevap veriyordu:
“Ya ya… ‘Comiden geliyom!” “Camiye niden gittin be Hüsen Ağa? Goşuve… Goşuve… Şoför efendi bizi Allaha götürüyo!..  Goşuve biraz… Allaha gidi yoz be nüsen Ağa!.”
KÖYLÜLER DEVLETİN TOPRAĞINI SÜRÜYORDU
Kayserilin Molu köyü çevresinde hazineye ait topraklar vardı. Bu topraklar yıllardan beri boş duruyordu. Bu yıl köylüler hazine topraklarına el koydular ve sürmeye başladılar. Durumu öğrenen ilgililer jandarmalarla birlikte olay yerine geldiler. Köylüler kendi tarlalarıymış gibi toprağı sürüyorlardı. Toprak davalarında tecrübeli olan bir yetkili köylüleri etrafına topladı, onlara gerekli şekilde durumu anlattı:”Bu sürdüğünüz topraklar devletin malıdır. Siz ancak tapusu sizde olan toprakları sürebilirsiniz! Bu topraklara ait tapunuz var mı?”
İlgili kişiyi dinleyenlerden yaşlı bir köylü geriden bağırarak sordu: Peki be iyi, anladık! Bizim tapumuz yok! Şüsenin ”Devlet’ dediğin göstersin bakalım tapusunu görelim! Acaba onun var mı?”
Yol Mühendisi Eşekler!
Kayseri’nin Mahrumlar bağları çevresinde semt halkı imece usulü ile bir kesime yol yapıyorlardı. Bu ilke! yolun mühendisliğine bir eşek görevlendirilmişti!.,, Eşek önde ilerliyor, peşinden gelen Kayserililer de eşeğin geçtiği kesinti genişleterek yol haline getiriyorlardı. Bu ilginç yol yapımı, oradan geçen iki Amerikalının dikkatini çekti. Yarım yamalak Türkçe bileni sordu:
“Ne yapıyorsunuz?”  Bir Kayserili cevap verdi; Yol yapıyoruz!” Amerikalı şaşırdı; iyi ama şu eşek ne yapıyor?”  “Yolun muhendisi…  Yol yapımına elverişli geçidi o gösterir!” Amerikalı katıla katıla güldü: “Peki, eşek bulamazsanız ne yaparsınız?” Kayserili bu, lafın altında kalır mı? “O zaman da Amerika’dan uzman getiririz!”
Cemal Beyin Halinden Kimse Anlamaz
Cemal Genç, Susurluk Şeker Fabrikasının sivil savunma uzmanıdır. Allah eksik etmesin eşi, dostu, arkadaşı, ahbabı pek çoktur. Bu yüzden de başı derttedir. Eş, dost, ahbap bir kenara, eşinin eşi, dostunun dostu, arkadaşının arkadaşı hiç yakasını bırakmaz… Hele bu mevsim… Şeker fabrikalarının kampanyaya başladığı günler… Herkes sivil savunma uzmanının kapısını çalar. Kimi iş ister, kimi torpil ister, ‘kimi avans ister, kimi arka ister, kimi «Yapıver şunu be Cemal Bey!” der… Velhasıl Cemal Genç’in başı derttedir. Kimse halden anlamaz, kimse anlayış göstermez. Sanki sivil ‘savunma uzmanı fabrikanın kralı! Cemal Genç baktı olacak glibi değil… Yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal! Herkesle kötü kişi oluyor. Bu dertleri kökünden kesip atmak için Susurluk’ta yayınlanan “24 HAZİRAN” gazetesinde “ZORAKİ AÇIKİJAMA” başlığı altında şu açıklamayı yaptı:
“Hemşehrilerim… Dostlarım… Arkadaşlarım… Bildik ve tanıdıklarım… Hulasa beni sevenler ve sayanlar. Biliniz ki, ben sadece Susurluk Şeker Fabrikasının Sivil Savunma Uzmanıyım. Yukarıda övünerek saydıklarım, mazimi kaile almış olacaklar ki, bende bir kudret, kuvvet, selahiyet, söz sahipliği ve söz geçerlik tevehhüm ederek iş için müracaat etmektedirler.
Benim hiçbir kudretim, kuvvetim, selahiyet’im, söz sahipliğim ve geçerliğim asla ve kafa yoktur. Hatta ve hatta hiçbir işte ve hiçbir suretle mütalaası ve düşüncesi dahi alınmaya ve sorulmaya lüzumu olmayan bir hiçim. Yani anlayacağınız, tabiri amiyanesi ile Yalova Kaymakamından başka bir şey değilim.
Bu gerçeği bilmeyenler, işlerini bana havale ettikçe hava almakta ve inkisarı hayale uğrayınca da arzettiğim durumu bilmediklerinden haksız olarak bana kızmakta, darılmakta ve gücenmekteler. Eğer, işinizin arzularınıza göre sonuçlanmasını istiyorsanız bundan sonra bana değil, fabrikanın yetkili, söz sahibi ve sözü geçer organlarına başvurmanız gerekir. Saygılarımla.”
Bir Garip Tesadüf
Geçenlerde Taksim’de Topçu Caddesinde bir dükkâna giren belediye zabıta memuru etrafı şöyle bir gözden geçirdi ve sordu: “Yangın söndürme cihazınız nerede?” “Yok!” “Niçin yok?” Her dükkânda bir yangın söndürme cihazının bulunmasının mecburi olduğunu bilmiyor muydunuz?”
“Bilmiyorduk!” “O halde size ceza yazıyorum!” Zabıta memuru makbuz koçanını çıkardı ve 30 lira ceza yazdı. Dükkân sahipleri hemen cezayı ödemek istediler, zabıta memuru parayı almadı. “Ben para almam!” dedi, “Biz bu makbuzla Belediye Sarayına gidersiniz, orada cezanızı yatırırsınız!” Ve çıkarken ilave etti:
“İki gün sonra tekrar uğrayacağım. Eğer yangın söndürme cihazınızı almazsanız cezanız iki misli olur!” Yarım saat sonra dükkâna bir adam geldi. Kendisini tanıttı: “Yangın söndürme cihazları satan falan firmanın mümessiliyim. Çok emniyetli ve garantili yangın söndürme cihazlarımız vardır. Eğer arzu ederseniz satış yerimize teşrif edin! Buyurun size kartımızı bırakıyorum!”
Dükkân sahibi tesadüfün böylesine şaşmıştı! Ama akşam eve giderken hayreti büsbütün arttı. Komşu kasabın dükkânında da yepyeni bir yangın söndürme cihazı vardı. «Hayrola!» diye sordu. “Bu nereden çıktı?”  Kasap başını salladı:
Ne bileyim ben! belediye zabıtası uğradı ceza kesti! Arkadan bir adam geldi, yangın söndürme cihazı sattığını söyledi. Ben de fazla ceza vermeyeyim diye aldım!”
Şükrede Şükrede
Bektaşi’nin biri, yaz günü cebindeki son beş para ile bir karpuz almış. Bir ağacın kenarına çekilmiş. Kestiği karpuz kabak çıkmış. Bektaşi, karpuzcuya bir hayli veriştirdikten sonra, göbeğini yemiş, geri kalanını yolun kenarına atmış.
Biraz sonra yoldan geçen bir dilenci, karpuz artıklarını görünce hemen oturmuş ve kabuklarına kadar kemirdikten sonra Hey Allah’ım demiş, “Sana bin defa şükürler olsun! Susuzluktan ölüyordum!” Bunu işiten Bektaşi yerinden fırlamış ve dilenciyi dövmeye başlamış. Bir taraftan vuruyor! Bir taraftan da bağırıyormuş: “Ulan siz zaten böyle her şeye şükrede şükrede O’nu bu hale getirmediniz mi?”
0 notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
İstanbul’un Kalbinde Bilinmeyen Yer
Galata Ne Demek
Gala sözcüğü Rumca’da süt demektir. Kimileri Galata’nın bölgedeki süthanelerden geldiğini hatta Karaköy’ü de içine alan bölgede bir dönem bu kadar çok muhallebici bulunmasının bu kültürün devamı olduğunu belirtirler. Bununla ilgili yazılı bir kaynak bulunmasa da diğer bir yandan Galata sözcüğünün İtalyanca denize inen yokuş “galadyo” sözcüğünden de gelmiş olabileceği söylenir. Diğer bir görüş ise Ortodoksların Katolikleri Galus olarak adlandırması Galata’nın bir Katolik kasabası olması ve de Anadolu’da da Katoliklerin yaşadığı yerlere Galatea denilmesinden adının buradan geldiğidir. 12.yüzyılda Cenovalılar ve ardından Venedikliler ile parlak bir dönem yaşamaya başlayan bu Latin kolonisi Müslüman, Ortodoks, Katolik ve Yahudi halkı ile her zaman zengin bir dinler ve diller mozaiği olmuştur. Daha Bizans döneminde de bölgede Romaniyot adı verilen Bizans Yahudilerinin yaşadığını ve genellikle zor koşullarda dericilik gibi işlerde uğraştığını biliyoruz.
İspanya’dan göçe zorlanan Yahudiler ilk olarak Padişah 2. Beyazıt tarafından Balat semtine yerleştirilmiş buradan varlıklı kesim zamanla Haliç’in diğer tarafı Hasköy’e geçmiştir. Galata ise gemicilerin semti olarak bilindiğinden hem bir eğlence merkezi hem de sürekli yangınları ile ünlenen bir yerleşim olmuştur. Galata’yı çevreleyen ve Galata Kulesi’ni de içine alan surlar Osmanlılar ile yıkılmıştır. Bugün bu surlardan kalanlar arasında Galata Kulesi ve İtalyan Sinagogu’nun arkasındaki bölümü görebiliyoruz. 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın Beyoğlu’na önem verip konsolosluklar kurması Galata’da aynı görkemde binalar kurulmasını engellemiş ancak yine de Galata semti gizemini kaybetmemiştir. 1900’ler ile birlikte de Osmanlı’nın ticaret merkezi haline gelen bu semtimizde Yahudiler hem ticaretle ilgilenmişler hem de işyerlerine yakın yerlerde yaşamaya başlamışlardır. Yahudiler tarafından bölgede günümüze kadar ulaşan birçok apartman, sinagog, işyerleri yaptırılmıştır. Kamondo ailesi gibi kendi ile özleşen bazı bölümlerde halen kullanılan han, geçit, merdiven gibi yapıları görmekteyiz. Hatta bugün Şair Ziya Paşa Yokuşu olarak bilinen yokuş bir dönem “Yahudi Yokuşu” olarak anılmaktaydı.
Galata Meydani’ndan Çiktik Yola…
Gezimizin bu haftaki bölümünde Galata Meydanı’ndan başlayıp, Galata Kulesi Bölgesi’ne kadar geleceğiz. Aslında gezi programında görülecek o kadar yer var ki bütün bir pazarınızı sıkılmadan bu semtte geçirebilirsiniz. Öncelikle şimdileri Metro istasyonu bir zamanların Sarı Madam Çay bahçesi olan bölümle geziye başlayabilirsiniz. Ardından Büyük Hendek Sokağa girmeden Beyoğlu Musevi Lisesi binasını gezebilir, daha sonra Neve Şalom’a doğru devam edebilirsiniz. Neve Şalom çıkışı, sağ sokağa girip İtalyan Sinagogu’na buradan da Galata Kulesi’ne doğru yürümeye devam edersiniz. Kulenin tepesinden İstanbul’a baktıktan sonra solda bulunan Serdar-ı Ekrem Caddesi ya da eski adıyla Yazıcı Sokağa girip Kamondo Han ve Doğan Apartmanı’nın size sunacağı gizli hazinelerle tanışabilirsiniz. Buradan bir aşağı sokağa Barınyurt ve meydandaki taşlı yokuştan inerek Aşkenaz Sinagogu’na varırsınız. Sinagog çıkışında sıra, Kamondo’ların evi olan Galata Residence’a gelmiştir. Terasta bir atıştırmalık sonrası eğer görülecek bir sergi varsa da Schneirdertemple’a uğramayı unutmayın. Gezinin sonlarına yaklaşırken sizi Voyvoda Caddesi’nin girişinde Kamondo Merdivenleri karşılar. Buradan sola ve aşağı doğru devam ettiğinizde de Zülfaris Sinagogu – 500. Yıl Vakfı Türk Yahudileri Müzesi karşınıza çıkacaktır. Bu sırayla yapıp da halen öğleni bulup acıkmadıysanız o zaman aynı sokaktan yukarı Beyoğlu Göz Hastanesi Binası ve Osmanlı Bankası Müzesi’ne de uğramadan turu bitirmeyin. Gelin şimdi gezinin en başına dönelim…
‘Sari Madam’
Bir zamanlar Galata Meydanı’nda Kasımpaşa’ya inen yokuşun köşesinde “Sarı Madam” adında bölgedeki Yahudilerin uğrak yeri olan bir çay bahçesi varmış. O zaman gençliğin okul öncesi ve okul sonrası da kaçamak yeriymiş bu mekân. Kimilerinin ilk sigaraya başladığı, kimilerinin ilk kez kız arkadaşı ile gelip etrafa hava attığı kimilerinin ise Sarı Madam’a konuşarak bir kız ayarlamaya çalıştıkları yermiş. Şişhane Yokuşu’nun başındaki o ağaçlık yer çoktan yıkıldı ve günümüze  sadece Rum Sarı Madam ve hikâyeleri kaldı. Okçu Musa Caddesi’ne girmeden meydanın üst kısmında bizi 6. Daire binası karşılıyor, İstanbul’un ilk modern belediyesinin, 150 yıllık İstanbul’un incisi Beyoğlu’nun planlandığı yer. Okçu Musa Caddesi’nde bir dönem “Kaşer” adında kaşer mamuller satan bir pastane varmış, daha sonra adı “Serpil” olarak değişmiş, bir süre sonra da cemaatin uzaklaşması ile o da Osmanbey’e şubesini taşımış.
Gelelim Musevi Lisesi’ne, okul ilk olarak Yemeniçi Sokak’ta “Midraşa Yavne” adı ile Bene Berit Derneği, Josef Niyego ve Dr.David Markus’un girişimleri ile kurulmuş. Musevi Lisesi bugünkü modern yerine gelene kadar birkaç sokak değiştirip en son 1940’ta Şişhane’deki Mektep Sokak’taki binasına geçmiş. Ulus Özel Musevi Lisesi adını alana kadar da bu adreste Beyoğlu Musevi Lisesi olarak öğretime devam etmiş. 1. Karma Okulu bir dönem Neve Şalom Kültür Merkezi’nin bulunduğu binada eğitim verirken şu anki Barınyut Binası’da 2. Karma olarak cemaatin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyormuş. Bu arada Büyük Hendek Sokak’taki Apollon Sinagogu ise Yıldırımspor Basketbol salonu olmuş ve Musevi Lisesi öğrencileri beden derslerini uzun bir dönem burada yapmışlardı.
Neve Şalom – Bariş Vahasi
Şu anki Neve Şalom Sinagogu’nun bulunduğu bölümde ise 16.yüzyıldan kalma Aragon Sinagogu’nun bulunduğu söylenir. O dönem sayı olarak yetersiz kalan sinagogların yanında görkemli bir sinagog ihtiyacını karşılamak için 1951’de hayata geçen bu yapı; Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne çizdirilmiş İngiliz cam vitrayları, 8 tonluk avizesi, dev kupolu ile yaşadığı talihsiz terör eylemlerine rağmen halen cemaatimizin en görkemli sinagogudur.   Barış Vahası demek olan Neve Şalom’un açılışında dönemin Hahambaşı Rafael Saban “ Bu sinagog zengin ile fakirin, cahil ile bilgenin eşitlik içinde olacağı bir mekân olsun” demiştir.
Geçmişi Geleceğe Taşimak
2010 Avrupa Kültür Başkenti yılına girerken Galata’da hem kültürel, hem de çevresel faaliyetleri ile kendini yeniliyor, tarih tekrardan canlanıyor. Keşke o adını saydığım insanları o yaşanmışlıkları da eksiksiz saklayabilsek, ama binaları saklamakta zorlanıyoruz nerede hikâyeler… Şu aralar değeri milyon dolarları bulan sayısız yeni rezidansların, otellerin semti olma yolunda gidiyor bir zamanların Galata’sı. Etrafta çoğunluğu turist birçok yabancı bu zenginliğe ya bir ev tutarak, ya da burada konaklayarak ortak oluyor. Umarım bu değişim olumlu sonuçlar verir ve bu semtimiz kimileri gibi “Bir zamanlar biz burada …” diye başlayan cümlelerin semti olmaz. Fondaki şarkının sonlarına geliyoruz, Chevrolet’den inip yeni yerleşimlerimiz Ulus’un, Kemerköy’ün yolunu tutmanın vakti geldi. Bana sorarsanız Galata’yı dinlemek sadece bir semtin çalkantılı hikâyesini dinlemek değil aynı zamanda bir İstanbullu olarak neler kaybettiğimizin acı bir bilançosunu anlamak ve eski kuşaklarımızın nasıl aşklar yaşadığını görüp biraz hüzünlenmektir.
Peki Kimdi Bu Galata’da Yaşayan Yahudiler?
Peki kimdi bu Galata’da yaşayan Yahudiler? Hangi işlerle uğraşırlar, nasıl bir hayat sürerlerdi. Bu soruyu sorduğumda aldığım cevap her şeyde olduğu gibi o zamanların şimdiden çok farklı olduğuydu. O zamanlardaki aşk da sevgi de kavga da sanırım çok daha masum ve doğaldı. Seneler evvel rol aldığım “Kula” oyunu bile aslında bize bunu gösteriyordu. Durumu iyi olmayan aşık Mando’nun doktor rakibi karşısında aşkına karşılık bulamayışı ve çektiği acı. Her şeye rağmen beraber yaşamaktan vazgeçmeyen Kasap Dalva’sı, Kasap Nesim’i, lakerdası ile ünlü Balıkçı Avraam’ı, Kaşer  Şarküteri Yom Tov’u, ünlü dahiliyeci Dr.Uzdil’i, okulun da doktoru olan Çocuk Doktoru Çiprut’u, radyo tamircisi Mordo’yu, Kırtasiyeci Eliezer’i ve Manav Nesim’i ve birçoğunu artık arasak da bulamayız. Onlar da zamana uyup Galata’dan çoktan gittiler. Hem bu Galata’da Yahudiler hiç mi üzücü olaylar yaşamadılar? 1927 yılında Galata’da  22 yaşındaki Elza Niyego isimli kızın aşkına karşılık vermediği emir Subayı tarafından öldürülüp, cesedin saatlerce sokaklarda bekleyip, suçlunun kısa süre sonra serbest kalması o dönem tarihe “Niyego Olayı”olarak geçmişti. Bölgedeki diğer azınlıklar gibi Yahudiler de “Vatandaş Türkçe Konuş” ile başlayan kısıtlamalardan nasiplerini almışlardı. Elza’nın cenazesine binlerce kişi katılmış, her bir ağızdan “Adalet istiyoruz”  diye bağırılmıştı.
2 notes · View notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Text
İstanbul’un Bir Kanadı “Anadoluhisarı”
Tarihi İstanbul’un görülmesi gerekli olduğunu düşündüğüm ve engine bir tarihe sahip olan Anadolu hisarı hakkında derin bilgileri özetleyerek sizlere sunduğum bu yazımı umarım beğenirsiniz.
İstanbul Boğazı ile Göksu (Aretas) Deresi’nin Boğaz’a karıştığı yedi dönümlük, denize doğru uzanan alanda bulunan bu kale çevreye ismini vermiştir. Anadoluhisarı, ileri bir karakol olarak Yıldırım Beyazıt tarafından 1395 yılında yaptırılmıştır. Kalenin bulunduğu alanda yapılan araştırmalarda daha eskiye yönelik kalıntılara rastlanmamıştır.
Yıldırım Beyazıt’ın bu kaleyi yaptırmasındaki amaç Boğaz geçişlerini kontrol altına almak ve Göksu Vadisi’ne girişi de önlemek idi. Nişancı Mehmet Paşa tarihinde Güzelcehisar olarak ismi geçen bu kaleye Gözlücehisar ismi de yakıştırılmıştır. Nişancı Mehmet Paşa tarihinde kalenin yapım tarihi 1394–1395 olarak belirtilmiştir. Fatih Sultan Mehmet dönemi tarihçilerinden Tursun Bey buradan Yenihisar veya Yenicehisar olarak söz etmiştir. Hoca Sadettin Efendi de buraya Akçahisar olarak değinmiştir. Aşıkpaşazâde tarihinde bu kalenin yapılışı ile ilgili bilgiler bulunmaktadır:
“Yıldırım Beyazıt, Kocaeli’nden geçerek, İstanbul’a doğru geldi (1390–91) ve Şile Kalesini alan Yahşi Bey’i gönderdi. Sultan Boğazkesen üzerinde Güzelce Hisar adlı bir şato yaptırdı.”
Yıldırım Beyazıt ile Timur arasında 1402’de yapılan Ankara Savaşı’ndan sonra kale Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Bu dönemde Osmanlı Beyliği dağılma aşamasına geldiğinden Süleyman Çelebi Bizans’ın desteğini sağlamak amacı ile İstanbul’a yakın olan Kartal, Pendik gibi yerler Bizans’a geri verilmiş, ancak kalenin bu dönemdeki durumu bilinmemektedir. Bazı kaynaklarda Süleyman Çelebi’nin bir süre burada kaldığı da belirtilmektedir.
Fatih Sultan Mehmet Rumelihisarı’nı yaptırırken Anadoluhisarı’nın çevresini de bir Hisarpeçe ile çevirmiştir. Bu duvarın arkasına yerleştirilen toplar ile de Boğaz’dan geçen gemilere gerektiğinde ateş açılması sağlanmıştır.
İstanbul’un fethinden sonra bu kalenin işlevi bitmiş ve bir süre suçlu Yeniçeriler için hapishane olarak kullanılmıştır. XVII.-XVIII. yüzyıllarda bir süre Boğaz’a yönelik kazak akınlarının önlenmesinde kullanılmış, daha sonra Boğaz girişindeki kale ve istihkâmların yapılması ile de önemini yitirmiştir.
XVI. yüzyılda hisar ve çevresinde görevli askerlerin ve ailelerin yerleşmesi ile burası küçük bir mahalle konumuna gelmiştir. Fatih Sultan Mehmet döneminde hisarın önüne küçük bir mescit yapılmış ve burası Anadoluhisarı Mescidi Mahallesi ismi ile eski kayıtlara geçmiştir.
Evliya Çelebi burada 1080 ev, 7 mektep, 20 dükkân, namazgâh ve mescitten oluşan bir mahalle olduğunu ve Üsküdar Subaşılığı’nın kontrolünde bulunduğunu yazmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarına doğru hisarın etrafı yalı ve saraylarla doldurulmuştur.
Anadoluhisarı Osmanlı mimarisinde kale mimarisine göre yapılmıştır. İlk yapımında kare planlı bir kule ve bunu çevreleyen duvarlardan meydana gelmiştir. O dönemde kalenin bulunduğu yer kayalık bir burun olduğundan denizin sur duvarlarına kadar geldiği sanılmaktadır. Göksu Deresi’nin getirdiği alüvyonlar daha sonra arazi konumunu değiştirmiş, kalenin duvarlarının çevresi dolmuş ve kale iç kısımda kalmıştır.
Anadoluhisarı dört ayrı bölümden meydana gelmiştir. Bunlar Asıl Kale (İç Kale), İç Kale duvarı, Dış Kale duvarı ve Dış Kale duvarındaki kulelerdir. Asıl Kale bazı yerlerde toprakla düzleştirilerek kayalık üzerine oturtulmuştur. Kare planlı ve oldukça yüksek bir yapıya sahiptir. Duvarların üzerindeki kirişlere ait çukurlardan kalenin üç katlı bir şato görünümünde olduğu anlaşılmaktadır. Üst örtüsünün ne şekilde olduğu tam olarak anlaşılamamıştır. Melling’in gravürleri ile Pertusier Atlası’nda kurşun örtülü sivri külahlı olduğu görülmektedir. İstanbul’a 1830 yılında gelen Thomas Allom’un gravürlerinde ise hisar çatısız olarak görülmektedir. Bu da gösteriyor ki, kalenin külahı 1830 yılından önce yıkılmıştır.
Kalenin taş blok ve tuğlalardan oluşmuş duvar kalınlığı 2–3 m. arasında değişmektedir. Buraya yapılacak muhtemel bir saldırının kuzeyden gelme olasılığı göz önünde bulundurularak bu yöndeki duvarlar daha kalın tutulmuştur. Giriş İç Kale duvarından birinci kata atılan asma bir köprü ile sağlanmıştır. Ayrıca batı duvarlarına oyulan taş merdivenlerle zemine, ahşap merdivenlerle de üst katlara geçiş sağlanmıştır. Sonraki yıllarda bu giriş değiştirilmiş, kalenin güney-batı duvarlarına yeni bir kapı açılmıştır. Kalenin üst katında mazgallar ve istihkâm siperleri bulunmaktadır. Sur duvarlarını içeriden 1,5 m. genişliğinde bir yol çepeçevre dolaşmaktadır. İç Kale duvarları 2–3 m. kalınlığında olup, kuzey-batı ve kuzey-doğu köşelerinden Asıl Kale’ye bağlanmaktadır. Ayrıca mazgallı duvarların köşelerine de dörder nöbetçi kulesi yerleştirilmiştir.
İç Kale’den sonra yapılmış olan Dış Kale duvarları tamamen kesme ve moloz taştan yapılmıştır. Duvar örgü sistemini büyük taş dizilerinin aralarına dizilen küçük taşlar oluşturmuştur. İç Kale duvarlarına göre daha ince olan Dış Kale duvarları İç Kale’ye güney-doğu ve kuzey-doğu köşelerinden bağlanmıştır. Mazgallı korkuluklarla sonuçlanan Dış Kale duvarlarının üç köşesine de silindirik, yarım yuvarlak ve at nalı biçiminde üç kule yerleştirilmiştir.
Dış Kale duvarlarında bulunan kuleler kendi aralarında at nalı, yarım yuvarlak ve silindirik olmak üzere üç tanedir. At nalı şeklindeki kulelerin çapı 4.75 m. olup, kalınlığı 2 m. dir. Büyük olasılıkla denizi kontrol altında tuttuğundan ötürü de bu duvarlara mazgallar yerleştirilmiştir. Buna benzer olan yarım yuvarlak kule 7,5 m. çapında olup, ahşap kirişlerle dört kata ayrılmıştır. Ahşap merdivenlerin birbirine bağladığı katlarda mazgal delikleri, iç kısımlarda ise dikdörtgen ve yarım daire şeklinde kapı ve pencere izleri görülmektedir. Bu kulelerin eteklerinde taş tuğla sıraları ile aralarındaki balık kılçığı biçiminde tuğla örgüler dikkati çekmektedir. Surun kuzey köşesinde kayalık tepe üzerinde bulunan mazgallı, silindirik kule ise 6 m. çapında ve üç katlıdır.
Cumhuriyetin ilanından sonra Anadoluhisarı İstanbul Belediyesi tarafından onarılmış, bu arada ortasından geçirilen Üsküdar-Beykoz karayolu kalenin bir bölümünün yıkılmasına ve özelliğini kısmen de olsa yitirmesine neden olmuştur. Bu yol yapımı sırasında çevresindeki kaleye bitişik evler kamulaştırılarak yıkılmış ve kalenin kalan kısımlarının ortaya çıkması sağlanmıştır.
Günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı yönetimindeki Hisarlar Müzesi Müdürlüğü’ne bağlıdır. Bakanlık tarafından 1992–1993 yıllarında acil onarımları yapılmıştır.
0 notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Text
İstanbul’un Bir Kanadı “Anadoluhisarı”
Tarihi İstanbul’un görülmesi gerekli olduğunu düşündüğüm ve engine bir tarihe sahip olan Anadolu hisarı hakkında derin bilgileri özetleyerek sizlere sunduğum bu yazımı umarım beğenirsiniz.
İstanbul Boğazı ile Göksu (Aretas) Deresi’nin Boğaz’a karıştığı yedi dönümlük, denize doğru uzanan alanda bulunan bu kale çevreye ismini vermiştir. Anadoluhisarı, ileri bir karakol olarak Yıldırım Beyazıt tarafından 1395 yılında yaptırılmıştır. Kalenin bulunduğu alanda yapılan araştırmalarda daha eskiye yönelik kalıntılara rastlanmamıştır.
Yıldırım Beyazıt’ın bu kaleyi yaptırmasındaki amaç Boğaz geçişlerini kontrol altına almak ve Göksu Vadisi’ne girişi de önlemek idi. Nişancı Mehmet Paşa tarihinde Güzelcehisar olarak ismi geçen bu kaleye Gözlücehisar ismi de yakıştırılmıştır. Nişancı Mehmet Paşa tarihinde kalenin yapım tarihi 1394–1395 olarak belirtilmiştir. Fatih Sultan Mehmet dönemi tarihçilerinden Tursun Bey buradan Yenihisar veya Yenicehisar olarak söz etmiştir. Hoca Sadettin Efendi de buraya Akçahisar olarak değinmiştir. Aşıkpaşazâde tarihinde bu kalenin yapılışı ile ilgili bilgiler bulunmaktadır:
“Yıldırım Beyazıt, Kocaeli’nden geçerek, İstanbul’a doğru geldi (1390–91) ve Şile Kalesini alan Yahşi Bey’i gönderdi. Sultan Boğazkesen üzerinde Güzelce Hisar adlı bir şato yaptırdı.”
Yıldırım Beyazıt ile Timur arasında 1402’de yapılan Ankara Savaşı’ndan sonra kale Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Bu dönemde Osmanlı Beyliği dağılma aşamasına geldiğinden Süleyman Çelebi Bizans’ın desteğini sağlamak amacı ile İstanbul’a yakın olan Kartal, Pendik gibi yerler Bizans’a geri verilmiş, ancak kalenin bu dönemdeki durumu bilinmemektedir. Bazı kaynaklarda Süleyman Çelebi’nin bir süre burada kaldığı da belirtilmektedir.
Fatih Sultan Mehmet Rumelihisarı’nı yaptırırken Anadoluhisarı’nın çevresini de bir Hisarpeçe ile çevirmiştir. Bu duvarın arkasına yerleştirilen toplar ile de Boğaz’dan geçen gemilere gerektiğinde ateş açılması sağlanmıştır.
İstanbul’un fethinden sonra bu kalenin işlevi bitmiş ve bir süre suçlu Yeniçeriler için hapishane olarak kullanılmıştır. XVII.-XVIII. yüzyıllarda bir süre Boğaz’a yönelik kazak akınlarının önlenmesinde kullanılmış, daha sonra Boğaz girişindeki kale ve istihkâmların yapılması ile de önemini yitirmiştir.
XVI. yüzyılda hisar ve çevresinde görevli askerlerin ve ailelerin yerleşmesi ile burası küçük bir mahalle konumuna gelmiştir. Fatih Sultan Mehmet döneminde hisarın önüne küçük bir mescit yapılmış ve burası Anadoluhisarı Mescidi Mahallesi ismi ile eski kayıtlara geçmiştir.
Evliya Çelebi burada 1080 ev, 7 mektep, 20 dükkân, namazgâh ve mescitten oluşan bir mahalle olduğunu ve Üsküdar Subaşılığı’nın kontrolünde bulunduğunu yazmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarına doğru hisarın etrafı yalı ve saraylarla doldurulmuştur.
Anadoluhisarı Osmanlı mimarisinde kale mimarisine göre yapılmıştır. İlk yapımında kare planlı bir kule ve bunu çevreleyen duvarlardan meydana gelmiştir. O dönemde kalenin bulunduğu yer kayalık bir burun olduğundan denizin sur duvarlarına kadar geldiği sanılmaktadır. Göksu Deresi’nin getirdiği alüvyonlar daha sonra arazi konumunu değiştirmiş, kalenin duvarlarının çevresi dolmuş ve kale iç kısımda kalmıştır.
Anadoluhisarı dört ayrı bölümden meydana gelmiştir. Bunlar Asıl Kale (İç Kale), İç Kale duvarı, Dış Kale duvarı ve Dış Kale duvarındaki kulelerdir. Asıl Kale bazı yerlerde toprakla düzleştirilerek kayalık üzerine oturtulmuştur. Kare planlı ve oldukça yüksek bir yapıya sahiptir. Duvarların üzerindeki kirişlere ait çukurlardan kalenin üç katlı bir şato görünümünde olduğu anlaşılmaktadır. Üst örtüsünün ne şekilde olduğu tam olarak anlaşılamamıştır. Melling’in gravürleri ile Pertusier Atlası’nda kurşun örtülü sivri külahlı olduğu görülmektedir. İstanbul’a 1830 yılında gelen Thomas Allom’un gravürlerinde ise hisar çatısız olarak görülmektedir. Bu da gösteriyor ki, kalenin külahı 1830 yılından önce yıkılmıştır.
Kalenin taş blok ve tuğlalardan oluşmuş duvar kalınlığı 2–3 m. arasında değişmektedir. Buraya yapılacak muhtemel bir saldırının kuzeyden gelme olasılığı göz önünde bulundurularak bu yöndeki duvarlar daha kalın tutulmuştur. Giriş İç Kale duvarından birinci kata atılan asma bir köprü ile sağlanmıştır. Ayrıca batı duvarlarına oyulan taş merdivenlerle zemine, ahşap merdivenlerle de üst katlara geçiş sağlanmıştır. Sonraki yıllarda bu giriş değiştirilmiş, kalenin güney-batı duvarlarına yeni bir kapı açılmıştır. Kalenin üst katında mazgallar ve istihkâm siperleri bulunmaktadır. Sur duvarlarını içeriden 1,5 m. genişliğinde bir yol çepeçevre dolaşmaktadır. İç Kale duvarları 2–3 m. kalınlığında olup, kuzey-batı ve kuzey-doğu köşelerinden Asıl Kale’ye bağlanmaktadır. Ayrıca mazgallı duvarların köşelerine de dörder nöbetçi kulesi yerleştirilmiştir.
İç Kale’den sonra yapılmış olan Dış Kale duvarları tamamen kesme ve moloz taştan yapılmıştır. Duvar örgü sistemini büyük taş dizilerinin aralarına dizilen küçük taşlar oluşturmuştur. İç Kale duvarlarına göre daha ince olan Dış Kale duvarları İç Kale’ye güney-doğu ve kuzey-doğu köşelerinden bağlanmıştır. Mazgallı korkuluklarla sonuçlanan Dış Kale duvarlarının üç köşesine de silindirik, yarım yuvarlak ve at nalı biçiminde üç kule yerleştirilmiştir.
Dış Kale duvarlarında bulunan kuleler kendi aralarında at nalı, yarım yuvarlak ve silindirik olmak üzere üç tanedir. At nalı şeklindeki kulelerin çapı 4.75 m. olup, kalınlığı 2 m. dir. Büyük olasılıkla denizi kontrol altında tuttuğundan ötürü de bu duvarlara mazgallar yerleştirilmiştir. Buna benzer olan yarım yuvarlak kule 7,5 m. çapında olup, ahşap kirişlerle dört kata ayrılmıştır. Ahşap merdivenlerin birbirine bağladığı katlarda mazgal delikleri, iç kısımlarda ise dikdörtgen ve yarım daire şeklinde kapı ve pencere izleri görülmektedir. Bu kulelerin eteklerinde taş tuğla sıraları ile aralarındaki balık kılçığı biçiminde tuğla örgüler dikkati çekmektedir. Surun kuzey köşesinde kayalık tepe üzerinde bulunan mazgallı, silindirik kule ise 6 m. çapında ve üç katlıdır.
Cumhuriyetin ilanından sonra Anadoluhisarı İstanbul Belediyesi tarafından onarılmış, bu arada ortasından geçirilen Üsküdar-Beykoz karayolu kalenin bir bölümünün yıkılmasına ve özelliğini kısmen de olsa yitirmesine neden olmuştur. Bu yol yapımı sırasında çevresindeki kaleye bitişik evler kamulaştırılarak yıkılmış ve kalenin kalan kısımlarının ortaya çıkması sağlanmıştır.
Günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı yönetimindeki Hisarlar Müzesi Müdürlüğü’ne bağlıdır. Bakanlık tarafından 1992–1993 yıllarında acil onarımları yapılmıştır.
0 notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Mardin Şahmeran Efsanesi
  Bu yazımda sizlere konumun dışına çıkarak küçüklüğümden bu yana merakını güttüğüm  şahmeran efsanesini anlatmak istiyorum. İnternette gezinirken bulguğum bu ilginç hikayeyi sizler için derlerdim. Beğenmenizi umut ettiğim bu yazı için yorumlarınızı eklemeyi de unutmayınız 🙂
Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarında doğmuş bir efsane Şahmeran. Yüzyıllardan beri anlatıla gelmiş çeşitli coğrafyalarda. Özellikle yılanlık bir bölge olan Adana-Misis’te ve Mardin’de.
Tahmasp isminde uzun boylu, geniş omuzlu, esmer tenli, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde.
Binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla girmiş Tahmasp. Mağaranın içi o kadar karanlıkmış ki hiçbir şey göremiyormuş, yalnızca etrafında dolanan yaratıkların sesini duyuyormuş. Çaresizlik içinde beklerken bir ışık huzmesi belirmiş. Işık huzmesi kendisine yaklaştıkça gözleri kamaşan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafında gezinen yaratıkların ne olduğuna baktığında uzunu, kısası, yeşili, siyahı ile envai çeşitte binlerce yılanın çevresini sarmış olduğunu fark etmiş. Yılanların hepsi kafalarını kaldırmış, gelen ışık huzmesine doğru bakıyorlarmış. Tahmasp’ta onların baktığı yöne doğru bakınca birden dona kalmış. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş. Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demişki;
Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş. Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demişki;
Korkma benden Tahmasp. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeranım. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya başladığı andan beri vardım. Krallığıma hoş geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Şimdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konuşuruz. Böyle deyip geldiği yoldan geri gitmiş. Tahmasp gördükleri karşısında yaşadığı dehşeti ve şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak olduğu yerde kıvrılıp uyumuş.
Ertesi sabah uyandığında Şahmeranı karşısında mükellef bir sofranın başında otururken bulmuş. Tahmasp’ı kahvaltıya davet etmiş Şahmeran. O ise gözlerini şahmerandan alamıyormuş. Şahmeran’da ona bakıyormuş kendinden geçmiş bir halde.
Bak Tahmasp demiş. Ben insanlığın bütün tarihini biliyorum. İstersen sana anlatayım deyip başlamış anlatmaya. Anlatmış, anlatmış, anlatmış günler boyu. Bu sohbetler sırasında Tahmasp ve Şahmeran arasında tarihin en soylu aşklarında birisi başlamış.
Onun etinden bir parça yemesinin kralın hastalığının dermanı olacağını kralın kafasına sokmuş. Kralda Şahmeranın bir an önce bulunmasını emretmiş. Bütün ülkede Şahmeran aranmış. Sonunda bilge bir adam bütün insanların gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasını tavsiye etmiş böylece Şahmeranın yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemiş. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya başlamış. Askerler Tahmasp’ın yaşadığı köye de gelmişler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüşler. Tahmasp Şahmerana verdiği sözü hatırlayarak önce gitmek istememiş. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuşlar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildiğini fark etmiş. Kendisine bakınca bütün vücudunun yılanlarınki gibi pullarla kaplandığını fark etmiş. Askerler hemen Tahmasp’ı yakalayarak vezirin huzuruna getirmişler. Kötü kalpli vezirin amacı kralı iyileştirmek falan değilmiş. Şahmeranı yakalayıp dünyanın bütün sırlarına sahip olmak istiyormuş. Tahmasp’a günlerce işkence yaptıktan sonra Şahmeranın yerini söyletmiş. Askerler hemen gidip Tahmasp’ın söylediği yerde mağarayı bulmuşlar ve Şahmeranı oradan çıkarıp saraya getirmişler.
Şahmeran ve Tahmasp kralın huzurunda karşı karşıya gelmişler. Şahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp’a dönmüş:
. Ey sevdiğim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canın için ihanet etmedin ama bende sana dememiş miydim bu topraklarda aşklar ölümünedir diye. Bak şimdi anladın mı? Sen üzülme ne olur!
Tahmasp Şahmeranın bu sözleri karşısında daha da utanmış. Şahmeran sözlerine devam etmiş.
Şimdi size sırrımı vereceğim. Kim ki benim kuyruğumdan bir parça koparıp yerse O bütün dünyanın sırrına ve gizemine vakıf olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparıp yerse o da o anda öte dünyayı boylayacak.
Şahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kılıcı ile atılıp Şahmeranın bedenini iki parçaya ayırmış. Ve kuyruğundan bir parça koparmış Tahmasp’ta duyduğu acı ve utancın etkisi ile fırlayıp oracıkta ölmek için sevdiğinin, Şahmeranın kafasından bir parça ısırıvermiş. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardığı parçayı ağzına atar atmaz oracıkta can vermiş. Tahmasp’a ise hiçbir şey olmamış Şahmeran son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine sebep olmuş. Ancak Tahmasp sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamayarak kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonrada Lokman Hekim efsanesi almış başını yürümüş…
0 notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Text
Olaylar Olaylar
Yaslı Kadın Ve Cumhuriyet Bayramı
Devrek mahkemesi başkâtibinin odasına, elinde dilekçe ile yaşlı bir kadın girdi. Oda doluydu. Vatandaşın biri girip, biri çıkıyordu. Yaşlı kadın köylüydü, korkaktı, ürkekti, elbisesi yamalıydı, çekiniyordu, devlet kapısına işi düşmüştü, kim bilir başına ne haller gelecekti! Hep öyle duymuş, hep öyle işitmiş, çok kere de öyle görmüştü. Ya «Bugün git, yarın gel» denecek, ya da terslenip tersyüz edilecekti.
Baş katibe dilekçesini uzatırken elleri titriyordu. “Arzuhalciye onca yalvarmış, onca yakarmış, “Gözünün yağını yiyem” demişti. “Şöyle guvvetli bir arzuhal yaz da, işim ola!» Arzuhalci             “guvvetli” yazdığını söylemişti ama, bakalım başkâtip ne diyecekti? Başkâtip dilekçeyi aldı, kalın bir deftere kaydını yaptı, okudu, mühürledi, bir şeyler yazıp çizip hesapladı ve sonra «İki lira vereceksin teyze» dedi. Yaşlı kadın boğum boğum olmuş kesesini koynundan çıkardı, düğümü çözdü, içinden iki liracığım çıkarıp başkâtibe uzattı. Başkâtip parayı aldıktan sonra “Tamam teyze!” dedi. “Biz sana davetiye yollarız!” Kadıncağız inanamadı. İşi bitmişti ha! Hiç devlet kapısında iş bu kadar çabuk biter miydi? Bir bityeniği vardı bu işte! Utana, sıkıla, çekine sordu : “Oğlum, essahtan mı benim işim bitti?” “Bitti teyze.” “Başka bir yere gitmeyecek miyim?” “Gitmeyeceksin teyze.” “Oğlum ayağının kurbanı olayım, doğru söyle, beni uğraştırma”
Başkâtip ciddi ve biraz da kızgın teminat verdi ; “Tamam teyzeciğim, tamam! Merak etme, işin tamam. Ama müsaade et de şunları bitireyim, bak masanın üzerinde evrak dolu” Yaşlı kadın o zaman işinin olduğuna inandı, heyecanlandı, sevindi, bir şeyler söylemek geldi içinden ve birden bağırdı: “Yaşasın Cumhuriyet Bayramı!” “Ertesi gün Cumhuriyet Bayramıydı ve ilkokula giden torunu günlerdir bu şiiri ezberliyordu.
En Akıllısı Deli Memet, O Da…
Deli Memet’i tanır mısınız? Tanımaya değer bir adamdır Deli Memet. öyle hikayeleri vardır kİ Deli Memet’in arada sırada size anlatacağız. Deli Memet köy yerinde yarenlik ediyormuş. Birden karşıdaki lahana tarlasına bir dana girmiş. Tarlanın sahibi davranıp, koşmak isterken Deli Memet fırlamış yerinden: “Dur ağa. Ben şimdi kovalarım o danayı! Ve dalmış tarlanın içine. Ama ne dalış. Dana bir yanda, Deli Memet bir yanda ve en güzel lahanalar bir yanda. Lahana tarlasına kırk dana girse böyle olmazmış. Tarla sahibinin oğlu bakmış iş kötü o da başlamış tarlaya koşmaya. Arkasından da babası bağırırmış: Lan oğlum önce şu Deli Memet’i çıkar tarladan, vazgeçtim danadan!»
Deli Memet, köyden kasabaya gidecek. Yolun kenarına çıkıp kamyon beklemeye başlamış. Bir kamyon gözükmüş uzaktan. Deli Memet el edip kamyonu durdurmuş, atlamış içine… O havalide Deli Memet’i tanımayan yok. Şoför «Lan Deli Memet” demiş “‘Doğru dürüst dur, başıma iş çıkarma!” Ama Deli Memet bu, hiç durur mu? Kamyon rampa aşağı kayıp giderken rüzgârdan başındaki kasket uçmuş. Deli Memet de şapkasının ardından cup diye kendisini yere atmış. Kamyon şoförü basıp frene durmuş ve inip Deli Memet’in yanına koşmuş:  Lan deli, ne demeye kalkıp kendini atarsın aşağı?»” “Kasketim uçtu” Lan kasketin mi kıymetli canın mı?” “Elbette canım kıymetli.” “O halde ne bok yemeye atlıyorsun?” “İyi emme kasketimin içine beş kağıt saklamıştım!”Deli Memet bu işte! Ne demişler? “En akıllısı Deli Memet” demişler. “O da kazığa bağlı!”
 Düşmeye Göresin Bir Kere Demişler
Bir, “Hain-i vatan” diye yazıp, ilan etmedikleri kaldı. Ne faşistlikleri, ne solculukları ve ne de düşen maskeleri… Hepsi bir bir sıralandı. “12 Mart”ın kuyruk acısı, 11 Nisandan çıkarılıyordu. Düşmeye göresin, demişlerdi… Boşa söylenmemişti bu laf. İşte aynıyla vaki. Düne kadar önlerinde elpençe divan duranların, yarın neler yapacaklarını da göreceksiniz. Bitmeyen bir oyundur bu.Bekleyin. 11 adamdılar, adam. Hatalarıyla, yanlışlarıyla, sevaplarıyla ve de inançlarıyla on bir adam. Kulun hatadan münezzeh olduğu görülmüş müydü? Onların da elbet hataları vardı. Ama namusları, şerefleri ve haysiyetleri dimdik ayaktaydı. Bildikleri çok şey vardı bilmedikleri tek şey: Politika! Politikayı bilmiyorlardı. Bu yüzden ters düşüyorlardı.
Politikanın alfabesi, karşılıklı taviz vermeyle başlardı. Politikanın belirli kuralları vardı. Bu kuralların doğruluğu, yanlışlığı tartışılabilirdi. Ama politika yapınca, bu kurallara uymak gerekti. Fakat onların ne bu kuralları öğrenmeye niyetleri vardı, ne de hevesleri’.
Önce, “Sen bana bir kere gel, ben sana yirmi kere giderim» sözünü yadırgadılar. Oysa bunun yadırganacak yanı yoktu. Erim, politikayı biliyordu. Politikacıyı tanıyordu ve oyunun adı: P0litika’ydı. Futbol, futbolun kuralıyla, basketbol basketbolun kuralıyla oynanırdı. Politika da politikanın kuralıyla… Bu kuralı bilmedin mi, ters düşerdin… “11’ler” de ters düştüler. Aslında en büyük hataları, oyunun kuralının sonucunu işin başında görememeleriydi.
Devirler ışık gibi akıp gider, günler ses gibi gelip geçer, ama bir Karaosmanoğlu, bir Koçaş, bir Özgüneş, bir Çilingiroğlu, bir Olcay, bir Babüroğlu, bir Akyol, bir Derbil, bir Orel, bir Sav, bir Ömeroğlu unutulamaz… Hatalarıyla, sevaplarıyla ve inançlarıyla…
Geçmiş devirde vali bir köye gitmiş. Muhtarı çağırmış, “Bu köyü ağaçlandıracağız” demiş. “Hadi bakalım sıvayın kollarınızı, fidan dikin!” Akşama kadar köy arazisine yüzlerce fidan dikilmiş. Vali ayrılırken muhtara sıkı sıkı tembih etmiş :  “Gelecek yıl geldiğim zaman bu fidanları yeşermiş göreceğim.” Vali ertesi yıl köye gitmiş. Bakmış ki arazide fidan filan yok. Kızmış, muhtara haber salmış: “Bütün köylüyü toplasın, buraya gelsin!” Biraz sonra başta muhtar, bütün köylü çoluk çocuk çıkagelmiş. Vali hepsini azarlamış: “Ben size ne dedim? Hani fidanlar? Sizde hiç Allah korkusu, vicdan yok mu? Ne yaptınız fidanları? “
Muhtar boynunu büküp, çocukları göstermiş: Kusura bakma vali bey, bizim diktiklerimiz tutmuyor da, şey ettiklerimiz tutuyor. Biz de anlayamadık bu işi!
0 notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Text
Ahmet Ağa’nın Köpeğine Muska
Topkapı troleybüsüne kucağında ayakları sakat çocuğu ile bir köylü bindi. Çocuğun ayakları tutmuyordu. Bir genç kaîkip adama yer verdi. Köylü bitkindi. Istırap yüzünden akıyordu. Yanında oturan yaşlı bir adam kendisiyle ilgilendi ve “Geçmiş olsun!”  dedikten sonra “Neyi var çocuğun?” diye sordu. Köylü anlattı: “Ayakları tutmuyor bey!” “Eeee ne yaptınız?” “Dolaştırmadığım hoca kalmadı.” “Doktorlara götürmedin mi?” “Götürdüm beyim ama onlardan da hayır yok! Şimdi Şehremi’de nefesi kuvvetli, »ilmi derin bir hoca varmış, ona götürüyorum.”
İkisi de yüksek sesle konuştukları için troleybüstekiler onları dinliyorlardı. Yaşlı adam «nefesi kuvvetli hocayı duyunca kızdı. “Bana bak” !i dedi. “Kelin merhemi olsa başına sürer”! Hocalarla hacılarla çocuğun ayağı iyi olmaz. Benim oğlum doktor, gel seni götüreyim. Bir de sana hoca hikâyesi anlatayım da dinle.”
Herkes kulak kabartmıştı:“Köyün birinde köpeğine çocuklarından daha düşkün bir adam varmış. Çocuklarından bir kalem pirzolayı esirgerken, köpeğine gerekirse koç kesermiş. Bir gün köpeği hastalanmış… Dolaştırmadığı hoca kalmamış. Köpek iyileşmiyor… Ha öldü, ha ölecek! Uzak köylerden birinde, senin duyduğun gibi, nefesi kuvvetli bir hocanın namını duymuş… Hemen sırtlamış köpeği, iki saatlik yola gitmiş. Kan ter içinde hocayı bulmuş. Hoca köpeğe bakmış sonra ‘Olur!’ demiş. ‘Bunun ceremesi bir kıvırcık kuzu! Ben muskayı yazarken sen git kuzuyu kap gel!’ Adam gitmiş kuzuyu alıp gelmiş, muskayı köpeğin boynuna takıp köye, dönmüş…
Köpek birkaç gün sonra iyileşmeye başlamaz mı? O ölecek köpek dirilmiş, kuyruğunu dikmiş, başlamış sağa sola hırlamaya! Adamın keyiften yanına yaklaşılmıyor. Köpek iyileşince, hocanın muskada neler yazdığını merak eder olmuş… Bir gün merakını yenemeyeceğini anlayınca, muskayı açmış! Muska yedi kat muşambaya sarılı. Aç ha aç! Sonunda bir kâğıt çıkmış, kâğıdı okuyunca hırsından kan beynine fırlamış!”
Troleybüste hikâyeyi dinleyen herkes meraklanmıştı. Önde oturan bir genç dayanamadı sordu: “Peki bey amca ne yazılıymış kâğıtta?” Yaşlı adam “Söyleyeyim, söyleyeyim!”  dedi. Ama kadınlar kulağını tıkasın! ‘Bakın nefesi kuvvetli hoca muskaya neler yazmış: “Muska yazdım Ahmet Ağanın itine,
Ben kavuştum (kıvırcık kuzunun etine, İyi olursa da bilmem neyime, iyi olmazsa da bilmem neyime.” Herkes bastı kahkahayı. Ve otobüs  Gureba’nın önünde durunca yaşlı adam yanındaki köylüye «Hadi bakalım!» dedi, «Kalk, bizim doktora gidelim!  Zaten ben sokakta kimi yakalarsam bizim oğlana götürürü m”
“Muska yazdım Ahmet Ağanın itine, Ben kavuştum (kıvırcık kuzunun etine, İyi olursa da bilmem neyime, iyi olmazsa da bilmem neyime.” Herkes bastı kahkahayı. Ve otobüs Gureba’nın önünde durunca yaşlı adam yanındaki köylüye “Hadi bakalım!” dedi, “Kalk, bizim doktora gidelim!  Zaten  ben sokakta kimi yakalarsam bizim oğlana götürürü mı!”
Tiyatroyu Duyunca Parladı…
Geçenlerde Rize’ye bir tiyatro geldi. Hoparlörlü bir cip şehirde dolaşıp reklam yapıyordu. Cip bir ara yolun  kenarında durdu. İhtiyar bir adam cipe hayretle bakıyordu. Elinde mikrofon olan genç, ihtiyara, “’Baba sen de tiyatroya gel!” dedi, “Memnun kalırsın!” Cip uzaklaştıktan sonra ihtiyar yanındaki adama sordu: “Ha ne deyi bu adam?” “Sana bu akşam tiyatroya gel, dedi.” İhtiyar bir parladı ki: “Uy pen onin yedi ceddunu… “Bilmem nenin uşağı! Ha pu yaşımdan sonra gideceğim karıya kiza ha! Bende o cöz var mi?”
Lütfen Kesip Çerçeveletiniz!
Demirel’e basın toplantısında sordular: “Dış pazarlarda bize ait bazı mallar taklit edilmektedir. Bu konuda ne tedbir alınıyor?” Demirel de cevap verdi: “Ticarette hile esas değildir. İyi tüccar hilekâr olmaz. Hilekâr mutlaka eninde sonunda bir yere kafasını çarpar. Taklitçilik, malların kalitesini bozma vesair hususlar ticaret ahlakına aykırı şeylerdir.”
0 notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Cercle Dorient Abraman Paşa İnci Pastanesi
Aynı sıradan az daha ilerlediğimizde, cadde üzerinde, sol taraftaki köşeyi boydan boya kaplayan oldukça büyük bir bina ile karşılaşıyoruz. Burası, bir dönem gayrimüslimlerin ve yabancüarın üye olabildiği, istisna olarak da Türklerden ancak en büyük rütbede iki üç paşanın kabul edildiği, zamanın en şık kulübü Cercle d’Orient (Serkl Doryan ya da Büyük Kulüp). Aslında bir şehir kulübünün adı olan Cercle d’Orient’m müdavimleri genellikle bankerler, diplomatlar, tüccarlar ve devletin diğer üst tabaka gayrimüslim kesimiydi. Kulübe kabul edilen az sayıda Müslüman üyenin arasında Prens Aziz, Yunus Nadi, Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Damat Ferit Paşa, Talat Paşa, Enver Paşa ve Cemal Paşa vardı. Kulübün müdavimleri yukarıda adı geçenler olursa sahibi de onlardan aşağı kalacak değil!
Binayı ünlü mimar Vallauri’ye yaptıran Abraham (Eramyan) Paşa, Eğin’den İstanbul’a göç eden bir aüeden geliyordu. Ana dili Ermenice’ydi ama Türkçe ve Arapça’yı sular seller gibi öğrenmiş, Fransızca’yı da çok iyi konuşuyordu. Bir zamanların kapı kahyası olan Abraham Eramyan, sonra ayan oldu. En sonunda da divan üyesi olup paşalığa kadar yükseldi. Bu tanrının sevgili kulunun zaman içinde Boğaz’da yalıları, çeşitli apartmanları, arazileri oldu. Mesela, Beykoz’dan Riva’ya kadar bütün topraklar onundu. Benzer şekilde İstanbul’un dört bir yanında koruları, köşkleri, konaklan, dükkanları vardı. Abraham Paşa zevkine oldukça düşkündü. Avcılığa, özellikle de lüfer avına çok meraklı olduğu bilinir.
Hatta, Boğaz’da lüfer avlamak için ortasında olta sarkıtacak deliği olan, camekanlı özel bir yat bile yaptırmıştı. Tam bir zevk düşkünü olan paşa ata binmeye, tavla ve büardo oynamaya da meraklıydı. Tüm bunlar dışında Büyükdere’de bir polo kulübü de kurdurmuştu. Bir diğer tutkusu da Viyanalı kadınlardı. “Mutlu bir hafta sonu” geçireceği güzel kadınları Tuna kıyılarından bulup getirmek için adam dahi tutmuştu. Bu işle görevli adamı, Viyana’dan sarışın, beyaz tenli, renkli gözlü Tuna kadınlarının birini getirip diğerini geri götürüyordu ki, gün geldi Abraham Paşa öldü. Mirası da bir şekilde paylaşüdı gitti. İstiklal Caddesi üzerindeki bu bina da Emekli Sandığının malı oldu. Bu yüzden de kısaca Emek Pasajı diye anılmaya başladı. Özellikle de binayla aynı adı taşıyan sineması son derece bilinen bir yer.
Cercle d’Orient’m altında bir başka sembol mekan olan İnci Pastanesi’ni görüyoruz. İnci denince akla tek bir kelime geliyor: “Profiterol”. İnci Pastanesi’nin kurucusu Luca Zgonidis’e göre profitero-lün adı da kendisi de uydurmaca. Nasıl mı? İşte öyküsü: Arnavut asıllı Rum olan Zgonidis, Türkiye’ye on beş yaşında iken gelir ve babasının ölümünden sonra pastacı çıraklığı yapmaya başlar.
Mesleğinin inceliklerini Tokatlıyan ve Park Otel’de öğrenir. Sonra dört ortak, Tepebaşı’nda bir yapının bodrum katında pastacılık yapmaya başlarlar. Ortaklardan ikisi bir pastacı dükkanı açmaya karar verdiklerinde İkinci Dünya Savaşı yıllarının zor koşullarında 45 bin TL (Amerikan Doları’nın 38 kuruş olduğu dönemde) hava parası vererek İstiklal Caddesindeki İnci Pastanesinin bulunduğu mekanı tutarlar. İlk günler çok zorluk çeken iki ortak, ancak ucu ucuna kurtarır, pek bir kâr edemezler. Zgonidis, yeni bir tatlı üretmeye karar verir ve ilk yaptığında oranını kendisinin de bilmediği miktarda yağ, şeker, kakao ve unu karıştırır, bir de isim uydurur. Ancak ortaya çıkardığı tadı çok iyi tutar ve dünya pastacılık literatürüne mucidi Zgonidis, adı da “profiterol” olarak girer.
Zgonidis böyle anlatsa da etimoloji sözlükleri ve tarih onu pek desteklemiyor. Zira, profiterol sözcüğü 16. yüzyıldan kalan Fransızca bir deyim; “ufak kar” demek. Belki de şimdiki anlamını Zgonidis üe almıştır. 1942’den bugüne, İnci ve profiterol, birbirinden ayrılamaz iki kavram. İstanbul’da önüne ekler getirilerek “Bir İnci”, “Öz İnci” vesaire gibi adlarla türlü taklidi yapıldı. Ancak, İnci Pastanesi’nin profiterolünün tadı ve yıllardır duvarında asılı duran “başka şubemiz yoktur” yazısı her şeyi açıklamaya yetiyor.
0 notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Text
Haraşolar ve Saç Modası
Türkiye İş Bankası’nın yerinde, bir döneme damgasını vurmuş olan ve köpek başı logolu plaklarıyla hatırlanan Sahibinin Sesi Plak Stüdyosu (His Master’s Voice) bulunuyordu. Her türlü gramofondan en yeni plaklara kadar her şey bu mağazadaydı. Hemen yanında da locaları ve genişçe pistiyle bir ‘dansing’i andıran, her dansı kıvırabilen ve acemileri yönlendiren konsomatrisleriyle ünlü Vagon Blö (Wagon Bleu) Ban vardı. Bina, ondan da önce Abdülhamid’in başkatibi Süreyya Paşa’ya aitti. Adını bir şekilde buralarda nüfuz sahibi olmuş bir Venedikli veya Cenovalı’dan almış olabileceğini düşündüğüm Korsan ÇıkmazıTıın köşesinde 1900’lerin başında Moskovit (Le Grand Cercle Moscovite) bulunuyordu.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Moskovit’ten şöyle bahseder:
“Ortada hora tepen ince belli, levend Kafkas delikanlıları, masaların arasında dolaşan berrak gözlü Rus prensesleri, Asyalı safahatın ve Asyalı coşkunluğun her sesiyle haykıran çılgın bir müzik, yemek esnasında su yerine votkanın insanı birden bire kavrayan sinsi ve kancık tesiri, vakit henüz akşamın dokuz buçuğu olmasına rağmen, herkesin aklını çoktan başından almıştı. O kadar ki burada vestiyerden başlayarak insana bütün hizmet edenler de müşteriler kadar sarhoş görünüyordu.”
1925’te mekanı satın alan George Karpiç (Carpitch) buraya kendi adını verdi. Üç yıl sonra Karpiç, Atatürk’ün isteği üzerine lokantasını Ankara’nın Ulus semtine taşıdı. Karpiç, İstanbul’da bir Rus lokantası açan ilk isimdi. Pera halkı Rus yemeklerini Rejans’tan da önce ilk olarak Karpiç’in 1921’de İngiliz Sarayı’nm tam karşısında açtığı lokanta sayesinde tanımıştı.
Rus Devrimi’nin ardından İstanbul’a akın eden Beyaz Ruslar, İstanbullulara Rus yemeklerini ve Rus müziklerini getirmekle kalmadılar. Ruslar, Beyoğlu’nun eğlence ve fuhuş hayatında zaman zaman abartılsa da önemli bir yere sahipti. Beyoğlu erkeklerinin haraşo diye çağırdığı beyaz tenli, kısa san saçlı, soylu Rus kadınları uzun eldivenleri, dansları, içten davranışlarıyla erkeklerin yüreğini hoplatıyordu. Pera’da fuhuş, gece hayatı ve zevk alemleri yüzyıllardan beri zaten vardı. Ancak Ruslar, kendi alışkanlıklarını var olan hayata katarak daha soylu bir şekle soktu. Aralarında Çarlık Rusya’sının ünlü simalarının, sanatçılarının, sinema yıldızlarının olduğu haraşolar Pera’ya renk kattı.
Willy Sperco, haraşolarla ilgili olarak “hepsinin çok beyaz ve narin elleri, güzel dişleri ve çok hoş gülümsemeleri vardı. Müşteriler genellikle onlara aşık olurlardı. Bu yüzden ihanete uğrayan kadınlar ve genç kızlar, bayağı endişelenmeye başladılar. Türk gazetelerinde bu kadınlar hakkında hoş olmayan yazılar çıktı” diye yazar. (Sperco, Willy, Yüzyılın Başında İstanbul, İstanbul Kitaplığı, İstanbul, 1989)
İstanbul tarihçisi Jak Deleon ise “Beyaz Rusların varlıklarım en çok duyumsattıkları yıllar 1920-24 arasıdır. Bu yıllarda Beyoğlu Beyaz Rus istilasına uğramıştı sanki. Ana caddeler üzerinde kabareler, arka sokaklarda pavyonlar açılıyor, Rus lokantalarının masaları kaldırımlara taşıyor, şarkılı ve danslı şovlar İstanbul gecelerine renk katıyordu. Beyoğlu’nun arka yakasında Odessa ve Kiev genelevlerinden kaçan kadınlar kokain pazarlıyordu” der.
Haraşoların istilasına uğrayan İstanbul, yeni bazı alışkanlıkları da onlardan edinmişti. İstanbul’a gelene dek çok güç günler geçiren, gemilerde pislikten ve sefaletten bitlenen Rus kadınları saçlarını kökünden kestirip başlarına peruk geçirince, önce peruk modası başlamış, perukçular türemiş, sonra saçları biraz uzadı mı da gidip yaptırdıkları “Rusbaşı” denen kısa saç moda olmuştu.
Haraşoların bir diğer hediyesi de İstanbulluları denizle tanıştırmalarıydı. Plaj modası yan çıplak denize giren sarışın Rus dilberlerle başlamıştı. Tarihi memba sularıyla meşhur, “fülürye” kuşlarının öttüğü mesire yeri de bundan böyle haraşoların doldurduğu “Florya” plajı olmuştu.
Haraşolar, İstanbul’da fazla kalmadılar. Teker teker başka diyarlara gittiler. Ama kaldıkları süre içerisinde İstanbul erkeğine kibarlığı, centilmenliği ve saygıyı öğrettiler. Haraşolardan geriye kabareler, pavyon ya da barlar kalmadı ama uzun yıllar hatırlanacak aşklar, anılar, mutluluklar kaldı.
0 notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Text
Atom, Kükürt, Fosfor ve Kireç Hakkında Etkileyici Bilgilerden Derleme
Atom
Yeryüzündeki bütün cisimleri meydana getiren elemanların sayısı 100 kadardır. Bu elemanların en küçük parçacığına atom denir. Bir atom o kadar küçüktür, o kadar küçük, tür ki mikroskoplarla bile kolay kolay görülemez. Bir iğne ucu kadar yerde bile birkaç milyon atom bulunur. Bir atom, gökyüzündekl güneş sistemine benzer: Ortada sâbit bir çekirdeği; tıpk�� güneşin etrafında dönen gezegenler gibi bu çekirdeğin de etrafında dönen elektronlar vadır. Hidrojen atomunun bir tek elektronu vardır. Helyum’un iki, Uranyum’un ise 92 tanedir. Bu elemanların özelliklerini tâyin eden şey, bu elektronların azlığı ya da çokluğudur. Bu atomların birçoğu, aralarında birleşerek etrafımızdaki cisimleri meydana getirir.
Kükürt
Kükürt, kibrit, sülfürik asit, barut, vülkanize edilmiş kauçuk ve daha birçok maddenin yapılışında kullanılan, parlak sarı renkte bir maddedir.
Texas’takl kükürt ocaklarından çıkartılan kükürt, çok eski volkanik çökellerden kalmadır ve sâf haldedir. İtalya’da da Vezüv çevresindeki geniş topraklarda bulunur. Yurdumuzda, İsparta ilinin Keçiborlu ilçesinde kükürt madeni ve kükürt fabrikası vardır. Kükürt pek çok sayıdaki eşyanın yapılmasında kullanılır. Bağ hastalıklarına sebep olan organizmaları öldürdüğü için üzüm kütükleri kükürtlenerek hastalıklardan korunur. Aynı zamanda iyi cins kauçuk elde etmek için de ham kauçuk kükürtle karıştırılır.
Fosfor
Fosfor, kolayca alev alan basit bir cisimdir. Başka maddelerle karıştırılmış bir hâlde kibrit kutularının kenarındaki eczalı kısımda yer alır. Kibritin sürtülmesiyle meydana gelen sıcaklık, kibritin alev almasını sağlar.
Fosfor çeşitleri arasında en etkili olanı beyaz fosfordur. Beyaz fosforla çalışan işçiler, iki güvenlik tedbirini birden almak zorundadırlar: Kemiklere zarar verdiği için üzerlerine özel bir elbise giyip yüzlerine maske geçirirler, havanın temasıyla bile kendiliğinden alev aldığı için de fosforu su ya da petrol gibi bir sıvının içinde bulundururlar. Kırmızı fosfor beyazdan daha kalımlı olduğu için kibrit yapımında kullanılır. Ama yine de çok tehlikeli olduğundan, fosforsuz emniyet kibritleri yapılmaktadır. Günümüzde, kendiliğinden parlamaması İçin fosfor, ancak kutunun kenarındaki eczalık kısmın içinde yer alır.
Kireç
Kireç elde etmek için kireçtaşı özel bir fırın içinde ısıtılır. Kireç, kum, çimento ve suyla karıştırılarak harç yapılır. Parazitlerden korumak için meyve ağaçlarının gövde ve dallarına kireç şerbeti sürülür.
Fırından çıkmış olan kiraca “sönmemiş kireç” denir. Suyla karıştığı zaman âni bir sıcaklık yükselmesine sebep olduğu için çok tehlikeli bir maddedir. Derin yanıklara yol açar. Sönmemiş kireç, üzerine su atıldığı zaman su âni olarak buharlaşır. Böylece tehlikesiz olan “sönmüş kireç” elde edilmiş olur. Topraklar İçin mükemmel bir İyileştirme katkısıdır. Aynı zamanda da mikrop kırıcı ve böcek Öldürücü özellikleri yüzünden tarımda çok kullanılır. Sönmüş kireçle badanalanan duvarlar ve «kireç şerbeti» püskürtülmüş meyve ağaçları temizlenip pislikten arınmış, böceklerden korunmuş olur.
0 notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Text
Plankton, Tuz ve Denizaltı Gemisi Hakkında Yararlı Bilgiler
Plankton
Deniz suyunda olduğu gibi tatlı sularda da yaşayıp çoğalan çok küçücük hayvanlar ve bitkiler vardır. Bunların hepsi topluca plankton’u meydana getirir. Deniz yaratıklarının çoğu, balıklar, hattâ dev balinalar bile planktonla beslenirler.
Plankton suda yaşayan hayvanların temel besinini meydana getirir. Bir litre deniz suyunda bu küçücük yaratıkların yüzlerce milyonu bir arada bulunabilip: Bunların çoğu yosunlar ve çok küçük yumuşakçalardır. Bazıları ikiye bölünerek çoğalırlar. Bu her İki parça da yine kendi arasında İkiye bölünür ve böylece büyük bir hızla çoğalma başlar. Eğer bu yosunların büyük bir kısmı başka canlılar tarafından yenilip yutulmamış olsaydı bunların bir tanesi on günde kendi başına dünyanın hacmi kadar bir aile meydana getirebilecek şekilde çoğalırlar. Plankton, balıkları, dolayısıyla bizleri de beslemekte büyük rol oynar.
Tuz
Suda kolayca eriyen bir maddedir. Daha çok denizlerin içinde erimiş bir hâlde bulunur. Akarsular geçtikleri yerlerdeki tuzlan eriterek beraberlerinde taşır, denizlere akıtırlar.
Tuz, ya da kimyasal adıyla «Sodyum klorür» hayat İçin gerekli maddelerden biridir. İnsan vücudunda oldukça fazla miktarda tuz bulunur. Bu tuzu da yediğimiz yemeklerle alırız. Mutfaklarımızda kullandığımız tuz denizlerden elde edilir. Deniz suyunun her litresinde 30.40 gram kadar tuz vardır. Bu tuz, geniş tuzlalarda deniz suyunun buharlaştırılmasıyla elde edilir. Ayrıca toprakta açılan ocaklardan da tuz çıkartıldığı gibi, bir zamanlar deniz altında kalmış olan topraklardan da elde edilebilir. Buna kaya tuzu denir. Memleketimizin tuz ihtiyacının büyük bir kısmı Tuz Gölü’nden alda edilen tuzla karşılanır.
Denizaltı Gemisi
Denizaltı gemisi, tıpkı bir balina gibi suyun içinde yol alabilen bir gemidir. Nasıl balina zaman zaman nefes almak için su yüzüne çıkmak zorundaysa denizaltı gemisi de makinelerinin ve içindekilerin hava alabilmesi için arada bir su yüzüne çıkmak zorunda kalır.
Denizaltı gemisinin dalabilmesi için gerek makinelerinin, gerek içindekilerin havaya ihtiyacı vardır. Denizaltı gemileri suyun içindeyken elektrik motoruyla yol alırlar. Ama yine de akümülatörler dizel motorlarıyla şarj edildiği için zaman zaman su yüzüne çıkmaya mecburdurlar. Yalnız atom gücüyle çalışan denizaltı gemileri uzun bir süre su altında kalabilirler. Denizaltı gemileri, suyun basıncıyla ezilmemek için 150-200 metreden daha derinlere inemezler. Çok daha derinlere inebilen özel araçlara “batiskaf” denir.
0 notes
bahceistanbul-blog · 8 years
Text
Itri Efendi, Tamburi Cemil ve Şinasi ile Sanat Turu
Buhurizade Mustafa Itri Efendi
Türk musikisinin büyük ustası, 1640’ta İstanbul’da doğdu, 1711’de aynı yerde öldü.
Hemen bütün İslâm dünyasında yüzyıllardan beri okunan Kurban Bayramı Tekbiri onun bestesidir.
Itrî bir gün Topkapı sarayında, padişah III Ahmet ile yemek yerken sofrada önüne gelen altın sahanın kapağını açtığında, kabın içinde yemek yerine zümrüt, yakut ve elmaslar olduğunu görmüş, hemen padişahın ellerine kapanarak: “Devletlû sultanım, ben bu nimete lâyık değilim” demiştir. Padişahta: “Ne yapayım ki sarayımda sana lâyık daha kıymetli bir şeyim yok” diye cevap vermiştir. Hükümdarın bu derece değer verdiği büyük sanatçının yüzlerce bestesi, notaya alınmadığı için zamanımıza kırk kadar eseri kalmıştır. Bayram namazlarında okunan tekbirin, beş vakit okunan ezanın ve cuma ve cenaze namazlarından önce minarelerden verilen salânın da bestecisi olan Itrîye çiçekleri çok sevdiği için hoş kokulu anlamına gelen bu lâkap takılmıştı.
Tamburi Cemil
Tamburi Cemil Bey; Türk bestecisi ve tambur virtüözü, 1871’de İstanbul’da doğdu, 1915’te aynı yerde öldü.
Türk müziğinin klâsik yapısını bozmadan bu alana yeni bir üslûp getirdi. İlkokuldan sonra öğrenimini özel dersler alarak tamamlayan Cemil Bey, daha sonra Mülkiye’ye devam etmiş ve bu arada Fransızcayı da öğrenmişti. Ama içinde müziğe ve özellikle Türk musikisine karşı dayanılmaz bir tutku vardı. Bu nedenle. Hariciye Nezareti Şehbenderlik Kaleminde bir süre görev almışsa da buradan ayrılarak kendini tam anlamıyla musikiye adamıştır. Kendisine tambur çaldığı için «Tamburi» lâkabı takılan sanatçı, bu âleti çalmakta virtüözdü. Sanatçı, tamburdan başka rübap, lâvta, kemençe, viyolonsel gibi müzik âletlerini de büyük bir ustalıkla çalardı. Birbirinden güzel şarkıları, saz eserleri ve taksimleriyle Türk musikisine yeni bir üslüp getirmiş olan bu sanatçı, ayrıca Rehber-i Musiki adıyla müzik kurallarını öğreten bir eser yayımlamıştır.
İbrahim Şinasi Efendi
Türk gazetecisi, şair, tiyatro yazarı, 1826’da İstanbul’da doğdu, 1871’de aynı yerde öldü.
Resmi olmayan ilk Türk gazetesini çıkardı; Osmanlıcayı, stratejileştirme hareketlerine yol açtı.
Şinasi, bir süre memuriyet yaptıktan sonra Paris’e maliye öğrenimini gördü. Dönüşünde, önemli devlet görevlerinde bulundu. Agâh Efendi ite Tercüman-ı gazetesini çıkardı (1860) ve başyazılarını yazdı. Bizde ilk tiyatro eseri olan Evlenmesi isimli komedisini bu gazetede yayımladı. 1862’de, tek başına, Efkâr gazetesini çıkardı. Değerini gösteren makaleler kaleme aldı. Mantıklı üslûpla yazdığı edebiyat tartışmalarıyla ilk fikir gazeteciliğini kurdu. Hürriyet ve demokrasi fikirlerini yaydı. Şinasi, gazeteciliğin tertip, baskı gibi alanlarda da yenilikler getirdi. Yeni Osmanlılar Cemiyetine girdi. 1865’de gazeteyi Namık Kemal’e bırakıp Paris’e gitti. Âli Paşa’nın ölümünden sonra İstanbul’a gelerek (1869), gazetesini tekrar yayımlamaya başladığı sırada hastalandı ve öldü.
0 notes